22 Mart 2022 Salı

Kuzey Avrupa Söylenceleri - 2

 İdun'un Elmalarının Çalınması: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Snorri Sturluson bu söylenceyi MS 1220 yılında yazdığı Nesir Edda'da anlatır. Neredeyse özdeş bir türevi, üç yüz yıl önce yazılmış bir şiirde de vardır. Sturluson'un Idun'u en önemli Kuzey tanrıçalarından biri olarak sınıflandırmasına rağmen bu onunla ilgili tek söylencedir. Aslında büyük olasılıkla Frigg ve Freya gibi Ulu veya Ana Tanrıça'dır. Meyveler, mitolojide yaşam ve ölümle ilişkilidir. Kabuklu yemişler ise ölümsüz yaşamı temsil ediyor olabilir.



Çekiciliği ve Değeri


Diğer Kuzey söylencelerinin pek çoğu gibi "İdun'un Elmalarının Çalınması" da öncelikle iyi bir serüven öyküsüdür. Ragnarak (kıyamet) yaklaştıkça, gitgide daha kötüleşen Loki karakterini işler. Ayrıca Kuzey tanrılarının kırılgan doğalarını da açığa çıkarır. Sadece Ragnarak'ta ölmekle kalmazlar, yemeleri için İdun'un altın elmaları olmasa gençliklerini de yitirirler.


Yunan tanrıları gibi Kuzey tanrıları da, İnsanlar gibi duygulanır, düşünür ve insanlar gibi davranırlar. Bununla birlikte rolleri Yunan tanrılarınınkinden oldukça farklıdır. Kuzey tanrıları genel olarak kendi türleriyle ilişki içindedirler ve insanların dünyasını kendi haline bırakırlar. 


Tanrılarla insanlar arasındaki mesafe dolayısıyla pek az Kuzey söylencesinde insanlara, birbirlerine ve tanrılara karşı nasıl davranmaları gerektiği Öğretilir.


İdun'un Elmalarının Çalınması


Bir gün Odin, Loki ve Hoenir, sık sık yaptıkları gibi birlikte yolculuk ediyorlardı. Asgard'dan yanlarına hiç yiyecek almadan ayrılmışlardı. Karla kaplı dağlar ve kurak çöller üzerindeki yolculukları onları yormuştu. Tepelerden sulak bir vadiye doğru inerlerken bir öküz sürüsü gördüler ve çok acıkmış olduklarını fark ettiler.


"iyi pişmiş bir sığır, aç yolcular için mükemmel bir yemek olur" diye haykırdı Loki: "Şunlara iyice bakıp yapılı bir tanesini seçin, eti ben hazırlarım."


Tanrılar iyi görünen bir hayvanı kestiler. Ateşin üzerinde kızartmak için hazırladılar. Eti iyice pişmiş görünene dek kızarttılar, ateşi söndürdüler ve yemeğe oturdular. Büyük bir şaşkınlıkla etin tamamen çiğ olduğunu gördüler. İkinci bir ateş yakıp eti ikinci bir şişe geçirerek, iyice pişmiş görünene dek kızarttılar. Ateşi söndürdüler ve yemeğe oturdular, ancak et hâlâ tamamen çiğdi.


"Bu ete ne olmuş, ne olabilir?" diye sordu Odin yoldaşlarına.


"Şu meşe ağacının dallarında oturan bir şey etinizin pişmesini engelliyor" dedi bir ses.


Tanrılar hemen meşe ağacına doğru baktılar ve Buz Devi Thjazi'nin ağacın dallarından birinde, büyük bir kartal şekline girmiş olarak oturduğunu gördüler.

"Öküzünüzden  istediğim  kadar yememe izin verirseniz" dedi kartal, "ben de etinizin pişmesine izin veririm."


Tanrılar kabul edince kartal tüneğinden uçtu ve etin üzerine indi. İki omuz parçasını ve bir budunu kaptı ve ansızın yuttu.


Kartalın açgözlülüğüne çok sinirlenen Loki, yerden dayanıklı bir sopa aldı ve bütün gücüyle kartalın gövdesine savurdu. Loki daha sopayı elinden bırakamadan, kartaldan ayrılamadığını ve kendisinin de sopayı bırakamadığını gördü. Kartal,


Loki'nin ayakları toprağın yüzeyine sürtülüp, yollarının üzerindeki çalılara ve taşlara çarpacak kadar alçaktan uçarak onu sürükledi. "Kollarım! Yuvalarından çıkarmadan önce bırak da gideyim" diye haykırdı Loki.


"Bunu yapmayı ben de isterim" dedi kartal. "Eğer İdun'u ve onun altın elmalarını getireceğine söz verirsen... İdun'u Asgard'ın dışına, hemen yanı başındaki ormana getirmelisin ki onu yakalayabileyim. Tam iki gün sonra sizi orada bekleyeceğim. Sözünü tutacağına dair kutsal bir yemin et.

"Yemin ederim, istediğini yapacağım" diye haykırdı Loki. Böylece kartal onu serbest bıraktı ve Loki yol arkadaşlarının yanına döndü. Kartala verdiği sözden onlara söz etmedi. Üç tanrı Asgard'a döndüklerinde Loki, İdun'a yaklaşarak şöyle dedi: "Ormanda çok güzel altın elmalar buldum. Seninkiler kadar güzel görünüyorlar. Karşılaştırmak için kendi elmalarını da alıp benimle gel. Bulduklarımı seninkilere eklemek isteyeceksin."


İdun'un gözleri umutla ışıldadı. Mutlulukla gülümseyerek elmalarının olduğu sepeti aldı ve Loki'yle beraber yola koyuldu. Ormanın derinliklerine girdiklerinde kartal aniden üzerlerine süzüldü. İdun daha ne olduğunun ayrımına varmadan koca kuş onu pençeleriyle kaldırdı ve uçarak uzaklaştı.


Asgard'daki tanrılar İdun'un kaybolduğunu; onlara yemeleri için altın elmalarından getirmediği zaman anladılar. Nereye bakarlarsa baksınlar, ne onu ne elmalarını buldular ne de kimse ona ne olduğunu tahmin edebildi. Elbette Loki de tüm diğer tanrılar kadar şaşırmış görünüyordu.


İdun'un kaybolması önemli bir sorundu. Çünkü tanrılar, ancak düzenli olarak onun elmalarından yiyerek genç kalabiliyordu. Günler geçip de İdun dönmeyince tanrılar gitgide yaşlandılar. Saçları beyazladı. Elleri ve yüzleri kırıştı, yürüyüşleri yavaşladı ve kararsızlaştı.


Odin, sorunu tartışmak için tanrıları toplantıya çağırdı. İdun'un son görüldüğünde Loki'yle birlikte Asgard'dan dışarı çıkmakta olduğu anlaşıldı. Tanrılar hemen Loki'yi yakalayarak onu bağladılar. "İdun'a ne olduğunu bize anlatmazsan sana ölene dek işkence yapacağız" dedi Odin.

Yaşamının tehlikede olduğunu anlayan Loki yanıtladı:


"Gidip İdun'un Jotunheim'da (Devlerin Evi) olup olmadığına bakacağım. Sizler için onu orada arayacağım. Freya! Bana şahin tüylü pelerinini ödünç ver."


"Ne istersen veririm!" diye haykırdı Freya.


Böylece Loki, Freya’nın şahin tüylü pelerinini giyerek kuzeye, Jotunheim'a uçtu. Thjazi'nin evine vardığında, dev, denize açılmıştı ve İdun yalnızdı. Loki, tanrıçayı ve altın elmalarını hemen bir fındığa çevirdi ve onu pençeleri arasında sıkıca tutarak havalandı.


Thjazi döndüğünde her yere baktı, ancak Idun'u bulamadı. Yokluğunda sorun çıktığını tahmin ederek kendini kartala dönüştürdü. Yapabileceği bir şey olup olmadığını anlamak için havalandı. Şahini gördü ve peşine takıldı.


Asgard'da yol gözlemekte olan tanrılar, Loki'yi pençelerinde bir fındıkla kendilerine doğru uçarken gördüler. Dev bir kartal hızla arkasından yaklaşıyordu. Tanrılar hemen talaşlarla dolu torbalar hazırlayıp Asgard'ın duvarlarının çevresine yerleştirmeye koyuldular. Şahin, duvarların üzerinden güvenli tarafa geçer geçmez, talaşları, kükreyerek göklere yükselen alevler çıkaracak şekilde ateşlediler.


Kartal, yönünü değiştiremeyecek kadar büyük bir hızla şahini izlemekteydi. Alevlerin içine daldı ve tüyleri ateş aldı. Acı içinde kapıların yanında toprağa düştü ve tanrılar onu öldürdüler.


Thjazi'nin kızı Skadi, babasının öldürülmesinin intikamını almakla yükümlüydü. Bütün bir zırh kuşandı. Her iki eline birer silah alarak Asgard'a yöneldi.


Asgard'a ulaştığında Odin dedi ki: "Ölen bir adamın yakınına, uvrgild (bir tür kan bedeli, ç.n.) sunmak geleneğimizdir. Bu yüzden sana aramızdan istediğin kocayı seçme hakkını sunuyoruz. Ancak bir koşul, o seçimini sadece ayaklarımıza bakarak yapmalısın."


Skadi kabul etti. Odin'in oğlu Balder'e âşıktı. Çünkü o çok iyiydi. "Balder'i kocam olarak seçeceğim" dedi. "Onu ayaklarından tanıyacağımdan eminim, çünkü her şeyi öyle güzel ki ayakları da öyle olmalı. Bu yüzden... İşte bu ayakları seçiyorum!" 


Ayakların sahibi ortaya çıkarken tanrılar gülümsemelerini saklamaya çalıştılar. Çünkü ayaklar Balder'in değil, Njord'undu.


Bunun üzerine Odin "Seni sevindiremediğimiz sürece verdiğimiz bedel yeterli sayılmaz" dedi. Skadi, ona karanlık bir bakış fırlatarak, "Aranızdan bunu yapabilecek olanı görmek isterdim" dedi. "Seçtiğim bu kocayla içimden hiç de gülmek gelmiyor."


Fakat Loki, pek çok yeteneği olan bir tanrıydı. Hemen bir oyuncu oldu ve bir tekeyle halat çekme oyununa girişti. Tanrı kucağına düştüğünde, Skadi kendini tutmasına rağmen, onun maskaralıklarına gülmekten kendini alamadı.


Daha sonra Odin, Thjazi'nin iki gözünü çıkarıp parlak yıldızlar olarak göklere yerleştirdi. Skadi, babasına yapılan bu Övgü nedeniyle onurlandı. Kızgınlığının yerini tatmin aldı ve tanrılarla barıştı.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Kemaliye (Eğin) / Erzincan

 


21 Mart 2022 Pazartesi

Portekizlilerin Keşifleri Ve Atlantik Köle Ticaretinin Doğuşu


15. yüzyıl boyunca, Portekizliler Asya'ya giden deniz yolları aradılar. Bu süreçte Batı Afrika sahilini keşfettiler. Buralarda ticaret merkezleri kurdular. Batı Afrika krallıkları ile çeşitli ürünleri takas ettiler. Bu ilişki nispeten eşit bir temelde kurulmuştu.

Bartolomeu  Dias Afrika'nın  güney  ucunu  dolaştıktan  sonra,  bir başka Portekizli kaşif olan Vasco da Gama Avrupa ve Doğu arasında deniz ticaret yolları açtı. Hindistan' a üç yolculuk yaptı. Portekiz Hindistanı'nın valisi oldu. Böylece Portekiz, bu zengin pazarı ilk defa eline geçirmiş oluyordu.

Avrupa'nın Afrika ile ilk ilişkileri sırasında sınırlı bir köle ticareti  söz konusuydu. Bu, dünyanın diğer bölgelerinde olduğundan çok da farklı değildi (Ortaçağ'ın başlarında, milyonlarca insan Araplar, Vikingler, Franklar ve Yunanlılar tarafından köleleştirilmişti). Afrikalı kölelerin Atlantik üzerinden taşınması esas olarak 14. Yüzyılın sonlarında ve 15. yüzyılda başladı. Bu dönemde öncelikle Portekizliler ve ispanyollar, sonraları ise Alman, ingiliz ve Fransızlar Yeni Dünya'da koloniler kurdular. 17. yüzyılın ortalarında Afrika'nın  batı sahilinde kırktan fazla kale hisarı kuruldu. İç bölgelerde köleleştirilmiş olan Afrikalılar buraya getirilip Yeni Dünya'ya götürülmeyi bekliyordu (Bu süreç özellikle 18. yüzyılda hızlanacaktı) 1650 ve 1850 yılları arasında 11.5 milyon  Afrikalı Yeni Dünya' ya taşındı.


Alıntıdır.


Kangal / Sivas

 


MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 

Türk tarihinin en eski devirlerinden başlayarak, çeşitli renklerin sembol anlamlarından başka, manevî ve millî anlamlar da kazandığını görüyoruz. Hattâ, Türkler Müslüman olduktan sonra da, İslâmiyet öncesinde uzun yüzyıllar kendi hayatlarında manevî ve millî motifler olarak rol oynamış olan bazı renklerin, Müslümanlar tarafından da kullanılmış olması sebebiyle, giderek bu renkleri dinî motif olarak da algılamaya başlamışlar, bu yüzden; o renklerin İslâmiyet öncesinde millî hayatlarında oynadıkları rolü yer yer unutarak, sadece İslâmî dönemin renkleri gibi algılamışlardır. 



 Ak (Beyaz)


Ak rengin, Türklerin en eski inançlarından olan Şamanist dönemle ilgili bazı manevî inanmalarından kaynaklanarak ululuk, adalet ve güçlülük anlamları kazandığı görülmektedir. Şöyle ki, Türk Şamanizminde Ülgen, hayır ilâhıdır. Ülgen’in altın kapılı sarayı ve altın tahtı vardır. Şaman dualarında ona Beyaz Parlak (Ak Ayas), Parlak Hakan (Ayas Kaan) vb. şekilde hitap edilir. İnanışa göre Ebem Kuşağını (Gök Kuşağı) da o yaratmıştır.

Aynı inanca göre Tufan’dan sonra Ülgen, insan yaratmağa girişti. Kardeşi Erlik de (yer altı ilâhı, kötü ruhların ilâhı), onun adam yarattığı çiçeğin bir parçasını alarak bir insan yarattı. Ülgen, kardeşine darıldı ve onu tel’in ederek, (lânetleyerek) “senin yarattığın kavim Kara Kavim olsun. Benim yarattığım Ak Kavim şarka senin yarattığın kavim garba gider” diye ilâve etti.


Bu inanışlardan kaynaklanarak, Altay Türk halk edebiyatında hayır ilâhı Ülgen’i temsil eden ak, cennet anlamında da kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Şamanlar külâhlarını bilhassa beyaz kuzu derisinden yaptırırlardı. Çünkü, itikadlarına göre beyaz renk temiz ruhların hoşuna giderdi. Buradan giderek Ak sözü ve rengi şamanî Türk inançlarında arılık ve yüceliğin bir sembolü hâline gelmiştir. Bu yüzden da, ak renk için “baş renk” de diyebiliriz. Bundan dolayı da, A. Alföldi’nin dediği gibi, “esas taraf” kabul edilen batı yönünün sembolü olarak kullanılmıştır.


Yine bu inançlardan kaynaklanarak Türklerde “aklık” temizliktir, arılıktır, yüceliktir, ululuktur. Yaşlılık, tecrübe ile dolu oluş ve bir kocalıktır, büyüklüktür. Devletin ululuk, adalet ve güçlülüğünün bir sembolüdür. Devlet büyüklerinin, özellikle savaşlarda giydikleri bir giysi, elbise rengidir. Askerî birliklerin içinde üst subay veya komutanların, kendilerini askerlerden ayırabilmeleri için, beyaz giydikleri anlaşılmaktadı. Beyaz rengin bilhassa Hun büyüklerinin ve subaylarının bir üniforması gibi olduğu görülüyor. Beyaz at da ordu içindeki büyük rütbelileri, askerlerden ayıran bir işaretti. Bu gelenek Türklerden Moğollara da geçmiştir ve Cengiz Han devletinde de devam etmiştir. Gerçekten de biz Cengiz Han’ın İmparatorluk sancağının, yani tuğunun dokuz uçlu beyaz bayrak olduğunu biliyoruz. Öte yandan, dokuz sayısının Türkler tarafından uğurlu sayıldığı şeklindeki anlayışın da Moğollara Türklerden geçtiği görülmektedir.

Anadolu’da ise beyaz at geleneği Alp Arslan’dan (Malazgirt’te olduğu gibi) Balak Gazi’ye (Artuklulardan Harput hükümdarı) devam edip gitmiştir. Bu örnekler Fatih Sultan Mehmed’in hiddetle denize sürdüğü beyaz at örneğinde olduğu gibi, daha da çoğaltılabilir. Ancak, elbise açısından Osmanlı dönemi savaş geleneklerine bakıldığında bazı farklı uygulamalara da rastlıyoruz. Bu cümleden olarak Yavuz Sultan Selim’in Reydaniye Savaşı’nda kırmızı atlaslardan bir elbise giydiği bilinmektedir. Çünkü, sarı edük (bir çeşit çizme) - kırmızı kemer ve kaftan, Osmanlı padişahlarının hükümdarlık alâmetleriydi.


Şamanist Türklerin hayır ilâhı Ülgen inanışından kaynaklanarak, devletin başında bulunanlarla diğer üst düzey yöneticilerinin hâkim rengi ve hâkimiyet sembolü, yani sancağı veya bayrağı hâline gelmiş olan ak rengin, Hunlardan sonraki diğer Türk devletlerinde de oldukça rağbet gördüğü anlaşılmaktadır. Bu yüzden eski Türkçe’de “ak kemik” (ak süñük=ak süyek) deyiminin beyler; “kara kemik” (kara süñük = kara süyek) deyiminin de avam, yani halk anlamında ve epeyce yaygın bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Buna uygun olarak, Kaşgarlı Mahmud Karahanlı hükümdarlarının “al” bayraklarından ve “kızıl” tuğlarından bahsederken, ondan birkaç yıl önce eserini yazmış olan meşhur Karahanlı devlet adamı Yusuf Has Hâcib de, “siyah kul rengidir, bey (hükümdar) beyaz olur ve siyahla beyaz nasıl kolayca birbirinden ayrılır ise, tıpkı onun gibi hükümdar da sahip olması gereken üstün niteliklerle, erdemlerle kolayca halktan ayırt edilebilmelidir” şeklinde bir görüş kaydetmiştir. O hâlde, burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus da şudur. Kaşgarlı’nın kaydettiği al ve Yusuf Has Hâcib’in işaret ettiği ak renklerin ikisi birden tarihimizin derinliklerinden akıp gelen hükümranlık sembollerimizdir ki, bu günkü şanlı bayrağımızın renklerinin de böylece eski inanç ve geleneklerimizin içinden süzülüp geldiği açıkça anlaşılmaktadır. Ancak zamanla milletimiz bugünkü bayrağımızın al’ını şehidlerimizin al kanının ve ak’ını da yine şehidlerimizin ak ruhlarının manevî sembolleri yerine de algılamış ve onu öyle değerlendiregelmiştir.


Ak renk ile ilgili kayıtların, oluşumu X. yüzyıla kadar indirilebilen Dede Korkut Destanlarında da yukarıda izah etmeye çalıştığımız anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Dede Korkut Oğuz beylerinden söz ederken ak sancaklı veya ak alemli ifadelerini kullandığı gibi, Selçuklu öncesi Oğuz hükümdarlarından Bayındır Han’dan söz ederken de, “ağ atlı Bayındır Han” deyimini kullanmaktadır. Şüphe yok ki, bu gün Türkiye’de yaygın olarak kullandığımız “yüzü ak” ve “alnı ak” ifadeleri de ak’ın Türk manevî ve millî hayatında kazanmış olduğu adalet, doğruluk, temizlik, arılık, haklılık, yücelik ve güçlülük anlamları ile bağlı bulunmaktadır.


Diğer taraftan, Hazret -i Peygamber’in kullandığı üç sancaktan (Beyaz, Yeşil ve Siyah) birinin rengi olması dolayısıyla, özellikle Osmanlı dönemi yazarları, Selçuklular ve Osmanlılardaki ünlü “Ak Sancaklar”ı genellikle Peygamber ile İslâmiyete bağlamışlardır. Nitekim, bu konuda ciddî çalışmalardan birini yapmış olan Miralay Ali Bey, Anadolu Selçuklu hükümdarı II. Gıyaseddin Mesud’un H. 688 yılında Osman Gazi’ye hükümdarlık fermanı ile birlikte bir de alem (sancak) gönderdiğini ve bu sancağın beyaz renkli kumaştan yapılmış olması sebebiyle Türkler tarafından ak sancak olarak adlandırıldığını kaydetmektedir. Gerçekten de biz, ilk dönemlerde Osmanlı Saltanat Sancakları arasında Ak Alem, yani ak sancağın başta geldiğini, asıl saltanat sancağının bu olduğunu; meselâ Fatih Sultan Mehmet zamanında doğrudan doğruya padişaha mahsus sancağın Ak Sancak olduğunu, bu yüzden de Osmanlılarda bu Ak Sancağa “Baş Alem” de dendiğini biliyoruz. İşte İslâmiyet öncesi Türk manevî ve millî inanışlarından süzülüp geldiğinde hiç şüphe bulunmayan bu beyaz bayrak geleneğinin, Konya’daki Selçuklu hükümdarının Osman Gazi’ye gönderdiği hâkimiyet alâmetleri arasındaki beyaz bayraktan kaynaklandığını zanneden Miralay Ali Bey, bunun Hz. Peygamber’in beyaz sancağının bir ifadesi olduğu görüşünü ortaya koymakta ve buna Osmanlıların Liva-i Resulullah adını verdiklerini ifade ettikten sonra “Liva-i Resulullah’tan maksat Ak Sancak’tır” demektedir.


Türklerin İslâm dinini kabul etmelerinden sonra, eski Türk gelenekleri ile yeni İslâmî geleneklerin birbirine uyum sağlamış olması elbette normaldir ve kültür gelişmesi olarak önemlidir. Ancak, öyle anlaşılıyor ki Sadrazam Mahmud Şevket Paşa da (Osmanlı Teşkilât ve Kıyafet-i Askeriyesi, İstanbul 1325), Miralay Ali Bey de (Bayrağımız ve Ay Yıldız Nakşı), diğer Osmanlı yazarları da eserlerini yazarlarken Türklerde şehit bayrağının, yani şehitler için yas alâmetinin (normal ölümler için siyah olduğu halde) beyaz olduğunu; Sultan Alp Arslan’ın Malazgirt Savaşı’na başlamadan önce beyaz elbise giydiğini, atının kuyruğunu kestikten (veya bağladıktan) sonra, askerleri ile birlikte namaz kılıp, sonra savaşa başladığını bilmiyorlardı. Halbuki Türklerde at kuyruğunu kesme, ölüme hazırlık ve aynı zamanda yas işareti idi. Sultan Alp Arslan’ın beyaz elbise giymesini ise, İslâm geleneğine göre bir anlamda kefenlenme olarak görmek, dolayısıyla İslâm öncesinin ak inancını bir İslâmî motif ile özdeşleştirmek tabiî olabilir. Ama İslâm öncesi Türk geleneklerini bilmeyen Osmanlı yazarları için, sadece İslâmî dönemi görmek de kaçınılmaz olmuştur. Oysa, yukarıdan beri söylemeye çalıştığımız gibi Ak’ın kutluluğu ve uğurluluğu, millî ve manevî üstünlüğü Şamanizm’deki Ülgen inanışından kaynaklanmakta ve kökleri Hunlar çağına kadar gitmektedir. Bu itibarla, Osmanlı devri yazarlarının tesirinde kalarak, Osmanlıların Liva-i Resululallah veya Liva-i Beyza olarak adlandırdıkları ak sancağı yalnız Peygamber ile İslâmî geleneklere bağlamaya çalışanlar; yani, Selçuklular ile Osmanlıların ünlü “Ak Sancak”larını Türklerin Müslüman oluşu ile başlatmak eğiliminde olanlar bu konuda da esnek davranmak ve eski Türk inanç ve geleneklerini göz önünde bulundurmak durumunda olmalıdırlar. Nitekim Fuat Köprülü de Selçuklu sultanı tarafından Osman Gazi’ye gönderilen Ak sancak için “bunun İlhanlılara (Cengizlilere) mahsus beyaz bayrak olacağı pek tabiîdir” demek suretiyle bu konudaki yanılgıyı bir nebze olsun düzeltmiş, ama asıl kaynağı o da görememiştir.


Beyaz renkli bayrağın diğer bazı Türk devlet ve hanedanlarında da kullanıldığını biliyoruz. Bu cümleden olarak, tarihî kaynaklar Akkoyunlu hanedanına ait sancak ve bayrakların beyaz renkli olduğunu açıkça kaydederler. Nitekim Akkoyunlu bayrağına, bu devleti kurup yönetenlerin Oğuzların Bayındır boyundan olmaları sebebiyle “Alem-i Sefîd-i Bayındırî” (Bayındırlıların beyaz bayrağı) da denildiğini biliyoruz. Diğer taraftan, 18. yüzyılda İran’da hükümdarlığı ele geçiren Nadir Şah Afşar’ın da Yeşil renkli Safevî bayrağı yerine Beyaz bayrak kullandığı anlaşılmaktadır.


Ak Asaba (İsabe) da Mısır Memlüklerinde Sultan’ın en büyük sancağı idi.


Sonuç olarak söylememiz gerekirse, ak (beyaz) renk Türklerin en eski millî ve manevî inançlarından kaynaklanan, devleti temsil  etmiş bir hükümranlık sembolüdür. Müslüman Türkler bunu dinî geleneklerine bağlamışlardır. Osmanlı devrinde ise devlet geleneğinden gelen bu Ak Sancak ile, daha çok ordu ve halk geleneğinin üstün tuttuğu al (kızıl-kırmızı) renkli sancak giderek dorukta birleşmiş ve bugünkü beyaz ay-yıldızlı al bayrağımızı meydana çıkarmıştır.


Alıntıdır.


Batı Afrika Krallıkları, Büyük Zimbabve ve Swahili Sahili


Mali ve Songhay'ın büyük imparatorlukları Batı Afrika sahilindeki diğer medeniyetlerle rakiptiler. Bunlardan en bilinen ikisi ife'deki Yoruba şehri ve Benin' deki Edo şehri'ydi.

Güneybatı Nijerya ' daki ife, 9. ve 12. yüzyıllar arasında büyük bir yerleşim bölgesi haline geldi. Şehir bronz, taş  ve terakota heykelleri ile biliniyordu. Bunların sayılarının 1200 ile 1400 arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Daha sonraları politik ve ekonomik güç Güney Nijerya'daki komşu krallık Benin'e kaydı. 1l00' lerde burası büyük bir  ticaret  merkezi  haline  gelmişti.   1450' lerde  gücünün  doruğuna ulaştı.  Benin  16.  ve  17.  yüzyıllarda  Portekizlilerle  ve  Almanlarla yapılan köle ticareti ile gün geçtikçe zenginleşti.

Güney Afrika'da antik saray şehri Büyük Zimbabve 11. yüzyıldan beri varlık gösteriyordu. Altın ve bakır madenleriyle limanın arasında bulunması büyük bir avantajdı. Yöneticiler lüks mallar karşılığında Hindistan ve Çin'e uzanan genşi bir alanda bu ürünlerin ticaretini yaptılar. Artan bu zenginlik Shona halkına zengin ve güçlü bir imparatorluk kurma imkanını sağladı. Büyük Zimbabve başkentleri oldu. Gücünün zirvesine 1450'de ulaşan Zimbabve, çevresindeki toprakların giderek verimsizleşmesi ile güç kaybetmeye başladı. Bu bölge 16. yüzyıldaki Portekiz akınlarından sonra 1684 yılında Zimbabveli gelen Rozvi imparatorluğu tarafından işgal edildi.

Doğu Afrika sahilinde M.S. 700 yılından itibaren ortaya çıkan Arap yerleşimleri halen ticaretin kontrolünü ellerinde tutuyorlardı. 11. ve 15. yüzyıllar arasında 30 civarında yeni Arap kasabası inşa edilmişti. Swahili halkı (Doğu sahilindeki Bantu yerleşimciler) iç bölgelerle Hindistan ve Çin'den gelen gemiler arasında aracılık yapıyorlardı. Bu ticaretin sağladığı maddi güçle Swahili 10. ve 15. yüzyıllar arasında sahil boyunca ve adalarda çeşitli şehir devletleri kurdular. Bunların hepsi Müslümandı. Kültürleri Arap ve Afrika tarzının bir karışımı olarak ortaya çıkmıştı.

Alıntıdır.


Kemaliye (Eğin) / Erzincan

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak