26 Mart 2022 Cumartesi

Lilith ve Türk Mitolojisi'nde Albastı (Al Karısı)

 İncil'de ve Kur'an'ı Kerim'de Ademin eşi olarak yaratılan ilk kadının Havva olduğu söylenir. Havva, Adem'e sadık kalıp ona biat etmesi için Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştır, Adem gibi topraktan yaratılmamıştır. Bu olgu Tevrat'ta da yer alır (Tevrat'ta Tekvin BAP 2: 22, 23; Kur'an'ı Kerim'de Nisa: 1; İncilde Yaratılış 2: 18-24). Ancak Tevrat'ta Televin BAP 1: 26da yer alan surede insanı dişi ve erkek olarak evrenin yaratılışının 6. gününde yaratıldığı söyleniyor. Bu durumda Havva'nın yaratılan ilk kadın olmaması akla gelebilir. Nitekim birçok Yahudi dini kaynağa ve Talmud'a göre, Bap'ın 1. Bölümü'nde Adem'le birlikte yaratılan dişi Lilith, Bap'ın 2. Bölümü'nde yaratılan dişi Havva'dır.

Tevrat'ın ilerleyen bölümlerinde Lilith'ten bahsediliyor. Yeşeya 34: 14'te "Yabanıl hayvanlarla sırtlanlar orada buluşacak, tekeler karşılıklı böğürecek. Lilith oraya yerleşip rahata kavuşacak" denmektedir. İnanışa göre Lilith Adem'le eş zamanlı yaratıldığından kendisini Adem'e eşit görmektedir. Adem'e tabi olmayı reddeder. Onun sözünü dinlemez ve dişi bir cin olur. Ayrıca "Lilith" ismi, Sümer Aşk Tanrıçası İnanna'nın ağacına yuva yapıp onu kestirmeyen cinin adıdır.

Lilith, Adem gibi topraktan yaratıldığını savunup Adem'e eşit olduğunu düşünür. Adem'le cinsel ilişki sırasında Ademin hep üstte yer almasını aşağılayıcı bularak itiraz eder. Kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını, yani eşit olduklarını savunur. Adem'e tabi olmak istemeyip en sonunda Tanrı'nın kutsal isimlerinden birini kullanıp cennetten uçup gider. Çevresindeki cinlerle ve cinlerin kralı Şamael'le (şeytan) ilişkiye girer ve onlardan çocuklar doğurur. Tevrat'ta anlatılanlara göre, cennette yalnız kalan Adem, Tanrı'ya dua ederek Lilith'i geri ister. Tanrı üç meleği geri çağırmak üzere Lilith'e gönderir. Meleklere, dönmediği takdirde her gün yüz çocuğunun öldürüleceğini emreder. Melekler Tanrı'nın yanından ayrılarak Lilith'i izlediler ve onu Mısırlıların intihar etmek için kullandıkları suyun ortasındaki adacıkta buldular. Ama o kesinlikle dönmeyeceğini bildirir. Ve tehdit yerine getirilir. Lilith duyduğu acıyla bundan sonra, bütün hamile ve doğum yapmış kadınların, bebeklerin baş düşmanı olmaya yemin eder. Erkek çocukların doğduktan sonra ilk sekiz gün, kız çocuklarınsa ilk yirmi gün içinde canını alacaktır. Sadece yakınlarında bu üç meleğin ismi ya da şekli bulunanlara dokunulmayacaktır. Lilith'in yeni doğum yapmış kadınlara ve yeni doğan bebeklere yönelttiği tehdit Türk Mitolojisi'ndeki "Albastı" figürüyle benzerlik gösterir. Türk dillerinde "korkulu ruh, eziyet verici ruh, ev cini ve doğum sırasında zarar veren kötü ruh'' gibi anlamlara sahiptir. Kazak metinlerinde, korkulu ve zararlı ruhlar kategorisine ait olan 'Albastı" iğrenç görünüşlü bir varlık olarak betimlenir. O inanışa göre çocukları kaçırıp onlara memesinden süt verir ve böylece onları öldürür. Altayların inançlarında "Albastı': yeraltı dünyasıyla ilgili olup kötülük verici ruhlardandır. Bu ruhlar yer altı dünyasının ve ölüler ile cehennemin saltanatının hakimi olan Erlik'in hizmetindedirler. Anadoluda yeni doğum yapmış evlerde annenin ve çocuğun bulunduğu odaya "Albastı"dan korunmak için dikenli gül, bıçak veya hançer konulur. Annenin başına kırmızı bir bez bağlanır. Doğum yapmış kadın yalnız bırakılmaz. 


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

25 Mart 2022 Cuma

Bitkilerde Yaprak

 


Bitkilerin diğer canlılara verdiği hizmetler, sadece havaya oksijen ve su vermekle kısıtlı değildir. Yapraklar aynı zamanda son derece gelişmiş bir arıtma ve temizleme cihazı gibi faaliyet gösterirler. Günlük yaşamımızda sıkça kullandığımız temizlik cihazları, konunun uzmanları tarafından uzun süren çalışmalar sonucunda, yoğun emek ve para harcanarak üretilirler ve faaliyete geçirilirler. Bunların kullanımları süresince ve kullanım sonrasında pek çok teknik desteğe ve bakıma ihtiyaç vardır. Üretimlerinin sonunda ortaya çıkardıkları atık maddeler ise ayrı bir sorundur. Bunlar temizlik aletleri hakkında oldukça özet bilgilerdir. Bunlardan başka günlük olarak ortaya çıkan aksamalar ya da bozukluklar, bunlar için gerekli olan eleman ve alet takviyeleri, ihtiyaçlara göre yapılan yenilemeler gibi pek çok işlem de gerekecektir.

Görüldüğü gibi küçük bir arıtma cihazında bile yüzlerce detaya dikkat etmek gerekir. Oysa bu cihazlarla aynı işi yapan bitkiler sadece su ve güneş ışığı karşılığında, aynı temizleme hizmetini daha kaliteli ve garantili bir biçimde verirler. Üstelik atık madde diye bir sorunları da yoktur, çünkü onların havayı temizledikten sonra ürettikleri atık maddeler, tüm canlıların temel ihtiyacı olan oksijendir!

Ağaçların yaprakları, havadaki kirletici maddeleri yakalayan mini filtrelere sahiptir. Yaprak üzerinde gözle görülmeyen binlerce tüy ve gözenekler vardır. Gözenekler tanecikler halindeki havayı kirleten maddeleri tutarlar ve sindirilmek üzere bitkinin diğer bölümlerine gönderirler. Yağmur yağınca da bu maddeler su ile toprağa ulaşırlar. Bu çok kalın bir madde değildir. Yaprak üzerindeki bu maddeler sadece bir film kalınlığındadırlar; fakat yeryüzünde milyonlarca yaprak olduğu düşünülürse, yapraklar tarafından tutulan kirli madde miktarının küçümsenemeyecek kadar çok olduğu görülür. Örneğin 100 yaşındaki bir kayın ağacının yaklaşık 500 bin tane yaprağı vardır. Bu yaprakların tuttuğu kir miktar tahminlerin çok ötesindedir. Bir dönüm içindeki çınar ağaçları yaklaşık 3.5 ton, çam ağaçları ise yaklaşık 2.5 ton kirletici maddeyi tutabilirler. Tutulan bu maddeler ilk yağmurla birlikte toprağa geri dönerler. Bir yerleşim alanından 2 km uzaklıkta bulunan bir orman havasının, yerleşim alanının havasına oranla %70 oranında daha az toz parçacıkları içerdiği görülmüştür. Hatta ağaçlar yapraksız oldukları kış dönemlerinde bile havadaki tozları %60 oranında filtre ederler.

Ağaçlar mevcut yaprak ağırlıklarının 5-10 katına kadar toz tutabilirler, ağaçlı bir alandaki bakteri oranı ile ağaçsız bir alandaki bakteri miktarları oldukça büyük bir farklılık gösterir. Bunlar son derece önemli rakamlardır. 



Yaprak Dökümü


Bitkiler için—özellikle de besin üretiminin yapıldığı yapraklar için—güneş ışığı çok önemlidir. Sonbaharın gelmesiyle birlikte havalar soğumaya, gündüzler kısalmaya başlar ve dünyaya gelen güneş ışığında azalma olur. Bu azalma bitkide değişikliklere sebep olur ve yapraklarda yaşlanma programı yani yaprak dökümü başlar.

Ağaçlar yapraklarını dökmeden önce, yapraktaki bütün besleyici maddeleri emmeye başlarlar. Amaçları potasyum, fosfat, nitrat gibi maddelerin düşen yapraklarla birlikte yok olmasını engellemektir. Bu maddeler, ağaç kabuğunun katmanlarının ve gövdenin ortasından geçen iliğe yönelir ve burada depolanırlar. İlikte toplanmaları bu maddelerin ağaç tarafından kolay emilmesini sağlar. 

Yaprak dökümü ağaçlar için bir zorunluluktur çünkü soğuk havalarda topraktaki su gitgide katılaşır ve emilmesi zorlaşır. Buna karşın yapraklardaki terleme havanın soğumasına rağmen devam etmektedir. Suyun azaldığı bir dönemde sürekli terleme yapan yaprak, bitki için fazlalık olmaya başlamıştır. Zaten yaprağın hücreleri soğuk kış günlerinde don ile karşılaşıp parçalanacaktır. Bu yüzden ağaç erken davranıp kış gelmeden yapraktan kurtulur, böylece zaten kıt olan su rezervlerini boş yere kullanmamış olur. 

Sadece fiziksel bir işlem gibi görünen yaprak dökümü aslında pek çok kimyasal olayın arka arkaya gelmesiyle gerçekleşir. 

Yaprak ayasında yer alan hücrelerde, ışığa duyarlı ve bitkilere renk veren moleküller yani "fitokromlar" vardır. Bitkinin, gecelerin süresinin uzadığını ve böylece yapraklara daha az güneş ışığı gittiğini fark etmesini sağlayan işte bu moleküllerdir. Fitokromlar bu değişimi algıladıklarında yaprağın içinde çeşitli değişimlere sebep olurlar ve yaprağın yaşlanma programını başlatırlar. 

Yapraklardaki yaşlanmanın ilk işaretlerinden biri, yaprak ayası hücrelerindeki etilen üretiminin başlamasıdır. Etilen gazı yaprağa yeşil rengini veren klorofilin yıkımını başlatır yani ağaç yapraklarındaki klorofili geri çeker. Yaprak dökülmesini geciktiren bir büyüme hormonu olan oksin maddesinin üretimini engelleyen de etilen gazıdır. Klorofilin yıkımının başlamasıyla birlikte yaprak güneşten daha az enerji alır ve daha az şeker üretir. Ayrıca o güne kadar baskı altına alınmış, yapraklardaki sıcak renklerin oluşmasına sebep olan karotenoidler kendilerini gösterirler ve bu şekilde yapraklarda renk değişimi başlar.

Bir süre sonra etilen gazı yaprağın her tarafına yayılır ve yaprak sapına geldiğinde burada bulunan küçük hücreler şişmeye başlayıp, sapta bir gerginleşmeye neden olurlar. Yaprak sapının gövdeye bağlandığı bölümde bulunan hücrelerin miktarı artar ve özel enzimler üretmeye başlarlar. İlk olarak selülaz enzimleri selülozdan oluşan çeperleri parçalarlar, daha sonra pektinaz enzimleri hücreleri birbirine bağlayan pektin tabakasını parçalarlar. Giderek artan bu gerginliğe yaprak dayanamaz ve sapın dış tarafından içeriye doğru yarılmaya başlar.

Buraya kadar anlattığımız bu işlemler yapraktaki besin üretiminin durması ve yaprağın sapından kopmaya başlaması olarak özetlenebilir. Genişlemeye devam eden yarığın etrafında çok hızlı değişimler yaşanır ve hücreler hemen mantarözü üretmeye başlarlar. Bu madde, selüloz çepere yavaş yavaş yerleşerek onun güçlenmesini sağlar. Bütün bu hücreler, arkalarında mantar tabakasının yerini alan büyük bir boşluk bırakarak ölürler. 

Buraya kadar anlatılanlar tek bir yaprağın düşmesi için birbirine bağlantılı birçok olayın gerçekleşmesi gerektiğini göstermektedir. Fitokromların güneş ışınlarının azaldığını tespit edebilmelerinin, yaprağın düşmesi için gerekli olan tüm enzimlerin uygun zamanlarda devreye girmelerinin, tam sapın kopacağı yerde hücrelerin mantarözü üretmeye başlamasının ne derece olağanüstü bir işlemler zinciri olduğu ortadadır. 

Yaprak gövdeden tamamen ayrıldığı için, iletim borularından öz su alamaz, bu yüzden yaprağın tutunduğu yer ile bağı gittikçe zayıflar. Biraz hızlı esen bir rüzgar bile yaprak sapını koparmaya yeterli olur.

Toprağa düşen ölü yapraklarda, böceklerin, mantarların ve bakterilerin yararlanabileceği besin maddeleri bulunur. Bu besin maddeleri, mikroorganizmalar tarafından değişime uğratılırlar ve toprağa karışırlar. Ağaçlar da bu maddeleri kökleri aracılığıyla topraktan tekrar besin olarak geri alabilirler.


Alıntıdır.


Safranbolu

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'YLE DİGER MİTOLOJİLER ARASINDAKİ BENZERLİKLER VE FARKLILIKLAR

 


Türk Mitolojisi'nde Yaratılış



Bütün etnik-kültürel sistemlerde ve halkların yarattığı kozmogonik metinlerde ilk başlangıç hep kaos olmuştur. Bu boşluk bir halk için başlangıç, diğeri için karanlık, başka bir halk için ise su olmuştur. Çünkü kaosla su aynı şey gibi görünmüştür. Türkler için yaratılış suyla başlar. Türk mitolojisine göre ilk başta yer ve gök yoktu. Yalnızca sonsuz bir deniz vardı. Yaratıcı Tanrı Ülgen kuşa dönüşerek suların üstünde uçmaya başladı ancak konacak bir yer bulamadı. Bunu üzerine gökten gelen bir ses Ülgen'e denizden çıkan bir taşı yakalayıp, konmasını söyler. Ülgen bu taşa konduğunda ne yapacağını bilemez. Yerin ve göğün yaratılması gerektiğini düşünmektedir ancak bunu nasıl yapacağını bilmemektedir. Bunun üzerine sonsuz denizin içinden çıkan Ak Ana Ülgen'in karşısına geçer ve yeri ve göğü nasıl yaratacağını anlatır. Ak Ana'nın yardımıyla işe başlayan Ülgen, yere ve göğe "Olun!" diyerek dünyayı ve evreni altı günde yaratır. Yedinci gün Ülgen dinlenip uyur.



Yunan Mitolojisi'nde Yaratılış


Başlangıçta kaos vardı. Kaostan Gaia (yeryüzü) çıktı. Gaia, Pontos (deniz) ve Uranüs'ü (gökyüzü) yarattı. Pontos'un Gaia'yla birleşmesinden Nereus, Thaumas, Phorkys ve Keto doğdu. Uranüs'ün Gaia'yla birleşmesinden Tepegözler denilen Kykloplar ve Titanlar meydana geldi. Ayrıca Gaia, Uranüs'ün yardımıyla nehirleri, tepeleri, denizleri ve bitkileri yarattı.



Sümer Mitolojisi'nde Yaratılış


Evrende ilk olarak Tanrıça Nammu adında büyük, uçsuz bucaksız bir su vardı. Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkardı. Oğlu Hava Tanrısı Enlil onu ikiye ayırdı. Üstü gök oldu ve Gök Tanrısı onu aldı. Yer olan altı da Yer Tanrıçası ile Hava Tanrısı'nın oldu.



Çin Mitolojisi'nde Yaratılış


Zamanın en başında her yerde bulanık bir kaos vardı. Bir gün bu karanlık ve biçimsiz ilk kütleden kocaman bir yumurta çıkar. Aradan 18 bin yıl geçince, ayrılmaz karşıtlar dişil yin ve eril yang kozmik yumurta içinde dengeye ulaşır. Bu denge dünyanın ilk insanı Panku'yu ortaya çıkarır. Bu ilk kişi, tüm insanlığın atası sayılır. Uzun bir uykudan uyandıktan sonra, bir baltayı kapıp uzun bir uğraş sonucunda kendisini yumurtadan kurtardığı söylenir. Onun yumurtayı kırıp çıkmasıyla birlikte, hafif ve berrak bir madde yumurta kabuğunun dışına doğru akarak yukarıya doğru süzülür ve orada gökyüzüne dönüşür. Başka bir maddeyse aşağıya doğru inerek katılaşır ve orada yeryüzüne dönüşür.



Okyanusya-Avustralya Mitolojisi'nde Yaratılış


Yaratıcı Tanrı Tangaora, deniz tanrısı ve balıkların, deniz canlılarının ve sürüngenlerin atası sayılırdı. Okyanusya halkları yaşamın temelini onun attığına inanırdı. İnanışa göre gökyüzünün ve yeryüzünün doğuşu onun dünya yumurtasından çıkmasının sonucudur.

Tangaora'nın bu yumurtayı kırması sonucu üst taraf gökyüzüne ve alt taraf yeryüzüne dönüşür. Tangaroa'nın bitki ve toprak tanrısı olan diğer kardeşi Tane'yle ilişkisi gergindir. İki kardeşin birbirine zıt olan deniz ve toprak tanrısı olmaları aralarındaki ilişkiye de yansır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Şarkı söyleyerek bir bardak nasıl kırılır?

 Yapılabilir ve teorik olarak mümkündür. Hatta ünlü tenör Cruso'nun bunu başardığı rivayet edilir. Rezonansını tutturabilirseniz sadece bardak değil başka birçok şeyi kırabilirsiniz. Peki öyleyse, nedir bu rezonans?

Salıncakta bir çocuğu salladığınızı düşünün. Salıncak size gelirken, tam en üst noktaya ulaşmadan salıncağı itmeye kalkışırsanız, onu yavaşlatırsınız. Ancak salıncak size doğru gelirken, itmeyi hep en üst noktada yaparsanız, her seferinde aynı kuvvetle itseniz bile, salıncak gittikçe hızlanacaktır.

Salıncak kendi tabii frekansı ile, diyelim ki, dakikada 30 salınım yaparak sallanıyordu. Siz de dışardan bir kuvvet, fakat aynı frekansta bir kuvvet uyguladınız. Bu iki frekans çakıştı ve salıncak da bu nedenle gittikçe hızlandı.

Salıncak örneğinde olduğu gibi, her cismin bir kendi tabii frekansı vardır. Cisimlere kendi tabii frekansları ile çakışan bir frekansta her hangi bir kuvvet uygularsanız rezonans denilen kontrolsüz bir ortam oluşabilir.

Eğer önünüzde duran bir bardağa, onun tabii frekansına uyan bir frekansta bağırabilirseniz, daha doğrusu bir ses dalgası gönderebilirseniz, bardağın tabii frekansı ile sesin frekansı çakışarak, bardaktaki titreşimi kontrolsüz bir şekilde artırır, bardak rezonansa girer ve sonuçta çatlayabilir veya kırılabilir.

İnsanlar günlük yaşamlarında pek fark etmemelerine rağmen rezonans olayı, otomobilden, köprü dizaynına kadar mühendislerin en çok zorlandıkları konulardan biridir. Hatta bu nedenle, askerler bir köprüden geçerlerken, yürüyüş adımlarının frekansları köprünün tabii frekansı ile çakışıp, köprü yıkılmasın diye, köprülerden uygun adım yürüyüşle geçmezler.

Otomobilde direksiyon mekanizması ile amortisörlerdeki titreşim aynı frekansa gelince, rezonans sonucunda direksiyon şiddetli sarsılmaya başlar. Mühendisler araba dizaynında parçaların biçimlerini, yaylanmalarını ve ağırlıklarını, devir sayıları ve benzeri faktörleri göze alıp rezonansı en aza indirmeye çalışırlar.

Peki bu rezonansın hiç iyi bir yönü yok mu? Var elbette. Örneğin radyo istasyon dalgalarını ararken bu dalgaları yakalarsanız, kendi alıcınız ile birbirini tuttuğu an rezonansa girer, genliği artar ve bu istasyonu işitmeye başlarsınız.


Alıntıdır.


Ulu Camii / Divriği / Sivas

 


Bitkilerde Isının Stabilizasyonu.

 


Aynı yerde bulunan bitki ve bir taş parçası, eşit miktarda güneş enerjisi almalarına rağmen aynı derecede ısınmazlar. Güneş altında kalan her canlıda mutlaka olumsuz bir etki oluşur. Öyleyse bitkilerin sıcaktan minimum derecede etkilenmelerini sağlayan nedir? Bitkiler bunu nasıl başarırlar? Muazzam bir sıcaklıkta, bütün yaz boyunca yaprakları güneşin altında kavrulmasına rağmen bitkilere neden hiçbir şey olmamaktadır? Ayrıca bitkiler kendi bünyelerindeki ısınmanın haricinde, dışarıdan da ısı alarak dünyadaki ısı dengesini de sağlarlar. Bu ısı tutma işlemini yaparken kendileri de bu sıcağa maruz kalırlar. Peki gittikçe artan bu sıcaktan etkilenmek yerine, bitkiler nasıl olup da dışarının da ısısını almaya devam edebilmektedirler? 

Yapıları itibariyle sürekli güneş altında olan bitkiler, doğal olarak diğer canlılara oranla daha fazla miktarda suya ihtiyaç duyarlar. Bitkiler aynı zamanda yapraklarında oluşan terleme vasıtasıyla da sürekli su kaybederler. Bu su kaybını önlemek için, yaprakların güneşe dönük olan üst yüzleri çoğunlukla "kütiküla" adı verilen bir tür su geçirmez, koruyucu cilayla örtülüdür. Bu sayede yaprakların üst yüzeylerindeki su kaybı önlenmiş olur. 

Peki ya alt yüzleri? Bitki bu bölümden de su kaybettiği için gaz alış-verişini sağlamakla görevli özel deri hücreleri olan gözenekler genellikle yaprağın alt yüzünde bulunurlar. Gözeneklerin açılıp kapanması bitki tarafından karbondioksit alıp oksijen vermeye yetecek, ancak su kaybına yol açmayacak biçimde denetlenir. 

Bunların yanı sıra bitkiler ısıyı farklı şekillerde dağıtırlar. Bitkilerde iki önemli ısı dağıtım sistemi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yaprağın ısısı eğer çevrenin ısısından daha fazlaysa, hava dolaşımının yapraktan dış ortama doğru olmasıdır. Isı naklinden kaynaklanan hava değişimi, sıcak havanın soğuk havadan daha az yoğun olması nedeniyle, havanın yükselmesine dayanır. Bu yüzden yaprakların yüzeyinde ısınan hava yükselir ve yüzeyden ayrılır. Soğuk hava daha yoğun olduğu için yaprağın yüzeyine doğru iner. Böylece sıcaklık azaltılmış ve yaprak serinlemiş olur. Bu işlem yaprağın yüzey ısısı çevredeki ısıdan yüksek olduğu müddetçe devam eder. Çok kuru koşullarda yani çöllerde dahi bu durum değişmez.

Bitkilerdeki ısı dağıtım sistemlerinden diğeri de yapraklardan su buharı verilerek terlemenin sağlanmasıdır. Bu terleme sayesinde su buharlaşırken bitkinin serinlemesi de sağlanmış olur. 

Bu dağıtım sistemleri bitkilerin yaşadıkları ortamın şartlarına uygun olacak şekilde ayarlanmıştır. Her bitki neye ihtiyacı varsa o sisteme sahiptir. Son derece karmaşık bir yapısı olan bu sistemin dağılımı tesadüfen gerçekleşmiş olabilir mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için çöl bitkilerini ele alalım. Çöllerdeki bitkilerin yaprakları genelde çok kalındır. Suyu buharlaştırmaktan daha çok, muhafaza etme yönünde dizayn edilmişlerdir. Bu bitkiler için ısı dağıtma işlemini buharlaşma ile gerçekleştirmek ölümcül bir sonuç getirecektir. Çünkü çöl ortamında kaybedilen suyun telafisi mümkün değildir 

Bitkilerin sahip oldukları bu serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Öğle saatlerinde bir dakika kadar direkt olarak alınan güneş ışığı, bir santimetrekarelik yaprak yüzeyinin ısısını 37oC'ye kadar yükseltebilir. Bitki hücreleriyse, bünyelerindeki sıcaklık 50-60oC'ye çıktığında ölmeye başlarlar, yani bitkinin ölmesi için öğle vakti 3 dakika kadar güneş ışığı alması yeterlidir. İşte bitkiler öldürücü sıcaklıklardan bu iki mekanizma sayesinde korunabilirler. Bitkilerin ısı dağıtımında kullandıkları buharlaşma olayı aynı zamanda atmosferdeki su buharı dengesi açısından da büyük bir önem taşır. Çünkü bitkilerdeki bu buharlaşma, yüksek miktarlardaki suyun düzenli olarak atmosfere ulaştırılmasını sağlar. Bitkilerin bu faaliyetleri bir nevi su mühendisliği olarak da nitelendirilebilir. Bin metrekarelik ormanlık bir alandaki ağaçlar 7.5 ton suyu rahatlıkla havaya verebilirler. Bu muazzam bir rakamdır. Bu özellikleriyle bitkiler topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran dev su pompaları gibidirler. Bu son derece önemli bir görevdir. Şayet, bu özellikleri olmasaydı, suyun yer ile gök arasındaki çevrimi bugünkü gibi gerçekleşemeyecekti, ki bu da yeryüzündeki dengelerin bozulmasına neden olacaktı.

Dış yüzeyleri odunsu ve kuru bir maddeyle kaplı olmasına rağmen, bitkiler bünyelerinden tonlarca su geçirirler. Bu suyu topraktan alırlar ve ileri teknolojiyle çalıştırdıkları kendi fabrikalarında birtakım yerlerde kullandıktan sonra, aldıkları suyun büyük bir bölümünü arıtılmış su olarak doğaya verirler, başka bir deyişle trilyonlarca tonluk suyu otomasyon düzenleriyle kontrollü olarak topraktan alıp, arıttıktan sonra kendilerine özgü sistemleriyle doğaya adeta pompalarlar. Bunu yaparken aynı zamanda aldıkları suyun bir kısmını da, besin üretiminde hidrojeni kullanmak amacıyla parçalarlar. 

Bizim yapraklardaki terleme ya da ağaçların bulunduğu ortamdaki nemlilik olarak nitelendirdiğimiz olaylar, aslında yeryüzünde yaşamın devamlılığı açısından hayati önem taşıyan bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşir. 


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak