31 Ocak 2025 Cuma

Amerika Söylenceleri - Bolivya-Peru

 


Güneşin Çocukları: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Bu bereket söylencesi de, Tiyahuanako/ Ay mara ve İnka yaratılış söylenceleriyle yakından ilişkili olduğu için, bu söylencelerin tarihsel arkaplanları buraya da uyarlanabilir.

İnkalar, İspanyollara, “vahşileri fethedip uygarlık yolunda eğittikleri" yolunda, tarihin revizyonist bir versiyonunu sunarak önceki kültürlerin bütün kazanımlarından yararlanmışlar; buna karşılık kendi davranışlarına, değerlerine ve kültürel geleneklerine uydurmak üzere yerli halkların sözlü geleneklerinin söylencelerini de alıp kabul etmişlerdir.

Francisco Pizarro komutasındaki ispanyollar, 1532'de İnka ülkesini fethedince, dillerini öğrenip onları Hıristiyanlığa döndürmeye başlarlar. Ispanya'ya, fethettikleri ülke insanlarının yapısını, pagan inançları dahil, geniş ayrıntılarla anlatan raporlar gönderirler. Bu raporlar İspanyolların kendi tavır, değer ve inançlarını da yansıtır. 


Aslen İnka olup Hıristiyanlığı kabul etmiş pek az insan vardır. Hıristiyan öğretisinin etkisi onların yazdıklarında da görülür; bir sözlü gelenekte yeni düşüncelerin eskileriyle kaynaşması kolay olmaktadır.

Güneşin Çocukları Efsanesi, Inca Garcilaso de la Vega'nın (1539-1616?) büyük eseri, İnka Krallığı Üzerine Yorumlarının birinci cildiyle kayda geçmiş, eser 1609'da Ispanya'da yayımlanmıştır.

Yazar, Peru'nun Cuzco kentinde bir Ispanyol komutanla bir İnka prensesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Gayrı meşru olduğu için babasının adı yerine kendisine Gomez Suarez de Figueroa adı verilir. Garcilaso Katolik olur ve 1558'de, babasının ölümünden sonra eğitimini tamamlamak için Ispanya'ya gider, babasının mülklerini elde edebilmek için başarısız girişimlerde bulunur. İnkalarla ilgili ciltler dolusu notlarını da yanında götürmüştür.

1590'da Garcilaso, Cordoba'da, annesinin halkının onuruna, başına "Inca" eklediği babasının adıyla yaşamaktaydı. İlk kitabı o yıl yayımlanır. Üçüncü ve son kitabı ise, ölümüne yakın bir tarihte, 1617'de, şaheserinin ikinci cildi olarak yayımlanmıştır.

Garcilaso, uzun süre, Ispanya'nın Altın Çağı'nda yazmış en büyük düzyazı ustası kabul edilmiştir. Bugünse, Güney Amerikalı ilk büyük yazar ve Espano-Amerikan edebiyatının babası olarak değerlendirilmektedir.


Çekiciliği ve Değeri


Trio bereket söylencesi gibi "Güneşin Çocukları" da, insanları daha uygar bir yaşama yönelten doğaüstü bir varlık çevresinde gelişir. İnkaların bu yaygın söylence temasını alıp nasıl kendi amaçlarına uyarladıklarını göstermektedir.

İnkaların amacı, miraslarını ve halklarını yüceltmektir. Kendilerinden önceki insanların vahşi hayvanlar gibi yaşamış olduklarını anlatarak onları aşağılamaktadırlar. Öykü, İnkaları, yerli halkı, fazladan yiyeceği ve boş vakti olmayan göçebe-avcı, yiyecek toplayıcı bir grup insanken yerleşik, çiftçilik yapan ve iş bölümünün nimetlerini toplayan insanlar durumuna getirerek hayatlarını iyileştiren kişiler olarak gösterir (oysa gerçekte, yerli kabileler de en az İnkalar kadar uygardır.) Bu uygarlaşmamış insanları kurtaran ve eğiten İnkalar, güneşin çocuklarıdırlar ve güneş tüm canlıların koruyucusudur. Öyküde, tanrısal yaratıcı Virakoça'dan söz edilmez.

Öyküdeki altın çubuk, Andların dağlık arazisinde iyi tarım alanlarının az olduğunu vurgular ve İnkaların başkenti Cuzco'nun nasıl kurulduğunu açıklar. Söylencenin sonu, İnka İmparatorluğu'nun yaratılışına giden yolu hazırlar.


Güneşin Çocukları


Eski zamanlarda ülkemiz çalılıklar, küçük ağaçlar ve yüksek dağlarla kaplıydı. İnsanlar görgüsüz ve eğitimsizdiler. Vahşi hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Ne dokunmuş kumaştan giysileri ne evleri ne de kendi yetiştirdikleri yiyecekleri vardı. Diğer insanlardan ayrı küçük aile toplulukları olarak doğanın sağladığı barınaklarda, dağlardaki mağaralarda ve büyük kayaların altlarındaki boşluklarda yaşıyorlardı. Bedenlerini hayvan derileri, yapraklar ve ağaç kabuklarıyla örtüyorlardı ya da tamamen çıplak dolaşıyorlardı. Ot, yabani yemişler ve bitkilerin kökleri gibi, yiyebilecekleri ne bulurlarsa onları topluyorlar ve zaman zaman İnsan eti yiyorlardı.

Babamız Güneş, göklerden aşağı baktı ve vahşi yaratıklar gibi yaşayan bu insanlara acıdı. Onlara yaşamlarını nasıl iyileştirebileceklerini öğretmeleri için oğullarından Manko Kapak ve kızlarından Mama Oklo Huako'yu Titikaka Gölü'nde yeryüzüne göndermeye karar verdi.

Güneş, çocukları gitmek için hazır olduklarında onlara "Ben kendimi evrenin iyiliğine adıyorum. Her gün gökyüzünde seyahat ediyorum ki, yeryüzüne bakabileyim ve orada yaşayan insanlar için neler yapabileceğimi görebileyim. Isım onlara rahatlık sağlıyor. Işığım onlara görmekle gelen bilgiyi sağlıyor. Çayırlar ve ormanlar onlara benim çabalarımla yiyecek sağlıyor, çünkü günışığı ve yağmuru uygun mevsimde ben getiriyorum."

"Yine de bütün bunlar, ne kadar iyi olursa olsun yeterli değil. İnsanlar vahşi hayvanlar gibi yaşıyorlar. Evlerde yaşamayı, giysi giymeyi ya da yiyecek üretmeyi bilmiyorlar. Köyleri yok, hiçbir kap kacak kullanmıyorlar ve hiç yasaları yok."

"Bu nedenle" diye Güneş Babamız devam etti, "sizleri Titikaka Gölü çevresindeki tüm ırkların yöneticileri yapıyorum. Bu insanları bir babanın çocuklarını yönettiği gibi yönetmenizi istiyorum. Onlara benim size davrandığım gibi yumuşaklık ve sevgiyle, bağlılık ve adaletle davranın. Onlara benim size öğrettiğim gibi öğretin, çünkü insan ırkları da benim çocuklarımdır. Ben onlara ekmek sağlayan ve onları koruyanım. Artık hayvan gibi yaşamayı sona erdirmelerinin zamanı geldi."

"Bu altın çubuğu yanınıza alın" diye sözlerini tamamladı Güneş. "Yalnızca iki parmak kalınlığında ve bir insan kolundan kısa; fakat size toprağın ekin yetiştirmek için uygun olup olmadığını söyleyecek. Yolculuğunuz sırasında yemek ya da uyumak için her duruşunuzda çubuğu toprağa gömüp günlemeyeceğinize bakın. Tek bir hamleyle toprağa saplandığı yere geldiğinizde benim kutsal kentim, güneşin kenti Cuzco'yu kurun. Bu altın çubuğun girebildiği kadar derinlikte yumuşak toprağı olan yer mutlaka verimlidir”

Böylece Manko Kapak ve Mama Oklo, Huako, Titikaka Gölü'ne indiler ve toprağı incelemek için yola koyuldular. Her durdukları yerde altın çubuğu gömmeye çalıştılar, fakat yapamadılar. Toprak çok taşlıydı.

Sonunda bir vadiye indiler. Toprak işlenmemişti ve insanlardan yoksundu, ancak yoğun ve yeşil bir bitki örtüsü vardı. Bir tepenin (Ayar Kaçi ve Ayar Uço'nun taşa dönüştükleri tepe) üstüne çıktılar ve altın çubuğu toprağa bastırdılar. Büyük bir mutlulukla gördüler ki, çubuk toprağa gömüldü ve kayboldu.

Manko Kapak, Mama Oklo Huako'ya gülümsedi ve dedi ki: "Babamız Güneş bizim bu vadiyi yönetmemizi istiyor. Onun kutsal kenti Cuzco'yu burada kuracağız. Şimdi seninle ayrılalım. Sen güneye git, ben de kuzeye gideyim. Bulduğumuz insanları bir araya getirelim ve onları bu verimli vadiye getirelim. Burada onlara insanca yaşamayı öğretelim ve babamızın bize emrettiği gibi onlarla ilgilenelim."

Manko Kapak ve Mama Oklo Huako, ülkenin insanlarını toplamak için yüksek yaylalara yöneldiler. Verimsiz bölgelerde buldukları erkek ve kadınlar, onların giysilerinden ve delinmiş kulaklarından, soylu duruşlarından ve getirdikleri mesajdan çok etkilendiler. "Sizlere nasıl daha iyi bir yaşam sürdüreceğinizi öğretelim" dediler Güneş'in çocukları. "Sizlere evler kurmayı, giysiler yapmayı, hayvan ve ekin yetiştirmeyi öğretelim. Şimdi vahşi hayvanlar gibi yaşıyorsunuz. Sizlere insan gibi yaşamayı öğretelim. Babamız Güneş, bunları bize öğretip size öğretmeye gönderdi."

Ülkenin insanları, Güneş'in çocuklarına güvendiler; yeni ve daha iyi bir yaşama giden yolda onları izlediler. Pek çok insan bir araya geldiğinde, Manco Kapak ve Mama Oklo Huako onları yiyecek toplamaktan sorumlu olanlar ve ev yapmayı öğrenecekler olarak ayırdı. Yeni yaşamları artık başlamıştı.

Manko Kapak, erkeklere besinleri arasında, hem tahıllar hem de sebzeler bulunması için hangi yiyeceklerin besleyici olduğunu, en iyi tohumları nasıl seçeceklerini ve her bir bitkiyi nasıl ekip yetiştireceklerini öğretti. Bu süreç içinde, onlara çiftçilik için gerekli alet ve araç gereçleri yapmayı ve sulama yapmak için vadideki akarsulardan suyu tarlalara yönlendirmeyi de öğretti. Hatta onlara ayakkabı yapmayı bile öğretti. Bu arada, Mama Oklo Huako da kadınlara yün ve pamuklu kumaş dokumayı ve bu kumaşlardan giysiler dikmeyi öğretti.

Böylece, İnkalar eğitimli insanlar durumuna geldiler. Onlara pek çok şey veren ve koruyan Güneş'in onuruna Manko Kapak ve Mama Oklo Huako'nun altın çubuğu toprağa gömdüğü ve İnka halkını bir araya getirip eğitmek için yola çıktıkları tepenin zirvesinde bir tapınak yaptılar. Zenginlikleri, diğer halkları onlara katılmaya ve onlardan öğrenmeye yönlendirdi. Manko Kapak, son olarak erkeklere kendilerini savunabilmeleri ve krallıklarını genişletebilmeleri için ok ve yay, sopa ve mızrak gibi silahlar yapmayı öğretti. İnkalar artık büyük bir ulus olma yolundaydılar. 





Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

23 Ocak 2025 Perşembe

TANRICI [TEiST) TARiH KAVRAMLARI, ZERDÜŞT DiNi, YAHUDiLiK, iSLAMiYET

 



ZORDASTRiZM (zerdüştçülük) , kaynağı eski İran olan bir dini adlandırmak için, Batı'da yaygın olarak kullanılmış bir terimdir. Çağımız İran'ında Zerdüşt dini taraflısı pek az sayıda kalmıştır. Bu inanca bağlı olan en önemli toplumlar Hindistan'da bulunmaktadır. Ataları bu memlekete bin yıl önce gelip yerleşmişti. Zerdüştçülük ile Hinduların veda dini arasında büyük benzerlikler vardır. Buna rağmen Zerdüştiler daima kapalı ve tutucu bir toplum hayatı sürdürerek dinlerini ve düşüncelerini Hinduizmin etkisinden uzak tutmuşlardır. Bu bakımdan zerdüştçülük ilk şekline kıyasla pek az bir değişiklik göstermektedir. Günümüzde Parsi'lerin diye anılan Zerdüşti'ler, modern Hindistan'ın gelişiminde büyük rol oynamışlardır. Onların bu etkisinde, tarih kavramları ile tarih karşısındaki tutumlarının önemli payı vardır. 

Zerdüşt dininin kurucusu olan Zerdüşt'ün hangi devirde yaşamış olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bazı persi bilginler onun M.O. 1000 yıllarında yaşamış olduğunu ileri sürerler. Batılılar ise, yaşadığı zamanın M.Ö. VII. yüzyıl olduğu kanısındadır. Zerdüşti edebiyatının ilk büyük eseri olan Gatha'ların Zerdüşt'ün öğretilerinin kitabı olduğu kabul edilmektedir. Konunun temel kavramı, Tanrı fikridir. Tanrı'yı adlandırılan Ahura Mazda terimi, tanrısal bilgeliğin tam anlamıyla tanınıp bilindiği manasını taşımaktadır. Zerdüştçülükte, maddeden çok ruha önem verilmesi, Ahura Mazda terimi ile tam olarak uyuşmaktadır. Ahura Mazda yetkin, sonsuz, güçlü, herşeyi gören, herşeyi bilen tüm iyiliktir. Bütün yaratıklar onun eseridir. İnsanlara yardım eder ve onlar hakkında hüküm verir. Ahura Mazda insan tarihinin her anında vardır. Zerdüştilerin tarih karşısındaki temel tutumları, Gatha'larda açıklanmaktadır. Bu tutumlardan biri, tanrısal yaratıcılığın kusursuzluğu tasvirinde belirtilmiştir. Yerin ve gök kubbenin düşeceğini Tanrı bilir. Ayı yükselten ve batıran, güneşin ve yıldızların yolunu çizen, rüzgara hız veren, gökkubbeyi ışıkla dolduran O'dur. Bitkileri, hayvanları ve suları O yaratmıştır. Bedeniyle, ruhuyla, irade özgürlüğüyle insanı şekillendiren O'dur. Baba ile oğul arasındaki sevgi O'nun eseridir. Uyku ve uyanıklık O'ndandır. Bütün iyilikler O'ndan gelir. Dünya, Ahura Mazda'nın insanların tarihine adadığı bir alemdir. Yeryüzü için bir törel düzen kurmuştur. İnsanlar bu düzene uygun ilkelere bağlı olarak tarihlerini sürdürürler. Fakat kişi özgürdür ve bu ilkeleri aşabilir. Gatha'lar, herşeye rağmen insanın tarihini yeryüzü yaşantısıyla kısıtlamamaktadır. Zerdüşt, ölümsüzlüğe inanıyordu. Dualarının konusu, dünyadaki hayat boyunca iyilik ve kötülükten bütün olarak kurtulduktan sonra, yüce mutluluk hükümranlığını paylaşmaktı. Zerdüşt'ü en çok ilgilendiren, hayatı süresince insanın çektiği acılardı. Bu. zerdüştilerin tarih karşısındaki ikinci temel tutumuydu: Kötülükle, her şekli içinde kıran kırana ve sonuna kadar savaş. Gatha'lar kötülüğü ve düşmanı, Angra Menyu terimi ile ifade ederler. Kötülük özellikle, Tanrı'nın bilgeliği karşısında drul, yani .. yalan ve .. kötü kurnazlıktır, Zerdüşt ve zerdüştiler, kötülüğe bir “ kuruntu” anlamı vermeye çalışmamıştır. Dünyadaki hayattan uzaklaşmak ya da kaçmak anlamında bir fikir de ileri sürmemişlerdir, Zerdüşt; yalan, öldürme, namussuzluk, aldatma gibi ahlaksızlık şekilleri konusunu ele almıştır; ayrıca, hastalık ve acı üstünde de durmuş, ürünlerin tahrip edilmesi gibi haşaratın doğurduğu çeşitli zararlar konusuna da eğilmiştir. Kötülüğün özgül bir terim içinde ifade edilmiş olması, herşeyi bilen bir Ahura Mazda ile Tanrı tarafından yaratılmamış bir Angra Menyu'nun Zerdüştçülükte temel Düalizm olup olmadığı tartışmasına yol açıyordu. Ortodoks zerdüştiler, Dualizm fikrini bütün bütüne reddetmektedir.

Zerdüşt devrini izleyen ve M. Ö. VI. yüzyıldan ·M. S. II. yüzyıla kadar süren Avesta devri içinde, Gatha'lardan önceki dinin bazı yönleriyle yenilenmiş olarak tekrar dirildiği görülmektedir. Zerdüşt'ün ve zerdüşti öğretilerin etkisiyle, bu din bir süre için geri planda kalmıştı. Eski mitoloji İran tanrısıyla İlgili fikirler, geleneksel törenler ve ayin usulleri, Zerdüştçülüğün bir yönü olarak belirmeye başladı. Fakat herşeye rağmen Zerdüşt'ün öğretileri, din adamlarını ve düşünürleri geniş olarak etkilemeye devam ediyordu.

Dünyayı tanrısal bilgelik yaratmıştı, yine Tanrısal bilgelik dünyayı sona erdirecekti. İyiyle kötü arasındaki kesin ayırım, inancın temel ilkesiydi. Bu ilke iki dünyanın karşıtlığı üstüne kurulmuştur: «Doğruların dünyası» ve ..dürüst olmayanların dünyası. ..  Bu iki dünya, insanların tarihinin karşılıklı iki düşman grubunu, iki düşman eğilimini meydana getirmekteydi. Aralarındaki çelişme bu tarihin önemli bir bölümüydü.

Avesta devri, «gelecekteki hayat» fikri açısından da değişik bir tutuma yol açmıştır. Avesta açısından "erdem" kavramı, mutlu bir ölümsüzlüğe sahip olmak yanında, daha önemli niteliğe sahipti. Tarihin temel anlamı, onun ereksel (gai) amaçla olan ilişkisindeydi.

Dünya tarihinin değeri, herşeye rağmen kendi varlığındaydı. Ahura Mazda, Mutluluk tanrısıydı. Tüm neşe olarak, bütün insanlara mutluluk dağıtıyordu. Aile reisleri, dünyadaki bütün iyilikler için, şükrediyorlardı. Bu mutluluk, evlerinden hiç bir zaman yokolmayacaktı. Kötülüğe karşı savaş, herkesin bu mücadeleye katkıda bulunmasını zorunlu kılıyordu.

Avesta devri, Gatha'lar devrinin aksine, her kuşağın geçmişte gerçekleştirilen iyi şeylerden yararlandığını ileri sürüyor ve bunun devamı olarak gelecek nesiller için çalışılması gerektiğini savunuyordu. İyiliğin başarısı toplum açısından önemlidir. Zerdüştiler, iyiliğin sonuçtaki başarısının dünyanın yenilenmesini doğuracağına inanıyorlardı.

Plutark'a göre İranlılar, bu yenilenmenin tek bir topluma, bütün insanların konuşup anlayacağı tek bir dile vardıracağına da inanıyorlardı.

iranlıların geçirdikleri büyük felaketlere özellikle zerdüşti edebiyatının önemli bir bölümünün yokedilmesine ve ruhban sınıfının başı boş bırakılmasına rağmen, M. S. 224'Ierde başlayan Sasaniler devrinde Zerdüştçülük yeniden güç kazandı. Dikkatler genellikle tören ve ayin şekilleriyle mitolojik düşüncelere yönelmişti. Fakat buna rağmen, Zerdüşt tarafından ortaya atılan kavramlar ile savunulan tutumlar daima hitap edecek önemli bir taraftar kitlesi bulabilmekteydi. Bu devirde Maniler kötülük ilkesinin maddede olduğunu savunan bir öğreti ileri sürdü. Bu. sapkınlıkla suçlandı ve Mani 274'de idam edildi. Manişeizm bütün Akdeniz kıyılarını sardı. Ortodoks zerdüştiler bedenin, fizik niteliği içinde bir kötülük kaynağı olmadığını savunuyorlardı. Mani'nin bekarlıktan yana olmasına karşı zerdüştiler, evliliği ve evlat sahibi olmayı bir meziyet olarak savunuyorlardı .. Zerdüştiler ayrıca oruca da karşıydılar. Orucun bedeni zayıf düşürdüğünü kötülük ile savaşta ve iyilikten yana olan çabada zaaf'a yol açtığını ileri sürüyorlardı. Oruç ayrıca, Tanrı'nın armağan ettiği neşelerden de uzaklaştırıyordu. Mazdak'ın (öl. MS. 528) komünist öğretileri özellikle toplum ve politika ile ilgiliydi. Zerdüştiler, bu öğretilere, Tanrı’nın düşüncesine aykırı olduğu için karşı çıkıyorlardı, Zira Tanrı, insanları birbirlerinden 'farklı olarak yaratmıştı. M.S. III. ve IX'cu yüzyıllar arasında sürüp giden Pehlevi devrinin son zamanlarında Skikand Guminik Vijar isimli bir eser yayınlandı. Bu kitap Maninin madde ve ruh düalizminden değişik bir düalizmi savunuyordu. Tanrı, hiç bir acı görmeyen kişiler de yaratabilirdi. Bu fikir açısından bakılınca. Tanrı'nın, bu "kişileri karşısında bağımsız bir rakip olmaksızın yaratmış olduğu düşünülebilir mi? Tanrı, istediği halde bunu yapamadıysa, sonsuz güçlü değildi, olamazdı. Aksine, yapabildiği halde yapmadıysa, demek ki bağışlayıcı değildi. Tartışma, tanrıcıların anlayışlarına göre; şekillendirdikleri .. kötülük .. kavramı konusundaydı ..

Skikand'ın yazarının tezi, temelindeki Tanrı'nın özelliği yönüyle, zerdüşti ilkelerine bağlı kalmaktadır. Tanrı'nın iyiliği yetkindir ve Tanrı'dan yalnızca iyilik gelir. Tanrı iyiliği istediğine göre; kötülüğü isteyen bir başkası vardır. Eserin yazarı, Tanrı'nın, kötülüğü İyiliğin değerinin bilinmesi için yaratmış olduğuna inanmanın anlamsız olduğunu savunmaktadır. Tanrı, bilgeliği içinde, kendi karşıtı olan ve herşeyi önceden bilen olarak, daha sonra karşısına geçecek olan bir şeyi yaratmaz. Kötülüğün kaynağı insan olamaz. Özgürlüğü nedeniyle kötülüğün kışkırtmalarına ne kadar açık olursa olsun, insan, tanrısal bir yaratışın eseridir. Skikand'ın yazarı, Tanrı'nın sonsuz ve bütün güç olduğu inancı yanında, zerdüştilerin, sonuçta kötülüğün yenilip, bütünüyle yokolacağı fikrini de benimsemekteydi. Fakat ortodoks zerdüştiler, varlıktaki radikal düalizm teorileriyle beraber bu eseri de bütünüyle reddetmişlerdir.

Zerdüşt, insanların iyiyi seçme ve çabalarını bu yönde kullanma özgürlüğüne olduğu gibi, kötülüğe yönelme özgürlüğüne de sahip olduklarını açıkça belirtmekteydi. İnsanın tarihinin anlamı bir ölçüde kişinin bu özgürlüğü kullanış şekline bağlı olmaktaydı. Pehlevi devrinin son zamanlarında kaderci öğreti, Iran'da çok yaygın bir hale gelmişti. Bunun nedeni, memleketin uğradığı büyük felaketler ile müneccimlik sanatının her yana dal budak salmış olmasıydı. O devirde yayınlanan bir eserde çok manidar bir söz vardır:

.. Kader, herkesin ve herşeyin üzerine çöktü.

Kader, başka türlüsüne karar vermişse, bir sonuç için çabalamak boştur. Kader fikri ile Zerdüştçük ile bağdaştırmaya çalışanlar olmuştur. Bunların ileri sürdüğü teoriye göre: kader, dünya işlerini düzenliyordu. Gelecekteki hayatın ruhsal mutluluğu ise, dünya yaşantısındaki tutumu ve çabaya bağlıydı. Bu konuda zerdüştçülük kaderciliğin karşısındaydı. Kişiye her konuda olduğu gibi dünya işlerinde de kötülükle savaşma ve iyiliğe yönelme özgürlüğünü tanıyordu.

Zerdüşti edebiyat incelikle işlenmiş bir düşünce sisteminin ifadesidir. Felsefi eleştiriden çok çözümleme ve açımlama konularını ele almıştır. Bazı hinduist ve cayen sisteminde olduğu gibi, zerdüştçülükte .. bilim yolu., temel bir yöne sahip değildir. Bilim, en önemli kavram olarak ele alındığında, bugün olduğu gibi geçmişte de başta gelen tutumlar eyleme ve dine yönelmektedir. Herşeyin kaynağı olan Tanrı fikri, gelecekteki hayata ve Tanrı'nın olumluluğuna olan inanç, hayat süresince gerçekleştirilebilecek değerlerin varlığı. Bütün bu düşünceler öğreti alanında, zerdüştilerin İslamiyeti kabul etmelerini kolaylaştırmıştır.

İran zerdüştilerinin çoğu tereddütsüz Müslüman olmuşlardır. Fakat bunun yanında zerdüştler, kutsal metinlerine müslümanların Kur'an'a tanıdığı dogmatik niteliği tanımamaktadır. Bunun sonucu olarak Parsiler özellikle modern çağda düşüncelerini özgürlük içinde geliştirmişler ve uygarlığın kaydettiği ilerlemeleri üstün bir seviyede anlamışlardır.

Günümüz Hindistan'ında Parsi'ler, hiç bir güçlükle karşılaşmaksızın, eski inanışlarını mitolojik kavramlarından arınmış olarak, temel nitelikleri içinde sürdürmektedir. Parsi'ler tarihe ve tarihin dinamik ve daima ilerleyen karakterine olumlu bir anlam vermektedir, Bu tutuma sözgelişi, bir zamanlar Karaçi büyük imamı olan M. N. Ohalla'nın eserinde rastlayabiliriz.

Zerdüştçülüğün günümüzde geçerli bir düşünce akımı olduğunu söyleyen Ohalla, çağdaş Batı düşüncesinden ve metotlarından esinlenmiştir. Fakat Ohalla Batı'dan aldıklarını daima zerdüştçülük ile bağdaştırmaya çalışmıştır. Ohalla'da kötülük en başta gelen konudur: -Sonuç olarak insanlığın gelişmesinin temeli, kötülük karşısında direnmedir.  Bunun hemen ardından da Zerdüştçülüğün iyimser niteliğini belirtmektedir. Ohalla: -Evrenin bir amaca yöneldiğini, insanlık tarihi boyunca her yönüyle eksik olan insan hayatının, ağır ağır fakat düzenli bir şekilde iyiliğin değişmez kurallarının gücüyle ilerlediğini ve kötülüğün kanunuyla savaştığını .. savunmuştur. Bu, Zerdüşt'ün insanlığa aktardığı son ..ümit mesajının sonucuydu.

Ohalla, düşüncesini, ilkel inançlardan peygamberlik devirlerine kadar uzanan büyük dinlerin tarihi, ilim ile dinin çatıştığı zamanlardaki formalizm ve yasaklama devirlerinden dini inançların yıkılıp yeniden doğduğu devirlere kadar sürüp giden bütün zamanların panoraması ile renklendirmiştir. Bu panorama dinlerden dine varan bir birlik ile son bulur. Ohalla'ya göre; dinin kaydettiği gelişmeler, insan tarihinin önemli bir yönünü meydana getirmektedir. Bütün dinlerdeki en iyi olan herşeyi kendinde toplayacaktır...

Böylece gelecekteki din ve insanlık, şu ya da bu dinin terimleri içinde düşünmeyi bırakacak, yalnızca "dinin”  terimleri  içinde düşünecektir. Bu sinkretizm, zerdüştçülüğün Ahura - Mazda'yı Bilgelik Tanrısı olarak herşeyi mümkün kılan bir kaynak anlamı içinde tanımlayan tanrıcılığı ile bağdaşmaktadır.

N. Ohalla, yalnızca din alanında değil, bilgi ve eğitim alanlarında da, insan düşüncesinin evrensel birleşim ve görüş yönündeki gelişmesine büyük önem vermektedir.

Zerdüştçülük, tarihin anlamını hiç bir zaman toplumsal hayat ile sınırlamamıştır. Büyük Hakim'in huzuruna çıkmak için kişi köprüyü kendi kendine aşacaktır. iyilik birliğe dayanır. İyiliğin üstünlüğü ancak toplumsal işbirliği ile gerçekleşebilir. Ailenin de kendi içinde bir değeri vardır.

Ohalla ..ailenin her yerde çözülmekte..  olduğundan yakınmaktadır. Zerdüştçülüğün daima temiz bir aile hayatının övgüsünü yaptığı"; ve Tanrı'ya onu lütfuyla nurlandırması için yakardığını hatırlatır. Öte yandan, Ohalla adli örgütlenmenin ve siyasal yönetimin kaydettiği ilerlemelere Iayık olduğu değeri vermektedir. Demokrasinin ..iman zekasını" bugüne kadar bulmuş olduğu en üstün bir “yönetim şekli” olarak gittikçe yaygınlaştığını kaydederken (1930) «milliyetçiliğin gün geçtikçe terkedileceğini savunuyordu:

İnsanın, çok uzak olmayan bir gelecekte, ne memleket ne de ırk tanımaksızın Stoacıların kavramına uygun olarak yalnızca İnsanlığı ve tek vatan olarak yalnızca dünyayı tanıyacağı gün için savaşması boş ve amaçsız bir çaba değildir.

Sonuç olarak denilebilir ki, Zerdüştçülük yalnızca istila kavramının karşısında olmakla kalmamakta, savaşa karşı direnilmesini de öğütlemektedir. Fakat ne anlaşmalar, ne savaş hazırlıkları, ne güçler dengesi teorisi, ne diplomasi ve ne de emperyalizm savaşa son verdirebildi. 1930'da Ohalla, milletlerarası işbirliği gelişmelerinin savaşa son verebileceğini düşünüyordu.

Ohalla'nın Zerdüştçülüğün son aşamasına verdiği anlamı doğuran sinkretist ideal, tarihteki çeşitli uygarlıkların kesin olarak birbirlerinin karşıtı olmadığı fikrini desteklemektedir. Tarih, bir ölçüde, evrensel uygarlığa doğru bir ilerleyiştir. Ohalla bin yıl sonra insanlık bir tek uygarlığa sahip olabilirse, bu uygarlık ne Batı'nın, ne Doğu'nun, ne de bir ırkın uygarlığı olacaktır. Bu, insanlığı meydana getiren ırkların ortaya koyduğu en iyi şeylerin birleşmesinden doğan bir uygarlık olacaktır der.

Evrensel gelişme fikrine dayanan zerdüşti tarih kavramı, insanlığın asıl amacına; yani, bütün iyinin üstünlüğü amacına Tanrı'nın gücüyle varılabileceği inancına dayanmaktadır.

Kutsal İbrani metinleri, tarihin özelliği ve tarih karşısındaki tutumlar konusunda Yahudi görüşünü dile getirir. Bu metinlerin büyük bir kısmında görülen tarihsel nitelik, Yahudilerin kendi tarihlerine ne kadar önem verdiklerini göstermektedir. Bu metinlerin hangi yıllarda yazılmış olduğu, konumuzun dışında kalır. Genellikle birbirlerini tarihsel bir zincirlemede izlerler. Başlangıçları insanlık tarihinin İlk gününe dayanır. "Tarihsel kitaplarının işlediği konunun kapsamı, Yahudilerin yalnızca olayların anlatımı ile yetinmediklerini göstermektedir. Onların gözlerinde, olayların açımlanma tarzı da büyük ölçüde önemliydi. Açımlamalar, bir yandan olaylara katılanların tutumu yönünden, öte yandan da bu olayların zorunlu kıldığı Tanrı ile ilişkiler yönünden yapılmaktaydı. Tarihsel olmayan kitapların taşıdığı anlam ise, bu açımlamaların temeli olan fikirlere, Tanrı karşısındaki tutuma ve insanların hayatına yön verecek olan ahlak ilkelerine bağlıdır.

Yahudiliğin tarih görüşü, tanrıcıdır. Tarih, Tanrı'nın herşeyden yüce olduğu inancına dayanılarak ele alınacaktır. Her toplumun kendine ait bir tanrısı olduğu düşüncesi bir zamanlar çok yaygındı, fakat kısa süre sonra Tanrı'nın tek olduğu inancı üstün geldi.

Bu kutsal metinlerin ilki olan Tekvin mitolojik bir nitelik taşır. İlk bölümlerinde temel fikir olarak "Tanrı'nın insan tarihinin nedeni olduğu savunulmaktadır. Tanrı, dünyayı, tarihi mümkün kılacak olan herşeyle beraber yaratmıştır.. İnsanları pelkofizik, yani" ruha ve bedene, sahip birer varlık olarak meydana Çıkarmıştır. Tanrı İnsanları, Cennet bahçelerinde yüce mutluluklar içine yerleştirmiştir. Fakat ..kötülük .. tarihte kendini göstermiştir. İlk İnsanlar olan Adem ile Havva'nın ..düştüğü hikayesi bunu dile getirmektedir, Bu hikayede, Yahudi tarih görüşünün yüzyıllar boyu sürüp giden iki temel fikri görülmektedir. İnsan, Tanrı'ya itaat etmek ya da etmemek özgürlüğüne sahiptir. Tanrı'ya karşı yapılan ilk itaatsizlik kötülüğün temelidir. Her çeşit kötülük bu kaynaktan doğar. Tanrı, Adem ile Havva'yı Cennet bahçelerinden kovmuştu, fakat insanlığa karşı olan sevgisi devam ediyordu. Yahudiler, Tanrı'nın tarih boyunca insanlarla ilişkisi olduğunu savunuyorlardı. Tekvin, insanın alnının teriyle ekmeğini kazanması zorunluluğunu, Tanrı'nın bir gazabı olarak kabul etmektedir. Buna karşılık ilk Kutsal Metinler, çalışma gerekliliğinin Tanrı'nın bir lütfu olduğunu ifade etmektedir. Her çeşit işin üstesinden gelebilsin diye Tanrı, insana “yürek bilgeliği” vermiştir.

Fakat, bu metinler, gelişmenin sürekli olduğu inancını kesin olarak belirtmemektedir. Tarih, ileriye ve geriye doğru gidip gelen eylemlerden, refah ve felaket devirlerinden oluşmuştur. Tanrı ancak bazı hallerde tarih ile ilgilenmektedir. Kutsal ibrani Metinleri, insana kötülüğün şeytandan geldiğini söyler. Bunun dışında ise Şeytan'dan çok az söz eder.

Yahudinin Tanrı kavramı, tarih görüşü ile yakından ilgilidir. Tanrı bir ruhtur görünen bir şekil içinde değildir, insanı kendi cemaline uygun olarak_ yaratmıştır. İnsan da, Tanrı'nın bir benzeri olarak ruhtur, Varlık kavramındaki bu benzetmeden başka, Tanrı'yı tasvir etmek için kullanılan sözler de insanı tasvir için kullanılanların aynıdır, Tanrı'nın bilgeliği ve iradesi vardır. Sevgi beslediği gibi hiddet de gösterir, Fakat Yahudiler, Tanrı'yı, yarattığı ile bir tutmuş ya da karıştırmış değildir: Ne maddi dünya, ne de insanlar Tanrı'nın bir parçası değildir. Spinoza'nın öğretisini reddeden Yahudi din adamları, kendi geleneksel öğretilerine bağlı kalıyorlardı.

Yahudiler, Tanrı'nın “seçkin kavmi” olduklarına inanıyorlardı. Bu inanış yalnızca bir ırk gururu değildi, dinsel bir niteliği de vardı. Tanrı, İbrahim peygamber ile bir anlaşma yapmıştı: “Senden büyük bir millet çıkaracağım, seni yücelteceğim, senin varlığında, yeryüzündeki bütün aileleri yücelteceğim” Tanrı bazan insanın görebileceği şekillerde 'zuhur' ediyordu: ,İbrahim peygambere Havza'da. Hz. Musa'ya Sina dağında göz kamaştırıcı bir nur şeklinde görünmüştü. Hz, Musa'ya On Emiri, tarihte eşi görülmemiş bir 'şatafat'la vermişti. Bu olaylar, Yahudilerin tarih görüşü için temel ilkeler getiriyordu. Ahlak ne insanların eseri, ne de hayat şartları ile değişen bir toplumsal üretimdi. Ahlak, Tanrı'nın iradesine uygundu, ilkeler her yerde ve her zaman için geçerliydi. İnsanlara ahlakı, ,Tanrı öğretmişti. İnsanlar, bunu kendi başlarına bulmamışlardı. Bu, Tanrı'nın insanları idare etme şeklinin bir yönüydü, Böylece Tanrı, insanları ve dünyayı yaratırken, gerçekleştirmelerini istediği amacın gerçekleşmesini de sağlıyordu. Tanrı dürüst bir 'hakim'di. 

Kutsal Metinler Tanrı'nın tarih sanatına vermiş olduğu bazı hükümlerden söz eder.

Yahudiliğin tarih kavramı, hiç bir zaman kişiselci olmamıştır. Tarih, ilk elde israil halkının tarihidir, ikinci olarak da insanlığın tarihidir, Tanrı'nın yeryüzündeki birer temsilcisi olan krallar “seçkin kavmin” mutluluğunu ve refahını sağlamak zorundaydılar. Peygamberler, doğruluğu ve Tanrı'ya inancı yaymakla görevliydiler. Kutsal Metinler, şu ya da bu şekilde bir manastır hayatı sürerek dünyevi yaşantıdan kaçmayı öğütlemiyordu. Yeryüzündeki her şey, Tanrı'nın insanlara birer armağanıydı. İnsanlar bunları şükrederek ve neşeyle kabul etmeliydiler. Evliliğe çok değer veriliyordu. Tanrı gelişmeyi ve çoğalmayı emretmişti. Dünyevi tutum buydu.

Kutsal Metinlerin ilk kitaplarının, ölümden sonra kişisel hayatın devamı anlamındaki bir ölümsüzlüğe fazla önem vermemesi manidardır. Ölümden sonra varılacak alem “bir perişanlık ve üzüntü" dünyası olarak tasvir ediliyordu. Yahudilerin hayat karşısındaki tutumunu en iyi şekilde dile getiren Mezmurlar'dır. Mezmurlar, bu tutumun yalnızca etik bir nitelikte olmayıp dinsel anlamda bir özgül deney olduğunu da belirtmektedir. Tanrı inancı Mezmurlar'ın ana temasıydı. Deniliyor ki: .. Yalnızca deli: Tanrı yoktur diyebilir. Bizi yaratan kendimiz değil, Tanrı'dır. Tanrı'dan korkma, O bilgeliğin başlangıcıdır. Zaman, Tanrı'ya aittir. Gündüz ve gece Tanrı'nındır. Tanrı her zaman ve her yerde tarihin içindedir: .. Ruhunun önünden nereye gizleneyim? Varlığından nereye kaçayım?- Tanrı kötüleri yokeder, fakat tövbe edenleri bağışlar. Kötünün görünüşteki refahı bir zaman içindir ve gerçek neşeye eremez: .Gençtim, şimdi ihtiyarım. Doğrulukla davranan bir kişinin Tanrı tarafından terkedildiğini, çocuklarının dilendiğini hiç görmedim ... Kötünün başarı kazandığını ve ulu bir ağaç gibi dal budak saldığını gördüm: O da geçip gitti. Varlığının izi bile kalmadı"

Dinsel edebiyat içinde hiç bir söz samimi bir pişmanlık hissini 51'inci Mezmurlar'daki derin ve duyarlı anlatım gibi ifade edememiştir:

-Yaptığım kötülükleri kabul ediyorum .. , Beni günahtan arındırabilir misin? Tanrım, benim için saf bir yürek yarat! Benliğimde yeniden dürüst bir ruh uyandır, beni lütfunla sevindir!...

Günah, yalnızca toplumsal kural ve törelerin çiğnenmesi değil, Tanrı'ya karşı olan bir davranıştır. İnsan tarih içinde yetkinliğe varabilmek için Tanrı ile birleşmek zorundadır. Mezmurlarda şöyle bir söz vardır: -Ceylan nasıl suyu düşünerek içini çekerse, Tanrım, ben de seni düşünerek öylece içimi çekiyorum. Ruhum ezelden Sana susamış!."

Tanrı'nın insanlara yaptığı yardım, insanın insana yapabileceği yardımın çok üstündedir. Kişinin yüreğindeki Tanrı inancı, onun başka insanlardan korkmamasını sağlar: -Tanrı bizim desteğimiz ve gücümüzdür."

Mezmurlar:  “Tanrı evlerini onlar ile birlikte yapmasa, onlar yapmak için boşuna didinecekler. Tanrı şehri korumasa bekçinin nöbeti boşuna olur,” der.

Milletler; Tanrı "yönetir” ve onları layık oldukları yere yine Tanrı eriştirir. Tanrı ile iyi ilişkilerini yürüten; vatandaşlarıyla ve dünyayla da iyi ilişkiler yürütüyor, demektir. Tanrı onu daima korur, o da her zaman Tanrı'ya şükreder: .Ruhum! Tanrı'ya şükret! ... Mezmurların son ayeti şöyle der: “Soluk alan her şey Tanrı'ya şükretsin!”. ..

Fakat insanın yeryüzündeki hayatı kısadır. Kısa sürede sararıp solan ottan farksızdır.. Günleri, duman gibi bir anda savrulup gider. Mezmurlar, buna rağmen, gelecekteki bir hayat düşüncesini işlemez. Yalnızca şu söz vardır: “Tanrı, istediği zaman ruhumu ölümlüler aleminden çekip alacaktır!”

Kutsal Metinler acının, günahın bir sonucu olduğunu ileri sürer. Fakat bütün acıların nedeni, günah mıdır? Tevrat'ın bir bölümü olan Eyüb'ün Kitabı'nın konusu budur. Tarih görüşü noktasında çok önemli bir yeri vardır.

Eyüp, karısı ve çocukları ile mutlu ve sıhhatli bir ömür sürüyordu. Çok zengindi. Bir zaman geldi ruh huzurunu ve maddi zenginliklerini kaybetti. Tanrı, onun dünya mutluluklarını, almış, bedenini acılar içinde bırakmıştı. Onunla konuşan pek az kişi, Eyüp'e büyük bir günahkar olduğunu söyledi. Fakat Eyüp bütün bu sıkıntıları hakketmemiş olduğuna inanıyordu: “Her yanım acılarla doldu” diyor ve hiç pişmanlık duymadığı için üzülüyordu. Tanrı'nın onu erdemleri nedeniyle böyle bir imtihandan geçirdiğini düşünmekteydi. Eyüp suçsuz olduğunu savunuyor ve Tanrı'yı arıyordu:

“O'nu nerede bulabileceğimi bilmiyorum”. Sonunda ümitsizliğe düşen Eyüp, buruk bir yürekle şöyle diyordu: “Kadından doğan insanoğlunun yaşamak için çok az günü vardır ve acılara doymuştur. İnsanoğlu acılar içinde doğar.”

Eyüp'ün Kitabı'na göre, Tarih boyunca insanın çektiği bütün acıların nedeni, günah değildir. Eyüp'ün karşısında olanlar, böyle bir düşüncenin Tanrı'nın adaleti konusunda şüphe etmek anlamına geldiğini ve Eyüp'ün günahının da bu olduğunu ileri sürüyorlardı!. Fakat, daha sonra Eyüp'ü tekrar mutluluğa kavuşturan Tanrı, onların düşüncesinin yanlış olduğunu gösterdi. Eyüp'ün Kitabı kişiselci tarih kavramı ile hazcı tarih kavramını tamamen reddetmektedir, Tarihte, amacı, kişilikleri güçlendirmek ve insanları Tanrı'ya yöneltmek olan “acı” vardır. Yahudiliğin bu görüşü, Hinduizmin karma kuralının karşısındadır.

“insan öldükten sonra tekrar yaşayacak mı?” sorusuna kişi kesin bir karşılık verememektedir. Tevrat'ın bir bölümü olan Vaiz Kitabı belki de tek bir düşünürün fikirlerini yansıtmaktadır. Bu fikirler, çeşitli şekillerde açımlanabilir. Çağdaşları olduğu gibi, daha sonraki devirlerde yaşayan yahudiler de bu fikirlere katılmamış olabilir. Vaiz Kitabı, “her şey boş!” der. Bu görüşünü ayrıca hayatın çeşitli yönlerine uyguluyordu. Bu söz bir bakıma tarihleri boyunca insanların deneylerinin geçici olduğunu ifade etmekteydi. Marcus Aurelius gibi Vaiz Kitabı da, tarihin sürekli bir tekrar olduğunu ifade etmektedir: "Geçmişte olan gelecekte olacaktır. Geçmişte yapılan, gelecekte yapılacaktır. Güneşin altında hiçbir şey yeni değil! “

Tarih, süresi boyunca her şekliyle yaşanacaktır: "Herşeyin bir zamanı vardır ve herşey zamanında olur.” Kötüler cezalandırılacaktır. Doğrular da acıyla ölümü tadacaktır.

Vaiz Kitabı, ölüm günü, doğum gününden daha mutludur. derken büyük bir karamsarlığı dile getirmektedir. Herşey topraktandır ve yine toprağa dönecektir.

Üstünkörü bir okuma sonucu, kitabın bütünüyle karamsar olduğu ileri sürülebilir. Vaiz Kitabı dünya yaşantısını bir kenara atan bir asetizmin taraflısı değildir. Geçici olmaları nedeniyle boş diye nitelendirilen dünya nimetleri, herşeye rağmen tadılmalıdır.

Bunlar, Tanrı'nın birer lütfudur: “Git, neşeyle ekmeğini ye ve sevinç dolu bir yürekle şarabını yudumla. Sevdiğin kadınla hayatın tadını çıkar!. İnsan bağışlayıcı olan Tanrı'yla birleşmeli, Tanrı'ya bağlılık sürekli bir tatmine ulaştırır. “Tanrı'dan kork ve O'nun emirlerine uy. İnsanın görevi budur. Gerçekten Tanrı iyi ya da kötü eylemleri, gizli kalmış da olsalar, ulu meclisi önünde açıklayacaktır. Sonuçta, toprak toprağa dönecektir ve ruh, Tanrı katına yükselecektir.”

Başlangıcından itibaren israil kavminin tarihi, savaşlar ve felaketlerle doludur. Bütün peygamberler bu olayları Tanrı'ya karşı sadakatsizlik ve O'nun emirlerini dinlememenin sonucu olarak göstermektedir. Yahudilerin acıları, herşeyden önce kavim olarak işledikleri günahların kefaretiydi. Acı, onların “seçkin kavim” oldukları bilincine varmaları için gerekliydi. İsaya, israil'lilere Tanrı'nın şu sözünü hatırlatır: “Sen bu milletlere ışık olacaksın. Benim, Dünyanın en ücra köşelerine kadar uzanan bir kurtarma aracım olacaksın! “

Yahudilerin genellikle bu görevi ne ölçüde benimseyip tarihlerinin temel amacı olarak kabul etmiş oldukları, üstünde durulmaya değer bir konudur. Çoğu Mesih'in insan şeklinde zuhur edeceğine inanmıştı. 

Onların düşüncesine göre; tarihin amacı, Mesih'in yönettiği bir dünyanın kurulmasıydı. Mesih'in gelişinden önce ölecek olurlarsa yeniden dirilerek bu dünyadaki yerlerini alacaklarına inanıyorlardı. Maimonides dinin esaslarını bir formül içinde tespit etmişti. O devirden beri bu, bütün ortodoks Yahudilerce kabul edilip uygulanmıştır. Bu formül iki fikir ileri sürmektedir: -Mesih'in gelişi gecikti, fakat o muhakkak gelecektir-, '''Ölüler, Tanrı'nın işaret ettiği bir gün tekrar dirilecektir._

Mesih'e olan inanç tarih açısından bir tutum değişikliği getirdi: “Gelecek” kavramına önem verildi. Tarihin temel anlamı, haldeki deneyde değil, gelecekteki Mesih dünyasında aranmalıydı. Yahudilerin ne zaman ve hangi etkiler altında gelecekteki bir hayat fikriyle açıkça ilgilenmeye başladıkları konusu incelenmeye değer. Sürekli felaketler ve Mesih'in bir türlü gelmemesi, bazılarını Mesih'in başka bir dünyada olabileceğini düşünmeye yöneltmişti. Ölümsüzlük inancıyla ilgili ifadeler gün geçtikçe daha ısrarla işlenir olmasına rağmen, yeryüzü nimetlerine verilen değer, anlamından hiç birşey kaybetmiyordu. Gerçekliği şüpheli bir Vaiz Kitabı’nın yazarı, dünya tarihinin bilgelik ve iyilik yönünden büyük ölçüde değerlendirilebileceğini savunmaktadır. Gelecekteki bir hayat fikrini pek fazla hesaba katmayan yazar: “Hayatın öğretisi, Tanrı'nın emirlerini bilmektir. Tanrı'nın istediği gibi davrananlar, ölümsüzlük ağacının meyvesinden tadacaklar.“ demektedir.

Hz. Süleyman'ın bütün bilgeliği şöyle haykırıyordu: '"Tanrı insanı ölümsüz olsun diye yaratmıştır ve onu kendi cemaline uygun olarak şekillendirmiştir.

Ezra'nın ikinci Kitabı der ki: “Yaşamakta olduğumuz hayat son değildir... Kıyamet günü bu zamanların sona erdiğinin ve ölümsüzlüğün başladığının habercisi olacaktır.”

Çok daha sonraları, 1799'da David Friedlander, Berlin'deki bir aydın Yahudiler toplantısında Yahudiliğin üç temel öğretisi olduğunu söylüyordu. Bunlar sırasıyla Tanrı, ruhun ölümsüzlüğü ve yetkinliğe erişme görevi öğretileriydi. 1885'de Pittsburgh'ta toplanan bir Yahudi kongresi, buna benzer fikirler öne sürüyor, ayrıca Yahudilerin evrensel görevini tekrar doğruluyordu. -Bitmek bilmeyen savaşlara ve felaketlere, yalnız ve desteksiz kalmış olmasına rağmen Yahudilik, insanlık için dinin temel gerçeği olarak Tanrı fikrini korumuş ve savunmuştur. Bir Mesih'in yeryüzüne ineceği inancı yerine kongre,  insanlar arasına doğruluk, adalet ve huzur getirecek bir mesih dünyasına olan ümidi savunmuştur. Bedenin tekrar dirileceği fikrini bir kenara atarak ruhun ölümsüzlüğü inancını doğrulamıştı.

Pek çok Yahudi, millet olarak bağımsızlıklarını kaybetmeyi ve öz vatanlarından uzak dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmayı, tarihlerinin en büyük felaketi olarak görür. Modern Yahudilerden bir kısmı ise, Yahudilerin dünyanın her tarafına dağılmasının, seçkin kavim görevini tam anlamıyla yapabilmeleri için Tanrı tarafından yönetildiğini savunmuşlardır. İki bin yıla yakın bir zaman boyunca siyasal güçten yoksun kalan Yahudiler, dinsel alanda etkili olmaya devam etmişlerdir. Hristiyanlık, Yahudilik içinde gelişmiştir. Kur'an, İslamiyet’in Yahudilikten hangi kavramları almış olduğunu açıkça belirtmektedir. Dünyayı Tanrı'nın yarattığı bir aIem olarak kabul eden Yahudilerin, kültürün her alanında, önemli etkileri görülmektedir.

çağımızın en ünlü Yahudi düşünürlerinden Claude Montefiore'un Liberal Yahudiliğin Unsurları (1912) adlı eseri, tarih konusunda modern bir anlayış getirmekle beraber, temelde Yahudi öğretisine bağlıdır. Montefiore, ortodoksların Tanrı'nın kişilikle bezenmiş ruh .. kavramını kabul ediyor, Tanrı'nın .. insanların tarihini yönettiği ve buna bir amaç tanıdığı fikrini savunuyordu. Dünya tarihinin özünlü bir değeri vardır ve geniş anlamıyla gelecekteki hayata hazırlanma anlamını taşımaktadır. Montefiare, “biz insanlığın geliştiğine ve gelişmekte olduğuna inanıyoruz. En kaba, en yanlış ve en düşük Tanrı fikirlerinden en yüksek, en arı ve en doğru Tanrı fikirlerine ulaşmış olduklarına inanıyoruz” diyordu. Tanrı, tasarılarını gerçekleştirmek için özgül kişilere ve kavimlere değişik yetenekler vermiş, değişik görevler yüklemiştir. Yahudilerin .. seçkin kavim,. olduğu doğrudur. Fakat Yahudilerin bu seçkinliği,  sanat, tarım ya da felsefe konusunda değildir; onlar, gerçek Tanrı öğretisini ve deneyini. Tanrı'dan insana ve- insandan Tanrı'ya olan ilişkiyi öğretmek ve yaymak için seçilmişlerdir ...

Montefiore, .. yahudi ırkının korunmuş olmasının bir rastlantıdan ibaret olmadığına inanmaktadır ..Bu korunma, Tanrı'nın iradesi ve düşüncesi dışında olmamıştır. Yahudi töresinin ve dininin özü de evrensele dayanmaktadır. Yahudiler, bir kavmin üyesi oldukları gibi bir dinin de mensubudurlar. Montefiore, Yahudilerden çoğunun yalnızca “kavim üyesi” olmaya değer vermiş olmalarından yakınmaktadır. Bunlar, dinlerinin evrensel niteliğini gözden uzak tutuyorlardı. Montefiore, Yahudiliğin temel unsurlarının yaygın hale gelmesinde, Yahudilikten çok, Hristiyanlığın ve İslamiyet’in rolü olduğunu kabul ediyordu. Bu arada Yahudiler Hristiyanlığı arınmış, gelişmiş ve evrenselleşmiş bir Yahudiliğe varma yolunda bir aşama olarak kabul etmektedir.

İslamiyet, M. S. VII. Yüzyılda Arabistan'da, kendilerine özgü dinleri olan topluluklar içinde doğmuştur. Müslümanlar, İslamiyet’in kaynağının Peygamber'e Tanrı'dan gelen bir vahiy olduğunu savunurlar.

Kur'an'ın Adem, Nuh, İbrahim. Yakup, Yusuf, Harun ve Davut Peygamberlerle ilgili söylediklerine bakıldığında, Hz. Muhammed'in, seferleri süresinde Yahudilikten bazı kavramları almış olduğu düşüncesi doğmaktadır. Yine Kur'an'daki bazı ifadeler İslam Peygamber’inin hıristiyan dininden de bütün bütüne uzak kalmamış olduğunu göstermektedir. Tarih bilginlerinin bütün iddialarına rağmen, Müslümanlar, Hz. Muhammed'e nazil olan vahiy'in en sonuncu ve en yetkin olduğu inancına derinden bağlıdır.

Müslümanlara göre, İslami tarih görüşü, tarihsel olayların eleştirisinden doğmamıştır. Kişi tarihi Kur'an'ın öngördüğü şekilde ele alacaktır. Bu da, Kuran'ın şekillendiği devirdeki tarih anlayışına götürmektedir.

Kuran, tarih karşısında benimsenmesi gereken tutumu, o devrin çeşitli olaylarından aldığı örneklerle destekliyordu. Bu yol ile de tarihin vahiy'in ilkelerine ne ölçüde uygun olduğunu göstermiş oluyordu: “Dünyayı gez ve suçlunun hayatının nasıl sona erdiğini gör!”

“Allah” İslamiyet’in temel kavramıdır. İslamiyet’in tarih kavramı tanrıcıdır. -Tek Tanrı, Allah'tır. Sözü Tanrı'nın kişileştirilmiş bir ruh olduğu anlamını taşımaktadır. Bu yalnızca çok tanrıcılığa karşı bir savaş sloganı değil, aynı zamanda insanlığın üstünde bir kudretin de tanınmasının ifadesidir. Batı, pek çok defa, Allah'a atfedilen “herşeye kadir olma” niteliğini tartışmıştır. Kur'an'ın her suresi «Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla» diye başlar. Allah'ın en önde gelen nitelikleri affediciliği, kudreti ve bilgeliğidir. Kur'an'ın temel konusu, insanları Tanrı ile olan ilişkilerinin bilincine vardırmaktır, Tarihte hiç birşey Allah'tan gizli kalamaz, Fakat Allah bir şekle bürünerek insanlar arasında zuhur etmez. Kuran açıkça Hz. İsa'nın tanrısal özünü reddetmektedir. Bu inançta ısrar eden öğretiyi mahkum eder: Tanrı, Hz. İsa'yı topraktan yaratmıştır.  Kur'an: “Hz. Meryem'in oğlu Mesih, yalnızca bir elçidir” der. Tanrı, insanları peygamberler ve kutsal kitaplarla yönetmiştir: Hz. Musa ve Hz. İsa birer peygamberdir. İbranilerin ve hristiyanların kutsal metinlerindeki vahiy'lerin değeri de, bu peygamberlerin değeriyle birdi.

Hz. Muhammed, peygamberler içinde sonuncu olduğu gibi en önemlisiydi de. İnsanlık, Kuran'da: Davranış kurallarını; hiç kimsenin aracılığı olmaksızın duada Allah ile ilişkiyi bulmaktadır.

Tarihi oluşturan ve ona anlamını veren herşeyi Tanrı yaratmıştır. Tabiat, bir defaya mahsus olarak ve kesinlikle yaratılmamıştır: “Allah, yarattığına istediği zaman istediği şeyi ilave eder.”

Allah; günü, geceyi ve bunların sürekliliğini yaratırken, insanın hayatını bir Zaman çerçevesi içine alıyordu. Zaman, insanlar için bir gerçeklik kavramıdır. Tanrı, insanları ruh olarak yaratmıştır ve bu hayat için onlara bir beden vermiştir, Kur'an, Allah'ın insanlar ile özellikle ilgilendiğini söylemektedir. Tanrı Hz. Adem'i “Seçmiş, ona dönmüş ve onu yönetmiştir.”

Tanrı, insanı yeryüzünde kendi temsilcisi olarak yaratmıştır. Kur'an'ın, irade özgürlüğünü tanıyıp tanımadığı konusunda çok tartışılmıştır. Fakat Kur'an'ın sistematik bir felsefe kitabı olmadığını unutmamak gerekir.

Kur'an, Tanrı'nın üstünlüğünü ve kişinin özgürlüğünü tanımaktadır. Fakat bu iki kavramın aynı zamanda düşüncede nasıl bağdaşabileceği konusunun tartışmasına girmemektedir. Tanrı'nın herşeyi yönettiğini kesinlikle kabul eder. Tanrı, günahkarlara karşı haksız davranmamaktadır: Kur'an, “onlar kendilerine karşı haksızlıkta bulunurlar,” der: “Her kişi ameline göre mükafatlandırılacak ya da cezalandırılacaktır.”

İslamiyet’in kişi ve toplum konusunda fikirleri olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Tanrı milletler hakkında hüküm verir. Kur'an, ilkelerine uyduğu için zenginlik ve refaha kavuşan şehir ile, ilkelerine aykırı hareket etmek yüzünden harabeye dönen şehirlerden sık sık örnekler verir. “Tarih yargıcım” diyen bir Alman sözünün de felsefesi bundan farksızdır. Her toplum layık olduğuna varır. Tanrı insanları eşitlikle yönetir. Müslümanlar çok defa dinlerini yaymak amacıyla savaşa girişmekle suçlandırılmıştır. Bu suçlamanın ne ölçüde doğru olduğuna karar verecek olan tarihçilerdir. Modern devirlerin Müslümanları, İslamiyet’in inanç özgürlüğünü tanıdığını savunurlar. Fakat Kur'an, İslamiyet ile çelişen inançlarla mücadele etmeyi öğütlemektedir. Müslümanlar, Kur'an'ın öğretileri için “Allah yolunda” savaşmaya (Cihad) çağırırlar.

Kötülüğü yenmek gerekir. Kur'an, insandan doğan 'kötülük ile insanın dışındaki varlıklardan doğan kötülüğü birbirinden ayırmaktadır. Bunların en başında iblis gelir. iblis özgürlüğünü kötüye kullanmış ve kendisini yaratana,  karşı gelmiştir.

iblis, kötülüğü insanlara hoş göstereceğini ve onları doğru yoldan ayıracağını söyler. Tanrı, bir ölçüde, insanın kişiliğini deneyden geçirerek bu kışkırtmanın önüne geçer. Kur'an “Ve sizi yargılamak için iyilikte ve kötülükte deneriz” der. Fenalığa karşı kışkırtma olmasa manevi yetkinliğe erişme mümkün olmaz. Tanrı, bazılarının “gururunu kırmak” için acı ve sıkıntıya düşürür.

İslamiyet’in tarih karşısındaki tutumunda “herşeyin düzeleceği inancı” üstündür. Kişiler ve toplumlar, “Tanrı iradesine uygun” davrandıkları ölçüde, her bakımdan yükseleceklerdir. Müslümanlar bunun geçmişte böyle olduğuna, gelecekte de böyle olacağına inanır. Tanrı doğruluğu emreder. Tarih, doğru olmayanın sonunda bozguna uğradığının örnekleriyle doludur. İslamiyet evrenseldir: Tanrı Doğu'dadır ve Tanrı, Batı'dadır. Nereye dönülürse dönülsün, Tanrı'nın cemaliyle karşı karşıya gelinir.

Bir uygarlığın dış görünüşü, ilerlemenin olup olmadığını kesinlikle söylemek için yeterli değildir, Bu yargı kişilerin davranışına, Tanrı karşısındaki tutum ve düşüncelerine bağlıdır, Bu anlamı içinde kişiliği güçlendirdiği ve insanı dünya nimetlerine fazla bağlanmaktan uzaklaştırdığı için, Kuran, bir disiplin olarak orucu zorunlu kılar, Müslüman idealinin gerçekleştirilmesi güç olduğu için Kur'an, sürekli olarak sabrı öğütler. Tanrı sabırlı kullarının yanındadır. İslamiyet'in "herşeyin düzeleceği inancı" tanrıcı inanışa dayanır ve Allah'tan gelecek yardım ile desteklenmeyi bekler. Geçmişteki günahlar, gelecekteki ilerlemeleri engellemez. Zira Tanrı tövbe edenleri bağışlar ve iyilik yolunda çaba harcamalarına yardımcı olur. Sonuçta varılmak istenen amaç, dünyevi nitelikte değildir: Kişiyi gelecekteki bir yaşantı bekler. Doğudaki bir çok inanışın aksine, ruh, kendi varlığı içinde sonsuz değildir. Ruhun bir başlangıcı olmuştur; yeryüzünde yaşamaya başlamadan önce, bir başka ifade ile geçmişte yaşantıları olmamıştır. İnsan, kişilikle bezenmiş olan varlığını ölümden sonra da muhafaza eder. Bunun dışındaki bütün kavramlar İslamiyet'in düşüncesine aykırıdır. Müslümanlar, bu dünyanın ötesindeki bir dünyanın varlığına inanırlar. Tanrı kelamı olan Kuran bunu böylece ifade etmiştir. Kişiyi yaratan tanrıdır. Tanrı ölümden sonra da kişinin ruhunu yaşatabilir. İnsanlar bedenleri içinde yaratılmış ve yeryüzüne indirilmiştir. Dünya üstündeki hayat iyidir ve kıymeti bilinmelidir. Fakat dünyadaki hayata bütünüyle bağlananlar, kendilerini "mahv"a sürüklemiş olurlar. Bu dünyanın «ötesindeki» hayat daha güzeldir ve sonsuzdur.

Müslümanlar çok sayıda tarihsel eser vermişlerdir. Büyük çoğunlukla konuları dinsel ve siyasal yöneticilerin hayat hikayeleriyle savaşlar ve imparatorlukların kuruluşudur. Bu tarihçiler arasında en önemlisi ibn Haldun'dur.  (1332 - 1406) . İbn Haldun'un tarih ilminin kurucusu olduğu söylenir. Onun görüşüne göre tarih, özgül bilgilerden oluşmuş bir bütündür; konusu, sosyal olaylar ve bu yollara etkide bulunan unsurlardır. Tarih fizik ve psikolojik kompozanları ve neden sonuç ilişkisini açıklamak çabasındadır. Tarih basit bir olaylar hikayesi değil bir sosyal ilişkiler anlatımıdır.

Xıv. yüzyıl Müslüman alemi, geçen yüzyılların parlaklığına kıyasla, felsefenin düşüşüne tanık oldu. Artık 'düşünceye eskisi kadar güvenilmiyordu. İbn Haldun’da bu tutuma katılıyor ve geleneksel felsefeden söz etmiyordu. Yalnızca tarihin deneysel olayları olarak nitelendirdiği noktalarla ilgileniyordu. Pek çokları, ibn Haldun'un natüralist olduğunu, Kur'an'dan söz etmesinin samimi olmayıp, yalnızca muhafazakarların hışmına karşı kendini korumak için tuttuğu bir yol olduğunu iddia etmişlerdir.

Bu görüş, bir çok bakımdan yanlıştır. İbn Haldun “Tanrı'nın yönetimi altındaki” ilerlemesiyle ve gerçek akışı içinde tarihin bilincine varılmasını istiyordu.

İbn Haldun bazan, tarihin insanların özgül tecrübelerinden yararlanmış, devletler ve izledikleri siyaset konusunda bilgi toplamıştır. 1382 yılında Hacca gitmek için yola çıkmış, fakat Kahire'de Memlük sultanı tarafından El Ezher medresesi müderrisliğine ve maliki baş kadılığına atanmıştır. İbn Haldun tarihte ilk defa olarak tarih ilminin insan hayatının sosyal olaylarından sözettiğini söylemiş ve tarihsel olayların birbirini izleyişini ve nedenlerini araştırma yolunu tutmayı öğütlemiştir. Kitab ül ibar adlı büyük eserinde, İslamiyet’ten önceki devirler ile Müslüman imparatorlukların tarihini anlatır. Kitabın mukaddime kısmında, yararlandığı kaynakların değerini tartışır, imparatorlukların oluşumu ve düşüşü ile ilgili tarih kurallarını inceler. Ayrıca otobiyografik bir eseri de vardır.

Ortamın tanışından çok, ortamın şartlarına bağlı olduğu görüşünü savunmaktadır. Buna karşılık, katı bir determinizm düşüncesini ileri sürmüyor. Kişinin tarih içindeki rolünü kabul ediyordu. İmparatorlukların kaderini tayin eden ve sürekli olarak tekrar edilen bir buluşumun insanların davranışlarıyla meydana geldiğini zaman zaman savunmaktadır. ilk kuşağın kudreti bir imparatorluk yaratmıştır.

Ondan sonraki kuşak imparatorluğu kuvvetlendirmiş ve imkanlarından bol bol yararlanmıştır. Üçüncü kuşak ise, zayıflamış ve sonunda hiçbir şeysiz kalmıştır. İbn Haldun çeşitli toplumlar arasındaki “tarih” farkını ortama, iklime, toprağa v.b. bağlıyordu. Toplumlar, ortamlarının özel şartlarıyla bağıntılı olarak az ya da çok bir uygarlık seviyesine erişirler, kendilerine özgü bir ırkı meydana getirirler. ibn Haldun, özellikle, özgül bir devre boyunca kendini gösteren sürekliliklerle ilgileniyordu. Hal'de ve geçmiş'te yeteri kadar birbirlerine benzeyen tarihsel şartlara bakarak, gelecek konusunda bir hükme varabiliyordu.

Şartların sosyal niteliği üstünde duruyor, kişilerin başarı ve başarısızlıklarını bir toplumun sosyal hayatı içinde değerlendiriyordu. Din kurumuna daima ayrı bir önem vermiş, peygamberliğe özellikle dikkati çekmiş, dinsel deneyi kesinlikle kabul edilen kişilerin topluma olan etkisi konusunu işlemiştir. İbn Haldun'un tarih hakkındaki düşünceleri İslamiyet’in tanrıcı görüşüne dayanmamaktadır. Tarihte tanrısal bir niyetin yer alıp almadığı konusunda hiç birşey söylememekte ve tarihin yüce bir amacı olup olmadığını araştırmamaktadır.

Modern devirler Müslümanının tarihe verdiği anlam ve değer, Muhammed İkbal'in İslam Düşüncesinin Yeniden Kurulması (1930) adlı eserinde ifadesini bulur. Hindistan'da doğan yazar Batı ülkelerinde eğitim görmüştür. Batı'nın felsefe ve yaşantısının yabancısı değildir. ikbal, bir idealist olmadığını daima tekrar ederdi. Bu kelimenin Batı düşüncesinde kapsadığı çeşitli anlamlar, yanlış fikirlere yol açabilirdi.

İkbal, maddenin görünür olma niteliğini tamamen reddeder ve gerçeğin- ruhsal olduğunu savunur. Bilimin üç kaynağı vardır, üçü de Tanrı'ya eriştirir: Duyular yoluyla fizik dünya bilimi, tarihin deneysel olaylarının bilimi, mistik ya da dinsel deney ile Tanrı'yı bilme. Bu sonuncusu insanda doğuştan vardır ve en önemli kaynak da budur. Tarihin temel amacı, din yoluyla Tanrı'yla birleşmektir. Kur'an ikbal'e göre; insanı Tanrı ve Evren ile olan çeşitli ilişkilerinin bilincine vardırmak- amacını güder. Dinin kurallarını uygulayan ve uygulamayan arasında kesin bir ayırım yoktur. İkbal "İslam düşüncesinde madde ile mana, apayrı iki kavram değildir” der. “ Maddi” bir davranışı belirleyen de manadır. "Kur'an'a göre, Gerçek, ruhsal bir gerçektir ve yaşantısı dünyevi eyleme dayanır. Ruh, tabiinin maddinin ve dünyevinin varlığında devam eder... Madde ruhun kendi kendisini gerçekleştirdiği büyük bir alemdir. Herşeyin kutsal bir kişiliği vardır diyen ikbal Hz. Peygamber'in dediği gibi,  “Bütün dünya bir camidir” diye ekler.

Roma ve Yunan klasiklerinin bazı Müslüman düşünürler üzerindeki etkisine rağmen ikbal, İslam düşüncesinin “klasik olmadığını” ileri sürmektedir .. ikbal, deneysel ve entellektüel olana değer veriyordu. Yunan'ın zamanın gerçekliğini reddetmesine karşıydı. Tarih, zamanı zorunlu kılmaktadır ve zaman, İslamiyet’e göre gerçektir. İkbal bu konuda Kur'an'ın bir ayetini hatırlatıyor: “Çünkü Tanrı, kendisini düşünmek ya da şükretmek isteyenler için gündüzün ve gecenin birbirini izlemesini istemiştir.”

Bunun ardından ikbal, Batı'da ve İslam aleminde zaman konusunda söylenenler üzerinde tartışmaya geçer. Sonuçta bütün bu teorileri incelemiş olan islam dinbilimcisi Fahreddin Razi ile birleşir: “Zamanın özelliği hakkında bugüne kadar gerçekten doğru olan bir şeye varamadım; Arapların pratik düşüncesi, Yunanlıların yaptığı gibi, zamanı, gerçekliği olmayan bit kavram olarak kabul edemez .”

Tarih, kişilerin eseridir. “Yaşamak, belirli bir şekle, somut bir kişiliğe sahip olmaktır.” Tarihsel bir tin insana, diğerlerine karşı koyma tehlikesini göze almak cesaretini verir. İkbal, kişinin içten gelen davranışlarına değer vermektedir. "Yaratma” insan bakımından bir değer taşır, çünkü insan eylemde bulunmak yeteneğine sahiptir. İkbal'e göre; tarih, önceden belirlenmiş olayların sıralı bir fotoğrafı olarak kabul edilirse yeniye ulaşmak için harcanan çaba bütün anlamını yitirir ... İslam düşüncesi, açısından tarih, «dinamik»tir. Tanrı daima yaratır. Tanrı'nın her şeyi önceden bildiği öğretisi, O'nun özgürlüğünün kısıtlandığı anlamındadır. Fakat bütün İslam alemi ikbal'ın “aşağılayıcı kadercilik” dediği kavramı bütünüyle kabul etmektedir.

İkbal, kötülük konusunu hiç işlememiştir. Kur'an'ın «insanın düşüşü» konusundaki sözlerinin tartışmasına giriştiğinde bu düşüşün «bir ahlak bozulması» olmadığını söylemekle yetinmiştir. Hz. Adem'in Tanrı'ya karşı itaatsizliği, özgür bir davranışın ilk örneğidir. Kur'an'da, bu davranışın bu niteliği yüzünden affedilmiş olduğunu söylemektedir. Kur'an düşüşü, özgül bir tarihsel olay olarak ele almaktadır. Bu, insanların hayatında etkili olan bir olaydır. Hz. Adem cezalandırılmak için “sıkıntılı bir ortama” yerleştirilmemiştir. Yeryüzü "başlangıçtaki bir günah yüzünden insanın kapatıldığı bir işkence dünyası değildir. Yeryüzü, Tanrı'nın yüceliğiyle dolu tanrısal bir eserdir. insanın, entellektüel yetenekleri ahlaki kişiliğinin gelişmesine uygundur. İslam düşüncesine göre, cehennem -ıslah edici niteliktedir ve bazılarını Tanrı'nın etkilerine algılı kılar. İnsanların ahlaki ve dinsel huzur ve dengesi için Tanrı, acıyı ve sıkıntıyı yeryüzüne göndermiştir.

Müslüman memleketlerin modern gelişmesini derinliğine inceleyen ikbal, İslam aleminin bir halife tarafından yönetilmesinin karşısındaydı. İlk yüzyılların Arap emperyalizmine karşılık, modern çağda hilafetin milletlerarası bir ideal olmasını savunuyordu. -İslamiyet evrenselcidir- diyen ikbal, -Müslümanlık, temel ilke olarak Tanrı'ya sadakati emreder diye devam etmektedir. Çeşitli ırka, millete ve toplumsal şarta bağlı kişiler, omuz omuza dua edebilirlerdi.

İkbal, tarihi önceden belirlenmiş bir amaca yönelen bir akış olarak kabul etmiyordu. Böyle bir düşüncenin Tanrı'nın özgür yaratıcılığını ve insanın özgürlüğünü kısıtladığını söylüyordu: -Bence hiç bir görüş, Kur'an'ın düşüncesi ile evrenin yalnızca önceden belirlenmiş bir planın maddi gerçekleşmesi olduğu fikri kadar çelişemez.,. Kişinin tarihsel yaşantısı bir bireye sahiptir; bu yaşantının değerleri, gelecekteki bir hayatta erişilecek olan bir amaca bağlı değildir. Kişinin tarihsel yaşantısının değerleri, Tanrı'nın yaratmış ve halen yaratmakta olduklarında, kişinin ruhsal varlığıyla yaptığı deneyde ve Tanrı ile olan birleşmesindedir.

Metafizik, insanların ölümden sonra yaşamaya devam edip etmedikleri konusunu aydınlatmak bakımından yetersizdir. Kant'ın bu konudaki etik delilleri bir inanca değil, yalnızca bir postulata vardırır. Nietzsche'nin sonsuz dönüş teorisi için ikbal: -Biz bütünüyle yeni olana varmayı arzu ederiz. Nietzsche'nin görüşünde böyle bir kavram yoktur, Bu İslamiyet’te kısmet sözü ile ifade edilen korkunç bir kaderciliği dile getirmektedir, böyle bir öğreti, kişiyi, hayat kavgasına bilemek yerine hareketsizliğe ve çabadan uzaklaşmaya yöneltir.

İkbal, Kur'an'ın her kişinin tek ve “kendine özel” olduğu sözünü tekrar eder. İkbal, bu temele dayanarak insanın ölümsüzlüğü inancını kabul ediyordu:

İnsanın kaderi ne olursa olsun, bu onun kişiliğini kaybedeceği anlamına gelmez- derken gelişmesi milyonlarca yıl süren bir varlığın bir hiç gibi kenara atılacağına inanılamaz- diye devam ediyordu. Tarih anlamını iki dünyada bulmaktadır. Kur'an insanlara, yön bulmanın ve bütün olarak mutluluğa kavuşmanın yolunu göstermektedir. İkbal İslamiyet'in temel fikriyle karşılaştırıldığında yenilik getirdiği görülen başka bir din oluşabilir, fakat bunun özelliği daima tartışılacaktır diyordu. 




ALBAN G. WIDGERY

Tarih Boyunca BÜYÜK ÖĞRETİLER

Türkçesi : Gülçiçek SOYTÜRK 

1 Ocak 2025 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

MÂLİK:

 

1. Sâhib olan, mülk edinen.

 

İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de, mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)

 

Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli, nisâb miktârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî)

 

Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum, 

Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim. 

(İmâm-ı Rabbânî)

 

2.   Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm etmedik, fakat kendileri zâlim idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der. (Zuhrûf sûresi: 74-77)

 

Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi buradan çıkarın. Biz bir daha isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız. Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve isyânınıza döneceksiniz" der. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Mâlik-ül-Mülk:

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)

 

Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal ve mülk ihsân eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)

 

MÂLİKÎ:

 

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse.

 

Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere bulunanların) amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki) mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî. Bu dört mezhebden herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)

 

Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi olunuz. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allahü teâlânın yardımı, koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye (Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk) bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse, bid'at (bozuk îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)

 

Mâlikî Mezhebi:

 

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir.

 

MÂLİYYET (Mâliyet):

 

Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.

 

Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır. Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh, geçerli olur. (İbn-i Nüceym)

 

MA'LÛM:

 

Bilinen şey.

 

Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı kerîmde bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür (îmânsızlık) üzere kalmaya niyet edip, îmân etmek istemeyeceklerini ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliyordu. İlim, mâlûma tâbidir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve böyle haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi olurdu. O hâlde kâfirler kendi istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle) kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

 

Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey, kendi varlığıdır. İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de rûh kendini unutmaz. İnsanın kendi kendini tanıması için, bir şey isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)

 

MA'NÂ (Mânâ):

 

Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.

 

Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde olunurlar. Kelimeler ve lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ, lugat (sözlük) mânâ bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, anlaşılan meşhûr, yaygın olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından çıkarılarak belli bir ilim dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ, Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük) mânâsı duâ olduğu hâlde, fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik ilimlerde başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma Arabçasını bilen, fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz. Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve pekçok ilmi senelerce okuyup öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette daha çok sevâb ve daha iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din âlimlerinden kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitablar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Mânây-ı İltizâmî:

 

Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

 

İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Düşünen canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ, ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti insanın mâhiyetini meydana getiren bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan ayrılmayan bir mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle, ilim öğrenme ve yazı yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.

 

Mânây-ı Murâdî:

 

Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.

 

Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm çıkarabilmek) için, Arabî yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı murâdîsini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek gibi daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf, temiz bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde ettiğini anlamak demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü Erdem)

 

Mânây-ı Mutâbıkî:

 

Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi. 

Hayvân-ı  nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı  mutâbıkîsidir. 

Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.

 

Mânây-ı Zâhirî:

 

Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.

 

Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür. Biri muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı kapalı olan âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meşhûr olmayan mânâ verilir. Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne) uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder. Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ tefsîr âlimleri, Allahü teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Mânây-ı Zımnî:

 

Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

 

İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Bu mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı) mânâlarından her biri, insan lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî, Teftezânî) 

Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i lugat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı zâhirîsini, mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin ne zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîfle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın buyurmak istediği mânâyı anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

MANASTIR:

 

Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip, barındığı binâ.

 

Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve bu arâziyi işleterek elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka çeşitli görevliler bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adamları için nezârethâne, hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve kudreti artarak önemli derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı olan manastırlar, daha sonra papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların, hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini bildirdiği mektûbunda buyurdu ki: "Onların dînî reislerini, (başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın..." (Hadîs-i şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)

 

MA'NEVÎ:

 

Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.

Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan olan taraf, gâlib ve hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile olduğu gibi, neşr (yayın) yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müslüman şekline girerek, din adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî yıkıntıyı durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan başka kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Ma'nevî Bağ:

 

1. Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.

 

Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin (kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, anlar. İnsan, her şeyin bir yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini düşünerek, âleme ve içindekilere baktığı zaman, bunların da bir yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak, her şeyin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)

 

2. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.

 

Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân sâhibidirler. Türkleri yıkmak için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik Gregoryus)

 

Ma'nevî Fâide:

 

Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.

 

Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. (Hayri Aytepe)

 

Ma'nevî Hastalık:

 

Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.

 

Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat bunu görmek için müdrike yâni anlayış hâssası bozuk olmamak ve mânevî hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı) kuvveti hasta ve bozuk olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan kurtulur, gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, safrası bozuk olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)

 

Ma'nevî Huzûr:

 

Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık. 

Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Ma'nevî Kuvvet:


Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet. 

Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş âlimler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Ma'nevî Mîrâs:

 

Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

 

Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr etmek, mânevî mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygamber efendimize tam uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasaklarından kaçınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ma'nevî Temizlik:

 

İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.

 

Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb temizliği emreder. Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu) sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine gelen her hayr (iyilik) ve şer (kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığın emirlerini yapan bir insan, dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. (Hayri Aytepe)

 

MÂNİ' (El-Mâni'):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.

 

El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak