23 Mart 2022 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Mutfak Tarihi - 1

 Mutfakta


Mutfak Arapça matbah sözcüğünden gelir, kökü tabh pişirme demektir, labâhat aşçılık, yemek pişirme sanatı anlamındadır. 1980 verilerine göre hanelerin

%40 kadarında mutfak bulunmamaktaydı. Köylerde evin ateş yakılan ocak ve terekten ibaret köşesi olan aş damı, aş ocağı denilen mutfak, şehirlerde ayrı bir oda haline gelirken, lavabonun bulunduğu ahşap veya beton tezgâh ve tel dolap uzun zaman bütün donanımı oluşturmuştu. Yemek masasının mutfağa sığıp sığmaması halen sorun oluştururken, ahşap ve metal dolaplar, sıcak soğuk sulu armatürler ve elbette fırın, buzdolabından başlayarak her türlü elektrikli aletle mutfağın çehresi tamamıyla değişti.



Ocak ve Ateş


Mutfağın evde küçük bir yer tutmasına karşın pişirme ve ısınma ihtiyacını karşılayan ocağın maddi ve manevi değeri yüksekti. Ocak yalnız ateş yakılan ve yemek pişirilen yer değil, istiklal Marşı’ndan atasözlerine kadar manevi değeri vurgulanan, aile ocağının tüttüğü yerdir. Evde yanan ateşin söndürülmesinin uğursuzluk getireceği inancı ve “komşu komşunun külüne muhtaç” veya “ateş almaya mı geldin?” deyişinin eğretileme değil, gerçekliğin ifadesi olduğu, ateşin elde edilebilmesinin yakın zamanlara kadar zor bir iş olmasından anlaşılmaktadır. Ateş köz haline getirilip, ertesi gün canlandırılmak üzere üstü külle örtülerek sönmemesi sağlanır. Tahtacılarda kadınlar sabah kalkıp ocaktan kor parçası aldıklarında bütün odaları dolanarak evi kötü ruhlardan arındırırlar. ‘İnsanlık’ tarihinin başlangıcında ateşin tuttuğu yer ve kibritin sağladığı kolaylığa ancak 20. yüzyılda erişildiği anımsanırsa, ateşin önemi ve ocağa verilen değer anlaşılacaktır.


Mutfak Batı Anadolu’da geleneksel olarak ev dışında küçük bir odacıktı; içinde taştan yapılmış kemerli veya düz ocak bulunuyordu. Doğu Anadolu’da on beş yirmi evin ortak tandırı bulunurken, evlerde çok basit ocaklar olur. Anadolu’da saç yaygın bir pişirme aleti olduğundan, ocak pişirmenin tek kaynağı değildir. Karadeniz’de evlerin ayrı taş fırınları varken, tavandan sallandırılan ve çeşitli simgesel nitelikler atfedilen zincire asılan kazanlarda yemek pişirilen ocak evin içindedir. Osmanlıların fethinden sonra Kafkasya’ya Müslümanlık girdiğinde, müftünün verdiği fetvayla ailenin Müslüman üyeleri için kazan hasır perde ile ayrılıp, bir yanda domuz bir yanda koyun aynı anda pişirilerek aile huzur içinde aynı anda sofraya oturup yemeğini yiyebilmiştir.



Çakmak


İnsanlar ağaç dallarını birbirine sürterek ateş elde etme yönteminden çakmaktaşı kullanma yöntemine geçtiler ve çakmaktaşı yakın zamanlara kadar kullanımda kaldı. Kaşgarlı Mahmud, “Tegme evet ışka, körüp turgıl ola/ Çakmak çakıp evse, kalı udhınır yula” (ivedi işe kalkma, bir çevreni göredur, çakmak çakan ivedilik ederse, kandili söndürüp kalır) diyerek işin inceliğini anlatır.


Çakmaktaşı jilet büyüklüğünde, taşa sürtülünce kıvılcım çıkaran bir taştır. Çakmaktaşının delik açılarak iple boyna asılan daha büyükleri de kullanılmışsa da, çakmaktaşı, taş ve taştan çıkan kıvılcımla tutuşturulacak kav bir arada büzgülü bir torbada taşınırdı.


Erkekler sigaralarını, deri veya bez torbalarda kuşaklarında taşıdıkları çakmaktaşıyla meşe, dişbudak, söğüt, kavak gibi ağaçların kabuğunda yetişen mantarların, sodyum nitrat, potasyum nitrat ya da kalsiyum klorid ilavesiyle daha yanıcı hale getirildiği ‘kav’dan oluşan ‘çakmak’larla yakıyorlardı. 17. yüzyıldan itibaren masa çakmakları ile cepte taşınan çakmak kutuları geliştirildi. Çakmak kutularının çalışma yöntemi çakmaklı tüfek ve tabancalardan farklı değildi. Kavli çakmaklar için kav piyasası doğdu. Kâğıt şeritler üstüne yapıştırılan kavlar kutulanıp satılıyordu. Osmanlı ülkesine Trieste’den gelen kav kutularında böyle altışar kâğıt vardı ve kutusu on parayaydı. Kavlı kâğıt şeritleri madeni kutuya sokularak, kutunun ortasındaki halkayla içindeki zemberek çevrilip çelik parçasının kavı tutuşturmasıyla alev elde ediliyordu. Bu alevin kumaş parçasını tutuşturması ile fitilli çakmak elde edilmiş oldu. 1880’lerde fitiller güherçile suyuna yatırılıp kurutularak kullanılmaya başlandı.


Fitilin benzin veya gazla tutuşturulmaya başlanması çakmak alevini büyütünce, çakmaklara alevin kolay sönmesini sağlayan kapak takılmaya başlandı. Halen yaşlılarca kullanılan bu çakmak modeli muhtar çakmağı olarak bilinir. 1903’te demir selyum alaşımı çakmaktaşı yapılınca, bu çakmaktaşından kıvılcım çıkaracak dişli tekerlek de ilave edilerek çakmak son biçimini aldı ve iyice küçüldü.


Çakmak elde edildikten sonra cam, porselen ve çeşitli madenlerden estetik masa çakmakları üretildi. Başparmağın tek hareketiyle yakılan, bileğin tek hareketiyle kapağı kapanan çakmak insanların zati eşyası arasında en önemli yeri almakta gecikmedi. Altın, gümüş gibi değerli madenlerle kaplı, üstüne ad yazdırılmış çakmaklar, en kıymetli hediyeler arasına girdi. Herhalde bu kadar sevildiği için çakmaktan birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de önce istihlak resmi sonra inhisar resmi adı altında 1918’den 1949 yılma kadar vergi alındı.


