17 Mart 2024 Pazar

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-18

 İbn-i Sina



İbn-i Sina (tam adı Ebu Ali el-Hüseyin ibni Abdullah ibn-i Sina el-Belhi), d. 980, Buhara yakınları - ö. 1037, Hamedan), filozof, hekim ve çok yönlü Fars bilim adamıdır.

İbn-i Sina, Kuşyar isimli bir hekimin yanında tıp eğitimi aldı. Değişik konular üzerine 240’ı günümüze gelen 450 kadar makale yazdı. Elimizdeki yazıların 150 tanesi felsefe 40 tanesi de tıp üzerinedir. Eserlerinin en ünlüleri felsefe ve fen konularını içeren çok geniş bir çalışma olan Kitabü’ş-Şifa (İyileşme Kitabı) ile El-Kanun fi’t-Tıb’dır (Tıbbın Kanunu). Bu ikincisi ortaçağ üniversitelerinde okutulmuştur. Hatta bu eser Montpellier ve Louvain’de 1650 yılına kadar ders kitabı olmuştur.

Samanoğulları sarayı kâtiplerinden Abdullah Bin Sina’nın oğlu olan İbn-i Sina (Batı’da Avicenna adıyla tanınır), babasından, ünlü bilgin Natili’den ve İsmail Zahit’ten ders aldı. Geometri (özellikle Öklid geometrisi), mantık, fıkıh, sarf, nahiv, tıp ve doğabilim üstüne çalışmalar yaptı. Farabi’nin el-İbane’s aracılığıyla Aristoteles felsefesini ve metafiziğini öğrenip, hastalanan Buhara prensini iyileştirince saray kütüphanesinden yararlanma olanağına kavuştu. Babası ölünce, Cürcan’da Şiraz’lı Ebu Muhammed’ten destek gördü (Tıp Kanunu’nu Cürcan’da yazdı). Çağında tanınan bütün Yunan filozoflarının ve Anadolu doğacılarının yapıtlarını incelemiştir.


Yaşadığı dönem


İbn-i Sina, İslamın Altın Çağı olarak bilinen ve Yunanca, Farsça ve Hintçeden eserlerin çevirilerinin yapılıp yoğun bir şekilde incelendiği dönemde önemli çalışmalar ve yapıtlar gerçekleştirdi. Horasan ve Orta Asya’daki Samani Hanedanı ve Batı İran ile Irak topraklarındaki Büveyhiler bilimsel ve kültürel ilerlemeye çok uygun bir ortam hazırlamışlardı. Bu ortamda Kuran ve Hadis çalışmaları çok ilerlemişti. Felsefe, fıkıh ve kelam çalışmaları İbn-i Sina ve çağdaşlarınca oldukça geliştirilmişti. Al-Razi ve Farabi tıp ve felsefe alanında yenilikler sağlamışlardı. İbn-i Sina, Belh, Hamedan, Horasan, Rey ve İsfahan’daki muhteşem kütüphanelerden yararlanma olanağı elde etmişti.


Hayatı


İbn-i Sina 980 yılında Buhara yakınlarındaki Afşan kentinde doğdu. Babası Abdullah, Samani İmparatorluğunun önemli şehri Belh’ten gelen saygın bir bilim adamıydı. Buhara’da iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü hafızası ve zekası da bu konuda ona çok yardımcı oldu. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı.

16 yaşında tıbba döndü ve bu konudaki bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor ünvanı elde etti ve ücret almaksızın hastaları tedaviye başladı.


Erişkinliği


İbn-i Sina ilk olarak 997 yılında tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı emirin yanında çalışmaya başladı. Bu hizmetinin karşılığında aldığı en önemli ödül Samanilerin resmi kütüphanesinden dilediğince yararlanmak oldu. Kütüphanede kısa süre sonra meydana gelen yangında düşmanları onu bilerek kundaklama yapmakla suçladı.

22 yaşında babasını kaybetti. 1004 yılının Aralık ayında Samani Hanedanı sona erdi. İbn-i Sina Gazneli Mahmud’un teklifini geri çevirdi ve batıya Ürgenç’e gitti. Buradaki vezir bilim dostuydu ve ona küçük de olsa bir maaş bağladı. Yetenekleri için kullanma sahası arayan İbn-i Sina Merv’den Nişabur’a ve Horasan sınırlarına kadar bölgeyi adım adım dolaştı. Kendisi de şair ve bilim adamı olan ve İbn-i Sina’ya sığınak sağlayan hükümdar Kabus bu sırada çıkan ayaklanmada hayatını kaybetti. İbn-i Sina’nın kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Sonunda Hazar Denizi kıyısındaki Gorgan’da eski bir arkadaşına rastladı. Onun yanına yerleşti ve bu kentte mantık ve astronomi dersleri vermeye başladı. Kanun kitabının başlangıcı da bu döneme rastlar.

Daha sonra Rey’de ve Kazvin’de çalıştı. Yeni eserler yazmaya da devam etti. İsfahan valisinin yanına yerleşti. Bunu öğrenen Hamadan emiri İbn-i Sina’yı yakalattı ve hapsetti. Savaş sona erdikten sonra Hamadan emirinin yanında çalıştı. Kısa süre sonra İbn-i Sina, kardeşi, iyi bir öğrencisi ve iki köleyle kılık değiştirip şehirden kaçtı ve korku dolu bir yolculuktan sonra çok iyi karşılandıkları İsfahan’a ulaştı.


Sonraki yılları ve ölümü


Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye tanınmıştır.

İbn-i Sina’nın kalan 10 ya da 12 yılı Ebu Cafer’in hizmetinde geçti. Burada doktor, bilim danışmanı olarak çalıştı ve hatta savaşlara bile katıldı. Bu yıllarda edebiyat ve filoloji çalışmaya başladı. Bir Hamadan seferi sırasında şiddetli bir kolik atağına yakalandı. Güçlükle ayakta duruyordu. Hamedan’a vardığında önerilen tedavileri uygulamadı ve kendisini kadere teslim etti. Ölüm yatağında mallarını yoksullara bağışladı, kölelerini azat etti. 1037 yılında 57 yaşında mide hastalığından öldü. Kabri Hamedandadır.


Metafizik


İbn-i Sina’ya göre metafiziğin temel konusu, “vücudu mutlak” olan Allah ile yüce varlıklardır. Vücut (var olan) üçe ayrılır: Olası varlık ya da ortaya çıkan ve sonra yok olan varlık; olası ve zorunlu varlık (tümeller ve yasalar evreni, kendiliğinden var olabilen ve bir dış neden sayesinde gerekli olan varlık); özü gereği gerekli olan varlık (Allah). İbn-i Sina Allah’ı “Vahdet-i Vücud” yani ‘varlığı zorunlu olan’ olarak belirtir ve bu fikir ona hastır.


Ruhbilim


İbn-i Sina, ruhbilimin, metafizik ile fizik arasında bağlantı kuran ve bu iki bilimden de yararlanan bir bilgi alanı olduğunu savunmuş, ruhbilimini üç ana bölüme ayırmıştır: Akıl ruhbilimi; deneysel ruhbilim; tasavvuf ya da gizemci ruhbilim. İnsanların ruhlarının müzikle tedavi edilebileceğini öne sürmüş ve bu yöntemi geliştirmiştir.


Akıl


Bu konudaki görüşleri Aristotales ve Farabi’den farklı olan İbn-i Sina’ya göre, akıl 5 çeşittir; bilmeleke (ya da ‘olası akıl’ açık-seçik ve zorunlu olanları bilebilir); heyulâni akıl (bilmeyi ve anlamayı sağlar); kutsi akıl (aklın en yüksek aşamasıdır ve her insanda bulunmaz); mustefat akıl (kendisinde bulunanı, kendisine verilen “makûllerin” suret’lerini algılar); bilfiil akıl (“makûl”leri yani kazanılmış verileri kavrar). İbn-i Sina, akıl konusunda, Eflatun’un idealizmi ile Aristoteles’in deneyciliğini uzlaştırmaya, birleştirici bir akıl görüşü ortaya koymaya çalışmıştır.


Bilimlerin sınıflandırılması


İbn-i Sina’ya göre bilimler madde ve biçim ilişkisi bakımından üçe ayrılır: El-ilm ül-esfel (Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler), maddesinden ayrılmamış biçimlerin bilimidir; mabad-üt-tabia (metafizik), el-ilm’üll-âli (mantık ya da yüksek bilimler) maddesinden ayrılan biçimlerin bilimleridir; el-ilm ül-evsat (matematik ya da orta bilimler) ancak insanın zihninde maddesinden ayrılabilen, bazen maddesiyle birlikte, bazen ayrı olan biçimlerin bilimidir.

Kendisinden sonraki Doğu ve Batı filozoflarının çoğunu etkileyen İbn-i Sina, müzikle de ilgilenmiştir. 250’yi aşkın yapıtının başlıcası olan Şifa ve Kanun, felsefenin temel yapıtı sayılarak, uzun yıllar boyunca pek çok üniversitede okutulmuştur.


İbni-Sina ve Felsefe


İslam filozofu. Aristotelesçi felsefe anlayışını İslam düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

İbn Sina’nın felsefeye karşı ilgisi deney bilimleriyle başlamış, Aristoteles ve Yeni-Platoncu görüşleri incelemekle gelişmiştir. İslam ve Yunan filozoflarının görüşlerini yorumlayan ve eleştiren İbn Sina’nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi’nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlak, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır.

Bilgi sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre “bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur.” Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez.

İbn Sina’ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir.

Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır.

Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır.

İbn Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları.

Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir.

Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı’da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür.

Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbn Sina’ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn Sina’nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk’tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur.

İbn Sina’nın felsefesinde, Aristotelesi’in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir.

Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina’ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da, beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir.

Us konusunda İbn Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar.

İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar.

Yaratılış konusunda İbn Sina, varlığın sıralı düzeninde, “bir’den bir çıkar” ilkesine dayanır. İlk “bir”, zorunlu varlık, Tanrı’dır. O’nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı’nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı’dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır.

Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı’yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır.

İbn Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam’ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı’dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz.


Varlık üç bölüme ayrılır:


1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter.

2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir.

3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı’dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk ilkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir.

İbn Sina’nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı.

Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve varedici Tanrı’dır. O Kelamcılar’ın dediği gibi özgün yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı’nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır.

Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir.

İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar.

Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn Sina İslam dinine ve Kuran’a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı’nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir.


Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar:


1- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler.

2- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler.

3- Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi:

Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar.

Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır.

İbn Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina’nın deneyci yanı, Gazali’yi kuşkuculuk’a götürdü. Yapıtları 12.yy’da Latince’ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn Sina’dan yararlandı.


Başlıca yapıtları


El-Kanun fi’t-Tıp, (ö.s), 1593, “Tıpta Kanun” (Tıp ile ilgili zamanının bilgilerini ihtiva eder. Orta çağda dört yüz yıl Batı’da ders kitabı olarak okutulmuştur. Latinceye on çevirisi yapılmıştır.)

Kitabü’l-Necat, (ö.s), 1593, (“Kurtuluş Kitabı” Metafizik konularda yazılmış özet bir eserdir. )

Risale fi-İlmü’l-Ahlak, (ö.s), 1880, (“Ahlak Konusunda Kitapçık”)


İşarat ve’l-Tembihat, (ö.s), 1892, (“Belirtiler ile ilgili eserdir.)

Kitabü’ş-Şifa, (ö.s), 1927, (“Mantık, Matematik, Fizik ve İlahiyat yani Metafizik konularında yazılmış on bir ciltlik hacimli bir eserdir. Birçok kereler Latinceye çevrilmiş ve ders kitabı olarak okutulmuştur.”) Mantık bölümü, Mantık, Musiki ve Hitabet kitaplarından meydana gelir. Matematik bölümünde Aritmetik, Geometri ve Astronomi kitapları yer alır. Tabiat veya Fizik bölümünde ise, Fizik, Kimya, Mineraloji. 




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

15 Mart 2024 Cuma

İLMİHAL-16 / NAMAZ-11



NAMAZLA İLGİLİ BAZI MESELELER


Namaz İslâm dininde önemli bir ibadet olduğu için, olağan durumlarda kılınmasına özen gösterildiği gibi, olağan dışı durumlarda da çoğu zaman terkine müsamaha edilmemiş, bunun yerine, olağan dışı durumun mahiyetine ve ağırlığına göre, namaz kılışta bazı kolaylıklar sağlanmış ve böylece her gün namaz ibadeti vasıtasıyla yüce Rab ile bağlantı kurma imkânı devam ettirilmiştir.


A) HASTA NAMAZI


Hastalık ve yolculukta genel olarak meşakkat ve sıkıntı bulunduğu için bu durumlar, bedenî ibadetlerden özellikle namaz ve oruçta bir hafifletme, kolaylaştırma sebebi sayılmıştır.

Taat, takata göre olduğundan, yani buyruğun yerine getirilmesi kişinin gücü ölçüsünde olduğundan hastanın namazı kendi gücüne göre belirlenmiş, hastalığın artması ve şiddetlenmesi nisbetinde namazın eda biçiminde eksiklik ve kolaylığa izin verilmiştir. Bu itibarla meselâ kıyam, namazın önemli bir rüknü olduğu halde ayakta duramayan veya zorlukla duran kimseler nasıl mümkün ve kolay ise o şekilde oturarak kılabilirler. Oturarak dahi kılamayan, yani bu durumda rükû ve secde etmekten âciz olan kimse, imkânına göre durarak veya oturarak veya yatarak ima (başıyla, hatta bazı müctehidlere göre gözüyle işaret) eder. Tabiatiyla aslolan şekillerin korunması değil, özün yani Allah'la kurulan ilâhî bağlantının sürdürülmesi olduğundan, olağan dışı durumlarda kişi, her zaman olması gerektiği gibi, namazı kurtulunmak istenen bir yük, üzerinden atılması gereken bir borç haline getirmeden, kendi durumuna uygun bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır.

Hasta bir şekilde farz namazı kılmaya güç yetirememişse, aklı başında olduğu sürece geçirdiği namazları beşten çok değilse, sağlığına kavuştuğu zaman kazâ eder. Sağlığına kavuşamaz ise bu durumda kimi âlimlere göre ıskat etmeleri için vârislerine vasiyet eder. Aklı başında değilse yahut kaçırdığı namazları beşten fazla ise sıhhatine kavuştuğu zaman onları kazâ etmesi gerekmez.


B) YOLCU NAMAZI


a) Seferîliğin Mahiyeti


Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapça'da sefer veya müsaferet olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferî veya müsafir denilir. Seferînin mukabili mukimdir ve mukim bir yerde yerleşik bulunan, yolcu olmayan kişi anlamındadır. Türkçemiz'de seferîlik veya müsaferet yerine, çoğunlukla yolculuk tabiri kullanılmaktadır. Fıkıh ve ilmihal kitaplarında seferîlik veya yolculuk sözlük anlamına yakın olmakla birlikte, ondan farklı olarak, belirli bir mesafeye gitmek anlamındadır. Yolcu olan kişiyi ilgilendiren bazı özel ruhsat hükümleri bulunduğu için seferin tanımının ve mahiyetinin iyi belirlenmesi gerekir.

Önceki fakihler yolcu olmanın tanımında iki farklı kriteri göz önünde bulundurmuş; kimi gidilecek mesafeyi, kimi de bu mesafe katedilirken harcanan zamanı ölçü almıştır. Her iki kriter de yaya yürüyüşü veya kafile içerisindeki deve yürüyüşüne göre hesaplanmıştır. Hanefîler'in çoğunluğunun kabulüne göre yolculuk, orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafeden ibarettir. Buna "üç konak" veya "üç merhale" de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile, denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer süresi" sayılmıştır. Seferîlik belirlenirken yolun yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dahil edilmez. Yolculuk yapan kimse süratli gider ve bu mesafeyi daha kısa sürede katederse, bu mesafe hesabına göre yine yolcu sayılır.

Yolculukta üç günün esas alınması ve üç günün zaman ve mesafe olarak ifade edilmesi konusunda herhangi bir âyet ya da hadis bulunmayıp, bu ayarlama İslâm hukukçuları tarafından yapılmıştır. Onlar bu zaman ve mesafe ayarını yaparken büyük ölçüde, sahâbenin Hz. Peygamber'in uygulamasını tavsif edişlerine ve onların kendi uygulamalarına dayanmışlardır. Meselâ Hanefîler üç günlük yolculuğun seferîlik hükümlerine esas olduğunu tesbit ederken büyük ölçüde, yolcu olan kişinin üç gün üç gece mest üzerine meshedebileceğini bildiren şu hadisi esas almışlardır: "Mukim kimse tam bir gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece mesh eder" (Müslim, "Tahâret", 85; Ebû Dâvûd, "Tahâret", 60).

Daha sonra bu üç günlük yol veya on sekiz saatlik yolculuk asrımızda değişik ince hesaplarla kilometreye çevrilmiştir. Bu çevirmenin de asıl sebebi, çağımızda hızlı ulaşım araçlarının ortaya çıkması sonucu, üç günlük süre ölçütünü uygulamanın neredeyse imkânsız hale gelmiş olmasıdır. Bu hesaplara göre, kişinin yolcu sayılacağı ve yolculuk ruhsatlarından istifade edeceği mesafe, küçük bazı farklılıklarla 85-90 km. arasında tesbit edilmiştir. Ancak her iki ölçüyü yani zaman veya mesafeyi esas almanın ayrı ayrı problemleri vardır. Mesafe esas alındığında, son derece hızlı ve konforlu vasıtaların ortaya çıkması sebebiyle, bu 90 kilometrelik yolun oldukça meşakkatsiz ve çok kısa bir süre içerisinde katedilebilmesidir. Zamanın esas alınması durumunda ise yine birçok problem ortaya çıkmakta, gelecek birkaç yıl içinde seferîlik ruhsatları diye bir şey kalmayacağı, hatta zamanın esas alınması halinde bugün bile seferîlik hükümlerinden istifade edilemeyeceği ileri sürülmektedir. Bununla birlikte çağdaş İslâm bilginleri, bu ikisinden mesafe ölçüsünün daha objektif veya uygulanabilir olduğu kanaatindedirler. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan yolculuk, ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya olarak iki konaklık mesafedir.

Seferîlik meselesinin üzerinde durulması, doğru bir tanımının yapılmaya çalışılması, bu durum için tanınmış bazı ruhsat ve kolaylıklardan istifade edilebilmesine yöneliktir. Başka bir ifadeyle, seferin ne olduğu sağlıklı bir şekilde ortaya konulmalı ki, seferî değilken seferîlik hükümlerinden istifa edilmiş olmasın veya seferî olunduğu halde sefer ruhsatlarından mahrum kalınarak gereksiz yere sıkıntı çekilmesin.

Sefer bir yerde yerleşik bulunan kişi için normal ve sıradan bir iş değil, gelip geçici ve olağan dışı bir durumdur. Olağan dışı bir durum olduğu için sefer halindeki meşakkat, kişiye birtakım ruhsatların verilmesine sebep olmuştur, fakat hamallık gibi ağır bir işte çalışmada daha fazla meşakkat bulunduğu halde, olağan durum olması sebebiyle bu gibi ağır işler yolculuk durumuna kıyas edilmemiştir.

Yolculuktaki ruhsatların veriliş nedeni, yolculuğun meşakkat, telâş ve normal düzenin bozulmasını içermesidir. Fakat bunlar değişken (izâfî) bir kavram olduğu için fakihler meşakkat yerine daha objektif ve herkes için geçerli bir kriter arayışına girmişler ve mesafe ayarı yapmak zorunda kalmışlardır.

Yolculuğun içerdiği meşakkat tek boyutlu değildir. En başta yolculuğun getirdiği yorgunluk ve bedensel sıkıntılar vardır. Bunun yanında yolcunun, yolculuğun amacıyla ilgili endişe ve korkuları, geride bıraktığı işi, eşi, ailesi ile ilgili endişeleri bulunabilir. Buna bir de yol güvenliği endişesi eklenirse yolcu için tanınan ruhsatların mânası daha iyi anlaşılır. Hal böyle olunca, yolculuğa çıkan kişinin zaman kaybına tahammülü yoktur. O bir an önce işini bitirmek ve normal yerleşik hayatına dönmek arzusundadır. O halde onun yolculuk esnasında zaruri ihtiyaçları dışında oyalanmaması gerekir. İşte yola çıkan kişinin bir an önce normal yaşantısına, evine, işine dönme doğal arzusunu çabuklaştırmak için dinimizde, bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunların başında namazla ilgili olan "namazın kısaltılması" (kasr) ve "iki namazın bir vakitte kılınması" (cem`) gelir. Dikkat edilirse hem kasr, hem de cem` zaman kaybını en aza indirmek gibi bir amaca mebnidirler. Kişi namazı tam kılarak vakit kaybetmeyecek veya bir namaz vaktinde durmayıp onu öteki vakit namazıyla birlikte eda edecek ve mola zamanını ona göre ayarlayacaktır.

Dikkat etmek gerekir ki bu ruhsatlar daha ziyade yaya olarak veya at, deve gibi hayvanlarla yolculuk yapanlar ve böyle olduğu için de yolculuğun kontrolünü elinde tutanlar için söz konusu edilmiş olmaktadır. Buna göre günümüzde toplu ulaşım vasıtalarıyla yapılan yolculuklarda bu anlam, yani namazın kısaltılması veya cemedilmesi sayesinde zamandan kazanılması durumu söz konusu değildir. Otobüslerin gidilen mesafeyi kaç saatte alacakları, nerede ve kaç dakika süreyle mola verecekleri yaklaşık olarak bellidir. Namazdan kesip zamandan kazanma durumu toplu ulaşım vasıtalarında söz konusu değildir. Ancak bu durumda da yolcunun genel seyahat programına uyma zorunluluğu, molalarda ihtiyaca göre zaman darlığı gibi sıkıntıları vardır.

Özel arabasıyla yolculuğa çıkan kişinin bir an önce normal hayatına dönme gibi bir endişesi hem olabilir, hem de olmayabilir. Nitekim günümüzde, eskiden hiç söz konusu edilmeyen bir tatil olgusu bulunmaktadır. İnsanlar yılın belli zamanlarında denize, ormana gitmeye, tarihî ve turistik yerleri gezmeye zaman ayırıyorlar. Tatil çoğu kimseler için artık hayatın bir parçası olmuş durumda. Dolayısıyla tatil için yola çıkanların, en azından yolculuğa çıkarken, bir an önce normal hayata dönmek gibi bir endişeleri ve aceleleri yoktur.

Bu defa da, yolculuğun hangi amaçla yapıldığı sorusunu sormak gerekiyor. Yolculuğun hangi amaçla yapıldığını sınırlama ve belirleme imkânı olmamakla birlikte genel olarak üç başlık altında toplanabilir: a) İş amaçlı yolculuklar. b) Tatil, gezi amaçlı yolculuklar. c) İç ve dış güvenlik amaçlı yolculuklar (daha ziyade ordu ve emniyet güçleri için söz konusudur).

Esasen bu tür konularda objektif kriter getirildiği zaman hükmün anlaşılması ve tatbik edilmesi kolaylaşıyor ise de getirilen kriter sabitleştirilince gitgide hüküm ile hükmün konuluş amacı arasında uçurum meydana gelmekte ve hükmün konuluş esprisinin tamamen ortadan kalkması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.

Sefer hükümlerinin iş ve güvenlik amaçlı yolculuklarda kural olarak uygulanabileceğini, bunun dışındaki yolculuklarda ise kişinin kendi inisiyatifine bırakılmasının doğru olacağını söyleyebiliriz. Yolculuk hali genel olarak güçlük ve sıkıntılardan hâlî olmayacağı için kişi, yerleşik bulunduğu yerden ayrıldıktan sonra ruhsatlardan istifade ihtiyacını hissettirecek bir meşakkatle karşılaşıyorsa bu ruhsatlardan istifade etmeli, ruhsata ihtiyaç duymuyorsa istifade etmemelidir. Bu durumda kişi ruhsatlardan istifade konusunda kararı kendisi vereceği için Allah katında sorumluluk da kendisine ait olacaktır. Ruhsatların kullanılmasının gerekli olup olmadığı konusundaki aşağıda gelecek olan mezheplerin farklı görüşleri, yukarıdaki formülü uygulamayı kolaylaştırmaktadır.


b) Seferîliğin Hükümleri


Yolculuk durumu, genel olarak meşakkat ve sıkıntı içerdiğinden bu durumdaki kişi için bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunlar yolcuya tanınan ruhsatlardır. Bunların başında ramazan ayında yolculuk yapan kişi için tanınan, orucu yolculuk anında tutmayıp sonraya bırakma ruhsatıdır.

Normalde bir gün bir gece olan mest üzerine mesih süresi, yolcu için üç gün üç geceye çıkarılmıştır. Ayrıca yolcu olan kişinin, dört rek`atlı farz namazlarını ikişer rek`at olarak kılmasına da izin verilmiştir. Buna "kasrü's-salât" denir.

Yolculukta dört rek`atlı namazların kısaltılarak kılınmasının câizliği konusunda âyet ve Peygamberimiz'in uygulaması bulunmakta olup ayrıca bilginler bu hüküm üzerinde icmâ etmişlerdir.

Namazların kısaltılmasına ilişkin âyet şudur: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size kötülük etmesinden (fitne) korkarsanız, namazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nisâ 4/101). Bu âyette kısaltmanın korku şartına bağlanmış olması, bir önceki âyette Allah uğrunda hicretten ve bir sonraki âyette savaş durumunda Peygamberimiz'in nasıl namaz kıldıracağından bahsedilmesi, bu âyetin savaş vb. gibi olağan üstü durumlara ilişkin olduğu, olağan dışı olmakla birlikte sıradan yolculuklara ilişkin olmadığı izlenimini verse de, öteden beri seferîlik konusundaki hükümler bu âyetle irtibatlı olarak ele alınmıştır.

Bunun yanında umre, hac ve savaş için yaptığı yolculuklarda Hz. Peygamber'in namazları kısaltarak kıldığına dair şöhret derecesini aşmış haberler bulunmaktadır. İbn Ömer, Hz. Peygamber'le yaptığı yolculuklarda, Hz. Peygamber'in iki rek`attan fazla kıldığını görmediğini; aynı şekilde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın da böyle davrandıklarını ifade etmiştir.

Yolcunun dört rek`atlı farz namazları kısaltması mecburi midir, yoksa kısaltma konusu tamamen yolcunun tercihine mi kalmıştır?

Bu konuda inisiyatifin tamamen yolcu olan kişiye bırakılmasının uygun olacağını yukarıda açıklamıştık. Burada, mezheplerin bu konudaki yaklaşımlarına kısaca yer vereceğiz.

Hanefîler, namazların kısaltılması hükmünün Allah'tan bir bağış olduğu yönündeki rivayeti esas aldıkları için, kısaltmanın bir ruhsat değil bir azîmet hükmü olduğunu ileri sürerek bu konuda yolcuya tercih hakkı tanımamış ve kısaltmanın vâcip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre yolcunun bilerek dört rek`atlı namazı ikiye indirmeyip dört olarak kılması mekruhtur. Bununla birlikte kişi, iki rek`at kılıp teşehhütte bulunduktan sonra iki rek`at daha kılacak olsa farzı eda etmiş, son iki rek`at da nâfile olmuş olur. Ancak selâmı tehir etmiş olmasından ötürü kötü bir iş yapmış sayılır. Seferî olan kişi, şayet birinci teşehhüdü terketmiş veya ilk iki rek`atta kıraatte bulunmamış ise farzı eda etmiş olmaz. Bu görüşün bir devamı olarak, seferde iken kazâya kalan dört rek`atlık namazların normal duruma dönüldüğünde yine ikişer rek`at olarak kılınması gerektiği söylenmiştir. Hanefîler'in bu konuda, Hz. Ömer'den nakledilen seferde namazların kısaltılması hükmünün bir hediye olduğu şeklindeki ifadenin dışında, Hz. Âişe ve İbn Abbas'ın şu sözlerini de delil almışlardır: Hz. Âişe "Namaz ikişer rek`at olarak farz kılındı; sonra hazarda ziyade olundu, seferde ise olduğu gibi bırakıldı" demiş, İbn Abbas da "Allah Teâlâ namazı Peygamberimiz'in dili ile hazarda dört rek`at, seferde iki rek`at olarak farz kılmıştır" demiştir (Buhârî, "Salât", 1; Müslim, "Salâtü'l-müsafirîn", 1).

Mâlikîler'e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak bir ruhsat olup, kullanıp kullanmamak kişinin tercihine bırakılmıştır.

Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukim olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre ise, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîler'e göre dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar.

Namaz cemaatle kılındığında mukim yolcuya, yolcu mukime uyabilir. Mukim kişi, seferî kişiye uymuşsa, seferî iki rek`atın sonunda selâm verince, mukim selâm vermeyip kalkar, namazı dörde tamamlar. Namazın baş tarafını imamla kılmış ve farz kıraat yerine gelmiş olduğu için bu kişi sağlam görüşe göre, namazı başkaca kıraat etmeksizin tamamlar, yanılırsa secde etmez. Çünkü bu mukim, lâhik mesabesindedir. Yolcu, vakit içinde mukime uyduğunda dört rek`atlı bir farz namazı mukim gibi tam olarak kılar.

Aslî vatana dönmekle yolculuk hali sona erer. Burada sefer hükümleriyle ilişkili olarak oluşturulan üç vatan anlayışından kısaca bahsedelim.

Vatan-ı aslî. Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kastettiği yere vatan-ı aslî denir. Vatan-ı aslîden başka yere iş, görev vb. sebeplerle veya yerleşmek üzere göçülünce yeni yer vatan-ı aslî olur, eski yer bu vasfını kaybeder.

Vatan-ı ikamet. Bir kimsenin doğduğu, evlenip ailesini yerleştirdiği veya kendisi yerleşmeye karar verdiği yer olmamak kaydıyla, kişinin on beş günden fazla kalmak istediği yere vatan-ı ikamet denir.

Vatan-ı süknâ. Bir yolcunun on beş günden az kalmayı planladığı yere vatan-ı süknâ denir.

Bir kimse doğup yerleştiği veya karısının yerleştiği yere varınca seferî olmaz. Sadece gideceği bu yer sefer mesafesi uzaklığında ise yolculuk esnasında seferî olur.


C) İKİ NAMAZI BİR VAKİTTE KILMAK (CEM`)


Cem` kelimesi, sözlük anlamı itibariyle "iki veya daha fazla şeyi bir araya getirmek, toplamak" anlamlarına gelir. Cem`in fıkıhtaki terim anlamı ise, "birbirini takip eden iki namazın (öğle ile ikindinin veya akşam ile yatsının), bu ikisinden birinin vaktinde, birlikte ve peşipeşine kılınması"dır. Eğer bu birlikte kılma birinci namazın vaktinde ise buna cem`-i takdîm, ikincisinin vaktinde ise cem`-i te'hîr denilir.

Âlimler, hac zamanında Arafat'ta öğle ile ikindinin öğle namazının vaktinde birlikte kılınması (cem`-i takdîm) ve Müzdelife'de akşam ile yatsının yatsı namazının vaktinde birlikte kılınması (cem`-i te'hîr) konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu iki yer dışında iki namazı cemederek birlikte kılmanın câiz olup olmadığında ve cemetmeyi câiz kılan mazeretlerin neler olduğunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.

Hanefî mezhebinde, hac zamanında Arafat ve Müzdelife'deki cem`in dışında, iki namazın bir vakitte cemedilmesi câiz görülmez. Bununla birlikte Hanefîler'e göre yolculuk, yağmur gibi cem`i mubah kılan mazeretlerin bulunması durumunda şöyle bir cem` uygulaması mümkündür: Bir namaz (öğle veya akşam), diğer namazın (ikindi veya yatsı) vaktinin girmesine yakın bir zamana kadar geciktirilip, bu namazın kılınmasından sonra diğerinin vaktinin girmesi ve bu namazın da kendi vaktinde kılınması mümkündür. Bu uygulamada, bir namaz hemen diğerinin ardından kılındığı için buna "cem`ü'l-fiil" ve "cem`ü'l-muvâsala" denildiği gibi, bir namaz son vaktinde diğeri de ilk vaktinde olmak üzere her namaz kendi vakti içinde kılınmış olacağı için buna "mânevî cem`" ve "şeklî (sûrî) cem`" de denilir. Bu şekildeki cem`, yukarıda tanımı verilen gerçek anlamda bir cem` değildir. Çünkü bu uygulamada vakit değil, fiil birleştirilmektedir.

Ebû Hanîfe, arefe günü Arafat'ta birlikte kılınan öğle ve ikindi namazının cemaatle kılınmasını şart koştuğu halde diğer mezhepler bu şartı aramazlar. Cem` ile namaz kılınırken bir ezan okunur, fakat iki namaz için ayrı ayrı kamet getirilir. Öğle namazının farzı eda edildikten sonra sünnet kılınmaksızın ikindi namazına geçilir. İkindi namazı öğle namazına tâbi olduğundan, öğle namazı herhangi bir nedenle sahih olmamışsa ikindi namazının da öğle ile birlikte iade edilmesi gerekir. Müzdelife'de ise akşam ile yatsı namazı tek ezan ve tek kamet ile kılınır. Akşamın farzı ile yatsının farzı arasında sünnet namaz kılınmaz. Arada sünnet kılınmışsa yatsı için tekrar kamet getirilir.

Diğer mezheplerde cem`, belirli sebep ve şartlarla câiz görülmüştür. Şiî-Ca`ferî mezhebinde ise, hiçbir mazerete gerek olmaksızın iki namazın bir vakitte cemedilmesi câizdir. Cem`i kabul edenlere göre, iki namazın cemedilmesini câiz kılan sebepler, ayrıntıdaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa şunlardır: 1. Yolculuk (sefer), 2. Yağmur, çamur, kar, dolu, 3. Hastalık, 4. İhtiyaç ve meşguliyet.


1. Yolculuk.


Hanefîler dışındaki çoğunluk âlimler, yolculuğu bir mazeret kabul ederek, yolculukta cem` yapılmasını câiz görmüşlerdir. Ancak bazı ayrıntılarda aralarında görüş ayrılığı vardır. Buna göre Mâlikîler, cem` yapmanın câiz olabilmesi için yolculuğun yorucu bir yolculuk olmasını şart koşarken, Şâfiîler ve Hanbelîler, yorucu olup olmamasına bakılmaksızın yolculuğun her hâlükârda cem` için bir mazeret olduğunu söylerler. Bu noktada Şâfiîler, Mâlikîler'in ve Hanbelîler'in aksine, ayrı bir şart ileri sürerek, cem` yapmayı câiz kılan yolculuğun, herhangi bir yolculuk değil, namazların kısaltılmasını câiz kılan nitelik, süre veya mesafedeki yolculuk olduğunu söylerler. Bu arada yolculuğun türüne ve amacına bağlı olarak da bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kimi Mâlikîler, deniz yolculuğunu da sefer hükmünden istisna etmişlerdir.


2. Yağmur, Kar, Dolu.


Yağmur, şiddeti konusundaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, yolcu olmayan (mukim) kişiler için bir mazeret kabul edilmiş ve böyle günlerde namazın cem`i belli şartlarla câiz görülmüştür. Mâlikîler ve Hanbelîler, sadece akşam ile yatsının mescidde cem`-i takdîm olarak cemedilmesini câiz görürken, Şâfiîler buna öğle ve ikindinin cem`ini de ilâve etmişlerdir. Bu ve benzeri sebepler, evde değil, sadece mescidde cemaatle birlikte cem` yapmayı câiz hale getirir.

Şâfiîler, yerlerin çamurlu olmasını cem` yapmayı câiz kılan mazeret kabul etmezken, Hanbelîler bunu bir mazeret saymış, Mâlikîler ise cem`in câiz olabilmesi için çamurla birlikte zifiri karanlık durumunun bulunmasını şart koşmuşlardır.


3. Hastalık.


Mâlikîler'e göre hasta bir kişi, ikinci bir namazın vaktine kadar durumunun namaz kılamayacak derecede kötüleşeceğinden veya bayılacağından endişe ediyorsa, cem` yapabilir. Hanbelîler de hastalık sebebiyle meşakkat söz konusu olduğunda cem`i câiz görmüşler ve emzikli kadını, istihâze kanı gören kadını, özür sahibi kişileri ve her vakit için abdest almaktan âciz olan kişileri de aynı hükümde tutmuşlardır. Şâfiîler'e göre ise hastalık sebebiyle cem` câiz değildir.


4. İhtiyaç, Meşguliyet ve Sıkıntı.


İhtiyaç ve sıkıntı sebebiyle cem` genelde câiz görülmemiştir. Cem` konusunda en geniş görüşe sahip olan Hanbelî mezhebinde sıkıntı ve meşguliyetin cem`i câiz kılacağı söylenmektedir. Hanbelî fakihi Ebû Ya`la'nın bu hususta getirdiği ölçü şudur: "Cumanın ve cemaatle namazın terkedilmesini câiz kılan her sebep, cem`i de câiz kılar". İbâzî mezhebine göre ise, namazın vaktinde kılınmasında sıkıntı doğuran her mazeret cem` için bir sebep teşkil eder. İbn Sîrîn, İbn Şübrüme, Eşheb gibi ünlü âlimler ve bazı Şâfiî fakihleri, bir sebep olmaksızın cem` yapılmasını da –itiyat haline gelmemesi şartıyla- câiz görmüşlerdir. Saîd b. Müseyyeb'in de bu yönde bir fetvası bulunmaktadır.

Mezheplerin cem` konusunda görüş ayrılığına düşme sebepleri üç noktada toplanabilir:

Namazların vakitlerini tayin eden hadisler yanında, cem` konusunda birbiriyle çelişir gözüken haberlerin bulunması. Bu durumda kimi âlimler, cem` konusundaki haberlerin, vakitlemeye ilişkin hadisleri tahsis ettiğini ileri sürerek cem`i câiz görürken, kimileri de cem` konusundaki haberleri te'vil ederek cem`e karşı çıkmışlardır.

Arafat ve Müzdelife'de cem` yapmanın meşrûluğunda ittifak vardır. Diğer zaman ve yerlerdeki namazın buna kıyas edilip edilmeyeceği tartışma konusu olmuştur. Bu kıyası câiz görenler, cem`i de câiz görmüşlerdir.

Namazların müşterek vakitleri olup olmadığı noktasındaki tartışma da, cem` konusundaki görüş ayrılığının önemli bir nedeni olmuştur.

Beş vakit namazın ilk ve son vakitleri, ayrıntıdaki ihtilâflar bir yana, bellidir ve herkes tarafından kabul edilmektedir. Ca`ferî mezhebinin vakit anlayışı, Ehl-i sünnet'ten farklı olup, olağan durumlarda bile cem`e imkân veren bir şekildedir. Şiîler genelde cem` yaparak namaz kıldıkları için, onların namazı üçe indirdiği zannedilir.

Burada cem`i câiz görenlerin ve câiz görmeyenlerin gerekçelerini tartışmayacağız. Hanefîler iki yer dışında cem`i kabul etmemiş, diğer mezhepler belli mazeretler sebebiyle cem`i kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebinin görüşü, teorik olarak daha tutarlı ve savunulabilir olmakla birlikte, günümüzde cem`in yapılmasının namaz kılanlara sağlayacağı birtakım kolaylıklar bulunmaktadır. Cem` yapmak sonradan ortaya çıkmış, uydurulmuş bir uygulama değildir. Nitekim Arafat ve Müzdelife'de cem` yapılacağını bütün mezhepler söylemektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber'in çeşitli zamanlarda ve çeşitli durumlarda iki namazı birleştirerek bir vakitte kıldığı yönünde rivayetler bulunmaktadır. Gerek Arafat ve Müzdelife'deki cem`in, gerekse öteki rivayetlere göre çeşitli zamanlarda yapılan cem`in gerekçesi ve hikmeti namaz kılanlara kolaylık sağlanmasıdır. Hz. Peygamber'in, korku ve yolculuk durumu olmaksızın da öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikte kıldığına dair rivayetler bulunduğu gibi (Muvatta, I, 144; Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 49), bazı sahâbîlerin de cem` yaptığı nakledilmektedir.

Cem`in Arafat ve Müzdelife dışında câiz olmadığını savunan Hanefîler ise büyük ölçüde, namazların belli vakitlere göre belirlendiğini bildiren âyetlere (el-Bakara 2/238; en-Nisâ 4/103) ve Cibrîl'in peş peşe iki gün Hz. Peygamber'e imamlık yaparak namazların ilk ve son vakitlerini göstermesine dayanmışlardır. Bu âyetler ve bu rivayet, her bir namazın kendine özel bir vakti bulunduğuna ve bu vaktin öncesine veya sonrasına alınmasının câiz olmadığına delâlet etmektedir. Hanefîler ayrıca, namazın kasten geciktirilerek vaktinin çıkmasına yol açmayı tehditli ifadelerle yasaklayan hadislere ve İbn Mes`ûd'dan gelen mukabil rivayetlere de tutunmuşlardır.

Namaz için özel vakitler konulmuş ve bu vakitler namazın vücûbu için sebep kılınmıştır. Kur'an'da mücmel olarak belirtilen vakitler, Hz. Peygamber tarafından belirlenmiş ve namaz vakitleri tevâtürle sabit olmuştur; tevâtürle sabit olan bir şeyi de haberi vahidle terketmek kesinlikle câiz değildir. Şu kadar ki, namaz vakitlerini fiilî olarak uygulayan ve belirten Hz. Peygamber olduğu gibi, cem`in meşruiyetini söz ve fiili ile belirten de odur. Sünnetin bir kısmı alınıp bir kısmı atılamayacağına göre, bunların arasını uzlaştırmak gerekir.

Buna göre, olağan ve normal durumlar için beş vakit namazın vakitlerine titizlikle uyulması kuraldır. Ancak bazı özel durumlarda, ihtiyaç ve zaruret sahiplerine de cem` ruhsatı tanınmış olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Cem`, bir ruhsat ve kolaylaştırmadır; gerektiğinde bu ruhsattan istifade edilmelidir. Sünnî fıkıh mezheplerine göre kural, her namazın kendi özel vaktinde kılınmasıdır. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda cem` yapılabilir. Namaz dinin direği kabul edildiği için, hiçbir mazeret nedeniyle terkine izin verilmemiş, fakat kılınabilmesi için birtakım kolaylıklar getirilmiştir. Bu bakımdan olağan dışı durumlarda, alışkanlık haline getirmemek kaydıyla ve belirli şartlarla cem` yapılabilir. Namazı vaktinde kılmalarında bir sıkıntı ve güçlük söz konusu olan kişilerin, kendi durumlarını yukarıdaki bilgi ve ruhsatlar çerçevesinde değerlendirerek netice itibariyle Allah'a karşı şahsî sorumluluğunu ilgilendiren bu konuda kendilerinin karar vermesi en uygun olan yoldur. Ayrıca bilinmelidir ki, cem`-i takdîm veya cem`-i te'hîr yapmak, namazın amacının gerçekleşmesi bakımından, namazın kazâya kalmasından daha uygun bir çözüm olarak görünmektedir.


Cem` Yaparken Dikkat Edilecek Hususlar


Sabah namazı hiçbir şekilde cemedilemez. Cem` yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı arasında olabilir.

Şayet cem`-i takdîm yapılacaksa, meselâ öğle ile ikindi, öğlenin vaktinde birlikte kılınacaksa, öğle namazına başlarken cem` yapmaya niyet etmek gerekir. Kimilerine göre, birinci namazı bitirmedikçe de niyet edilebilir. Cem`-i tehîrde ise, birinci namazın vakti içerisinde cem` yapmaya niyet etmek gerekir. Aksi takdirde, namazı vaktinden sonraya ertelemiş olur ki bu haramdır.

Cem`-i takdîmde, sırayı gözetmek (tertibe riayet etmek) gerekir. Öğle ile ikindi cem` ediliyorsa önce öğle, sonra ikindi kılınmalıdır. Cem`-i te'hîrde ise sıraya riayet edilmezse Hanbelîler'e göre sahih olur; Şâfiîler'e göre de sahih olmakla birlikte ikinci namaz kazâ olarak kılınmış olur.

Cem` yapılırken, iki namazın ara vermeksizin peşi peşine kılınması (muvâlât) gerekir. Mâlikîler, birlikte kılınan iki farzın arasına nâfile katmayı dahi uygun görmemişlerdir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre eğer cem` birinci namazın vaktinde yapılıyor (cem`-i takdîm) ise, peş peşelik şarttır; ikinci namazın vaktindeki yapılıyor ise bu şart değildir. İki namaz arasında verilebilecek aranın belirlenmiş bir miktarı olmayıp, abdest alacak ve kamet getirecek kadar bir süre olduğu söylenmektedir.

Akşam ile yatsının cem`-i takdîm olarak birlikte kılınması durumunda vitir namazının ne olacağı konusunda da ağırlıklı görüş, bunun yatsı namazına tâbi olduğu ve dolayısıyla yatsı namazı kılındıktan sonra kılınabileceği yönündedir.


D) KORKU NAMAZI


Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'in cephede namazı nasıl kıldıracağına ilişkin ayrıntılı açıklama getiren bir âyet ve bu konuda Hz. Peygamber'in uygulamasının bulunması sebebiyle fıkıh kitaplarında ve buna bağlı olarak ilmihal kitaplarında "korku namazı" adıyla bir bahis açılmıştır. Namazların kısaltılması hükmünü getiren âyetin (en-Nisâ 4/101) hemen devamındaki bu âyette yüce Allah Hz. Peygamber'e hitaben şöyle buyurmaktadır:

"Sen aralarında olup onlara namaz kıldıracağın vakit, onların bir kısmı seninle namaza dursun ve silâhlarını da alsınlar. Secdeyi tamamladıkları zaman bunlar arkaya geçsinler; namaz kılmamış olan öteki grup gelsin ve seninle namaz kılsınlar; bunlar da silâhlarını alsınlar, tedbiri elden bırakmasınlar. Kâfirler sizi gafil avlamak için fırsat kolluyorlar ..." (en-Nisâ 4/102).

Bu âyetin hükmünün devam edip etmediği konusunda âlimler farklı görüşlere sahiptirler. Fakihlerin çoğunluğu bu âyetin hükmünün devam ettiğini, dolayısıyla böyle bir savaş durumunda aynı hükmün uygulanabileceğini ve âyetin önerdiği kılınış usulünün, aynı zamanda cemaatle namaz kılmanın önemini vurgulamayı amaçladığını ileri sürerler. Ebû Yûsuf'un da içlerinde bulunduğu bazı âlimler, bu hükmün Hz. Peygamber'e has olduğunu ve günümüze hitap etmediğini söylemişlerdir. Âyetin üslûbu yanında, Hz. Peygamber'le birlikte, onun cemaati olarak namaz kılma şeref ve fazileti ve sahâbenin bu konudaki iştiyakı da dikkate alınacak olursa, korku namazı denilen bu özel namaz kılma biçiminin sadece o döneme ait olduğu şeklindeki görüşün daha tutarlı olduğu söylenebilir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre korku namazı, düşman saldırısı gibi ciddi bir tehlike anında cemaatin iki gruba ayrılarak, imamın arkasında farz bir namazı nöbetleşe kılmalarıdır. İki rek`atlı bir namazın ilk rek`atını, dört rek`atlı bir namazın ilk iki rek`atını imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden veya ilk oturuştan sonra cemaatten ayrılıp görev başına gider, ikinci grup gelerek imamla birlikte kalan rek`atları tamamlar ve göreve döner. İmam kendi başına selâm verir. Daha sonra da birinci grup kıraatsiz, ikinci grup kıraatli olarak nöbetleşe namazlarını tamamlar, böylece hem cemaatle namaz ifa edilmiş, hem de görev aksatılmamış olur. 




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

3 Mart 2024 Pazar

YENİ DÜNYALARIN KEŞFİ

 


 


COĞRAFİ KEŞİFLER ÖNCESİ AVRUPA


 


Coğrafi keşifler deyince, ilk akla gelen ülkeler; İspanya ve Portekiz'dir. Gerçekten de İspanya ve Portekiz; başta Amerika olmak üzere yeni kıtaların keşfi, İnka ve Maya gibi eski medeniyetlerin ortadan kaldırılması, sömürgecilik faaliyetlerinin hız kazanması ve köle ticaretinin yaygınlaşması gibi muazzam gelişmelerde ve dünya çapındaki köklü değişimlerde başrol oynayarak tarihin seyrini doğrudan etkileyen ülkeler olmuştur.


Acaba hangi gelişmeler on beşinci yüzyılın son çeyreğinde kıta Avrupa'sını ayağa kaldırdı?


İspanya ve Portekiz önderliğinde Avrupalıları yeni dünyalara yönelten bu büyük değişimi neler tetiklemiştir?


Bu gelişmeye yol açan siyasi, ekonomik, sosyal ve dini amiller nelerdir?


Doğrusu bu soruları cevaplamak ve Batı Avrupa'nın bu büyük hamlesini anlayabilmek için biraz gerilere gitmek gerekmektedir.


 


Fakir batı dünyasının doğuyu tanıması Haçlı Seferleriyle başlamaktadır. Gerçekten de aralıklarla yaklaşık iki yüz yıl süren bu seferler sayesinde; batılılar, doğunun hayat standartları açısından kendilerine göre daha gelişmiş ve müreffeh, kültürel açıdan da oldukça ileri olduğunu öğrenmişlerdi.


On üçüncü yüzyılda Marko Polo'nun, İslam dünyasını da içine alan Çin seyahatini anlatan gezi notları «Seyahatler» ismiyle yayınlanmış, doğunun büyük zenginliğinin abartılı ayrıntılarını da ihtiva eden bu eser, Avrupa'da büyük ilgi uyandırmıştı.


Avrupa gerçekten de yoksuldu.


Sanayi öncesi toplumların ana geçim kaynağı olan topraklar, büyük ölçüde kilise denetimindeydi. Halk, derebeylerin baskısı ve kilisenin müeyyideleri arasında bocalamaktaydı. 1400'lerin Avrupa toplumu, kendi içine kapalı ve kuşatma altında bir toplum görünümündeydi. Keşifler ve yayılma çağına önderlik edecek tüm parametrelerden uzaktı. 1348-1349 yıllarında veba salgını (kara ölüm) Avrupa'yı bir baştan bir başa kasıp kavurarak nüfusun üçte birinin ölümüne yol açmış, yoksulluk ve sefaleti dayanılmaz boyutlara ulaştırmıştı.


Öte yandan İslam dünyasının lideri konumundaki Osmanlı Devleti; Bizans İmparatorluğu'na kesin olarak son vermiş, İstanbul'u almış, Anadolu yarımadasında hıristiyan hakimiyeti bırakmamıştı. Osmanlı akıncıları; devletin yüzünü batıya döndürmüş, Balkanlar'da gerçekleştirdiği birkaç askeri hamlede sınırlarını Tuna Nehri'ne kadar genişletmeyi başarmıştı. Böylece Osmanlılar, Orta Avrupada söz sahibi olurken batıyı da tehdit eden bir konuma gelmişti.


 


İSPANYA'NIN COGRAFİ KEŞİFLER ÖNCESİNDE MÜSLÜMANLARA REVA GÖRDÜĞÜ ZULÜMLER


 


Avrupa'nın doğusunda bu önemli gelişmeler olurken; İspanya, İber Yarımadası'ndaki 800 yıllık İslam varlığına 1492 yılında son vermiş, Endülüs'te İslam hakimiyetine ait tüm izleri silme adına kanlı zulüm operasyonlarını devreye sokmuştu. Kıta Avrupa'sında tam bir soykırıma dönüşen bu dramatik gelişme, esasen Avrupalıların coğrafi keşifler öncesinde İslam dünyasına vermiş oldukları zararların başlangıcını oluşturmuştu. Kastilya Kraliçesi İsabel ile Aragon Prensi Fernando, zaferlerinin ardından Müslümanlara ibadetlerini yerine getirebilecekleri ve kendilerine haksızlık yapılmayacağına dair teminat ve söz verdiler; ancak bu hoşgörü kısa ömürlü oldu. Şiddetli baskıların sonucunda, zorunlu din değiştirmeler başladı. 1499 yılında baskılar dayanılmaz hale geldi ve Granada'da Müslümanlar isyan etti, ancak isyan kanlı bir biçimde bastırıldı. Granadada en az 50 bin Müslüman toplu olarak vaftiz edilerek zorla hıristiyanlaştırıldı.


Kastilyada da Müslümanlara «ya hıristiyan olmaları ya da gitmeleri» emredildi. İslamiyet'le ilgili Arapça eserler yakıldı. Birçok Müslüman, Sultanın kendilerine kucak açtığı Osmanlı topraklarına gitti. Diğerleri dinlerini değiştirdi ve kendilerine dönmeler anlamında «Morisko» denmeye başlandı. Ancak hıristiyanlar, moriskoların din değiştirdiklerinden şüpheliydiler. Bu yüzden moriskolar takip altına alındı. Bu amansız takipte; mukaddes Ramazan ayı boyunca oruç tutan, namaz kılan, Müslüman tarzında giyinen, Arapça kitaplar okuyan, ölülerini Müslüman adetlerine göre gömen veya başka şüphe uyandırıcı şeyler yapan kadınlar ve erkekler tutuklanıyor, hapse atılıp sorgulanıyor, halkın önünde küçük düşürücü muameleye tabi tutuluyor bazen de idam ediliyordu. 1567 yılında moriskolar isyan etti ve isyanın bastırılmasının ardından, bu topluluklardan kalanlar köle yapıldı ve dağıtıldı. Nihayet 1609 yılında Kral Felipe, moriskoların İspanyadan çıkarılmasını ihtiva eden bir ferman yayınladı ve birkaç yıl içerisinde üç yüz binden fazla morisko, İspanyayı terk etmek zorunda kaldı. Moriskolar sürgüne giderken kendilerine, yedi yaşından küçük çocukları İspanyada bırakmaları, kilise yetkililerine veya eski hıristiyan ailelerine teslim etmeleri emredildi.


Granadanın düşüşü ve ardından Müslümanlara reva görülen zulümler, sadece İspanya'daki İslam hakimiyetine son vermemiş, aynı zamanda İslamiyet'in batı medeniyeti içerisindeki ilerleyişini de acıklı bir biçimde sona erdirmişti.


Papanın teşvikiyle Kastilya Kraliçesi İsabel ve Aragon Prensi Fernando'nun evlenmesi, İspanyanın birliğinin sağlanması yolunda en önemli adımı teşkil etmişti. Artık İspanya, Portekiz'le birlikte hıristiyan dünyasının yükselen yıldızı haline gelmişti. Dini kanaatlerinin katılığı, «İslamiyet'i çökertmek ve dinsizleri imana getirmek için ilahi bir şekilde misyon sahibi kılındıklarına» dair derin inançları; Portekizlileri ve Kastilyalıları denizaşırı maceralara sürükledi. Hiç şüphesiz Papa, bu konuda yöneticileri teşvik etmekte ve cesaretlendirmekteydi. Nitekim Papa VI. Alexander İspanya'dan Müslümanları temizlemeleri ve papalık kuvvetlerine yardım sağlamaları sebebiyle Fernando ve İsabele «En Katolik Majesteleri» ünvanını verdi.


Coğrafi keşiflerin başlamasında Papanın teşviki çok önemli yer tutmaktaydı. Hatta Papa, Portekizlileri Hindistan yönünde seferlere yönlendirirken, birbirlerine düşmemeleri için Amerika'nın bulunmasından sonra İspanyolları da yeni kıtaya yönelik seferlere çıkma yönünde cesaretlendiriyordu. Bunun yanında Katolik kilisesi, 16. asırda reform hareketleriyle kaybettiği taraftarların yerine, misyoner faaliyetleriyle deniz aşırı topraklarda yeni taraftarlar elde etme arzusunu taşıyordu. Açıkçası coğrafi keşiflere çıkmak için dini sebepler, ciddi bir bahaneyi oluşturuyordu.


 


 


DİĞER AVRUPA ÜLKELERİ ve KEŞİF HAREKETLERİ


 


Fransa ve İngiltere başlangıçta, aralarında devam eden Yüz Yıl Savaşlarının yorgunluğu sebebiyle dışlarındaki dünyaya karşı oldukça ilgisizdi. Ancak 17. asırdan itibaren İngiltere, Fransa ve Hollanda coğrafi keşiflerde çok önemli roller üstlendiler. İngilizler ilgilerini; başta Amerika olmak üzere, Afrika içlerine, Avustralya'ya ve dünyanın her tarafındaki irili ufaklı adalara yöneltmişti. Fransa; Kanada başta olmak üzere, Afrika içlerinde yeni sömürge alanları oluşturdu. İngiltere ve Fransa; Güney Asya'da Hindistan'dan Çine kadar uzanan geniş bir alanda etkili oldular. 17. yüzyıldan itibaren küçücük Hollanda, Endonezya'ya yerleşerek yıllar boyu süren, sömürge faaliyetlerine girişecekti.


Avusturya-Alman İmparatorluğu'nu yöneten Hasburglar, Osmanlılarla karada amansız bir mücadeleyi sürdürmekle beraber zorlanmaktaydı. Kısacası bu ülkenin coğrafi keşiflere yönelme lüksü bulunmamaktaydı. Öte yandan Osmanlı ve Avusturya-Alman İmparatorluğu, Akdeniz'de de hilal ve haç mücadelesini ciddi bir biçimde sürdürmekteydi.


Osmanlı Devleti İpek ve Baharat Yollarını kontrol altında tutmakta, ancak Venedik ve Cenevizli denizciler de Çin ve Hindistan'dan batıya ulaştırılan ticaretten ciddi paylar almaktaydı. Doğudan taşınan ipek; baharat çeşitleri, biber, karanfil, Hindistan cevizi, muskat, kakule, tarçın ve zencefil; sadece yemekleri tatlandırmak için değil; aynı zamanda parfüm, ağrı kesici ve cena'ze yağı yapımında kullanılıyordu. Baharatlar; aynı zamanda yiyeceklerin soğutulamadığı bir dönemde, etlerin bozulmadan saklanmasında ve biraz bozulmuş etin tadını maskelemekte kullanılıyordu. Doğunun zenginlikleri; Kahire ve İstanbul’dan Venedik, Napoli, Ceneviz ve Piza gibi Akdeniz limanlarına oradan da Avrupa'ya ulaştırılmaktaydı. Bu durum; bölge ticaretini denetim altına alan Osmanlı'yı ekonomik yönden güçlendirmekte, zenginliğin bir kısmına da İtalya'daki şehir devletleri ortak olmaktaydı.


Kıta Avrupa'sı, fakirlik ve hastalıklarla boğuşurken; Hindistan ve Çin'den ülkelerine ulaşan mallara yüksek fiyatlar ödemekte, üstelik can düşmanları Osmanlılara ticari yolları denetim altında tuttukları için ekonomik katkı sağlamış olmaktaydı. Kısacası Avrupalılar için Osmanlı ve İtalyan şehir devletlerini devre dışı bırakarak doğunun zenginliklerine ulaşma ve fakirlik problemine kesin çözüm getirme arzusu, coğrafi keşiflerin önemli bir sebebini teşkil etmekteydi.


 


PORTEKİZLİLERİN HİNDİSTAN'A ULAŞMASI (1498)


 


Batılılar, açık denizlere dayanıklı gemilerin yapımını ve geliştirilmesini belli bir süreç içerisinde gerçekleştirdiler. Bu alanda ilk büyük ilerlemeler, Atlas Okyanusu kıyısındaki İspanya ve Portekiz tarafından sağlandı. Coğrafi konumları gereği, Atlas Okyanusu kıyısındaki bu iki ülkenin balıkçılıkla başlayan deniz faaliyetleri; zamanla Asor, Kanarya, Cabo Yerde, Madeira ve Sao Tome adalarında sömürgeler oluşturma şeklinde devam etti. Bu adalarda, Müslümanlardan öğrenilen şeker kamışından şeker üretme işi yapılmaktaydı.


Portekizli kaptanlar; zamanla ülkelerinden hayli uzak bölgelere, Afrika'nın batı sahillerine sefer düzenlediler. Açık denizlere daha dayanıklı gemilerle; Afrika'nın güneyine doğru sarkarak, bu bölgelerde balıkçılık yapmaya başladılar. Altın ve köle sağlamak için Mali ve Kongo krallarıyla ilişkiye girdiler. Bu maceralı ve tehlikeli deniz seferleriyle; veba yüzünden azalan iş gücünü köle ticaretiyle aşmaya çalışan Portekizliler ve İspanyollar, ayrıca kurutulmuş ve tuzlanmış morina balığından büyük gelir elde ediyorlardı. Zamanla karavela ismi verilen, açık denizlere daha dayanıklı yelkenli gemiler yaparak denizcilik birikimlerini geliştirdiler. Artık İslam dünyasından öğrendikleri usturlapla gök cisimlerinin yükseltisini hesaplamakta, pusula ile nisbeten daha güvenli yolculuk yapmaktaydılar.


Portekizliler; Hindistan'a doğrudan ulaşıp Arap ve Osmanlıları devre dışı bırakarak, baharatı doğrudan satın almalarını sağlayacak bir deniz yolunu bulmaya çalışıyorlardı. Gerçekten de Portekizli gemicilerin İslam dünyasından elde ettikleri coğrafi bilgiler, bu keşiflerin başarısında son derece etkili olmuştur.


Büyük bilim tarihi uzmanlarından Fuat SEZGİN şu tarihi tespiti yapmaktadır:


"On beşinci yüzyıldan itibaren İslam coğrafyacılarının çizdikleri haritalar, Portekizlilerin eline geçmişti. Portekizliler esasında hiçbir şey keşfetmediler; dolayısıyla Portekizliler modern denizcilik biliminin kurucusu değildir. Müslümanlar, Afrika'nın güneyindeki yolu kullanarak 9. yüzyılda, Çin ile ticaret yapıyorlardı. Hint Okyanusu, 15. asırda Müslümanların elinde bir İslam gölü gibiydi.


Portekizliler Arapça haritalara dayanarak, ilk Avrupalılar olarak Hindistan'a deniz yoluyla ulaşmışlardır:


Portekizliler; gemi teknolojisindeki ilerlemeler ve tarihi değişikliklere imza atan cesur gemicilerinin yetişmesi sayesinde, Afrika'nın batı kıyılarından başlayarak önce Ümit Burnu'nu aştılar ardından da Hindistan'ın Kalküta limanına ulaşmayı başardılar. 1488 yılında Bartolomeu Dias (ö. 1500) Afrika'nın güney burnunu dolaştı, ama yorgun tayfaları onu Portekize geri dönmeye zorladılar. 1497 yılında Portekiz Kralı 1. Manuel, Vasco da Gama (1469-1524) komutasında dört gemilik bir filo kurdu. Bu filo, en yeni ve en iyi teknolojiyle ve Prens Henrique'nin bilim adamları tarafından çıkarılmış yıldız haritalarıyla donatılmıştı. Da Gamanın gemileri Afrika'yı dolaşıp kıtanın doğu sahilinden yukarı doğru çıktı ve Hint Okyanusu'nu tanıyan denizcilerin bulunduğu şehirlere ulaştı. Da Gama rehber olarak bir Hintli Müslüman gemi kaptanı tuttu ve Umman Denizi'ni boydan boya geçerek Hindistan'ın batı sahilindeki Kalküta'ya vardı. Vasco Da Gama, 1498 yılında doğu Afrika'nın Malindi limanından Hindistan'ın güney batı kıyısındaki Kalküta'ya gidişini, batı Hint Okyanusu'nun muson rüzgarlarını iyi bilen Müslüman bir Hintlinin yardımına borçluydu.


Da Gama, Hintli ve Arap tüccarlarıyla giriştiği kısa bir mücadelenin ardından umulandan az bir baharatla Portekiz'e döndü. Yine de Portekiz Kralı tarafından «Hint Okyanusu Amirali» unvanıyla taltif edildi. Üç yıl sonra Da Gama yirmi savaş gemisi eşliğinde bir kez daha Kalküta limanına gitmeyi ve kendilerinin sömürgeci emellerine mani olmak isteyen Hint filosunu saf dışı bırakmayı başardı. Çok geçmeden tarihi liman şehri, Portekizlilerin eline geçti. Zaman içerisinde, bölgede bulunan Müslüman emirliklerin çelişkilerinden ve güçsüzlüğünden de yararlanarak Portekiz adına kalıcı ve güçlü sömürge oluşturdular ve on yıl içerisinde Hint Okyanusu'nu bir iç deniz haline getirdiler.


 


HADIM SÜLEYMAN PAŞA'NIN HİNT SEFERİ (1538)


 


Hint Okyanusu'ndaki bu gelişmeler, bölgeye en yakın ve güçlü İslam devleti Memlukluları endişeye sevk etmişti. Portekizliler, sömürge alanlarını Kızıldeniz istikameti yönünde geliştirmek arzusunu taşımaktaydı. Memluklular için karşı önlem almak her bakımdan hayati önem arz etmekteydi. Zaten Portekizlilerin doğrudan Hindistan'a ulaşmaları sonucunda baharat yollarının önemi azalmış ve Kahire limanlarının ticari faaliyetleri bütünüyle baltalanmış ve zayıflamıştı. Bu durum Portekizlilerle denizde çatışmayı gerekli kılıyordu. Ancak Memlukluların, Portekizlilerin üstün nitelikteki top bataryalarıyla donatılmış yüksek bordalı gemilerden oluşan donanmasıyla başa çıkmaları mümkün gözükmüyordu. Bu yüzden Osmanlılardan yardım istemek zorunda kaldılar. Nihayet Osmanlıların da yardımıyla oluşturulan Emir Hüseyin komutasında on iki gemilik Memluk donanması, Portekizlilerle mücadele etmek amacıyla Süveyş'ten demir aldı. Emir Hüseyin; Portekiz'in elliyi aşkın karaveli, karakası ve kalyonlarından oluşan donanması karşısında, Diu'da ağır bir yenilgiye uğradı. (1509) Böylece Portekiz tahkimatının bölgede ne denli köklü olduğu anlaşıldı.


1517 yılında Memluklu topraklarını ele geçirmesinden sonra Kızıldeniz üzerinde Portekizlilerle mücadele etme görevini, Osmanlılar tevarüs etmişti. Portekiz sömürgecileriyle çatışma kaçınılmazdı. Tüm Müslümanların hamisi ve İslam dünyasının liderliği vasıflarını taşıyan Osmanlı Devleti; Müslüman tacirlerin gemilerini batıran, hacca giden savunmasız insanları öldüren ve en önemlisi Kızıldeniz'e girerek Haremeyn'i tehdit eden Portekiz saldırganlığına karşı harekete geçmek zorundaydı. Böylece iki ülke; anavatanlarından çok uzaklarda, Hint Okyanusu'nda savaşacaklardı.


Hint Okyanusu, Müslümanlar için her zaman önemli bir merkezdi. Asırlardır Müslüman denizciler, Hint Okyanusu'ndan doğuda Çin'e kadar oldukça geniş bir alanda seyr ü sefer içinde bulunmakta Çin ve Endonezya'dan aldıkları ticari emtiayı batıya taşımakta, Hindistan ve Afrika kıyılarına uzanan bölgelerde ticari faaliyetlerde bulunmaktaydılar. Nitekim sekizinci asırdan itibaren bölgede ticaret yapmakta olan Arap ve İranlı Müslümanlar, bugünkü Malezya'ya, Endonezya'ya ve Çin'e yaptıkları ticari seferler sırasında İslamiyet'i yaymışlardı. Arap, Türk ve İranlı tüccarlar, örnek tavırlarıyla Malayların tamamına ve Çinlilerin önemli bir kısmına, inançlarını kolayca benimsetmeyi başarmışlardı. Hatta Çin'de Ming Hanedanı zamanında Çinli Müslümanlar, deniz ticaretinde oldukça etkiliydi. Çin İmparatoru Ming Yongle zamanında Müslüman bir amiral olan Cıng Hi (1371) Çin'den Hint Okyanusu'na ve Basra Körfezi'ne yedi büyük deniz seferi gerçekleştirmişti. Kısacası asırlardır Arap, İranlı ve Türk denizci tüccarları, Çin'den Batı Afrika sahillerine kadar geniş bir alanda ticareti ellerinde bulunduruyordu.


Osmanlı Devleti, Hint Okyanusu'na Hadım Süleyman Paşa komutasında müdahaleyi gerçekleştirdiği sırada (1538 yılında) enteresan bir tesadüf olarak Barbaros, Preveze'de zafer için Akdenize açılmakta, Kanuni de çok güçlü bir kara ordusuyla Macaristan ve Boğdan üzerine seferde bulunmaktaydı.


Süleyman Paşaya donanma hazırlığı için gönderilen emirnamede «Mekke'ye giden hac kervanlarına ve Müslümanların ticaretine zarar veren Portekizlileri denizlerden kovmak» ibaresi yer alıyordu. Bazı yabancı yazarların iddiasının aksine Hint Seferi'nde amaç; Hindistan'ı fethetmek değil Portekizlileri Hint Okyanusu'ndan uzaklaştırmaktı.


Nihayet hazırlıklarını tamamlayan Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa, Süveyş'ten 80 parçalık bir donanmayla yola çıkmış, gemilere ise 2.000'i yeniçeri 9.000 asker yerleştirilmişti. Gemici, topçu ve yardımcı personelle birlikte donanma; kürekçi ve forsalar hariç 20.000 kişiden oluşmaktaydı. Osmanlıların Portekize karşı tabii müttefiki olan Venedikliler de, Padişah'ın danışmanı Gian Francesco komutasında 800 askerle bu sefere katkı yapmışlardı. Donanmanın asıl gücünü, Portekizlilerin basilisco (badaluşka) ismini verdiği kale muhasarasında oldukça etkili büyük çaplı toplar oluşturmaktaydı.


Donanma, Cidde'de bir süre dinlendikten sonra Hindistan güzergahında bulunan Tahiri sülalesinden Amir bin Davud tarafından yönetilen Aden'e yöneldi. Portekiz himayesine girmeye hazırlanan Aden; stratejik konumda, yüksek surlarla çevrili ve mükemmel bir limana sahip şirin bir ülkeydi. Süleyman Paşa; Adene girişinin ardından, güven duymadığı Aden Emiri'ni veziri ve üç önemli adamıyla birlikte, fitne çıkarması ihtimalini göz önünde bulundurarak idam etti. Süleyman Paşa; Aden'i Osmanlı hakimiyetine kattıktan sonra, camilerinde Padişah adına hutbe okuttu. Şehrin idaresini, Mısır ümerasından Behram Bey'e bıraktı. Bu olay, seferin gidişatını son derece olumsuz etkiledi, bölgede bulunan İslam emirliklerini korkuttu ve aynı akıbetin başlarına geleceği endişesiyle, Osmanlı aleyhinde bir havanın esmesine yol açtı.


Nihayet Süleyman Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması, Gucerat Yarımadası'nın güney ucunda yer alan Portekiz işgalindeki liman kenti Diu'ya doğru dümen kırdı ve kenti kısa zamanda şiddetli bir biçimde muhasara altına aldı. Oysa Kanuninin talimatı, doğrudan doğruya ana karargaha yönelik bir saldırı stratejisi izlenmesiydi ve stratejik olarak, korunaklı Diu limanına saldırma yerine Portekiz sömürge güçlerinin idari merkezi Goaya yönelik hamle yapılmalıydı.


Osmanlı donanması, üst üste taktik hatalar yapmıştı. Hava şartlarının olumsuzluğu ve yanlış zamanlamayla gerçekleştirilen saldırılar sebebiyle, donanmasında ciddi zayiatlar meydana gelmişti. Süleyman Paşanın bölgedeki emirlikleri bir türlü harekata dahil edememesi yüzünden, Diu limanını ele geçirmek için yaptığı bütün hamleler, Portekizliler tarafından ustaca savuşturulmuştu. Nitekim Kanuni'nin Hindistan'a donanma göndereceği, Portekizliler tarafından öğrenilmiş ve ciddiye alınmıştı. Gerçekten de Portekizliler; Osmanlı saldırısına özel önem vererek, bölgeye sağlam savaş gemileri sevk etmiş, erzak, asker ve mühimmat takviyesinde bulunmuştu.


Sonuçta Süleyman Paşanın sevk ve idaredeki basiretsizliği, mahalli Müslüman emirliklerin Aden valisinin idamından olumsuz etkilenerek kendisine yeterli yardımı yapmayarak erzak ve mühimmat yardımını kesmeleri, bu önemli kuşatmanın başarısız olmasına yol açtı. Üstelik kuşatma altında tutulan limanın teslimine çok az bir süre kala donanma, geriye çekilme kararı aldı. Bununla beraber Süleyman Paşanın başarısız bu Hint Seferi sırasında Aden, Şihr ve Zebit Osmanlı İmparatorluğu'na dahil oldu. Ancak İpek ve Baharat yollarını önemsiz hale dönüştüren sömürgeci Portekizliler bölgeden atılamamıştı. Bu durum, Osmanlı Devleti'nin ekonomik yönden çöküşünde dönüm noktalarından biri olarak kabul edilmektedir.


 


KRİSTOF KOLOMB ve AMERİKA'NIN KEŞFİ


 


Kolomb (1451 - 1506). İtalya'nın en güzel sahil kentlerinden Cenovada doğmuş ve gençliği, tutkuyla bağlı olduğu denizlerde ve denizci aileleri arasında geçmişti. Haçlı seferleri sonrasında İtalya liman kentlerinde belirgin bir biçimde artan coğrafi bilgi; denizlere merakı artırmış, deniz ticaretine, bilhassa doğunun zenginliklerine ulaşma arzusunu kamçılamıştı. Öte yandan Portekizli ünlü denizci Prens Henry'nin denizciliğin gelişmesi adına göstermiş olduğu çabalar, büyük keşifler için son derece belirleyici olmuştu. Henry'nin; coğrafi bilginin toplanmasındaki katkıları, Atlas Okyanusu'na ve Batı Afrika sahillerine ticari getirisi yüksek seferler için birçok denizciyi teşvik etmesi ve maddi açıdan desteklemesi, keşifleri cesaretlendirici olmuştur. Bu durum maceracı Kaptan Kolomb'un ve kendisi gibi denizci olan kardeşlerinin de ilgisini çekmekteydi. Kolomb, evlendikten sonra Portekize yerleşmiş, denizciliğe olan merakı artarak devam etmiş ve denizaşırı ticaretin kendisine ne denli hayat konforu sunabileceğinin farkına varmıştı. Kayınpederinin, Prens Henry'nin kaptanlarından birisi olması da sefer öncesi birikimlerini artırmaktaydı.


Kristof Kolomb, Amerikanın keşfiyle sonuçlanacak seferine çıkmadan önce, oldukça kapsamlı bir coğrafi bilgiye, gemi teknolojisiyle ilgili geniş bir birikime ve seferin maddi yükünü çekecek siyasi ve mali desteğe sahipti.


Orta Çağ seyyahlarına ait birçok eserden haberdar olan Kolomb, Romalı devlet adamı Plinis'un «Naturalis Historia»sını (Tabiat Tarihi) Yunanlı bilim adamı Batlamyus'un «Coğrafya»sını, Marco Polo'nun «Seyahatler»ini, Cambrai piskoposu ve Paris Üniversitesi rektörü Pierre dully'nin 1420 yılında yazdığı «lmage Mundi» (Dünyanın Görünümü) adlı kitabını okumuştu. Ayrıca Floransalı hümanist, doktor, astronom ve matematikçi Paolo dal Pozzo Toscanelli (1397- 1482) ile de temas içindeydi. Nitekim Toscanelli ölümünden bir müddet önce hazırlamış olduğu haritayı yeni coğrafi bilgiler içeren mektubuyla Kolomb'a yollamıştı. Toscanelli mektubunda batıya yapılacak bir seferin baharat, altın ve gümüş ile «hıristiyanlara karşı çok büyük dostluk duyguları besleyen insanlarla tanışmayı vadettiğini» ifade etmekteydi.


Kısacası Kolomb'u doğunun akla hayale sığmayacak kadar büyük olduğu düşünülen zenginliklerine kestirme yoldan ulaştıracak her türlü motivasyon mevcuttu.


 


Aslında İspanyol ve Portekizli denizciler, uzun süreden beri Atlantik açıklarını yoklayarak, Hindistan'a Güney Afrika'dan dolaşıp ulaşacak bir yol araştırı­ yordu. Kolomb, bu maceraya atılmadan önce Atlantik yolculuğunda kendisine mali yardım yapması ve insan gücüyle desteklemesi için ilk girişimini Portekiz Kralı II. Juan'a müracaat ederek yapmıştı. Ancak Prens Henry'nin de akrabası olan II. Juan, Kolomb'u lafazan biri olarak değerlendirmiş, girişimini hayalci ve sefer projesini de masraflı bulmuştu. Kolomb, 1486 yılındaki bu başarısız girişiminden sonra da yılmadı, sefer konusunda kendisine destek olması için İspanya'ya yöneldi. Ancak Kastilya Kraliçesi İzabellayı da kendisine destek vermesi için ikna edememişti. Nihayet İzabella; Granadanın Müslümanlardan alınması ve İber Yarımadası'nda kendilerine zarar verebilecek tehdit unsurunun ortadan kalkmasından sonra, 1492 yılında Hıristiyanlığı yaymak, Müslümanlara Asyada da zarar vermek amacıyla bu masraflı sefer için izin verdi. Hıristiyanlığı yaymak bu seferin dini meşruiyetini oluşturmaktaydı.


 


BÜYÜK KEŞFE YOLCULUK


 


Böylece 3 Ağustos 1492 tarihinde Kolomb'un komutasında İspanyanın Palos Limanı'ndan Sanla Maria, Pinta, ve Nina adlarındaki üç gemi 88 kişilik mürettebatıyla «Karanlıklar Denizi»ne yani Atlas Okyanusu'na açılmış oldu. Sandıklarında birçok kitabın yanı sıra Çin ipeği de bulunmaktaydı. Yolculuğun Çine kadar uzanacağı, sarayda Arapça bilen birileri olacağı gerekçesiyle Arapça bilen bir İspanyol da kafileye dahil edilmişti.


Kafile, Atlas Okyanusu'ndan batıya açılmış ancak on hafta geçmesine rağmen herhangi bir kara parçasına rastlanamamıştı. Bu durum tayfalar arasında huzursuzluk ve isyana varan gerginliğe yol açtı. Nihayet 12 Ekim'de Kolomb'un daha sonra «San Salvador» adını vereceği ada karşılarına çıktı.


Asya yakınlarında bir adaya çıktığına inanan Kolomb, adada yaşayan Taino halkını Hintli anlamına gelen «İndian» olarak tanımladı. Aralarında Haiti'nin de bulunduğu irili ufaklı birçok adayı keşfetti ve İspanyol bayrağı çektiği adaların eşsiz güzelliklerini seyir defterine şöyle kaydetti:


"Irmaktan yukarı ilerlerken ağaç topluluklarını görmek, serinliğin, pırıl pırıl akan suyun, kuşların, görünümdeki iç açıcılığın tadına varmak olağanüstü bir şeydi gerçekten; bu topraklardaki her şey gerçekten olağanüstü. Bu ülkede ne gibi yararlar sağlanabileceğini yazmama gerek yok. Ama şurası kesin ki, bütün bu gördüğümüz topraklarda inanılmaz zenginlikler yatıyor. Toprak çok verimli, göz alabildiğine uzanan alanlarda namey yetiştiriyorlar; dağlarda, büyük ağaçlar halinde kendiliğinden bitiyor. Bin bir türlü meyve var, tek tek anlatmam imkansız. Hepsi de çok yararlı olsa gerek.


Ayrıca her yerin çok bakımlı, güzel ekilmiş olduğunu söylüyorlardı. Vadinin ortasında çok geniş bir ırmak varmış, suyu öyle bol, öyle gürmüş ki bütün yöreyi sulamaya yetermiş. Yemyeşil bütün ağaçlar, meyve yüklüymüş. Yollar çok geniş, çok bakımlıymış. Hava Kastilya'nın Nisan ayındakine benziyormuş. Her yer bülbül sesleri, küçük kuş sesleri içindeymiş, tam İspanya'nın Nisan ayındaki gibi. Yer­ yüzünde bundan daha hoş sesler olamaz, dediler. Yer çok yüksek. Ama en yüksek dağın tepesi bile, ekip biçmeye elverişli düzlüklerden, vadilerden oluşmuş. Güzelliğine, zenginliğine gelince; Kastilya'nın hiçbir bölgesi burasıyla aşık atamaz. Hispaniola ülkesi öyle verimli, öyle zengin ki övmeye dil yetmez, görülmedikçe de anlaşılmaz. (...) Genç bir çocuk, ölçülemeyecek kadar önemli birkaç yer buldu; gördüğü ırmakları sayıp döktü bize; sularında öyle zenginlikler akıyormuş ki inanamayacaksınız, dedi. Bu adaların üstüne yok; dağlarıyla, tepeleriyle, akarsularıyla, vadileriyle eşsiz güzellikteler. .. Yeryüzünün güneş altındaki hiçbir yerinde buralardan daha güzeli, daha görkemlisi bulunamaz. ilk üç yıl için buraya, adanın ve altın ırmaklarının güvenliğini sağlayacak bin adam yerleştirmek çok uygundur: yüz de atlı adamımız olsa zararlı değil karlı çıkarız bu işte.


Kolomb'un, iştah kabartan bu tasvirlerinin yanında, batılıların sömürgecilik ruhunu en net bir biçimde tasvir eden gezi notları, mazlum ve savunmasız yerlileri gelecek asırda hangi büyük faciaların beklediğini haber vermekteydi:


"Bunlar pek yumuşak başlı, pek ürkek insanlar, daha önce söylediğim gibi hepsi de çıplak. Ne silahları var ne de kanunları. Köylerinde de ne disiplin varmış, ne de örgütlenme ... Bunlar kötülük nedir bilmeyen insanlar, hem de hiç savaşmamışlar. .. Ben kendim, elimin altındaki üç-beş adamla bütün bu adaları hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan dolaşabilirim. Geçenlerde, adamlarımdan üçünün karaya indiğini, yalnızca şöyle bir görünmeleriyle oradaki bir sürü Hintlinin çil yavrusu gibi dağıldığını gözlerimle gördüm. Adamlar silah nedir bilmiyor. .. Savaş inceliklerinden haberleri yok. Bin kişi gelse bile bizim üç adamımızla baş edemez. Demek istediğim, bunlar buyruk almaya, çalıştırılmaya, ekip biçmeye, yararlı olabilecek her şeyi yapmaya yatkın insanlar. Kentler kurdurabiliriz onlara, bizim gibi giyinmelerini, davranmalarını öğretebiliriz. Daha önceden söylediğim gibi, elimin altındaki az sayıda adamla burayı, Portekizden daha büyük, ondan iki kat kalabalık bu adayı kolayca ele geçirebilirim. Halkının hepsi çıplak, silahsız, öyle de ödlekler ki o kadar olur. Kötülük nedir bilmiyorlar. Öldürmek nedir, düşmanlarını tutsak almak nedir bilmiyorlar. Hiç silahları yok; öyle ödlekler ki, bizim adamlardan biri şaka olsun diye, yanlarına yaklaşmaya görsün, yüzü birden toz oluyor. İnanmaya açıklar, gökte tek bir Tanrı olduğunu biliyorlar. Gökten geldiğimize kesinlikle inanıyorlar. Kendilerine hangi duayı öğretirsek öğretelim tekrarlamaya hazırlar, istavroz bile çıkarıyorlar. Bu sabahki gidişim bütün bu ayrıntıları görüp anlayarak siz yüce efendimize rapor hazırlayabilmek, ayrıca bir tabya yeri seçebilmek içindi. Bir ada oluşturur gibi denize sokulan bir dil gördüm, karadan büsbütün ayrılmış değildi, üzerinde de altı ev vardı. Bu çıkıntı iki günlük bir çalışmayla karadan koparılıp bir adaya dönüştürülebilir; ama kendi payıma, bunu pek de gerekli görmüyorum, çünkü bu adamlar çok temiz yürekli ve kesinlikle savaş sanatını bilmiyorlar... Yüce Efendimiz buyruk verselerdi bunların hepsini Kastilya'ya getirebilir, diyelim olmadı, kendi adalarında tutsak tutabilirdik, çünkü bu adamlara gık dedirtmemek ve kendilerinden sağlanmak istenecek her şeyi yaptırabilmek için elli kişi yeter de artar bile. Bunlara en ağır işler gördürülebilir; uyanık adamlar; bakıyorum, dediklerimi hemen tekrarlıyorlar.


Nihayet Kolomb, esir aldığı birkaç ada yerlisi Taino ile İspanyaya doğru dönüş yoluna çıktı.


Kolomb, İspanyada büyük bir coşkuyla karşılandı. Bu ilk sefer yeni seferler için teşvik edici mahiyette idi. Nitekim ikinci sefere binlerce kişi katılmış ancak arzu edilen ve iştah kabartan zenginliklere ulaşma adına hayal kırıklığı oluşmuştu. Kolomb, 1498 yılında üçüncü seferinde Venezuela kıyılarına çıkmış ve Orinoco Irmağı'nın ağzını keşfetmişti. Günlüğüne Tanrı'nın kendisini «yeni dünyanın habercisi» yaptığını not eden büyük kaşif, hala Asya kıtasının yakınlarda bir yerde olduğuna inanıyordu. Kolomb, dördüncü ve son seferinde Orta Amerika kıyılarını yoklamış Çin'e gidebilmek için bir boğaz aramıştı. Yaşlı kurt denizci, bu arayışları sırasında Jamaika'da bir yıl kadar mahsur kalmış, her şeye rağmen İspanyaya dönmeyi başarmıştı. Dünyanın en etkili denizcisi, büyük destekçisi Kraliçe İzabellanın ölümünden iki yıl sonra 1506 yılında İspanyada öldü.


 


 


KEŞİFLER ve SÖMÜRGECİLİK


 


İNGİLİZLERİN KANADA SAHİLLERİNE ÇIKMASI ve ORTA AMERİKA'YA YERLEŞMESİ


 


Kolomb'un gezileri, yeterli zenginliği İspanyaya taşıyamamış ancak girişimleri diğer denizcilere ve maceraperest kişilere örnek teşkil etmişti. Kolomb'un hemşerisi Cenovalı Giovanni Caboto bir denizci olarak kuzeyden Çine daha kolay ulaşılacağını düşünmekte ve bu yönde bir sefere çıkma arzusunu taşımaktaydı. Bu maksatla seferine destek olması için İngiltere'ye gitti ve çeşitli girişimlerde bulundu. Hatta bu amaçla adını John Cabot olarak değiştirdi. Nihayet İngiltere Kralı XII. Henry ve Bristol şehri tüccarlarından aldığı destekle 1497 yılında ilk deniz seferini gerçekleştirdi. Bu önemli sefer güzergahında Kuzey Amerika'da Kanada sahillerinde Newfoundland bölgesine çıkan Cabot, tüm Avrupalı korsanlar gibi altın ve hazine arayışında bulundu. Ancak yaptığı tüm girişimlerden bir sonuç alamayan Cabot, bu arayışları sırasında uzun vadede altından da kıymetli sayılabilecek balık rezervlerinin yer aldığı Grand Banks bölgesini keşfetti. Batılılar, dört-beş asır boyunca dünyanın en önemli balıkçılık alanı olarak bilinen bu bölgede filolar oluşturarak sömürü ağlarını kuvvetli tuttular. Balık tuzlama ve kurutma yoluyla yeni ve güçlü bir sanayi sektörü oluşturdular. Bu bölgede balıkçılıkla uğraşan ve balina yağı da işleyen yeni yerleşim merkezleri kurdular. Böylece İngilizler, Amerika yönünde yaptıkları bu ilk deniz seferiyle beraber ilk koloni ataklarını da gerçekleştirmişlerdi. İngilizler kuzeyden orta bölgelere doğru yayılarak yeni sömürge alanları oluşturdular. Zamanla kolonilerde majestelerine bağlı idari birimler oluşturarak sömürü faaliyetlerini kalıcı hale dönüştürdüler. Oysa İngiltere 1453 yılına kadar Fransa ile Yüz Yıl Savaşları'nı yapmış, bu asırlık yorgunluğun ve yıpratmanın ardından karışıklıklardan kurtulamamıştı. Ardından, İki Gül Savaşı (1455-1485) adı altında toprak sahipleri arasında yapılan iç savaşta mücadele otuz yıl sürmüştü. Nihayet bu mücadeleler sonucunda İngiltere'de Tudor hanedanı kurulmuş ve iç savaş sona erdirilerek yaralar sarılmış ve yeni hanedan döneminde ülke, kuvvetli bir deniz devleti olmuştu.


XVI. asrın başlarında İngiltere; İspanyol ve Portekizlilerin güçlü donanmalarına tehlikeli ve etkili bir rakip olarak ortaya çıktı. Kraliçe Elizabeth'in hazırladığı donanma, denizlerde İspanyolların yenilmez armadasını yenerek okyanuslardaki üstünlüğüne son verdi. Artık İngilizler; okyanuslarda cirit atan, bulduğu her kara parçasına hakimiyet sembollerini diken, büyük bir devlet haline geldi. Kıta Amerika'sında ilk büyük kolonileri Virginia oldu. İngilizler 1632-1655 yılları arasında Kuzey Amerika'da Labrador ve Grönland'a yerleştiler. Başarılı işgallerini Orta Amerika'da Guyana, Bermuda, Küçük Antiller, Jamaika gibi adalara sahip olarak sürdürdüler. Zamanla Afrika ve Asya'da, Çin ve Japonya'ya kadar uzanan denizaşırı sömürgecilik faaliyetlerinde başrolde oynadılar.


Küçücük ülke Hollanda da; sömürgecilik alanında benzer çabayı göstererek, uzun yıllar Asya'nın en büyük ada devleti olan Müslüman Endonezyayı sömürdü.


 


AMERİGO VESPUCCİ


 


Floransa'da dünyaya gelen Vespucci (1454-1512); bir süre ünlü İtalyan Medici ailesine ait bir bankada memurluk yaptıktan sonra, deniz ticari faaliyetlerine merak salmış, bu amaçla İspanya ve Portekiz kıyılarına yapılan seferlerde gemi kaptanlığı görevini üstlenmişti. Denizcilik alanındaki faaliyetlerini, deniz aşırı bölgelere taşıyan Vespucci, 1505 yılında yaptığı seferlerin birinde Venezuela sahillerine çıktı. Seferinin ayrıntılarını bir mektupla Medici ailesine bildirdi ve buranın yeni bir dünya ve yeni bir kıta olduğunu ilan etti. Böylece Kolomb'un daha önce keşfettiği ancak Hindistan zannettiği yeni kıta, Vespucci tarafından Amerika olarak tescillenmiş oldu.


Oysa birçok tarihi kaynak, kıtanın; daha önce Müslümanlar tarafından bilindiğini ortaya koymaktadır. Batılı kaynakların da kabul ettiği; Arap Medeniyeti'nin ulaştığı o zamanki seviye, Atlantik Okyanusu'nun Avrupalılardan önce Araplar tarafından keşfedilmiş olabileceğini göstermektedir. Nitekim Kolomb, bizzat tuttuğu 31 Temmuz 1502 tarihindeki kayıtlarda Jamaika açıklarında içinde yabancı yolcular bulunan yabancı bir gemiyle karşılaştığını anlatmaktaydı. Uzaktan gördüğü bu kadırganın Akdenizde sık rastladığı Mağribi gemilerinden olduğunu ve içinde aşağı yukarı kırk kadar adam ve kadının bulunduğunu ve bunların Jamaika yerlilerine benzemediğini, onların giydiği kolsuz gömleklerinin tıpkı Müslüman Granada'da gördüğü gibi gösterişli renk ve desende olduğunu ifade etmekteydi. Gemideki kadınlar, yüzlerini Granada'daki kadınlar gibi kapamıştı.


Yine araştırmalarıyla dünya çapında üne sahip Fuat SEZGİN de; Piri Reis'in haritası başta olmak üzere, keşfin bütün merhalelerinde İslam bilginlerinin harita ve teknik katkılarını ilmi bir biçimde ortaya koymakta ve kıtanın daha önce Müslümanlar tarafından keşfedildiğini ifade etmektedir.


 


Dünyanın sayılı İslam araştırmacılarından kabul edilen Prof. Dr. Muhammed Hamidullah da Amerika'nın çok daha önceleri Araplar tarafından keşfedildiğini dil ve çeşitli yönden ispat etmektedir. «Dil alimleri Kolomb'dan evvelki zamanlarda kızılderililerin dillerinde Arapça asıllı kelimelerin bulunduğunu ortaya çıkarmışlardır. Diğer taraftan Kolomb, Küba kıyılarında havlamayan köpekler görmüştür ki, bunlar da Batı Afrika cinsi köpeklerdir. Öyle görülüyor ki, eski dünya ile yeni dünya arasında seyrüsefer ilk olarak Müslümanlar tarafından kurulmuştur.


Tahıllardan mısır, Amerika menşeli olmasına rağmen Avrupa dillerinde İslami bir esasa taalluk eden kelimelerle ifade edilmiştir. Mesela; Grano Turco (İtalyanca); Sarazin Corn (İngilizce); Triticum Tircucum (Hollandaca); Trigo de Turkina (İspanyolca); Turkish Heude (İsveççe); Turkie Corns (Fransızca); ve nihayet Turkische Kom (Almanca). Bunun sebebi o zamanlar Türk ve Sarazin kelimelerinin Müslüman kelimesine eş anlamda kullanılmış olmasıdır. Türk dilinde mısır kelimesi, hem tahıllardan mısırı hem de devletlerden Mısır devletini ifade etmek için iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Mısır (tahıl), Batı Afrika kıyılarından hacılar vasıtasıyla Mısır'a getirilmiş oradan da onu Türkler almıştır. İşte bütün bunlar Kristof Kolombdan önce cereyan etmiş hadiselerdir.


 


GÜNEY AMERİKA'NIN KEŞFİ


 


1500 yılında Afrika'nın güney ucunu ilk kez geçmeyi başarmış olan Portekizli ünlü denizci Bertolomeu Dias, arkadaşı olan maceracı kaptan Alvares Cabral ile birlikte Hindistan'ı hedefleyen yeni bir sefere çıktı ancak, Afrika'nın batı sahillerini geçerken şiddetli bir fırtınaya yakalandı ve filoları Güney Amerika'nın doğu sahillerine sürüklendi. Böylece kaderin cilvesi onları Brezilya sahillerine atmıştı. Burada rastladıkları kor renginde ağaçlar sebebiyle ülkeye aynı anlama gelen Brezilya adını verdiler. Dönüş yolculuğu sırasında da Bartolomeu Dias'a ait gemi, fırtına yüzünden battı ve Dias öldü. Ancak bu mühim keşiften sonra Portekiz, Brezilya üzerinde hak iddia eden bir konuma geldi.


Kendilerine İspanyol Fatihleri adını veren birkaç bin maceracı, silahlarının üstünlüğü ile Güney Amerika'daki yerli halkı baskı altına aldı ve on binlerce zavallıyı yok ederek İspanyol sömürge İmparatorluğu'nun kurulmasında yardımcı oldular. Sömürgeciliğin kuruluşunun temelinde asıl Fernandez Cortez'in (1485-1547) Meksika'daki Aztek İmparatorluğu'nun hazinelerini yağma etmesi yatmaktadır. Cortez'in Aztek başkenti Tenoçtitlan'ın (Meksika City) alınıp yağmalanması sırasında gösterdiği, bütün genç erkeklerin öldürülmesi şeklindeki vahşet; hatırlardan silinmedi, unutulmadı.


Bu arada Güney Amerika'ya sarkmaya başlayan sömürgecilik faaliyetlerinde muhtemel ihtilafları önlemek amacıyla 1494 yılında Papa VI. Alexandra'nın hakemliğinde dünya denizleri iki devlet «İspanya ve Portekiz arasında» paylaştırıldı. 1494 yılında imzalanan Tordesillas anlaşmasına göre Atlas Okyanusu'nun ortası olduğu tahmin edilen yerin altından geçen hattın doğusunda yer alan yerler Portekizlilerin, batı kısmında yer alan bölgeler İspanyol denetiminde kalmaktaydı. Anlaşılacağı gibi Brezilya dışındaki tüm Güney Amerika, İspanyolların ölçüsüz yıkıcılık taşıyan çapulcu saldırılarına maruz kaldı.


1532 yılında İspanyollar, Meksika'dan çok daha zengin olan Peru'yu sömürge imparatorluğuna dahil ettiler. Francisco Pizarro, 1533de Peru'yu zaptettiğinde şunları söylüyordu:


"Ben buraya altın elde etmek için geldim, bir köylü gibi toprağı sürmeye değil.”


Gözü dönmüş sömürgeciler burada yerli halka ait İnka Medeniyeti'ni yok ettiler.


Kısa zaman içinde Güney Amerika'daki diğer birçok ülke; Guetamala, Honduras, Kolombia, Şili zorla sömürgeleştirildi. Batılı efendiler, gittikleri topraklarda o ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini ele geçirdikleri gibi yerli halkları da türlü işkencelerle öldürdüler veya kendilerine hizmet edecek hale gelmeleri için hıristiyanlaştırdılar. Paolo Giovia'nın deyimiyle; «Avrupa silahlarının gürültüsü bile onları İsa'ya inandırmak için yeterliydi.»


Sömürgeciler doymak bilmeyen bir hırsla hareket ediyorlardı. Vasco de Gama Kalküta limanına demir attığında bir yerli; «Portekizlilerin Asya'da ne aradığını» sorduğunda, Gama'nın cevabı; «Hıristiyan ve Baharat» olmuştu.


Albuquerque 1511 yılında Malakka'ya saldırdığında subaylarına, iki sebepten dolayı var güçleriyle savaşmalarını emretmişti:


Birincisi; haçı ülkenin dışında farklı yerlere dikerek ve Muhammed'in hilalinin ateşini söndürerek Tanrı'ya hizmet etme aşkı ...


İkincisi; tüm baharat ve ilaç kaynaklarından dolayı bu şehri ele geçirerek Kral Don Manuele hizmet etme aşkı ...


Bu uğraşta; din bahanenin, altın dürtünün kaynağıydı. Araçlar ise on dört ve on beşinci asırlarda Atlantik Avrupası'nın geliştirdiği teknolojiydi.


 


MAGELLAN'IN DÜNYA TURU


 


XV. yüzyılda Avrupa'nın coğrafyacıları ve denizcileri ilk çağın ünlü coğrafyacısı Batlamyus'un;


"Bütün dünyayı çeviren bir tek okyanus vardır, Afrika'yı güneyden dolaşarak Hindistan'a varmak mümkündür. Dünya yuvarlaktır, o halde hep batıya doğru yol alacak bir denizci, Asya'nın doğusuna varabilecek ve hareket ettiği noktaya geri dönebilecektir." tezi ve İslam coğrafyacıları tarafından oluşturulan yeni haritalar, Kristof Kolomb dahil büyük denizcilere ve bilhassa Magellan'a okyanusu aşma maceralarında güven artırıcı ve cesaretlendirici bir rol oynamıştır.


Uzun yıllar Hint Okyanusu'nda, Güneydoğu Asya'da ve Baharat adalarında dolaşan Portekizli Kaptan Fernao de Magellan İspanya Kralı 1. Carlos'un desteği ile (daha sonra Kutsal Roma-Germen İmparatoru olan) 20 Eylül 1519'da 5 gemi ve 265 mürettebatla birlikte İspanyadan yola çıktı. Önce Brezilya'ya uğradı ve ardından güneye indi. Oradan da Güney Amerika kıyısı boyunca ilerleyerek Antarktika'nın soğuk sularına yelken açtı. Antarktika açıklarında bir gemisi batan bir diğer gemisi ise isyan sonucu kendisinden kopan Magellan, daha sonra kendi adıyla anılacak olan Magellan Boğazı'nı geçerek Büyük Okyanus'a çıktı. Magellan bu denize Atlas Okyanusu'ndan daha durgun olduğu için sakin anlamına gelen «Pasifik» adını verdi. Ancak bu sakin denizi geçerken yiyecekleri bitti. Tayfalar gemideki sıçanların yanı sıra, deri çantalarını bile kaynatarak yediler. Yanlarında meyve ve sebze olmadığından C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığına yakalandılar. Bu uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra Filipin Adaları'na zorlukla ulaşan Magellan, 1521 yılında yerli halkla giriştiği mücadeleler sırasında meydana gelen çatışmada öldü. Yardımcısı Sebastian Del Cano bu dünya turunu, savaş ve hastalıklarla boğuşarak büyük zorluklar içinde İspanyaya dönerek tamamladı. Aradan üç yıl geçmişti ve mürettebattan dönebilmeyi başarabilen ise sadece 18 kişiydi. Bu dev yolculuk, dünya tarihinde ilk kez gerçekleşmişti. Böylece devamlı batıya gidilerek başlangıç noktasına varılabileceği ispatlandı ve başka bir ifadeyle dünyanın yuvarlak olduğu kesin olarak anlaşıldı.


 


 


COĞRAFİ BULUŞLARIN DÜNYAYA ETKİLERİ


 


Büyük Coğrafi Keşiflerin sonucunda; önceleri İspanya ve Portekiz, daha sonra ise İngiltere ve Hollanda kısmen de Fransa sömürge imparatorlukları oluşturdular. Ticaret yolları ve ticaret merkezleri yer değiştirdi. İpek ve baharat yolları önemini yitirdi. Akdeniz limanları önem kaybetti. Akdeniz ticaretinden geniş pay alan ülkeler, Osmanlı ve İtalyan şehir devletleri ekonomik olarak zayıflarken İspanya ve Portekiz, ardından İngiltere ve Hollanda ekonomik olarak çok güçlü hale geldiler. Yeni ticaret merkezleri; Amsterdam, Lizbon ve Londra gibi Atlas Okyanusu limanları oldu. Avrupa'ya sömürgelerden altın-gümüş gibi değerli madenler getirildi ve Avrupa zenginleşirken sömürgelerdeki yerli halklar tarihin eşine az rastladığı büyük zulümlere uğradı, yoksullaştı ve kırıldılar. Medeniyetleri yok edilirken, yaşama şansı verilenler ise büyük ölçüde zorla hıristiyanlaştırıldı. Halklar köleleştirildi. Zavallı ve savunmasız toplulukların boyunlarından koparılarak Avrupa'ya taşınan değerli madenler, Avrupa'da zengin bir sınıfın ortaya çıkmasına yol açtı. Nihayet coğrafi sömürge arayışları sonucunda elde ettikleri baharat kullanımı Avrupa'da yaygınlaştı. Patates, domates gibi sevilen ve besleyici yiyecekler, ayrıca kakao, tütün ve kümes hayvanlarından hindi Avrupa'ya taşınmış oldu.


Avrupa'ya taşınan zenginlik, sanat ve mimariyi tetikledi. Böylece Rönesans hareketlerine zemin teşkil etti. Katolikler sömürgelere Hıristiyanlığı taşıdılar; Amerika, Afrika ve Asyada yayılmasında rol oynadılar.


Denizcilikle ilgili doğudan daha çok İslam dünyasının birikimlerinden yararlanılması, usturlap ve diğer denizcilik cihazlarından geniş ölçüde istifade edilmesi, deniz haritalarıyla tanınan Ahmed İbn-i Macid gibi sayısız kaptan ve mürettebattan yararlanılması, Coğrafi Keşifler gibi son derece kritik başarıların sadece Avrupalılara ait olmadığını ortaya koymaktadır. Bu başarı, Asya ve Avrupa toplumlarının ortak başarısıdır. Ancak burada Avrupalıların ön alarak İslam dünyasından aldığı bilgi ve teknolojiyi uyarlama, genişletme ve bu birikimi kendi denizcilik tecrübeleriyle birleştirme yeteneği Asya denizciliğine karşı kesin bir üstünlük kurmalarına yol açmıştır.


 


AVRUPA'NIN UYANIŞI ZENGİNLEŞME ve RÖNESANS


 


 


Coğrafi Keşifler sonrasında Avrupa; bir yandan sömürgecilik faaliyetleri ve ticaret yoluyla zenginleşirken bir yandan da güzel sanatlarda, mimaride, edebiyatta ve bilimde yeni ve büyük açılımlar içine girdi. Orta Çağ düşüncesinden kesin çizgilerle ayrılan Hümanizma hareketlerinin etkisiyle, aklın ve bilimin öne çıkarılmaya başlandığı yeni bir döneme adım atıldı. Artık Avrupalı sanatçılar, seçtikleri konularda sadece dini motifleri değil, insana dair her konuyu işlemeye başladılar. Yeni dönemde başta insan olmak üzere tabiat ve ondaki tüm güzellikler, sanatçıları daha çok motive etmekteydi.


İtalyan sanatçı, mimar ve yazar Giorgio Vasari (1511 -1574) bu dönemdeki sanat anlayışını şu cümlelerle ifade ediyor:


"Sanatın kaynağı tabiatın kendisidir, bu güzel yaratım ile dünya bize ilk modeli vermiştir. İlk öğretmen ·de bizi diğer hayvanlardan üstün yaratan ilahi zekadır, yani Tanrıdır. Bizim zamanımızda görüldü ki neredeyse vahşi tabiata bırakılan sıradan çocuklar bile kendiliğinden resim yapmaya başlamıştır. Kendi tabii dehaları sayesinde sadece tabiatın o güzel resim ve heykellerini taklit etmişlerdir. Bu sebeple, ilahi tabiatından daha az uzaklaştırılan ilk insan; mükemmelliğe daha yakın olması, daha parlak bir zekaya sahip olması ve tabiat gibi bir kılavuz ve dünya kadar güzel bir model sayesinde bu asil sanatlara yönelmiştir”


Gerçekten de insanı merkeze alan hümanist sanatçılar, 14. ve 15. asırlardan itibaren antik Yunan ve Roma medeniyetine ait eserleri gün yüzüne çıkararak mimari, resim ve heykel alanlarında bu çizgiyi yeniden yorumlayarak eserlerini verdiler.


Hümanistler, insanın bu dünyadaki hayatı ile ilgilenmişti. Onlara göre insan; bütün gücü, bedenin bütün güzelliği, sevinci ve kederi, bütün duyguları, yanılgıları ve tutkularıyla ele alınıp incelenmeliydi. Bu durum insanın kendini yeniden keşfetmesi anlamına geliyordu. Şeyh Galib'in;

 


Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen

Merdum-i dide-i ekvan olan ademsin sen ...


mısralarındaki ifadenin hiç değilse bir bölümü anlaşılmış ancak, insanın erdemine vurgu yaptığı diğer bölüm ise yeni sanatçıların çok da ilgi alanına girememişti.


 


Rönesans; başta Floransa olmak üzere İtalyanın şehir devletlerinde başlayıp 15. ve 16. yüzyıllarda diğer Batı Avrupa ülkelerine yayılan, kültür ve sanattaki yenilenme hareketleri olarak ortaya çıktı. Rönesans; İtalyada resim, heykel ve mimari; Fransada sanat; Almanyada dini tablo ve yayın; İngiltere'de edebiyat; İspanyada resim ve edebiyat alanında daha belirgin olarak gelişti. Rönesans; Orta Çağ'ın sanat anlayışına, dünya görüşüne ve yöntemlerine karşı bir başkaldırı niteliğindeydi.


15. asır İtalyan resminin ve mimarisinin büyük ustaları Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raffaello; ölümsüz eserleriyle Rönesans'ın tetikleyicisi oldular. Bu dönemde Antik Romanın mirası üzerine oturmuş İtalyan şehir devletleri, Akdeniz'in ve aynı zamanda dünyanın en büyük ticari merkezini oluşturmaktaydı. Rönesans'ın en önemli referanslarından birini oluşturan Antik Yunan medeniyeti de Roma medeniyetinin çok uzağında değildi. Öte yandan İslam medeniyeti de doğu toplumlarıyla yapılan ticari münasebetler sebebiyle bilinmekteydi. Katolik dünyasının dini liderinin Roma'da oturması da kültürel hareketliliğin İtalyada neşv ü nema bulmasında önemli bir diğer faktördü.


Kültür ve sanat alanında meydana gelen bu büyük inkişaf, coğrafi keşiflerin sağladığı zenginleşmenin tabii sonucu olarak ortaya çıktı. Rönesans'ın en önemli merkezlerinden biri olacak olan Floransa'yı, üç asır boyunca yönetecek olan Medici ailesi gibi; sanata ve mimariye finans desteği sağlayan, sanatçıyı koruyup destekleyen zenginler ve sanatçıları teşvik eden Katolik kilisesi de bu büyük sanat eksenli değişimin katalizörü olmuştur. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello gibi büyük sanatçıları saray sanatçıları olarak tanımlamak eksik bir değerlendirme olarak kabul edilmelidir. Bu sanatçılar aynı zamanda kilise sanatçılarıdırlar. Üstelik Katolik kilisesinin tüm kontrolüne rağmen sanatçıların ortaya koyduğu eserler, kilisenin temsil ettiği değerlere daha sonra savaş zemini oluşturacak bir paradoksu da bünyesinde taşımaktaydı. Oysa bu sanatçılara destek o denli abartılıydı ki Leonardo, son nefesini verirken bile; elini 1. Francis'in tuttuğu, ressam Titian'a ise, resim yaparken yere düşürdüğü fırçasını yerden Şarlken'in aldığı rivayet edilir. Sanatçılara gösterilen ilgi ve hoşgörü elbette ki sıradışıydı.


 


LEONARDO DA VİNCİ, MİCHELANGELO ve RAFFAELLO


 


Fizikçi, astronom, matematikçi ve tabiat bilgini Toskanelli'nin yetiştirdiği Leonardo da Vinci; ustası gibi çok yönlü bir sanatçı, Rönesans'ın ise tartışmasız en renkli kişiliklerinden biri oldu. Tüm çalışmalarında bu çeşitlilik görülmekte olan sanatçı ve bilim adamı Leonardo; kan dolaşımı, haritacılık, biyoloji, üreme, solunum, fantastik müzik aletleri, geleceğin şehirleri için kanal ve liman çizimleri, abide tasarımları, tank ve helikopter gibi savaş makineleri, resim teknikleri ve daha birçok konuda binlerce sayfalık defterler tutmuştur.


Milano için katedral, İstanbul için köprü tasarlamıştı. İnsanın bir gün uçabileceğine inanıyordu. Hayatı boyunca sanatla bilimi birleştirmek için uğraşmıştı. Mona Lisa adıyla meşhur olan La Gioconda isimli resmi sanatının zirvesini oluşturmuş, yüz hatlarının aksine mükemmel el çizimi bir başarı olarak kabul edilmiştir. Birçok ressam, nasılsa bu resimdeki el gibi bir el çizemeyeceklerini düşündükleri için portrelerini elsiz yaptılar.


Vasari, 1550 yılında yayınladığı; «Ünlü Ressamların, Heykeltraşların ve Mimarların Hayatları» isimli eserinde şöyle der:


"Cennetin Kralı aşağı baktı ve insanların küstahça düşüncelerinin gerçeğe olan uzaklığının, aydınlığın karanlığa uzaklığından daha fazla olduğunu görünce, dünyaya her sanata hakim bir deha yollamaya karar verdi... Böylece bütün dünya onun dünyevi değil de ilahi görünen hayatının, eserlerinin ve bütün davranışlarının eşsiz yüceliğine hayran kalacaktı. Bu deha Michelangelo Buonarottfüir."


 


Heykeltıraş, mimar, ressam ve şair Michelangelo, Sistina Kilisesi'nin tavan resimlerini dört yılda tamamladı. Ünlü fresk; Adem'in yaratılışından kıyamete kadar bütün ilahi konuları, Sistina'da tasvir etmiştir. Fakat o, daha çok heykelciydi. Mermer üzerinde adeta saldırırcasına çalışır, işlerini daima yardımcısız götürürdü. Hiç evlenmedi. Sanki kendi ruhunun acılarını taş blokun içinden kurtarmak için heykel yapıyordu. Tüm zamanlarda taş ile onun kadar içten bir ilişki kurabilen başka kimse olmamıştı.


Onun bütün heykellerinde derin bir ruhun tüm acı ve ihtiraslarını görmek kabildir. Kuvveti ve ümidi fevkalade bir biçimde yansıtmıştır. Belki Yunanlı Phidias onunla karşılaştırılabilirse de bu, çok eksik olurdu. Çünkü Phidias ve Yunanlıların idealize insan vücudundan başka bir maksatları yoktu. Ruh onların hiç mi hiç ilgilenmedikleri bir kavramdı. Onlar sadece «şimdi ve burada» olanı yüceltmek arzusundaydılar. Michelangelo «Musa» heykelinde, Peygamber Hz. Musa'nın vahiy almak için kırk gün Tur Dağı'nda kalıp döndükten sonra, kavminin onun yokluğunda yeniden eski inançlarına dönmelerine ve içinden ses çıkan altın buzağıya tapınmalarına olan öfkesini anlatmıştır. Bu öfke; gizlenmiş bir enerji olarak kol kaslarındaki damarlardan, ayak parmaklarının ucuna kadar, mermeri inkar eden bir «aura» oluşturmaktadır.


Michelangelo, Bremente'nin başlatmış olduğu San Pietro kilisesinin kubbesini tamamlaması istendiğinde, yaşlı usta; Hıristiyanlığın en büyük kilisesine görülecek bu işi, Tanrı'nın üstün şanına bir hizmet saymış ve dünyevi bir kazançla kirlenmemesi gerektiğine inanmıştır.


Raffaello, Meryem tablolarının ressamıdır. Hz. Meryem resimlerinin görünürdeki basitliği; derin bir tefekkürün, dikkatli bir hesaplamanın ürünü olarak yorumlanmıştır.


İspanyada Cervantes'in Don Kişot isimli romanının şöhreti ve edebiyatta köklü etkisi bütün Avrupa'ya yayıldı. İslam edebiyatından izler taşıyan bu eserin sahibi Miguel de Cervantes, İtalya'da eğitim görmüş, İnebahtı Savaşı'nda Osmanlılarla savaşmış, yaralanmış ve esir düşmüştü. Ailesinin ödediği çok yüklü bir fidyeyle kurtulmuştu.


Bir diğer İspanyol yazar Lope de Vega'nın 1800 oyunundan 500'ü günümüze kadar gelmiş, saray ve halk için sahneye konulan bu oyunlar, İspanyol kültür hayatını derinden etkilemişti.


Rönesans'ın Almanya'da yayılmasında Martin Luther'in, Erasmus'un ve Albert Dürer'in etkisi büyüktü. Bu önder kişiler, daha çok dini alanda Katolikliğe yapılan eleştirilerle oluşmuş yayınlarla öne çıkmıştı.


İngiltere'de ise William Shakespeare, gelmiş geçmiş en büyük oyun yazarı olarak 1564-1616 olarak öne çıkmış ve günümüze kadar uzanan etkisiyle tüm Avrupa edebiyatını etkisi altına almıştı. Romeo ve Juliet, Hamlet, Bir Yaz Gecesi Rüyası, Macbeth, Othello gibi dünya klasikleri bugün dahi sadece Avrupa'nın değil tüm dünyanın sanat mutfağında tercih edilen eserler olarak kabul edilmektedir.


Luther; Orta Çağ Katolikliğinin birikintilerinden, Avrupa'nın yarısını altüst etmeye yetecek enerjiyi elde edebildi; aynı verimli arazide Raffaello, en nefis çiçekleri ve en lezzetli meyveleri elde etti. Başka bir mecaz kullanırsak aynı fırtınada Luther gök gürültüsüyse, Raffaello gökkuşağıydı.


 


AVRUPA RÖNESANSI'NA İSLAM MEDENİYETİNİN TESİRİ


 


İslam bilginleri yedi ve sekizinci yüzyıllarda Antik Yunan dönemiyle alakalı birikimleri alıp tercüme ederek Bağdat, Semerkant ve Gırnata gibi büyük İslam başkentlerinde yeniden yorumlamış, bilim dünyasına yeniden kazandırmışlardı. Bilgeliğin her çeşidine cesur bir tavırla yaklaşan İslam alimleri, tevhidi kırmızı çizgileri koruyarak bilimlerin tasnifi ve dünyanın istifadesine sunulmasında son derece hayati vazifeler görmüştü.


İslam medeniyeti; yayıldığı bölgedeki güzellikleri alıp, kendi tevhid potasında eriterek sunma geleneğine sahipti.


Bizans mimarisinden etkilenerek kubbeyi almış, geliştirerek çok daha ileri noktalara taşımıştı. Ancak İslam bilim ve sanatkarları; resim ve heykele sıcak bakmamış, putperestliğin kökünü yeryüzünden silme iddiası konusundaki dikkat ve hassasiyeti koruma gerekçesiyle, bu alanda sessiz kalmışlardı. Oysa bu çağlara ait bilgi birikimini Aristo, Eflatun gibi mütefekkirlerin çalışmalarını küllerin altından çıkarıp ilerleterek bilgi dünyasının hizmetine servis etmişlerdi. Bu bilgi transferi; Haçlı Seferleri yoluyla on birinci asırda başlamış, Müslümanların kısa süreli Sicilya hakimiyeti sırasında coğrafi yakınlık suretiyle devam etmişti. Ama asıl büyük etkileşim; Hıristiyan Avrupa'nın gerçek karanlıklar içerisinde yüzdüğü dönemde, 711'den 1492 yılına kadar süren İspanya'daki İslam hakimiyeti sırasında gerçekleşmişti. Bilhassa 1030 yılından itibaren siyasi birliğin parçalanması sebebiyle, kültür ve sanata daha çok ağırlık verilmekte, her şehirde yüzlerce medrese, güçlü birer düşünce atölyesi olarak ciddi hizmet vermekteydi. Bu medreselerden hıristiyan talebeler de geniş bir biçimde istifade etmekteydi. Bunun örneklerinden biri 967- 970 yılları arasında Kurtuba'da eğitim alan ve daha sonra II. Silvester adıyla Papa seçilen Gerbert'tir. Gerbert, memleketine döndüğünde; öğrenmiş olduğu astronomi, matematik ve cebir bilgilerini duyan hıristiyanlar çok şaşırmışlar ve bu bilimleri sihir saymışlardı.


İşbiliyye, Kurtuba ve Tuleytula Müslümanların İspanyada kurdukları büyük şehirlerdi ve ilim merkezleriydi. Arapçadan Latinceye tercümeler yoluyla hıristiyan merkezlerine bilgi akışı sağlanmaktaydı. Bu şehirlerin hıristiyanların eline geçmesiyle bu akış hız kazanmıştı. Felsefe, astronomi, matematik, tıp, kimya, tarih, coğrafya ve edebiyat gibi bilim dallarında çok sayıda Arapça eser Latinceye çevrildi. Orta Çağ Avrupa'sı bu tercüme faaliyetleri sayesinde eski Yunan felsefesini, özellikle Aristo'yu öğrenme imkanı buldu. Din ile aklı uzlaştırmaya yönelik Müslüman filozofların fikirleri, onların zihinlerinde inkılap meydana getirdi. İbn-i Rüşd, Musa bin Meymun, İbn-i Bace ve İbnü'l-Arabi gibi mütefekkirler, eserleri ve fikirleriyle batı dünyasının fikri hayatına ve bilimine şekil verdi. Albert Magnus, Duns Scottus, Spinoza, Emanuel Kant, Kastilya Kralı X. Alfonso, Dante ve Bacon; Endülüs İslam bilginlerinden etkilenerek eserler veren Avrupalı bilginlerin bir kısmını teşkil etmektedir.


 


Seyyid Hüseyin Nasr, Rönesans'ı Greko-Romen putperestliğinin ruhen ölü unsurlarının yeniden diriltilmesi olarak tarif eder. Ayrıca Rönesans hareketlerinin Hıristiyan medeniyetine sersemletici bir darbe indirdiğini, onun belli bir olgunlaşma sürecine erişmesini engellediğini ifade eder. Gerçekten de Katolik kilisesinin kontrolü kaçıracağı kadar edep ve hayadan mahrum bir biçimde gelişen batı sanatı; dini metinlerin tasviri dahil her alanda porno seviyesinde çıplak sanat (!) eserlerinin mukaddes mekanlara yerleştiği bir süreci yaşadı.


Katolik kilisesi bu duruma kayıtsız kalmadı. Nitekim, Trento Konsili çıplak resimlere karşı sert önlemler aldı. Michelangelo'nun «Kıyamet» tablosundaki çıplak figürlere ve benzeri resimlere pantolon çizerek çıplaklığı örtmesi için Daniel da Volterra'yı görevlendirmişti. Ancak bu durum hiçbir zaman yeterli olmadı. Evet, sanat güzeldi, sanat eserleri bir "uygarlık" parametresiydi; ancak ya edep ve haya? Bunlar insan olmanın, medeni olmanın temel şartlarından değil miydi? Kısacası, gelişmişliğine ve tüm güzelliklerine rağmen batı medeniyetinin kodlarında; «Edep ya Hu!» yoktu.


Rönesans sadece sanatta değil bilimde de Avrupa'nın yeniden doğmasına yol açtı. Skolastik hıristiyan hurafelerini bir kenara iten batılı bilginler, düşüncenin önünü açtılar. Akıl ve deneyi öne çıkararak tüm Avrupa'nın dünyevi bir medeniyet ekseninde ilerlemesini sağladılar. Rönesans, Katolik dünyasının parçalanması ve harmanlanması anlamına gelen dini çatışmaların da fitilini ateşledi.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak