10 Mayıs 2022 Salı

MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 Kara


Kara rengin de Türk mitolojisine dayanan anlamlar ifade ettiği ve fakat tarihî seyir içerisinde bu rengin olumludan olumsuza çok değişik anlamlarda kullanıldığı bilinmektedir. Ancak, muhakkak gibi görünen husus şudur ki, İslâmî dönemde Abbasî halifelerinden meşrûluk fermanı alan Türk hanedanlarına gelinceye kadar Kara’nın Türklerde (Gazneliler ile ilgili kayıtları istisna edecek olursak), hükümranlık rengi olarak yaygın bir şekilde kullanıldığına dair fazla bilgiye sahip değiliz.



Kara’nın Şaman Türkler açısından ifade ettiği anlamlar ile ilgili olarak, Abdülkadir İnan şu bilgileri veriyordu: “Altaylıların akidelerinde ruhlar aru (pâk, temiz, arı) veya kara (habis) zümrelerine ayrılırlar. Bunlara Tös de denir. Tös denilen bu ruhlardan Karatös grubuna yer altı tanrısı Erlik de dahildir. Altaylılar en ağır ve elemli felâketleri Erlik’in faaliyetiyle alâkadar bilirler. Erlik, yer altında kara çamurdan yapılmış sarayında oturur. Erlik, büyük kara ruh sayılır. O’nun kızlarını da “dokuzu da müsavi karalar” olarak adlandırırlar”. Yine, yukarıda Kazak-Kırgız Türklerinin hurafelerinde Albastı’nın iki çeşit olduğuna, birinin Kara albastı diğerinin de Sarı albastı olduğuna işaret edilmişti. Bu Kara veya Kara Albastı, ciddî ve ağırbaşlı bir ruh olarak da telâkkî edilirdi. Şamanist Türkler lohusa kadınları Kara albastı (karabastı-karakura)’dan korumak ve karayı defetmek için kara baksı çağırırlardı.





Diğer taraftan Türk mitolojisinde kara, umumiyetle toprak rengi olarak, yağız yer anlayışı ile birlikte kullanılmıştır. Her halde önce yağız yer kullanılmış, kara toprak sonradan söylenir olmuştur. Daha önce ifade edildiği üzere eski Türklerde halk tabakasına mensup olanlara da kara (karabudun -avam) denildiği gibi kara kul, karavaş veya karabaş deyimleri de “köle” anlamında kullanılmıştı.



Yine, işaret edildiği üzere kara renk, Türklerde herhalde binlerce yıldan beri kuzeyin sembolü olarak kullanılmıştır. Çünkü, çeşitli kavimler ile kültürler, kuzeyin karanlıklar ülkesi olduğu üzerinde birleşmişlerdir. Nitekim Müslümanlar da kuzeye “Diyâr-ı Zulmet” demişlerdir. Bundan dolayı Türkler, kuzeyle ilgili ne varsa onları, kara tanıtması ile tanıtmışlardır. Meselâ, Oğuz Destanı’nda, kuzeyde oturan İt-Barak adlı kavmin derileri de siyahtı. Kuzeyden esen rüzgârlar da “Kara yel” idi. Kara kış ise, çetin, zorlu, şiddetli kış anlamında olup, bu anlam Türkçede “kadır” kelimesi ile de adlandırılmıştır (kadır kış=kara kış). İşte, Kara kelimesinin hükümdar ve hanedan sıfatı olarak kullanılmasının (zorlu, güçlü, sert, çetin hükümdar) olduğu gibi “kadır” sıfatının da hükümdarlar için kullanılmasının kaynağı budur. Ayrıca, “kara yel” deyiminde de, soğukluk ve şiddetlilik anlamlarının ifade edilmek istendiği açıktır.





Diğer taraftan yas ve mezar bayrakları da Türk kavimlerinin inanışlarında büyük bir yer tutmaktadır. Bugünkü Doğu Türkistanda mezarlara bezden bir bayrak asılır. Altayların kuzeyindeki Şamanist Türkler ise, mezara bir paçavra bağlamakla yetinirler. Bizim “yatırlara bez bağlama” geleneğimiz de bu inancın her halde bize kadar gelen bir uzantısı olsa gerektir. Ölü veya yas evine, belki de birden fazla bayrak asılıyordu. Çünkü, Dede Korkut’ta yas evinden söz edilirken, “Karalı göklü otağ” (karalı yeşilli çadır, veya ev) deniliyordu. Ancak, bunların birer bayrak olup-olmadıklarını da kesin olarak bilemiyoruz. Yine “kara-gök” eşlemesi, Türk kozmogonisinin ana sembolü olan renklerdir. kara, yerin; gök (mavi) renk ise göğün sembolleridirler. Ancak, Dede Korkut’ta yas dolayısıyla ifade edilen “kara giyinip-gök sarınma” (kara giyinip yeşil sarınma) ile karalı-göklü yas çadırında söz konusu olan gök, yeşil renk olup, Türklerin tipik yas renklerinin, yani siyah ile yeşil’in birlikte kullanıldığının ifadeleridir. Karahanlılar devletinde vezirlerin siyah ipekten yapılmış çetr kullanmaları ve hil’atlerinin de muhtemelen siyah olması, büyük ihtimalle onların kara budundan (halktan) olmalarının bir işareti idi.



İslâmi döneme gelince, Hazret-i Peygamber’in üç sancağından siyah olanını Abbas’a vermesinden dolayı bu renk Abbasîlerin şiarı olmuştu. Dolayısıyla Abbasî halifelerinden meşrûluk fermanı alan Türk sülâlelerinde de, hâkimiyet (hükümranlık) sancakları siyah olmuştur. Ancak, Selçukluların mensup bulunduğu Kınık boyunun bayrağının siyah olmasının bu gelenekle herhangi bir ilgisi olup-olmadığını şimdilik bilemiyoruz. Fuat Köprülü, Gaznelilerin siyah bayrağı ile ilgili olarak da şunları ifade etmektedir: “Gazneli sülâlesinin şiarı, yani sembolü olarak siyah renk, eski Türklerde - hiç olmazsa bazı mühim Türk zümrelerinde - bu rengin sembolik renk olmasından mıdır, yoksa Abbasî halfeleri ile samimiyetlerinden; cihad’ı temsil etmelerinden dolayı Abbasîlerin siyah hil’at ve bayrak göndermelerinden midir? bilemiyoruz” dedikten sonra, Selçukluların da Anadolu Selçuklularının da resmî renginin siyah olduğunu ifade etmekte ve “Gaznelilerde de, Büyük Selçukluları devam ettiren Anadolu Selçukluları ile Harizmşahlarda da hükümdar sancaklarının siyah renkli oluşu, umumiyetle Selçuklu hükümdarlarının Abbasîlere manevî bağlılıklarını göstermektedir” demektedir”. Anadolu Selçuklu tarihinin yazarlarından İbn Bîbî’nin, Kâhta fethinden bahsederken kaydettiği bayrağın da siyah renkli oluşu, şüphesiz, Selçukluların bu geleneği ile ilgilidir. Yine Selçuklu geleneğine bağlı olan Salgurluların bayrağının da siyah renkli olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlılarda ise, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye birlikleri için siyah bayrak yapılmış olması, şüphesiz Hazret-i Peygamber’in siyah sancağı ile bağlı geleneğin, Selçuklulardan Osmanlılara varan bir uzantısından başka birşey değildir.


Fakat, bazı Türk devletlerindeki bu siyah renkli sancak veya bayrak olayı ile ilgili olarak şu hususu da ifade etmekte yarar vardır. Türkler, Abbasoğullarına saygı, daha doğrusu onlardan meşrûluk beratı almış olmaktan kaynaklanan saygı ve bağlılık ile ve biraz da hânedanlar arası veraset anlayışıyla, zaman zaman ve bazı yerlerde bu siyah bayrağı kullanmışlardır. Ancak, Türklerin duygulandıkları bazı renkler vardır ki (beyaz, al-kızıl, yeşil, sarı gibi), bunları hiçbir zaman bir kenara bırakmamışlar, başta al -kızıl savaş bayrağı olmak üzere, diğerlerini de yaygın olarak kullanmışlardı. Gerçekten de Türkleri kara bir bayrağın ardından veya onun altında akına, şehadete veya göçe sevkedebilmenin düşünülmesi zordu.


Alıntıdır.


Kırmızı Medrese / Cizre

 


Mardin

 


HİTİT MUTFAĞI

 Hitit dilinin çözülen ilk sözcükleri olan NINDA-an ez-za-at-te-ni WA-TAR-ra e-ku-te-ni (ekmek yiyeceksiniz su içeceksiniz) cümlesinde de olduğu gibi Hititlerde ekmek ve suyun ayrı bir önemi vardı.

Ekmek buğdayın öğütülmesiyle elde edilen undan yapılıyordu. Kazılarda, küplerin içinde bol miktarda kömürleşmiş buğday kalıntıları bulunmuştur. Ekmeği hazırlamak Hitit ailesinde kadının göreviydi. Kadınlar, kazılarda pek çok örneği bulunan taş kaplarda (DUG-NA-ARA) buğdayı ezip, un elde ediyorlardı ve ondan ekmek yapıyorlardı. Ayrıca NINDA-DU-DU olarak adlandırılan ekmekçiler ya da fırıncılar da vardı. Günümüzde evlerimizde bazı yiyecek maddelerinin ezilmesi için kullanılan havanların kökeni Hitit Çağı'ndaki bu gibi taş kaplara dayanmaktadır. Hititlerde ayrıca buğday öğütmek için değirmenler de bulunmaktaydı.

Ekmeğin çeşitleri arasında NINDA-GIBIL (taze ekmek), NINDA-KUR-RA(kalın ekmek, ince ekmek), NINDA-SIG (ince ekmek, yufka), NINDA-KU(tatlı ekmek, bir tür pasta), NINDA-I-E-DE-A (yağlı ekmek, börek), NINDA.LAL(ballı ekmek, bir tür tatlı börek), NINDA.KASKAL (yolculuk ya da yolculuk ekmeği), NINDA-ARMANI (hilal biçimli ekmek, ay çöreği).

Hitit mutfağında süt ve süt ürünlerinin yeri vardı. Süt Hitit metinlerinde GA sözcüğüyle anlatılırdı. Peynire ise GA-KIN-AG denirdi. Diğer süt ürünleri: GA-KALA-GA (koyun sütü, yoğurdu), GA-EM-SU (ekşimiş süt), GA-KU (tatlı süt).

Hititler döneminde arıcılık yapılırdı ve Hitit kanunlarında arıcılığı koruyan kurallar konulmuştur. Ballı şarap ve ballı ekmek bayramların vazgeçilmezlerindendi.

Hayvancılığın ve avcılığın gelişmiş olduğu Hititler de et yemekleri sofranın gözde yemeklerindendi. Tavşan, domuz ve koyun eti çok tüketilen yemeklerdendi.

YEMEK TARİFLERİ

Kraliçe Puduhepa usulü koyun eti (basitleştirilmiş)

1 kgkoyun kıyması, 2 narın suyu ve çekirdekleri (sevmiyorsanız çekirdekleri koymayın!), 2 yemek kaşığı kuru ekmek kırıntısı, 2 yumurta, 1/4 tatlı kaşığı biberiye, tuz ve (isteğe göre) dövülmüş sarımsak ile yoğrulur. Sonra uygun boyutta bir kalıba yerleştirilir ve üstüne iç yağ dilimleri yerleştirilir ve önceden ısıtılmış fırında 200 °C'de yaklaşık 1 saat pişirilir. Bunun yanına, buğday ekmeği (cevizli olabilir) ve sek kırmızı şarap yakışır.

Ballı Kapı Yapısı Bayramı Ekmeği

400-500 gkurutulmuş meyve (elma, armut, kayısı, erik, incir, üzüm) birkaç saat biraz beyaz şarap içinde biraz yumuşatılır. Sonra iyice süzülür ve ince kıyılır. Arta kalan su bir kenara alınır.

Oda sıcaklığında 500 gçavdar ve 250 gbuğday unu bir kaseye elenir ve ortasına bir çukur açılır. Çukurun içine 1/2 fincan ılık su ilave edip cıvık bir hamur kıvamına getirilir. Üstü kapalı bir şekilde köpürene ve kabarana kadar beklenir. (10 - 20 dakika). Yine oda sıcaklığında bir poşet sıvı ekşi hamur ilave edilir; 2 tatlı kaşığı tuz ve 1/4 tatlı kaşığı anasonla 1/4 tatlı kaşığı kişniş (her ikisi de öğütülmüş), hamura ilave edilir ve 1/4 - 1/2 litre su (meyvelerin yumuşatıldığı suyu da kullanın) katarak katı bir hamur yoğrulur ve yavaş yavaş 150 g bal ve kuru meyveler ilave edilir. Üstü kapalı olarak ılık bir yerde kabarması beklenir (normal mayalı hamurdan daha uzun sürer). Sonra bir mal mayalı hamurdan daha uzun sürer). Sonra bir daha yoğurulur ve hamur elinize yapışırsa un ilave edilir.

Fırın kağıdıyla kaplı tepsiye hamurdan hazırlanan 12 cm çapında ince lavaşlar yerleştirilir ve suya batırılmış kaşığın sırtıyla üzerin düzlenir; soyulmuş ortadan bölünmüş kıyılmış bademle her ekmeğin üstüne "Kapı/Tor" şekli verilir, hafif üstüne bastırılır. Tekrar üstüne su sürülür ve ısıtılmış fırında 220 °C'de 5 dakika, sonra 160 °C'de tekrar bir 15 dakika pişirilir. (Ekmeğe kürdan batırın, hamur bulaşmazsa pişmiş demektir.)

Ekmekler sade, ya da arası kesilip tereyağı, bal, reçel sürülerek yenilir.

 

Alıntıdır.

 

9 Mayıs 2022 Pazartesi

GÖKLERDEKİ DÜZEN

... Öyleyse maddenin ardında başka bir şey olmalıdır, bir şekilde onu kontrol eden bir şey. Ve bu, denilebilir ki, bir Yaratıcı'nın varlığının matematiksel kanıtıdır.

Guy Murchie, Amerikalı bilim yazarı


Milattan sonra 1054 yılının 4 Temmuz gecesi, Çin İmparatorluğu'nun astronomları, gökyüzünde çok dikkat çekici bir olayın gerçekleştiğini gözlemlediler. Gökyüzündeki boğa burcunun yakınlarında, aniden çok parlak bir yıldız ortaya çıktı. Yıldız o kadar parlaktı ki, ışığı gündüzleri bile kolaylıkla farkedilebiliyor, gece ise neredeyse Ay'dan daha parlak görünüyordu. 

Çinli astronomların gördükleri ve kaydettikleri bu olay, evrendeki en ilginç astronomik oluşumlardan biriydi aslında. Bu bir "süpernova"ydı. 

Süpernova deyimi, astronomlar tarafından bir yıldızın patlayarak dağılmasını isimlendirmek için kullanılır. Dev bir yıldız, korkunç bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine korkunç bir hızla dört bir yana dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir. 

Astronomlar süpernovaların evrenin oluşumunda çok önemli bir rol oynadığını düşünürler. Bu patlamalar, astronomların tahminine göre, maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarının, evrenin başka köşelerinde birikerek yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu varsayılmaktadır. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır. 

Ancak işin ilginç yanı, ilk bakışta basit birer patlama gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kurulmuş olmalarıdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar:

Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.

Süpernovaların oranları ve yıldızların mesafeleri, aslında evrenin sahip olduğu büyük düzenin çok küçük iki ayrıntısıdır. Evreni biraz daha detaylı olarak incelediğimizde ise, karşılaştığımız düzen olağanüstüdür.


 

Boşluklar Niçin Var?


Big Bang'den sonra ortaya çıkan evren, öncelikle sadece hidrojen ve helyumdan ibaret bir gaz yığını olmuş, sonra ise bu gaz yığını, özellikle tasarlanmış olduğu açık olan nükleer reaksiyonlarla daha ağır elementleri meydana getirmiştir. Ama evrenin yaşam için uygun bir yer haline dönüşmesi, sadece ağır elementlerin varlığıyla mümkün olmaz. Bundan da önemli olan bir nokta, evrenin nasıl bir şekil ve düzen aldığıdır. 

Bu incelemeye, önce evrenin ne kadar büyük olduğuna bakarak başlayalım. 

Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir. 

Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.

Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazidir. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe  yerleştirirsek, onu Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!

Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir. 

Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.

Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!... Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır. 

George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:

Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.

Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur. 



Entropi ve Düzenlilik


Evrendeki düzenin anlamını kavramak için, öncelikle evrenin en temel fizik yasalarından biri olan, Termodinamiğin İkinci Kanunu'ndan söz etmek gerekir.

Termodinamiğin İkinci Kanunu, evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Aynı gerçek "Entropi Kanunu" olarak da ifade edilir. Entropi, fizikte bir sistemin içerdiği düzensizliğin ölçüsüdür. Bir sistemin düzenli, organize ve planlı bir yapıdan düzensiz, dağınık ve plansız bir hale geçmesi o sistemin entropisini artırır. Bir sistemdeki düzensizlik ne kadar fazlaysa, o sistemin entropisi de o kadar yüksek demektir. 

Bu gerçek hepimizin yaşamları sırasında da yakından gözlemlediği bir durumdur. Örneğin bir arabayı çöle götürüp bırakır ve aylar sonra durumunu kontrol ederseniz, elbette ki onun eskisinden daha gelişmiş, daha bakımlı bir hale gelmesini bekleyemezsiniz. Aksine lastiklerinin patlamış, camlarının kırılmış, kaportasının paslanmış, motorunun çürümüş olduğunu görürsünüz. Ya da evinizi "kendi haline" bırakırsanız, her geçen gün daha düzensizleştiğini, dağıldığını, tozlandığını görürsünüz. Ancak bilinçli bir müdahale ile (yani evi temizleyip düzenleyerek) bu süreci geriye çevirebilirsiniz.

Termodinamiğin İkinci Kanunu ya da diğer adıyla Entropi Kanunu, doğruluğu teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmış bir kanundur. Öyle ki yüzyılımızın en büyük bilimadamı kabul edilen Albert Einstein, bu kanunu "bütün bilimlerin birinci kanunu" olarak tanımlamıştır. Amerikalı bilimadamı Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View (Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü) adlı kitabında şöyle der:

Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir. Albert Einstein, bu kanunun bütün bilimlerin birinci kanunu olduğunu söylemiştir; Sir Arthur Eddington ondan, bütün evrenin en üstün metafizik kanunu olarak bahseder. 

İşin ilginç yanı ise, entropi kanununun, evrenin her türlü doğaüstü müdahaleye kapalı bir madde yığını olduğunu iddia eden materyalizmi kesin biçimde geçersiz kılmasıdır. Çünkü evrende çok belirgin bir düzen vardır, ama evrenin kendi kanunları bu düzeni bozmaya yöneliktir. Bundan iki sonuç çıkmaktadır:

1) Evren materyalistlerin iddia ettiği gibi sonsuzdan beri var olamaz. Çünkü eğer böyle olsa, Termodinamiğin İkinci Kanunu, şimdiye kadar çoktan evrendeki entropiyi maksimum düzeye çıkarmış olurdu ve evren, hiçbir düzene sahip olmayan tekdüze (homojen) bir madde yığını haline gelirdi.

2) Big Bang'in ardından evrenin hiçbir doğaüstü müdahale ve kontrol olmadan şekillendiği iddiası da geçersizdir. Çünkü Big Bang'in ardından ortaya çıkan evren, sadece düzensizliğin hüküm sürdüğü bir evrendir. Ama bu evrende giderek düzenlilik artmış ve evren bugünkü düzenli yapısına kavuşmuştur. Bu, doğa kanunlarına (entropi yasasına) aykırı bir biçimde gerçekleştiğine göre, demek ki evren doğaüstü bir yaratılışla düzenlenmiştir.

Bu ikinci maddeyi bir örnekle açıklayalım. Evreni, içinde yığınla taşlar ve kayalar olan dev bir mağara olarak düşünelim. Bu mağarayı doğal şartlara bırakır ve milyarlarca yıl beklerseniz, ilk halinden bile daha düzensizleştiğini (taşların ufalandığını, birbirleriyle karışıp tekdüze ve şekilsiz bir yapı haline geldiklerini) görürsünüz. Ama eğer milyarlarca yıl sonra mağaranın içinde bu taşlardan yapılmış ve ince ince işlenmiş heykeller bulursanız, bu düzenliliğin doğa kanunları ile açıklanamayacağına hemen karar verirsiniz. Yapılabilecek tek açıklama, bu mağaranın bir "akıl" tarafından düzenlenmiş olduğudur.

İşte evrende hüküm süren düzen de, bizlere evrene hakim olan üstün bir Aklın varlığını gösterir. Nobel ödüllü ünlü Alman fizikçi Max Planck, evrendeki bu düzeni şöyle açıklar:

Özetlemek gerekirse, pozitif bilimler tarafından doğanın dev yapısı hakkında bize öğretilen her şey, kesin bir düzenin hüküm sürdüğünü göstermektedir—bu insan zihninden bağımsız bir düzendir. Algılarımızla tanımlayabildiğimiz kadarıyla, bu düzen ancak amaçlı bir düzenleme sayesinde ortaya çıkmış olabilir. Dolayısıyla evrenin bilinçli bir düzene sahip olduğuna dair açık kanıt vardır.

Evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve hiçbir biçimde düzenlenmediğini savunan materyalizm, evrendeki büyük denge ve düzen karşısında büyük bir açmazdadır. Paul Davies, bunu şöyle ifade eder:

Evrende nereye bakarsak bakalım, en uzaktaki galaksilerden atomun derinliklerine kadar, bir düzenle karşılaşırız... Bu düzenli, özel evrenin merkezinde "bilgi" kavramı yatmaktadır. Yüksek derecede özelleşmiş olan ve organize edilmiş bir düzenleme sergileyen bir sistem, tarif edilebilmek için çok yoğun bir bilgi gerektirir. Ya da bir başka deyişle bu sistem yoğun bir "bilgi" içermektedir...

Bu durumda çok merak uyandırıcı bir soru ile karşı karşıya geliriz. Eğer bilgi ve düzen, sürekli olarak yok olmaya yönelik doğal bir eğilime sahiplerse, Dünya'yı çok özel bir yer kılan bütün o bilgi ilk başta nereden gelmiştir? Evren, zembereği yavaş yavaş boşalan bir saate benzemektedir. Öyleyse ilk başta nasıl kurulmuştur? 

Einstein ise, evrendeki söz konusu düzenin "beklenmedik" bir şey olduğunu ve aslında bir "mucize" sayılması gerektiğini şöyle açıklamıştır:

Açıkçası, a priori (önkabul) olarak, Dünya'nın, ancak bizim onu düzenleyici aklımızla düzenlediğimiz takdirde kanunlu (düzenli) hale gelebileceğini beklememiz gerekir. Bu, bir lisandaki kelimelerin alfabetik dizilimi gibi bir düzen olacaktır... Ama maddesel Dünya'da, a priori olarak beklemememiz gereken çok yüksek seviyede bir düzen vardır. Bu bir "mucize"dir ve bilgimizin gelişmesine paralel olarak daha da güçlenmektedir.



Güneş Sistemi


Evrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır. 

Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, yine büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. 

Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.

Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. 


Dünya'nın Yeri


Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya'nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır. Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu ikinci bir işlevini ise, gezegen bilimci George Wetherill "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir makalede şöyle açıklar:

Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık.


Alıntıdır.


Mem U Zin / Cizre

 


Habur Sınır Kapısı / Silopi

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak