17 Mart 2022 Perşembe

ŞAMANİZM

 Şamanizm ata ruhlarına ve doğa varlıklarına tapınmaya dayanan eski bir inançtır. Bunun ne zaman ortaya çıktığı, ne gibi değişikliklerden geçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak eski Çin kaynaklarından öğrenildiğine göre, Şamanlığın önce Orta Asya Türkleri arasında ortaya çıktığı, daha sonra da diğer Türk boyları arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Bugün Şamanizm diye adlandırılan geleneklerin din adamlarını ifade etmek üzere kullanılan Şaman kelimesinin etimolojik kökeni üzerinde de çok durulmuştur. Bu terimin Tunguzcadan Rusça yoluyla Batı dünyasına geçtiği bilinmektedir. Aslen Sanskritçenin bir koluna bağlı olduğu sanılan kelimenin,  Hint-Avrupa dillerinden Toharca (Samane=Budist rahip) ve Sogdçadaki (Saman) transkripsiyonları keşfedilince, bu terimin Hint-Avrupa menşeine dayandığı iddiası kuvvet kazanmıştır. Çünkü bu kelime Tunguzcaya yabancı görünmekte ve Şamanlığın güneyden kuzeye doğru yayılışında Budizm'in tesiri sezilmektedir. Fakat Tunguzların komşuları ve Türk boylarından biri olan Sahaları etkiledikleri de gerçektir. Bazı bilim insanları bu sözcüğün köken olarak, Türkçedeki karşılığı olan "Kam'' sözcüğü ile fonetik bakımdan aynı olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Şamanizm ve eski Türk dini meselesine dair pek çok araştırma yapılmıştır. Ancak Şamanizm düşüncesi çok farklı ve karmaşık olduğundan dolayı araştırmacıların ortaya attığı bakış açıları ve düşünceleri de çok farklıdır. Liushong "Şaman dini din değildir, genelde Tanrı'ya (ruha) inanan inançların bir çeşidi, ona din olarak bakmak yanlıştır" diyor. Tayvanlı Türkolog Liu Yi Tang da "Kesinlikle Şamanizm'e din diyemeyiz, o sadece ilkel doğa ilahilerinin gücüne inanmaktan ortaya çıkmış hadisedir" görüşünde bulunuyor.

Yukarıdaki araştırmalara göre Şamani ruhlara inanılsa da din olarak kabul   edilemeyeceği   savunulmaktadır.   Ancak   Çinli   bilim adamları Wu Bing An ve Mu Dong Yan, Sincan bölgesindeyse Abdulkerim Rahman, Li Cin Shing, Dilmurat Ömer ve Türkiyeli Abdül¬ kadir İnan gibi araştırmacılar Şamanizm'i din olarak görmektedirler. Li Cin Shing'in "Sincan'daki Dinlerin Tarihi" adlı eserinde "Şaman dini ilkel toplumun son dönemlerinde din olarak şekillenmeye başlamıştır, o balıkçılık ve çoban hayvancılık yapan milletlerin tarihinde bu din önemli rol oynamıştır" diye bahsediliyor. Abdülkadir İnan "Tarihte ve Bugün Şamanizm'' adlı eserinde "Şamanizm Orta Asya göçmenlerinin eski dini. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Yakutlar gibi Orta Asya ulusları bu dine inanıyordu" diye yazıyor.

Yukarıda görüşlerini paylaştığımız bilim adamlarının bazıları doğa kültü, totemizm, atalar kültü gibi inanç unsurlarını da "Şaman dini" dairesinde bakmaktadırlar. Bazıları onu ilkel toplumdan geçiş sürecinde geçici bir din olarak, bazılarıysa büyücülük faaliyeti olarak bakıyorlar. Dolayısıyla bilim insanlarının bu konu üzerindeki  görüşleri çok farklıdır. İbrahim Kafesoğlu'na göre eski Türklerin dini üç noktaya toplanır:

1. Doğa Kültü

2. Atalar Kültü

3. Gök Tanrı Kültü.

Bahaddin Ögel de "Eski Türk topluluklarının Şamanistler olduğu hakkındaki görüşler çok yanlıştır." demektedir. Uluslararası Şamanizm Medeniyet Araştırma Kurumu'nun Başkanı Hoperr "Orta Asya Şamanizm'i" adlı bildiri konuşmasında şunları ifade ediyor: 


"Şamanizm bir medeniyet olgusu, o ne büyücülük faaliyeti, ne de siyasi faaliyettir. Şamanizm kültür, tıp ilimi, edebiyat-sanat, örf, adet, ekoloji gibi alanlara bağlıdır. Onu din olarak nitelendiremiyoruz. Şamanizm dinin kapsadığı alandan geçmiş bir hadisedir. Şamanlar Orta Asya toplumlarının tarihi sürecinde önemli rol oynamışlardır. Onlar şair, sanatçı, usta ve kahramanların yerine geçmiştir. Avrupa dillerindeki 'Shamanism' teriminin başka dillere 'Şaman dini' olarak tercüme etmenin yanlış algılamaya yol açmaktadır; onun yerine 'Şaman Kültürü' diyerek tercüme edilmesi gereklidir:'

Şamanizm hakkındaki araştırma karmaşık ve zor bir konu olduğu için bilim adamlarının da Şamanizm hakkındaki görüşleri çok farklı ve çeşitlidir. Daha önce belirtilenlere ek olarak Şamanizmin tek tanrılı dinlerde görüldüğü gibi bir inanç sisteminin ve kesin kurallarının mevcut olmadığı söylenebilir. Şamanizm'i tarif ederken, Orta Asya ve Sibirya bölgesini çevreleyen dinlerden çeşitli yollarla etkilenmiş ve zamanla kendi kültür kimliğini oluşturmuş bağımsız bir "kültür ocağıdır" denilebilir. İlkel toplumda insanoğlu karşılaştığı sosyal olaylar, çelişkiler, hastalıklar gibi bazı olgu ve olayların sebeplerini anlayamazdı ve bunları anlamak ve kontrol altına almak isteğiyle Animizm düşünceleri etkisiyle kötü ruhları kovalayıp, iyi ruhların yardımına kavuşacağı maksadıyla büyücülük faaliyetleri ortaya çıkmış ve hayatlarını sürdürmede önemli bir unsur haline gelmiştir.

Büyücülük belli tören ve faaliyetlerle doğaüstü güçlerden (ruhlar, periler, cinler, dev vb.) yararlanarak doğa, insan ve başka nesnelerle "hissi ilişki" kurarak gerçek amaca ulaşmak için aranan veya hayal kurulan bir eylemdir. Büyücülüğün tarihi süreci uzun, ilkel medeniyet etaplarından geçmiş, ulusların tarihinde bu tür eylemler farklı biçimlerde ayakta kalmıştır ve kalmaya devam etmektedir. Tarihteki bu tür büyücülük eylemleri ve onun günümüzdeki izleri veya kalıntılarına Şamanizmin dairesi içinde bakılmaktadır. Yani bu tür olaylar din olarak, Türk Topluluklarının ilkel dini olarak kabul edilmektedir.