Sigara düşmanlığının başlamadığı, insanların kişilik alanlarının zati çakmaklarında yansıdığı günlerde bir hanımın sigarasını yakmak erkeklerin görevi iken, Zippo, Ibelo, Dunhill gibi sahibine itibar kazandıran gözde markalar vardı.


Çakmak da, kâğıt mendil çıktığında kumaş mendilin unutulmaya başlaması gibi, kullanılıp atılan plastik nesne haline dönüşmeye başladığında, Türkler bir zaman bu çakmaklara subap taktırıp, sokakların gözde mesleği gaz doldurucuları desteklediler, fakat zamanın gerekleri ve tüketilebilir çakmak üreticilerinin becerisi ile durum artık neredeyse tamamen değişti.



Kibrit


Çin’de gelenek, kibritin Orta Asyalılar tarafından kuşatılan Çin sarayının kadınları tarafından İS 577 yılında bulunduğunu bildirir. 950 yılında bilim adamı Tao Ku sülfürlü çam dallarının kullanıldığını, bunlara önce “ateş getiren köle” denilirken, çarşıda satılmaya başlanınca “ateş sopası” olarak adlandırdıklarını yazar.


Kibritin gelişimi kimya bilimiyle el ele gider. 1669’da Hamburglu simyacı Hennig Brandt altın elde etmeye çalışırken fosfor elementini buldu. Hayal kırıklığına uğrayan Brandt fosforla ilgilenmedi ama İngiliz fizikçi Robert Böyle 1680’de fosfor kaplı kâğıtla fosforlu kürdandan oluşan bir ikili icat etti, kürdan kâğıda sürüldüğünde alevleniyordu. Ama o günlerde fosfor kıt ve pahalıydı.


1826’da yeni bir patlayıcı üstünde çalışan John Walker bir tahta parçasına bulaşan kimyasal karışımı silmek için yere sürttüğünde alev aldığını gördü. John Walker arkadaşlarına kendi ürettiği ‘kibrit’lerle gösteri yaparken, Samuel Jones bunun ticari değeri olabileceğini düşündü. Ürettiği kibrite Lusifer adını verdi. Fakat kibritler kıvılcımlar çıkararak yanıyor ve koku saçıyordu. O dönemde sigara paketlerinde değil kibrit kutularında sağlıkla ilgili uyarılar yazılıydı.

Fransız kimyager Charles Sauria 1830’da kokuyu azaltacak ve yanma süresini uzatacak yenilikler yaptı fakat, Walker’ın kibritinde fosfor yokken Sauria fosfor kullanmıştı. Fosfor ise ölümcül bir zehirdi. 1911’de Diamond Match Şirketi zehirsiz kibriti icat edene kadar fosforlu kibrit işçilerde hastalığa ve birçok kazaya yol açtığı gibi, intihar ve cinayet aracı olarak da el altındaydı. Şirket insancıl bir tavır gösterip zehirsiz kibritinin patentini almayarak öteki şirketlere de üretim izni verdi.


Türkiye’ye gelen ilk kibritlerin iki tarafı da eczalıydı. Sonra tahta ve daha sonra mukavva kutularda 39 adeti 5 paraya satıldı. Bu kibrit çöpleri yuvarlak ve boyalıydı. Dört köşe 250 çöp bulunan yirmi ve 500 çöp bulunan kırk paralık kutular daha sonra piyasaya çıktı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Keskin’de kibrit fabrikası açıldı. Azmi Bey adlı eski bir kaymakam da İstanbul’da fabrika kurdu ama kibritleri kullanışlı olmadığından rağbet görmedi. Gene de kibritin ithali, imali ve satışı 1924 yılında “inhisar altına” alındı. 1930 yılında ise kibrit tekeli, şaibeli bulunan bir biçimde 25 yıllığına The American Turkish Investment Corporation adlı şirkete devredildi. Şirket İstanbul Büyükdere’deki eski Nektar Bira Fabrikası’nı kibrit fabrikasına çevirdi. Bu şirket International Match Realization Corporation tarafından devralındı. I943’te devlet bu şirketin hisselerini satın alarak kibriti devletleştirdi. Devlet işletmesinin başarısızlığı ve kaçakçılık yaratması sonucunda 1952’de kibritte devlet tekeli kaldırıldı.


Koç grubunun alıp işlettiği Büyükdere kibrit fabrikası Türkay ve inci, Orhangazi Kav Kibrit Fabrikası, Pendik’te üretilen Ateş, Hilal, Çıra Yak/Malazlar markalan, Kor, Pino, Ramdağ markaları çeşitli desenleriyle ilgi çekici koleksiyonlar oluşturmaktadırlar. Yaşam alanı oldukça daralan kibrit, çocuklar için oyuncak, öğrenci ve hükümlüler için oyun ve fal aracı olarak büyük hizmetler görmüştür.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Kemaliye (Eğin) / Erzincan


 

MİTOLOJİ, DiN VE RİTÜEL İLİŞKİSİ

 Mitolojik araştırmalarda bugüne kadar mitoloji ve  din,  mitoloji ve felsefe, mitoloji ve tarih, mitoloji ve edebiyat, mitoloji ve güzel sanatlar, mitoloji ve dil gibi bir dizi problem mitologların dikkat merkezinde olmuştur. Mitolojiyle ilgili problemlerden biri de mitoloji ve dindir. Bazı araştırmacılara göre mitoloji dinle birlikte oluşmuştur. Bütün mitlerde dini motifler ve elementler vardır. Bir kısım bilim adamlarına göreyse mitolojide hiçbir dini unsur bulunmamaktadır. Özelikle ilkel devrin mitleri sadece tabiata bağlı hayat süren insanların hayat hadiseleriyle  bilinçsizce  ilişkilerinden  ibarettir.  S.A.  Tokarev'e göre  ilkel  mitlerin öğrenilmesi,  en  eski mitlerin dinle ilişkisi olmadığını ve mitlerin farklı olayların, hayvanların özelliklerini izah ettiğini, ay ve güneşin hareketlerini, onun  kaynağını, bazı adetlerin oluşmasını gösterdiğini ortaya koymaktadır. Mitle din ilişkisinde S. Tokarev şöyle der: Mitler, dini itikatlarla yalnız belirli dinsel ve sihirsel ayinler aracılığıyla bağlanmaz. Mitolojik okul mitolojiyi eski bir din gibi düşünür. Taylor'a göre mitlerin oluşmasında genellikle animistik tasavvurlar mühim bir yer tutar. Oysa din animistik tasavvurlara yer vermez. Ancak mitolojilerin eski dini sistemlerle, özellikle de semavi dinlerle bir paralellik oluşturmasının başlıca sebebi her ikisinin kaynağında kozmik bilginin var olmasıdır. Bunlardan biri sembolik bir dille bilgi sunmakta, diğeri uyarı ve haberdarlık yaparak sonuç çıkarılması için kozmik hafızadan örnekler sunmaktadır. Her ikisinde de açık bir bilgi yoktur; simge ve semboller vardır. Mitolojide canlı olarak algılanan doğanın ve onun ayrı ayrı nesnelerinin tanrıları veya koruyucu ruhları vardır. Dinde her şeyin sahibi Tanrıdır. Onun dışında tanrı veya koruyucu ruh yoktur, ruh anlayışı yalnız insanla ilgilidir. Mitolojide insan bulunduğu noktada hakim olan tanrıdan veya o yörenin koruyucusundan yardım diler veya koruyucunun etkinlik alanında olduğunu her an his eder. Dinde her şeyin koruyucusu Tanrıdır. Mitolojide insan zor durumlarda ruhlardan yardım diler, eğer onları kızdırmışsa gerginliği gidermek için ruhlara kurban sunar. Dinde kurban yalnız Tanrı'ya sunulur, niyaz ona edilir, kurtuluş ondan beklenir. Şunu özellikle kaydetmek gerekir ki mit ve din tıpkı felsefe ve ilim gibi insan şuurunun değişik tiplerini belirtmektedir. Tarihe kadarki ilkel zamanlarda birbiriyle iç içe olan mit ve din zamanla birbirinden ayrılıp müstakil gelişme yolları izlediler. Mitolojik şuur dini şuura, felsefi tefekkür ilmi tefekküre geçebilir. Mitle felsefenin, ilimle dinin gelişme yollan sanki birbiriyle birleşmiş, aynı noktada kesişmiştir. Burada felsefeyle din arasındaki farkı da belirtmek gerekir. Bilindiği gibi felsefede rasyonel idrak, dindeyse irrasyonel itikat mevcuttur. Bu bağlamda mit, dine felsefeden daha yakındır. Nitekim hissi ve heyecanlı anların ve yaşamların ürünü olan mit, içerisinde dini karakterli konuları barındırmaktadır. Yunan Mitolojisi Yunanlıların dini olduğu gibi, Mısır Mitolojisi de Mısırlıların inandıkları, tapındıkları din görevini yerine getirmekteydi.

A. F. Losev, mitlerin kendi üslubuna göre dinden kesin surette farklı olduğunu söyler. Mitin mazmunu tanrılar karşısında secde etmekten ve yalvarmaktan, doğaüstü güçler karşısında korkudan ve acizlikten uzaktır. Mitoloji ve dinin benzeşmesinden bahseden A. F. Losev şöyle devam eder: "Her iki saha, şahsiyetin şuuruyla bağlantılıdır. Yani din ve mitolojinin her biri de ayrı ayrı mevcuttur. Din insanlara teskin, teselli, beraat, necat, kurtuluş vadeder. Mitteyse insan, kendini göstermeye, belirli bir tarihe sahip olduğunu ispat etmeye çalışır. Din, mite belirli, spesifik mazmun vermekle onu dini mazmunlu (Divan edebiyatında bazı kavramları dolaylı anlatmak için kullanılan nükteli ve sanatlı söz; anlam, kavram) mite çevirir, ancak şunu da söylemek gerekir ki mitin yapısının oluşması hiçbir dini mazmun veya başka bir ilahi mazmuna bağlı değildir. İster politeist, isterse de monoteist dinler olsun oluşumunu mitolojiye borçludur. Mesela Yahudilik, Yahudilerin ve komşularının oluşturdukları mitlerin bir terkibidir. Başka şekilde söylemek gerekirse Yahudilik Sami Mitolojisi'nin varisidir denilebilir. Ancak Yahudiliğin şekillenmesinde Mısır Mitolojisi'yle beraber Sümer, Akad ve Avesta Mitolojilerinin de rolü büyük olmuştur. Hristiyanlık da kendi bünyesinde ayrı ayrı halkların mitolojik görüşleriyle halk edebiyatı unsurlarını da barındırmıştır. Aynı şekilde Budizm de Hindistan ve civarında mevcut olan mitleri bir araya getirmiş, onları dini inanç, dini kural ve kuram şeklinde yeniden işlemiştir. Çünkü Budizm'in ortaya çıkmasından çok önceleri var olan mitler Buda metinleri içerisine alınmıştır. Örnek olarak Hindistan'daki Mahayana ve Hinayana Mitolojilerini göstermek mümkündür:'

Z. Sokolova'nın fikrince mit, halkın gerçekliğine inandığı ilahi varlıklar hakkındaki hikayelerdir. İlkel mitlerde dini elementler yoktur. Dini mazınunlu mitlerin oluşması, dinin oluştuğu ve şekillendiği daha eski devirlerle alakalıdır. Din, kütleler içerisinde kendi tesirini kuvvetlendirrnek için yapıcı güç olan mitten istifade eder. Mitoloji halkın dini itikat ve inançlarını idrak etmek, onları öğrenmek için esas kaynaktır. Bu halde belirli bir olayı içeren ve kutsal nitelik taşıyan ayinler, mitlerden ayrıdır. Nitekim mitler ve mitolojik olaylar, ilkel insanın  dünya  görüşünü yansıttığı  için  tarihten  önceki  devirde insanların mitoloji olmadan dini anlamaları mümkün değildi. Mitolojiyi dinin elementlerinden biri gibi kabul edenler de vardır. Bazılarına göreyse mit, yalnız efsane ve rivayetler toplamından ibarettir. Dindeyse mitte olmayan his ve heyecan karakteristiktir. Mitlerin  çoğu his ve heyecan ifade etmektedir.  Din mitten daha sistemli ve çok amaçlıdır. Pro-monoteizmin taraftarları manevi ahlakı, dini tasavvurlardan uzak bir dünya görüşü gibi tasvir etmek; tek olan yaratıcı Tanrı'ya ibadet ve tapınmadan ibaret olan  eski dinleri,  mitolojik motiflerden ayırmak istiyorlardı. E. Lang'a göre dinde iki felsefi akım vardır: Birincisi ilkel toplumlardaki dini düşünce ki, ruhları merhamete getiren sihirli ayinlerden farklılık arz eden akım, ikincisiyse mitolojik düşünceye dayalı sihirlerle zenginleştirilmiş felsefi akımdır. W. Wundt, "Mit ve Din" adlı eserinde şöyle der: "Din yalnız tanrılara  inancın olduğu  yerlerde mevcuttur.   Mitolojiyse  genellikle ruhlara olan inancı içerisinde bulundurur:' Macar araştırmacı İ. Trençeni-Valdapfel'e göre din, insanı sırlı güçlere tabi eder, mitolojiyse aksine insan şuuruna kol kanat verir, hatta insanın olgunlaşmasına sebep olur, müspet kahramanın ve Tanrı'nın güzel suretlerini yaratır. Ona göre din reaksiyonun gücüdür. Mitolojiyse ilerlemenin gücüdür. Dini bayram, adet ve ananelerin tarihini tasvir eden mitlerde, dini unsurlar mevcuttur. Dinin esasında tabiat hadiselerinin fantastik izahı, bu hadiseler karşısında insanın acizliği, korkusu ve tapınması, onların ilahileştirilmesini ve büyük bir kuvvete sahip olmasını sağlamıştır. Bu açıdan arkaik mitleri gözden geçirirsek, dini mitlerden başka benzeri mitlerde, kötü güçlerin üzerinde  üstün gelme inancının motifi görülür. Ayin dinin en  sabit  türüdür.  Ayinle ilgili olan mitolojik tasavvurlarsa değişkendir. Hatta o bazen unutulur, onun yerine ayini izah eden mit hemen ortaya çıkar. İnsanlar ayinleri, hatta onların manasını tamamen değiştirmiş veya unutmuş oldukları halde yerine getirmeye devam ederler.

S. Tokaryev, R. Veyman, E. Meletinskiy, Z. Sokolova ve başkaları mitolojiden bahsederken dini mitleri, cemiyetin gelişmiş dönemlerine ait sayarlar. Mitlerde dini unsurların varlığı değişik ayinlerin meydana gelmesiyle ilgilidir. Yani ayinleri açıklayan mitler dini inançların asıl mazmununu oluştururlar. Kült seviyesine ulaşmış totem ve fetişleri ilahileştirme ve tapınma, maddi varlığa dönüşür. Ve o zaman ilahileştirme ve tapma unsuru olan totemler hakkında mitler oluşur.

R. Veyman'a göre kült ve ayin bütün mitlerin esasını teşkil eder. Yani araştırmacı ayin, adet ve inancın mite tesir edebileceğini belirtir. Lakin ne mitolojik efsanelerin, ne de edebiyatın esası bunlar olamaz.

Birçok mitlerin dini merasimleri açıkladığı malumdur. Merasim uygulayıcıları mitte anlatılan hadiseleri canlandırır, yani mit icra edilen dramatik uygulamanın öncüsü gibi kabul edilir. Bazı mitler bazı yerlerin menşeini, kutsallığını vs. özelliklerini açıklar. Ama bu kutsal yerler, Türk toplulukları için sadece sıradan taş, kaya, pınar, dağ, çay değildir. Onların özellikleri kutsal dini merkezler olmalarından gelir. Benzeri yerlerde dini ayin ve merasimler gözden uzak yerlerde yapılmıştır. Mesela Türk toplulukları için kutsal sayılan Ötüken Dağı, Uygurların Göç Destanı'ndaki uğurlu kaya buna örnek gösterilebilir. Lakin mitler, bu merkez ve ayin-merasimlerle hem mekana, hem de kendi mazmununa bağlıdırlar.

Dini-totem içerikli mitler topluluğun kutsal ve manevi zenginliğini de oluşturur. Adet, anane ve kutsal totem damgalar, dini totem tasavvurlar sistemiyle bağlıdır. Böylelikle şöyle bir sonuca varılabilir: Mitin mazmunu, içeriği asıl yapısında dini karakter taşımaz, sadece kutsal totem ayin ve merasimlerle bağlantılı olduğundan, yani dini merasim ve tasavvurlarla ilgili olduğundan dini mitlere çevrilir. Dini mitler ona uygun olan ayinden ayrılmışların gizli servetidir ve o, haberdar olmayanlardan gizlenir. Ayin mitleri, dini mitolojinin içindeki gizli yönleri oluşturur. Dini mitolojinin ekzoterik yani dışa yönelik tarafı da vardır. Ekzoterik mitlerin asıl maksadı, sanki dini mitlerden kopmaları önlemektir. Mit ve dinin genel özelliği her ikisinin de hayal ürünü olmasıdır. Dini mitolojik tasavvurlar, diğer tasavvurlara oranla uzak geçmişe bağlı olmasıyla farklılık gösterir. Dini ayin mitlerinde esaslandırma, hak kazandırma anları, izah anından üstündür, yani izah onların üzerinde hakim olur. Ayinle mit arasındaki ilişkiyi sihir ve cadı sağlar. Bizim devrimize ulaşan mitleri düşüncemize göre iki gruba ayırabiliriz: Birinci gelişime açık (progressif); ikinci gelişmelere kapalı (regressif) olan dini mitlerdir. Genellikle mitler iki yöne sahiptir: Birincisi mitlerin gerçekçi-dünyevi yönüdür. Öyle ki, mit her hangi bir eşya veya hadisenin oluşumunu, menşeini, sebebini açıklar. İkincisi dini yönüdür ki, metaforik bir şekilde ifade edilen olağanüstü varlıkların oluşumunun ve mistikleşmesinin tarihinden gelir. Bu konuyu şöyle özetlemek mümkündür: İnsanlık şuurunun iki büyük kolu olan mitolojiyle din arasında bağlılık (farklılık ve uygunluk) vardır. Ancak mitoloji dinin yerini tutamadığı gibi, dini de bütünlükte mit ve mitlerin toplamı olarak adlandırmak doğru değildir. Din Tanrı'ya doğru götüren yol, mitolojiyse eski insanın çevresi ve kendisi hakkındaki ilkel bilimin bütünüdür. Dinde sistemlilik, yani yaratan Tanrı, Tanrı'nın emir ve vahiylerini ulaştıran peygamber ve ahiret inancı esastır. Mitolojide yaratılış, türeyiş mitleri eğitimci fonksiyon taşımaktadır. Dinde hüküm ve irrasyonel itikat, mitteyse bağlılık ve ilkin rasyonel bilgi vardır. Mitler dinin aracıdır, yani zaman zaman dinler mitlere müracaat etmiş, ondan yararlanmışlardır. Zaman zaman mitlerin de mazmunu değişmiş dini içerik kazanmışsa da mit dini kullanamamıştır. Dinde mistisizm, mitolojide somutluk güçlüdür.

Mitoloji, din veya ayin konusunda birbirine zıt iki düşünceyle karşı karşıyayız. Mitoloji ve din ilişkisine değinen Sovyet bilim adamları ateizmin güçlü olduğu bir zamanda mitlerin hiçbir şekilde dini içerikli olmayıp ayrı bir kategori oluşturduğu fikrini savunmuşlardır. Bunun aksini Batılı bilim adamları ileri sürmüşlerdir. Mitolojinin dinden çıktığı fikri her ne kadar doğru olmasa da mitlerin de hiçbir dini görev üstlenmediği görüşü de yanlıştır. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

22 Mart 2022 Salı

Halk Şairleri / Yunus Emre (1238-1320)

 Türk, şair. Anadolu'da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. 

İnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştir. 


Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmaz. 

Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyor. 

Kimi kaynaklarda Anadolu'ya Doğu'dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir. 

1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü söylenir. 

Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır. 

Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. 

Anadolu'da "Yunus Emre" adını taşıyan ve Yunus Emre'den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. 

Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. 

Onun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan'daki şiirleri nedeniyledir.  

Yunus Emre'nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenir. 

Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. 

Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. 

O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir. 


İnsan bir "sevgi varlığı"dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. 

Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. 

Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır. 

İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. 

Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı'dır. 

Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. 

İnsan sevgi yoluyla Tanrı'ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. 

Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. 

Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı'yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. 

Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı'dır, türlülük bir "görünüş"tür. 

Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. 

Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. 

Bu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. 

Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir "yansıma" niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca "oluş" gerçekleşir. 


Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. 

Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. 

Sevginin ereği yüce Tanrı'ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. 

Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı'yı, Tanrı'yı seven kendini sever. 

Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. 

Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. 

Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. 

Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. 

Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. 

Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. 

Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). 

Dost başka bir anlamda da Tanrı'dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür. 


Yunus Emre'de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. 

Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. 

Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. 

Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. 

Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı "eren"dir. 

Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. 

Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. 

Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. 

Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. 

Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur. 


Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. 

Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. 

Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. 

Çünkü, bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir. 

Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır. 


Yunus Emre'nin şiirinde Yeni-Platonculuk'tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunur. 

Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk'un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. 

Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk'un Türkçe açıklanışıdır. 


Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu'da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. 

Şiirlerinin ölçüsü, Türkçe'nin ses yapısına uymayan "aruz" olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. 

Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçe'nin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. 

Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. 

Ona göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. 

Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. 

İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır. 

Yunus Emre'de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren, açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır. 


Yunus Emre'nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. 

Gerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. 

Özellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur. 


YAPITLAR (başlıca): Divan, (ö.s), 1943; Risaletü'n-Nushiye, (ö.s), 1965, ("Öğüt Kitapçığı"). 


Severem ben seni candan içeri

Yolum utmaz bu erkândan içeri

Nireye bakar isem toptolusun

Seni kanda koyam benden içeri

O bir dilberdürür yokdur nişânı

Nişan olur mı nişandan içeri

Beni sorma bana bende degülven 

Suretün boş yürir tondan içeri

Beni benden alana irmez elüm

Kadem kim basa sultandan içeri

Tecellîden nasîb irdi kimine

Kiminün maksudı bundan içeri

Kime dîdar güninden şu'le değse

Anun şu'lesi var günden içeri

Senün ışkun beni benden alupdur

Ne şîrin derd bu dermandan içeri

Şerî'at tarikat yoldur varana

Hakîkat ma'rifet andan içeri

Süleyman kuş dili bilür didiler

Süleyman var Süleyman'dan içeri

Unutdum din diyânet kaldı benden

Bu ne mezhebdürür dinden içeri

Dinün terkidenün küfürdür işi

Bu ne küfürdür imandan içeri

Geçer iken Yunus şeş oldı dosta

Ki kaldı kapuda andan içeri 


Alıntıdır.


Bitkilerde Fotosentez

 Dünya, canlı yaşamına en uygun olacak şekilde, özel olarak tasarlanmış bir gezegendir. Atmosferindeki gazların oranından, güneşe olan uzaklığına, dağların varlığından, suyun içilebilir olmasına, bitkilerin çeşitliliğinden yeryüzünün sıcaklığına kadar kurulmuş olan pek çok hassas denge sayesinde dünya yaşanabilir bir ortamdır. 

Yaşamı oluşturan öğelerin devamlılığının sağlanabilmesi için de hem fiziksel şartların hem de bazı biyokimyasal dengelerin korunması gereklidir. Örneğin nasıl ki canlıların yeryüzünde yaşamaları için yer çekimi kuvveti vazgeçilmez ise, bitkilerin ürettiği organik maddeler de yaşamın devamı için bir o kadar önemlidir. 

İşte bitkilerin bu organik maddeleri üretmek için gerçekleştirdikleri işlemlere, daha önce de belirttiğimiz gibi fotosentez denir. Bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretmesi olarak da özetlenebilecek olan fotosentez işlemi, bunların diğer canlılardan ayrıcalıklı olmasını sağlar. Bu ayrıcalığı sağlayan, bitki hücresinde insan ve hayvan hücrelerinden farklı olarak güneş enerjisini direkt olarak kullanabilen yapılar bulunmasıdır. Bu yapıların yardımıyla, bitki hücreleri güneşten gelen enerjiyi insanlar ve hayvanlar tarafından besin yoluyla alınacak enerjiye çevirirler ve yine çok özel yollarla depolarlar. İşte bu şekilde fotosentez işlemi tamamlanmış olur. 

Gerçekte bütün bu işlemleri yapan, bitkinin tamamı değildir, yaprakları da değildir, hatta bitki hücresinin tamamı da değildir. Bu işlemleri bitki hücresinde yer alan ve bitkiye yeşil rengini veren "kloroplast" adı verilen organel gerçekleştirir. Kloroplastlar, milimetrenin binde biri kadar büyüklüktedir, bu yüzden yalnızca mikroskopla gözlemlenebilirler. Yine fotosentezde önemli bir rolü olan kloroplastın çeperi de, metrenin yüz milyonda biri kadar bir büyüklüktedir. Görüldüğü gibi rakamlar son derece küçüktür ve bütün işlemler bu mikroskobik ortamlarda gerçekleşir. Fotosentez olayındaki asıl hayret verici noktalardan biri de budur.



Kloroplast


Kloroplastta fotosentezi gerçekleştirmek üzere hazırlanmış thylakoidler, iç zar ve dış zar, stromalar, enzimler, ribozom, RNA ve DNA gibi oluşumlar vardır. Bu oluşumlar hem yapısal hem de işlevsel olarak birbirlerine bağlıdırlar ve her birinin kendi bünyesinde gerçekleştirdiği son derece önemli işlemler vardır. Örneğin kloroplastın dış zarı, kloroplasta madde giriş-çıkışını kontrol eder. İç zar sistemi ise "thylakoid" olarak adlandırılan yapıları içermektedir. Disklere benzeyen thylakoid bölümünde pigment (klorofil) molekülleri ve fotosentez için gerekli olan bazı enzimler yer alır. Thylakoidler "grana" adı verilen kümeler meydana getirerek, güneş ışığının en fazla miktarda emilmesini sağlarlar. Bu da bitkinin daha fazla ışık alması ve daha fazla fotosentez yapabilmesi demektir. 

Bunlardan başka kloroplastlarda "stroma" adı verilen ve içinde DNA, RNA ve fotosentez için gerekli olan enzimleri barındıran bir de sıvı bulunur. Kloroplastlar sahip oldukları bu DNA ve ribozomlarla hem kendilerini çoğaltırlar, hem de bazı proteinlerin üretimini gerçekleştirirler.

Fotosentezdeki başka bir önemli nokta da bütün bu işlemlerin çok kısa, hatta gözlemlenemeyecek kadar kısa bir süre içinde gerçekleşmesidir. Kloroplastların içinde bulunan binlerce "klorofil"in aynı anda ışığa tepki vermesi, saniyenin binde biri gibi inanılmayacak kadar kısa bir sürede gerçekleşir.

Bilim adamları kloroplastların içinde gerçekleşen fotosentez olayını uzun bir kimyasal reaksiyon zinciri olarak tanımlarlarken, işte bu hız nedeniyle fotosentez zincirinin bazı halkalarında neler olduğunu anlayamamakta ve olanları hayranlıkla izlemektedirler. Anlaşılabilen en net nokta, fotosentezin iki aşamada meydana geldiğidir. Bu aşamalar "aydınlık evre" ve "karanlık evre" olarak adlandırılır. 


 Aydınlık Evre


Bitkilerin fotosentez işleminde kullanacakları tek enerji kaynağı olan güneş ışığı değişik renklerin birleşimidir ve bu renklerin enerji yükü birbirinden farklıdır. Güneş ışığındaki renklerin ayrıştırılması ile ortaya çıkan ve tayf adı verilen renk dizisinin bir ucunda kırmızı ve sarı tonları, öbür ucunda da mavi ve mor tonları bulunur. En çok enerji taşıyanlar tayfın iki ucundaki bu renklerdir. Bu enerji farkı bitkiler açısından çok önemlidir çünkü fotosentez yapabilmek için çok fazla enerjiye ihtiyaçları vardır. Bitkiler en çok enerji taşıyan bu renkleri hemen tanırlar ve fotosentez sırasında güneş ışınlarından tayfın iki ucundaki renkleri, daha doğrusu dalga boylarını soğururlar, yani emerler. Buna karşılık tayfın ortasında yer alan yeşil tonlardaki renklerin enerji yükü daha az olduğu için, yapraklar bu dalga boylarındaki ışınların pek azını soğurup büyük bölümünü yansıtırlar. Bunu da kloroplastların içinde bulunan klorofil pigmentleri sayesinde gerçekleştirirler. İşte yaprakların yeşil gözükmesinin nedeni de budur. 

 Fotosentez işlemi bitkilerin yeşil görünmesine neden olan bu pigmentlerin güneş ışığını soğurmasından kaynaklanan hareketlenme ile başlar. Acaba klorofiller bu hareketlenme ile fotosentez işlemine nasıl başlamaktadırlar? Bu sorunun cevabının verilebilmesi için öncelikle kloroplastların içinde bulunan ve klorofilleri içinde barındıran Thylakoid'in yapısının incelenmesinde fayda vardır. 

"Klorofiller, "klorofil-a" ve "klorofil-b" olarak ikiye ayrılırlar. Bu iki çeşit klorofil güneş ışığını soğurduktan sonra elde ettikleri enerjiyi fotosentez işlemini başlatacak olan fotosistemler içinde toplarlar. Fotosistemler kısaca, thylakoid'in içinde yer alan bir grup klorofil olarak tanımlanabilir.

Yeşil bitkilerin tamamına yakını bir fotosistem ile tek aşamalı fotosentez gerçekleştirirken, bitkilerin %3'ünde fotosentezin iki aşamalı olmasını sağlayacak iki farklı fotosistem bölgesi bulunur. "Fotosistem I", ve "Fotosistem II" olarak adlandırılan bu bölgelerde toplanan enerji daha sonra tek bir "klorofil-a" molekülüne transfer edilir. Böylece her iki fotosistemde de reaksiyon merkezleri oluşur. Işığın emilmesiyle elde edilen enerji, reaksiyon merkezlerindeki yüksek enerjili elektronların gönderilmesine, yani kaybedilmesine neden olur. Bu yüksek enerjili elektronlar daha sonraki aşamalarda suyun parçalanıp oksijenin elde edilmesi için kullanılır.

Bu aşamada bir dizi elektron değiş tokuşu gerçekleşir. "Fotosistem I" tarafından verilen elektron, "Fotosistem II" den salınan elektron ile yer değiştirir. "Fotosistem II" tarafından bırakılan elektronlar da suyun bıraktığı elektronlarla yer değiştirir. Sonuç olarak su, oksijen, protonlar ve elektronlar olmak üzere ayrıştırılmış olur.

Ortaya çıkan protonlar thylakoid'in iç kısmına taşınarak hidrojen taşıyıcı molekül olan NADP (nikotinamid adenin dinükliotid fosfat) ile birleşirler. Neticede NADPH molekülü ortaya çıkar. Suyun ayrışmasından sonra ortaya çıkan protonlardan bazıları ise thylakoid zarındaki enzim kompleksleri ile birleşerek ATP molekülünü (hücrenin işlemlerinde kullanacağı bir enerji paketçiği) meydana getirirler. Bütün bu işlemler sonucunda bitkilerin besin üretebilmesi için ihtiyaç duydukları enerji artık kullanılmaya hazır hale gelmiştir. 

Bir reaksiyonlar zinciri olarak özetlemeye çalıştığımız bu olaylar fotosentez işleminin sadece ilk yarısıdır. Bitkilerin besin üretebilmesi için enerji gereklidir. Bunun temin edilebilmesi için düzenlenmiş olan "özel yakıt üretim planı" sayesinde diğer işlemler de eksiksiz tamamlanır. 


 

Karanlık Evre


Fotosentezin ikinci aşaması olan Karanlık Evre ya da Calvin Çevrimi olarak adlandırılan bu işlemler, kloroplastın "stroma" diye adlandırılan bölgelerinde gerçekleşir. Aydınlık evre sonucunda ortaya çıkan enerji yüklü ATP ve NADPH molekülleri, karanlık evrede kullanılan karbondioksiti, şeker ve nişasta gibi besin maddelerine dönüştürürler.  



Fotosentez İçin Gerekli Olan Güneş Işığı 


Bitkiler hücrelerindeki klorofil maddelerinin ışık enerjisine karşı duyarlı olmaları sayesinde fotosentez yapabilirler. Buradaki önemli nokta klorofil maddelerinin çok belirli bir dalga boyundaki ışınları kullanmalarıdır. Güneş tam da klorofilin kullandığı bu ışınları yayar. Yani güneş ışığı ile klorofil arasında tam anlamıyla bir uyum vardır. 

Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe adlı kitabında bu kusursuz uyum hakkında şunları yazmaktadır:

Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir... Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün Güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır.

Bu konuda örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir televizyonun, bir kanalın yayınını yakalayabilmesi için, doğru frekansa ayarlanmış olması gerekir. Kanalı başka bir frekansa ayarlayın, görüntü elde edemezsiniz. Aynı şey fotosentez için de geçerlidir. Güneş'i televizyon yayını yapan istasyon olarak kabul ederseniz, klorofil molekülünü de televizyona benzetebilirsiniz. Eğer bu molekül ve Güneş birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. 


Alıntıdır.


Kuru temizleme nasıl yapılıyor?

 Giysilerinizi evde çamaşır makinesinde yıkarken kirleri çözen madde sudur. Ancak örneğin yünlü kumaşlarda olduğu gibi, birçok kumaş türünde su etkili olmayabilir.

Kuru temizlemede suyun yerine bir petrol ürünü kullanılır. İnsanlarda ıslaklık, suyla temas anlamında algılandığından bu işleme kuru temizleme denilmektedir. Aslında olay kuru ortamda yapılmamaktadır.

Joly Belin adında bir Fransız, kazara giysisinin üzerine kerosen dökmüş ve bunun giysisinin üzerindeki lekeyi temizlediğini hayretle görmüştü. Bu işin üzerine giderek 1840'lı yıllarda Paris'te ilk kuru temizleme işletmesini açmıştı.

Başlangıçta kuru temizlemede çözücü madde olarak gaz ve kerosen kullanılıyordu. Günümüzde ise hemen hemen tüm dünyada "perkloroetilen" veya kısaca "perk" diye tanımlanan bir çözücü kullanılmaktadır.

Elbiseler, kuru temizleyicide su yerine bu çözücü ile yıkanır. Çözücü buharlaşmasın, havayı kirletmesin ve tekrar kullanılabilsin diye her seferinde bir yerde toplanır. Bu şekilde temizlenen giysiler, ütülenince yeni gibi dururlar.

Kuru temizleme yapılan giysileri eve getirdiğinizde, beraberinde baş ağrısı ve mide bulantısı riskini de getirdiğinizi unutmayın. Kuru temizlemede kullanılan bu "perk" isimli madde çok toksik olup, vücudumuzun önemli organları ve sinir sistemimiz üzerinde zararlı etkileri vardır.

Havada milyonda yüz partikül olunca zararlı etkileri görülmeye başlanılan bu çözücünün oranının, kuru temizleme yapılmış bir giysinin, kapalı bir arabaya konulup, on beş dakika tutulması ile milyonda 350'ye ulaştığı tespit edilmiştir.

İster inanın, ister inanmayın birçok kumaş türü kuru temizleme gerektirmez. Kuru temizlemenin tek avantajı kumaşların çekmelerine ve şekillerini kaybetmelerine yol açmamasıdır.

Üretici firmaların, giysilerin etiketlerine "sadece kuru temizleme" şeklinde ikaz yazmalarının ana sebebi, garanti süresince geri almak zorunda oldukları giysileri, çekme ve deformasyon tehlikesinden korumak içindir. Özellikle ipek ve suni ipekten yapılmış giysiler güvenli bir şekilde elde yıkanabilirler.,


Alıntıdır.


Genetik Sözlüğü

  

Baz Dizilişi

 

Dna'nın yapısındaki bazlar dört çeşittir: Adenin (A), Timin (T), Sitozin (S) ve Guanin (G).

Bu bazların şeker ve fosfattan oluşan iskelet üzerindeki dizilişi, DNA'nın özel yapısını oluşturur.

Bu diziliş, canlıların özelliklerini belirleyen kalıtsal bilgilerin şifresidir.

İnsan DNA'sında üç milyar kadar baz çifti bulunur.

 

DNA (Deoksiribonükleik asit)

 

Çok ince ve uzun bir çift iplikçikten oluşur.

DNA'yı, sarmal biçiminde bükülmüş bir ip merdivene benzetebiliriz.

Bu merdivenin kenarlarında şeker ve fosfat molekülleri bulunur.

Merdivenin basamakları, baz olarak adlandırılan kimyasal maddelerden oluşur.

 

DNA Bankası

 

DNA Bankası, içinde insanların dokularından alınan DNA örneklerinin bulunduğu tüplerden oluşur.

Bu tüpler, derin dondurucularda saklanır.

Her tüpün içinde, DNA'nın belli bir bölümü bulunur.

 

DNA Çipi

 

DNA çiplerinin yapısı, mikroçipleri andırır.

Bu çiplerin üzerinde devrelerin yerine,  DNA'nın belli bölümleri bulunur.

DNA çipleri, bu iş için geliştirilmiş otomatik makinelerde oluşturulur.

Tek bir çipte, onbinlerce gen bulunur.

Araştırmacılar, DNA çiplerini kullanarak, özel araçlar yardımıyla genlerin etkilerini ve birbirleriyle etkileşimlerini incelerler.

 

DNA'nın Kendini Eşlemesi

 

Proteinlerin yapısını oluşturan aminoasitlerin üretilmesiyle ilgili bilgilerin şifresi DNA'da saklıdır.

DNA'nın kendini eşlemesi hücre çekirdeğinde gerçekleşir.

DNA'nın belli bir aminoasitin üretilmesiyle ilgili şifreyi taşıyan bölümünün kopyası çıkarılır.

Bu kopya, hücre  stoplazmasındaki  ribozoma  doğru yola çıkar.

 

DNA Parmakizi

 

Her insanın DNA'sında kendini tekrarlayan kısa baz dizileri bulunur.

Bunların tekrarlanma sıklığı, insandan insana farklılık gösterir.

DNA, çok küçük bir doku örneğinden bile alınabilir.

DNA parmakizinin belirlenmesi, insanların kimliğini belirlemede güvenli bir yöntemdir.

 

Gen

 

Her DNA molekülünde çok sayıda gen bulunur. Kalıtsal bilgilerimiz genlerimizde depolanmıştır.

DNA üzerinde bazlar belli bir biçimde sıralanarak genleri oluştururlar.

Bu diziliş, canlıların yapısındaki proteinleri üretmek için gerekli bilgileri taşır.

 

Gen Aktarımı

 

Bir canlının hücrelerine, başka bir canlının DNA'sından belli bölümlerin yerleştirilmesine gen aktarımı adı veriliyor.

Gen aktarımının kullanım alanlarından biri gen tedavisi.

Öte yandan araştırmacılar, gen aktarımı yoluyla bitkilere ve hayvanlara yeni özellikler kazandırabiliyorlar.

 

Genetik Testler

 

İnsanların, belli kalıtsal hastalıklara sahip olma olasılığı, genetik testler yardımıyla önceden saptanabilir.

Günümüzde bu testler, doğumdan önce ya da doğumdan sonra uygulanarak, bebeklerin kalıtsal hastalıklarının olup olmadığı belirleniyor.

 

Gen Haritası

 

Araştırmacılar, DNA molekülünün üzerindeki genlerin yerlerini, duruşunu ve birbirlerine göre konumunu belirlemek üzere DNA'nın özel şemalarını oluşturuyorlar. 

Bu şemalara gen haritası adı veriliyor.

 

Genetik Mühendisliği

 

Canlıların kalıtsal özelliklerinin değiştirilerek, onlara yeni işlevler kazandırılmasına yönelik araştırma alanı.

Genetik mühendisleri, genlerin yalıtılması, kopyalanması, çoğaltılması, farklı canlıların genlerinin birleştirilmesi ya da genlerin bir canlıdan bir başka canlıya aktarılması gibi deneyler yaparlar.

 

Gen Aktarımlı Tarım Ürünleri

 

Genetik mühendislerinin araştırma alanlarından biri, gen aktarımı yoluyla tarım ürünlerinin olumsuz çevre koşullarına karşı dayanıklı duruma getirilmesidir.

Pirinç  gibi bazı tahılların vitamin değerlerinin aktarılması ve bazı sebzelerin uzun süre taze kalmasını sağlamak için de gen aktarımı çalışmaları yapılıyor.

 

Gen Tedavisi

 

Kalıtsal hastalıkların iyileştirilmesinde kullanılmak üzere geliştirilen yöntemlere gen tedavisi denir.

Henüz çok yeni bir araştırma alanı olan gen tedavisiyle, hatalı genlerin işlevleri yeniden düzenlenecek ya da gen aktarımı yoluyla bu genler sağlıklı olanlarla değiştirilecek.

 

İkizlik

 

Çift yumurta ikizlerinde, iki yumurta hücresinin iki farklı spermce döllenmesi sonucu  iki embriyo oluşur.

Bu bebeklerin kalıtsal özellikleri, iki kardeşinki kadar birbirine benzer.

Tek yumurta ikizlerindeyse, bir spermin döllediği bir yumurta hücresinden iki embriyo oluşur.

Bu ikizlerin kalıtsal özellikleri birbirine  eştir.

 

İnsan Genom Projesi

 

İnsan Genom Projesi, insan DNA'sının dizilişini ve insan genlerinin haritasını çıkarmak amacıyla başlatılan uluslararası bir çalışma.

Projede, farklı uzmanlık alanlarından pek çok araştırmacı çalışıyor.

DNA'daki bazların dizilişi, bu iş için geliştirilmiş özel robot makineler yardımıyla ortaya çıkarılıyor.

 

Kalıtsal Hastalıklar

 

Bir ya da birkaç gendeki normal dışı durumdan kaynaklanan hastalıklara verilen ad.

Kalıtsal hastalıklar, kalıtım yoluyla bir kuşaktan ötekine aktarılabilir.

Albinoluk, renk körlüğü, Akdeniz anemisi gibi.

 

Klonlama

 

Klonlama, DNA'nın belli bir bölümünün, genellikle de bir genin kopyasını oluşturmak için kullanılan yöntemdir.

Bu yolla oluşturulan DNA parçaları, araştırmalarda kullanılır.

Bir canlının DNA'sının onunla eş, yeni bir canlı oluşturmada kullandığı yöntemse "bedensel hücre çekirdeği aktarımı"  olarak adlandırılıyor.

 

Klonlanmış Canlı

 

Bedensel hücre çekirdeği aktarımı yöntemiyle oluşturulmuş embriyoların gelişmesiyle ortaya çıkan canlı.

Bu yöntemde, yetişkin bir canlıdan alınan hücre çekirdeği, hücre çekirdeği çıkarılmış bir embriyo hücresine aktarılıyor.

1996 yılında ilk memeli olarak bir koyun klonlanmıştır.

 

Kök Hücreler

 

Kök hücreler, farklı hücre tiplerine dönüşebilen, henüz özelleşmemiş hücre tipleridir.

Embriyonun ilk aşamalarında görülen bu hücreler, daha sonra farklılaşarak bedendeki değişik hücre tiplerini oluşturur.

 

Kromozom

 

Kromozomlar, DNA iplikçiklerinin bazı özel proteinlerin üzerine sıkıca sarılarak oluşturduğu paketçikler olarak düşünülebilir.

Bedenimizdeki hücrelerin her birinin çekirdeğinde (alyuvarlar dışında), 23 çift halinde toplam 46 kromozom bulunur.

 

Mitoz Bölünme

 

Hücrelerin mitoz bölünmesiyle iki kardeş hücre oluşur.

Bu hücrelerin genetik özellikleri birbirine eştir.

Beden hücreleri, mitoz bölünme yoluyla çoğalırlar.

 

Protein

 

Canlı kalmak ve işlevlerini sürdürmek için bedenimizin her gün milyonlarca protein molekülüne gereksinimi vardır.

Proteinler, hücrelerin yapısını oluşturan ve işlevlerini gerçekleştiren kimyasal maddelerdir.

Aminoasitlerin bir araya gelmesiyle protein molekülleri oluşur.

 

Ribozom

 

Ribozom, hücrede protein yapımından sorumludur ve DNA'dan kopyalanmış şifreleri (baz dizilişlerini) okur.

Gereksinim duyulan aminoasitler bu bilgilere göre yapılır.

Daha sonra bu aminoasitler bir araya gelerek proteinleri oluşturur.

Örneğin, insan hücrelerinde protein yapımı dakikada milyonlarca kez tekrarlanır.

 

RNA (Ribonükleik asit)

 

RNA'nın yapısı, DNA'nınkine çok benzer, ancak RNA tek zincirden oluşur.

Protein yapımında ve hücrenin öteki işlevlerinde önemli rol oynar.

RNA molekülünün birkaç farklı türü vardır.

Bir türü, DNA'nın kopyalanmış şifresini ribozoma taşır.

Bu şifre, proteinleri oluşturacak aminoasitlerin yapımı için gereken bilgileri içerir.

 

Sirkesineği

 

Sirkesineği, Drosophila melanogaster, gen haritası ilk çıkarılan ve kalıtsal özellikleri en iyi bilinen canlılardan biridir.

Onu böyle özel kılansa, çok çabuk üremesi ve laboratuvarda incelenmesinin kolay olması.

 

Tarayıcı Elektron Mikroskobu

 

Tarayıcı elektron mikroskobu, incelenen örneğin yüzeyinde odaklanılan noktayı elektron ışınıyla tarayarak çalışır.

Taranan yüzeyler eş zamanlı olarak, mikroskoba bağlı bir televizyon ekranında görülür.

Bu mikroskop, araştırmalarında en çok kullanılan araçlardan biridir.

 

 

  Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak