12 Nisan 2022 Salı
MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER
Muhtelif Renk Eşlemeleri veya Beraberlikleri
Türk tarihinin çeşitli dönemlerinde ve özellikle hükümranlık sembollerinde renklerin teker teker olduğu gibi, ikili, hatta üçlü veya dörtlü beraberlikler veya eşlemeler şeklinde kullanıldıkları da görülmektedir.
Sarı-beyaz eşlemesinin Delhi Türk Sultanlığı’nın bayrağında yer aldığını ve bu bayrağın, ortasında amudî (dikine) bir sarı çizgi bulunan beyaz bayrak olarak kaydedildiğini biliyoruz.
Yeşil-beyaz eşlemesinin ise Osmanlılarda kullanıldığını görüyoruz. Bunun en tipik örneğini Osmanlı padişahlarının Yeşil sancağı oluşturmaktadır. Mahmut Şevket Paşa’nın “Zât-ı Hazret-i Padişâhîye Mahsus Sancak” olarak tanımladığı iki önemli sancaktan biri olan bu sancak; ortasında, uçları birbirine dönmüş olarak yerleştirilmiş üç beyaz hilâl bulunan yeşil sancaktır. İşte, Yemen ile ilgili türkülerde ifade edilen “al yeşil sancağı gelin mi sandın?” sözlerinde yer alan Osmanlıların yeşil renkli padişah sancağı, bu sancaktır. İkinci sancak olan Al sancak ise, ortasında yeşil bir daire ve daire içinde de üç sarı hilâl bulunan al sancak olup, bu hususa aşağıda ayrıca işaret edilecektir.
Yine Mahmut Şevket Paşa, yeşil-beyaz eşlemesine bir başka örnek hakkında; “Kapıkulu süvarisinden Bölükât -ı Erbaa (Dört Bölükler) diye adlandırılan sağ ve sol ulûfeciler ile sağ ve sol Gurebâ (Garibler) bölükleri yeşil ve beyaz yollu bir bayrak çekerlerdi” demektedir.
Kırmızı-yeşil ikilisinin de Osmanlılarda yaygın bir biçimde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Fuat Köprülü, Osman ve Orhan Beyler devirlerinde saltanat bayrağı olan ak sancağın, Orhan veya I. Murad zamanında yeşile ve Çelebi Mehmed zamanında kırmızıya tebdil edilerek, ortasına bir yeşil daire konulduğu hakkında bir rivayet olduğunu kaydetmektedir. Aynı tarihçimiz, İbn İyas’ın; II. Bayezid’in torunu Kasım Bey’in, Osmanlı sultanlarının âdeti üzere yeşil ve kırmızı renkli ipek sancağı olduğunu yazdığını bildirmekte ve Ahmet Timur Paşa’nın bunu, kırmızı zemin üzerinde yeşil bir daire bulunan bir bayrak telâkkî ettiğini kaydetmektedir.
Şükrü’nün Selim-nâme’sinde Yavuz Sultan Selim dönemi fetihlerinden söz edilirken geçen” al yaşıl bayrakla tutdı” cümlesi de çok dikkat çekicidir. Bu tanımlar şüphesiz giderek Osmanlı Padişahlarının, üzerinde yeşil bir daire ve bu dairenin içinde de arka arkaya sıralanmış üç sarı hilâl bulunan al sancağının ilk şekillerini göstermektedir ki, gerçekten dikkate şayandır.
Renklerden kırmızı, yeşil ve beyaz eşlemelerine dair de bazı örneklere sahip bulunuyoruz. Meselâ, yukarıda ifade edildiği üzere, Topkapı Müzesi’nde bulunan ve bir İspanyol Fransisken Rahibi tarafından yapıldığı bilinen haritada Tekeoğullarına ait olarak gösterilen bayrak, beyaz zemin üzerinde kırmızı Mühr-ü Süleyman (altı köşeli yıldız) taşıyan ve ucunda iki tane zikzaklı yeşil çizgi bulunan bir sancaktır. Delhi Türk Sultanlığı’nda da, devlet ve ordu ileri gelenlerinin rütbe ve derecelerine göre kırmızı, beyaz, yeşil renkte çetrler kullanılıyordu.
Ak (beyaz), kızıl ve yeşil beraberliği ile ilgili olarak ise, Osmanlı tarihçilerinin Kanunî’nin ak, kızıl ve yeşil bayraklarından bahsettikleri bilinmektedir.
Sarı, kırmızı ve beyaz beraberliği konusunda ise, Timurlularda, Timur’un Cengiz an’anesini takip ettiğini ve hükümdarlık bayrağı olarak beyaz bayrak kullandığını; fakat ordusunda bilhassa sarı, kırmızı ve beyaz bayraklar kullanıldığını görüyoruz. İdege Bey Destanı’nda da, İdege Bey’in Toktamış’ı kuşatırken, onu şaşırtmak için ak, kızıl ve sarı tuğlar kullandığı anlatılmaktadır. Yine bu renklerin üçlüsü ile ilgili olarak İspanyol Fransisken Rahibinin haritasında, Türkiye’ye yani Anadolu’ya ait dört bayrak vardır ki, zeminlerinin yarısı sarı, yarısı da beyaz olup, üzerlerinde kırmızı renkte muhtelif şekiller vardır. Osmanlılarda ise, XV-XVI. yüzyıllarda, taşıdıkları bayrakların renklerinden dolayı yeniçerilere Ak Bayrak, sipah bölüğüne Kırmızı Bayrak, silâhdar bölüğüne Sarı Bayrak adlarının verildiği bilinmektedir.
Alıntıdır.
Birleşmiş Japonya
11. yüzyıldan itibaren Japonlar "şogun" adıyla anılan askeri liderler tarafından yönetilmişlerdi (Bu kelime "büyük general" anlamına geliyordu). şogunlar kanunu ve düzeni sağlamak, geniş toprakları yönetmek için samuray adı verilen savaş lordlarının gücünden yararlanmaktaydılar.
1500'lerde Ashikaga şogunluğu çöktü. Japonya iç savaş yaşamaya başladı. Büyük lordlar olan "Daimyolar" güç için birbirleriyle savaşmaya başladılar. 1543 yılında Portekiz tüccarları ve Cizvit misyonerleri ülkeye geldiler. Japonya ve Batı arasında ilk kez kültürel ve ticari ilişkiler kurulmuş oluyordu. Japon yöneticileri Batılıları oldukça iyi karşılamışlar, Avrupalıların teknolojisinden ve silahlarından etkilenmişlerdi. Büyük bir daimyo olan Oda Nobunaga bu silahları diğer daimyolar üzerinde hakimiyet kurmak için kullandı. 1568 yılında başkent Kyoto'yu ele geçirdi ve 1573 yılında son Ashikaga şogunu'nu alaşağı etti. Gücü eline geçiren Nobunaga askeri güçleri modernleştirdi. Yolları onardı ve tekelleri yasaklayarak ticareti ve iş hayatını destekledi. Bu yaptıklarına karşın Japonya'da zalim bir insan olarak anımsanmaktadır. Zira kendisine muhalefet eden Budist savaşçı-keşişlerin katledilmesi emrini vermiştir.
Nobunaga ' nın 1582 yılında intihar etmeye zorlanması (bir asi lordun saldırısı sırasında) generali Toyotomi Hideyoşi'nin gücü eline almasına imkan verdi. 1590 yılında Hideyoşi gücünü artırmış ve Japonya'nın geniş bölgelerini birleştirmişti. iki kez Kore'yi işgal ettiyse de orduları Kore ve çin güçleri tarafından geri püskürtüldü. Hideyoşi aynı zamanda geride bıraktığı kültürel mirasla da anımsanmaktadır. Sadece samurayların silah taşıyabileceğine ilişkin buyruğu da bunlardan birisidir. iş ve politika konuşmanın bir aracı olarak Japon çay seremonilerini yaygınlaştırmıştır.
Hideyoşi' nin 1598 yılındaki ölümünden sonra Tokugawa Ie yasu, Sekigahara Savaşı'nı kazandı ve 1603 yılında kendisini şogun ilan etti. Günümüzde adı Tokyo olan Edo'da Tokugawa şogunlugu'nu kurdu. Edo Dönemi olarak bilinen bu çağ 1868 yılındaki Meiji Restorasyonu'na kadar devam etti. 1639 yılında az sayıdaki Flemenk'in dışındaki bütün Avrupalılar ülkeden sürüldüler. Japonların ülkeden ayrılmaları yasaklandı. Bu gelişme yaklaşık 200 yıl sürecek olan "Kapalı ülke" döneminin (sakoku jidai) başlangıcıydı.
Alıntıdır.
11 Nisan 2022 Pazartesi
Anadolu'nun devasa imparatorluğu Hititler’in Keşfi’nin inanılmaz öyküsü...
“19. yüzyılın 30. yılı başlarında bir Fransız araştırıcı, İç Anadolu’ya yapacağı geziyi özene bezene planlıyordu. Daha sonra ‘Amacım, eski Tavium kentinin yerini bulmaktı’ diye yazar; ‘Bütün ipuçları bu kentin eski Halys’in –Kızılırmak'ın- kıyısında verimli bir bölgede bulunması gerektiğini gösteriyordu.
Fransız’ın ön hazırlıkları sırasında yakındığı türlü işler olur. Gezi notlarında bunları okuyoruz. Önemli değildir bizim için. Ama sonunda Türkiye’ye gelmeyi başarıyor: ‘Her ne kadar derlediğim bilgilerin hepsi eksik şeyler idiyse de, ben, yine kervanımı 28 Temmuz 1834’de harekete geçirdim. Kuzeye gidiyorduk.’
Kısa bir süre sonra Kızılırmak’ın büyük yayı içinde küçük bir köy olan Boğazköy’dedir. Burada tek başına atla dolaşırken birdenbire harabelerle karşılaşır. Soluk kesen bir görünümdür bu. Burasını tarihte bir yerlere bağlamaya kalkışırsa da bu kez büsbütün çaresiz kalır.
Arkeolog ve gezgin Charles Felix-Marie Texier (1802-1871), bilim aşkıyla çeşit çeşit geziler yaptı; 19. yüzyıl onun gibi geçmişin patikalarına sapabilmek için can atan insanlarla doludur. Yine bu yüzyıl, teknik bilimlerin evrimini yansıtan bir ayna gibidir, aynı zamanda o güne kadar tarihin dayandığı temellerin artık bu yükü taşımaya gücü yetmeyeceğini de gösteren geleceğe yönelik bir objektiftir.
Tavium’u arayan Texier, Boğazköy’de dikkatini çeken birkaç şey öğreniyor ve bunların doğruluk derecesini denetlemek istiyor. Yıkık kerpiç evlerin arasından tepeye giden berbat bir yola sapıyor, yalçın kayalarla kaplı tepeye tırmanıyor. Ve birden gördüğü manzara karşısında afallayıp duralıyor:
Önüne, sıra sıra dizilmiş dev taş bloklar çıkmıştır; karşısında binlerce yılın aşındırmasına rağmen yine de sanki ezelden beri varmışçasına bir yapının temelleri yatmaktadır. Devler tarafından yapılmış gibi ölçülere sığmaz büyüklükte bir yapıdır bu.
Tepeye tırmanmaya devam ediyor, pervasızca mahvedilmiş bir arazide çevreyi seyrediyor, bir duvar kalıntısına rastlıyor, adımlıyor, uzunluğu bir kilometredir.
Tepenin doruğuna vardığında dört bir yanını gözden geçirir. Görebildiği kadarıyla bütün bu harabeleri zihninden pergele vurur ve bu yıkıntıların bir zamanlar bir şehir meydana getirmiş olduğunu anlar, hem de ‘en parlak çağındaki Atina kadar büyük bir şehir’.
Böyle bir şehri kimler kurmuştu? Burası Tavium olabilir miydi?
Yoluna devam ederek duvarda iki heybetli kapı bulur. Birinde bir insan vücudu kabartması vardır, belki bir kralın kabartmasıdır, insandan büyük, hiç bilinmeyen bir üslupla yapılmış, o güne kadar gördüklerinin hiçbirisiyle karşılaştırmaya girişemeyeceği bir kabartmadır. Öbüründe taştan bir aslan heykeli vardır.
Bunların resimlerini yapar, sonra da yanındakilere kopyalarını çıkarttırır. Ancak ne var ki, ressamlar kendi çağlarının çocuklarıdır, onlardaki burjuva ruhu, Fransız restorasyon döneminin biçim verdiği bu ruh böyle anıtlara sadece hayranlık duyabilir, fakat onu kavrayamazdı. Bu yüzden de onların bize resim halinde bıraktığı aslanlar hayal ürünüdür. Hele cepheden bakıldığında 19. yy.ın ilk yarısında moda olan Biedermeier stiliyle yapılmış yakıştırma aslanlardır.
Gördükleri karşısında Texier ilk yorumu yapacak gücü kendinde bulur:
‘Tepeden tırnağa eski Tavium’u bulmak düşüncesiyle yüklüydüm, bu harabelerde bir Jüpiter tapınağını, yanı başında Strabo’nun anlattığı düşkünler yurdunu göreceğimi umuyordum... Ama bir süre sonra bütün bu düşüncelerden vazgeçmek zorunluluğunu duydum.’
Arkasından da şunları ekliyor: ‘...burada Roma çağlarından herhangi birine yerleştirilebilecek cinsten hiçbir yapı yoktu. Harabelerdeki bu kendine özgü görkemli karakter, şehre tarihsel adını vermeye kalkıştığımda beni olağanüstü sıkıntıya uğrattı.’
Daha sonraları resimlerini baskıya vereceği sırada , kendisinden bir yıl sonra Boğazköy’ü görüp aynı şekilde burayı Tavium sanan İngiliz William Hamilton(un notlarını gözden geçirdi ve ayrıca Antikçağ yazarlarının verdiği tüm bilgileri bir kez daha inceleyip kendi görüşüyle karşılaştırdı. )
Arkasından da yeni bilgilere dayanarak harabeleri Tavium sanan görüşlere karşı çıktı ve burasının Krezus ile Keyhusrev’in önünde ünlü savaşlarını yaptıkları Pteria olduğunu ileri sürdü.
Ne var ki Texier’i başka sürprizler bekliyordu. Köylülerden biri, onu Boğazköy’den hayli ötelere götürdü; güçlükle yürünen bir patikadan derin bir ırmak vadisine indiler; karşı tepelerdeki düzlüğe varmaları iki saat sürdü. Ve orada Yazılıkaya dediğimiz yeri buldu.
Yalçın bir kaya kitlesi dimdik göğe yükseliyordu. Geniş bir yarık açılmış ve bu yarıktan bakıldığında kabaca düzeltilmiş yontma taşlar üstünde garip resimler göze çarpmaktaydı. Texier bu duvarların üstünde tören alayı halinde yürürken taşlaşmış tanrılar gördü, başlarında sivri külahları vardı, elbiselerin belleri kemerliydi.
Kaya yarığından sağa sapınca, bu defa da başka resimlerle karşılaştı. Bunlar, değişik elbiseli, değişik kişilerdi, kafalarında sivri külahlar yerine takke biçiminde başlıklar vardı. Figürlerden ikisi kanatlıydı, ötekiler de ellerinde ne olduğu pek seçilemeyen bir şeyler tutuyorlardı; arka arkaya sıralanmışlardı, ya da artlarından hayvanlar geliyordu.
Texier gördüğü bu taştan geçit alayından afallamış bir halde çıkış yerini aradı. O zaman sol yanda dar bir aralığın, daha dar bir kaya yarığına açıldığını fark etti. Giriş yerinde olduğu yerde mıhlanıp kaldı, geçitte sağlı sollu taşlara oyulmuş kanatlı iki dev vardı. İnsanüstü bu iki varlık girişin bekçiliğini yapıyor gibiydiler.
Texier durakladı ama yine de içeri girdi. Batı yönündeki düz duvarda yeniden bir geçit alayı gördü. On iki savaşçıydılar, kim bilir belki de tanrıydılar. Arka arkaya dizilmişler, sert adımlarla yürüyorlardı. Hedeflerine erişmek çabasıyla kendilerinden geçmiş, korkunç bir katılık içindeydiler. On iki kişiydiler; başlarında sivri külahları, omuzlarında eğri kılıçları, uygun adım yürüyen on iki kişi.
Bunların çaprazlama karşısında taşta çok iri bir figür vardı; korumak istercesine daha küçük bir figürü kucaklıyor, onun üzerinden uzattığı kolu, çiçeğe benzer bir şekli boşlukta tutuyordu. Bu şekil ise hiyeroglife benzer bir yığın işaretten oluşmuştu. Besbelli bir şeyin simgesiydi bu... ama neyin?
Texier bunları seyretti, sonra tekrar büyük avluya döndü. O zaman aynı işaretlerin burada da bulunduğunu gördü. Bazıları havanın ve zamanın etkisiyle öylesine hırpalanmıştı ki, birer işaret olduğunu seçmek bile güçleşmişti. Bütün bu işaretler bir süsleme, birçok bezek değil miydi? Yoksa bir yazıtın parçaları mı?
Yazılı kayalardan ayrılırken Texier, giriş yerinin önündeki düzlüğü şöyle bir gözden geçirdi. O zaman bir duvar kalıntısı fark etti. Neyin duvarı olabilirdi? Bir yapının mı? Yarık kayaya giriş için yapılmış büyük bir kapının mı?
Artık kesinlikle anlamıştı. Burası çok eski çağlardan kalma kutsal bir yerdi. Her şeyi kendine özgü bir kaya tapınağıydı.
Peki ama, kimler yapmıştı burasını? Hangi ulusun din törenleri için kullanılmıştı?
Boğazköy harabelerine doğru baktı; vadinin ötelerinde inişli çıkışlı görüntüsüyle yamaçlara doğru yayılıyor, üstünde yakıcı bir güneş parlıyordu. Burası Tanrı’nın yumruğunu sıkarak işe koyulup yarattığı topraktı.
Daha sonra buralarda bir ulus yaşamış, doğadaki yalçın kayaları taş bloklarla daha da yükseltip daha da yalçınlaştırmıştı. Şu anda bile karşıdaki duvar kalıntısına bakılınca dimdik yükselen kısımlardan, buranın eskiden çatıyla örtülü olduğu anlaşılıyordu. Böylesine heybetli bir yapıyı dikme hevesi ancak çok kudretli krallarda, zengin ve güçlü uluslara egemen olmuş kişilerde bulunabilirdi.
Texier, birkaç cilt tutan anıtsal eseri, ‘Küçükasya Üzerine’yi 1839’da Paris’te yayımladı. Bu eserinde şu gerçeği kabul etmek zorunda kaldığını belirtiyordu: Boğazköy harabeleri, büyük kültürü olan bir ulusun varlığını kanıtlamaktadır.
Fakat 19. yy.ın tarih bilimi, bütün M.Ö. 2. bin yıl boyunca Küçükasya bölgesinde böyle bir ulusun yaşadığından habersiz bulunmaktaydı.
Texier, çağının bilimi için bütünüyle can sıkıcı olan şeyler göstermişti. Harika bir yazı ve resim malzemesi elde et, sonra da bunları açıklamak için en küçük bir dayanak noktası bile gösterme!
Görülmüş iş değildi bu ve her uzmanı daha başlangıçta çileden çıkarmaya yeterdi. O sıralarda henüz genç bir bilim olan arkeolojinin ilgisi 1839’dan sonraki yıllarda Mısır ve Mezopotamya’da yapılmış şaşırtıcı kazılara yönelmiş; Lepsius ve Mariete, firavunlar ülkesinde olağanüstü eserler keşfetmiş, Botta ve Layard da Asur kültürünü aydınlığa çıkarmıştı.
Heyecan uyandıran bu kazılara rağmen, araştırıcılar, Anadolu’daki esrarlı harabeler karşısında susma yoluna gidemediler, çünkü durmadan yeni harabeler gelmekteydi.
Texier’den kısa bir süre sonra Hamilton, yalnızca Boğazköy’e gitmekle kalmamış, buradan pek uzakta olmayan Alacahöyük köyünde yeni bir harabe alanı da keşfetmişti. Alman gezginleri H.Barth ile A.D Mordtmann, 1859-1861 arasında Boğazköy’ü inceleyip Texier’in tıpkısı bilgiler vermişler ve onun kabataslak yaptığı planları da düzeltmişlerdi.
Fransız Langlois, aynı yıllarda Tarsus dolaylarını dolaşmıştı. 1862’den itibaren Fransız bilgini Georges Perrot, bütün Anadolu’yu kapsayan bir inceleme gezisi yapmış ve çok ilginç bir dizi yeni anıt keşfetmişti.
Bu arada eski Boğazköy kenti sınırları içinde, üstü işaretlerle kaplı eğik bir kayayı, Nişantepe’yi bulmuştu. Gerçi işaretler iyice silinmiş ve yer yer taşın üstünde kazıntılara dönüşmüştü ama, yine de Texier’in Yazılıkaya’da keşfetmiş olduğu özelliklerin aynını göstermekteydi.
Bu taşın çok önemli bir keşif sayılması gerekirdi, fakat malzemenin bolluğu nedeniyle Perrot., bunu ancak, ressamı E.Guillaume’un çabasıyla 1872’de yayımlamıştır.
On yıl sonra Alman Karl Humann, Yazılıkaya’daki birkaç kabartmanın ilk kalıplarını çıkardı. Arkasından da Boğazköy ören alanının doğru ölçülere göre ilk kez tam planını yapmayı başardı. Bu başarısını biraz da eski mesleğine borçluydu, zira arkeolojinin büyüsüne kendini kaptırmadan önce demiryolu mühendisliği yapmış, sonra da Bergama Sunağı kazısını bitirerek dünya çapında üne kavuşmuştu.
1887’de Perrot, o zamana kadar Anadolu’da bulunan esrarlı anıtlarda keşfedilmiş ne varsa hepsini büyük bir toplu eserde bir araya getirdi: Histoire de L’Art Dans L’Antiquite – Antikçağ Sanat Tarihi. Anadolu eserleri arasında ancak birkaç resim ve işaret kümesi hakkında bazı sanılar ileri sürülebilmekteydi. Sanı dediğimiz bu görüşler, aslında ötekiler için de gerçeğin ta kendisiydiler.
1870’de iki Amerikalı, Suriye’de yaptıkları bir geziden sonra birkaç taş hakkında bilgi vermişlerdi. Söz konusu bu taş plakalar, bulundukları yere göre ‘Hama Taşları’ diye adlandırılmış ve Anadolu harabelerinin esrarını çözme çabasında yeni bir dönemi başlatmışlardı. Ancak, Amerikalılar bu taşların hiç de asıl kaşifleri değillerdi. Bunlar, daha 58 yıl önce keşfedilmişlerdi, hem de 19. yüzyılın en ilginç gezgini tarafından.
1809 yılında doğu ülkelerine özgü kılığıyla sakallı bir adam, Malta’dan Suriye’ye giden bir gemiye bindi. Adının Şeyh İbrahim olduğunu ve Doğu Hindistan Kumpanyası’nda tüccar olarak hizmet gördüğünü söylüyordu.
Suriye’de 3,5 yıl kaldı. Çok garip bir tüccardı bu şeyh İbrahim; kimi zaman Halep’te, kimi zaman Şam’da oturuyor, alışveriş yapacağı yerde yöresel dilleri inceliyor, tarihle, coğrafyayla ve özellikle de Kuran’la uğraşıyordu. Bu çalışmalarına yalnız geziye çıkmak için ara vermekteydi.
Güneyde Kutsal Topraklar’a, doğuda Fırat boylarına gitti; Antakya’da Asi Irmağı vadisinde dolaştı. Hz.Musa’nın kardeşi Aron’un öldüğü kutsal Hor Dağı’na çıktı. Bir Habeşistan gezisinde casus diye tutuklandı, sınır dışı edildi ve Mısır’a geldi. Bir paşa, onu iki Arap doktorun karşısına oturtup sınava çekti. Bu sınavda Müslüman yasalarını bilip bilmediğini kanıtlaması gerekiyordu.
Sınavı öylesine parlak şekilde başardı ki, dört ay süreyle ‘yasak şehir’ Mekke’ye gitmek olanağını elde etti. Seksen bin hacı adayıyla birlikte Arafat Dağı’nda şeytan taşlayıp hacı oldu.
O günden sonra da adının başına hacı unvanını koyma hakkını kazandı. 1817 yılında yeni bir geziye hazırlanırken 33 yaşında Kahire’de öldü. Hem hacı, hem şeyh olmasının gerektirdiği saygıların hepsi kendisine gösterilerek Müslüman mezarlığına defnedildi.
Bu şeyh Hacı İbrahim’in asıl adı Johann Ludwig Burckhardt’dır.
1784’de doğmuştu; günümüze kadar önemli diplomatlar ve tarihçiler yetiştirmiş Baselli eski bir soylu ailedendi. Ölümünden sonra Doğu ülkelerine ait orijinal el yazmalarından oluşan 350 ciltlik derlemesi ile günlük defteri Cambridge Üniversitesi’ne miras kaldı. Günlük defteri; coğrafya, eski diller filolojisi ve arkeoloji için eşsiz bir kaynak oldu. Olağanüstü ilginçlikteki bu defter taranıp yeni eserler hazırlanmıştır.
Bu çeşit kitaplardan birinde, Londra’da ve 1822’de yayımlanmış Travels in Syria and the Holy Land – Suriye ve Kutsal Ülkede Geziler’de Asi Irmağı vadisindeki Hama şehrinde bir taş yüzünden kalışını anlatır. Pazarda, bir evin köşesinde bulunan bir taştır bu. Taşı şöyle tasvir eder: ‘Üzerinde küçük figürler ve işaretler olan bu taş, bir çeşit hiyeroglif gibi görünüyordu, ancak Mısır hiyerogliflerine hiç benzemiyordu.’
1822’de Texier’in büyük eseri yayımlanmadan 17 yıl önce, kimsenin bu sözlerden haberi olmayışı doğaldır; bu yüzden de anlattığı şey, çok ilginç bir gezi macerasının olay bolluğu içinde kaybolup gitmiştir.
Aradan 58 yıl geçer; iki Amerikalı, konsolos Augustus Johnson ile misyoner Dr. Jessup, tıpkı Burckhardt gibi Hama çarşısını gezmektedir. Bunlar da en az Şeyh İbrahim kadar meraklıdır. Ve İbrahim’in keşfettiği ‘yazılı taşlar’dan sadece bir tane değil, ‘üstü bir yığın küçük figür ve işaretlerle kaplı’ üç tane taş bulurlar.
Johnson, bir yıl sonra American Palestine Exploration Society – Amerikan Filistin Araştırma Kurumu önünde buluntular üzerine bilgi verir; fakat elinde ne taşların kalıpları vardır, ne de tıpkı eskizleri. Çünkü, ellemek amacıyla taşlara yaklaşmaya kalkıştıkça, her seferinde yerli halktan feryatlar kopmuş, vahşi gösteriler başlamış ve insanların yüzlerinde eyleme geçeceklerini gösteren çizgiler belirmiştir.
Bu esrarlı işaretler zamanın akışı içinde batıl inanca dayalı bir dokunulmazlık değeri kazanmıştı. Bu batıl inanç öğesi, kısa bir süre sonra Halep’te buldukları üstünde aynı hiyeroglif yazılı taşta daha da belirgindi. Yerliler bu taştaki işaretlerde hastalık iyileştirme gücü bulunduğuna inanıyor, özellikle göz hastalığı olanlar, uzak yerlerden gelerek, artık iyice aşınıp düzleşmiş taşa alınlarını sürüyor, böylece dertlerinden kurtulmayı diliyorlardı.
Bu taşları yakından incelemeyi kafasına koyan araştırıcının, başına bir şey gelmeden amacına ulaşması için tam bir yıl beklemesi gerekmiştir. Bu araştırıcı William Wright’dı. O zamanlar Şam’da oturan İrlandalı bir misyoner.
Kendisine bir rastlantı yardım etti. Böyle bir rastlantı sonucu şans yüzüne gülmeseydi, yığınla keşiflerden hiçbirini yapamayacaktı. 1872’de Suriye Valisi değişiyor, bu vali tutucu, bağnaz, Batı biçimi araştırma girişimlerine karşı çıkan bir adamdı. Yerine gelen Suphi Paşa ise, aksine açık düşünceli, liberal biriydi. Hama Taşları’nı duymuş ve rahip William Wright’a inceleme yapması için izin vermişti.
Wright, 25 Kasım 1872’de, bu arada bilim çevrelerinde artık tanınmış bulunan taşları üçüncü kez buluyor. (Aslına bakılırsa, beşinci kez buluştur bu, bu arada başka iki gezgin grubu daha Hama’ya gelip gitmiştir.) Wright’ın kendinden öncekilerden farklı bir durumu vardı. Vali paşanın himayesi altındaydı. Bu himaye yalnız sözde kalmamış, paşa, onun yanına askerler de katmıştı.
Onların yardımıyla Wright taşları evlerin duvarlarından çıkarır. Çok da güç bir iş olur bu. İkide bir yerlilerin başlattığı gösterilerle aksar. Çünkü, Halep’teki taşın göz hastalıklarını iyileştirdiğine inanılması gibi, bura halkının da taşların romatizmayı geçirdiğine inancı kesindir.
Taşlar, paşanın Hama’ya geldiğinde kaldığı konakta muhafaza altına alınınca, hamallardan biri, yerlilerin küme küme toplandığı haberini getirir. Arkasından bağnazların konağı basacakları ve taşları yabancılara vermektense parçalamaya kalkışacakları söylentisi duyulur. Üstelik polis de Hamalılar’dan yanadır.
‘Bir bunalımın oluşmakta olduğunu görüyordum’ diye yazar Wright. Askerler tarafından korunarak Hama sokaklarından geçiyor, halk galeyan halindedir, onlarla konuşuyor ve paşanın taşları ertesi sabah tarttırıp buna göre parasını ödeyeceğine dair söz verdiğini söylüyor. Halk alaylı cevaplar veriyor, çünkü devletin parayla ilgili vaatleri konusunda hayli acı tecrübelere sahiptirler.
O zaman Wright, askerle gözlerini korkutup eğer zorbaca hareketlere yeltenirlerse paşanın şiddetli cezalar vereceğini söyleyerek tehdit ediyor. Sonunda sinirleri harap olmuş bir halde evine varıyor. Notlarında ‘uykusuz uzun bir gece geçirdim’ diye yazar.
Ama, hiçbir olay çıkmıyor. Ertesi sabah Suphi Paşa söz verdiği gibi parayı ödeyerek yerlileri büyük bir şaşkınlığa düşürüyor. Ne var ki tehditle yatıştırılmış ve parayla geçiştirilmiş olan öfke, birden tekrar kabarmıştır.
Geceleyin görülmemiş parlaklıkta bir göktaşı düşmüştür. Bu olay ateşler saçan bir yıldızın gökten inişi şekline dönüşüyor. Sokaklarda koşuşan dervişler, bilen bilmeyen herkese bunu bir felaket habercisi olarak duyuruyor.
Yerliler hemen bir topluluk meydana getirip paşanın huzuruna çıkıyorlar. Bu olay, taşların uzaklaştırılmaması gerektiğini gösteren göksel bir belirti değil midir?
Paşa uzun uzadıya düşündükten sonra, göktaşının herhangi bir zarar verip vermediğini, insan ya da hayvanın ölümüne yol açıp açmadığını soruyor. Hayır, böyle bir şey olmamıştır. Topluluk da bunu doğruluyor.
O zaman paşa, kurnazca bir soru yöneltiyor: ‘Böyle görülmemiş parlaklıkta bir ışık, acaba yapılan işin göklerin de onayladığına işaret değil midir?’
Böylece taşlar ilk postayla İstanbul’a sevk ediliyor. Fakat William Wright daha önceden kalıplarını çıkarmak iznini koparmıştır. Ve bu kalıplar Londra’ya British Museum’a gidiyor.
Texier, Anadolu’nun kuzeyinde harabeler gördü ama bunların ne olduğunu bir türlü kestiremedi. Wright, Hama yazılarının kalıplarını çıkardı, ama bunların neyi gösterdiğini anlayamadı. O zamanlar Anadolu harabeleri ile Suriye’deki taşlar arasında bir ilişki olabileceğinin akla gelmeyişini doğal karşılamak gerekir. Çünkü bunun için zorunlu olan bağlantı zinciri henüz takılmış değildir.
Bu sırada British Museum’dan W.H.Skeene ile George Smith, Fırat’ın sağ kıyısında bulunan Cereblus’da büyük bir ören tepesi keşfetti. (Cereblus, Europus’tan gelir, Grek-Suriye döneminde kentin adı böyleydi)
Bu öreni inceleyen İngilizler, burasının Asur kaynaklarında adı geçen Carchamish-Karhemiş-Karkamış olduğu sonucuna vardı.
Nitekim bunda da haklı oldukları kısa sürede sonra kesinlikle anlaşıldı. Daha toprağın yüzeyine ilk kazmalar vurulunca, aynı esrarlı işaretlerle kaplı bir yığın figür gün ışığına çıkıvermişti.
Bu figürler bütün araştırıcıların ilgisini her geçen gün biraz daha çeken insan başları, eller, ayaklar, hayvan başlarıydı; halkalar, hilaller, kancalar ve sütunlarla karışık haldeydiler.
Her şey bu işaretlerin bir yazı olduğu kanısını güçlendiriyordu. İşin en şaşırtıcı yanı da, bunların yayılma alanının hiç de sadece Kuzey Suriye sınırları içinde olmadığıydı.
E.J.Davis, bu işaretleri Tarsus dolayında İvriz’de anıtsal bir kabartmada bulmuş; ayrıca üstünde yine bu işaretler bulunan mühürler ele geçirmiş, bir süre sonra da Texier’in Yazılıkaya tanrı figürleri yanında keşfettiği hiyerogliflerin, Suriye’dekilere benzediğinden kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Hatta bu esrarlı yazılar İzmir dolaylarında bile bulunmuştu.
Ortaya kelimenin tam anlamıyla şaşırtıcı bir olgu çıkmaktaydı. Çünkü bu işaretlerin gerçekten bir ve aynı kökeni vardı. Öyleyse bir zamanlar Ege kıyılarından Suriye’nin içlerine kadar bütün Anadolu’da yazısını kullandıracak derecede güçlü bir ulus yaşamıştı. Ortaklaşa bir yazısı olan böyle bir ulusun, bir de ortaklaşa kültürü olmalıydı. Ne var ki, bu yazı işaretleri ile aynı üslupta olduğu besbelli birkaç anıt bir yana bırakılırsa, böyle bir ulusun varlığını gösteren başka hiçbir belirti, onlardan söz eden tek bir kaynak yoktu.
Acaba gerçekten yok muydu? Yoksa bazı kaynakların verdiği bilgilere o güne kadar gerektiğince dikkat mi edilmemişti?
Tartışmaların herhangi bir olumlu sonuca varmadığı 1879 yılında, bir İngiliz bilim adamı İzmir dolaylarındaki tepeleri inceliyordu. Bir yıl sonra da Londra’da Kutsal Kitap Arkeolojisi Kurumu’nda bir konferans veriyor ve Kutsal Kitabın çeşitli yerlerini tanık olarak göstererek, bilimsel açıdan gözü pek bir tez ortaya atıyordu.
Bu bilgin o zamanlar 34 yaşında bulunan ünlü İngiliz arkeoloğu Archibal Henry Sayce idi ve Britannica Ansiklopedisi yaşayan kimselere çok ender yer verdiği halde, onun hakkında daha sağlığında ‘...Doğu bilimlerine yaptığı hizmetleri bir bir anlatma olanağı yoktur’ diye yazmıştı.
İşte bu Sayce, son on yıllar içinde Küçükasya ve Suriye’de ortaya çıkarılan anıtlarla yazıtların hepsinde belirli bir karakterin bulunmasını, bunların Hitit ulusuna ait olmasıyla açıkladı. Bu ulustan Kutsal Kitap’ta açıkça söz edilmekteydi; ancak o güne kadar önemsiz sayılmış, hiçbir zaman tarihsel araştırma konusu yapılmamıştı.”
(C.W.Ceram, Tanrıların Vatanı Anadolu, S.13-23)
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...