Göktürk Hanlığı ve Orhun Uygur Hanlığı'na dair yazıtlarda büyücülük veya Şamanlara ait yazılarla karşılaşılmamıştır. Bu belki onların hayatında bu (büyücülük) eylemin o kadar önemsenmediğini ya da önemli bir etkide bulunmadığını gösterebilir. Ancak Çin kaynaklarında Hun, Türk ve Uygur tarihindeki büyücülükle ilgili yazılar oldukça fazladır.

"Han nama"da şöyle yazmaktadır: "Hunlar büyücüleri gönderdi ve inek, koyun gibi hayvanları gömdürürdü ve askerler için dua okuturdu. Tanrı Kut Han padişahına at ve başka şeyleri hediye etti ve birkaç büyücünün orada kalmasını istedi:'

"Divani Lügat'it Türk"te bu konuda ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Ve bu alanı anlamada önemli katkıları olmuştur. Daha çok Şamanilik inanılan doğa güçlerini etkilemeyi amaçlayan bir eylem olarak anlatılmıştır.

Şaman inanışına göre evren üç bölümden oluşmaktadır:

Gök: Aydınlık olandır. Orada iyilik, güzellik ve mutluluk vardır. Tam anlamıyla bir cennet demektir. 17 kattan oluşmaktadır. En büyük tanrı/ruh olan ülgen, eşi ve çocuklarıyla kendisine bağlı iyi ruhlar orada oturur.

Yeryüzü: İnsanların yaşadıkları yerdir.

Yeraltı: Karanlık olandır. 14 kattır. Kötülüklerin, bahtsızlıkların, çirkinliklerin hüküm yeridir. Bu nedenle cehennem demektir. Korkunç bir tanrı/ruh olan Erlik, ailesi ve ona bağlı kötü ruhlar yeraltın¬ da bulunurlar.

Şamanlar bu üçe ayrılan evrende kendi dualarıyla hastaların dua isteklerini gökteki ve yeraltındaki ruhlara ilettiklerini, onlarla konuştuklarını söylerler ve böylece hastaya ya da büyü okutmaya ihtiyaç duyan kişiye gelecek kötülüklerden gökteki ve yeraltındaki ruhların kendilerini koruduğu duygusu aktarılmış olur.

Şamanın (Kam'ın) Özellikleri


Şamanizmde bir peygamber ya da kutsal bir kitap olmadığı için Kamlar toplum içinde sivrilmiş ve statü olarak önemli bir yer edinmişlerdir. Kamların görev ve nüfuzları hakkında Çin, Bizans, İslam ve Hıristiyan kaynaklarında birçok önemli bilgiye ulaşılmaktadır. Bunlar içinde ünlü İranlı tarihçi Cüveyni'nin adı zikredilebilir. Cüveyni Uygurlarda sihir ilmini bilenlere " Kam''     adı verildiğini, bunların şeytanlara hükmettiğini bildirmiştir. Tarihçi, Kamların Tanrı ile ilişkide bulunduklarından da söz etmiş, bu yolla onların gelecekten haber verdiklerini ileri sürmüştür. Ona göre, Moğollar döneminde şiddetli kışta çıplak bir vaziyette dağlara giderek Tanrı ile konuşan Moğol Kamı, Tanrı'nın yeryüzünü Temuçin (Cengiz Han) ve oğullarına verdiğini bildirmiştir

Kam, Şaman inancında bu dinin ayinlerini gerçekleştiren, fani insanlarla ruhlar arasında aracılık yapan kişidir. Kaşgarlı Mahmut "Kam" sözünü "kahin" kelimesiyle açıklıyor. Bu söz o zamanki Müslüman Türkler tarafından da unutulmamıştır. Yusuf Has Hacip ise Kutadgu Biligde Kamları "otacılar" olarak çevirmekle beraber, bunların insan toplulukları için faydalı kişiler olduğunu söyler. Kanaati temsil eden Odgurmuş hakana nasihat verirken "Bazı insanlar yoksul, bazı insanlar da kaygıyla yıpranmışlardır. Bunların ilacı, dertlerine derman sendedir. Bunları tedavi et, bunların Kam'ı ol" demektedir. Dolaysıyla onlar aynı zamanda bir tıp adamıdır. Şamanistlerin inancına göre Kam, tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma kudretine sahip kişilerdi. Ayin ve törenlerde insanlarla ve ruhlar arasında aracılık edip insanları kötü ruhlardan ve hastalıklardan koruduklarına inanılırdı. Şamanlar bu faaliyetlerde bulunurken özel kıyafet giyerlerdi. Şaman giysisinin özel bir görevi vardı. Bu giysi bir kült aracı gibi kullanılmaktadır. Sözgelimi, bir Şaman'ın giysisi üzerinde kuş resminin bulunması, Şaman'ın bu kuş resmi yardımıyla öte dünyaya uçabileceği şeklinde yorumlanmaktadır. Şaman giysisi  diğer kültler gibi kutsaldır.  Bu  nedenle  de  herkesin  görebileceği ve dokunabileceği yerlere konulmaz. Özellikle kadınların ve küçük çocukların dokunmasının onların güçlerini azaltacağına inanılmaktadır. Bir diğer araç olan davulsa genellikle tahta bir kasnağa deri geçirilerek yapılmaktadır. Bu davula, doğaüstü kudretlerin, cinlerin bulundukları ve eğlendikleri bir araç olarak bakılmaktadır. Bazı bölgelerde davulun, Şaman tarafından bir binek hayvanı gibi gökyüzüne ya da yeraltına yaptığı yolculuklarda kullanıldığına inanılmaktadır. Davulların üzerindeki ağaç motifleri "Dünya Ağacı"nı sembolize etmekte, merdiven resmi gökyüzüne çıkmayı kolaylaştırmakta, atlar uzun mesafeleri almak için kullanılmakta ve eciş  bücüş  cinlerse çeşitli işler görmektedir. S. Malov ise 1915 yılında Aksu şehrinde izlediği Şaman ayinini şöyle anlatıyor:

"Bakşı önce abdest aldı, çalgıcılar ateş yanında davul teflerini kurutuyorlardı. Bakşı ekmek üzerine Arapça bir dua okudu, orada bulunanlar hep  amin diyerek ekmeği yediler. Bakşı tuğ yanına oturup bir Arapça, biri Türkçe iki dua okudu. Tütsüyü tutan biri tuğa yapışıp duran hastayı tütsüledi; bakşı elinde kamçı dua okuyor, çalgıcılar çalgı çalıyorlardı. Hasta, tuğ etrafında dönüyor, bakşı onu takip ediyordu. Hasta düşüp bayıldı. Ona şerbet verdiler. Hasta ayıldı. Dört tane mum yakıp ekmeğe soktuktan sonra hastanın  eline verdiler. Hasta yine tuğ etrafında dolaşmağa başladı. Bakşı bir avuç samanı mumun ateşiyle yakıp hastaya vurup beyaz tavuğu etrafında dolaştırdı. Bununla ayinin birinci kısmı tamam oldu. Hastayı yatağa yatırdılar. Ayin sırasında her  yaptıklarında  'Kur'an  başı  bismillah, işin başı bismillah .. .' diye başlamalarına rağmen, sonrasında şaman ilahileri okudular:'

Dolayısıyla halen Şamanlar İslami örtü altında da olsa Şamanizm'i muhafaza etmektedirler. Toplumda onların yaptıklarına inanan kesimler de bulunmaktadır. Şamanlara ve ayin sırasında kullandıkları aygıtlara da kutsal olarak bakmaktadırlar. "Şaman, "Kam': "Bakşı" adlarıyla adlandırılan kişiler eskiden tanrılarla insan arasında aracılık eder biçimde algılandığı için onlara karşı saygı büyüktür. Toplumda onlar kutsal kişiler olarak kabullenilmiştir. Toplumdaki diğer kişiler onlara boyun eğer, onlara karşı fikir ve eylemde bulunmaktan kaçınırlar. Eğer Kamlara karşı saygısızlık yapılırsa, onların bet duasını alacaklarına, böylece uğursuzluklara uğrayacaklarına inanırlar. Kamların kendileri tabu öznesi olduğundan dolayı kullandıkları aygıtları da tabu açısından bakılmaktadır. Sözgelimi, Uygur toplumunda bakşıların kullandıkları davul, tefler, tuğ, ayna, kamçı gibi gündelikler bile tabu haline getirilmiştir. Başkalarının, özellikle kadınların onları tutmalarından, kullanmalarından ihtiyat edilir. Bunlar aslında günlük hayatta sık kullanılan eşyalar olmalarına rağmen Şaman gibi toplum tarafından kutsal bakılan insanlar tarafından kullanıldıkları için toplumca kült haline  getirilmişlerdir.  Aynı  zamanda  Şamanlar da bu eşyalara başka insanların dokunmasının bu eşyaların güçlerini azaltacağına inanmışlardır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Fırat Nehri / Karanlık Kanyon / Kemaliye / Erzincan

 


16 Mart 2022 Çarşamba

Toltek

 Toltekler bir Kuzey Meksika halkıydı. Teotihuacan'ın çöküşüne katkıları olmuştu. Liderleri Mixcoatl liderliğinde şehri yakıp yağmalamışlardı.

Mixcoatl'ın oğlu Topiltzin, bugünkü Tula'nın yakınlarında bulunan Toltek başkenti Tollan'ı  (kamış bölgesini) kurdu. Burası Mexico City' nin  yaklaşık  80  kilometre  kuzeyindeydi. şehir hızla büyüdü. Merkezinde bir saray kompleksi bulunuyordu. Top sahaları, taş figürlerle süslenmiş piramit tapınaklar ve  baş tanrı Quetzalcoatl' a  adanmış devasa tapınakları vardı (Genellikle " kuş tüylü yılan" şeklinde çevrilir. Quetzalcoatl 'ın resimlerine Teotihuacan ve Kolomb öncesi Meksika' da rastlantlabilmektedir). Tollan en sonunda 34 kilometrekarelik  bir  alanı  kapsamış ve yaklaşık 30-60 .000 insanı barındıran bir bölge haline gelmişti.

9. yüzyılın sonlarına  doğru  Topiltzin,  Quetzalcoatl ' a  tapanlarla birlikte doğuya gitti.  Eski  Maya şehri  Chichen  itza'ya yerleşti. Burada Maya ve Toltek stilinde yapılar inşa ettiler. Toltekler aynı zamanda metal işleme alanındaki başarıları ile de ünlüydüler.

Heykelleri ve Chicken itza'da bulunan Chae Mool adı verilen taş eserleri de çok tanınmıştı. Bu  figürlerin hepsinin karınlarında bir tabak bulunuyordu. Bu tabaklara dini seremonilerde kurban edilen insanların kalplerinin konulduğuna inanılmaktadır.

Toltekler savaşçı bir halktı. 11. ve 12. yüzyıllardaki bir dizi fethin ardından Orta Meksika 'nın büyük bölümünde gücü ellerine geçirdiler. Ne var ki 12. yüzyılın ortalarında göçebe Chichimec'ler tarafından yenilgiye uğratıldılar (Bunlar kuzeyden gelen yerli kabilelerdi. Aralarında Aztekler de yer alıyordu). Chichimec ' ler Tollan şehrini yakıp yıktılar. 


Alıntıdır.

ATASÖZLERİ

 



EKSİLTİLİ ATASÖZLERİ:


Kimi atasözleri etsiltili anlatımla söylenegelmiştir. Örnekler:


Borç vermekle, düşman kırmakla.


Ata arpa, yiğide pilav.


Aş tuz ile, tuz ozan ile


Atın ürkeği, yiğidin korkağı.


Ana hakkı Tanrı hakkı.


Aba vakti yaba, yaba vakti aba.


Bağ bayırda, tazla çayırda.


Elmayı çayıra, armudu bayıra.


Bakarsan bağ, bakmazsan dağ.


El el ile değirmen yel ile.


Sen sen, ben ben.


İncir babadan, zeytin deden.



ÖYKÜ BİÇİMİNDEKİ ATASÖZLERİ:


Kimi atasözleri çok kısa bir öykü biçiminde söylenmiştir. Örnekler: Oynamasını bilmeyen kız "yerim dar" demiş. Yerini gelişletmişler "gerim dar" demiş.


Deveye "inişi mi seversin yokuşu mu" demişler; "düz yere mi girdi" demiş.


Eşeği düğüne çağırmışlar; "ya odun eksik, ya su"


demiş.


Kurda "neden boynun kalın" demişler; "işimi kendim


görürüm de ondan" demiş. 

Katıra "baban kim" demişler; "dayım at" demiş. 

Yengece "niçin yan yan gidersin*' demişler; "serde kabadayılık var" demiş.


Kediye "bokun kimya" demişler; üstünü örtmüş.

Terziye "göç" demişler; "iğnem başımda" demiş.


Tilkiye "tavuk kebabı yer misin" demişler; "adamın güleceğini getiriyorsunuz" demiş. 

Ağaca balta vurmuşlar; "soyu bedenimden" demiş. 

Tencere demiş: "dibim altın"; kepçe demiş: "girdim çıktım"


Yalancının evi yanmış; kimse inanmamış.



ATASÖZLERİNDE DEVRİK TÜMCE:


Birçok atasözü devrik tümce ile kurulmuş; böylece daha güçlü bir anlatım sağlanmıştır.


Örnekler:


Ada bana, adayım sana.


Kazma elin kuyusunu, kazarlar kuyunu.


Say beni sayayım seni.


Açma sırrını dostuna o da söyler dostuna.


Ağlama ölü için ağla deli için.


Al kaşağıyı gir ahıra, yarası olan gocunur.


Besle kargayı oysun gözünü.


An beni bir kazla o da çürük çıksın.


Açtırma kutuyu söyletme kötüyü.


Sorma kişinin aslını, sohbetinden bellidir.


Var ne bilsin yok halinden.



ATASÖZLERİ ULUSAL DEĞERLERİ YANSITIR:


Her ulusun atasözleri, kendi varlığının ve benliğinin ay nasıdır. Atasözlerinde bir ulusun düşünceleri, yaşayışları, inanışları, gelenekleri görülür. Atasözleri, uluslann zekâlanndaki keskinliği, hayallerindeki genişliği, duygulanndaki inceliği belirten en değerli örneklerdir. 

Bu sözler, derin felsefelerden başka güzel buluşlarla, parlak nüktelerle, ince alaylarla, sert taşlamalarla doludur. Böylece her atasözü, kendi ulusunun damgasını taşır.




ATASÖZLERİNİN ÇIKIŞI VE BİÇİMLENMESİ:


Bir atasözünün ilk taslağını kuşkusuz ki tek kişi ortaya atmıştır. Ama zamanla birçok kişiler onun üzerinde yontmalar, eklemeler, değiştirmeler yapmışlar; ona kamunun beğendiği, benimsediği bir biçim vermişlerdir. İşte ilk taslak, bu son biçimiyle atasözlerinin bütün niteliklerini kazanmış ve bir kişinin malı olmaktan çıkarak toplumun malı olmuştur.


 ATASÖZLERİNİN ESKİLİĞİ, YENİLİĞİ:


Atasözlerinin, atalardan kalma, eski, ulusal varlıklar olduğunu söylüyoruz. Bu "eskilik"


niteliği üzerinde biraz durmak gerekir:


Yüzlerce yıl halk potasında kaynadıktan sonra atasözü niteliğini kazanmış olan bir sözün sözcüklerinde sözdiziminde zamanla değişiklikler olabilir. Örnek olarak iki atasözünün bugünkü, XV. ve XI. yüzyıllardaki biçimlerini bir arada gösterelim:


Kurt komşusunu yemez. Kurt konşısın incitmez. Böri koşnısın yimes. ( Bugünkü) (XV. yüzyıldaki) (XI. yüzyıldaki)

(Bugünkü) (XV. yüzyıldaki) (XI. yüzyıldaki)


taramadığın eli öp başına ko. Kesemedüğün eli öp başına ko. Taşığ ısrumasa öpmiş kerek. (Taşı ısıramazsa öpmesi gerek)

Eski atasözlerinden bugün unutulmuş olanlar bulunduğu gibi yeni zamanlarda doğmuş atasözleri de vardır. Dokuz yüzyıl önce yaşadıkları Divanü Lûgat-it-Türk'ten anlaşılan atasözlerinden kimisi bugün de yaşamakta ise de kimisi unutulmuştur. Dahası XV. yüzyıl atasözlerinin durumu da böyledir. Örneğin Divan'daki:


Otug odhguç birle ücürmes. (Ateş alevle söndürülmez.) 

Buzdan suv tamar. (Buzdan su damlar.) 

Teşük suvda belgürer. (Kasık yarığı suda belli olur.)

gibi birçok atasözleri unutulmuştur. Bunun gibi XV. yüzyılda derlenmiş olan atasözlerinden: Sünnet var cümle kesmek yok.

Eşek eti diriyle tatludur.


İl ilden ayruksı olmaz, töresi ayruk olur.


gibileri bugün işitilmemektedir. Öte yandan: Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var. gibi kahvenin yurdumuza yayıldığı tarihten sonra çıkan atasözleri de vardır. Demek ki atasözleri de dilin sözcükleri gibi sürekli bir oluş-unutuluş durumu içindedir.



DÖRT BÖLÜK ATASÖZÜ:


Atasözleri, kullanıldıkları yer ve zaman bakımından dört bölüğe ayrılabilir: a) Yurdun her yerinde kullanılanlar; b) Sadece bir bölgede bulunanlar; c) Türkiye dışındaki Türk lehçelerinde yaşayanlar; ç) Eski zamanlarda kullanılmış iken bugün bırakılmış olanlar. Biz bunları ayrı ayrı derleme konusu yapmayı uygun buluyoruz. Nasıl ki sözlüklerimiz: a) Ortak yazı dili sözlüğü; b) Bölge ağızlarının sözlüğü; c) Lehçeler sözlüğü; ç) Tarihsel sözlük olarak ayrı ayrı ortaya konulmaktadır.


ÇELİŞİK ATASÖZLERİ:


Atasözleri içinde anlamlan birbirine aykırı olanlar vardır. Her atasözü bir kural olduğuna göre bu çelişik sözlerden her biri nasıl kural sayılabilir? Bu soruya cevap verebilmek için görüp geçirdiğimiz olayların çelişmelerle dolu olduğunu düşünmek gerekir. Bunları belirten kurallar da şüphesiz öyle olacaktır. Bundan başka aynı olay, değişik koşullar altında ayrı ayrı sonuçlar verebilir. O zaman birbirini tutmayan düsturlar ortaya çıkar. Nitekim yalan söylemenin kötü sonuçlar vereceğini bildiren atasözleriyle birlikte doğru söylemenin kötü sonuçlar vereceğini bildiren atasözleri de yaşamaktadır:


Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Doğru söyleyenin tepesi delik olur. (Çünkü herkes başına vurur.) 

Bunun gibi, iyilik yapanın iyilik göreceğini bildiren ata-sözlerimiz de, kötülük göreceğini


bildiren atasözlerimiz de vardır:


İyilik eden iyilik bulur.


İyiliğe iyilik olsaydı koca öküze bıçak olmazdı.


Burada bir inceliği belirtmek yerinde olur: Birbirine aykırı olan atasözlerinin hepsi kural gibi söylenmiş olmakla birlikte doğru yargılı olmayanlar, ya toplumla alaydır, ya taşlamadır ya uyarmadır ya yermedir ya da bir kötümserlik ve öfke anlatımıdır. Bunlar doğru şeyler söylemek için değil, toplumca benimsenmek gibi bir genelliği bulunan ruh hallerini yansıtmak için ortaya çıkmışlardır. Aralarında yerine göre inanılarak söylenilmiş olanlar da bulunabilir. Örneğin:


Devlet malı deniz, yemeyen domuz.


sözü taşlama da, öfke anlatımı da, inanılarak söylenilmiş bir söz de olabilir. 


iKi YARGILI ATASÖZLERİ:


Birtakım atasözleri çifte yargılı, çifte kurallıdır. Bu özellik eski atasözlerinde de bugünkülerde de görülür. Yargılar arasında başlıca iki türlü ilgi bulunur:


Atasözü iki cümleli bir benzetmedir. Cümlelerden biri benzeyen, öteki kendisine benzetilen yandır. Divanü Lûgat-it-Türk'teki şu söz gibi:

Ula bolsa yol azmas, bilig bolsa söz yazmas.


(İşaret olsa yol şaşırılmaz, bilgi olsa söz sapıtılmaz.) Bugünkü atasözlerinden örnekler: Demir tavında, dilber çağında.

Hırsızlık bir ekmekten, kahpelik bir öpmekten. 

Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır. 

Kavurga karın doyurmaz, kar susuzluk kandırmaz. 

Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz.


Eken biçer, konan göçer.


Tarlayı taşlı yerden, kızı kardaşlık yerden. Paran çoksa kefil al, işim yoksa şahit ol.

Suyun yavaş akanından, insanın yere bakanından kork.


Atasözünün iki cümlesi arasında bir benzetme değil başka bir ilgi vardır: İki yargı birbirini tamamlar ya da birbirine karşıt olabilir. Örnekler:

Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin. Baba vergisi görümlük, koca vergisi doyumluk. Var evi kerem evi, yok evi verem evi. Güzel bürünür, çirkin görünür. 


ATASÖZLERlYLE KARIŞTIRILAN SÖZLER:


Atasözlerinin niteliklerinden kimisini taşıdıkları için atasözlerini andıran ve birçok kitaplarda atasözü diye gösterilen birtakım sözler vardır. Aşağıda çeşitlerini gösterdiğimiz bu sözler, gerçek atasözleriyle karıştırılmamalıdır:

"Özsöz", "özdeyiş" (vecize) adları verilmesi gereken ve uzun uzun açıklanabilen derin anlamlı kısa sözler. Bunlar içinde yazanı, söyleyeni belli olanlar da olmayanlar da vardır. Örnekler:


Kendini bil.  (Khilon)

En büyük utku, kişinin kendine egemen olmasıdır. (Eflatun)

*


Malı az olan değil, istekleri çok olan insan fakirdir. (Seneca)


* Düşünüyorum, öyleyse var (Descartes)


* Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. (Atatürk)


* Hakaret muhayyerdir, reddolunur. (Hâmit)


Açıkgözlülük, sırasında göz yummayı bilmektir. (Cenap Ş.) 

*


Suiistimal kapısını aralık etmeye gelmez; derhal ardına kadar açılır. (Cenap Ş.)


Kâinatta yalnız bir sosyalist tanırım: Ecel.(Cenap Ş.)


En metin nokta-i istinat, insanın kendi kuvvetidir. (Cenap Ş.)

Bir güzel kıyafet, iyi bir tavsiye mektubudur. (Cenap Ş.)


Keskin kılıç kullananlar yanlış hamlelerden sakınmalıdırlar.


0Kabiliyetin mektebi yoktur.


Adalet mülkün temelidir.


Özdeyiş dışında kalan ve halk arasında sık sık kullanılan kısa, kuru, yalın gerçekler: Parasızlık her fenalığı yaptırır.

Çalışan kazanır.


Cümlemizin gireceği kara topraktır. Baba evladının fenalığını istemez. Meşveretsiz yapılan işten hayır gelmez. İlim deryadır.


Lakırdı ile iş bitmez. Takdir ne ise o olur.

Talih yâr olmayınca elden ne gelir. Can tatlıdır.

Herkes ana baba evladıdır. Fena söz çekilmez.

Yazanı bilinsin, bilinmesin "bilgece" dize ve beyitleı


Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.(Kanunî, *


Akla mağrur olma Eflâtun-i vakt olsan eğer, Bir edib-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol. (Nef i)


Hâk ol ki Huda mertebeni eyleye âli.


Atasözleri Sözlüğü - F.3


(Ruhî) 33


Taklid-i zağ kebk-i hıramanı güldürür. (Yahya Ef.)


*


Sükût etmek gibi nadane âlemde cevap olmaz. (Şefiî Dede) *


Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler.


(Ragıp Pş.)


*


Erişir menzil-i maksuduna aheste giden


Tiz reftar olanın payine damen dolaşır. (Hatemî)


*


Lâf-ı dâvâ-yı enaniyyet ne-lâzım âkile, - Herkesin âlemde bin mafevki bin madunu var.


(Esat Muhlis Pş.)


Mihneti kendüye zevk etmedir âlemde hüner. (Vasıf)


Zerdûz palan ursan eşek yine eşektir. (Ziya Pş.)


*


İhtilâfatıyle uğraşmakta dehrin zevk yok Zevk anın mirsad-ı ibretten temaşasındadır. (Muallim Naci)


ç) Kimi şairler manzumeleri içine aldıkları atasözlerinin kalıbını bozmuşlardır: Vezne uysun diye ve başka nedenlerle sözcükleri değiştirmişler, araya sözcükler katmışlar, sözdizi -mine başka biçim vermişlerdir. Edebiyatımızda örneği pek çok olan böyle sözler, manzume 

içindeki değişik biçimleriyiz atasözleri sayılamazlar; asılları başka türlü olan atasözleri-ne "işaret" sayılırlar. İşte birkaçı:



Yüce olur ise her ne kadar dağ,


Yol üstünden aşar yakın u ırağ. (Güvahî)


(Dağ ne kadar yüce olsa yol üstünden aşar.)

* (Güvahî)

Ecel olduğu yoktur havf ile def.

(Korkunun ecele faydası yoktur.)

* (Güvahî)

Ki başka buzağı, kaçma bu sözden, Yeğ olur seksiz ortaklık öküzden.

(Ortaklık öküzden yalnız buzağı yeğdir.)

* (Güvahî)

İşitmedin mi rişvet kapudan şad Giricek bacadan gamgin çıkar dad.

(Rüşvet kapıdan girerse iman bacadan çıkar.)

* Bu mesel meşhurdur kim dest ber bâlâyı dest.

(El elden üstündür.) (Nev'î)

Ağlamak ne demek kendi düşenler?

(Kendi düşen ağlamaz.)


(Levnî)


Binenler tiz nüzul eyler semend-i müstear üzre.


(tğrctı ata binen tez iner.) (Nabi)


Zeminin gûşu var derler meseldir.

(Yerin kulağı var.)

(Hıfzî) (Molla) (Davulun sesi uzaktan hoş gelir.)

Hoş gelir âvâze-i davul u zurna dûrdan.

Anlamaza davul çalsan vız gelir, Anlayana sivrisinek saz olur.


(Mestî)


(Anlayana sivrisinek saz, anlamaya davul zurna az.) Bir atasözünün ayrı ayrı kişilerce, hatta bir şairce türlü biçimlere sokulduğuna da örnekler verelim:

Verilmez oğlan ağlamasa emcek. (Güvahî)

* (Gufranî)

Ağlar sabi bile: Verin mememi.

(Ağlamayan çocuğa meme vermezler.)

* Demekle bal tatlu olmaz ağız. (Güvahî)

*

Meseldir zikr-i şehd ile şehâ olmaz dehen şirin.

(Kâlâyî)

* (Gufranî)

Bal bal desen ağız bal olur mu ya?

(Bal bal demekle ağız tatlı olmaz.) (K. Paşazade)

Ki vardurur gönülden gönüle rah.

Ki derler var gönülden gönüle yol. (K. Paşazade)

Ki gönülden gönüle vardır rah. (K. Paşazade) (Gönülden gönüle yol vardır.)

BAŞKA DiLE ÇEVİRlLME:

Atasözleri başka dile çevrilebilir. Bu çevirde anlam kaybolmaz, sadece biçim özellikleri kaybolur. Birçok uluslarda aynı anlamı taşıyan atasözleri de vardır. Ç. TANIM


Yukarıdaki açıklamalarla atasözlerinde bulunan çeşitli özellikleri ortaya koymuş bulunuyoruz. Bütün bu özellikleri içine alan bir tanım çok uzun olur. Bunun için ana nitelikleri belirterek olabildiğince kısa bir tanım yapacağız:


Atalarımızın, uzun denemelere dayanan yargılarını genel kural, bilgece düşünce ya da öğüt olarak düsturlaştıran ve kalıplaşmış biçimleri bulunan kamuca benimsenmiş özsözler. 

Ki atlaslar olur zaman ile dut. (Süheyl ü Nevbahar) Ki atlaslar olur eyyam ile


tut. (Tutmacı) (Şeyhî)

Küyenler hardan hurma yediler, Koruktan sabr ile helva yediler.

Nice şirin demiş bunu dana (Hamdullah Hamdi) Bağda sabr ile biter hûşe,

Ki olur sabr ile koruk helva.

Hûşe hem sabr ile olur tûşe. (Hamdullah Hamdi) Eğer sabredesin ey nahl-i ziba, Koruk

helva ola vü har hurma. (Kemal Paşazade) (Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas)


*



Göz yummak - Gönül almak - Dirsek çevirmek - Damarı tutmak - Baltayı taşa vurmak - Boyunun ölçüsünü almak


Bir taşla iki kuş vurmak - Ağzına bir parmak bal çalmak


Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak...


Bunlar "göz yumdum", "gönlünü alalım", "baltayı taşa vurdunuz", "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu" ... gibi tümceden oluştururlar. 


B. KAVRAM ÖZELLİKLERİ


Deyim, bir kavramı belirtmek için bulunmuş özel bir anlatım kalıbıdır; genel kural niteliğinde bir söz değildir. Deyimi atalarsözünden ayıran en önemli özellik budur. Deyimleri biçim özellikleri bakımından incelerken iki bölüğe ayırmıştık.. b) bölüğünde bulunanlar, çoğu zaman atasözleriyle karıştırılmaktadır. Bu karıştırmanın nedeni, her iki söz çeşidinin de tümce durumunda bulunması ve hoşa giden bir anlatım taşımasıdır. Biçim benzerliğinden ileri gelen bu karışıklık, kavram ayrılığına dikkat edilirse ortadan kalkar. Örneğin:


Bitli baklanın kör alıcısı olur. İşleyen demir ışıldar. Bugünkü işini yarına bırakma. cümleleri atasözleridir. Çünkü her biri bir genel kuraldır. Denenmiştir: Her zaman bitli baklanın kör alıcısı olur. İşleyen demirin ışıldadığı su götürmez bir gerçektir. Bugünkü işini yarına bırakmamak öğüdü de her zaman uygulanmak üzere ortaya konulmuş bir düsturdur. Oysa:


Atı alan Üsküdar'ı geçti. Armut piş, ağzıma düş.

Bu perhiz ne, bu lahana turşusu ne?


sözleri deyimdir. Çünkü hiç biri genel kural olarak söylenemez: Her zaman atı alan Üsküdan geçmez. "Armut piş ağzıma düş" sözü her vakit değil, ancak kimi durumlar için doğrudur. Perhizle lahana turşusu da bir düstur gibi yürütülemez.


Deyimlerin amacı, bir kavramı ya özel kalıp içinde, ya da çekici, hoş bir anlatımla belirtmektir. Atasözlerinin amacı ise yol göstermek, ders ve öğüt vermek, ibret almamız için gerçekleri bildirmektir. Görülüyor ki deyimle atasözü, amaçta da birbirinden ayrılmaktadır.


Deyimle atasözü arasında, sınırda bulunan sözlere dikkat edilmelidir:


Atasözleri arasına da alınsa, deyimler arasına da alınsa yanlış sayılamayacak sözler vardır. Bu, atasözleriyle deyimleri birbirinden ayıran özelliklerin iyice belirmemiş olmasından değil, bu çeşit sözlerin iki anlam taşımasından ya da iki türlü yorumlanabilmesinden ileri gelir. Örneğin:


Açtırma kutuyu söyletme kötüyü.


sözü, "karşındakini kızdırarak seninle ilgili şeyleri ortaya dökmesine, senin için kötü şeyler söylemesine yol açma" anlamına kullanılırsa atasözü olur. "Beni kızdırırsan senin için kötü şeyler söylerim" anlamına kullanılırsa deyim olur.


Başka bir örnek:


Çam sakızı çoban armağanı. sözü


sözü ••zengin olmayan kimsenin armağanı, pahalı bir şey alamaz diye yorumlanırsa atasözü sayılmış olur. "Sunduğum şey değersiz ama gücüm ancak buna yetiyor" diye yorumlanırsa deyim sayılmış olur. 


Böyle iki niteliği bulunan sözlerden birkaç örnek:


Arnavut'a sormuşlar: "cehenneme gider misin?"


diye, "aylık kaç?" demiş. Atın ölümü arpadan olsun. Buğday ekmeğin yoksa buğday dilin de mi yok? Keçiye can kaygısı, kasaba yağ kaygısı. Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa? Üzümü ye de bağını sorma. Varışına gelişim, tarhana aşına bulgur aşım. Balaban aş pişirmiş, çocuklarını başına üşürmüş. -Deveyi gördün mü?- Yeden ölsün. Karınca kararınca.


Kimi sözler, fiil çekiminin değişmesi ile atasözü iken deyim, deyim iken atasözü durumuna girer. Örneğin: Dağ yürümezse abdal yürür atasözüdür. Dağ yürümezse abdal yürüsün deyimdir. Bunun gibi: Doğmadık çocuğa don biçilmez atasözüdür. Doğmadık çocuğa don biçmek deyimdir.


Bir örnek daha: Ölümü gören hastalığa razı olur, atasözüdür. Ölümü görüp hastalığa razı olmak ya da Ölümü gördü de hastalığa razı oldu deyimdir.

Bu biçim deyimler, kalıpları bilinen atasözlerine "rişaret" de sayılabilir.


4. Biçim bakımından iki bölüğe ayırdığımız deyimleri kavram bakımından da ikiye ayırabiliriz:


Deyimlerin çoğunda kalıplaşmış sözden çıkan anlam, sözcüklerin gerçek anlamları dışındadır. Örnekler:

Devede kulak - Düttürü Leyla - Başlı başına - İçinden pazarlıklı - Sapı silik - Çantada keklik - Gün görmüş - Ömür törpüsü - Püsküllü bela - Dişe dokunur - Yıldızı dişi - Danışıklı dövüş - Hem nalına hem mıhına - Ağır ezgi, fıstıkî



makam - Balık kavağa çıkınca - Abayı yakmak - Hapı yutmak - Pabucu dama atılmak - Mercimeği fırına vermek -İki ayağını bir pabuca koymak - Tozdan dumandan ferman okunmamak - Karda gezip izini belli etmemek - Tavşana kaç, tazıya tut demek - Fol yok, yumurta yok - Ne şiş yansın ne kebap - Öküz öldü ortaklık ayrıldı - Tencere yuvarlandı kapağını buldu - Ben diyorum hadımım, o soruyor oğul uşaktan neyin var?


Kimi deyimlerde kalıplaşmış sözden çıkan anlam, sözcüklerin gerçek anlamları dışında değildir. Örnekler:

Çoğu gitti azı kaldı - İsmi var cismi yok - İyiye iyi kötüye kötü demek - Âdet yerini bulsun - Allah bana, ben de sana - Kimi kimsesi yok - Özrü kabahatinden büyük - Hem suçlu, hem güçlü - Yeri yurdu bellisiz - Ağzına layık - Dosta düşmana karşı - Yükte hafif pahada ağır - İyi gün dostu.



Ömer Asım Aksoy'un Atasözleri ve deyimler sözlüğü kitabından alıntılanmıştır.

Kemaliye (Eğin) / Erzincan

 


Tohumun Bitkiye Dönüşmesi

 İlk Aşama :  Filizlenme


Tohumu hiç görmemiş olsaydık ve ne işe yaradığını da bilmeseydik içinden birbirine  hiç benzemeyen sayısız bitkinin çıkabileceğini, bu bitkilerin de metrelerce yüksekliğe ulaşacaklarını tahmin edebilir miydik? Tabi ki tahmin edemezdik.

Pek çoğu küçük kuru tahta parçalarına benzeyen tohumlar, aslında içlerinde bitkilere ait binlerce bilgiyi barındıran genetik şifre taşıyıcılarıdır. İleride oluşturacakları bitkiler ile ilgili tüm bilgiler tohumların içinde saklıdır. Bitkinin kökünün ucundaki tüycükten, gövdesinin içindeki borucuklara, çiçeklerinden, vereceği meyveye kadar tüm bilgiler en küçük detaylarına kadar eksiksiz olarak tohumun içinde mevcuttur. 

Döllenmenin ardından oluşan tohumun bir bitkiye dönüşmesindeki ilk aşama filizlenmedir. Toprağın altında beklemekte olan tohum ancak ısı, nem ve ışık gibi faktörlerin bir araya gelmesiyle hareketlenip canlanır. Bundan önce ise adeta bir uyku halindedir. Zamanı geldiğinde uykusundan uyanır ve büyümeye başlar. 

Filizlenme işleminin birkaç aşaması vardır. İlk önce, tohum ıslanmalıdır ki, içinde bulunan hücreler nemlensin ve metabolizma faaliyetleri başlayabilsin. Bu faaliyetler bir kez başladıktan sonra kök ve filiz de büyür ve bu aşamada hücre bölünmesi başlar. Bir yandan da belli fonksiyonların özel dokular tarafından gerçekleştirilebilmesi için hücre farklılaşması olur. Bütün bu aşamalar çok fazla enerji gerektirir.

Tohumun büyümek için besine ihtiyacı vardır. Fakat tohumun, buradaki mineralleri kökleriyle alacak hale gelene kadar beslenebileceği bir kaynağı yoktur. Öyleyse tohum, büyümesi için gerekli olan besini nasıl bulmaktadır?

Bu sorunun cevabı tohumun yapısında gizlidir. Döllenme sırasında tohumla birlikte oluşan besin deposu, filiz verip toprak dışına çıkana kadar tohumlar tarafından kullanılacaktır. Tohumlar kendi besinlerini üretir hale gelinceye kadar, bünyelerindeki yedek besinlere ihtiyaç duyarlar. 

Gereken koşullar sağlanıp da çimlenme başladığında tohum topraktan suyu çeker ve embriyo hücreleri bölünmeye başlar, daha sonra tohum kabuğu açılır. Önce kök sisteminin başlangıcı olan kökçükler sürgün verirler ve toprakta aşağı doğru büyürler. Kökçüklerin gelişmesini, sap ve yaprakları üretecek olan tomurcukların gelişimi izler.

Tohum toprak üstüne ışığa doğru yönelir ve sürekli güçlenir. Çimlenme toprak altında başlamıştır. İlk gerçek yapraklar açıldığındaysa bitki, fotosentez yoluyla kendi besinini üretmeye başlar. 

Buraya kadar anlatılanlar, aslında herkesin çok iyi bildiği, hatta sık sık gözlemlediği konulardır. Tohumların toprağı yararak içinden çıkmaları  herkes için çok alışılmış bir olaydır. Ama tohumun büyümesi sırasında gerçekte bir mucize gerçekleşmektedir. Ağırlığı ancak "gram"larla ifade edilebilecek olan tohum, üzerindeki kilolarca ağırlıktaki toprağı delerek yukarı çıkarken hiç zorlanmaz. Tohumun tek amacı toprağın üstüne çıkıp ışığa ulaşmaktır. Çimlenmeye başlayan bitkiler incecik gövdeleriyle sanki boş bir alanda hareket ediyormuş ve üzerlerinde onca ağırlık yokmuşçasına, oldukça rahat bir şekilde, yavaş yavaş gün ışığına doğru yol alırlar. Yer çekimine karşı koyarak, yani kendileriyle ilgili olan tüm fizik kurallarını da hiçe sayarak topraktan çıkarlar. 

Toprağın normalde çürütücü, parçalayıcı özelliği olmasına rağmen, küçücük tohum ve milimetrenin yarısı inceliğindeki kökler hiçbir zarar görmezler. Aksine sürekli gelişerek büyürler.

Toprağın altındaki tohumun yüzeye çıkış yolu çeşitli yöntemlerle kapatılarak, gün ışığına ulaşmasını engellemek için deneyler yapılmıştır. Deneyler sonucunda ortaya çıkan sonuçlar çok şaşırtıcı olmuştur. Tohum, önüne çıkan her engelin etrafından dolaşacak kadar uzun filizler çıkartarak ya da büyüdükleri yerde baskı yaratarak sonuçta yine gün ışığına ulaşmayı başarmıştır. Bitkiler büyüme süreçlerinde, büyüdükleri yerde büyük bir baskı yaratabilirler. Mesela yeni yapılmış bir yolda yarıkların içinde yetişen bazı fideler yarıkların daha da genişlemesine yol açabilirler. Kısacası tohumlar gün ışığına çıkarken engel tanımazlar. 

Tohum filizlenip topraktan çıkarken her zaman dik olarak çıkar. Bunu yaparken tohum yer çekimine aykırı hareket etmektedir. Kökler ise yer çekimine uygun hareket ederek toprağın içlerine doğru  ilerlerler. Bu durum akla şu soruyu getirir: 

"Aynı bitkinin iki ayrı organı nasıl olup da bu şekilde zıt yönlere doğru bir büyümeyi başarırlar?" Bu sorunun cevabını verebilmek için bitkilerdeki bazı mekanizmaları inceleyelim.

Bitkilerde büyümeyi yönlendiren uyarılar iki türlüdür; ışık ve yer çekimi. Tohumdan çıkan ilk kök ve filiz bu iki çeşit uyarıya karşı oldukça duyarlı sistemlerle donatılmışlardır. 

Filizlenen bitkinin köklerinde yer çekimi sinyallerini algılayan hücreler bulunur. Yukarıya doğru yükselen gövde kısmında ise ışığa duyarlı olan hücreler bulunur. İşte bu hücrelerin ışığa ve yer çekimine duyarlı olması da bitkinin parçalarını gereken yerlere doğru yönlendirir. Bu iki uyarı türü, köklerin ve filizin büyüme yönü eğer dikey değil de farklı bir yöne doğru ilerliyorlarsa, yönlerini düzeltmelerini de sağlar. 



Engel Tanımayan Filizler


Topraktan çıkan filiz her zaman uygun bir ortama ulaşamayabilir; örneğin kendini bir kayanın veya büyük bir bitkinin gölgesi altında bulabilir. Bu durumda büyümeye devam ederse, güneş ışığını alamayacağından fotosentez yapması zorlaşacaktır. Eğer filiz, yeryüzüne çıktığında kendini böyle bir ortamda bulursa, hemen ışık kaynağına doğru büyüme yönünü değiştirir. Fototropizm olarak bilinen bu işlem göstermektedir ki, filizler de ışığa duyarlı yön tayini sistemine sahiptir. Hayvanlarla ve insanlarla karşılaştırdığımızda bitkiler, ışığı algılama konusunda daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü hayvanlar ve insanlar sadece gözleriyle ışığı algılayabilirler. Bitkilerdeki yön tayin sistemleri ise son derece keskindir. Bu yüzden hiçbir zaman yönlerini şaşırmazlar. Işığa ve yer çekimine dayalı kusursuz yön bulma sistemleri sayesinde kolaylıkla yönlerini bulabilirler. 

Bitkiler ışığı algılayıcı sistemlerin yanı sıra hücre bölünmesinin gerçekleştiği özel büyüme bölgelerine de sahiptirler. Meristem olarak adlandırılan bu dokular genellikle kök ve gövde uçlarında bulunurlar. Filizin gelişimi sırasında eğer büyüme bölgesindeki hücreler hep aynı şekilde büyürlerse bu, gövdenin düz olmasını sağlar. Her bitkinin Meristem dokusunun büyüme yönüne göre şekilleri belirlenir. Eğer bu hücrelerin büyümesi bir kenarda fazla, diğerinde az olursa bitkinin gövdesi eğimli büyüyecektir. Bitkilerdeki büyüme eğer şartlar uygunsa tüm bölgelerde aynı anda başlar. Filizden çıkan bitkinin bir yandan gövdesi acil ihtiyacı olan ışığa doğru ilerler. Öte yandan topraktan bitki için gerekli olan su ve mineralleri sağlayacak olan kökler de yer çekimini algılayan rehber sistemleri sayesinde büyümelerini en etkili biçimde gerçekleştirirler. İlk bakışta bitkilerin kök uzantılarının toprağın altına rasgele yayıldığı düşünülebilir. Oysa gerçekte kök uzantıları bu duyarlı sistem sayesinde kontrollü bir şekilde, hedeflerine kilitlenmiş füzeler gibi ilerlerler.

Bu mekanizmalarla kontrol edilen büyüme, bitkiden bitkiye farklılıklar gösterir. Çünkü her bitkide büyüme kendi genetik bilgisine uygun olarak gerçekleşir. Bu yüzden her bitkide maksimum büyüme oranları da farklıdır. Örneğin bir mısır sapı için maksimum büyüme süresi altı hafta iken, bir kayın ağacı için bu süre çeyrek asır olmaktadır.   

Çimlenme küçücük bir cisimden metrelerce uzunluktaki ve tonlarca ağırlıktaki bir bitkinin oluşmasının ilk aşamasıdır. Yavaş yavaş büyüyen bitkinin kökleri yere, dalları yukarıya doğru uzanırken, içindeki sistemler de (besin taşıyacak sistemler, döllenmesini sağlayacak sistemler, bitkinin uzamasını, genişlemesini ve bunların durmasını kontrol eden hormonlar) hep birlikte ortaya çıkar ve hiçbirinin oluşumunda  bir aksama ya da gecikme olmaz. Bitki için gerekli olan her şey aynı anda gelişir. Bu son derece önemlidir. Örneğin, bir yandan çiçeğin döllenme mekanizması gelişirken, diğer yandan da taşıma boruları (besin ve su taşıma boruları) oluşmaktadır. Aksi takdirde, mesela çiçek döllenme mekanizması oluşmayan bir bitkide, soymuk ya da odun borularının hiçbir önemi olmayacaktır. Köklerin oluşmasının da bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir bitki neslini devam ettiremeyeceği için, ek mekanizmalar bir işe yaramayacaktır. 


Alıntıdır.


Fırat Nehri / Karanlık Kanyon / Kemaliye / Erzincan

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak