8 Mart 2022 Salı

Gılgamış Destanı V. Bölüm

 





(Gılgamış, aşk ve bereket tanrısı İştar ile evlenmeyi reddeder. İştar cennetin vahşi boğasım Uruk'a göndererek intikam alır. Gılgamış ve Enkidu boğayı öldürürler. Enkidu İştar'a hakaret eder ve sonra hastalanarak ölür.)



Gılgamış sağlam surlu Uruk'a dönünce silahlarını temizledi ve parlattı. Kirli saçlarının örgüsünü açtı, yıkadı ve serbestçe omuzlarına bıraktı. Kirli elbiselerini değiştirdi. En son, püsküllü kraliyet pelerinini sırtına aldı, bir kuşakla belinden bağladı ve tacını giydi.


Tanrıça iştar, Gılgamış'ı kraliyet elbiselerine bürünmüş görünce onun soylu güzelliğine hayran oldu ve ona "Gel, evlen benimle Gılgamış! Sen benim kocam, ben de senin karın olayım" dedi.


İştar ekledi, “Senin için altın tekerlekleri ve pirinç boynuzlarıyla mücevher ve altından yapılma bir araba hazırlayacağım. Fırtına cinleri senin güçlü atların olacak ve arabanı çekecekler. Evimize girdiğinde sedir ağacının güzel kokusu seni selamlayacak, krallar, prensler ve soylular hepsi önünde eğilecekler, ayaklarını öpecekler ve sana armağan olarak ovaların ve tepelerin meyvelerini getirecekler. Dağlar ve ovalar bile sana haraç verecek. Keçilerin üçüz, koyunların ikiz verecek. Tayların katır gücüne sahip olacak. Arabanı çeken atlar, ünlü yarışçılar olacak. Senin sabanını çeken öküzün bir benzeri olmayacak."


"Seninle neden evleneyim" diye sordu Gılgamış. "Sevdiğin herkese kötülük ettin! Dinle, çünkü sevgililerini saymaktan çok mutlu olacağım. Gençliğinde Tammuz'u sevdin, ama onu terk ettin ve yıllarca gözyaşı dökmesine neden oldun. Benekli çoban kuşunu vurdun ve kanadını kırdın. Şimdi o yıllardır meyve bahçelerinde "kanadım! kanadım!" diye ağlar. Sonra savaşta ünlü olan bir aygırı sevdin. Onu ilk önce 21 mil dörtnala koşturarak kamçılayıp mahmuzladın sonra da onu çamurlu su içmeye zorlayarak ölmesine neden oldun! Annesi hâlâ onun için gözyaşı döküyor."


Gılgamış devam etti: "Sonra ayaklarına yığınla yiyecek seren çobanı sevdin ve o her gün seni memnun etmek için en iyi keçisini öldürdü. Sense onun aşkını, ona vurarak ve onu bir kurda çevirerek ödüllendirdin. Kendi çobanların onu sürülerinden uzaklaştırdı ve köpekleri bacaklarını ısırdı. Daha sonra babanın hurma bahçesinin bahçıvanını sevdin. Her gün masana küfelerce olgun hurma getirdi. Sen onu bir köstebeğe çevirdin ve toprağa öyle bir gömdün ki, ne yukarı ne de aşağı hareket edebiliyor. Eğer beni sevmene izin verirsem, bana da en az diğer sevgililerine davrandığın kadar kötü davranacaksın!"


Gılgamış, "Sen soğukta dışarı çıkan bir tepsi kızgın kor gibisin. Sen bir fırtınanın patlamalarını önleyemeyen arka kapı gibisin. Sen içindeki kralı ezen bir saray gibisin. Sen başı örtmeyen bir başlık gibisin. Sen üstündeki örtüyü silkip atan bir fil gibisin. Sen elini süreni siyaha boyayan zift gibisin. Sen taşıyanı ıslatan bir su tulumu gibisin. Sen taş duvardan düşen bir kireç taşı gibisin. Sen giyenin ayağını ağrıtan bir ayakkabı gibisin" diye devam etti.


Onu dinlerken îştar sinirlenmeye başladı. Göklere gitti ve ağlayarak babası Anu'ya yakındı. "Baba" diye başladı. "Gılgamış bana büyük hakaretler etti! Kötü hareketlerimin hepsini yüzüme vurdu."


Anu, "Eminim ki sen başlattın ve Gılgamış'ın senin utanç dolu işlerini anlatmasına neden oldun" diye yanıtladı.

îştar babasının eleştirisinden korkmadan yalvardı, "Baba, lütfen bana Göklerin boğasını ver ve bırak onu Gılgamış'ı öldürmek için kullanayım. Eğer reddedersen, sürgüleri kıracağım ve ölüler diyarının kapılarını parça parça ederek onları açıkta bırakacağım, ölüleri yeryüzüne çıkaracağım, canlıların arasında beslenip onlardan sayıca üstün olacaklar."


Anu yanıt verdi: "Eğer sana göklerin boğasını verirsem Uruk ülkesinde yedi yıl süren kıtlık olacak. O kurak yıllar boyunca halkını besleyecek yeterli tohumu toplayıp depoladın mı? Tüm hayvanlar için yeterli ot yetiştirdin mi?" 

İştar "Evet baba, insanlar için tohum topladım ve hayvanlara yedi yıl yetecek yem sağladım" dedi.


Bunun üzerine Anu İştar'a göklerin boğasını verdi ve tanrıça, boğayı sağlam surlu Uruk kentine sürdü. Boğa kükreyince yerde bir hendek açıldı ve Uruk'un iki yüz genci bunun içine düşüp öldüler. Bir sonraki gürlemesiyle yerde başka bir hendek daha açıldı ve Uruk'un iki yüz genci daha bunun içine düşüp öldüler. Üçüncü kükremesiyle boğa Enkidu'nun üzerine atladı.

Enkidu yukarı sıçradı ve göklerin boğasını boynuzlarından yakaladı. Boğanın ağzı köpürdü ve köpüklerini Enkidu'nun yüzüne savurdu. Sonra Enkidu'ya kuyruğunun püsküllü ucuyla vurdu. Enkidu sıkıca tuttu ve Gılgamış onun yardımına koştu. İki kahraman boğa ile savaşırken Enkidu onu kovaladı, kuyruğunun kalın tarafına asıldı. Sonunda Gılgamış, boynu ve boynuzları arasına kılıcını saplayarak onu öldürdü. Sonra iki arkadaş kalbini bedeninden ayırdılar ve bunu Şamaş'a adadılar.


Bunun üzerine İştar, Uruk'un sağlam surlarına tırmanıp bağırdı: "Lanet olsun Gılgamış'a, çünkü göklerin boğasını öldürerek ona hakaret etti!"


Enkidu bu sözleri duyunca göklerin boğasının sağ butunu kopardı ve tanrıçanın yüzüne fırlattı. "Seni de boğayı yakaladığım gibi yakalayabilseydim eğer" diye bağırdı İştar'a, "sana da ona yaptıklarımı yapardım!"


İştar tapınak rahibelerini topladı ve göklerin boğasının sağ butuna kapanıp ağladı. Bu arada Gılgamış silah yapanları, el sanatkârı esnafı bir araya getirerek boğanın işlerine yarayacak taraflarını alabileceklerini söyledi. Gılgamış kendisine değerli boynuzları aldı ve yatak odasına astı. Sonra ölü babası Lugalbanda'ya sunmak İçin yağ yaptı.


Sonra iki arkadaş Fırat Nehri'nde ellerini yıkadılar. Beraberce Uruk'un pazar yerinde dolaştılar. İnsanlar onları seyretmek için toplandılar ve şarkıcılar övgü şarkıları söylediler. Gılgamış "Kahramanların en iyisi kimdir? Kim insanlar arasında en soylu kişidir?" diye sordu.


Halk şöyle yanıt verdi: "Gılgamış kahramanların en iyisidir! Gılgamış insanların en soylusudur."


O akşam Gılgamış sarayda göklerin boğasına karşı kazandıkları zaferi kutlamak için büyük bir tören düzenledi. Geceleyin Enkidu bir düş gördü. Gılgamış'ı uyandırarak şöyle dedi: "Dostum, rüyamı dinle. Büyük tanrılar Anu ve Enlil, akıllı Ea ve ışık saçan Şamaş birbirlerine danıştılar. Anu Enlil'e: "Gılgamış ve Enkidu Humbaba ve göklerin boğasını öldürdükleri için, sedir ağaçlarını dağdan götüren kişi ölmeli!" dedi. Enlil yanıtladı: "Gılgamış ölmeyecek ama Enkidu ölmeli."


Enkidu'nun gördüğü rüya onu korkudan hasta etti. Gün başlarken başını kaldırdı ve ışık saçan Şamaş'ın huzurunda ağladı. Gılgamış da gözyaşları içinde şöyle dedi: "Ey sevgili kardeşim, neden tanrılar beni bırakıp da seni cezalandırıyorlar? Ölülerin ruhlarının kapısına oturup da seni bir daha göremeyecek miyim sevgili kardeşim?"


Enkidu yaşamının, kendisini ölüm noktasına getiren olaylarını lanetledi. Gözlerini kaldırarak şöyle dedi: "Ey ellerimi yaralayan Sedir Ormanı'nın kapısı! Senin hoş kokulu, güzel büyük sedirine hayran oldum! Ülkede senin tahtanın üstüne yoktur. Eminim ki usta bir sanatkâr yapmış seni. Ama ey kapı, eğer senin güzelliğinin ölüm getireceğini bilmiş olsaydım, baltamla saldırıp seni yok ederdim."


"Ey Şamaş" diye devam etti Enkidu, "Senden avcının sağlığını ve gücünü yok etmeni istiyorum. Onun yaşamı seni hoşnut etmesin. Vahşi hayvanlar onun tuzaklarından kurtulup kaçsınlar. Kalbi mutsuz olsun."


Sonra Enkidu şöyle dedi: "Her şeyden çok ve benden sonraki her zaman için tapınağın genç kadını, seni lanetliyorum. Hiçbir zaman mutlu olabileceğin bir evin olmasın. Sonsuza dek sokak tozlarının içinde yaşamaya mahkûm ol! Yatağın çöl olsun. Başka kadınlar, toplandıkları yerde seni istemesinler. Tek rahat olacağın yer bir duvar gölgesi olsun. Dikenler ve kaba böğürtlen çalıları ayaklarını parçalasın. Yolun çöpü pisliği ve açlık yanaklarına vursun. Ayyaşlar, sevdiğin ve mutlu olduğun her yeri kusmuğuyla kirletsin."


Işık saçan Şamaş bu sözleri duyunca göklerden aşağı seslendi: "Enkidu neden tapınaktaki genç kadını lanetliyorsun? Sana tanrılara layık yiyecekler, krallara layık içecekler verdi. Sana güzel giyecekler giydirdi ve seni en iyi arkadaşın Gılgamış'a getirdi."

Tanrı devam etti: "Ve Gılgamış sana bir kral gibi davranmadı mı? Sana üstünde uyuyabileceğin bir kraliyet yatağı verdi. Seni solunda, rahat içinde oturttu. Seni onurlandırdı ve yeryüzü prenslerine senin ayaklarını öptürdü. Sen öldükten sonra Uruk halkının senin için ağlamalarını sağlayacak. Kalplerindeki üzüntü, o zaman her türlü sevinci bastıracak. Halkının, sen öldükten sonra bile hizmetinde olmalarını sağlayacak. Sen gidince Gılgamış saçlarını uzatacak ve bir aslan postuna sarınarak çayırlarda oradan oraya dolaşacak."


Enkidu, Şamaş'ın sözlerini duyunca yüreği sakinleşti. "Seni lanetlemiş olan ben, şimdi seni kutsuyorum, tapınaktaki kadın!" dedi. "Krallar, prensler ve soylular seni sevsin, sana mücevher ve altın nasip olsun, sana saygı göstermeyenler cezalandırılsın. Yoksulluk senden uzak olsun. Rahip senin tanrılar arasına girmene izin versin."


Hâlâ kendini hasta hisseden Enkidu yalnız başına yattı. Ertesi sabah Gılgamış'a şöyle dedi: "Dostum geçen gece başka bir rüya gördüm. Gökler inledi ve yeryüzü karşılık verdi. Gökyüzüyle yeryüzü arasında yalnız başına dururken çok karanlık yüzlü, kartalın pençelerine benzeyen tırnakları olan genç bir adam üzerime sıçradı ve bana boyun eğdirdi. Sonra kollarımı kuş kanatlarına çevirdi. Beni, bir girenin bir daha çıkamadığı Karanlık ve Toz Evi'ne doğru, dönüşü olmayan bir yola götürdü."


Enkidu devam etti: "Orada yaşayanlar sonsuz bir karanlığın içinde kalır ve canlılar ülkesine geri dönmenin hiçbir yolu yoktur. Yemekleri toz topraktan ibarettir. Kuşlar gibi kanat kuşanmışlardır. Orada yeryüzündeki yaşamlarında krallık ailesinden olan pek çok insan gördüm. Karanlık ve Toz Evi'nde gereksiz ve işe yaramaz oldukları için, bütün yöneticiler taçlarını çıkarmışlardı."


Hayra alamet olmayan rüyasını izleyen günün sonunda, Enkidu hastalanmıştı. On iki gün boyunca yataktan çıkamadı ve acısı giderek arttı. Sonunda Gılgamış’ı yanma çağırdı ve şöyle dedi: "Tanrıça İştar beni lanetledi! Savaşta vurulan biri gibi onurla ölemeyeceğim."


Gılgamış ağladı: "Ayı, sırtlan, panter, kaplan, geyik, leopar, aslan, vahşi öküzler, dağ keçisi, ovanın bütün vahşi yaratıkları senin için ağlasın. Sedir Ormanı'nda bıraktığın izler gece gündüz hiç durmadan senin için ağlasınlar. Kıyıları boyunca yürüdüğümüz Ula Nehri senin için ağlasın. Su kaplarımızı doldurduğumuz temiz Fırat Nehri senin için ağlasın."


Gılgamış şöyle devam etti: "Sağlam surlu Uruk kentinin soyluları senin için ağlasınlar. Uruk'un savaşçıları senin için ağlasınlar. Uruk'ta senin adını yüceltenler senin için ağlasınlar. Sana yemen için tahıl yetiştirenler senin için ağlasınlar. Sırtına merhem sürenler senin için ağlasınlar. Ağzına bira koyanlar senin için ağlasınlar. Üzerine güzel kokulu yağlar süren tapınaktaki genç kadın senin için gözyaşı döksün."


Enkidu ölünce Gılgamış'ın kalbi acı ve yalnızlıkla dolup taştı. Kral şöyle dedi: "Ey sağlam surlu Uruk kentinin büyükleri, beni dinleyin! Arkadaşım Enkidu için gözyaşı döküyorum. Feryat eden bir kadın gibi acı içinde yas tutuyorum. Şeytani bir canavar benden en sevgili arkadaşımı çaldı. O, elimde bir yay, kemerimdeki hançer, yanımdaki balta ve kılıç, beni koruyan kalkan, tören kıyafetim ve görkemli kraliyet süslerim gibiydi,"


Gılgamış "Ey Enkidu!" diye seslendi ölü arkadaşının gövdesine, "Sen tepelerin vahşi yaratıklarını ve yeşilliklerle dolu ovalarda yaşayan panterleri kovaladın! Birlikte her şeyin üstesinden geldik. Dağlara tırmandık. Göklerin boğasını yakaladık ve öldürdük. Sedir ormanında yaşayan Humbaba'yı alt ettik. Enkidu sana nasıl uyku geldi ki beni duymuyorsun? Başını kaldırmıyorsun. Kalbine dokunduğumda atmıyor."


Gılgamış arkadaşını pahalı kumaşlarla Örttü ve bir gelin gibi sardı. Önce Enkidu'nun ölümü karşısında bir aslan gibi kükredi. Sonra yavrusu elinden alınmış dişi bir aslan gibi üzerine kapanıp ağladı. Enkidu'nun cesedinin önünde bir ileri bir geri yürüyüp durdu, saçlarını yoldu, kirliymiş gibi elbiselerini paraladı.


Şafağın ilk ışıklarıyla beraber Gılgamış, bakır dökümcülerine, altın dökümcülerine, mücevhercilere ve oymacılara bir kararname yayımladı. "Arkadaşım Enkidu'nun bir heykelini yapın" diye emretti. "Göğsüne yerleştirmek için mücevher seçin ve vücudunu en saf altından yapın."


Sonra Gılgamış arkadaşına seslendi: "Ey Enkidu, sana üzerinde yatman için onurlu bir divan verdim. Yeryüzü prenslerinin ayaklarını öpebilmeleri için seni rahat içinde sol yanımda oturttum. Sağlam duvarlı Uruk kenti halkının senin ölümüne ağlamalarını sağlayacağım. Bir zamanlar neşe içindeki bu insanlar şimdi ölümüne üzülecek, ağlayarak yas tutacak ve sana hizmet edecekler. Ve sen gidince, ben saçlarımı uzatacağım ve bir aslan postuna sarılıp yeşilliklerle dolu ovalarda başıboş bir şekilde dolaşacağım."



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Türkiye'nin En Kuzeyi İnce Burun Sinop

 


OĞUZ KAĞAN DESTANI


Bu destanın esası, Türklerin hakimiyet ve saltanatını konu alır. Oğuz Han'ın bütün Türk kavimlerini bir araya toplayarak Türk tarihinin en büyük devletlerinden birinin kuruluşunu, Türklerin cihan hakimiyeti duygusunu ve başka milletleri idare etmek için yaratıldığı düşüncesini dile getirir. Bugün elimizdeki parça, hiç şüphesiz  çok daha geniş ve zengin bir destandan yapılmış özetten ibarettir. Oğuz Kağan Destanı'nın M.Ö. 2. yüzyıla ait olduğu sanılmaktadır. Yazıya geçirilişiyse ancak M.S. 13 .- 16. yüzyıllar arasında olmuştur. Bu aradaki zaman içinde destan asırlarca Türk halkı arasında devam edegelmiş ve muhakkak ki birtakım değişikliklere de uğramıştır. Türkler İslamiyet'i kabul ettikten sonra bu destana  bazı İslami  özellikler de girmiştir.

Oğuz Kağan Destanı, Türklerin asıl büyük destanıdır. Oğuz Kağan Destanı'nda dikkate değer en başlıca unsur, bildiğimiz Türk efsanelerinde görülen üç temel unsurun bozkurt, geyik ve ışığın bir arada olmasıdır.

Oğuz Kağan Destanı 1600 yıllık bir gecikmeyle yazıya geçirilmiştir. Dolayısıyla bizim elimizde 1600 yıl evveline ait kayıtlar bulunmaktadır. Oğuz Kağan Destanı'nın iki varyantı vardır. Biri Uygur Lehçesiyle, diğeri de Farsça yazılmıştır. Farsça varyant, Reşid-üd Din'in kitabındadır. Reşid-üd Din bir Moğol devri aydını olduğundan Türklere ait olan son derecede renkli bu destanı Moğollara mal eder. Oğuz Kağan Destanı, bütün bir destan hayatının ve efsane geleneğinin altüst olmasına sebep olmuştur. Bundan sonra bütün araştırmacılar son 35-40 yıla gelininceye kadar Reşid-üd Din'in bu mal edişi yüzünden Türk ve Moğol topluluklarını karıştırmış, bazen Moğol'a Türk, Türk'e de Moğol demek gafletine düşmüşlerdir. Reşid-üd Din Müslüman olduğu için, kaleme aldığı Oğuz Kağan Destanı'nda ne kadar Müslümanlığa aykırı görüş ve anlayışlar varsa atmış ve kendisi bambaşka görüşler uydurmuştur. Fakat değiştirdiği unsurları belirtmemiş, sanki kendi yazdıkları gerçekmiş havası vermiştir. İşte bu sebeplerle Cami-üt Tevarih'de anlatılan Oğuz Kağan Destanı kesinlikle yeterli ve gerçek değildir. Uygurca Oğuz Kağan Destanı da 14. yüzyılda kaleme alınmıştır. Ne Moğollar, ne de eski Türk anlayışına dair herhangi bir karışıklık yoktur. Bu nüsha manzum ve üniktir (tek, eşi olmayan) ve Paris Bibliotheque National'de muhafaza edilmektedir. Bu nüshanın baş ve son tarafı eksiktir.

Oğuz Kağan Destanı'nın Uygur lehçesiyle yazılmış nüshası üzerinde geçen asırdan itibaren çalışanlar çıkmıştır. Bunların başında W. Radloffgelir. Radloff, 1864(ien sonra Orta Asya'da Türkler arasında yaşamıştır. 1890 yılında Oğuz Kağan Destanı'nı tıpkıbasım olarak basmış, 1891 yılında bunun Almanca tercümesini yapmıştır. Bu olay Türkoloji aleminde büyük yankı uyandırdı. Rıza Nur konuyu ele aldı ve İskenderiye'de kurduğu Türkoloji Dergisi'nde destanı Fransızca olarak neşretti (1928). 1930 yılında da P. Pelliot, Rıza Nur'un yayınına 1930 yılında bir dergide cevap vererek, Rıza Nur'un kullandığı bazı kelimelerin yanlışlığını ortaya çıkardı.

Aynı konuda Almanların çalışması Alman Türkolog Bang ile başlar. Bang tarafından "Oğuzname" 193S(ie Almanca olarak yayınlandı. Atatürk'ün girişimleriyle aynı yıl Türkiye'ye getirilen Bang, 33 yaşındayken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne profesör olarak tayin edildi. Bundan bir sene sonra da Almanca yayının Türkçe çevirisi yapıldı.

Oğuz Kağan Destanı için, Ebul Gazi Babadır Han'ın Şecere-i Türk ve Şecere-i Terakime adlı eserleri de büyük ölçüde kaynak durumundadır. Bu eserler hazırlanırken Reşid-üd Din'in eserinden de yararlanılmış, ancak halk arasında dolaşan rivayetler de eserde aktarılmıştır. Şecere-i Terakime incelendiğinde de görülebileceği gibi, Oğuz Kağan'ın babası Moğol hakanı olarak gösterilmekle birlikte, Oğuz Kağan'ın doğumuyla ilgili kısımda, bu destanın İslami varyantı kullanılmaktadır. Halbuki Moğol ve İslam kavramlarının destanlarda bile olsa bir araya gelmesi mümkün değildir. Yazıcızade Mehmet Bey'in Selçukname'sinde de Oğuz Kağan Destanı geçer. Burada da esas alınan Reşid-üd Din'in eseridir



Oğuz Kağan Destanı'nın İçeriği


Oğuz doğduğu zaman yüzü mavi, ağzı ateş gibi kırmızı, gözü ve saçı, kaşları siyahtı. Annesinin memesinden ilk sütü emdikten sonra bir daha emmedi. Lakırdı etmeye başladı. Yiyecek istedi. Kırk günde büyüdü. Dolaşıp oynuyordu. Oğuz'un ayakları öküze vücudu kurda, göğsü ayıya benzerdi. Böğürleri kıllıydı. At sürüsü güder, beygire binerek avlanırdı. Günler, geceler geçti. Delikanlı oldu. O sırada bu memlekette büyük bir orman vardı. İçinden dereler, ırmaklar akardı. Hayvanlar, kuşlar çoktu. Bu ormanda Kiyant adında bir büyük canavar bulunuyordu. Beygirleri parçalayarak yer, insanları yutardı. Oğuz bunu öldürmeye karar verdi. Bir gün mızrak, ok, yay, kılıç ve kalkanla beygire atlayarak gitti. Bir geyik yakaladı. Bu geyiği bir av kırbacı ile ağaca bağlayarak çekildi. Gitti, sabah oldu. Gün doğarken oraya geldi. Lakin canavar onu yemişti. Bunun üzerine bir ayı yakaladı. Altın işlemeli kemeriyle bir ağaca bağlayarak gitti. Sabah oldu. Gün doğarken oraya geldi. Lakin canavar onu da almıştı. Bu defa Oğuz ağacın arkasına saklandı. Canavar tekrar gelince başıyla Oğuz'un kalkanına çarptı. Oğuz mızrağıyla canavarın kafasına vurarak öldürdü. Kılıçla da kafasını kesti. Gitti. Tekrar geldiği zaman bir akbabanın, onun bağırsaklarını yemek için geldiğini gördü. Onu da öldürdü. Bir gün Oğuz Tanrı'ya ibadet ediyordu. Birdenbire ortalık karardı. Gökten mavi bir ışık düştü. Bu ışık güneşten, aydan daha parlaktı. Bu ışığın ortasında tek başına bir kız oturuyordu. Çok güzeldi. Başında Kutup Yıldızı gibi yanan parlak bir işaret vardı. O kadar güzeldi ki gülünce mavi gök de gülüyor, ağlayınca mavi gök de ağlıyordu. Oğuz onu görünce aklı başından gitti. Sevdi, aldı. Günler, geceler geçti. Bundan üç çocuğu oldu. Bunlara Gün, Ay, Yıldız adlarını verdiler. Oğuz yine bir gün ava gitmişti. Uzaktan bir gölün ortasında bir ağaç ve ağacın dibinde yalnız bir kız gördü. O kadar güzeldi ki, görenler bayılırdı. Oğuz onu görünce aklı başında gitti. Sevdi, aldı. Günler, geceler geçti. Oğuz'un bu kadından da üç oğlu oldu. Gök, Dağ, Deniz adını verdiler.

Oğuz bir gün avdayken babası Kara Han'a oğlunun başka bir din tuttuğunu haber verdiler. Kara Han beyleri toplandı. Oğlunun halini anlattı. Oğuz'u yola getirmek için etrafa haberler saldı. Karısı gizlice Oğuz'a haber yollayarak babasının kararını bildirdi. Oğuz da etrafa boylara: "Babam asker toplayarak beni öldürmeye geliyormuş. Beni isteyenler bana, babamı isteyenler de ona gitsin" yolunda haber gönderdi. Kara Han'ın kardeşlerinin oğulları, boylarıyla beraber Oğuz tarafına geçtiler. Babayla evladın askerleri savaşa tutuştu. Oğuz'un tarafı üstün geldi. Bu üstünlük üzerine Oğuz bütün tekinleri, boyları davet ederek şölen yaptı. Şölenden sonra tekinlere ve orada bulunanlara emretti ve dedi ki: "Bana uyanlara hediyeler verip dost bileceğim, uymayanları düşman bileceğim" dedi. Bir kısım halk Oğuz'un dinini kabul etmeyerek, yurtlarını bırakıp doğuya, Tatarların ülkesine gitti. Oğuz bunların arkasından giderek Tatar'ın yurduna girdi. Tatar'ları yendi, mallarını aldı. O vakitler sağ tarafta “Altın Kağan'' vardı. Oğuz'a hediyeler, altınlar, gümüşler, akik ve zümrütler gönderdi. Solda "Urum Kağan" vardı. Bu kağanın çok orduları ve şehirleri vardı. Urum Kağan Oğuz'un emirlerini dinlemedi. O vakit Oğuz ordusunu hazırladı. Sancağını çekip atına bindi. Kırk gün sonra "Buz Dağ" eteklerine geldi.

Bir sabah Oğuz'un yurduna gün ışığına benzer bir ışık girdi: İçinden boz tüylü, boz yeleli erkek bir kurt göründü, Oğuz'a yol göstermek istediğini söyledi. Ondan sonra kurdun arkası sıra gittiler. Kurt "idil Moran'' kenarında durdu. Oğuz'un askeri de durdu. Orada savaşa giriştiler. Nehrin suyu kan damarı gibi kıpkırmızı oldu. Urum Kağan kaçtı. Memleketi, hazinesi ve halkı Oğuz'a kaldı. Urum Kağan'ın, Uruz Bey adlı bir kardeşi vardı. Uruz Bey oğluna dağ tepesinde "Tarang Moran'' arasında müstahkem bir şehir ısmarlamıştı. Oğuz o şehre doğru yürüdü. Uruz Bey oğlu, Oğuz'a haber gönderdi: "Bizim saadetimiz senin saadetindir. Tanrı bu toprağı sana bağışlamış, ben sana başımı verir, saadetimi feda ederim" dedi. Bundan sonra adı "Saklap" oldu. Oğuz ordusu ile İdil'i geçti. Orada büyük bir hakan yaşıyordu. Oğuz onun da ardına düştü. "İdil suyundan akacağım" dedi. Orada "Ulu Ordu Usyuteng" isminde bir tekinin yeri vardı. Burası çok ağaçlık bir memleket olduğundan onlardan kesti.

Ağaçların üzerine binerek nehri geçti. Oğuz gülerek dedi ki: "Sen de benim gibi bir hakan ol, sana Kıpçak densin" dedi. Tekrar yoluna devam etti. Bu arada boz tüylü boz yeleli kurt tekrar göründü: "Orduyla yürüyerek tekinleri, halkı buraya getir. En önde size yol göstereceğim" dedi. Yürüdüler, "it Barak"ın ordusuyla karşılaştılar. "it Barak" savaşta öldürüldü. Ordusu bozuldu. Yurdu, malı ve halkı Oğuz'a geçti. Oğuz Han bir aygıra bindi. Onu pek seviyordu. Fakat at çölde gözden kayboldu. Burada yüksek bir dağ vardı. Tepesi karlı olduğundan "Buz Dağı" derlerdi. Oğuz atının kaçmasına çok kederlendi. Orduda kahraman bir tekin vardı. Bu yüksek dağa tırmandı. Dokuz gün sonra Oğuz'a atını getirip verdi. Her tarafı karla bembeyaz olduğundan Oğuz ona birçok hediyelerle beraber "Karluk" adını verdi, birçok tekinlerin üzerine han yaptı. Tekrar yola düzüldüler. Yolda bir büyük ev gördü. Damı altından, pencereleri halis gümüşten ve demirdendi. Kapının anahtarı yoktu. Orduda "Tümür Dokagal" adında akıllı bir adam vardı. Oğuz ona "Burada kal, aç, sonra orduya gel" dedi ve "Kalaç" adını verdi. Tekrar yola dizildiler. Yine bir gün boz tüylü, boz yeleli kurt birden göründü. Ordu da ona uydu. Bulundukları yer ekili bir ova idi. Buraya "Çuçit" derlerdi. Burada insan çoktu. Bunların çok da atları, inekleri, altınları, gümüşleri, elmasları vardı. Bunlar Oğuz'a karşı çıktılar. Ok ve kılıçla şiddetli bir cenk oldu. Oğuz üstün geldi. Curcit Han'ın başını kesti. Burada da çok mallar ele geçti. Fakat Oğuz'un ordusunda yük hayvanları pek azdı. Orduda "Parmaklı Çözüm Bilik'' adında akıllı bir adam vardı. Hemen bir kağnı yaptı. Malları ona doldurdu. Hayvanları da buna koştu. Herkes onun gibi arabalar yaparak eşyasını yüklemeye başladı. Oğuz Han bunu da görerek güldü. Ona "Kankli" adını verdi. Tekrar yürüdüler. Boz tüylü, boz yeleli kurt önde idi. "Tangut" ve "Sakim'' memleketine gittiler.

Birçok cenklerden sonra Oğuz orayı da aldı. Gayet gizli bir köşede çok zengin ve çok sıcak bir memleket vardı. Adına "Baçak" derlerdi. Burada birçok vahşi hayvanlar, av kuşları yaşardı. Ahalisinin yüzü siyahtı. Hakanı "Mazar" adlı biri idi. Oğuz onu da yendi, kaçırdı, memleketini aldı. Oradan atına binerek yurduna döndü. Oğuz Han'ın yanında ak sakallı, pek akıllı, ihtiyar bir "İrkil Ata" vardı. Buna "Uluğ Türk" de derlerdi. "İrkil Ata'' bir gece rüyasında altın bir yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay doğudan batıya uzanıyor, bu üç gümüş ok da gece tarafına uçuyordu. Uyanınca bunları Oğuz'a bildirdi ve bir nasihat etti. Oğuz onun nasihatini dinledi. Ertesi sabah oğullarını çağırdı. Dedi ki: "İhtiyarladım. Benim için artık hakanlık kalmadı. Gün, Ay, Yıldız siz güneşin doğduğu tarafa, Gök, Dağ, Deniz siz de gece tarafına gidiniz." Oğulları bu emri yaptılar. Gün, Ay, Yıldız birçok hayvanlar, kuşlar vurduktan sonra bir altın yay buldular, babalarına getirdiler. Oğuz yayı üçe ayırdı. Parçalarını yine onlara vererek: "Yay sizin olsun. Yay gibi oku göğe fırlatınız. Adınız Bozok olsun'' dedi. Küçük kardeşleri de birçok hayvanlar, kuşlar vurduktan sonra çölde bir gümüş ok bulup babalarına getirdiler. Oğuz oku üçe böldü. Yine onlara vererek: "Ok sizin olsun. Yay oku atar, siz de ok gibisiniz. Adınız Üçok olsun" dedi.

Bunun üzerine  büyük  kurultay  toplandı.  Herkesi  çağırdı.  900 at, 9000 koyun kestirdi. 90 havuz kımız hazırlattı. Şölen verdi. Kendisi için direkleri altın kaplı, üzerleri zümrüt, yakut, fıruze,  inci ile altın işlemeli otağını kurdurdu. Halkı yedirip  içirdi.  Otağın sağına kırk kulaç uzunluğunda bir sırık diktirdi. Tepesine bir altın tavuk, tavuğun ayağına beyaz bir koyun bağlattı. Sol tarafına da kırk kulaç uzunluğunda bir sırık diktirdi. Tepesine bir gümüş tavuk, tavuğun ayağına bir siyah koyun bağlattı. Sağ tarafta Bozoklar, sol tarafta Üçoklar oturuyordu. Böylece kırk gün kırk gece geçerek eğlendiler. Bundan sonra Oğuz yurdunu evlatlarına verdi. Onlara "Evlatlarım! Çok yaşadım, çok cenk ettim. Çok ok attım, çok aygırlara bindim. Düşmanları ağlattım, dostları güldürdüm. Tanrı'ya her şeyi feda ettim. Size de yurdumu veriyorum" dedi.


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Gılgamış Destanı IV. Gölüm

 



(Gılgamış ve Enkidu, Sedir Ormanına ulaşırlar ve Humbaba'yı öldürürler.)


Sonra Enkidu Gılgamış'a, "Yola düşelim. Beni takip et ve kalbinde korku olmasın. Ben Humbaba'mn dolaştığı yerleri ve nerede yaşadığını biliyorum" dedi.


Gılgamış, Enkidu ve genç adamlar normalde altı haftada alınacak bir mesafeyi yalnızca üç günde yürüdüler. 60 mil sonra yemek için durdular. 90 mil daha yolculuk ettikten sonra geceyi geçirmeye hazırlandılar. Sonra ışık saçan Şamaş'ın Önünde bir kuyu kazdılar. Her gün 150 mil yürüdüler ve yedi dağ geçtiler. Nihayet Humbaba'nın bekçisi tarafından korunan Sedir Ormanı'nın girişine vardılar ve bekçiyi öldürdüler.


Gılgamış orada derin bir uykuya daldı. Enkidu kralı dürttü, fakat kral uyanmadı. Gılgamış'a seslendi, fakat yanıt alamadı. "Ey Gılgamış" diye yalvardı, “daha ne kadar burada uyuyacaksın? Bize eşlik eden Uruk'un gençleri Sedir Dağı'nın eteğinde seni bekliyorlar."


En sonunda Gılgamış Enkidu'nun sözlerini duydu ve hemen ayağa kalktı. Toprağın üzerinde büyük bir boğa gibi durdu, ağzını yere koydu ve toprağı emdi. Sonra dimdik durdu ve sanki kaftanını giyiyormuş gibi kahramanlık sözleriyle donandı." Bana yaşam veren babam Lugalbanda ve beni doğuran annem Ninsun'un yaşamları adına" diye yemin etti, "Canlılar ülkesindeki Sedir Ormanı'na girene ve insan da olsa tanrı da olsa Humbaba ile savaşana kadar sağlam surlu Uruk kentine dönmeyeceğim. Bana yaşam veren babam Lugalbanda ve beni doğuran annem Ninsun'un yaşamları üzerine bu onuru kazanayım ve bana bakan herkes yaptıklarımı şaşkınlıkla görsün!"


"Gençleri çağıralım ve acele edelim Enkidu" diye devam etti Gılgamış. "Ulaşamayacağımız kadar uzağa gitmeden Humbaba'yı bulmamız gerek."

Enkidu yanıt verdi, "Aman, Sedir Ormanı'nın içine fazla girmeyelim! Bu kapıyı açtığımda ellerim halsizleri. Seni veya kendimi koruyacak gücüm yok artık!" 

"Korkma Enkidu" diye arkadaşına güven verdi Gılgamış; "Sen nasıl savaşacağını biliyorsun ve savaş deneyimin var. Eğer kaftanıma bir dokunursan ölümden korkmayacaksın, ellerin ve kolların eski gücünü tekrar kazanacak."


"Şimdi gel" diye emretti Gılgamış, "ilerleyelim ve bu serüveni birlikte yaşayalım. Yürekli ol! Humbaba ile karşı karşıya geldiğimizde korkarsak, korkumuzu yeneceğiz. Dehşete kapılsak bile dehşetimizi yeneceğiz, önde giden kişi kendisini ve arkadaşını korur. Bu sırada ölse bile kendisi için ölümsüz bir ad bırakmış olur. Korkak kimse kendisiyle barışık değildir ve arkasında ona iyi bir ad verecek hiçbir şey bırakmaz."


Kendilerini yeşil dağda buldular. Hiç konuşmadan sessizce durdular ve çevrelerine baktılar. Sedir Ormanı'nın girişinde sedir ağaçlarının heybetli yüksekliklerini fark ettiler. Humbaba'nın yürüdüğü yolun düz ve açık olduğunu gördüler. Göksel tanrıların yurdu olan Sedir Dağı'nı seyrettiler. Dağın yamacı gösterişli, gölgeli bir sedir ağacı örtüsüyle kaplanmıştı.


O gece, Gılgamış Enkidu'yu gece yarısı uyandırdı ve şöyle dedi: "Garip bir düş gördüm Enkidu. Bir dağ parçalandı ve üzerime düştü. Sonra güzel görünüşlü bir adam göründü. Beni dağın altından çekip çıkardı. İçmek için su verdi ve sonra da ayağa kalkmama yardım etti."


Enkidu "Düşün çok güzel Gılgamış. Humbaba senin üzerine düşen dağdır. Onu yakalayacağız. Öldürüp vücudunu ortaya atacağız" diye yanıt verdi.


Ertesi gün Sedir Ormanı'nda 60 mil yürüdükten sonra yemek için durdular. 90 mil sonra, geceyi geçirmek üzere hazırlandılar. Sonra Şamaş'ın Önünde kuyu kazdılar. Gılgamış güzel bir yemek sunarak dağa yaklaştı ve "dağ, bana bir rüya ver" dedi.


Gılgamış, başı dizlerinin üstünde uykuya daldı. Gecenin ortasında yine birdenbire uyandı. "Enkidu, arkadaşım" dedi, "korkunç bir rüya gördüm! O kadar rahatsız ediciydi ki bu, kesinlikle iyiye işaret değil! Ovalarda yaşayan vahşi bir boğa yakaladığımı gördüm. Onu yakaladığım zaman, boğa o kadar çok çırpındı ki kaldırdığı toz göğü kararttı. Derken boğa beni yakaladı ve gücümü öylesine kesti ki, önünden kaçmak zorunda kaldım. Fakat onun eline düştüğümde boğa bana yemek için aş, su tulumundan içmek için su verdi!" 

Enkidu yanıtladı: "Rüyandaki vahşi boğa dostum, gerçekte göksel Şamaş'tır. Onun yardımına ihtiyacımız olduğu zaman elimizden tutacaktır. Su tulumundan su içmene izin veren odur. O seni koruyor ve sana onur getirecek. Düşünde, göksel Şamaş, biz öldükten sonra anımsanacak bir işi tamamlamamız için bizi cesaretlendiriyor. Bu hiç kuşkusuz, korkunç dev Humbaba'yı öldürmek olmalı."


Gılgamış Enkidu'ya sordu, "Humbaba'ya yaklaştığımız zaman onun uşaklarını ne yapacağız?''

Enkidu yanıt verdi: "Dostum, ilk önce anne kuşu ele geçir, çünkü anneleri olmadan yavruları nereye gidebilir? Bu yüzden önce Humbaba'yı öldürelim. Uşaklarını daha sonra bulup öldürürüz, çünkü civcivler gibi çılgınca çayırlara dağılacaklardır."


Gılgamış arkadaşının öğüdünü dinledi. Humbaba’nın dikkatini çekmek için baltasını kaldırdı ve sedirlerden birini kesti.

Humbaba'nın sedir evinden iki milden fazla uzakta olmalarına rağmen dev, gürültüyü duydu ve çılgına döndü. Evinden çıktı ve ölüm saçan gözlerini, iki arkadaşın üzerine dikti. Başını uyarırcasına salladı ve kükredi: "Kim var orada? Dağlarımda büyüyen değerli ağaçlarıma kim zarar veriyor? Sedirlerimden birini kim kesti?"


Humbaba'nın kükremesiyle Gılgamış birdenbire korkuyla titremeye başladı. Enkidu onun yüreğindeki dehşeti gördü ve "Arkadaşım, Uruk halkına söylediklerini anımsa! Bu yolculuğu neden yaptığımızı anımsa! Şimdi kalbine cesaret ver ve bu korkunç devi öldürmeye hazırlan!" dedi.


Gılgamış cesaretini topladı ve Humbaba'ya seslendi, "Sedirini ben, Uruk Kralı Gılgamış kestim. Bana yaşam veren babam Lugalbanda ve beni doğuran annem Ninsun'un yaşamları adına Canlılar ülkesindeki Sedir Ormanı'na seninle ölümüne savaşarak tüm kötülükleri ülkeden uzaklaştırmaya geldim!"


Derken yüce göklerdeki Şamaş, aşağıya Gılgamış ve Enkidu' ya seslendi: "Humbaba'ya yaklaşın ve korkmayın. Sadece, onun evine girmesine izin vermeyin." Sonra Şamaş güçlü rüzgârları Humbaba'ya doğru savurdu. Sekiz rüzgâr, vahşi deve doğru şıddetle esti ve onu her yandan öyle bir sardılar ki hiçbir tarafa gidemiyordu; büyük rüzgâr, kuzey rüzgârı, güney rüzgârı, kasırga, fırtına, soğuk rüzgâr, şiddetli rüzgâr ve sıcak rüzgâr.


Bu arada Gılgamış, Enkidu ve gençler sedirleri kesmeye, başları budamaya, bunları bağlayıp dağın eteğine yığmaya başladılar. Gılgamış yedinci sediri kestiği zaman kendini Humbaba ile yüz yüze buldu.

Gılgamış korkunç devi evinin duvarına doğru itti ve sanki yanağına bir öpücük konduruyormuşcasına yüzüne tokat attı.

Humbaba yalvarırken dişleri korkuyla çarptı, "Göksel Şamaş, yardım et bana! Ne bana yaşam veren annemi ne de beni yetiştiren babamı biliyorum. Bu dünyada annem de babam da sensin!"


"Gılgamış!" diye yalvardı Humbaba, "göklerdeki yaşam, yeryüzündeki yaşam ve cehennemdeki ölüler üzerine yemin ederim ki kendimi sana adayacağım ve kölen olacağım. Ağaçlarımı kesmene ve hatta onlarla ev yapmana izin vereceğim."


Gılgamış Humbaba'nın yakarışlarını dinlerken, ona acımaya başladı. Kral, Enkidu'ya, "Tutsak kuşun kafesten kaçmasına izin vermemeli miyim? Tutuklu adamın annesine dönmesine izin vermemeli miyim?" dedi.


Enkidu Gılgamış'a, "Humbaba'nın yakarışlarını dinleme! Onu serbest bırakman için seni ikna etmesine izin verme. O çok zeki ve tehlikeli bir düşmandır. Canlı bırakılmamalıdır! Şeytani canavar ölüm, en büyük insanı bile eğer doğru karar veremezse bir çırpıda yok edebilir. Seni temin ederim ki eğer yakalanan kuşun kafesten kaçmasına, tutsak adamın annesine dönmesine izin verirsen, kesinlikle Uruk'a ve sana yaşam veren annene geri dönemezsin."


"Enkidu" diye yakındı Humbaba, "Sen sadece bir uşaksın, ama benim hakkımda kötü sözler söylüyorsun!"

Fakat Gılgamış Enkidu'nun bilgece öğüdünü dinledi. Baltası "kahramanlık kudretini" aldı ve kılıcını kuşağından çıkardı. Sonra Humbaba'nın boynuna vurdu. Enkidu da canavar devin boynuna vurdu. Üçüncü vuruşla Humbaba yere düştü ve Enkidu başını kesti. 6 millik bir alandaki sedirler Humbaba'nın bedeninin yere düşerken çıkardığı sesle yankılandı. Gılgamış ve Enkidu, Lübnan'ın Sedir Ormanı bekçisini gerçekten öldürdüklerine inanamıyorlardı. 

Gılgamış, daha sonra Humbaba'nın sedir ağaçlarını keserek ormanın içine doğru yoluna devam etti. Sağlam surlu Uruk' un gençleri ağaçları kestiler ve kente götürmek için bağladılar.


Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

7 Mart 2022 Pazartesi

Hıristiyanlığın Gelişimi

 



Batı Avrupa'da Kavimler Göçü'nün çalkantılı dönemine Hıristiyanlığın yaygınlaşması eşlik etti. 500'lerde italyan St. Benedict bir keşiş topluluğu kurdu. Bu keşişler hayatlarını Hıristiyanlığa adıyorlardı. Benedictine Kuralları olarak anılan bir dizi kati ilkeye göre yaşamlarını düzenlemekteydiler. 6. yüzyılın başlarında, önceki yüzyılda St. Patrik'in gösterdiği candan misyoner çabanın neticesinde irlanda'nın büyük bölümü Hıristiyanlaşmıştı. 7. yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyanlık Britanya'da yaygınlaşmaya başladı. Bu  süreçte Papa Büyük Gregory'nin  emriyle  St.  Augustine'in  Canterbury'e gelişi, St. Colomba'nın iskoçya'ya gitmesi ve Galler'deki St. David önemli bir rol oynamıştı.

Keşişler daha  sonra  Galya  ve  Almanya'ya gitmeye başladılar. Halen kendi pagan tanrılarına tapmakta olan yerlileri adım adım Hıristiyanlaştırdılar. Yeni kurulan manastırlar önemli bilgi ve zanaat merkezleri haline geldi. Buralarda gençleri eğittiler. Antik Yunan ve Latin metinlerini kopyalayıp muhafaza ettiler. Güzel  el  yazmaları, altın ve gümüşten çeşitli süs eşyaları ürettiler. Çevredeki  toprağı ektiler. Gezginler için barınaklar   inşa  ettiler.   Hastalara   baktılar. Keşişler aynı zamanda Frankların krallığındaki Hıristiyan  liderlere danışmanlık yaptılar. Krallık Batı ve Orta Avrupa'da (En geniş sınırlarına Şarlman döneminde ulaştı) yayıldıkça Hıristiyanlığın gücü de artıyordu.

M. S. 800'lerde Avrupa çoğunlukla Hıristiyan krallar tarafından yönetilmeye başlanmıştı. Büyük ölçüde Bizans Kilisesi tarafından yönlendirilen    misyoner    faaliyet    Orta    ve    Doğu    Avrupa'da yoğunlaşmıştı. 9. yüzyılda Slav halklarının Hıristiyanlaştırılması ve dinin 980 yılının sonlarına doğru Rusya'ya doğru yayılması amaçlanıyordu.


Kandiller

 



Simidiyle müjdesini gündüzden veren kandil geceleri, Arapçada leyle-i berat, leyle-i kadir gibi adlarla bilinirler, genel olarak kalabalık tören, anma anlamında ihtifal olarak adlandırılırlar. Kandil lamba gibi çok eski sözcüklerden olup Türkçeye Arapçadan girmiş ve daha çok camilerin aydınlatılmasında kullanılmıştır. Rivayete göre Hz. Muhammed Berat gecesi mescidine geldiğinde mescidin çerağ, kandil ve benzerleriyle aydınlatılmış olduğunu görmüş, bunu yapanın Ömer olduğunu öğrenince, “Benim mescidimi nurlandırdığın gibi, Tanrı da senin kalbini nurlandırsın,” demiştir. Gene Ali’nin üç hayır yapma âdeti olduğu, misafire bal çıkardığı, fakirlere şalvar verdiği ve mescitlere çerağ gönderdiği söylenir.

Mahya âdeti I. Ahmed (1603-1617) zamanında minare kandilleriyle başladı. III. Ahmed (1703-1730) çift minareli bütün camilerde mahya yapılması için ferman verdi. Eyüp Camii’nin minareleri mahya asmaya uygun olmadığı için ikişer şerefeli yeni iki minare yapılarak uzatıldı. Mısır hıdivine ve İran şahına da İstanbul’a geldiklerinde mahya gösterisi yapılmıştı. Mahyayla Ramazan ve kandilleri karşılayan cümleler yazıldığı gibi, hareketli mahya yöntemi ile iki minare arasında gidip gelen araba, balık ve kayıklar da resmedilip oynatılırdı.

Elektrik döneminin başlamasıyla mahya unutuldu. Fakat kandil gecelerinin şerefelerin aydınlatılarak belirlenmesi âdeti devam etti. Son on yıldır, kandil geceleri ve Ramazana özgü aydınlatmalar yanında, sanat eseri sayılan camilerin ışıldaklarla sürekli aydınlatılmaları da yerleşen bir âdet oldu.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak