12 Nisan 2022 Salı

KARACİĞER

  

Karın boşluğunun sağ üst kısmında yer alan karaciğer, kan dolaşımı içinde mükemmel bir filtre görevini üstlenmiştir. Suda çözülebilen, vücut artığı basit maddeler böbrekte temizlenirken, ilaçlar ve hormonlar gibi karmaşık yapılı atıkları karaciğer temizler.

 

Savunma sistemini lojistik yönden destekler:Karaciğer sadece beslenme ve metabolizma atıkları için bir filtre olarak kalmamakta, ayrıca bağışıklık maddeleri olan globulinleri ve damar tamir grupları olan enzimleri de üretmektedir.

Bakterileri temizler: Karaciğerde bulunan Kupffer hücreleri, buradan geçen, özellikle de bağırsaklardan gelen kanda bulunan önemli miktardaki bakterileri yutarlar. Kupffer hücreleri kandaki parçacıkların ya da öteki yan ürünlerin artması durumunda, bunları kandan filtre edebilmek için kendi sayılarını da artırırlar.

 

Vücudun enerji kaynaklarını üretir:Karaciğerin özelliklerinden biri de vücudun en önemli enerji kaynağı olan glukozu üretmesidir.

Normal beslenme sırasında alınan glukoz, glikojene çevrilerek karaciğerde depolanır. Karaciğer kandaki glukoz oranını devamlı kontrol eder. Yemek aralarında besin alınmadığı ve kandaki glukoz miktarı düşmeye başladığı zaman, karaciğer depoladığı glikojeni tekrar glukoza çevirerek kana verir. Böylece kandaki glukoz düzeyinin fazlaca düşmesi engellenmiş olur. Karaciğer ayrıca yağ asitleri ve amino asitlerden de glukoz üretebildiği gibi, enerji üretiminde kullanılması mümkün olmayan diğer karbonhidratları da glukoza çevirebilir.

 

Kanı depolar:Karaciğer, genişleyebilen veya küçülebilen bir yapıya sahiptir. Bu özelliği sayesinde kan damarlarındaki kanı depolayabilir veya salabilir.

Karaciğer sağlıklı bir vücutta, toplam kanın %10'unu, yani 450 ml kanı bünyesinde tutar. Bazı durumlarda, örneğin kalp yetmezliği söz konusu olduğunda vücutta dolaşan kan miktarı, kalbin çalışma temposuna fazla gelecektir. Bu durumda karaciğer kan tutma hacmini iki kat daha artırarak, 1 litre kanı fazladan depolar. Böylece kalbin, kaldırabileceği bir tempoda çalışmasına fırsat yaratır.

Vücutta kan ihtiyacı arttığında ise (örneğin ağır egzersizler sırasında) karaciğer, bünyesinde depoladığı kanı dolaşıma vererek kan ihtiyacını giderir.

 

Ekonomik çalışır:Kaslarda glukoz harcanması sırasında, metabolizma artığı olan laktik asit açığa çıkar. Laktik asit kasta kaldığı sürece acı verir ve çalışmasını engeller. Karaciğer bu asidi kaslardan toplar ve yeniden glukoza döndürebilir.

 

Ölü alyuvarların yenilerini üretir:Karaciğer ve dalak, ölen alyuvarların yerine yenilerinin üretildiği, proteinin büyük bir kısmının parçalandığı ve amino asitler olarak yeniden farklı amaçlar için kullanıldığı yerdir. Karaciğer ayrıca, vücutta önemli işlevleri olan demirin de depolandığı organdır.

Bu haliyle vücudun en gelişmiş deposudur. Tüm mineralleri, proteinleri, az miktarda yağı ve vitaminleri karaciğer depolar. İhtiyaç duyulduğunda, depoladığı maddeyi en kısa yoldan gerekli bölgeye verir. Vücudun yeterli enerjiye sahip olup olmadığını hassas bir biçimde denetler, bunun için özel bir haberleşme sistemi geliştirmiştir. Vücuttaki tüm organlar karaciğer ile bağlantılıdır.

 

Kendi kendini onarabilir: Karaciğerin kendi kendisini tamir etme yeteneği de vardır. Bir kısmı tahrip olsa, kalan diğer hücreler hemen çoğalarak eksik kısmı tamamlar. Hatta organın üçte ikisi alınsa bile, kalan kısım karaciğeri bir bütün olarak yeniden meydana getirebilir.

Organ kendi kendisini onarırken, ölen ve zedelenen hücrelerini ortamdan uzaklaştırır ve yerine yenilerini koyar. Bir karaciğer hücresi, yaklaşık 500'den fazla işlemi yapabilecek yetenektedir. Bu işlemleri, birbiri arkasından değil çoğu kez aynı zamanda başarmaktadır.

 

Alıntıdır.

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 2

 


AHASI


Yeraltında yaşayan, insanları kaçırabilen tek kollu, tek bacaklı, tek gözlü varlıklardır. Ateşten yaratılmışlardır. Yeraltında (bir anlamda cehennemde) yaşadıklarına inanılır. İnsanlara zarar verirler. Tek ayaklı (veya ayaksız), tek gözlü ve kel olarak betimlenirler. Leş yiyerek beslenirler. Zararlı ve iğrenç görünümlü hangi canlı varsa, onların bu durumda olmasına Ahasılar sebebiyet vermiştir. İnsanları yoldan çıkartırlar, kötü işler yaptırırlar ve bazı kimseleri de delirtirler. İnsan ruhunu kaçırabilirler. Görünmezdirler, ancak onları yalnızca şamanlar görebilirler. Yeryüzünden yeraltına gelenleri de kendileri göremezler (mesela şamanları). Arka arkaya sıra halinde yürürler ve yeryüzüne çıktıklarında görünmez olurlar. İnsanoğlunu genelde yalnızken veya korumasız, çaresiz, sayrı (hasta) oldukları ve sıkıntılı zamanlarda yakalarlar. Abasılara dahil olan daha başka pek çok çeşit kötü ruhun insanoğluna zarar verdiğine inanılır. Bunların verebilceği zararlar da değişik seviyelerdedir. Türk halk kültüründe bostanlara dikilen korkuluklara da 'Abakı" adı verilir ve korkutucu olması itibariyle bu sözcükle doğrudan bağlantılıdır. Abakı (bahçe korkuluğu) aslında daha önceki dönemlerde kötü ruhlardan korunmak için evlere ve bahçelere dikilen heykellerin, ongunların (totemlerin) veya simgesel direklerin dönüşmesiyle ortaya çıkmışlardır. Tatarlar bostan korkuluklarının gece canlanıp gezdiğini söylerler. Abasıların iki türü vardır: 1. Çak: Şeytan ve 2. Çor: Cin.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Mardin

 


MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 Muhtelif Renk Eşlemeleri veya Beraberlikleri


Türk tarihinin çeşitli dönemlerinde ve özellikle hükümranlık sembollerinde renklerin teker teker olduğu gibi, ikili, hatta üçlü veya dörtlü beraberlikler veya eşlemeler şeklinde kullanıldıkları da görülmektedir. 

Sarı-beyaz eşlemesinin Delhi Türk Sultanlığı’nın bayrağında yer aldığını ve bu bayrağın, ortasında amudî (dikine) bir sarı çizgi bulunan beyaz bayrak olarak kaydedildiğini biliyoruz.


Yeşil-beyaz eşlemesinin ise Osmanlılarda kullanıldığını görüyoruz. Bunun en tipik örneğini Osmanlı padişahlarının Yeşil sancağı oluşturmaktadır. Mahmut Şevket Paşa’nın “Zât-ı Hazret-i Padişâhîye Mahsus Sancak” olarak tanımladığı iki önemli sancaktan biri olan bu sancak; ortasında, uçları birbirine dönmüş olarak yerleştirilmiş üç beyaz hilâl bulunan yeşil sancaktır. İşte, Yemen ile ilgili türkülerde ifade edilen “al yeşil sancağı gelin mi sandın?” sözlerinde yer alan Osmanlıların yeşil renkli padişah sancağı, bu sancaktır. İkinci sancak olan Al sancak ise, ortasında yeşil bir daire ve daire içinde de üç sarı hilâl bulunan al sancak olup, bu hususa aşağıda ayrıca işaret edilecektir.


Yine Mahmut Şevket Paşa, yeşil-beyaz eşlemesine bir başka örnek hakkında; “Kapıkulu süvarisinden Bölükât -ı Erbaa (Dört Bölükler) diye adlandırılan sağ ve sol ulûfeciler ile sağ ve sol Gurebâ (Garibler) bölükleri yeşil ve beyaz yollu bir bayrak çekerlerdi” demektedir.


Kırmızı-yeşil ikilisinin de Osmanlılarda yaygın bir biçimde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Fuat Köprülü, Osman ve Orhan Beyler devirlerinde saltanat bayrağı olan ak sancağın, Orhan veya I. Murad zamanında yeşile ve Çelebi Mehmed zamanında kırmızıya tebdil edilerek, ortasına bir yeşil daire konulduğu hakkında bir rivayet olduğunu kaydetmektedir. Aynı tarihçimiz, İbn İyas’ın; II. Bayezid’in torunu Kasım Bey’in, Osmanlı sultanlarının âdeti üzere yeşil ve kırmızı renkli ipek sancağı olduğunu yazdığını bildirmekte ve Ahmet Timur Paşa’nın bunu, kırmızı zemin üzerinde yeşil bir daire bulunan bir bayrak telâkkî ettiğini kaydetmektedir.

Şükrü’nün Selim-nâme’sinde Yavuz Sultan Selim dönemi fetihlerinden söz edilirken geçen” al yaşıl bayrakla tutdı” cümlesi de çok dikkat çekicidir. Bu tanımlar şüphesiz giderek Osmanlı Padişahlarının, üzerinde yeşil bir daire ve bu dairenin içinde de arka arkaya sıralanmış üç sarı hilâl bulunan al sancağının ilk şekillerini göstermektedir ki, gerçekten dikkate şayandır.


Renklerden kırmızı, yeşil ve beyaz eşlemelerine dair de bazı örneklere sahip bulunuyoruz. Meselâ, yukarıda ifade edildiği üzere, Topkapı Müzesi’nde bulunan ve bir İspanyol Fransisken Rahibi tarafından yapıldığı bilinen haritada Tekeoğullarına ait olarak gösterilen bayrak, beyaz zemin üzerinde kırmızı Mühr-ü Süleyman (altı köşeli yıldız) taşıyan ve ucunda iki tane zikzaklı yeşil çizgi bulunan bir sancaktır. Delhi Türk Sultanlığı’nda da, devlet ve ordu ileri gelenlerinin rütbe ve derecelerine göre kırmızı, beyaz, yeşil renkte çetrler kullanılıyordu.


Ak (beyaz), kızıl ve yeşil beraberliği ile ilgili olarak ise, Osmanlı tarihçilerinin Kanunî’nin ak, kızıl ve yeşil bayraklarından bahsettikleri bilinmektedir.


Sarı, kırmızı ve beyaz beraberliği konusunda ise, Timurlularda, Timur’un Cengiz an’anesini takip ettiğini ve hükümdarlık bayrağı olarak beyaz bayrak kullandığını; fakat ordusunda bilhassa sarı, kırmızı ve beyaz bayraklar kullanıldığını görüyoruz. İdege Bey Destanı’nda da, İdege Bey’in Toktamış’ı kuşatırken, onu şaşırtmak için ak, kızıl ve sarı tuğlar kullandığı anlatılmaktadır. Yine bu renklerin üçlüsü ile ilgili olarak İspanyol Fransisken Rahibinin haritasında, Türkiye’ye yani Anadolu’ya ait dört bayrak vardır ki, zeminlerinin yarısı sarı, yarısı da beyaz olup, üzerlerinde kırmızı renkte muhtelif şekiller vardır. Osmanlılarda ise, XV-XVI. yüzyıllarda, taşıdıkları bayrakların renklerinden dolayı yeniçerilere Ak Bayrak, sipah bölüğüne Kırmızı Bayrak, silâhdar bölüğüne Sarı Bayrak adlarının verildiği bilinmektedir.



Alıntıdır.


Birleşmiş Japonya

 11. yüzyıldan itibaren Japonlar "şogun" adıyla anılan askeri liderler tarafından yönetilmişlerdi (Bu kelime "büyük general" anlamına geliyordu). şogunlar kanunu ve düzeni sağlamak, geniş toprakları yönetmek için samuray adı verilen savaş lordlarının gücünden yararlanmaktaydılar.

1500'lerde Ashikaga   şogunluğu çöktü. Japonya iç savaş yaşamaya başladı.  Büyük  lordlar  olan  "Daimyolar"  güç  için  birbirleriyle savaşmaya başladılar. 1543 yılında Portekiz tüccarları ve Cizvit misyonerleri ülkeye geldiler. Japonya ve Batı arasında ilk kez kültürel ve ticari ilişkiler kurulmuş oluyordu. Japon yöneticileri Batılıları oldukça iyi karşılamışlar, Avrupalıların teknolojisinden ve silahlarından etkilenmişlerdi. Büyük bir daimyo olan Oda Nobunaga bu silahları diğer daimyolar üzerinde hakimiyet kurmak için kullandı. 1568 yılında başkent Kyoto'yu ele geçirdi ve 1573 yılında son Ashikaga şogunu'nu alaşağı etti. Gücü eline geçiren Nobunaga askeri güçleri modernleştirdi. Yolları onardı ve tekelleri  yasaklayarak ticareti ve iş hayatını destekledi. Bu yaptıklarına karşın Japonya'da zalim bir insan olarak anımsanmaktadır. Zira kendisine muhalefet eden Budist savaşçı-keşişlerin katledilmesi emrini vermiştir.

Nobunaga ' nın 1582 yılında intihar etmeye zorlanması (bir asi lordun saldırısı sırasında) generali Toyotomi Hideyoşi'nin gücü eline almasına imkan verdi. 1590 yılında Hideyoşi gücünü artırmış ve Japonya'nın geniş bölgelerini birleştirmişti.  iki kez  Kore'yi işgal ettiyse de orduları Kore ve çin güçleri tarafından geri püskürtüldü. Hideyoşi aynı zamanda geride bıraktığı kültürel mirasla da anımsanmaktadır. Sadece samurayların silah taşıyabileceğine ilişkin buyruğu da bunlardan birisidir. iş ve politika konuşmanın  bir aracı olarak Japon çay seremonilerini yaygınlaştırmıştır.

Hideyoşi' nin 1598 yılındaki  ölümünden  sonra Tokugawa Ie yasu, Sekigahara Savaşı'nı kazandı ve 1603 yılında  kendisini şogun  ilan etti. Günümüzde adı Tokyo olan Edo'da Tokugawa şogunlugu'nu kurdu. Edo Dönemi olarak bilinen bu çağ 1868 yılındaki Meiji Restorasyonu'na kadar devam etti. 1639 yılında az sayıdaki Flemenk'in dışındaki bütün Avrupalılar ülkeden sürüldüler. Japonların  ülkeden  ayrılmaları yasaklandı.  Bu gelişme yaklaşık 200 yıl     sürecek    olan    "Kapalı    ülke"    döneminin    (sakoku    jidai) başlangıcıydı.


Alıntıdır.


Kızıltepe / Mardin

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak