25 Mart 2022 Cuma

KİMYA SÖZLÜĞÜ

  

A-

 

Adlandırma :Element ve bileşiklerin kimyasal formül veya sembollerle, bazı sistematik yöntemlere göre adlarının yazılması.

 

Aktiflik :Reaksiyona girme kabiliyeti, elementlerin bileşik yapabilme eğilimleri.

 

Aktinitler :Aktinyum (57Ac) elementinden sonra gelen ve 4f orbitallerinin dolmasıyla oluşan 14 elementin oluşturduğu seri.

 

Alfa parçacığı : İki proton ve iki nötrondan oluşan +2 yüklü helyum çekirdeği.

 

Alkali metal : 1A grubundaki hidrojen dışındaki metaller.

 

Allotrop :  Kimyasal özelliği aynı, fiziksel özelliği farklı olan atomlar.

 

Amalgam : Civanın diğer metaller ile oluşturduğu alaşımlar.

 

Ametal : Metalik karakter göstermeyen periyodik tablonun  sağ tarafındaki elementler. Atomları az sayıda elektron alarak anyon oluşturan elementler.

 

Amfoter oksit : Hem asitlerle hem bazlarla tepkime verebilen oksitler.

 

Anlamlı sayılar : Doğru bir şekilde yapılmış ölçümü ifade eden sayılar.

 

Anyon : Negatif (–) yüklü iyon.

 

Asit :  Suda çözündüğünde ortama  hidrojen iyonları (H+) ya da hidronyum iyonları (H3O+) verebilen maddelerdir.

 

Asit oksit : Suda çözündüğünde ortama asit çözeltisi veren ya da baz veya bazik oksitlerle reaksiyona girerek tuz oluşturan ametal oksitidir.

 

Aşırı doymuş çözelti :  Belirli sıcaklıktaki doymuş halinden geçici olarak daha fazla çözünen içeren çözelti.

 

Atmosfer basıncı : Atmosferdeki havanın ağırlığından dolayı uyguladığı açık hava basıncı

 

1-Atmosfer basıncı. 76 cm (760 mm) yüksekliğindeki civa sutunun uyguladığı basınç.

 

Atom :  Bir elementin tüm kimyasal özelliklerini gösteren en küçük parçasıdır.

 

Atom–gram :  Bir mol atomun kütlesidir.

 

Atom kütlesi :  Bir atomun atomik kütle birimi cinsinden  kütlesidir.

 

Atom numarası (Z) :  Bir atomun çekirdeğindeki proton sayısıdır. Yada nötr bir atomda çekirdeğin etrafındaki toplam elektronların sayısına eşittir.

 

Atomik kütle birimi (a.k.b) :  Bir karbon (126C) atomunun kütlesinin tam olarak 1/12 sine eşittir.

 

Aufbau yöntemi :  Elektronlar atomik orbitallere enerjileri en düşük olacak şekilde sırasıyla yerleşirler. (Önce 1s, sonra 2s ve sonra 2p nin dolmaları gibi)

 

Avogadro kanunu : Aynı sıcaklık ve basınçta bulunan tüm gazların eşit sayıda molekülleri, eşit hacimdedir.

 

Avogadro sayısı (NA) : 126C elementinin 12 gramındaki kesin atom sayısıdır. (6,02.1023 tane mol–1' e eşittir)

 

Ayırtedici özellik : Maddeleri ayırt etmek için kullanılan özellik

 

Ayırma :  Karışımı oluşturan maddeleri fiziksel yöntemlerle ayrıştırma.

 

Ayrımsal damıtma :  Farklı sıvılardan oluşan bir karışımdaki sıvıları kaynama noktaları farkından yararlanarak ayırma metodudur.

 

Ayrımsal kristallendirme :  Bir karışımı oluşturan bileşenleri çözünürlük farklarından yararlanarak birbirinden ayırma metodudur.

 

Azeotrop : Sabit bir kaynama noktası bulunan ve sıvı ile buhar hallerindeki bileşimi aynı olan çözelti.

 

B-

 

Bağıl atom kütlesi :  Standart kabul edilen bir elementin kütlesine göre kıyaslanarak bulunan atom kütlesi 

 

Bağlanma enerjisi : Bir atomun çekirdeğindeki proton ve nötron gibi atom altı taneciklerini bir arada tutan enerjidir.

 

Barometre :Açık hava basıncını ölçmek için kullanılan düzenek

 

Basınç :Birim yüzeye uygulanan kuvvet

 

Baz :Suda çözünürken çözeltiye hidroksit (OH–) iyonları veren madde.

 

Bazik oksit :  Suda çözündüğünde bazik çözelti oluşturan ya da asit ve asit oksitlerle reaksiyona girerek tuz oluşturan metal oksitidir.

 

Belirleyici madde : Kimyasal reaksiyonda artan madde karşısında tamamen tükenen madde.

 

Beta parçacığı : Radyoaktif bir elementin çekirdeğindeki bir nötronun bir protona dönüşmesi ile açığa çıkan elektron

 

Bileşik :İki ya da daha fazla cins elementin belirli oranlarda birleşmesinden oluşan saf madde.

 

Bileşik oksit : Aynı katyonun farklı iki değerlik aldığı oksitlerinin bir araya gelmiş hali. Örneğin; Fe3O4, (FeO.Fe2O3)

 

Bilimsel Yöntem : Bilimin gelişmesini sağlayan gözlem, deney ve kanunların ve kuramların formüle edilmesi etkinliklerinin bütünü.

 

Birinci iyonlaşma enerjisi : Gaz halindeki bir atomdan en gevşek tutulan elektronun uzaklaştırılması için gereken minimum enerjidir.

 

Bombardıman :Bir atom çekirdeğine herhangi bir nükleer taneciğin gönderilmesi.

 

Boyle kanunu : Sabit sıcaklıktaki bir miktar gazın hacmi ile basıncı ters orantılıdır.

 

Bozunma serisi : Radyoaktif bir izotopun basamak basamak çeşitli ışımalar yaparak bozunması ve sonunda kararlı bir izotopa dönüşmesi

 

Buharlaşma :Ortalama kinetik enerjisi fazla olan moleküllerin, sıvı fazdan gaz fazına geçmeleri.

 

Bunzen beki :Tasarımı alman bilim adamı Robert Bunzen tarafından yapılan ısıtma aygıtı.

 

 

C-

 

Celsius sıcaklık cetveli : Buzun erime noktasını 0°C ve suyun kaynama noktasını 100°C olarak kabul eden sıcaklık cetveli.

 

Charles kanunu : Sabit basınç altında bir miktar gazın, hacmi ile mutlak sıcaklığı doğru orantılıdır.

 

Coulomb kuvvetleri : Aynı yüklü tanecikler arasında itme kuvveti veya zıt yüklü tanecikler arasında çekme kuvveti Coulomb kuvvetleri olarak adlandırılır. 

 

Ç-

 

Çekirdek :Atomun merkezinde proton, nötron gibi benzer atom altı parçacıklar içeren, oldukça küçük ve yoğun, pozitif (+) yüklü bölge.

 

Çekirdek eşitliği : Radyoaktif bir reaksiyondaki değişiklikleri gösteren denklem.

 

Çekirdek reaksiyonu : Bir atomun çekirdeğinde meydana gelen değişmeler, Radyoaktif veya nükleer reaksiyonlar olarak da bilinir.

 

Çizgi spektrumu : Gaz veya gaz halindeki bir maddeden gelen ışıklar bir prizmadan geçirilirse elde edilen görünür renkler arasında boşluklar vardır. Bu tür devamlı olmayan spektrumlara çizgi spektrumu denir.

 

Çökelme :Bir çözeltide iki tuzun etkileşimi veya sıcaklık değişiminin çözünürlüğe etkisi sonucu çözünmeyen katı bir bileşiğin oluşması.

 

Çökelme reaksiyonu : Sonucunda çökelti oluşan reaksiyonlardır.

 

Çözelti :İki veya daha fazla maddeden oluşmuş homojen karışım.

 

Çözücü :Bir çözeltinin en fazla miktardaki bileşeni veya çözeltiye fiziksel halini veren bileşendir.

 

Çözünen : Bir çözeltinin miktar olarak az bulunan bileşenleri

 

Çözünürlük :Belirli bir sıcaklıkta sabit hacimdeki bir çözücüde doymuş bir çözelti elde etmek için çözünen maddenin miktarı.

 

D-

 

Dalga :Bir ortamda enerji taşıyan eğilim.

 

Dalga boyu :Birbirini takip eden iki dalga tepesi yada çukuru arasındaki uzaklık.

 

Dalton atom modeli : Atom maddenin en küçük yapıtaşı olup daha küçük parçalara bölünemez içi dolu bir küredir.

 

Dalton kanunu : Birbirleriyle reaksiyon vermeyen gazların oluşturduğu karışımın basıncı, karışımda bulunan gazların kısmi basınçları toplamına eşittir.

 

Damıtma : Bir sıvıyı buharlaştırıp, oluşan buharını yoğunlaştırarak ayrıştırma işlemi.

 

D–bloku :Periyodik tablonun d–orbitallerinin dolmakta olduğu elementleri içeren bölümü.

 

Değerlik elektronları : En büyük baş kuvant um sayısına sahip elektron tabakasında bulunan elektronlar.

 

Denkleştirilmiş denklem : Aynı tip atomların, denklemin her iki tarafında da aynı sayıda bulunduğu eşitlik.

 

Devamlı spektrum : Beyaz ışık bütün renkleri içerdiğinden bir prizmadan geçirilirse elde edilen renkler sürekli olur, yani birinin bitmek üzere olduğu anda öbürü başlar. Renkler sınır bölgelerde iç içe girmiş devamlı bantlar halindedir. Bu tür spektrumlara devamlı spektrumlar denir.

 

Derişik çözelti : Göreceli olarak çok miktarda çözücü içeren çözelti.

 

Derişim :Bir maddenin belirli miktardaki bir çözücü veya bir çözeltinin içindeki göreceli miktarı.

 

Dializ :Bir çözelti içerisindeki küçük iyon veya moleküllerin yarı geçirgen bir zardan geçmesi ve büyük iyon veya moleküllerin geçmemesi işlemi.

 

Difüzyon :Bir gazın havada veya başka bir gaz içinde yayılması.

 

Doğal radyoaktiflik : Atom numarası 83’ten büyük olan elementlerin kendiliğinden çeşitli ışımalar yaparak yeni elementlere dönüşmesi

 

Donma :Sıvı haldeki bir maddenin katı hale geçmesi

 

Doymamış çözelti : Belirli bir sıcaklıkta doymuş halden daha az çözücü içeren çözelti.

 

Doymuş çözelti : Belirli bir sıcaklıkta çözebileceği maksimum çözüneni içeren çözelti.

 

Dublet :Atomların bileşik oluştururken elektron alarak ya da vererek en dış enerji seviyelerindeki toplam elektron sayısının helyum gibi 2 olması hâlidir.

 

E-

 

Efüzyon : Gaz moleküllerinin küçük bir delik aracılığıyla bir kaptan, daha düşük basınçlı ortama yayılması.

 

Ekzotermik reaksiyonlar : Dışarıya ısı vererek gerçekleşen reaksiyonlardır.

 

Elektrolit :Sulu çözeltisi elektrik akımını ileten madde.

 

Elektrolit çözelti : Elektrik akımını ileten çözelti.

 

Elektrolit olmayan çözelti : Elektrik akımını iletmeyen çözelti.

 

Elektroliz :Bir maddenin sıvılaştırılmış halinde ya da elektrolit çözeltisinde, elektrik akımı yardımı ile kendi bileşenlerine ayrıştırılması

 

Elektron :Çekirdeğin etrafındaki ihtimali orbitallerde hareket ettiğine inanılan 1/1840 akb’lik bir kütleye sahip negatif (–) yüklü parçacıktır.

 

Elektron dağılımı : Elementlerin atomlarında bulunan elektronların, atomik orbitallerine düzenli bir şekilde yerleşimi

 

Elektronegatiflik : Bir molekül içerisindeki atomun elektronları kendine doğru göreceli çekme kabiliyeti.

 

Elektromanyetik spektrum : Elementler katı yada gaz halinde iken dışarıdan yeterli miktarda alınarak, belli dalga boylarında ışıma yapmaları.

 

Elektron ilgisi : Nötr bir atoma (gaz fazında) bir elektron eklenmesiyle meydana gelen ısı değişimi. Bir atomun elektron alma eğiliminin ölçüsü.

 

Elektron yakalama : Çekirdeğe en yakın bir enerji seviyesinden bir elektronun çekirdek tarafından yakalanmasıyla oluşan radyoaktif bozunma şekli

 

Element :Kimyasal metodlarla daha basit parçacıklara ayrılamayan, aynı cins atomlardan meydana gelen en basit yapıdaki madde.

 

Endotermik reaksiyon : Dışarıdan ısı alarak gerçekleşen reaksiyonlardır.

 

Enerji seviyesi : Çekirdek etrafında aynı enerjideki elektronların bulunduğu yörüngelerdir.

 

Erime noktası : Katı hâldeki maddenin sıvı hâle geçtiği sıcaklık noktası.

 

 

Alıntıdır.

24 Mart 2022 Perşembe

Saat Kulesi / Erzincan

 


HİTİTLERDE BÜYÜK İMPARATORLUK DÖNEMİ

 Telipinu sonrası ile Hitit tarihinde başlayan yeni döneme Büyük İmparatorluk ya da Yeni İmparatorluk dönemi adı verilir. Ama, İmparatorluk teriminden, Hititler’den yüzyıllar sonra kurulmuş Roma İmparatorluğu gibi, kıtalar üzerine yayılmış, geniş topraklara egemen olmuş bir devlet anlaşılmamalıdır. Öte yandan, aynı döneme yeni denmesine karşın, bu dönemle ilgili bildiklerimiz, özellikle başlangıç evreleri için daha az problemli ya da daha kesin de değildir. Hemen belirtelim ki, yaklaşık İÖ 1380 yıllarına tarihlenen Büyük Kral Şuppiluliuma’ya değin, Hitit tahtına oturmuş kralların kesin sırasını ve dönemlerinde oluşmuş olayların tam bir kronolojisini saptayamıyoruz. Bazı belgeler üzerinde rastlanan adların gerçekten krallık yapmış olup olmadıkları dahi bilinmemektedir.

Büyük İmparatorluk dönemine ait ilk belgelerde karşımıza Tuthaliya (2.) ve eşi Nikalmati, Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal adları çıkar. Kral adlarının Hititçe olmasına karşılık, kraliçe adlarının Hurri kökenli olması hemen dikkati çekmektedir. Buna neden, bu etnik zümrenin kültürel moda halini alması ya da bu dönemdeki kral sülalesinin Hurriler ile kaynaşmış olmasıdır. Diğer yandan Yeni İmparatorluk dönemindeki kral adları da, Eski Devlet zamanında başa geçenlere göre daha çok Hititli’dir. Bunlara örnek olarak Şuppiluliuma gösterilebilir. Bu adı şuppi- “saf, temiz” luli- “kaynak” ve ethnikon eki –uma biçiminde analiz ederek “saf kaynak-lı” olarak anlamlandırmak olasıdır. Hattuşa-lı anlamına gelen Hattuşili de yine bunlardan biridir; ancak bu, Hattuşa’yı başkent yaptığı için bu krala önce bir çeşit lakap gibi verilmiş, sonra özel ad olarak diğer krallara da takılmıştır. Arnuwanda da Hitit kökenli adlardandır. Yalnız hatırda tutulması gereken önemli bir nokta, bazı Hitit krallarının Hititçe adlar yanında ikinci bir Hurca ad da taşıdıklarıdır.

Elimizde Tuthaliya (2)’nin icraatı ile ilgili bilgi veren fazla yazılı belge yoktur. Hatta, Tuthaliya’nın hangi koşullar altında tahta geçtiğini de bilemiyoruz. Tuthaliya’dan çok sonra yaşamış olan Hitit kralı Muwatalli, Halep kralı Talmişarruma ile yaptığı bir antlaşmada Tuthaliya’dan şu sözlerle bahsetmektedir: Tuthaliya, krallığın tahtına oturduğu zaman... Bu anlatım biçimi düşündürücüdür. Bütün krallar babalarının tahtına geçtiklerini söyledikleri halde, Tuthaliya babasının değil de krallığın tahtına geçmiştir. Acaba Tuthaliya, hakkı olmadan tahtı zorla ele geçirmiş bir gasıp, bir usurpator muydu? Bu yüzden mi kendinden sonra gelen Hitit kralları ondan böyle söz etmek zorunda kalmışlardı? Belgelerin azlığı bu soruları yanıtlamamıza engel olmaktadır. Aynı antlaşma, Tuthaliya’nın siyasal eylemlerine de ancak bir parça ışık tutmaktadır. Bu belgede anlatıldığına göre, Halep kralı ile Tuthaliya arasında da önce bir antlaşma yapılmış, fakat Halep kralı sözünden dönerek Mitanni kralı ile barış imzalamıştı. Bu nedenle Tuthaliya, Halep ve Mitanni krallarını, ülkeleri ile birlikte yok etmişti. Aradan uzun zaman geçtikten sonra anlatılan bu başarı gerçek midir, yoksa, biraz abartılmış mıdır? Bunu kesinlikle saptayabilmek için Kuzey Suriye Devletleri yönünden de bu olayı doğrulayacak belgelerin bulunması zorunludur. Ancak, Tuthaliya döneminde dahi Hititler, 1. Murşili’nin fethetmiş olduğu bu kent üzerinde kısa süreli bir baskı kurmuş ve Halep kralının Mitanni ile yaptığı antlaşmayı, eski haklarına dayanarak, kendilerine yapılmış bir ihanet saymış olabilirler. Yeri gelmişken, burada biraz da adı geçen Mitanni Devletinin gelişimi ve tarihçesi üzerinde durmamız gerekmektedir.

Mitanni ya da başka belgelerde geçen adıyla Hanigalbat ile Hititler’in ilişkileri, Hitit yayılma siyasetinin Kuzey Suriye üzerinde yoğunlaşmaya başladığı andan itibaren ortaya çıkar. Hatırlanacağı gibi, 1. Hattuşili ve 1. Murşili döneminde bu bölgelere giren Hitit kuvvetleri, Yukarı Mezopotamya ve Kuzey Suriye’deki bazı Hurri prenslerinin askerleriyle çatışmalara girişmişlerdi. Olasılıkla İÖ 16 yüzyılın sonlarına doğru, adı geçen coğrafi alana gelen ve indo-ari kökenli olan savaşçı ve yönetici bir sınıf, bu Hurri prensliklerinin bir devlet örgütü kurmalarını sağlamış ve ortaya çıkan devlete resmi bir ad olarak Mitanni denilmiş, ancak halkın çoğunluğuna bakarak, Hurri adı da kullanılmaya devam edilmişti. İndo-ari terimini, Hint-Avrupa dil ailesi içindeki bugünkü Hintçe ile akraba olan Doğu dillerini konuşan bir zümreye verilen ad olarak kısaca açıklamak olasıdır. Varlıkları, İndra, Varuna ve Mitra gibi Hint tanrı adlarından, kral adlarından ve özellikle at yetiştirme ile ilgili Hint kökenli sözcüklerden anlaşılan bu yönetici sınıf, dil olarak Hurrice’yi benimsemiş, hatta Mısır firavunu 3. Amenofis ile yapılan yazışmalarda bu dil kullanılmıştı. İndo-ari kökenli krallarından Mattiwaza’nın, bu adı yanında Kili-Teşup gibi Hurri kökenli ikinci bir ad daha taşıması, yönetici sınıfın Hurri halkı içinde yavaş yavaş eritildiği yönünde bir kanıt sayılabilir. Mitanni Devleti güçlü olduğu sıralarda Fırat’ın batısında etkin olmaya başlamış, Mısır ve Hitit imparatorlukları arasında üçüncü bir güç durumuna da gelmiştir. Başkentleri, henüz yeri saptanamayan, Waşşukanni olan Hurriler ile Mısır ve Hitit kralları arasında kız alıp vermeler olmuş, Mitanni zaman zaman esnek bir siyaset sürdürerek bu iki devlet arasında bir tampon bölge oluşturmuştur. 

Hurri kültürünün Hititler üzerinde büyük etkileri olduğuna daha önce de değinmiştik. Özellikle mitoloji ve din alanındaki bu etkinlik, Mezopotamya uygarlığının Hititler’e aktarılmasında aracı olmuş, hatta daha sonra göreceğimiz bazı mitolojijk öğelerin Yunan uygarlığına geçişini hazırlamıştır. Mitanni Devleti, İÖ. 1340’lardan sonra zayıflamış ve gittikçe güçlenerek yayılan Yeni Asur İmparatorluğu’nun önce vassalı durumuna düşmüş, sonuçta İÖ 1270 yılında Asur kralı 1. Salmanassar tarafından siyaset sahnesinden atılarak, bir Asur eyaleti haline girmiştir.

Tuthaliya ve kraliçe Nikalmati’den sonra belgelerde rastlanan Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal’in kişilik ve icraatlarını daha iyi tanıyabiliyoruz. Bu kral çiftine ait hem hiyeroglif, hem de çiviyazısı ile yazılmış bir mühür üzerinde şunlar okunmaktadır: Tuthaliya’nın oğlu, büyük kral, tabarna Anuwanda’nın mührü – Tuthaliya’nın kızı, büyük kraliçe tawananna Aşmunikal’in mührü. Burada hemen hatırlatalım ki, tabarna kralların, tawananna ise kraliçelerin ünvanıdır. Her iki sözcük de Hatti kökenli olmaları bakımından, Anadolu’nun bu yerli halkının sonradan gelen Hititler’e yaptıkları kültürel etkinin diğer kanıtlarıdır. Öte yandan, kraliçe Aşmunikal’in sadece çiviyazısı ile yazılmış mühründe şu sözleri okuyoruz: Büyük kraliçe Aşmunikal, Nikalmati’nin kızı. Bu iki mühürle, kurban listelerinde geçen Tuthaliya-Nikalmati ve ondan sonra gelen Arnuwanda-Aşmunikal’in sırası doğrulanmış olmakta, fakat aynı zamanda çözülmesi çok zor bir sorun da doğmaktadır. Gerek kral Arnuwanda’nın gerek kraliçe Aşmunikal’in babaları Tuthaliya olarak verildiğine, Aşmunikal’in annesi ise Nikalmati adını taşıdığına göre, Arnuwanda ve Aşmunikal’in Tuthaliya-Nikalmati çiftinin çocukları, başka bir deyişle kardeş olmaları gerekmektedir. Bu durumda ortaya bazı varsayımlar çıkmaktadır: 1 – İki kardeş, evlenmeden, kral ve kraliçe ünvanlarını alarak, devleti birlikte yönetmişlerdi; 2- Daha sonra göreceğimiz Hitit yasalarında kardeşler arası evlilik yasaklanmış ve aksine hareket edenlere ölüm cezası konmuş olmasına karşın, iki kardeş evlenerek, kral ve kraliçe olarak hüküm sürmüşlerdi; 3- Eğer evli idiyseler ve bu evlilik kardeş evliliği değil de yasal bir evlilik ise, Aşmunikal, Tuthaliya-Nikalmati çiftinin öz kızı, Arnuwanda ise, babasının adı Tuthaliya olarak verildiğine göre, ya içgüveysi giren bir damat, yada Tuthaliya’nın evlat edindiği bir çocuktur. Bu varsayımlardan hangisinin doğru olduğuna karar verebilmek güçtür. Bunların her birini destekleyen, yada desteklediği ileriye sürülen kanıtlar vardır. Bu çiftin hükümdarlığı zamanında bir takım felaketli olayların oluştuğunu dile getiren metinler ele geçmiştir. Diğer yandan, Tanrı Telipinu (bu addaki kralla aynı adı taşıyan bir de tanrı vardır) efsanesinde, adı geçen tanrının kraliçe Aşmunikal’e kızarak ortadan kaybolup, birlikte bolluk ve bereketi de götürdüğünün anlatılması, kamu oyunda, kardeşi ile evlenmiş olduğu için, kraliçenin günahkar olduğu inancının varlığına aracılık eden bir işaret sayılabilir. Bu çiftin evli olmadığını kanıtlamak için de, Hurri dilinde yazılmış bazı belgelerden yararlanılmaktadır. Bunlar, Taşmişarri adlı birinin hem Aşmunikal, hem de Taduhepa adlı kadınlarla birlikte düzenlemiş olduğu belgelerdir. Taduhepa’nın adı kurban listelerinde Nikalmati ve Aşmunikal’den sonra geçmektedir. Bu bakımdan, Taduhepa, Tuthaliya ve Arnuwanda’dan sonra Hitit tahtına oturan Şuppiluliuma’nın ilk karısı olarak kabul edilmekteydi. Oysa Hurri metinlerinde geçen Taşmişarri, çift adlı bazı Hitit krallarında da görüldüğü gibi, Arnuwanda’nın Hruca ikinci adı yani Taşmişarri = Arnuwanda ise, Taduhepa da onun karısı olabilir. Buna göre Arnuwanda önce kız kardeşi ile evlenmeden devleti yönetirken, karısı Taduhepa da onun karısı olabilir. Buna göre Arnuwanda önce kız kardeşi ile evlenmeden devleti yönetirken, karısı Taduhepa geri planda sadece bir eş olarak kalmış, Aşmunikal öldükten sonra görümcesinin yerine kraliçe ünvanını almıştı. Kraliçe ünvanı olan tawananna makamı, Hititler’de eşlerin ölümünden sonra da bir tür ana kraliçelik olarak sürerdi. Bu bakımdan eski krallardan sonra tahta geçen prenslerin zamanında da anneleri ya da analıkları unvanlarını bırakmazlardı.

Arnuwanda-Aşmunikal çiftinin hükümdarlıkları zamanında Hititler için büyük sorun, Kaşkalar olmuştur. Merkezi bir otoriteye bağlı olmadan bağımsız boylar halinde yaşayan bu insanlar, Hitit Devleti’nin başında gerçek bir belaydı. Bazen başkente değin inen bu yağmacı boylar ile antlaşmalar yapılmış, fakat bir boy diğerinin Hitit kralı ile yaptığı antlaşmayla kendini bağlı saymadığı için, mutlaka bir tanesi saldırı halinde olmuştur. Kaşkalar ile kuvvet zoruyla başa çıkamayan Arnuwanda-Aşmunikal çifti, aşağıdaki metinde özetle göreceğimiz gibi tek çareyi tanrılarına yakarmakta bulmuşlardır: Majeste, Büyük Kral Arnuwanda ve Büyük Kraliçe Aşmunikal şöyle söyler ‘Yalnız Hatti ülkesi siz tanrılara karşı saf (temiz) bir ülkedir. Siz tanrılara yalnız bir Hatti ülkesinde saygı gösteririz. Siz tanrılar, tanrısal içgüdünüzle bilirsiniz ki, tapınaklarınızla kimse bizim kadar ilgilenmemiştir. Ve siz tanrıların malları, gümüşü, altını, hayvan biçimli kapları (rhyton denilen kaplar) ve elbiseleri ile kimse bizim kadar ilgilenmemiştir. Ayrıca, gümüş ve altın tanrı yontuları ile tanrıların vücudunda (yontularında) ne eskimiş ise, tanrıların aletlerinden hangileri eskimiş ise, onları bizim kadar kimse yenilememiştir. Ayrıca, kimse sizin kurbanlarınızda temizliğe bu denli uymamış, günlük, aylık ve yıllık bayramlarınızı böylesine yerine getirmemiştir. (Oysa) siz tanrıların hizmetlileri ve kentleri angarya ve haraca zorlandı ve hizmetçileriniz kadın ve erkek köle durumuna getirildi. Siz tanrılara ben Büyük Kral Arnuwanda ve Büyük Kraliçe Aşmunikal her konuda saygı gösterdik. Biz, sizin ekmek ve şarap kurbanlarınızla, besili sığır ve koyunlarımızı yeniden vereceğiz. (Siz) bizim tarafımızı tutun! Düşmanın Hatti ülkesine nasıl saldırdığını, ülkeyi nasıl yağmalayıp ele geçirdiğini size söyleyip, sizin nezdinizde onlardan davacı olmak istiyoruz. Bu ülkeler, siz gökyüzü tanrılarının ekmek şarap ve diğer eşyalarınızı verirlerdi (şimdi bunlar haraca bağlandı). İşte buralardan, rahipler, tanrı anaları (yani rahibeler), kutsal rahipler çalgıcı ve ilahiciler sürüldü, tanrıların dinsel törenleri (iptal edildi) ve eşyaları oradan atıldı. Oradan Arinna kentinin Güneş Tanrıçası’na ait gümüş, altın, tunç ve bakır güneş kursları ve hilaller ile bayram elbiseleri (yani tören elbiseleri) gömlekler, kurban ekmekleri, şaraplar ve kurbanlık sığır ve koyunlar gasp edildi; bu ülkeler, Nerik, Hurşama, Kaştama, Himuwa, Zalpuwa ve diğerleridir. Sizin bu ülkelerde sahip olduğunuz tapınakları Kaşkalar yıktılar, siz tanrıların yontularını kırdılar, rhyton’ları gümüş, altın ve bronz kapları ve sizin bronz gereçlerinizi ve elbiselerinizi yağmalayıp paylaştılar. Rahipleri, çalgıcı ve ilahi okuyucuları aşçıları, fırıncıları, çiftçi ve bahçıvanları da aralarında paylaşıp, köle ettiler. Kaşkalar her şeyinize sahip oldular. Bu yüzden, bu ülkelerde kimse adınızı bile anmıyor; kimse size kurban sunmuyor ve sizin için bayram düzenlenmiyor. Buraya, Hatti ülkesine de kimse sizin için vergi getirmiyor. Sizlere hiçbir yerden rahipler, çalgıcılar gelmiyor. Kimse size güneş kursları, hilaller, altın ve gümüş ile elbiseler vermiyor; ekmek, şarap ve hayvan kurban etmiyor. Size bu ülkeleri (yani Kaşkalar’ın yağmaladığı ülkeleri) saydık. Şimdi size sürekli yalvarıyoruz. Kaşkalar buraya, Hattuşa’ya değin geldiler; Tuhaşuna ve Tahantariya kentlerini vurup, kapılara kadar indiler. Biz, tanrılara saygılı olduğumuzdan, onların bayramlarına özellikle özen gösteriyoruz. Fakat Nerik ili Kaşkalar’ın elinde olduğundan, Nerik’in Fırtına Tanrısı ve diğer Nerik tanrıları için, kurbanları Hattuşa’dan Nerik yerine, Hakmişa’ya yollamak istiyoruz. Kaşkalar’ı çağırıp, armağanlar verip, ant içirilir ‘Nerik Fırtına Tanrısı’na gönderdiğimiz kurbanlara dokunmayın, yolda onlara saldırmayın!’ Ancak, onlar armağanları alıp, ant içerler. Ama, ayrılınca andı bozar ve tanrıların sözünü küçük görürler, Fırtına Tanrısı’nın andının mührünü kırarlar, Hatti’den giden kurbanlara saldırırlar. Bu duanın en ilgi çekici yönü, tanrılara Kaşkalar’dan yakınılırken Kaşka saldırılarının önlenmesinin, tanrıların da çıkarları bakımında gerekli olduğunun, yani Kaşkalar durdurulmazsa, bundan en fazla tanrıların kendilerinin zarar göreceğinin vurgulanmasıdır. Buna, tanrılara bir tür şantaj yapılması da denebilir. Hititler’in ikinci yakınma konuları da, Nerik ve yöresindeki kentlerin Kaşka’ların elinde olması yüzünden, Hitit pantheon’u içinde çok önemli bir yer tutan Nerik Fırtına Tanrısı’na armağan ve kurban yollanmaması, Nerik yerine Hakmiş kentinde kurulan Fırtına Tanrısı tapınağına gönderilmek istenen eşyanın da yine Kaşka saldırılarından kurtulamamasıdır. Hakmiş kenti, bugünkü Amasya’dır. Nerik kentinin yeri ise, henüz bilinememekle beraber, bunun da kral Hantili döneminde Kaşkalar’ın eline geçen, Karadeniz Bölgesi’nde bir yer olması gerekmektedir.

Kaşkalar’ın beylerine yapılan toprak bağışlarına ait belgeler de elimize geçmiştir. Toprak sahibi yapılan Kaşka boylarının Hititler’e dost bir topluluk haline dönüştürülmesi ve ekonomik açıdan Hatti ülkesine bağlanmasının amaçlandığı belli olmaktadır. Kaşka beylerinin and içmelerinde ise, Kaşkalar’ın Hitit kralına karşı ihanet girişimlerinde bulunmamaları, eğer biri kendilerine bir elçi gönderir de onları kötülüğe kışkırtırsa, onu yakalayıp majeste Hitit kralı önüne çıkarmaları istenmektedir.

Sözünü ettiğimiz toprak bağısı belgeleri üzerinde, kral Arnuwanda ve kraliçe Aşmunikal yanında, bir de tuhkanti unvanını taşıyan Tuthaliya adında üçüncü bir kişi bulunmaktadır. Bunun kim olabileceğine dair bazı varsayımlar ileri sürülmektedir.


Alıntıdır.


MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 Al (Kızıl - Kırmızı)


Türklerde al ile kızıl renkler birbirlerinden farklı olup, al renk koyu turuncuya yakın, ateş alevi rengine benzer bir renkti. Kızıl ise, açığa yakın parlak kırmızı renk anlamında kullanılıyordu. Ama, uzun tarihî süreç içinde zaman zaman bu renkler birbirlerinin adı ile ve birbirlerinin yerine de kullanılır hale gelmiştir.

Türklerin en eski inançları ile ilgili olarak onlarda “Al Ruhu” veya “Al Ateş” adları verilen bir ateş tanrısının yahut da hâmî (koruyucu) bir ruhun varlığı bilinmektedir. İşte Türklerin en eski devirlerden beri Al Bayrak kullanmalarının bu Al Ateş kültü (inancı) ile bağlı bir gelenek olacağı hatıra geliyor. Abdülkadir İnan, bu hususta bize şu bilgileri vermektedir: “Kazak- Kırgızlar bayrak kelimesi yerine Yalav kelimesini kullanırlar ki, aslı alav = alev’dir. Al Ruhu’nun adı ile al rengin münasebeti şüphesizdir. Türk hurafelerine göre ruhlar, ak, kara, sarı, kuba (esmer) diye renklere ayrılırlar. Albastı ile beraber Karabastı da vardır. Her halde al rengi de ruhlardan birinin rengini göstermiştir. Şamanizm’de ruhlar şerefine bayraklar (Altaycada Yalama = Yalav) dikmek âdetti. Al Ruhu’nun hâmî (koruyucu) ruh sayıldığı devirde bunun şerefine dikilen bayrak ateş rengine yakın bir renkte olmuştur. Bizim fikrimize göre Türklerin Albayrak’ları Al Ruhu’nun ateş tanrısı veya hâmî ruh sayıldığı devirden kalma bir hâtıradır ki, yedi-sekiz bin yıllık demektir. Hülâsa en eski zamanlarda Al Ruhu, ateş tanrısı veya hâmî ruh olmuştur”.

Abdülkadir İnan, al ile ilgili olarak şunları da kaydetmektedir: “Al kelimesinin ateş kültü ile bağlı olduğunu gösteren bir emare de bütün Türk kavimlerinde yaygın olan Alaslama merasimidir. Alaslama, orta ve doğu Türklerinde ateşle temizleme ve takdis merasimidir. Anadolu’da da Alazlama bir tedavi usulüdür. Bunun için kırkbir tane al renkli keten bezinden, okuya okuya parmağa bir ip yumağı yapılır. Sonra bu yumak ateşte yakılarak külü tekrar bir al bez üzerine konur ve bununla alazlanır. Al ruhu, eski Türk panteonunda kuvvetli, belki hâmî tanrılardan biri olmuştur. Al kelimesinin ateş kültüyle alâkalı olması bilhassa bu ruhun en eski devirlerde hâmî ruh, ateş ve ocak ilâhesi olduğunu göstermektedir”.

Aynı konu ile ilgili olarak Bahaeddin Ögel de, “Al rengin bütün Türklerce mukaddes sayılmasının ve Türklerin en eski devirlerden beri al bayrak kullanmalarının bu Al Ateş ve Al Tanrısı kültü ile bağlı bir an’ane olacağı hatıra geliyor” demektedir.

Gerçekten de Türklerin en eski inançlarından olan Şamanizm’e göre Al Ruhu’nun sonraları temsil etmeye başladığı Albastı olayının, Al renk ile ilgili geleneklerin günümüze kadar gelmiş bazı izlerini biliyoruz. Bu cümleden olarak meselâ, Albastı kırmızı renkten korkmaktadır. Bunun için lohusanın başına beyaz yaşmak ve kırmızı tül bağlanır. Lohusaya kırmızı altın takılır ve kırmızı şeker hediye edilir.

Dolayısıyla al (kızıl) rengin de tarihimizin başlangıcından beri bizde manevî ve millî renk olarak algılandığı ve tarih boyunca inançları yansıtan, aynı zamanda da Türk duygusunu ve ruhunu anlatan bir millî sembol hüviyeti kazandığı görülmektedir.

Nitekim Çin kaynakları Göktürkler ve Uygurlar dönemlerinde kuzeydeki Kırgız hakanlarının otağında bir kırmızı bayrak bulunduğunu ve herkesin buna karşı saygı gösterdiğini yazıyorlar.

Yine bu anlayışa bağlı olarak, Rus Arkeoloğu A. N. Bernştam tarafından Talas kıyısında açılan I. yüzyıla ait Hun mezarlarından birinde bulunan yarı mumyalaşmış bir kadın cesedinin başının kırmızı ipek kumaşla örtülü olduğu belirlendiği gibi; diğer bir Rus arkeoloğu S. V. Kiselev’in Tuyahtı’da açtığı mezarlardan birinde de üzerinde üç kat elbise bulunan ve VII-VIII. yüzyıl Göktürk beylerine ait olduğu ifade edilen bir ceset bulunmuştur. Bu cesedin üzerindeki üç kat elbiseden en üsttekinin koyu kırmızı ipekten olduğu kaydedilmiştir.

Dikkate değer bir başka nokta olarak. XI. yüzyılda Türklerde al sözünün artık bir renk adı olduğu kadar “bayrak” adı olarak da kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Yine aynı dönemde artık tuğ ile bayrağın da aynı şey gibi ifade edilmeye başlandığını görüyoruz. Bu cümleden olarak, XI. yüzyılın büyük Türk bilgini Kaşgârlı Mahmud’un bildirdiğine göre Karahanlı hükümdarları “dokuz tuğlu” oluyorlardı. Ona göre, “her ne kadar vilâyeti çok, payesi de yüksek olursa olsun, hakanların tuğu dokuzdan fazla olmuyordu. Çünkü onlar dokuz sayısını uğurlu sayıyorlardı. Bu tuğlar “al” renkte (nârencîyü’l-levn = alev rengi = al) ipekten veya kumaştan yapılıyordu ve bu rengi de uğurlu sayıyorlardı. Bir diğer ünlü Türk yazarı Yusuf Has Hâcib’in eserinde ise, güneşin doğuşu tasvir edilirken yer alan:

“Yaşık örledi yirde koptı togı

Yaka keldi aşnu tokuz al tugı”

(Güneş yükseldi, yerden toz kalktı; dokuz al tuğu yaklaşmağa başladı) şeklindeki kayıt da, bu “dokuz tuğ” ve “al tuğ” geleneğinin Karahanlılar döneminde ne kadar önemli görüldüğünün bir başka ifadesidir.

Diğer taraftan “bayrak” sözünün de XI. yüzyılda Türklerde yaygın bir şekilde kullanıldığını ve bayrakların kızıl renkte kumaştan yapıldığını görüyoruz. Ayrıca Kaşgarlı’nın, bir savaş sahnesini tasvir etmek amacıyla söylenmiş olan “Ağdı kızıl bayrak-Togdı kara toprak” şeklindeki bir beytinden, bu kızıl bayrağın Türklerde genellikle “savaş bayrağı” olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Ayrıca, Uygurlar ve Moğollarda “Al Kaftan”ın ve “Al Damga”nın hakanlık sembolleri olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu kaftana Türkler “ergenlik kaftanı” da derlerdi. Buradan giderek bu al kaftan geleneğinin halk arasında yayıldığını görüyoruz. Böylece al kaftan, artık halkın özellikle düğünde güveyiye ve geline gerdek giysisi olarak giydirdiği bir elbise haline gelmiştir. Dede Korkut hikâyelerinden anlaşıldığına göre Oğuzlarda da güveylik elbise al (kırmızı) kaftandır. Gelinliğin sembolü ise “al duvak” idi. Bir Kazak-Kırgız hikâyesinde, “murada eremedik” anlamında kaydedilen “kızıl çapan giymedik” şeklindeki bir kayıt, bu geleneğin Türk boyları arasındaki yaygınlığının bir göstergesi olmalıdır. Bunun gibi, Başkurtların eski dönemlerinde de kızıl cepken’in güveylik nişanesi sayıldığı bilinmektedir.

Karahanlılardan Semerkant ve civarının hâkimi Ali Tegin’in bayrağı da kırmızı bayrak (kızıl bayrak) idi. Selçuklu Tuğrul Bey’in 1037 yılında Nişabur’a girerken başında hükümdarlık sembollerinden olarak kırmızı çetr bulunduğu bilinmektedir. Gaznelilerde de kumandanlara kırmızı renkli kumaştan bayraklar veriliyordu. Selçuklu devri tarihçilerinden Ravendî’nin, Irak Selçuklu hükümdarı Arslan b. Tuğrul’un ordusundaki kırmızı ipek bayrak ile ilgili kaydı da bu geleneğin yaygınlığını gösteren bir başka kayıttır. Aynı şekilde, Rusların eski destanları olan “İgor Alayı (veya İgor Bölüğü)” destanında Kıpçak Türklerinin kızıl bayrağından bahsedildiği gibi, Halaç Sultanlığı’nda Emîr Ahmed Halaç’ın bayrağının da kırmızı olduğu bilinmektedir. Görünüşe göre burada kaydedilen kırmızı bayraklardan maksat, Türklerin savaş bayrağı olan kızıl bayrak olmalıdır.

Anadolu Beylikleri ve Osmanlılara gelince, Miralay Ali Bey, Osman Gazi dönemi ile ilgili olarak şu bilgileri kaydetmektedir: “Osman Gazi Hazretleri Ak Sancağı (Anadolu Selçuklu Sultanı’ndan) almadan önce, harb bayrağı için kızıl rengi seçip kabul etmişlerdi. Aşiret mensuplarını kolayca harb bayrağı altına toplayabilmek için onların ‘tab’an meclup oldukları’ (yani yaradılışlarından tutkun oldukları) al renkli bayrağın manevî tesiri bulunduğunu takdir eylemişlerdi” demek suretiyle, yukarıdanberi örnekleri ile göstermeye çalıştığımız al bayrak geleneğinin, daha başlangıç günlerinde Osmanlı Devleti ve bilhassa orduları için de nasıl vazgeçilmez olduğunu göstermektedir.

Aynı yazarın “kırmızı rengin Osmanlılarca mergup (rağbet edilen) ve makbul olanı Türkçe kızıl veya al kelimesi ile yad edilen şeklidir” demesi ve “Osman Gazi’nin savaşlarında al (kızıl) sancak kullandığı, vefatından sonra eşyaları arasında birkaç adet Alaşehir dokumasından kırmızı renkli sancağın da bulunmasıyla sabittir. İşte kırmızı rengin sancak ve bayraklarda çoklukla kullanılmasının ve Levn-i Millî (millî renk) kabul edilmesinin asıl ve esası budur” ifadelerine yer vermesi de bu konuda daha açık bir fikir vermektedir. Görüldüğü gibi al rengin milli renk ve tabiatıyla milli bayrak rengi olarak kullanılışı Osmanlı döneminde çok daha yaygın hale gelmiş bulunuyordu.

Bu dönemde beyliklerden Germiyanoğullarının da Denizli ve Alaşehir’de dokunan kızıl kumaştan (Alaşehir Kızıl Eflâdisi) bayrak kullandıkları anlaşılmaktadır.

Yine Miralay Ali Bey, Orhan Gazi’nin tuğ ile ak sancağı “Yâdigâr-ı Selçukî ve Nişân-ı Hükümdârî” (Selçuklu yadigârı ve hükümdarlık nişanı) olarak ikametgâhında saklayıp, savaşlarda babası ve belki de dedesi gibi kırmızı sancak kullandığını kaydetmektedir.

Bu şekilde, özellikle orduların savaş bayrağı hüviyetini kazanmış olan al (kızıl) bayrak, hem padişahların şahıslarını  temsil eden diğer muhtelif bayraklar hem de herbir askerî sınıfı temsil eden bayraklarla birlikte, ama özellikle beyaz ile, önce yan yana, daha sonra da iki renk birleşmiş olarak, Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiştir. Tabiî zamanımızda da devam etmektedir ve ebediyete kadar da devam edecektir. Bu itibarla bu al-ak (kırmızı-beyaz) ikilisinin yan yana ve iç içe geçirdiği tarihî seyre de kısaca işaret etmek yerinde olacaktır.


Alıntıdır.


Kangal / Sivas

 


Kuzey Avrupa Söylenceleri - 3

 Balder'in Ölümü: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


"Balder'in Ölümü" ve Kuzey yaratılış söylencesi, birbirleriyle öyle yakından ilişkilidir ki, yaratılış söylencesinin giriş bölümü bu söylenceye de uyar. Bu söylencenin ana kaynağı İzlanda'dır. Snorri Sturluson, öyküyü Gylfagınnitıg'de (Gylfi'nin Aldatmacası) anlatır.


Balder, çeşitli mitolojilerde, öldürülüp ruhlar diyarına giden ve sonra yaşama geri dönen çok sayıdaki bereket tanrısından biridir. Bu yaşam, ölüm ve yeniden doğuş modeli, doğadaki; baharda doğuş, yazın olgunlaşma, sonbahar ve kışta ölümden sonra, baharda yeniden doğuşun döngüsel modelini yansıtır.


Balder efsanesi, Kuzey tanrılarının hayatta ve iyi olduğu, yaşamın düzen içinde devam ettiği bir dönemde başlar. Ancak Odin'in de bildiği gibi Balder'in ölümü dünyanın yıkımını başlatacak olaydır. Dünya düzeninin çatırdadığı bir döneme öncülük eder. Daha sonra Ragnarok'un son büyük savaşında devler ve tanrılar birbirlerini yok ederler. En sonunda da bütün dünya önce ateşle, sonra da tufanla yok olur.

Tanrıların Balder'i ölüler ülkesinden geri getirecek güçleri yoktur, önce dünya ölmelidir. Balder ancak, dünya tufandan (taze, bereketli, yeni bir tanrı soyuyla yeni bir insan soyunu beslemeye hazır olarak) çıktığında tekrar görünür.


Bu söylence basit yaşam, ölüm ve yeniden doğuş şemasından biraz farklıdır. Balder'in ölümü tipik bir bereket tanrısının ölümüne kıyasla çok daha büyük bir kesinlik içerir. Cenazesine sanki o, Geatland'ın kralı Beovvulf ya da diğer büyük Kuzey krallarından biriymişçesine önem verilir. Tanrılar onu Ruhlar Dünyası'ndan kurtarmayı denerler, ancak başaramazlar.


Bazılarına göre Balder, sadece ad olarak bir bereket tanrısıdır. Tavırları ve eylemleri havayı etkilemez, insanlara belirli bitkileri nasıl yetiştireceklerini Öğretmez. Yine de, öldürülmesi toplumun, bütün dünyanın dağılmasına ve yıkılmasına yol açar.

ölümün kesinliği üzerindeki bu vurgu daha sonraki çağın insanlarını ve onların ilgi alanındaki kaymayı yansıtıyor olabilir. Kuzey toplumu beş yüz yıldır, doğanın döngüsel yönlerine dayanan huzurlu, durağan tarımsal uğraşlarla daha az ilgilenmeye başlamıştır. Bunun yerine Kuzeyliler, zenginliğin toprak yerine kılıçla kazanıldığı, daha saldırgan ve daha para canlısı uğraşlarla ilgilenmişlerdir.


Başka bir deyişle, Balder geçmiş dinsel çağın yeni dinsel törenlerde kullanılan kalıntısıdır. Bereket tanrısı oluşu sadece sözde kalır. Söylence bizzat onun ölümünü konu edinir. Yaşamından bize anlatılanlar hiç de bir bereket tanrısı görüntüsü oluşturmaz. Tavır ve davranışları hava durumunu etkilemediği gibi, insanlara belirli ürünlerin nasıl ekileceğini de öğretmez. Buna karşılık, en erdemli tanrının öldürülmesi toplumun ahlaki çöküntüsünün göstergesidir. Bu da, kaçınılmaz olarak o toplumun ve o dünyanın bütünüyle parçalanarak yok olmasına yol açacaktır.


Balder'in yeniden canlanması, özgün bereket söylencesinin gücüne, yeniden doğuş ve yeniden oluşum düşüncelerinin olağanüstü çekiciliğine kanıttır. Balder, ölümden sonra yeni çağda yaşamak için geri dönen tek önemli Kuzey tanrısıdır, işlevleri tam anlamıyla belirsiz olan ufak bir kutsal karakterler topluluğu içinde sessizce yeniden belirir. Maddi varlığı yok olduktan çok sonra bile gölgesi kalır.


Çekiciliği ve Değeri


Balder söylencesinin ebedi bir çekiciliği olmasının pek çok nedeni vardır. Birinci olarak, insanoğlunun iki evrensel arzusunu yansıtır: Ölümsüz olmak ve ölmüş yakınlarını yaşama geri döndürmek. Balder söylencesi, ayrıca ana babanın çocuğuna olan sevgisini ve çocuğunun Ölümü karşısındaki derin acısını yansıtır.


Bu büyük sevgi, söylencede aynı ölçüde büyük bir nefretin, kıskançlıktan doğan Öfkenin çarpıcı zıtlığıyla vurgulanmıştır. Kendimizi iyi çocukla, onun sevgi dolu ana babasıyla, arkadaşlarıyla ve oldukça savunmasız ağabeyiyle duygudaş hissederiz. Bununla beraber kötülük iyiliğe asla tahammül edemediğinden, erdemli Balder'i yok etmekte kararlı olan kötü tanrı Loki'nin varlığıyla da büyüleniriz.


Loki'nin şeytani zekâsına, bir felaket manzarasına çekilir gibi çekiliriz. Onu, önce kalpler fatihini yok etmek için bir yol ararken, sonra bilinçsiz işbirlikçisi olarak en zayıf varlığı kullanırken ve son olarak da kendi mahvoluşundan kurtulmak için bir yol bulurken izleriz. Loki, büyük bir zafer kazanmasına karşın, bu zaferin meyvelerinin tatlı olmamasından ve sonunda kötülüğün galip gelememesi nedeniyle mutluyuzdur.


Balder'in ölümü


Balder, Odin ve Frigg'in oğluydu. Çok iyi olduğu için tanrılar içinde herkesin gözdesiydi. Tanrıların en iyisi, en bilgesi, en iyi huylusu, en şefkatli olanıydı. Saflık ve erdemle çevrelenmişti. İyi olduğu gibi yakışıklıydı da; özel bir ışıltıyla parıldıyordu.


Bir gün iyi Balder, oturmuş sohbet etmekte olan tanrılara yaklaştı. "Dün gece korkunç bir düş gördüm. Düşümde Ölüler ülkesi Niflheim'daydım ve Hel beni kucaklamıştı. Beni sarayına götürdü. Odalar altından yapılmıştı, salonlar mücevherlerle süslenmişti. Düşüm beni dehşet içinde bıraktı, çünkü yakında öleceğimi gösteriyor" dedi.


Tanrılar, sevgili Balder'İn öleceği düşüncesinden korkuya kapıldılar. Balder'İn yaşamını tehdit edebilecek olan şeyi araştırmak ve her tehlikeyi ortadan kaldırmak için dünyayı aramaya karar verdiler. Onun ölümünü engelleyeceklerinden kuşkuları yoktu. Balder'in annesi Frigg, bu büyük görevi üstüne almak için gönüllü oldu.


Dünyayı bir ucundan diğerine dolaştı. Her bitkiyle, her hayvanla, her kuşla ve her yılanla, her metalle, her taşla, her hastalık ve her zehirle, her damla suyla, her karış toprakla ve her ateş kıvılcımıyla görüştü. Hepsinin Balder'e zarar verecek hiçbir şey yapmayacaklarına dair kutsal bir yemin vermelerini sağladı. Balder'i onlar da çok sevdiğinden, Frigg'in isteğini mutlulukla yerine getirdiler.


Tanrılar, Balder'in güvende olduğunu anlayınca onun zarar verilemezliğini deneyerek eğlendiler. Bazıları ona ok, bazıları taş attı, bazıları da metal silahlarla vurdular. Balder, gözleri ışıldayarak gülümsüyordu ve "Bir daha deneyin, bunu hissetmedim bile!" diyordu.


Loki, Balder'in dayanıklılığını izledi ve bu yüzden ondan nefret etti. Yaşlı bir kadın kılığına girerek Frigg'i ziyaret etti. "Sizinle kadın kadına konuşmak için uğradım" dedi Loki, sesini değiştirerek. "Tanrıların kraliçesiymişsiniz, kuşkusuz burada büyük bir güce sahipsinizdir. Tanrıların mecliste toplanıp aralarına duran birine bir şeyler fırlattığından haberiniz var mı? Kabul etmeliyim ki eğlenir görünüyordu. Ama o kadar güzel bir tanrı ki, biri onu öldürürse çok üzücü olur. Belki oraya kadar gelip kendiniz görmelisiniz. Bu aptalca oyunlarına engel olmak için bir şeyler yapmak isteyebilirsiniz."


Frigg yanıtladı: "Bana gelmeniz ne büyük incelik. Balder' den söz ediyor olmalısınız. Ancak kaygılanmanıza neden yok, çünkü hiçbir şey ona asla zarar veremez. Ona zarar vermeyeceklerine dair her şeye kutsal yemin ettirdim. Bu yüzden oldukça güvende sayılır."


"Gerçekten de dünyadaki her şeye yemin ettirdiniz mi?" diye sordu Loki.


"Ah!.. Evet..." diye yanıtladı Frigg. "Ne de olsa Balder benim oğlum. Her şeyden yemin aldım. Her bitkiden ve her hayvandan, her kuştan ve her yılandan, her metalden ve her taştan, her hastalıktan ve her zehirden, her damla sudan, her karış topraktan ve her ateş kıvılcımından. Hiçbiri Balder'i incitmeyecek. Sizi temin ederim, gerçekten de güvencededir."


"Kendinizden çok emin görünüyorsunuz" dedi Loki. "Eğer benim oğlum olsaydı, herhangi bir şeyi atlamış olmaktan korkardım. Ama hiçbir şeyi atlamadığınızı biliyor olmalısınız."


"Aslında bir şeyi atladım" diye yanıtladı Frigg. "Ancak bunu bilerek yaptım. Valhalla'nın batısında yetişen küçük bir Ökseotu. Ondan kutsal bir yemin istemedim, çünkü kimseye zarar veremeyecek kadar küçük görünüyordu."


"Bu konuda haklı olduğunuzdan eminim" dedi Loki ve Frigg'den ayrılarak, tanrıların olduğu yöne doğru rastgele gezinerek yürüdü. Gözden kaybolur kaybolmaz kendi kılığına büründü ve hızlı bir şekilde batıya doğru yürüdü. Valhalla salonunu geçip hızlandı.


Hiç kuşkusuz, küçük ökseotunu Frigg'in tam tarif ettiği yerde buldu. Bitkiyi kökleriyle sökerek, onu tanrıların toplanmış olduğu saraya götürdü. Yürürken çeşitli meyveler, ince dallar, yapraklar topladı. Bitkinin sapını belli bir derece keskinleştirdi. Sonra dalı kemerine astı. "Kimse fark etmeyecek" dedi, kendi kendine. "Hatta benim bile farkıma varmamalarına çalışacağım."


Loki toplantıya tekrar girdiğinde Balder'le oynanan oyun tüm hızıyla sürüyordu. Tanrılar, hiçbirinin bir etkisi olmayan her çeşit maddeyi fırlattıkça, salon mutlu kahkahalarla çınlıyordu. Loki etrafa bakındı ve Balder'in kör kardeşi Hoder'in diğer tanrılardan ayrı durduğunu gördü. Hoder, terk edilmiş görünüyordu, çünkü bu oyuna katılabilme olanağı yoktu. "Hoder, sen neden Balder'e bir şeyler atmayan tek tanrısın?" dedi Loki.


"Çünkü nerede olduğunu göremiyorum" diye yanıtladı Hoder, "ayrıca atacak bir şeyim de yok."


"Bunu halledebilirim" diye haykırdı Loki. "Sen de diğer tanrıların yaptığı gibi ağabeyini onurlandırabilmelisin. Benim kolum, senin kolunu Balder'in olduğu yere yönlendirecek ve sana verdiğim dal parçasını ona atabileceksin."


Hoder, Loki'nin kendisine verdiği ökseotunu aldı ve Loki'nin kolunu yönlendirmesine izin vererek onu ağabeyine fırlattı. Dal, dosdoğru Balder'in kalbine girdi ve Balder cansız yere düştü.


Tanrılar sessiz bir şok içinde ölü arkadaşlarına baktılar. Yüreklerinden taşan üzüntüyü yansıtan gözyaşları yanaklarından aşağı boşandı. Konuşamadılar. O kadar şaşırmışlardı ki, Balder'i kaldırmaya bile kalkışmadılar. Bazıları öldürücü otun geldiği yöne döndü. Loki'yi hızlı hızlı kapıya doğru yürürken gördüklerinde, bu iğrenç olaydan kimin sorumlu olduğunu hemen anladılar. Bununla beraber sabırlı olmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Kutsal bir yerde toplanmış bulunuyorlardı ve öçlerini hemen alamazlardı.


Odin, bütün tanrılar içinde en üzgün olanıydı. Yalnızca sevgili oğlunu kaybetmekle kalmamıştı. Ayrıca Balder'in ölümünün, soylarının yok olmasıyla sonuçlanacak olaylar dizisinin başlangıcı olduğunu bilen de bir tek o idi.


İlk konuşan Frigg oldu: "Aranızdan kim benim sonsuz minnet ve sevgimi kazanmak isterse, şimdi söyleyeceğim şeyi yapsın. Nitlheim'a inin ve oğlumu ölüler krallığında bulup bulamayacağınıza bakın. Eğer başarılı olursanız, Hel'e giderek onun Asgard'a dönmesine izin verip vermeyeceğini öğrenin. Loki' nin kızı olduğuna göre Balder'in yaşamı karşılığında bir wergild bedelini ona önermek doğru olacaktır."


"Ağabeyimin iyiliği için bunu yapmaktan zevk duyacağım" diye haykırdı Yiğit Hermod. Odin'in atı Sleipnir'i aldı ve dörtnala uzaklaştı. Bu sırada tanrılar Balder'in bedenini deniz kıyısına taşıdılar. Onu gemisinin güvertesindeki cenaze odunlarının üzerine yerleştirdiler ve değerli kişisel eşyalarını da yanına koydular. Koşumlu atını bile öldürüp odunların üzerine yerleştirdiler.


Bütün tanrılar, tanrıların en iyisine karşı görevlerini yerine getirmek için hazır bulunuyorlardı. Thor hazırlıkları yönetti. Odin, beraberinde Frigg ve Valkyriler, ayrıca Hugin ve Munin adındaki iki kuzgunu ile geldi. Frey bir domuzun çektiği savaş arabasıyla geldi. Freya bir kedinin çektiği savaş arabasıyla geldi. Heimdall atının üzerinde geldi. Yamaç devleri ve buz devleri bile iyi Balder'i onurlandırmaya geldiler. Her tanrı ve her konuk, cenaze gemisinin güvertesine çıkarak değerli eşya yığınına kendi değerli eşyalarından birini ekledi. Son olarak Odin de kendi büyük hâzinesini, her dokuz gecede bir, sekiz tane daha aynı ağırlıkta altın yüzük yaratan sihirli altın yüzüğünü koydu.


Balder'in karısı öyle büyük kedere kapılmıştı ki üzüntüsünden öldü. Tanrılar onun bedenini de odunların üzerine, kocasının yanına yerleştirdiler. Cenaze ateşinin alevi göklere doğru kükrediğinde, dalgalar diledikleri yere sürüklesin diye gemiyi denize bıraktılar.


Bu arada Hermod önünde, yanında, arkasında hiçbir şeyin görünmediği karanlık vadilerde dokuz gün dokuz gece at sürdü. Sonunda Canlılar Ülkesi'ni Ölüler Ülkesi'nden ayıran son büyük nehre vardı. Nehrin üzerinde, o karanlıkta bile ışıldayan altın çatıyla Örtülü bir köprü uzanıyordu.


Yaklaşınca, köprüyü koruyan bakire sordu: "Kimsin, baban kimdir? Dün beş alay ölü adam bu köprüden geçti, senin yaptığından daha az gürültü yapıyorlardı. Sen canlı olmalısın! Öyleyse, Hel’e giden bu yolda ne arıyorsun?"


Yiğit Hermod yanıtladı: "Ben, herkesin babası Odin'in oğlu Hermod'um ve doğrusu çok da canlıyım. Niflheim'a giden bu yolda ilerlemeliyim; çünkü ölüler krallığında sevgili ağabeyim iyi Balder'i aramam gerek. Onu köprüden geçerken gördün mü?"


"Evet, Balder köprümden geçti" diye yanıtladı bakire. "Sürekli kuzeye ve aşağı doğru giden yolu izle, çünkü Niflheim'a giden yol budur. Ancak seni uyarmalıyım. Ölüler Ülkesi çok yüksek duvarlarla çevrilidir. Kapılardan içeri girmek için bir yol bulmalısın."


Hermod ona teşekkür ederek, Hel'in krallığının kapılarına gelene kadar yoluna devam etti. Kapılar yüksekti ve içinde yaşam rüzgârını barındıranlara kapalıydı. Hermod, Sleipnir'i mahmuzlayarak, "beni bu kapıların üzerinden geçir" dedi.


Sleipnir öyle yükseğe sıçradı ki, üzerlerinden geçerken Hermod kapıları ufacık görebildi. Hel'in sarayına doğru at sürdü. Atından indi ve İçeri girdi. Salon, erkek ve kadın, genç ve yaşlı, zengin ve yoksul, erdemli ve kötü ölülerin hayaletleriyle doluydu. Sadece büyük kahramanlar, ölüler ülkesinde sonsuz varlığa sahip olabiliyorlardı. Bunlar, savaşta öldüklerinde Odin'in Valkryriler'i tarafından seçilerek Valhalla'ya getirilmiş şanslı kişilerdi. Burada, Ragnarok'taki son savaşta tanrıların yanında savaşmak için her gün hazırlık yapıyorlardı.


Hermod, salon boyunca hayaletleri görmezden gelerek yürüdü. Balder, büyük bir tanrı olduğunun kanıtı olarak yüksek bir koltuğun üzerinde oturuyordu ve Hermod'un tek gördüğü oydu.


Hermod geceyi Balder'le geçirdi ve sabah Hel'e dedi ki: "Adım Hermod. Odin'in ve Frigg'in oğluyum. Tanrıların ülkesinden ağabeyim Balder'i Asgard'a geri götürmeme izin verip vermeyeceğinizi sormak için geldim. Tanrıların ona olan sevgisi öyle büyük ki, ölümüyle hepsinin kalpleri kederle doldu. Frigg, Balder'in yaşamı karşılığında, uygun bir toergild vereceğine dair söz verdi."


Hel yanıtladı: "Balder'i ancak bir koşul sağlanırsa serbest bırakırım. Bana dünyadaki canlı cansız her şeyin onu yas tutacak kadar çok sevdiğini kanıtlamalısın. Eğer bir tek şey geri dönmesine karşı çıkar ya da onun için gözyaşı dökmeyi reddederse o zaman Balder krallığımda benimle kalacak."


"Koşulunun yerine geleceğinden eminim" diye karşılık verdi Hermod. "Annem, Balder'in yaşamını korumak için dünyadaki her şeyden kutsal bir yemin aldı. Her bitki ve her hayvan, her kuş ve her yılan, her metal ve her taş, her hastalık ve her zehir, her damla su, her karış toprak ve her ateş kıvılcımı yaşamına değer vereceğine yemin etti. Kuşkusuz hepsi onun için gözyaşı dökecek."


"Senin adına" dedi Hel, "haklı çıkmanı umarım. Ancak ne kadar emin olursan ol, bana kanıt gerekli."


Daha sonra Balder, sarayın dışına kadar Hermod'a eşlik etti. Hermod Sleipnir'e binmeye hazırlanırken Balder ona, "Bu korku dolu yolculuğu benim için yapmana çok teşekkür ederim. Tanrılar sana boşuna Yiğit Hermod demiyorlar. Ancak Baba ve büyük Thor'da sendeki kadar cesaret vardır! Bana iyilik yap, babamızın sihirli altın yüzüğünü ona olan sevgimin işareti olarak geri götür" dedi.


"Bunu yapacağım" diye karşılık verdi Hermod. "Bu arada sen de cesaretini yitirme. Tanrılar seni, bu sıkıntılı krallıktan kurtarmaya kararlılar. Gün ışığı dünyasını yeniden göreceğinden hiç kuşkum yok.”


Hermod Asgard'a dönerek, öyküsünü toplanmış olan dostlarına anlattı. Tanrılar derhal dünya üzerinde her yere; doğadaki canlı cansız her yaratık ve varlığa Balder'in Hel'den kurtulmasını sağlama amacıyla onun için yas tutmalarını isteyen 


haberciler gönderdiler. Sordukları her şey kabul etti, çünkü iyi Balder var olan her şey tarafından seviliyordu. Tıpkı buzla kaplanmışken güneşin sıcak ışınlarına tutulan her şeyin gözyaşı dökmesi gibi, her bitki ve her hayvan, her kuş ve her yılan, her metal ve her taş, her hastalık ve her zehir, her damla su, her karış toprak ve her ateş kıvılcımı ağladı.


Haberciler yolculuklarının başarısından mutluluk duyarak Asgard'a geri dönüyorlardı ki, karanlık bir mağarada oturan bir devanasına rastladılar. Onu selamladılar ve "Canlı cansız doğadaki her yaratık Balder'in Ölüler krallığından kurtulabilmesi için ağlıyor. Lütfen gözyaşlarınızı onlarınkine ekleyin. Çünkü Balder'in Asgard'a geri dönebilmesi için, Hel hiç kimsenin ağlamayı reddetmemesi koşulunu öner sürdü" dediler.


Devanası onları şaşırtarak şöyle karşılık verdi: "Hiç kimse gözlerimden yaşların boşanıp yanaklarımdan aktığını göremeyecek. Balder benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Yaşıyor da olsa, ölü de... Eğer Hel onu krallığında tutuyorsa bırakın tutsun."


Haberciler onu ne kadar ikna etmeye çalışırlarsa çalışsınlar devanası kararını değiştirmedi. Tanrılar meclisine üzüntü içinde, Hel'in Balder'i salıvermek için koyduğu koşulu sağlayamadan döndüler.

Tanrılar, habercilerin öyküsünü duyduklarında yüreklerinden taşan kederi yansıtan gözyaşları yanaklarından boşandı. Bu iğrenç olayın sorumlusunun kim olduğunu da biliyorlardı. Balder için ağlamayı reddeden devanası, pek çok değişik kılığının birinde olan Loki'den başkası değildi. Merhametsiz bir kararlılıkla öçlerini almak için sessizce Asgard'dan yola çıktılar.


Onları kandıramadığını bilen Loki, canını kurtarmak için kaçtı. Denizin üzerinde, yüksek bir dağın yamacında inşa ettiği küçük, gözden ırak bir eve saklandı. Evin dört yöne bakan birer kapısı vardı. Tanrıların gelişini, kendine hızla kaçma şansı tanıyacak kadar erken görmeyi umuyordu. Sakin ve kaygısız olmaya çalıştı. Gözlerini aşağıdaki vadiden ayırmamaya çalışıyordu. Gecenin içinde duyduğu ani seslerden sıçramamaya çalıştı. Tanrıların kendisini bulmalarını beklerken, sık sık som balığı şekline girerek, yemek için küçük balıklar yakaladığı yakınlardaki şelalenin sularında saklanıyordu. 


Geceleri evinde oturuyor ve zamanını tanrıların kendisini yakalamak için ne gibi düzenekler kullanacağını düşünmeye çalışarak geçiriyordu. Aklı olasılıklarla oynarken keten ipliklerini bir balık ağı yaratana kadar bir o yana bir bu yana büktü. "Kuşkusuz bu, balık avlamanın en iyi yolu" diye bağırdı. Sonra tüyleri ürpererek sanki ağ, onu şimdiden yakalamış gibi ateşin ortasına fırlattı.


Bu arada tanrılar iz sürmeye devam ediyorlardı. Odin, dünyadaki her şeyi görebildiği koltuğunda oturmuş ve Loki'yi dağ yamacındaki evini yaparken izlemişti. Tanrılar sürekli ve emin bir ilerleyişle Loki'nin sığınağına yaklaşıyorlardı. Öfkeleri amansızdı. Kendilerinden görünen, ama asla güvenmeyecekleri bu iki yüzlü yaratığı yakalayacaklardı.


Loki onları duyabileceği kadar yaklaştıklarında o, arka kapıdan kaçıp kendini bir som balığına dönüştürerek şelaleye atladı.


Loki'nin evine ilk giren, tanrıların en akıllısıydı. Loki'nin nerede olabileceğine dair ipuçları arayarak ve her ayrıntıyı belleğine yazarak odayı dikkatle inceledi. Sonunda Loki'nin şöminesindeki beyaz küllerden, bir balık ağının biçimini ayrımsadı. "Loki bir balık biçimine girmiş!" diye bağırdı. "Şelaleye giden dereyi arayın, onu orada bulacağınızdan eminim. Ben de hızla Loki'nin tasarladığı gibi bir balık ağı yapacağım. Ve onu bu ağla yakalayabileceksiniz."


Ertesi sabah erkenden tanrılar, bu akıllıca gereçle birlikte şelaledeydiler. Thor ağın bir ucunu tutup derenin öbür tarafına atladı. Bütün Öteki tanrılar bu tarafta kaldılar. Birlikte ağla şelale ve dere boyunca suları taradılar.


Loki şelalenin döküldüğü sulara kaçtı. Kendini İki taşın arasındaki bir çatlağa sakladı. İlk seferinde tanrılar onu bulamadı, ancak ikinci sefer nereye saklandığını gördüler. Ağa ağırlıklar taktılar ki hiçbir balık altından geçemesin. Sonra ağı yavaşça şelaleden denize doğru çektiler. Loki yakalanmamak için, ilerleyen ağın önünde ırmaktan aşağı doğru yüzmek zorunda kaldı.


Sonunda Loki zor bir seçimle karşı karşıya kaldığını anladı. Ya açık denize yüzecekti, ki bu, onu kesinlikle öldürürdü ya da ağın üstünden atlayıp akıntıya karşı yüzecekti. Thor, Loki'nin kararını tahmin etti ve derenin içine doğru yürüdü. Loki atladğında, Thor onu yakalamaya hazırdı. Ancak som balıkları kaygandır. Thor balığın gövdesini ne kadar yakalamaya çalıştıysa da o, parmaklarının arasından kayıyordu. Sonunda Thor, tırnaklarını som balığının kuyruğuna geçirdi. Loki savaşı kaybetmişti.


Tanrılar Loki'yi dağdaki derin ve karanlık bir mağaraya götürdüler. Üç kocaman kaya aldılar ve her birine birer delik açtılar. Sonra Loki'nin iki oğlunu yakaladılar. Fenrir'i hemen oracıkta kardeşini yemeye başlayan bir kurda çevirdiler. Tanrılar, Loki'nin ölü oğlunu, sertleşerek demirden şeritlere dönüşen bağırsaklarıyla kayalara bağladılar. Daha sonra Loki'nin başına zehirli bir yılan astılar ki yüzüne sürekli zehir damlatsın. Aldıkları Öçten tatmin olan tanrılar Asgard'a döndüler.


Fenrir annesini buldu ve onu Loki'nin yanına götürdü. Kocası olan Loki'yi kurtaramadı. Ancak yüzünün üzerindeki yılanın zehirine bir tas tutarak tutsaklığını daha dayanılır kılmaya çalıştı. Tas dolup da karısı onu boşaltmaya gittiğinde, zehir Loki'nin derisini öyle bir yakıyordu ki tüm dünyayı sarsacak şekilde acıyla kıvranıyordu.


Loki, tanrılar ve devler arasındaki son savaşın zamanı olan Ragnarak'a kadar bu şekilde tutsak kaldı. Şiddetli bir deprem, koca dağların bile ufalanmasına neden olduğunda, Loki'nin zincirleri de kırıldı ve Loki bir kez daha serbest kaldı. Niflheim'a inerek kızını ve Hel'in canavarlarını ölüler krallığından yukarı, savaş alanına getirdi. O ve canavar çocuklan, devlerin yanında savaştılar. Sonunda Loki ve tanrıların nöbetçisi Heimdall birbirlerini öldürdüler.


Ragnarok'la birlikte tüm dünya sona erdi. Tanrılar ve devler birbirlerini öldürdüler. Öfkeli alevler, depremlerden arta kalan her şeyi yok etti. Yeryüzü bir çöle dönüştü ve zamanla büyük bir tufan her yanı kapladı.


Yeni çağın şafağında dünya denizden, yaşam dolu, bereketli ve yeşil bir şekilde yeniden ortaya çıktı. Balder, ölüler krallığından kurtulup büyük yıkımdan hayatta kalmayı başaran genç tanrılara katıldı. Bildikleri dünya yok olmuştu; ancak daha iyi bir dünya üzerinde hüküm sürmeyi umuyorlardı. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak