30 Ocak 2024 Salı
29 Ocak 2024 Pazartesi
28 Ocak 2024 Pazar
Mecusilik ve Sâbiîlik
İran ve Irak yöresinde tarih boyu birçok dini gelenek varlığını sürdürmüştür. Bunlardan önemli bir bölümü tarihi süreçte yok olmuş bir kısmı ise varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Bu yörede yaşamakla birlikte zamanla yok olan inanç sistemleri arasında kuşkusuz Maniheizm ve Mitracılık gibi geleneklerin önemli yeri vardır. Bu her iki gelenek de bu yörede ortaya çıkmakla birlikte kısa sürede İran ve Irak sınırları dışında yayılma fırsatı bulmuştur. Mitracılık Anadolu’yu geçerek Yunan, Roma ve Kuzey Afrika’da yayılmıştır; Maniheizm ise henüz kurucusu Mani’nin yaşamı esnasında Suriye, Anadolu ve Orta Asya içlerinde yayılmaya çalışmıştır. Öyle ki zamanla Atlas Okyanusundan Çin’e kadar bir alanda yaygınlık kazanmış, hatta 8. Yüzyılda Uygur Türklerinin resmi dini haline gelmiştir.
Günümüzde İran ve Irak coğrafyasında yaşamakta olan en önemli dini gelenek İslâm’dır. Miladi 7. Yüzyıldan itibaren İslâm egemenliği altına giren bu bölgede kısa zamanda Müslümanlar çoğunluk haline gelmişlerdir. Günümüzde Müslümanlar yanında bu yörede çeşitli Hıristiyan gruplar, Yahudiler, Mecusi ya da Zerdüştiler ve Sabiiler de yaşamaktadırlar. Ayrıca Yezidiler gibi çeşitli senkretik topluluklar da varlığını devam ettirmektedir. İslâm dışı yaşayan dini gelenekler arasında özellikle Mecusilik ile Sâbiîlik dikkat çekicidir.
MECUSİLİK
Zoroastrianizm ya da Zerdüştçülük ve inanç sisteminde önemli yer tutan ateş kültünden dolayı “Ateşperestlik” olarak da adlandırılan Mecusilik, Eski İran kökenli bir dinsel gelenektir. Bu inanç sistemi büyük ölçüde bağlılarını kaybetmiş olsa da Mecusilik bugün hâlâ yaşayan bir din olarak varlığını devam ettirmektedir. İran’da yaşayan Gabarlarla Hindistan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde varlıklarını sürdüren Parsiler, Mecusi geleneğinin temsilcileridirler.
Mecusi ismi, Eski İran geleneğindeki bir toplumsal sınıfı ifade eden Mecuş’tan gelmektedir. Persler döneminden itibaren bu yönetici-rahip sınıf mensupları, başta Anadolu olmak üzere çeşitli bölgelerde oluşturulan kolonilerde yerleşmişler ve onların temsil ettiği inanç sistemi zamanla yerli halk tarafından Mecusilik olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
KURUCU ŞAHSİYET: ZERDÜŞT
Zerdüşt’ün yaşadığı zaman konusunda çeşitli tartışmaların varlığı bilinmektedir. Zerdüşt’e atfedilen Gathalardaki ifadelerle Vedalar arasındaki benzerlikten hareketle bazı günümüz araştırıcıları Zerdüşt’ün MÖ 1600-1400 arasında yaşamış olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadırlar. Diğer taraftan yaygın İran geleneği Zerdüşt’ün Büyük İskender’in İran Seferinden (MÖ 258) 258 yıl önce yaşamış olduğunu var saymaktadır. İran kaynakları Zerdüşt döneminde onun öğretilerine tabi olan kral Viştaspa’dan bahsetmektedir. Viştaspa’nın Büyük Darius’ün babası olan Histaspes ile aynı kişi olduğu kabul edilirse Zerdüşt MÖ 7.-6. yüzyıllarda yaşamış olmalıdır. İran geleneğinde Zerdüşt 77 yıl yaşamıştır. Bu durumda onun MÖ 630/628 – 553/551 yılları arasında yaşamış olduğu söylenebilir.
Genelde Zerdüşt’e atfedilen Gathalardaki sınırlı bilgiler dışında Zerdüşt’ün yaşamıyla ilgili fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Zerdüşt’ün annesi Dugdova, babası ise Poyruşaspa’dır. Babasının bir rahip olduğu söylenir. Yirmi yaşlarında evlenen Zerdüşt’ün bu evliliğinden İşatyastra adındaki bir oğlu ve üç kızı olmuştur. Mecusi kaynaklarına göre çocukluğundan itibaren sürekli bir arayış içerisinde olan Zerdüşt, 20 yaşına geldiğinde önemli değişikler yaşamaya başlamış; sık sık dağlara ve ıssız yerlere çekilerek inziva yaşantısı sürmeye çalışmıştır. 30 yaşındayken, ibadet amacıyla nehirden su alıp çıkarken aniden kıyıda Tanrının meleği Vohu Manah kendisine gelmiştir. Vohu Manah ona bu ilk karşılaşmada ilk vahiyleri iletmiş ve kendisini ruhsal olarak Ahura Mazda’ya götürmüştür. Bu vahiy tecrübesini ileride diğerleri izlemiş ve Zerdüşt, yaşadığı dönemin çoktanrıcılığına karşı tek tanrı inancına dayalı bir öğretiyi insanlara yaymakla görevli olan bir elçi olarak faaliyetlerine başlamıştır.
Faaliyetlerinin başlarında Zerdüşt’ün fazla başarılı olmadığı; aksine içinde yaşadığı toplum tarafından tepkiyle karşılandığı anlatılmaktadır. Öyle ki otuz yaşındaki ilk vahiy tecrübesinden sonra başladığı inancı yayma çabalarında ilk on yıl içerisinde yalnızca kuzenini kendisine inandırabilmiş olduğu söylenmektedir. Bunun üzerine o, bulunduğu bölgeden ayrılarak daha doğudaki kral Viştaspa’nın ülkesine göç etmiş ve orada çalışmalarını sürdürmüştür. Bu yeni yerleşim merkezinde Viştaspa’nın, Zerdüşt’ün öğretilerini kabul etmesi yeni din için tam manasıyla bir dönüm noktası olmuştur. Zerdüşt, kral Viştaspa ile yakın ilişkiler kurmuş ve onun maiyetiyle birlikte dine girmesini sağlamıştır. Bundan başka o, kraliyet hanedanıyla akrabalık ilişkileri de kurmuş ve kız kardeşini kralın danışmanlarından biriyle evlendirmiştir. Kendisi de kralın bir diğer danışmanının kızıyla evlenmiştir. Böylelikle Viştaspa’nın yanında güçlü bir yer edinen Zerdüşt, inanç sisteminin yayılması için yoğun bir çabaya koyulmuştur. Bu savaşların birisinde komşu Turanlıların Viştaspa’yı ve ordusunu yenmesi bir bakıma Zerdüşt’ün de sonu olmuş ve bu savaşta ölmüş ya da öldürülmüştür.
Zerdüşt’ün yaşamına ait Mecusi kaynaklarında –özellikle de sonraki dönemlere ait Pehlevice metinlerde- birçok menkıbe anlatılmaktadır. Buna göre örneğin annesi 15 yaşındayken Zerdüşt’e mucizevî şekilde hamile kalmıştır. Onun doğumuna bütün âlem sevinmiş, yeryüzünü neşe kaplamış ve insan şeklinde serbestçe dolaşan şeytanlar yeraltına kaçmışlardır. Yine buna göre Zerdüşt gülerek doğmuş, yüce tanrı Ahura Mazda ile konuşmuş, Ehrimen’den yüz çevirmiş ve kutsal ateşi bulmuştur. O, rahiplik, savaşçılık, çiftçilik, tabiplik ve sanatta da eşsiz bir üstünlük göstermiştir.
TARİHSEL GELİŞİMİ
Mecusiliğin tarihsel gelişimini birkaç dönemde ele almak mümkündür. Zerdüşt’le başlayan ve tek tanrı Mazda tapıcılığını ön plana çıkaran ilk inanç dönemi monoteizm içeren bir dönemdir. Bu dönemde çok tanrıcılığa ve pagan kült ve ritüellere karşı çıkılmış; peygamber Zerdüşt’ün yüce tanrı Ahura Mazda’dan aldığı vahiyler doğrultusunda öğretiler savunulmuştur. Bu dönemde din evrensel boyutta yayılma temayülü göstermiştir. Özellikle Daryüs zamanında İran sınırları dışında Anadolu ve Avrupa’da Zerdüştçülük yayılmaya çalışmıştır. Bu döneme ait bazı İranlı krallar Kitabı Mukaddes’te de geçmekte, örneğin kral Cyrusi tanrının “çobanım” ve “mesihim” iltifatına mazhar birisi olarak İşaya kitabında anılmaktadır (İşaya 44:28, 45:1). Ahura Mazda’nın tek tanrı olarak ön plana çıktığı bu monoteist dönemdeki dinsel yapı aynı zamanda Mazdaizm olarak da adlandırılır.
Persler zamanında Zerdüştçülüğün yayıldığı geniş alanlarda Zerdüşt’ün öğretilerinden yer yer ayrılmış olan bazı heretik ekollerin ortaya çıktığı görülür. Ahemenidler döneminde imparatorluğun Batı bölgelerinde kurulan ve Hıristiyanlığın başlangıcına kadar varlığını sürdüren çeşitli kolonilerin rahip sınıfı olan Magianlar (Mecuş) bunlar arasındadır. Yunan kaynaklarında Zerdüştçülüğün Ortodoks olmayan taraftarları diye tanımlanan Magianlar, Zerdüşt’ün öğretileriyle yaşadıkları bölgenin inanç ve gelenekleri arasında senkretik bir yapı oluşturmuşlar ve daha çok astroloji ile uğraşmışlardır.
Sasaniler döneminde Mecusilik düalist yapısıyla dikkati çeker. Bu dönemde iyi ve kötü düalizmine dayalı teolojik doktrinler genel kabul görmeye başlamış ve Mecusiliğin sözlü geleneği yazıya geçirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde, özelikle MS 272’de imparatorluk başrahibi Kartir’in göreve gelmesiyle Mecusilik resmi din ilan edilmiş ve imparatorlukta yaşayan diğer din mensuplarına yönelik bir takibat başlatılmıştır. Yine bu dönemde Mecusilik Sasanilerin siyasal ve askeri gücüne paralel olarak İran dışında Irak, Bahreyn, Umman ve Yemen gibi bölgelerde yöneticilerin dini olarak da yayılmış, hatta Batı Hindistan ve Çin’de de Mecusi topluluklar oluşmuştur.
Sasanilerin yıkılması ve İran’ın İslâm egemenliğine girmesiyle birlikte Mecusilik hızla gerileme sürecine girmiştir. Müslüman yöneticiler Mecusilere Zımmi muamelesi yapmıştır. “Onlara Ehli Kitab gibi muamele yapın” diyen Hz. Muhammed’in bizzat kendisi Yemen ve Hecer Mecusilerine bu muameleyi yapmıştır. Hz. Muhammed, onların kadınlarıyla evlenmemek ve kestiklerini yememek kaydıyla cizyeye bağlanmasına izin vermiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde zaman zaman Mecusilere karşı takibatlar yapılmış, ateşgedeler yıkılmış ya da mescide dönüştürülmüştür. Nitekim Mecusilerin bazıları İran dışına, özellikle Hindistan’a göç etmek durumunda kalmışlardır. 1600’de Parsi rahip Bahman tarafından yazılan Kıssa i Sancan’a göre, Müslümanların İran’ı fethi üzerine yaklaşık 100 yıl dağlarda saklanmış olan Mecusiler, daha sonra İran körfezini geçerek Hindistan’ın batı sahilinde bulunan Gujerat’a gelmiş ve buradaki yöneticilerin, dinsel inançlarını açıklamak, silah taşımamak, yerel Hint elbiseleri giymek ve evlilik törenlerini akşamları yapmak şartlarını kabul ederek yerleşmişlerdir. Yeni yerleşim bölgelerinde Parsîler (Parsîk) olarak tanınan Mecusiler, zamanla yerel kültür ve geleneklerden etkilendiler. 18. yüzyılda kaleme alınan Kıssa i Zarduştan i Hindustân’a göre, Gujerat Parsi toplumu zamanla farklı yerleşim merkezlerinde müstakil cemaatler halinde gelişmiş ve böylelikle her biri bir rahip grubunun idaresi altında olan 5 ana bölgeye (panth) ayrılmıştır: Sancaralar, Bhagaryanlar, Godavralar, Bharuchalar ve Khambattalar.
İslâmi dönem Mecusi dinsel literatürünün derlenmesi açısından da önemlidir. MS 9. yüzyılda Denkard, Bundahişn, Pendname i Zartuşt ve Datistan i Menok i Hrat gibi Pehlevice metinler derlenmiştir. Yine bu dönemde çeşitli Mecusi ekolleri de ortaya çıkmıştır. Örneğin Şehristani, Mecusilerin Keyûmartiyye, Zurvaniyye, Zarâdaştiyye ve Seneviye gibi fırkalarından, Abdulkahir el-Bağdadi ise Zervaniyye, Messihiyye, Hurremdiniyye ve Bihaferidiyye gibi ekollerinden bahseder.
Zerdüşt hayattayken, inancını Tacikistan ve Belucistan’ı da içine alan Harezm bölgesinde yayma fırsatı bulmuştur. Zerdüşt’ün ölümü sonrası ise onun öğretileri İran genelinde hızla yayılmaya başladı ve kısa zamanda İran’ın yaygın dini haline geldi. Yeni dinin sağladığı dinamizmi de arkasına alan Daryüs, imparatorluk sınırlarını hızla genişletti. Özellikle Perslerin Asur ve Babil imparatorluklarının mirasına konmasıyla Zerdüştçülük buralarda da yayılmaya başladı. İlerleyen dönemde Hindistan’dan Anadolu ve Avrupa’ya, Horasan bölgesinden Arap yarımadasına kadar oldukça geniş bir bölgede taraftar edinen yeni din, doğal olarak yavaş yavaş kendi özgün teolojik doktrinlerini kaybetmeye ve yayıldığı bölgelerin yerel inanç ve gelenekleriyle kaynaşmaya başladı. Farklı yerel geleneklerle bu karşılıklı temas ve birbirinden etkileşim süreci, sonunda, Zerdüşt’ün öğretilerinin irtibatta olunan geleneksel dinler ve kültürler çerçevesinde yorumlanarak Zerdüştçülüğün senkretik bir dinsel gelenek şeklinde ortaya çıkmasını sağladı. Örneğin bu süreçte, Zerdüşt ve ilk taraftarlarının politeizmle mücadele kapsamında karşı çıktıkları ve ortadan kaldırılmasına çalıştıkları eski İran’ın Mitra kültü yeniden adapte edildi; ışık ve güneş tanrısı Mitra Zerdüştçü öğretilere uyarlandı. Mitra kültünü ön plana çıkaran Mitraizm, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında Roma imparatorluğunda da kendisine önemli ölçüde taraftar buldu. Günümüz Mecusileri büyük oranda Hindistan’da ve başta ABD ve Kanada olmak üzere çeşitli Batı ülkelerinde yaşamaktadır. 20. yüzyılda önemli miktarda Parsi başta İngiltere ve Kanada olmak üzere çeşitli ülkelere göç etmişlerdir. Günümüzde Parsi diyasporası yaygın olarak Londra’da bulunmaktadır. Bütün dünyadaki Parsilerin toplam sayısı ise 100.000 civarındadır
AVESTA
Mecusiliğin kutsal metni Avesta’dır. Birkaç ana bölümden oluşan Avesta’nın bölümleri; Yasna, Visperad, Yaşt, Videvdat (Vendidat) ve Hurda Avesta (Küçük Avesta) olarak adlandırılır. Bu bölümler arasında en eski metinler 72 kısımdan oluşan Yasna’da bulunur. Yasna’nın 16 kısmı, geleneksel olarak Zerdüşt’ün kendisine atfedilir ve bunlar Gathalar (ilahiler) diye adlandırılır.
Mecusi geleneği orijinal Avesta’nın, kral Viştaspa tarafından 12.000 öküz derisi üzerine altın mürekkeple yazıldığını (ya da yazdırıldığını) ve bunun iki nüshasından birisinin Şiz kraliyet hazinesine, diğerinin ise Stakhr arşivine konulduğunu kabul eder. Bu inanışa göre, Stakhr nüshası Büyük İskender’in İran’ı istilası esnasında (MÖ 4. yüzyılda) çıkan yangında yok olmuş; Şiz nüshası ise ele geçirilerek Yunancaya çevrilmiştir. Bu orijinal Avesta metninden ancak üçte birlik bir kısım hafızalarda kalarak sonraki dönemlere aktarılmıştır. Yine geleneğe göre, yazılı fragmentleriyle hafızalarda kalan sözlü malzemeden hareketle Avesta’nın yazılı bir nüshasının derlenmesi çalışmaları Arsakid kralı Valkaş (MS 51-75) ve Sasani hanedanının kurucusu Ardeşir Papakan (MS 226-241) tarafından başlatılmış; neticede kral II. Şapur (MS 310-379) döneminde derleme tamamlanmıştır. Diğer taraftan yapılan araştırmalar ise, elimizdeki yazılı Avesta metninin MS 4. yüzyıl öncesine gitmediğini göstermektedir.
Avesta, muhtevası itibarıyla MÖ 7. yüzyıl ile MÖ 4 veya 3. yüzyıl arası bir dönemi kapsamaktadır. Sasaniler dönemiyle ilk İslâmi dönemlerde birçok Pehlevice metin yazılmıştır. Mecusi rahiplerince yazılan ve adeta Avesta’nın yorumu olan bu metinler, genel olarak Zend adıyla adlandırılmaktadır. Bu metinler, genellikle Sasanilerin son yüzyıllardaki teolojik görüşlerini yansıtırlar. Pehlevice metinlerin çoğu ise MS 9. yüzyıla aittir. Bunlar arasında Avesta’nın kayıp kitaplarının bir özetiyle Zerdüşt’e dair çeşitli efsanelerin yer aldığı Denkard ile evrenin yaratılışıyla ilgili kozmogonik bir metin olan Bundahişn oldukça önemlidir.
İNANÇ ESASLARI
Mecusiler, inanç sistemlerinin tarihin en eski hatta ilk evrensel tektanrıcı dinsel geleneği olduğunu sıkça vurgularlar. Örneğin Mecusiliğin günümüzde Hindistan’daki temsilcisi olan ve buradan dünyanın çeşitli ülkelerine göç ederek diyaspora yaşantısı süren Parsiler, Mazdayasna olarak adlandırdıkları yüce varlık Ahura Mazda’nın her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten tek rab olduğu inancına sahiptirler. Ayrıca onlar Zerdüşt’ün peygamberliğine, vahye, ruhun ölümsüzlüğüne, haşre, hesaba ve öte dünya (cennet ve cehennem) yaşantısına da inanırlar.
Bununla birlikte tanrı inancı açısından tarihin çeşitli dönemlerinde monoteizmden politeizm ve düalizme kadar farklı inanç özellikleri Mecusi geleneğinde kendisini göstermiştir. Örneğin Gathalarda gözlemlenen erken dönem Mecusiliğinde, evrensel bir monoteizm dikkati çekmektedir. Peygamber Zerdüşt, başlangıçtan beri var olan bir tek üstün gücün, Ahura Mazda’nın üstünlüğünü savunmuştur. Ahura Mazda her şeyi bilen, mutlak iyi ve mükemmel olan tanrıdır. Bu düşüncesiyle Zerdüşt, yaşadığı dönemde İran’da yaygın olan naturalistik politeizmi reddetmiş; politeist gelenek içerisinde oldukça önemli olan Mitra gibi tanrısal varlıklara inanç sisteminde yer vermemiştir.
Zerdüşt bütün varlıkların Ahura Mazda’dan zuhur ettiğine inanmaktaydı. O, var oluşun başlangıcını yüce tanrıdan zuhur eden ya da onun tarafından yaratılan 7 asli ilahi varlıkla açıkladı. Ahura Mazda öncelikle kendisinin kutsal ruhu Spenta Mainyu ile diğer 6 ilahi varlığı yarattı. Ameşa Spenta (kutsal ölümsüz) olarak da adlandırılan bu altı yüce varlık; Vohu Manah (iyi düşünce), Aşa Vahişta (iyi gerçek), Spenta Armaiti (iyi sadakat), Khşatrha Vairya (cazip hükümranlık), Haurvatat (bütünlük) ve Ameratat (ölümsüzlük)tür. Bu ilahi varlıklar, aynı zamanda Bilge Rab Ahura Mazda’nın soyut veçheleri olarak da görülürler. Bunlardan sonra ise diğer ilahi varlıklar, yani Apam Napat, Sraoşa, Aşi ve Geuş Urvan gibi varlıklar var olmuştur. Bu diğer ilahi varlıklar Yazatalar ya da “tapınmaya değer varlıklar” olarak da nitelenir. Adeta bir südûr süreciyle Ahura Mazda’dan tezahür eden bütün bu ilahi varlıklar bir bakıma yüce tanrıyı çevreleyen melekler konumundadır.
Zerdüşt, iyilikle (aşa) kötülüğün (drug) metafizik boyutta değil ahlaki boyutta var olduğunu düşünmüş ve kendisinden tezahür eden varlıklar içinden kötülüğe ve yalana yönelişler nedeniyle kötülüğün ortaya çıktığına inanmıştır. Kötülük ve yalana rağbet eden ruhlar, Ahura Mazda’nın düşmanları olarak görülmüştür. Kötü olan ruhlar arasında en başta geleni Angra Mainyu’dur. Kötü karakterli ruhlara verilen genel bir ad olarak Daevalar (devler) terimi kullanılmıştır. Diğer taraftan Ahuralar ismi ise, hakikati yani Aşa’yı tercih eden ve doğru karakter taşıyan ruhlar için kullanılmıştır.
Zerdüşt’ün kurmaya çalıştığı bu tek tanrıcı inanç sistemi fazla başarılı olamamış; doğa tapınmacılığına dayalı Mitraik politeist geleneği tam anlamıyla alt edememiştir. Öyle ki Ahemenidler döneminde yüce tanrı Ahura Mazda ön plana çıkarılmış; fakat sonradan Baga diye bahsedilen diğer tanrısal varlıklardan da vazgeçilmemiştir. Böylelikle Zerdüştçü rahipler, vaaz ve dinsel uygulamalarında Zerdüşt tarafından bahsedilen meleksi ilahi varlıklarla birlikte geleneksel İran politeizminin Mitra ve Anahita gibi tanrısal varlıklarına da yer vermişlerdir. Ayrıca sonraki döneme ait kaynaklarda Ahura Mazda’nın karılarından bahsedilmiş; bundan başka o, Vohu Manah ve Armaiti’nin babası olarak nitelenmiştir.
Sonraki dönemlerde Zerdüştçüler arasında kötülük problemini açıklama konusunda bazı kesimlerce monist yaklaşımlar tercih edilmeye başlandı. Aslında iyi ve kötü talihin dağıtıcısı olarak kaderin efendisi ve zamanın kaynağı olan ilahi varlık olduğuna inanılan Zürvan’ın, yani zamanın ezeli ve ebedi bir güç olarak her şeyi var ettiği düşüncesinden hareketle iyi ve kötü karşıtlığının metafizik düzlemdeki temsilcileri olarak kabul edilen Ahura Mazda (Ohrmazd) ile Angra Mainyu’nun (Ehrimen’in) Zürvan tarafından yaratılan iki kardeş oldukları ileri sürüldü. Böylelikle Zürvanist monizm, geleneksel Mecusi düalizmi öncesi Zerdüştçüler arasında heretik bir akım olarak ortaya çıktı.
Mecusiliğin dikkat çekici özelliği olarak bilinen Ahura Mazda ile Angra Mainyu düalizmi ise Sasaniler dönemi ve sonrası ortaya çıkmıştır. Her ne kadar daha önceki dönemlerde de düalizmin referansı olabilecek inanç ve düşünceler var idiyse de Mecusi düalizminin sistematize edilmesi bu dönemde olmuştur. Pehlevice Mecusi metni Bundahişn bu düalizme dayalı var oluşu açık bir şekilde anlatır. Buna göre başlangıçtan itibaren iki asli tanrısal varlık vardır. Bunlardan Ohrmazd, kudret ve iyiliklerle çevrili ışık dünyasında yaşıyor; Ehrimen ise karanlıklarla çevrili olan derin çukurlarda kana susamış bir halde yaşıyordu. Her iki tanrısal varlık da kendi alemlerinde bir dizi yaratma eylemi gerçekleştirdiler. Böylelikle Ohrmazd, zamanı, ilahi varlıkların özünü, Ameşa Spenta’yı ve diğer ilahi varlıkları yarattı. Ehrimen de benzer şekilde kendi ruhsal varlığıyla 6 kötü varlığı ve diğer kötü/şeytani varlıkları yarattı. Sonra Ohrmazd dünyayla ilgili olarak göğü, suyu, yeri, bitkileri, sığırı ve insanı yaratırken; Ehrimen canavarları ve benzeri kötü varlıkları yarattı. Görüldüğü gibi bu düalizmde, her ikisi de yaratılmamış olan, bütün iyiliklerin yaratıcı ve sorumlusu bir iyi tanrı ile bütün kötülüklerin yaratıcısı ve sorumlusu bir kötü tanrının varlığı esas alınmakta; bu iki güç ve onlara bağlı Aşa ile Drug arasında çetin bir mücadelenin var olduğu kabul edilmektedir.
Ahura Mazda yaratmayı iki aşamada tamamlamıştır. O, önce her şeyi ruhsal (menog) sonra da maddi (getîk) olarak var etmiştir. Varlıkların maddi olarak ortaya çıkmasıyla iyi-kötü savaşı aktif hale gelmiştir. Öyle ki Mecusi inancına göre, Ehrimen metal alemini yararak su yoluyla yeryüzü dünyasına çıkmış, buradaki bazı bölgeleri çöle çevirmiş, Ahura Mazda tarafından yaratılan ilk insan ile boğayı öldürmüş ve kutsal ateşi duman ile kirletmiştir.
Mecusilikte yeryüzüyle ilgili yaratılış Ahura Mazda’dan südûr eden 7 asli varlıkla da ilişkilendirilir. Bu asli varlıklardan Vohu Manah sığırın, Aşa Vahişta ateşin, Khsatra Vainya metallerin, Spenta Armaiti yeryüzü tabakasının yani toprağın, Ameretat bitkilerin, Haurvatat ise suyun efendisi olarak görülür. Son olarak insanın ise Ahura Mazda’nın ruhsal varlığı olan Spenta Mainyu’nun koruması altında olduğuna inanılır.
İnsanın yaratılışı konusunda Mecusilik, Ahura Mazda’nın önce ilk prototip insan olan Gayomart’ı yarattığını düşünür. Gayomart, Ahura Mazda ile Spendarmat’ın yani yeryüzünün oğlu olarak tanımlanır. Daha sonra öldürülen Gayomart’ın tohumları/zürriyeti yeryüzüne dökülmüş ve bundan Adem’le Havva’ya tekabül eden ilk insan çifti olan Maşye ile Maşyâna doğmuştur
Mecusilikte kozmik zaman tıpkı Sâbiîlik ve Maniheizmde olduğu gibi üç döneme ayrılır. Bunlardan ilk zaman yaratılış dönemini içermektedir. Tanrı yeryüzünü, yeryüzündeki varlıkları, insanı ve yaratıcı iyiliğin sembolü olan boğayı bu dönemde yaratmıştır. İkinci zamanda kötü tanrı Angra Mainyu’nun saldırısı gerçekleşmiş ve ondan kaynaklanan kötülük yeryüzüne karışmıştır. Bu İkinci dönem iyilikle kötülük arasındaki aktif mücadele dönemidir. Bu dönemde insan, Angra Mainyu ve beraberindeki Daevalar ve diğer karanlık güçlere karşı Ahura Mazda’ya Ameşa Spentalara ve diğer iyi güçlere (Yazatalara) yönelerek korunup kurtulabilir. Bu dönemin sonunda iyilikle kötülük arasında son bir savaş yapılacak ve kötü güçler alt edilecektir. Üçüncü ve son dönem ise kötülüğün yok edileceği ve adeta yeniden ilk döneme dönüleceği restorasyon ya da iyilikle kötülüğün birbirinden ayrılma dönemidir. Kötülüğün egemenliğinin ebediyen ortadan kalkacağı bu dönemde insanlar ebediyen mutlak iyilik içinde yaşayacaklardır.
Mecusilikte dünyanın gidişatı, var oluştan kıyamete kadar süre açısından birbirine eşit dört devre ayrılır. Toplam 12.000 yıllık bu dört devirden sonuncusunda Zerdüşt peygamber olarak yeryüzüne gönderilmiştir. Zerdüşt, Gathalarda kendisini Manthra, yani peygamber olarak tanımlamıştır. Aynı nitelemeyi Zerdüşt sonrası yaşayan bazı Mecusi ileri gelenleri de kendileri için yapmışlardır. Dolayısıyla Mecusilikte peygamberliğin Zerdüşt sonrası da devam edeceğine inanılmaktadır. Dördüncü dönem ahir zamana tekabül etmektedir. Bu zamanın sonlarına doğru kurtarıcı Saoşyant gelecektir. Zerdüşt’ün soyundan olan ve bir bakireden doğacağına inanılan Saoşyant’la yeryüzünde iyiliğin egemenliği tekrar tesis edilecektir.
Ölüm sonrası ruh, ilahi aleme, sırasıyla yıldızları, ayı ve güneşi geçerek ulaşmak durumundadır. Ayrıca ruh, dünyada sergilemiş olduğu inançlar ve davranışlar açısından sorgudan geçirilir. Sraoşa, Mitra ve Raşnu tarafından yapılan bu sorgulamada kişinin amelleri bir terazide tartılır. Bu terazi adeta bir köprü gibidir. Şayet kişinin iyilikleri ağır basarsa Çinvat adı verilen bu “ayrışma köprüsü” genişler ve kişi oradan yukarıdaki cennete gider. Ama günahları ağır basarsa o zaman da köprü adeta bir bıçak ağzı gibi daralır ve kişi aşağıdaki cehenneme düşer. Bedeninden ayrılarak cennete giden ruhlar orada güzel bir kız suretindeki kendi eşiyle buluşup birleşir. Zira Mecusi inancına göre yeryüzündeki her canlının ilahi alemde bir sureti ya da eşi vardır. Fravaşi öğretisi olarak da bilinen bu inanca göre, yeryüzündeki maddi varlık geçicidir; aslolan ruhun ilahi alemdeki bedeniyle birleşmesidir. Cehennem bir arınma yeridir; Angra Mainyu tarafından yönetildiğine inanılan bu mekanda arınan ruhlar da sonra cennete gideceklerdir. Zamanın sonunda metal eriyiğinden oluşan bir nehir dünyaya akacak ve herkes bu nehirden geçmek zorunda olacaktır. Bu nehir, iyiler için adeta ılık bir süt gibi olacak kötüleri ise yok edecektir. Nihayet bu nehir cehenneme de dökülecek ve oradaki Angra Mainyu’yu da yok edecektir.
Mecusilikte önemli bir kült objesi olan ateşle ilgili inanışlar ve uygulamalar oldukça önemlidir. Yedinci yaratılışla özdeşleştirilen ve ilahi varlıklardan Aşa Vahişta tarafından korunduğuna inanılan ateş, tanrı tarafından yaratılan saf, temiz ve iyi bir varlık olarak görülür. Bu nedenle erken dönemlerden itibaren ateş Mecusi tapınaklarında önemli bir yer tutar. Özellikle Sasaniler döneminde ortaya çıkan ikonaklazm hareketinde tapınaklardan temizlenen tanrı suretlerinin yerini kutsal ateş almış ve ateşin ibadet esnasında kullanımı yaygınlaşmıştır. Ateş motifi eski İran paralarında da kullanılmıştır. Mecusilikte ateş bir tapınma objesi ya da bir tanrı değildir; tanrısal saflığın, temizliğin ve iyiliğin bir sembolüdür. Bu nedenle Mecusilikte ateşle ilgili temizlik kurallarına riayet etmek oldukça önemlidir. Örneğin ateşe çöp ve benzeri kirli/pis şeyler atılmaz, ateş kirletilmez. Ateşte kullanılan yakıtların temiz ve kuru olmasına özel bir itina gösterilir.
Mecusi tapınaklarında farklı kategoride sınıflanan ateşler de vardır. Bunlardan Ataş Vahram (Bahram) tapınakta 24 saat yakılı tutulan önemli bir kutsal ateştir. Bunun dışında önem açısından daha alt derecede olan çeşitli ateşler de bulunmaktadır. Tapınakta yanan ateş; tapınaktaki özel bir bölmede bir yükselti üzerinde bulunan bir kap (Ataş-dan) içinde bulunur. Kutsal ateşin önünde yapılan dualar esnasında rahipler, nefeslerinin ateşi kirletmemesi amacıyla yüzlerinde peçe benzeri beyaz bir örtü bulundururlar.
TEMEL İBADETLERİ
Mecusiliğin ahlak sistemi özünü “humuta, hukhta, huvarşta” yani iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranış esasına dayalıdır. Beş vakit dua Mecusiliğin günlük ibadetleri arasında oldukça önemlidir. Güneş doğarken, öğlen tepedeyken, öğleden sonra, güneş batarken ve gece olmak üzere bu beş vakitte her Mecusi güneşe, ışığa ya da ateşe dönerek dua okur. Dua öncesi İslâmdaki abdeste benzer bir temizlenme ibadeti yapılır. Bunun için öncelikle yüz, sonra eller ve ayaklar yıkanır; bu arada kutsal kuşak (kutsi) çözülür. Dua esnasında yeniden bu kuşak bağlanır.
Doğum, evlilik ve cenaze törenleri dini olaylar olarak değerlendirilir. Doğum sonrası bebek tapınağa götürülür ve rahip tarafından ağzına kutsal hom suyu verilir. Evlilik (nikah) törenini de rahip yönetir.
Mecusilikte her çocuk 15 yaşına geldiğinde kendisi için bir çeşit dine giriş (inisiyasyon) töreni sayılabilecek bir tören düzenlenir. Navcot olarak adlandırılan bu törende çocuklar dualarla dini elbiseler giyinip, kutsal kuşak Kusti’yi takarlar. Üç kez bele dolanan ve önden ve arkadan bağlanan bu kuşağı erkek ve kadın dindar Mecusiler her zaman bağlarlar.
Mecusilikte yılın çeşitli aylarına dağılmış vaziyette bir dizi kutsal gün ve bayram bulunmaktadır. Yıllık olarak kutlanan 7 büyük bayramdan en önemlisi No Ruz (Nevruz) adı verilen yeni yıl bayramıdır. No Ruz tabiatın dirilişi anısına kutlanan bir çeşit bahar bayramıdır. Güneş takviminin ilk ayı olan Fervardin’in ilk gününde (21 Mart) bahardaki gündüz-gece eşitliği döneminde kutlanmaya başlanan Nevruz efsanevi İran kralı Cemşid’le ya da Zerdüşt’le ilişkili olarak görülür. Nevruz ateşin efendisi Aşa Vahişta’ya atfedilmiştir. Nevruz kutlamalarında sonbaharla birlikte yeryüzünden ayrılan bitkilerin ve suların koruyucusu ilahi varlık Rapitvan’ın ilkbaharda yeniden yeryüzüne dönüşü de kutlanmaktadır. Diğer altı bayram ise genel olarak Gahambar adıyla bilinir. Bu bayramlar Ahura Mazda, Ameşa Spentalar ve onlar tarafından var edilen ya da korunan kutsal yaratıklar adına kutlanır. Bunlardan başka sonbaharda hasat zamanı kutlanan Mehregan (Mihrican) da önemli bir bayramdır. Mecusilikte erken dönemlerden itibaren özel olarak bazı bitki sularından elde edilen ve süt ile karıştırılan Haoma içeceği de önemli bir işleve sahiptir. Kutsal metinlerde Haoma içeceğinin kişiye ölümsüzlük kazandırdığı belirtilir. Zerdüşt kanlı kurbanın yerine Haoma içeceğini ve kişinin ibadetlerine bir şahit olarak da ateş sembolizmini kullanmıştır.
Çok eski dönemlerde ölü gömme adetinin varlığını gösteren işaret bulunmakla birlikte sonraları Mecusilikte tıpkı Tibet Budistlerinde olduğu gibi cesetlerin açıkta bırakılarak etlerin vahşi hayvanlar ve kuşlarca yenilmesi adeti yaygınlaşmıştır. Mecusilerce ruh bedenden ayrıldıktan sonra ceset kirli sayılır ve onu toprağa gömmek, suya atmak ya da ateşte yakmak suretiyle temiz olan toprağı, suyu veya ateşi kirletmesine izin verilmez. Bunun yerine eski dönemlerde ıssız dağ başlarında, yakın zamanlarda ve günümüzde ise Dakhma ya da Sessizlik Kulesi’nde ceset açık alanda taş bloklar üzerine yatırılır ve üzerindeki elbiseler tamamen çıkartılarak açığa bırakılır ve akbabalar gibi vahşi hayvanlarca cesedin yenilerek yalnızca kemikler kalıncaya kadar bu şekilde bırakılır. Mecusilikte cesede yalnızca cenaze taşıyıcıları gibi bazı özel kişiler yaklaşabilir; bu kişilerin de özel bazı arınma ayinlerini yapmaları gerekir.
Mecusilikte temizlik kuralları oldukça önemlidir. Ateşle ve su ile ilgili kurallar oldukça önemlidir. Suyu ya da çeşme, dere veya göl gibi su kaynaklarını kirletmek günah sayılır. Hatta su, kirli ya da pis şeye doğrudan temas ettirilmez. Eski dönemlerde Mecusiler kirli şeyleri temizlemek için üçlü bir metot uygularlardı. Buna göre kirli bir şey önce sığır sidiğiyle yıkanır, ardından da toprak veya kumla silinip kurulanırdı. Ancak bundan sonra o şey su ile yıkanarak durulanırdı. Benzer temizlik kuralları toprak için de geçerlidir. Mecusilikte kan, nefes, tükürük ve benzeri vücuttan çıkan şeyler kirlenme unsuru olarak kabul edilir ve bu bağlamda adet gören kadınlar toplumdan tecrit edilir; hatta bazen bunların normal günlük işlerini yapmaları da yasaklanır. Hindistan Mecusileri dini ayinlerinde kullanılmak üzere kılları tamamıyla beyaz olan bir boğa (varaysa) beslerler. Bu boğa, kesilmek için değil, hom suyunu süzmeye yarayan eleğin yapımında kullanılan kuyruk kılları için beslenir. Ayrıca onlar domuz ve sığır eti yemezler ve tek evlilik yaparlar. Zorunlu olmadıkça boşanmayı uygun görmezler.
Mecusilikte Din Adamları ve Mabet
Mecusilikte çeşitli rahiplik sınıfları var olmuştur. Bunlardan en önemlisi Mecuş ya da Meci denilen rahip grubudur. İran imparatorlukları hakimiyeti altındaki Batı bölgelerinde yerleşik Mecusi kolonilerinde etkin olan Meciler eski Yunan gibi Batı dünyasında Mecusiliğin bu adla adeta özdeşleşmesine neden olmuşlardır. Bunlardan başka rahipler hiyerarşisi içinde Erbad (Herbad), Mobad (Magbad) ve Bagnapad gibi rahip grupları da dikkati çekmektedir. Bunlardan Mobadların ateş tapınaklarındaki baş rahipler oldukları bilinmektedir. Hindistan’da yaşayan Parsiler, rahiplik hiyerarşisinde sıradan rahiplere Mobed, başrahiplere ise Dastûr adı verirler. En yüksek dereceli rahipler ise Dastûrân Dastûr olarak adlandırılır. Diğer taraftan Kadmîler grubu din adamları için Molla ismini kullanırlar. Mecusilikte rahiplik babadan oğula geçen bir sistemle devam ettirilmektedir. Rahiplerin giysileri başa takılan külah benzeri bir başlık, bir elbise, ağzı kapatacak şekilde yüze takılan bir peçe ve bir kuşaktan oluşmaktadır. Bu giysiler beyaz olmak zorundadır; zira temizlik ve saflığı simgeleyen beyaz rahip rengi olarak bilinir. Rahipler cenaze ve evlenme törenleri, inisiyasyon ayinleri ve benzeri törenleri idare ederken bunun karşılığında belirli bir ücret alarak geçimlerini sağlarlar.
Erken dönem Mecusiliğinde tapınmak amacıyla kullanılan kutsal mekanlar ya da sunak yerleri (atlarlar) fazla görülmemektedir. Ancak zamanla özellikle Mecusiliğin toplumda yaygın egemen bir din haline gelmesiyle tapınaklar ve sunak yerleri oluşturulmaya başlanmıştır. Ataşgede adı verilen ve içerisinde kutsal ateşin yakılı olduğu tapınaklar İran’ın dört bir tarafında inşa edilmiştir. Ateş tapınakları genellikle iki bölümden; kutsal ateşin yakılı tutulduğu bir özel kısım ile inananların dini ibadetlerini yerine getirdiği daha büyük bir kısımdan oluşmaktadır. Sasanilerin yıkılışı sonrası ataşgedeler hızla yok olmuştur. Bugün İran, Azerbaycan ve Hindistan’da çeşitli Ataşgedelerin var olduğu bilinmektedir. Parsi tapınağı Dar ı Mihr ya da Agyari olarak adlandırılır. Tapınakta kutsal ateşin bulunduğu mekanı ifade eden Adaran ile törenlerin yapıldığı İzişngâh bulunur. Tapınaklardaki ateşler, kutsiyet derecesine göre 3 grupta toplanır. Bunlardan en kutsalı Ataş Bahram’dır. Bunlar, en yüce ateşler olarak değerlendirilir. Ataş Adaran olarak adlandırılan tapınak ateşi ise ikinci derecede kutsaldır. Ataş Bahram ve Ataş Adaran’a yalnızca rahipler dokunabilirler; sıradan halkın dokunması yasaktır. Son sıradaki ateş ise Ataş Dadgah olarak adlandırılır. Bu ateş, tapınaklar yanı sıra evlerde de tutulabilir Bu her üç ateşle Parsi olmayanların temas kurmalarına ise kesinlikle izin verilmez.
SÂBİÎLİK
Kur’an’ın üç ayetinde (Bakara 62, Maide 67, Hac 17) diğer bazı dini gruplarla birlikte Sâbiîlerden de isim olarak bahsedilir. Ancak bu ayetlerde Sabiilerin kim oldukları, nerede yaşadıkları ve hangi özelliklere sahip oldukları gibi konulara değinilmez. Çeşitli hadis metinlerinde de Sabii teriminin kullanıldığı bilinmektedir. Ancak bu metinler incelendiğinde bu terimin bir cemaat ismi olmaktan öte, “dönek” anlamına bir sıfat olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Sâbiî isminin Kur’an’da kullanılıyor olması bu dini grubun, Kur’an’ın nazil olduğu dönem Arap toplumunca biliniyor olduğuna işaret etmektedir.
Tedvin dönemi olarak adlandırılan dönemde Sâbiîlerin kim olduklarına dair çeşitli spekülasyonların İslâmi eserlerde yer aldığı bilinmektedir. Bunun en önemli nedeni Halife Me’mun döneminin sonlarından itibaren Harranlı yıldız ve gezegen tapıcılarının zimmilik statüsünü devam ettirebilmek amacıyla “es-Sâbiî el-Harranî” ismini adapte etmeleridir. Harranlı politeist ve paganların yaklaşık Miladi 922 yılından itibaren bu şekilde Sâbiî ismini adapte etmeleri, İslâm dünyasında Sâbiîlerin kim oldukları konusunda bir karmaşaya da neden olmuştur. Bu tarih sonrası İbn Nedim ve Biruni gibi çeşitli Müslüman yazarlar Sabiilerin Vasıt (ya da Bataklık) Sâbiîleri ve Harran Sâbiîleri şeklinde ikiye ayrıldıklarını; bunlardan birinci grubun gerçek Sâbiîler olduğunu ve diğer gruptan her anlamda farklı olduklarını belirtmişlerdir. Ancak ilerleyen tarihsel süreçte Harran Sâbiîleri olarak adlandırılan grup içerisinden birçok filozof ve bilim adamı Bağdad ve Basra gibi merkezlerde meşhur olmuş ve bunlar aracılığıyla Harraniler Sâbiî ismi altında hep ön plana çıkmıştır. Bu da doğal olarak Müslüman yazarların eserlerinde onların ön plana çıkmasına neden olmuştur.
Sâbiîler kendi dinlerine mensup olan sıradan cemaat üyelerini Mandayye (Mandenler, bilenler ya da arifler) diye adlandırırken, cemaat içerisinde ilmi ve otoritesiyle ayrıcalıklı yere sahip olan kimselerle atalarını ise Nasurayye (Nasuralar, doğru inancı koruyup gözetenler) olarak adlandırırlar. Bu arada onlarla ilgili kullanılan Sâbiî (Subbâ, Subbî, Sâbiûn) ve Sâbiîlik terimleri, Sâbiîlerin kendilerince kullanılan bir isim olmaktan ziyade, Arap komşularınca nehirde boy abdesti almak ayininden hareketle onlar için kullanılmaktadır. Sabilerce kutsal metin ve ibadet dili olarak kullanılan ve Aramicenin diyalektlerinden biri olan Mandencede bilgi, hikmet anlamına gelen “manda” teriminden türetilen Mandayuta, Sâbiîliği ifade eden ve Sâbiîler arasında yaygın olarak kullanılan bir terimdir. Bu terimden hareketle Batılı araştırıcılar Sabiîliği Mandeizm olarak isimlendirirler. Sami dillerdeki Nasara (İbranca ve Mandence nasara, Akadca nasâru, Arapça nazara, “korudu, gözetti, muhafaza etti”) fiil kökünden gelen Nasaruta ise, Sâbiî literatürü içerisinde erken dönemlere ait metinlerde Sâbiîlik için kullanılan ve Nasuraizm anlamına gelen bir isimdir.
Sâbiîler, genellikle güney Irak’ta Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerle Basra ile Bağdat gibi büyük şehirlerde ve İran’da Karun nehri boyunca yer alan yerleşim birimlerinde yaşarlar. Ayrıca başta İsveç, Danimarka, ABD, Avustralya ve Kanada olmak üzere birçok Batı ülkesinde yaşamlarını sürdüren irili ufaklı Sabii cemaatleri bulunmaktadır. Sabiilerin dünya genelindeki nüfuslarının 80 ila 100 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
TARİHSEL GELİŞİMİ
Her ne kadar Sâbiîler, kendi dinlerinin Hz. Adem’le birlikte başlayan bir “ilk-din” olduğunu iddia etseler de Sâbiîliğin tarihçesi gerçekte günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlar. Sâbiîlik MÖ son iki yüzyıl içerisinde Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut olan heterodoks Yahudi akımları içerisinde filizlenmiştir. Sâbiîler tarafından “büyük bir önder” ve “bir ışık peygamberi” olarak adlandırılan Hz. Yahya da büyük ihtimalle Nasuralar cemaatiyle ilişki içerisindeydi. Hz. İsa’nın çağdaşı olan Yahya, Yahudi toplumunun bir üyesi olarak doğmuştu. Ancak sonradan bir peygamber olarak Yahudiliğe karşı çıkmış ve Kudüs dışında kendi cemaatini kurmuştu. Yahya’nın faaliyetleri resmi Yahudilik taraftarlarını telaşlandırmıştı. Birçok eziyet ve işkenceden sonra Hz. Yahya, başı kesilmek suretiyle idam edildi ve taraftarları sıkı takibat ve katliama tabi tutuldu. Bu katliam olayına Sâbiîler kutsal kitaplarında geniş yer verirler. Ginza’nın ifadesine göre Yahudiler, başta 365 ileri gelen olmak üzere binlerce Nasurayı (Sâbiîlerin atalarını) katlettiler. Katliamdan kurtulanlar ise, zamanın Arsakid kralı himayesinde kuzey Mezopotamya’ya doğru kaçtılar. Sâbiî kutsal kitapları bunların sayısının 60.000 civarında olduğunu vurgular. Bir müddet sonra Nasuralar/Sâbiîler buradan güney Mezopotamya’ya göç ederek buraya yerleştiler. Mecusiliğin İran’da resmi din olarak kabul edildiği MS 3. yy’ın ilk yarısına kadar Sâbiîler bu bölgede altın çağlarını yaşadılar. 7. yy’da Irak’ın Müslümanlarca fethedilmesi üzerine, diğer yöre halkı gibi Sâbiîler de zimmi statüsüyle İslâm hakimiyeti altına girdiler.
Sâbiîler, değişik inanç ve kültür mensubu çeşitli halklarla komşuluk ilişkileri içerisinde yaşadılar. Doğal olarak zamanla bu geleneklerden çeşitli alanlarda etkilendiler. Kendi asli Yahudi kültürleri yanı sıra İran dinlerinden (ölü ile ilgili bazı törenler, ayin yemekleri ve yıldızlarla ilgili çeşitli tasavvurlar konusunda olduğu gibi), Babil-Asur dininden (sihir ve büyü formülleri ve benzeri) ve Hıristiyanlıktan (Pazar gününün kutsallığı gibi) çeşitli unsurları adapte ettiler. Bu arada Filistin’deki katliam ve takibat nedeniyle Yahudilere karşı birçok polemik geliştirdiler ve zamanla Yahudilikten iyice uzaklaştılar.
KUTSAL METİNLERİ
Sâbiîlerin kutsal kitapları yazılı metinler ve sır metinleri şeklinde iki ana grupta toplanabilir. Yazılı metinler de kendi aralarında temel kutsal kitaplar, esoterik (gizli) özelliğe sahip metinler, divan, şerh ve tefsirler, astrolojik metinler ve büyü ve sihir yazmaları şeklinde çeşitli gruplara ayrılabilir. Sâbiî kutsal kitapları arasında en önemli yeri oluşturan temel kitaplar Ginza, Draşya d Yahya ve Kolasta’dır. İki ana kısma (Sağ Ginza ve Sol Ginza) ayrılan ve “hazine” anlamına gelen Ginza yaklaşık 600 sayfadan oluşur. “Adem’in Kitabı” diye de adlandırılan bu kutsal kitap, çeşitli dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası hayat ve benzeri konuları ihtiva eder. Draşya d Yahya (Yahya’nın Öğretileri) ise adından da anlaşılacağı gibi, büyük ölçüde Yahya’yı ve öğretilerini konu alan bir kitaptır. Kolasta (Kolleksiyon ya da Övgü) ise gusül, ayin yemekleri ve benzeri ibadetlerle ilgili dua ve uygulamaları konu alan bir günlük ibadet kitabıdır.
Yalnızca rahipler ve rahip adaylarınca kullanılmasına izin verilen esoterik kitaplar çoğunlukla teolojik konularla çeşitli mitolojik tasavvurları ele almaktadır. Astrolojik metinler ise gelecekle ilgili kehanette bulunma, eksorsizm (kötü ruhları ve cinleri kovma) ve doğum, ölüm, yeni yıl ve evlenme gibi durumlarda ilgili kişinin ve günün ad, saat ve tarihiyle ilgili - ebced hesabına benzer yolla- çeşitli astrolojik hesaplar yaparak ilgili olayları yorumlama konusunda bilgiler veren metinlerdir.
Sâbiîler kutsal kitaplarının, -özellikle temel kitaplarla yalnızca rahiplerin okumalarına izin verilen esoterik metinlerin- yaratılışta yüce Tanrı tarafından ilk insan Adem’e vahy olunduğuna inanırlar. Sâbiî literatürü üzerinde yapılan çalışmalar, bu literatürden en azından bir kısmının MS 2. ya da 3. yüzyılda derlendiğini ortaya koymaktadır.
Kutsal metinlerin yazılı olduğu dil Aramcanın doğu lehçelerinden birisi olan Mandencedir. Günlük hayatta Arapça konuşan Sâbiîler, bu dili anlamadan sadece ibadet dili olarak kullanırlar. Bu dili okuyup yazabilme ayrıcalığı ise yalnızca rahiplere aittir. Bununla birlikte günümüzde Sabiîler – örneğin İran’daki cemaat- kendi dillerini okuma yazma düzeyinde öğrenme/öğretme ve günlük bir dil olarak kullanma konusunda bazı çabalar içerisindedirler. Bu amaçla Mandence eğitim veren bazı okullar kurulmuştur.
TEMEL İNANÇ ESASLARI
Baştan sona Sâbiî öğretilerine metafizik ve içinde yaşanılan evren düzleminde kabul edilen bir düalizm egemendir. Yalnızca ahlaki düzlemde bir düalizmden farklı olan bu anlayış Gnostik Düalizm olarak da nitelenebilir. Bu dualizme göre bir tarafta ışık ve nur alemi, diğer tarafta ise karanlık alemi bulunur. Işık aleminin başında “Yüce Hayat”, “Kudretli Ruh” ve “Yüceliğin Efendisi” gibi isimler de verilen Malka d Nhura (Işık Kralı) bulunur. Işık aleminde yüce varlık Malka d Nhura’nın etrafında sayısız nurani varlık bulunur. Uthria (zenginler) ve Malkia (krallar) diye adlandırılan bu varlıkların görevi, Malka d Nhura’yı takdis ve tesbih etmektir. Işık alemi ve bu alemin varlıkları kötülükten tamamıyla münezzehtirler. Bu alem yokluk, eksiklik, fanilik ve yanlışlık gibi sıfatlardan da tamamıyla uzaktır. Sâbiî kutsal kitaplarında, yönlerden kuzeyde olduğuna inanılan Işık aleminin düzen, varlık ve verimliliği sembolize eden Hayat (Hayye) prensibinden oluştuğu ifade edilir. Böylelikle hayat prensibi bütün Sâbiî teolojisine baştan sona hakimdir.
Düalizmin diğer kanadını oluşturan karanlık alemi de ışık alemi gibi benzer bir yapılanmaya sahiptir. Işık aleminin hayat prensibinden oluşmasına karşılık, karanlık alemi yokluk, eksiklik ve düzensizliği sembolize eden kaos ya da “Kara Su”dan oluşmuştur. Yönlerden güneyde olduğuna inanılan alemin başında zaman zaman Ur ya da “Büyük Canavar” diye de adlandırılan Malka d Hşuka (Karanlık Kralı) bulunur. Malka d Hşuka, karanlık alemindeki sayısız kötü varlığın yaratıcısı ve yayıcısı olarak nitelenir. Birçok olağanüstü nitelik ve güçlere sahip olan bu varlık, kötü ve karanlık vasıfların tümüne sahiptir. Malka d Hşuka’nın etrafında sayısız kötü varlık, devler, şeytanlar, kötü ruhlar, canavarlar ve benzeri varlıklar bulunur. Bu varlıklara ilaveten karanlık alemi içerisinde bir de düşmüş ışık varlıkları vardır. Bunlar kötü varlıklarla işbirliği ya da ezeli bir takdirin (kaderin) bir tezahürü olarak karanlık alemine atılmış varlıklardır. Bunların başında Ruha isimli bir dişi figür gelir. Ruha, özellikle alemin ve insanın yaratılışı mitolojisinde kötü varlıkları harekete geçirmesi konusunda Malka d Hşuka’yı kışkırtan bir varlık olarak nitelenir. Ayrıca ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma aracı varlıklar olan Yuşamin, Abatur ve Ptahil (maddi alem ve insanın yaratıcısı) gibi figürler de karanlık alemine atılmış varlıklar arasındadır.
Karanlık alemi, yapısı gereği kaos ve düzensizlik halinde Kara Su’dan oluşmuştur; hayat ve verimlilik unsurları taşımadığından düzenli hiçbir şey var edemez. Dolayısıyla Karanlık Kralı, ışık alemi varlıklarını ele geçirip tutsak etme planları kurmaktadır. Durumdan haberdar olan Işık Kralı ise buna karşı çeşitli tedbirler almaktadır. Nitekim, ışık elçisi Manda d Hayye’yi özel görevle gizlice karanlık alemine gönderir. Manda d Hayye, yanındaki kutsal silahlarıyla Karanlık Kralı’nı yakalar ve zincire vurur. Ancak sonradan ışık aleminde yaşayan bazı ışık varlıkları, kendilerinin dışındaki alemleri ve varlıkları merak ederek ışık alemiyle karanlık alemi arasındaki perdeleri aralar ve Kara Su’ya (karanlık alemine) bakarlar. İşte onların bu merakı ışık aleminden düşüşün ya da atılışın başlangıcı olur. Işık aleminden atılan varlıklardan her biri sonradan hatalarını anlayıp, tekrar ışık alemine dönmek isterlerse de onların bu isteği ilahi kader gereği kabul edilmez. Ancak maddi alemin (kainatın) varlığına son verildiğinde bunlar günahlarından temizlenerek tekrar ışık alemine kabul edileceklerdir.
Evrenin yaratılışı açısından özellikle Yuşamin, Abatur ve Ptahil’in düşüşleri çok önemlidir. İkinci Hayat, Üçüncü Hayat ve Dördüncü Hayat olarak da adlandırılan bu üç varlık, ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma temas kurma ve aracılık yapma görevini üstlenirler. Bir başka açıdan bu üç varlık, yaratılışla ilgili karanlık alemine düşüşün üç aşamasını oluştururlar. Bir diğer ifadeyle Yuşamin ve Abatur’un durumunda karanlık alemine düşüş tam olarak gerçekleşmez; ancak Ptahil ile düşüş tamamlanmış olur. Ptahil kendisinde bulunan ışık parçacıklarıyla kara sular içinde kendisine ait bir dünya yaratmaya çalışır; ancak bunda başarılı olamaz. Daha önceden karanlık alemine atılmış olan ve Ptahil’in bu çalışmalarını gören Ruha, Karanlık Kralı büyük canavar Ur’la işbirliği yapar, onun zincirlerini çözer ve ikisi birlikte Ptahil’e dost görünerek onu maddi alemi yaratma işinde teşvik ederler. Zira, niyetleri Ptahil’in yaratacağı dünyaya sonradan hakim olmaktır. İlk girişiminde başarılı olamayan Ptahil, Işık Kralı’na yardım etmesi için yalvarır. Bu arada ileriye dönük planlarını gerçekleştirme yönünde dişi figür Ruha ile Karanlık Kralı birleşirler ve bundan kötü varlıklar olan 7 gezegenle 12 burç doğar. Ptahil’in yalvarmaları karşısında Işık Kralı ona hayat nurunu verir ve Ptahil bununla kara sularda dünyayı yaratır. Bu dünyanın maddi yönleri kara sudan, hayat ve verimlilik taşıyan yönleri ise hayat nurundan oluşur. Bu yaratılış tamamlandığında kötü güçler kara suyla birleşen hayat nurunun (ışık varlığının) kaçmaması için bu dünyanın etrafına kendi çocukları olan 7 gezegen ve 12 burcu yerleştirirler. Böylelikle Ptahil’in dünyası tamamıyla gözetim altına alınmış olur.
Demiurg Ptahil, hiç olmazsa dünyada kendisine vekalet edecek bir varlık oluşturmak ister ve insanı yaratmayı planlar. Ancak, kötü güçler yine onu kandırmayı başarırlar ve onunla bu konuda da işbirliği yaparlar. Böylelikle insanın maddi yönünü oluşturan ceset, Ptahil tarafından yaratılır. Ancak bu yaratma işi başarısızlıkla sonuçlanır; zira yaratılan varlık hayat unsurundan yoksun, dolayısıyla cansızdır. Ona can vermek için kötü güçler türlü yollar denerler, fakat bir türlü başarılı olamazlar. Sonunda Ptahil, yüce Işık Tanrısına yalvarır ve kendisine yardım etmesini ister. Bu seslenişe cevap olarak Işık Kralı, insanın ruhunu ışık aleminden yeryüzüne indirir ve bir ışık elçisi (Manda d Hayye) aracılığıyla cansız bedene yerleştirir.
Adem, inanan bir insandır. Zira yüce Tanrı insanı kötü varlıkların eline bırakmamış; ruhun bedene konuluş anından itibaren onu eğitmesi için Manda Hayye’yi ve onu korumaları için de üç ilahi muhafızı (Hibil, Şitil ve Anuş’u) yeryüzüne indirmiştir. Böylelikle ilahi yolu tanıyan ilk insan yüce Işık Kralı’na itaat eden bir varlık haline gelmiştir. Ayrıca Adem’in yeryüzünde yalnız kalmaması amacıyla Havva da yaratılmıştır.
Sâbiîlere göre kurtuluş yalnızca ruh için geçerlidir; zira beden bu süfli dünyaya aittir. Ruhun kurtuluşu ise beden hapishanesinden ve dünyadan kurtulmasına bağlıdır. Kurtuluş için ruhun gerekli olan şeyleri yapması, yani doğru inanç ve ibadetlere bağlanması gerekir. Ancak bu bile kurtuluş için yeterli değildir. Zira Sâbiî düşüncesine göre kurtuluşun tek yolu ilahi kurtarıcı bilgiye (buna manda, yani “hikmet” ya da “kutsal bilgi” denir) sahip olmaktır. Bu bilgi ise kazanılan veya öğrenilen bir bilgi değil, bahşedilen verilen bir bilgidir. Bu kurtarıcı bilgiye sahip olmak için insanın yapması gereken şey, bu bilgiyi alabileceği uygun ortamı hazırlamaktır. İşte bu da doğru iman ve ibadetlerle mümkündür. Doğru inanç ve ibadetleri izleyen bir ruha kurtarıcı bilgi ilahi kurtarıcı (redeemer) tarafından iletilir. Bu bilgiye sahip olan ruh, bu süfli alemden tamamıyla temizlenerek ilahi nur alemine, yüce Işık Kralı’nın katına yükselir. Böylelikle kurtuluş gerçekleşmiş olur.
Sâbiîler, ilk insanın yaratılışından kıyamete kadar dünyanın yaşını 480.000 yıl olarak hesaplarlar. Bu süre 4 döneme ayrılır. Sâbiîlere göre dördüncü dönemin son 2000 yılı, yani Nuh’tan 6000 yıl sonra Kudüs’ün kuruluşuyla başlayarak dünyanın sonuna kadar devam edecek olan süre ahir zamanı temsil eder. Ahir zaman kötülük, zulüm, fitne ve savaşların gittikçe arttığı bir dönemdir. Mehdi Praşay Ziva (“son savaşçı” ya da “son kral”) ortaya çıkar ve yeryüzüne hakim olur. Mehdinin döneminde bütün ahlaki kötülüklere son verilir; savaşlar, fitneler ve zulüm kaybolur. Yeryüzü hayatı sonunda genel bir kıyametin olacağına inanırlar. İnsanlar öldüğünde ruhları dünyayı çevreleyen ve bir bakıma gözetim evi görevini ifa eden 7 gezegenden sırasıyla geçerek Abatur’un terazisine ulaşır ve oradan ışık alemine doğru yükselirler. Ölen kişi eğer inanan bir kimseyse bunun ruhu şimşek hızıyla bu gözetim evlerini geçer ve ışık alemindeki cennete (Mşunai Kuşta’ya) ulaşır. Ancak ölen kişi inanmayan ya da günahkar olan bir kimseyse bunun ruhu bu gözetim evlerinde takılır ve işkenceye tabi tutulur. İşte genel hesapta kıyametle birlikte yeryüzünden kurtarılan günahkar ruhlarla daha önceden yeryüzünden ayrılmakla birlikte günahkarlıkları nedeniyle gözetim evlerinde alıkonup eza ve işkence çeken ruhlar, Abatur’un terazisinde tartılarak yargılanacak ve günahlarını çekmek üzere bir çeşit cehennem olan Suf Denizi’ne atılacaktır. Günahları sona erdiğinde bu ruhlar da tekrar ışık alemine alınacaktır.
TEMEL İBADETLER
Sâbiîler ibadetlerini evlerinde ve belirli durumlarda Mandi adı verilen bir yapının önünde bulunan havuzda ve havuz kenarında yaparlar. Mandi, genellikle bir nehir kenarında kuzeye doğru yapılmış, güney tarafında bir kapı bulunan penceresiz, küçük ve basık bir kulübeden ibarettir. Bu yapının güneyinde nehirden bir kanalla açılan ve diğer bir kanalla nehre tekrar bağlanan küçük bir havuz bulunur.
Sâbiî ibadetleri arasında en önemli olanı boy abdesti ya da vaftizdir. Masbuta, tamaşa ve rişama şeklinde üç çeşit dini yıkanma/temizlenme ayini vardır. Boy abdesti ya da tam vaftiz olarak da adlandırılan masbuta, rahip gözetiminde bir akarsuya dalıp çıkmak şeklinde yapılmaktadır. Bu yıkanma ibadetinin her Sâbiî tarafından haftada en az bir kere Pazar günü yapılması zorunludur. Tamaşa ise dini kirlenmeler sonrası bir Sâbiînin rahibe gereksinim duymaksızın kendi başına nehre üç kez dalıp çıkması şeklinde yaptığı gusüldür. Üçüncü dini yıkanma/temizlenme türü olan rişama ise İslâmdaki normal abdeste benzer bir ibadettir. Dini yıkanma ibadetinin mutlaka bir akarsuda ya da akarsudan açılan kanallarda yapılması gerektiğine inanırlar. Onlar, akarsuları ilahi ışık alemiyle ilişkili olarak görür ve onları Mia d Hayye (hayat suyu) diye adlandırırlar.
Sâbiîlikte ayin yemekleri törenleri de önemli yer tutar. Bunlardan en önemli olanı masiqta adı verilen törendir. Bu tören ölen bir kişinin ruhunun gözetim evlerinden (7 gezegenden) hızla geçerek ışık alemine ulaşması için yapılır. Rahip gözetiminde çeşitli özel yemekler hazırlanır ve bunlar vaftiz, dua ve benzeri ayinler eşliğinde yenilir. Ölüm olayı dışında ata ruhlarını anma, rahipliğe giriş töreni ve mabedin temizlenmesi gibi sebeplerle de ayin yemeği merasimleri düzenlenir. Kuzeye dönerek yapılan günlük dua ayini vardır. Sâbiîler günün belirli saatlerinde (Ginza’ya göre 3 kez gündüz, 2 kez gece) yüce Işık Kralı’na dua ederler. Ayin yemeklerine hazırlık aşamasında güvercin ve koç kurban ederler. Bu kurbanlar ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade ayin yemeği törenlerinin bir parçasıdır. Kurban hayvanı ancak bir rahip tarafından kesilebilir. Rahip kurban sırasında kuzeye döner.
Sâbiî geleneği yılın çeşitli gün ve saatlerini uğursuz (mbattal) olarak adlandırır ve Sâbiîler o zamanlarda iş yapmamaya, dışarı çıkmamaya gayret ederler. Öte yandan belirli günlerde de bayram yaparlar. Bayramlar arasında en önemli olanı bir çeşit bahar bayramı olarak kutladıkları beş günlük Panja ya da Parvania bayramıdır.
Sabii Din Adamları ve Mabet
Sâbiîlikte teorik olarak vücutça kusursuz ve sağlam olan ve soyunda bir zındıklık ya da dinden dönme olayı olmayan herkes rahip olabilir. Ancak pratikte rahiplik babadan oğula geçen bir meslek şeklinde algılanmaktadır. Rahip olacak kişinin evli olması ideal olarak görülen bir durumdur. Rahiplikteki en üst tabakaya “Riş ama” adı verilir. Bu görev yalnızca dini anlamda değil siyasal anlamda da Sâbiî toplumunun liderliğini ifade etmektedir. Ganzibra’lık ise yöresel baş rahiplik görevine tekabül etmektedir. Normal rahiplere Tarmida, yardımcı rahiplere ise Aşganda adı verilmektedir. Sâbiî cemaati içerisinde Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir dine kabul töreni yoktur. Sâbiî bir ailede doğan herkes cemaatin doğal üyesi kabul edilir. Kutsal kitaplarda açık bir ifadeye rastlanmamakla birlikte dışarıdan bir kimsenin (Sâbiî bir anne babadan doğmuş olmayan bir kişinin) Sâbiî olması mümkün değildir. Her Sâbiînin bir dünyalık ismi, bir de gizli dini ismi olmak üzere iki ismi vardır. Dini isimler çocuğun doğumunda rahiplerce çeşitli astrolojik hesaplamalar yapılarak tespit edilir.
YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ
Prof.Dr. Ali ERBAŞ
27 Ocak 2024 Cumartesi
İLMİHAL-14 / NAMAZ-9
BAYRAM NAMAZI
Bayram namazı, biri ramazan bayramında diğeri kurban bayramında olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rek`atlık bir namazdır. Bayram namazı Hanefî mezhebinde, cuma namazının vücûb şartlarını taşıyan kimselere vâciptir. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre müekked sünnet, Hanbelîler'e göre ise farz-ı kifâyedir.
Bayram namazının sıhhat şartları, Hanefîler'e göre, hutbe hariç, cuma namazının sıhhat şartları ile aynıdır. Sadece hutbenin hükmü bakımından aralarında fark vardır. Yani cuma namazında hutbe sıhhat şartı olduğu halde, bayram namazında sünnettir. Yine hutbe cuma namazında namazdan önce, bayram namazında ise namazdan sonra okunur.
Şâfiîler'e göre kadınlar da bayram namazı ile yükümlüdürler. Şu var ki bu namazın cemaatle kılınması şart olmayıp, münferiden de kılınabilir, fakat camide cemaatle kılınması daha faziletlidir.
Bayram namazının diğer namazlardan kılınış bakımından farkı, bunun her rek`atında üçer fazla tekbir olmasıdır. Bu fazla tekbirlere "zâit tekbirler" denir. Bu ilâve tekbirler vâcip olup birinci rek`atta kıraatten önce, ikinci rek`atta kıraatten sonra alınır. Tekbirle birlikte eller kaldırılır ve yanlara bırakılır (ref` ve irsâl). İlk rek`atta iftitah tekbirinden sonra eller bağlanır (itimâd) ve "Sübhâneke" okunur. Bundan sonra imamla birlikte zâit tekbirlere geçilir. İmamın tekbiri diğer tekbirlerde olduğu gibi sesli, cemaatin tekbirleri ise alçak sesle olur. Allahüekber denilerek eller kaldırılır ve yanlara salınır, üç kere "sübhânellah" diyecek kadar beklendikten sonra yeniden tekbir alınır; aynı şekilde eller kaldırılır, yanlara bırakılır ve biraz beklendikten sonra bu rek`attaki zâit tekbirlerin sonuncusu olan üçüncü tekbir alınır ve bu defa eller bağlanır. Cemaat susar, imam gizlice eûzü ve besmele çektikten sonra açıktan okumaya başlar. Fâtiha'dan sonra bir sûre daha okur, rükû ve secdeden sonra ikinci rek`ate kalkılır. İkinci rek`atta imam, Fâtiha ve arkasından bir sûre okuduktan sonra üç defa tekbir alınır ve eller yanlara salıverilir. Dördüncü tekbir rükûa geçiş tekbiri olup bu tekbirle rükûya gidilir ve namaz tamamlanır.
Diğer mezheplerde tekbir sayısı ile ilgili farklı uygulamalar da vardır.
Namazdan sonra imam minbere çıkar ve hiç oturmaksızın hutbe okur. Cuma hutbesindeki hamdü senâya bedel olarak bu hutbede, Allâhü ekber, Allâhü ekber; lâ ilâhe illellâhü vallâhü ekber. Allâhü ekber ve lillâhi'l-hamd der, cemaat bu tekbirlerde imama eşlik eder. İmam, cuma hutbesinde olduğu gibi, hutbeyi iki hutbe yapıp arasını kısa bir oturuşla ayırır.
Bayram namazına giderken yolda tekbir getirilir. Bu tekbirler ramazan bayramında sessiz, kurban bayramında ise açıktan yapılır. Camiye varıldıktan sonra her ikisinde de namaz vaktine kadar hep birlikte tekbir alınır. Camide vaaz ediliyorsa oturup sessizce dinlenir.
Bayram namazının vakti, güneşin doğuşu sırasındaki kerâhet vaktinin çıkmasından sonradır. Bir mazeret sebebiyle bir beldede bayram namazı birinci gün kılınamamışsa, ramazan bayramı 2. gün, kurban bayramı ise 2. gün yine kılınamazsa 3. gün kılınabilir. Ancak bayram namazı özürsüz olarak terkedilmişse artık kılınmaz, kurban bayramı ise kerâhetle birlikte 2. veya 3. gün kılınabilir.
Bayram namazının ilk rek`atına zâit tekbirlerin alınmasından sonra yetişip imama uyan kimse, iftitah tekbirini aldıktan sonra Sübhâneke okumaz, hemen zâit tekbirleri alır. Eğer imam rükûda iken yetişmiş ise bu takdirde, ayakta tekbir alıp imama iktidâ eder ve hemen rükûa gider ve rükû tesbihlerinin yerine zâit tekbirleri ellerini kaldırmaksızın orada yapar. Yetiştiremezse zâit tekbirler ondan düşmüş olur. İmama ikinci rek`atta yetişmiş olan kimse ise imam selâm verdikten sonra, kılamadığı birinci rek`atı kazâ etmek için kalktığında zâit tekbirleri kıraatten sonraya bırakır.
Teşrik Tekbirleri
Peygamberimizin, kurban bayramının arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın 4. günü ikindi namazına kadar, ikindi namazı da dahil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dair rivayetler bulunmaktadır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre arefe günü sabahından bayramın 4. günü ikindi namazına kadar 23 vakit, her farzın selâmından sonra teşrik tekbiri getirmek, kadın erkek ve seferî mukim ayırımı olmaksızın her mükellefe vâciptir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş budur. Teşrik günlerinde kazâya kalan namaz, yine o günlerde kazâ edilirse teşrik tekbirlerini de kazâ etmek gerekir. Bunun dışında teşrik tekbirleri kazâ edilmez.
Ebû Hanîfe'ye göre ise bu tekbirler, kurban bayramının arefe gününden 2.gün ikindi namazına kadar sekiz vakit, cemaatle kılınan farz namazlardan sonra vâciptir. Dolayısıyla bu vâciplik cemaate katılması gerekmeyen seferî ve mukim kişiler için söz konusu değildir.
Teşrik tekbirleri, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre sünnet, Mâlikî mezhebine göre ise menduptur.
Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-13
Ahmed bin Musa
(d.?-ö.878) sistem mühendisliği ve sibernetik ilminin öncülerinden aynı zamanda matematik ve astronomi alanında eserler veren Müslüman bilim adamı.
Hayatı
Babası Musa bin Şakir’dir. Çocukluğundan beri ilimle uğraşmış özellikle mekanik ilmine ilgi duymuştur. Kardeşlerinin ve babasının ilim adamı olması, zamanını ilim öğrenmeyle geçirmesi ve halife Memun tarafından korunması onu ilim sahasında daha da yükseltmiş devrinin büyük matematik ve astronomi bilginlerinden biri olmasını sağlamıştır.
Halife Memun’un astronomu olan Yahya bin Ebu Mansur’dan dersler almıştır. Kardeşleri Muhammed ve Hasanla birlikte yıldızları diğer gök cisimlerini bunların doğuş ve batışlarını inceledi bu incelmelerinin sonucunda yıldızların doğuşu, batışı aynı zamanda onların resimlerini gösteren mükemmel bir cihaz yaptı ve bu görenleri hayrete düşüren bu cihazı Samarra Rasathanesi’nin önüne koydu. Bu cihazı gören İbnı Habban el-Taberi hayretini gizleyememişti. Bu cihaz bakırdan olup su kuvvetiyle çalışmaktaydı ve yıldızların resmini, ismini ayrıntılı bir şekilde hiç kimsenin müdahalesi olmadan gösterebiliyordu.
Ahmed bin Musa astronomi ilminin yanı sıra özellikle mekanik ilmiyle ilgilendi yüzlerce büyüklü küçüklü alet yaptı bu aletlerin içinde otomatik su kapları, kandiller, izafi ağırlık ölçen aletler ve günümüzde hala kullandığımız aletleri tasarlamıştır. Teknik sahada ne kardeşleri ne de başka bir alim ona yetişebilmiştir.
Ahmed bin Musa, kardeşleriyle birlikte Halife Memun tarafından, daha önce Sabit bin Kurra’nın, dünyanın çevresini doğru ölçüp ölçmediğini kontrol etmek için görevlendirilir. Üç kardeş, Sincan’da ve Kûfe’de yaptıkları ölçümler ve hesaplar sonunda, Sabit bin Kurra’nın bulduğu rakamı bulurlar.
Ahmed bin Musa gerek mekanik alanında gerek astronomi alanındaki mükemmel çalışmalarıyla devrinin en büyük bilim adamlarından biri olduğunu göstermiş ve mekanikte çok kıymetli eserler vererek kendisinden sonra gelecek olan Cezeri gibi daha nice alimlere öncülük etmiştir.
Ahmed bin Musa Miladi 878 yılında vefat etmiştir.
Eserleri
Kitabul Hıyel (Sistem mühendisliği ve mekanik alanında yazılmıştır.)
Sabit yıldızlar küresinin dışında dokuzuncu kürenin bulunmadığının geometrik ispatı.
Sanad bin Ali’ye sual.
Kendi kendine müzik yapan aletler
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları
Yazar: Hacı Mahmut Hatun
26 Ocak 2024 Cuma
GAZNELİLER DEVLETİ-2
SULTAN MAHMUD
Mahmud'un Doğumu ve Gençliği
Sebüktegin'in büyük oğlu olan Mahmud 2 Kasım 971 tarihinde doğmuştur. Mahmud'un annesi Zabulietan bölgesinden asil bir adamın kızı idi. Bu sebebten ona Mahmud-ı Zihuli de derlerdi. Mahmud'un çocukluğu hakkında fazla bir bilgi yoktur. Buna rağmen küçük yaştan itibaren bir müslüman şehzadenin öğrenmesi gerekli dini tahsili yaptığı anlaşılıyor. O Kur'an'ı ezbere bilmekte idi. Ayrıca Şeriat ve İslami geleneklere de aşina idi. O daima padişahlara ait haberleri dinlemeyi severdi. Siyasi yönü de ihmal edilmemiş babası Sebüktegin'in Pendname'si ile yetişmişti.
Mahmud daha gençlik yıllarının başında devlet idaresinde görev almaya başlamıştı. Nitekim Sebüktegin Saffariler'den Halef b. Ahmed'den çekindiğinden Sistin bölgesini daha iyi kontrol edebilmek için Büst şehrine çekilmiş ve Gazne'ye genç yaştaki oğlu Mahmud'u vekil olarak bırakmıştı. Mahmud'un Gazne dışında ilk görev aldığı yer Zemindaver vilayeti idi. Bu bakımdan o, bu vilayeti daima sevmiş ve uğurlu saymıştır. Mahmud küçük yaşta babasının yanısıra katıldığı savaşlarda cesaret ve zekasıyla kendisini göstermişti. O savaş alanında bu özelliklerini Gur'a karşı yapılan bir cezalandırma seferinde ortaya koydu. Mahmud daha sonra (986) yılında babasının, Hinduşahi hanedanından Caypal'ın idaresindeki Hind ülkesine yaptığı sefere katılmış ve Lamgan civarında bu hükümdarla yapılan savaşın kazanılmasında, gösterdiği büyük yararlık ile, önemli rol oynamıştı. Bu sırada o tahminen onbeş yaşında idi. Mahmud ile babasının arası (990) yılında bazı dedikodular yüzünden açılmış, hatta onun Gazne kalesinde tutuklanmasına sebeb olmuştu. Ancak bu anlaşmazlık uzun sürmedi, Mahmud birkaç ay sonra hapisten çıkarıldı. Samani Emiri II. Nuh'un yardım istemesi üzerine Mahmud babasıyla beraber, Ebu Ali Simcuri ve Faik'e karşı savaştı. 994 yılındaki bu savaşta Mahmud büyük yararlıklar göstermiş ve zafer, babası ile onun tarafında kalmıştı. Bundan çok memnun kalan Emir II. Nuh, Mahmud'a ve babasına lakablar ve arazi bağışlamıştı. Bu muvaffakiyet Sebüktegin ve Mahmud'un nüfüzlarını artırmış ve ileride gerçekleşecek olan bağımsız Gazneliler Devleti'ne doğru ilk adımı teşkil etmiş idi.
Sultan Mahmud'un Samaniler ile Münasebeti
Sultan Mahmud kardeşi ile taht mücadelesi yaptığı sırada, Samaniler Horasan'ı işgal etmiş, II. Nuh'un ölümü üzerine de yerine oğlu Ebu'l Haris II. Mansur (997-999) geçmişti. Yeni Samani emiri'nin pek uzak görüşlü bir şahıs olmadığı anlaşılıyor. O Mahmud'un ayrılmış olduğu Horasan'a kendi kumandanlarından Begtüzün'ü sipehsalar tayin etti. Begtüzün de bu tayin sonucu Nişabur'a yerleşti. Halbuki o sırada Samani Devleti'nin yaşaması Mahmud'un yardımı ve desteğine bağlıydı.
Sultan Mahmud Gazneliler tahtına çıktıktan sonra Belh şehrine geldi, II. Mansur'a tahttaki değişikliği ve babası gibi tabi olduğu hükümdara hizmet edeceğini bildirmek ve bu sebebten eski ülkesi Horasan'daki haklarının tanınmasını sağlamak için bir adamını elçi olarak Buhara'ya gönderdi. Emir II. Mansur cevabında Mahmud'u tebrik ediyor, Belh, Tırmiz, Herat ve Büst vilayetlerinin Gazne'ye bağlı bulunduğuna dair ferman gönderiyor, ancak Begtüzün'ün idaresine verilmiş bulunan Horasan'ın iadesinin mümkün olmadığını bildiriyordu. Mahmud da elçisiyle gönderdiği cevabda, "Gerek babamın, gerek benim tahtınıza olan hizmetimizin hukuku sabittir. Düşmanların kötülük ve hilesiyle o hukuk kayba uğratılmamalıdır. Ötedenberi Horasan işlerini güzel bir şekilde görmüş ve Horasan sipehsalarlığını hakkıyla yapmış olduğuma güveniniz ortadan kalkmamalıdır." demişti. Ayrıca II. Mansur, Buhara'ya gelen Mahmud'un elçisini kendisine vezir yapmak üzere kandırmış, bu bardağı taşıran son damla olmuştu. Mahmud Horasan'ı barış yoluyla alamayacağını anlayınca kuvvet kullanmaya karar vererek Nişabur'a yürüdü. Begtüzün, Sultan'a karşı koyamayacağını anlayınca Nesi ve Baverd'e çekilerek Buhara'dan yardım istedi. Emir II. Mansur ve Semerkand valisi Faik ona yardıma geldiler ve Serahs civarında ordugah kurdular. Mahmud onların yardıma geldiğini haber alınca II. Mansur ile savaşmadan geri çekildi. Belki de o Samaniler'e son darbeyi vurmak istemiyordu. Ayrıca onun maksadı bu sırada Maveraünnehir'e el atmaya çalışan Karahanlılara fırsat vermemek idi. Bu sebebten Mahmud geri çekilerek durumun gelişmesini bekledi. Begtüzün ise Nişabur'u işgal ettikten sonra öteki kuvvetlerle birleşmek üzere Serahs'a yürüdü. O ve Faik, Emir Il. Mansur'un kendilerinden ziyade Mahmud'a yönelmesinden ve kendilerini ona teslim etmesinden korktular. Bu düşünce sonucu Emir Il. Mansur'u yakalayıp gözlerine mil çektiler (25 Şubat 999). Onun yerine henüz çok küçük yaşta bulunan Il. Abdülmelik b. Nuh'u tahta geçirdiler. Bu durumda Samani Devleti içinde iktidara perde arkasında Türk kumandanlar Faik ve Begtüzün sahib olmuştu.
Artık Mehmud'u savaştan alıkoyacak birşey kalmamıştı. O Faik ve Begtüzün'e karşı, kör edilen emirin intikamcısı olarak, harekete geçti. Faik ve Begtüzün onun yaklaşması üzerine Merv şehrine kaçtılar. Mahmud da onları takip etti ve Merv önünde karargahını kurdu. Burada iki taraf arasında başlayan barış görüşmeleri sonunda eski şartlar üzerine bir anlaşma yapıldı. Mahmud bu anlaşmayla Begtüzün'ün Horasan'da kalmasına razı oluyordu. Belh ve Herat şehirleri de Mahmud'a veriliyordu. Mahmud kan dökülmeden barış yapıldığı için sadaka olarak ikibin dinar para dağıttı. Onun böyle bir barış yapmasında, rakiblerinin Ebu'l-Kasım Simcuri'nin kuvvetleriyle birleşmesinin ve sayıca üstünlüklerinin etkili olduğu anlaşılıyor. Ancak bu anlaşma çok kısa bir süre içinde bozuldu. Mahmud ordusuna hareket emrini verdi, fakat rakiblerinin ordusunda bulunan Ziyariler hanedanından Dara b. Kabus kumandasındaki bir grup askerin bu anlaşmayı kabul etmeyerek Mahmud'un kardeşi Nasr idaresindeki Gazneli ardçı birliklere saldırması savaşın patlamasına sebeb oldu. Mahmud'un ordusunun sağ kanadında onbin atlı ve otuz fil ile kardeşi Nasr bulunmaktaydı. Sol kanatta ise onikibin suvari ve kırk fil vardı. Merkezde ise Sultan Mahmud onbin atlı ve yetmiş fil ile yer almıştı. Gazneli ordusu; Emir Abdülmelik, Begtüzün, Faik ve Ebu'l-Kasım Simcuri'nin birleşik kuvvetlerini 16 Mayıs 999 tarihindeki savaşta mağlup etti. Emir Abdülmelik savaş meydanında ikibin ölü ve ikibinbeşyüz esir bırakarak Buhara'ya çekildi. Begtüzün önce Nişabur'a sonra da Cürcan'a, Ebu'l-Kasım Simcuri ise Kuhistan'a kaçtılar. Sultan Mahmud Tus şehrini kumandanlarından Arslan Cazib'in idaresine bıraktı ve ona Begtüzün'ü takip etmesi için emir verdi. Begtüzün Horasan'da başarısız bir ayaklanmadan sonra bu eyalet hudutları dışına kaçtı. Ebu'l-Kasım Simcuri de Arslan Cazib karşısında tutunamayarak Tabes'e kaçmaya mecbur oldu.
Sultan Mahmud bu suretle Horasan'ı ele geçirdi. O burayı ele geçirmekle zengin ve parlak bir eyaletin sahibi olmuştu, kardeşi Nasr'ı oraya vali tayin etti. Mahmud daha sonra Bağdad'a bir elçi göndererek Abdülmelik'e karşı olan galibiyetini Abbasi Halifesi el-Kadir Billah (991-103l)'a bildirdi . Samaniler tarafından halife olarak tanınmamış bulunan el - Kadir, Mahmud'un elçisini memnuniyetle karşıladı . Halife ayrıca ona hil'at, tac ve bayrak ile birlikte, hakim olduğu ülkelerin fermanını gönderdi . Yine Mahmud 'a "Veli Emir el-Mü'minin" ile "Yemin el-Devle ve Enıln el-Mille" lakablarını verdi (Kasım 999).
Bu sırada Samaniler'in zayıf durumundan yararlanan Karahanlılar'dan Nasr b . Ali, Maveraünnehir bilginlerini kendi tarafına çektikten sonra, mukavemet görmeksizin Buhara'ya girdi (23 Ekim 999). Daha sonra Samani sülalesinin bütün mensuplarını Özkend'e gönderdi. Samani Devleti 'nin ortadan kalkmasıyla Mahmud tam manasıyla bağımsız bir hükümdar niteliğini kazanıyordu. O Halife'nin gönderdiği hil'atleri ve tacı büyük bir merasimle giydi. Bundan sonra da Gazneliler Devleti içinde Halife el-Kadir adına hutbe okundu. Sultan Halife tarafından gönderilen hükümdarlık alametlerini aldıktan sonra "İslam dinine yardım etmek, İslam'ın düşmanlarını söküp atmak amacıyla her yıl gaza için Hindistan'a gitmeyi kendisine farz kıldı."
Sistan Seferi
Saffari hanedanından Halef b. Ahmed, Buğracuk'un idaresi altındaki Puşenc (Buşenc)'i savunmasız bırakarak, İsmail ile mücadelesinde Mahmud'a yardıma gitmesinden yararlanmış ve oğlu Tahir'i göndererek bu vilayeti ve Kuhistan'ı işgal etmişti. Sultan Mahmud tahta çıktığı zaman Buğracuk'a bu şehri geri almak için yardımcı kuvvetler gönderdi . İki taraf arasındaki savaşta Tahir mağlup oldu ve kaçtı. Buğracuk ise zafer kazanmanın yanısıra fazla içkiden de sarhoş olmuştu, buna rağmen ısrarla düşmanı takibe devam etti. Tahir onun bu durumundan yararlanarak geriye dönmüş ve Buğracuk'u tuzağa düşürerek öldürmüştü (998) .
Sultan Mahmud, amcasının ölümüne sebep olmasından dolayı, Halef'i cezalandırmaya karar verdi ve bu maksadla Aralık 999 tarihinde büyük bir ordunun başında Sistan'a yürüdü. Halef, İspehhed kalesine çekilmiş, Mahmud da adı geçen kaleyi kuşatmıştı . Ancak Halef'in yüzbin dinar para ödemeyi ve hutbeyi Mahmud adına okutmayı kabul etmesi üzerine, Sultan barışa razı oldu ve anlaşma yaparak Gazne'ye döndü (1000).
HİND SEFERLERİ
Sultan Mahmud Karahanlılar ile bir anlaşma yapıp kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken yaptığı yemine ve söze de sadık kalarak, Hind seferlerine başlamaya karar verdi. O daha önce de babasıyla Hindistan'a gitmiş, bu ülkenin ne kadar zengin olduğunu görmüştü. Bu bakımdan Mahmud'un Hindistan seferlerinin sebeblerinden birinin bu ülkenin zenginliği olduğu ileri sürülüyor. Aslında en önemli sebeb ise, bu ülkede İslam dinini yaymaktı. Ayrıca boş ve hareketsiz duran büyük bir orduyu çıkarabileceği isyan ve kargaşadan uzak tutmak için çarelerden biri de gaza (din uğruna savaş) idi. Bu bakımdan kalabalık Gazneliler ordusunu hareket halinde tutmak ve gaza yapmak da Hind seferlerinin nedenlerinden birisidir. Halk ve gönüllüler de ganimet getirdiği için bu seferleri desteklemekteydi.
Birinci Hind Seferi
Sultan Mahmud takriben Eylül 1000 tarihinde ilk Hind seferine çıktı. O Kabil'in doğusunda Lamgan bölgesinde Hindliler'in elinde bulunan birkaç kaleyi zabt ettikten sonra Gazne'ye döndü. Mahmud'un bu ilk seferinin fazla önemli olmadığı anlaşılıyor.
İkinci Hind Seferi
Mahmud'un ikinci seferi Vayhand (Vayhind) Racası Caypal'a karşı olmuştur. O hazırlıklarını tamamladıktan sonra Eylül 1001 tarihinde beraberinde onbeşbin atlı olduğu halde Gazne'den harekete geçti ve Peşaver yakınında ordugah kurdu. Bütün Pencab bölgesini ele geçirmiş olan Caypal ise onikibin atlı, otuzbin yaya ve fillerden oluşan ordusuyla Mahmud'un üzerine yürüdü. İki tarafın kuvvetleri 27 Kasım 1001 tarihinde Mahmud'un ordugahı civarında karşılaştılar. Gazneli ordusunun süvari hücumlarını önleyemeyen Hindliler bu savaşta mağlup oldular ve savaş meydanında çok sayıda ölü bırakarak kaçtılar. Fakat Caypal onbeş kadar oğlu, torunu ve büyük kumandanlarıyla esir düştü. Sultan Mahmud'un eline bu savaştan sonra muazzam ganimet geçmişti. Ele geçen onbeş kıymetli taşlarla bezenmiş gerdanlıktan sadece birinin değeri seksenbin dinardı. Caypal elli fil ve ikiyüzellibin dinar fidye karşılığında serbest bırakıldı. Onun bir oğlu ve torunu şartlar yerine getirilinceye kadar rehin tutuldular. Sultan Mahmud, Caypal'ı ezik ve alçalmış bir durumda görsünler diye ülkesine göndermişti, böylece İslam'ın büyüklüğü o bölgelerde yükselmiş olacaktı. Bu zaferden sonra Hinduşahi hanedanının merkezi Vayhand (Und) şehrini zabteden ve geri kalan kış aylarını burada geçiren Sultan Mahmud büyük ganimet ve filler ile muzaffer bir şekilde Gazne'ye döndü. Ayrıca "Gazi" lakabını aldı (Nisan 1002). Caypal ise, o sıradaki Hind geleneklerine göre, müslümanlara esirliği dolayısıyla halkının gözünden düşmüş ve bu nedenle kendisini ateşe atarak intihar etmiştir. Yerine oğlu Anandpal geçti (m. 1002 yılı sonu).
Üçüncü Hind Seferi
Sultan Mahmud, Sistan'da Halef ve ayrıca Samani Devleti'ni yeniden canlandırmaya çalışan bu hanedana mensup şehzade İsmail el-Muntasır'ın işleriyle uğraşıp, çözümledikten sonra üçüncü Hind seferine çıkmıştı (m. Ekim 1004). Mahmud'un bu seferi müslümanlar tarafından Bhatiya denilen (Bhatinda, Multan'ın doğusunda bugünkü Uch) bölgenin Racası Beci Ray (Bacra)'a karşı olmuştu. Sultan ikinci Hind seferi sırasında, daha önce Sebüktegin ile dostane münasebetlerde bulunmuş olan, Beci Ray'ın kendisine yardım edeceğini ummuştu. Mahmud bu düşüncesinde hüsrana uğrayınca onu cezalandırmak için Gazne'den ayrıldı. O barış yapmış olduğu Pencab Racası Anandpal'ın ülkesinden geçmek için Belucistun yolunu takip etti. İndus (Sind) ırmağını Multan bölgesinden geçti ve Bhatiya önüne geldi. Beci Ray, Sultan Mahmud'un ordusuna karşı üç gün şiddetle mukavemet etti, hatta dördüncü gün savaş onun lehine sonuçlanacak gibi gözüktü. Ancak Sultan Mahmud'un Gazne ordusunu, bizzat savaşa katılmasıyla, gayrete getirmesi sonucu Hind ordusunun safları çöktü. Raca etrafı geniş ve derin bir hendekle çevrili kaleye kapandı. Sultan Mahmud kaleyi kuşattı ve çevresindeki hendeğin doldurulmasını emretti. Raca kuşatmaya dayanamıyacağı korkusuyla bir ormana kaçtıysa da saklandığı yer bulundu. Bu durumda çaresiz kalan Raca esir düşmektense intihar etti. Onun ölümü kaledekilerin maneviyatını etkileyerek teslim olmalarına yol açtı. Mahmud'un eline bol miktarda ganimetin yanısıra yüzyirmi fil (başka bir rivayete göre ikiyüzseksen fil) geçti. O bir süre daha orada kalarak Bhatiya Racalığı'nın öteki bölgelerini de itaat altına aldı. Bu bölgede mescidler ve minberler yaptırdı. Ayrıca Sultan oraya dinin farzlarını ve İslam'ın esaslarını öğretmek, helal ve haramı açıklamak için hocalar tayin etti. Mahmud daha sonra Gazne'ye dönüş için yürüyüşe geçti. Ancak o Bhatiya'da çok kalmıştı, bu sebebten dönüş yolculuğunda erken başlayan şiddetli yağmurlar yüzünden zorluklarla karşılaştı. Yağmurlardan Pencab nehirleri taşmış, Gazneli askerlerden bazıları ile ordunun ağırlıklarının bir kısmı İndus nehrinin taşan suları arasında kaybolmuştu. Multan hakimi Ebu'l-Futuh Davud'un, ülkesinden geçerken dostça davranmaması Mahmud'un bu dönüşünü güçleştiren sebebler arasında idi. Sultan tahminen Mayıs 1005'de büyük bir zorlukla Gazne'ye dönebildi.
Dördüncü Hind Seferi
Mahmud'un Hindistan'daki askeri seferlerinin bir gayesi, putperestler ile mücadele etmek ve İslamiyeti yaymak şeklinde olduğu gibi, aynı zamanda sünniliği koruma fikri de bu gaye içinde yer alıyordu. Multan o sıralarda Karmati mezhebinde olan Ebu'l-Futuh Davud'un idaresinde idi. Bu şahsın batıni düşünceleri yaymaya gayret etmesi Mahmud'un oraya bir sefer yapmasına sebeb oldu. Multan hakimi Ebu'l-Futuh Davud'a karşı yapılan bu seferin sebeblerden birisi de tabii ki, bu emirin Sultan Mahmud Bhatiya bölgesinden dönerken Gazneli ordusuna karşı kötü davranışı idi. Sultan Gazne'den Mart · Nisan 1006 tarihinde hareket etti. Sular çok taşkın olduğundan İndus nehrini aşağıdan geçmenin tehlikeli olacağı düşüncesiyle Peşaver'den geçerek Multan'a gitmek istedi. Mahmud hu maksadla da Pencab Racası AnandpaI'ın topraklarından geçiş izni istedi. AnandpaI bunu kabul etmediği gibi Sultan'ın nehirden geçmesini önlemek için Peşaver'e doğru ilerledi. Mahmud bu durum karşısında önce onun üzerine yürümeye mecbur oldu. Anandpal Sultan Mahmud ile yaptığı savaşta yenildi ve Keşmir'e kaçarak canını kurtardı. Sultan ise geçtiği yerleri yağmalayarak Multan üzerine yürüdü. Ebu'l-Futuh şehri terkederek İndus nehri üzerindeki bir adaya kaçtı, fakat şehirdeki birlik kendilerini savunmaya karar vermişti. Bir haftalık bir kuşatmadan sonra Sultan Multan'ı zabt etti ve buradaki Karmatileri cezalandırdı. Ayrıca onlarla her yıl yirmimilyon dirhem (veya bir diğer rivayete göre, yirmibin dirhem} almak şartıyla bir anlaşma yaptı. Sultan Mahmud, Caypal'ın esirliği sırasında müslüman olmuş hultwan ve Nevasa-şuh adıyla meşhur torunu Suhpal'i Multan ve cıvarının valiliğine getirdi, sonra da süratle Gazne'ye döndü. Çünkü Horasan'da yeni bir tehlike görünmüş ve Karahanlı Nasr b. Ali, Sultan Mahmud'un Hindistan'da bulunmasından yararlanarak adı geçen bölgeye girmişti.
Beşinci Hind Seferi
Bu kez Sultan'ın kuzeyde Karahanlılar ile olan mücadelesinden istifade eden Multan valisi Suhpal olmuştu. O, Mahmud'a itaati red etmiş ve tekrar Hindu dinine dönmüştü. Sultan Mahmud bu haberi Ocak 1008 tarihinde aldığı zaman, ana siyasetine karşı ve devletinin geleceğini tehlikeye düşürecek nitelikte gördüğü İslam dinini bırakarak başka bir dini kabul etme (irtidad) olayında ihmal gösteremezdi. O kış mevsiminin şiddetine rağmen derhal Multan'a yürüdü. Mahmud bu şehir önünde gözüktüğü zaman, Suhpal mukavemet etmeye çalıştı ise de yenilmekten kurtulamadı ve akrabası olan Anandpal'ın yanına sığınmaya çalıştı. Fakat Suhpal yakalanarak Sultan'ın huzuruna getirildi. Mahmud dörtyüzhin dirhem para karşılığında onun canını bağışladı ise de, serbest bırakmayarak tutukladı. Bu sırada Karmatiler de tekrar cezalandırıldı. Sultan, Multan havalisinin idaresini kumandanlarından Tegin Hazin'e bıraktıktan sonra Gazne'ye döndü.
Altıncı Hind Seferi
Sultan Mahmud'un bu seferi Caypal'ın oğlu Anandpal'a karşı olmuştur. Anandpal, Sultan'ın Karahanlılar ile savaşı sırasında sadakat göstermiş ve hatta ona yardım dahi teklif etmiştir. Fakat Pencab bölgesinin gittikçe artan İslam baskısı altında bulunması, onu Kuzey-batı Hindistan'daki diğer racalardan yardım istemeye sevk etti. Ucceyn, Kalincar, Gvaliyor, Acmer, Kanavc (Kanuc), Delhi'deki racalar yaklaşan İslam tehlikesini hissederek onunla anlaştılar ve ordu gönderdiler. Bu büyük Hind ordusu Anandpal'ın oğlu Brahmanpal'ın idaresinde idi.
Sultan Mahmud Hindlilcr'in bu hareketini kış ortasında haber aldı, hava şartlarının kötülüğüne rağmen 31 Aralık 1008 tarihinde Gazne'den ayrıldı. O İndus nehrini geçtikten sonra Hintliler ile Vayhand (Und) şehrinin karşısındaki ovada karşılaştı. Hind ordusunda özellikle Keşmir dağlarının aşağı kısımlarından olan Hokar (Kaykar) kabilesinden otuzbin kişi savaşcılığıyla dikkati çekmekteydi. Nitekim savaş sırasında bunlar Gazneli ordusunu güç bir duruma düşürdüler. Ancak cesareti nispetinde ihtiyatlı bir kumandan olan Mahmud aldığı gerekli tedbirlerden sonra muhafız kıtasına yaptırdığı bir çevirme hareketi sonucu savaşı kazandı. Gazneliler'in eline değerli ganimetin yanısıra otuz da fil geçmişti. Bu savaşta Kuzey Hindistan'ın başlıca racalarının kuvvetlerinin toptan ezilmesi ve onların bir daha toparlanamamaları Pencab yolunun Müslüman-Türk orduları bakımından güvenini sağlamış ve Sultan Mahmud'un bundan sonra her yerde Hinduları ciddi bir mukavemet görmeden itaat altına almasını temin etmiştir.
Sultan Mahmud savaş alanından kaçanları, içinde meşhur bir tapınağın bulunduğu sarp Nagarkot (Bhim Nagar) kalesine kadar takip etti. Gazneli ordusu üç günlük bir kuşatmadan sonra bu kaleyi de aldı (1009). Buradan ele geçen ganimet son derecede fazla idi. Bunlar arasında yetmişmilyon dirhem para (veya yediyüzbin dinar), yetmişbin men ağırlığında altın ve gümüş külçeler, mücevherat, kumaşlar ve çok süslü bir taht bulunmakta idi. Sultan Mahmud bu kaleyi kendi adamlarının idaresine bıraktıktan sonra Gazne'ye döndü. Başkent Gazne'de ele geçirilen bu hazineler halka gösterildi (m. Ağustos 1009). Bu ganimetleri seyredenler arasında o sırada Gazne'de bulunan Karahanlı elçileri de vardı. Bu seferde sağlanılmış olan başarılar gerek İslam, gerekse Hind dünyasında Sultan Mahmud'un ününü olağan üstü yükseltmişti.
Yedinci Hind Seferi
Sultan Mahmud Nagarkot'dan dönüşünden kısa bir müddet sonra Ekim 1009 tarihinde büyük bir ticaret merkezi olan Narayan (Narayanpfu)'a karşı yürüdü. Buranın Racası mukavemete teşebbüs etti ise de, bunda başarılı olamadı. Gazneliler ordusu şehri ele geçirerek yağmaladı. Sultan Mahmud ise daha sonra Gazne'ye döndü. Narayan Racası Gazneliler ordusuna karşı koyamayacağını anlamış, bir müddet sonra Sultan Mahmud'a elçiler göndererek barış istemişti. Raca bu barış karşılığı; yıllık vergi, elli fil ve her yıl ikibin Hintli askeri hizmete göndermeyi teklif ediyordu. Sultan Mahmud'un da bu teklife evet demesiyle iki taraf anlaştılar. Bu barış Horasan ile Hindistan arasındaki yolların tüccarlar için açılmasına ve ticaretin hız kazanmasına sebeb olmuştu.
Sekizinci Hind Seferi
Sultan Mahmud 1006 yılındaki dördüncü Hind seferinde Multan eyaletinin uzak bölgelerini, Karahanlılar'ın Horasan'a hücum etmeleri sebebiyle, tam olarak itaat altına alamamıştı. O bu yarım kalan fetih hareketini tamamlamak için Ekim 1010 tarihinde sekizinci Hind seferine çıktı Sultan Multan seferinde hiçbir zorlukla karşılaşmayarak bu bölgeyi bütünüyle itaat altına aldı. Buradaki Karmatiler'e ağır bir darbe indirildi, onlardan birçoğu öldürüldü veya tutuklandı. Sultan Mahmud, muhtemelen orada karışıklıklar çıkaran ve bu yüzden hareketlerini daima şüphe ile izlemekte olduğu Ebu'l· Futuh Davud'u yakaladı ve beraberinde Gazne'ye getirdi. Davud daha sonra Gurek kalesine hapsedildi ve orada öldü.
Dokuzuncu Hind Seferi
Sultan Mahmud, Nandana (Naradin, bugünkü Salt Range bölgesinde) 'ya karşı dokuzuncu Hind seferini yaptı. Buranın racası Triloçanpal idi. Fakat esas idareye hakim olan onun oğlu Nidar (Korkusuz) Bhimpal faal bir siyaset ile Sultan Mahmud'a tabi olmayı reddetmişti. Sultan Kasım 1013 tarihinde, Gazne'den bu baba oğula karşı harekete geçti. Ancak o şiddetli kış yüzünden geri dönmek zorunda kaldı. Mahmud ertesi ilkbaharda (Mart 1014) iyi hazırlanmış bir orduyla tekrar Nandana'ya yürüdü.
Triloçanpal, Sultan Mahmud'un harekete geçtiğini haber aldığı zaman Nandana kalesinin idaresini oğlu Uhimpal'a bırakarak yardım istemek üzere Keşmir Racası'nın yanına gitti. Uhimpal ise Gazneliler ordusuna karşı yüksek ve aşılması zor iki dağ arasındaki bir boğazda mevzilendi. Ayrıca boğazın girişini fillerle kapattı. Sultan bu yere karşı, öncelikle bu şartlara uygun savaşı iyi bilen, Deylemli ve Afganlı dağlıları kullandı. Birkaç gün savaştan sonra Sultan Mahmud, Hindlileri boğazdan dışarıya ovaya çekmeye muvaffak oldu. Uhimpal'ın fillerle desteklenen hücumları Gazneli ordusu karşısında başarısız kaldı. Gazneli ordusu bu fillerin gözlerini ve hortumlarını öldürücü ok yağmuruna tuttular ve onları geri dönmeye zorladılar. Daha sonra Sultan, Uhimpal üzerine şiddetli bir hücum emrini verdi. Bu hücum sonunda bozulan Hind ordusu Nandana kalesi'ne çekildi. Gazneli ordusu bu kaleyi kuşattı, kalenin duvarları altında kazılan lağımlar ve özellikle keskin Türkmen nişancılarının okları karşısında kaledekiler direnmenin faydasızlığını anlayarak kayıtsız şartsız teslim oldular. Sultan Mahmud kaleye girdi ve sayısız ganimet ile birçok fil ele geçirdi.
Sultan daha sonra Triloçanpal'ın çekildiği Keşmir'e doğru ilerledi. Bu sırada Triloçanpal Chelum'un kuzeyindeki vadide ordugah kurmuştu. Keşmir kuvvetleri kumandanı Tunga'nın Gazneli keşif kuvvetlerine karşı kazandığı kolay galibiyetten dolayı sevinci pek kısa sürmüştü. Ertesi gün bizzat Sultan Mahmud'un yönettiği Gazneli ordusu önünden Tunga canını kurtarabilmek için kaçmaktan başka çare bulamamıştı. Triloçanpal ise dağılan kuvvetlerini toplamış ve hiç olmazsa servetini koruyabilmek için bir kere daha talihini denemişse de, Sultan'a yenilmekten kurtulamamıştır. Mahmud'un bu zaferinin Hindistan'daki yankıları büyük oldu ve en uzak yerlere kadar yayıldı. Bu ülkelerin sakinlerinden bir kısmı İslam dinini kabul ettiler. Sultan onlara İslam dininin esaslarını öğretmeleri için hocalar tayin etmiş ve camiler yapılması için de emir vermiştir. Mahmud, kumandanlarından Sarıg'ı Nandana'ya muhafız bırakarak Temmuz · Ağustos 1014 tarihinde Gazne'ye döndü. O Gazne'ye döndüğü zaman Abbasi halifesi el-Kadir tarafından kendisine "Nizameddin" lakabı verildi.
Onuncu Hind Seferi
Sultan Mahmud Hindistan'daki en önemli seferlerinden birisini Delhi'nin 150 km. kadar kuzeyinde bulunan Thanesar şehrine yapmıştır. Hindlilerce mukaddes tanınan hu şehirde birçok tapınak ve putlar vardı. Bu putlar arasında en meşhuru Çakrasvami adında büyük bir put idi. Ayrıca Thanesar Racası da müslümanlara karşı direnmekteydi. Sultan Mahmud hem o putu kırarak Hinduların maneviyatını sarsmak, hem de bu şehirde bulunan hazine ve filleri ele geçirmek için Ekim · Kasım 1014'de Thanesar üzerine yürüdü. Anandpal'ın oğlu Triloçanpal mukaddes putu korumak maksadıyla Sultan'a bu seferden vazgeçmesi için elli fil teklif etti. Ancak hu teklif Mahmud tarafından reddedildi. Öte taraftan Dera hakimi Raca Ram da büyük bir orduyla ilerleyerek, Sultan'ın Sutlec nehrinden geçmesine engel olmak istedi. Raca nehir boyunca ordusunun arkasını bir tepeye vermiş ve önünü bir sıra fil ile koruyarak sağlam bir yer tutmuştu. Ancak Raca Ram, nehir kenarındaki bu sağlam yerine rağmen Mahmud'un şiddetli hücumları karşısında mağlup oldu ve arkasında filler dahil bütün değerli eşyaların bırakarak kaçtı. Sultan bundan sonra Thanesar'a doğru ilerledi. Buranın Racası Sultan'ın yaklaşması üzerine şehri terk etmişti. Sultan herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan Thanesar şehrine girdi, ordusuna yağma için izin verdi. Thanesar'daki putlar kırıldı, ancak en meşhuru olan Çakrasvami Gazne'ye götürülerek halka gösterildi. Sultan Mahmud Gazne'ye Mart 1015 tarihinde döndü.
Onbirinci Hind Seferi
Sultan Mahmud, 1015 tarihinde Gul dağlarına yaptığı bir seferden sonra, aynı yıl sonlarında yine Hindistan'a gitti. O Nandana seferinde Triloçanpal'a yardım etmiş bulunan Keşmir Racası'nı cezalandırmak istiyordu. Mahmud Keşmir yolu üzerinde önce zaptedilmez olarak meşhur Lokhot (bugünkü Loharin) kalesini kuşattı. Ancak Gazneli ordusu şiddetli kış yüzünden bir ay sonra kuşatmayı kaldırmak ve çekilmek zorunda kaldı. Dönüş yolculuğu Sultan için çok yorucu ve zahmetli oldu, ayrıca ordusu da kötü hava şartları nedeniyle ağır kayba uğradı. Mahmud kışın geri kalan kısmını Pencab'da geçirdikten sonra Mart 1016 tarihinde Gazne'ye döndü.
Onikinci Hind Seferi
Sultan Mahmud Harezm işini çözümledikten sonra Karahanlılar'ın da birbirleriyle mücadele etmelerinden yararlanarak yeniden Hindistan üzerine yürüdü. Onun bu seferi zengin ve bayındır bir ülke olan Kanavc'a karşı idi. Sultan bu sefer için 27 Eylül 1018 tarihinde Gazne'den ayrıldı. O Büst'de bulunduğu sırada Türkistan'dan gelen yirmibin kişilik bir gönüllü grubunun katılmasıyla ordusu daha da kalabalıklaştı. Hind dünyası Sultan Mahmud'dan o kadar yılmıştı ki, onun şöhreti kendisinden önce gitmekte ve birçok yerde fetihlerin daha kolay olmasını sağlamaktaydı. Nitekim bu seferinde de ona karşı önemli bir direnme olmamış ve başarılar birbirini takip etmiştir. Keşmir'de Kilincar Racası Mahmud'un hizmetine girmiş ve ona kılavuzluk yapmıştır. Sultan Mahmud Cumne nehrini geçtikten sonra, Agra'nın 170 km. kadar doğusunda bulunan Sirsava kalesini kuşattı. Buranın Racası kaçmayı, şehri savunan birlik ise teslim olmayı tercih etmişti. Burada Gazneli ordusunun eline geçen ganimet otuz fil ile birmilyon dirhem paradan oluşmaktaydı. Sultan Mahmud daha sonra Baran (veya bugünkü Bulendşehr)'a yürüdü. Baran Racası Hardat itaatini bildirdi ve onunla beraber onbin taraftarı İslam dinini kabul ettiler. Cumne nehri kenarındaki Mahaban kalesi Racası Kulçend (Kul Çandra) ise, Gazneli ordusu karşısında çok sık bir ormanda mevkii almıştı. Sultan Mahmud'un öncü kuvvetleri onu mağlup ederek kaçmaya zorladılar. Hind askerlerinden bir kısmı bu kaçış sırasında nehirde boğuldu. Kulçend, esir olmaktansa ölümü seçti, önce karısını öldürdü, sonra da intihar etti. Sultan Mahmud böylece Cumne ile Ganj nehirleri arasındaki memleketleri zabt ettikten sonra, Delhi ile Agra yolunun ortasında bir yerde bulunan Mathura (Muttra) şehri üzerine yürüdü. Burası mukaddes Hind şehirlerinden idi. Delhi Racası Biciyapal'a ait olan bu şehir iyi tahkim edilmiş ve etrafı taş surlarla çevrilmişti. Sultan'ın yaklaşması üzerine Mathura'daki garnizon direnmeden teslim oldu. Şehirdeki tapınaklar, içlerindeki değerli eşyalar alındıktan sonra yakıldı. Ele geçen ganimetlerin içinde beş tane altından ve mücevherler ile süslü put vardı. Sultan Mahmud, ordusunun büyük kısmını Mathura'da bırakarak, asıl hedefi olan Kanavc şehrine yürüdü ve 20 Aralık 1018'de oraya ulaştı. Onun Kanavc'a yaklaştığını duyan Rica Racyapal Ganj nehrini geçerek Bari'ye kaçmıştı. Sultan bir günde Kanavc kalesini aldı. Buradaki hazinelere de el koyuldu.
Sultan Mahmud Kanavc'ı zabt ettikten sonra dönüş için yürüyüşe geçti. Bu dönüş sırasında Gazneli ordusu etrafındaki bazı kaleleri de ele geçirdi. Öte taraftan Şarva Racası Candar Ray mukavemet için hazırlıklara başladı. Fakat Sultan'ın yaklaşması üzerine damadı Bhimpil'in tavsiyesiyle direnmekten vazgeçerek dağlara doğru kaçtı. Sultan onu takip etti ve 6 Ocak 1019 tarihinde yetişti. İki taraf arasında yapılan savaşta Candar Ray cesaretle döğüştü ise de galip gelen yine Sultan Mahmud olmuştu. Candar Ray'ın ordugahı yağmalandı ve Gazne ordusu filler de dahil olmak üzere büyük ganimet ele geçirdi. Sultan Mahmud bu seferden rivayete göre tahminen üçmilyon dirhem para, ellibeşbin esir ve üçyüzelli fil ganimet ile Gazne'ye geri döndü. Bu başarı, onun şöhretini İslam ve Hind dünyasında bir kat daha artırmıştı. Gazne'nin ünlü Ulu Cami Kanavc'dan alınan ganimetler ile yapılmıştır.
Onüçüncü Hind Seferi
Sultan Mahmud Kanavc seferinden döndükten sonra Kalincar Racası Ganda, Kanavc'ı müslümanlara bırakıp kaçtığından dolayı Racyapal'ı ayıplamıştı. Ganda bununla da yetinmemiş, komşu racalar ile birleşerek Racyapal'ı mağlup etmişti. Racyapal savaş meydanında öldü ve yerine oğlu geçti. Bu başarıyla şöhreti artan Ganda, Anandpal'ın oğlu Triloçanpal'a eski ülkesi Pencab'ı geri almak için yardım etmeye söz verdi.
Sultan Mahmud bu olayları haber aldığı zaman, 1019 yılı sonbaharında zorunlu bir yürüyüş ile Hindistan'a girdi. Onun bu onüçüncü Hind seferinde gayesi Ganda ve müttefiklerini itaat altına almaktı. Sultan'ın harekete geçtiğini duyan Triloçanpal güneye doğru yürüyerek Ganda ile birleşmek istedi. Mahmud önce Triloçanpal'ın Ganda kuvvetleriyle birleşmesini önlemeye çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Sultan, onu Ramganga (veya Ruhut) ırmağı kıyısında yakaladı. Ancak Triloçanpal'ın gayesi, gündüz Türk ordusunun suyu geçmesini önlemek ve gece de karanlıktan yararlanarak çekilmekti. Bu durumu anlayan Mahmud Saray gulamlarına: Tulumlar üzerinde suyu kim geçer diye sordu. Derhal sekiz gulam ayrıldı, bunlar tulumları şişirdiler, arkalarına bağlayarak kendilerini suya attılar. Triloçanpal kulların suya atıldıklarını görünce onların işini bitirmek için zırhlı beş fil ile birtakım insanları gönderdi. Gulamlar gelen insanları da yere serdi. Böylece sekiz kişinin tulum ile ırmağı geçmesi, karşılarına gelen filleri, insanları okla öldürmeleri mucize kabilindedir. Gulamların halini görünce Sultan'ın ağzından şu söz çıktı: Her kim yüzüp geçebilirse geçsin, bütün ömründe rahat etmek isteyen bu sıkıntıya katlansın. Sultan'ın bu güzel ve tatlı sözünü işitenler hep birden nehri geçmeye başladılar. Kimisi tulum ile, kimisi atının yelesine yapışarak geçti. Geçenler ırmağın öbür kıyısına atladılar "Allahü Ekber" sesini göklere çıkardılar, düşmana daldılar, düşman bozuldu, bir kısmı kılıçtan geçti, bir kısmı tutsak oldu. " Bu savaş sonucu Gazneli kuvvetlerinin eline bol ganimet ve ikiyüz kadar fil geçmişti. Triloçanpal ise savaşta yaralanmış ve kaçmaya çalışırken adamlar tarafından öldürülmüştü (Ekim 1019).
Sultan daha sonra Kanavc ve Bari racası olan Triloçanpal üzerine yürüdü. Bu Raca ve Bari şehri halkı kurtuluşu kaçmakta buldular. Sultan boş bırakılan bu şehrin yerle bir edilmesini emretti. Öte taraftan müttefiklerin reisi Kalincar Racası Ganda rivayete göre; yüzkırkbeşbin yaya, otuzbeş bin atlı ve altıyüzkırk filden oluşan ordusuyla Sultan Mahmud'un kuvvetlerine doğru ilerledi. İki taraf karşılaştığı zaman, Sultan Mahmud önce ordusunu teftiş etmiş ve yeniden düzenledikten sonra da Ganda'ya İslam dinini kabul etmesi için bir elçi göndermişti. Ancak iki ordu tam manasıyla savaşa girmeden önce, gece yapılan bir öncü çatışmasını Gazneli öncülerin kazanması Ganda'nın ürkmesine ve gece karanlığında kaçmasına sebeb oldu. Sultan Mahmud bu durumu bilmediği için ertesi sabah Ganda'ya tekrar bir elçi gönderdi. Bu elçi düşman ordusunun çekilmiş ve ordugahın boş olduğunu görünce durumu Sultan'a bildirdi. Mahmud bunun bir tuzak olmadığını tespit ettirdikten sonra askerlerine düşman ordugahını yağmalamaları için izin verdi, sonra da kaçan düşmanı takip ettirdi. Gazneli ordusu kaçanlardan pek çok kişiyi öldürdü veya esir aldı. Ganda'nın beşyüzseksen fili Gazneliler'in eline geçti. Fakat Ganda kaçmayı başarmıştı. Sultan Mahmud daha sonra Gazne'ye döndü.
Ondördüncü Hind Seferi
Sultan Mahmud ondördüncü Hind seferini daha önce ele geçiremediği Keşmir üzerine yaptı. O Gazne'den Eylül · Ekim 1021 tarihinde ayrıldı. Fakat bundan önceki Keşmir seferinde olduğu gibi Lohkot kalesinin zabtı bu kez de mümkün olmadı. Sultan Mahmud bir aylık bir kuşatmadan sonra kışın şiddetle bastırması sebebiyle bu kaleden kuşatmayı kaldırmak ve çekilmek zorunda kalmıştır. Bu suretle Mahmud'un Keşmir'i zabt etmek fikri başarısızlık ile sona ermiş oluyordu. Sultan kış aylarını Pencab'da geçirerek, bahar başlangıcında Gazne'ye döndü (Mart · Nisan 1022).
Onheşinci Hind Seferi
Onüçüncü Hind seferi sırasında Kalincar Racası Ganda mağlup edilmiş ise de, kesin olarak itaat altına alınamamıştı. Bu sebebten Sultan Mahmud m. 1022 yılında Ganda'ya karşı harekete geçti ve önce ona bağlı olan Gvalior racası Arcan'ın üzerine yürüdü. Gvalior (Gwalior) kayalar üzerine inşa edilmiş, zaptedilmesi güç bir kale idi. Mahmud burayı kuşatmış, fakat Gazneli ordusunun kaleye ilk hücumu hiçbir sonuç vermemişti. Kuşatmanın dördüncü günü direnmenin faydasızlığını anlayan Gvalior Racası, Sultan'a tabi olmak ve otuzbeş fil vermek şartıyla barış teklifinde bulundu. Sultan onun bu teklifini kabuI etti. Böylece iki taraf anlaşmış ve Arcan da Mahmud'a tabi olmuştu.
Sultan, Gvalior'dan sonra Kalincar üzerine yürüdü. Bu şehir de çok sarp kayalar üzerine inşa edilmişti. Rivayete göre; içinde beşyüzbin insan, yirmibin hayvan ve beşyüz fil barınabilmekteydi. Sultan Mahmud bu kaleyi kuşattı ve diğer yerlerle olan bağlantılarını kesti. Gazneli ordusunun şiddetli hücumlarından korkan ve karşı koyamayacağını anlayan Ganda barış teklif etmeye karar verdi. O böylece üç yıl önce hain diyerek savaştığı ve öldürttüğü Kanavc racası Racyapal'ın durumuna düşmüş oluyordu. Neticede yıllık haraç, hediyeler ve üçyüz fil karşılığında barış istedi. Sultan bu şartları kabul ederek kuşatmayı kaldırdı. Takdim edilen hediyelerden biri de Kumru'ya benzer bir kuştu. Kuşun özelliklerinden biri de zehirli bir yemek getirildiğinde gözlerinden yaşlar boşanması ve akan yaşların taş haline gelmesiydi. Bu taşlar büyük yaralara sürülüp üzerine konulduğunda yaranın kaynaması ve iyileşmesini sağlıyordu Ganda ayrıca Mahmud'u öven bir şiir yazarak göndermişti. Sultan bu şiiri çok beğendi ve Ganda'ya onbeş kalenin idaresini kendisinde bırakan bir ferman verdi. Mahmud daha sonra m. Mart · Nisan 1023'de Gazne'ye döndü.
Onaltıncı Hind Seferi
Sultan Mahmud'un Hindistan'a yaptığı en önemli ve meşhur seferlerden birisi, onaltıncısı olan Somnat (Sumnat) seferidir. Somnat, Hindistan'ın batı sahilinde Kathiavar yarımadasında bir şehirdi. Bu şehirde kendisine tapılan Siva'ya ait meşhur ve kutsal bir putla, bir tapınak bulunmakta idi. Bu sebebten Hintliler Somnat şehrine saygı göstermekteydiler. Bu tapınağa onbin köy vakfedilmiş olup, ayrıca bin Brahman, üçyüzelli erkek ilahici ve beşyüz kadın dansçı hizmet etmekteydiler. Orayı ziyarete gelen binlerce insan en kıymetli mücevherlerini bu meşhur puta sunarlardı. Hindlilerin inanışına göre Somnat'daki put Hind ülkelerindeki öteki putların en kudretlisi idi. O ana kadar Sultan Mahmud'un feth ettiği yerdeki putların ve tapınakların karşılaştıkları kötü son, onların Somnat putuna karşı gösterdikleri saygısızlık yüzünden olmuştu.
Sultan Mahmud bunu işittiği zaman, kendisini oraya gitmeye çeken zengin ganimetten başka, bu sahte inançla beraber o meşhur putu da yıkmaya karar verdi. Bu sayede Hindliler arasında İslam dininin yayılması hareketi de çabuklaşmış olacaktı. Sultan Mahmud otuzbin atlı ve yüzlerce gönüllüden oluşan ordusuyla 18 Ekim 1025 tarihinde Gazne'den harekete geçti ve yirmibir gün sonra tahminen 9 Kasım'da Multan'a ulaştı. Burada ordusunun geçeceği Büyük Tar (Thar) çölü için hazırlıklarda bulundu. Gazneli askerlere yol hazırlığı yapmaları için ellibin dinar para dağıttı. Her askere yiyecek ve suyunu taşıması için ikişer deve verildi. Mahmud ayrıca yirmibin deveye bu korkunç çölden rahatlıkla geçebilmek için su yükledi. Bu sebeble Gazneli Mahmud'un bir sefer için ordusunun en büyük ihtiyacı olan ikmale ne kadar önem verdiği hususu da ortaya çıkmaktadır. Sultan Mahmud 26 Kasım'da Multan'dan ayrılarak meçhul ve korkunç çöle girdi. Tar Çölünde önemli ilk durak Lodorva kalesi idi, Gazneli ordusu bu kaleyi aldıktan sonra ilerlemeye devam etti. Bir aylık bir yürüyüşten sonra çöl geçildi. Aralık ayı'nın sonunda Gazneli ordusu Anhalvara şehrine ulaştı. Buranın hakimi şehirden kaçtı. Sultan burada su ve yiyecek ihtiyacını tazeledi, sonra da güneye doğru yürüdü. Hindliler onu durdurmak için Mundher (veya Mudhera)'da yirmibin kişiyle hücum ettilerse de, mağlup olmaktan kurtulamadılar. Una yakınındaki Delvada halkı ise Sultan'a hiçbir direnme göstermeden itaat ettiler. Nihayet 6 Ocak 1026 tarihinde Sultan ve ordusu Somnat'a ulaştılar. Şehrin hakimi karşı koymaktansa bir adaya kaçmayı tercih etti. Somnat şehri Gazneli ordusu tarafından kuşatıldı. Kaledeki garnizon, Brahmanlar ve gönüllüler tarafından takviye edilmişti. Bunlar, Sultan Mahmud'un ordusuna karşı cesaretle direndiler. Gazneli ordusunun 7 Ocak 1026 Cuma gününe rastlayan ilk hücumu sırasında Türkmenler'in ok atmalarındaki ustalık etkisi göstermiş ve şehir duvarları Gazneliler tarafından ele geçirilmişti. Fakat Hindliler meşhur putun bulunduğu tapınağa girip dua ettikten sonra son bir gayretle saldırmışlar ve Gazneli ordusunun ele geçirdiği yerleri tekrar geri almışlardı. Ertesi Cumartesi sabahı (8 Ocak), Gazneli ordusu büyük bir istekle hücumu tazeledi. Hindliler'in onları önlemek için gösterdikleri çaba boşa gitmiş, Gazneli ordusu o gün Somnat kalesini zabt etmişti. Hintliler'in ne bol para va'd ederek Sultan Mahmud'u tahribten vazgeçirmek istemeleri, ne de puta yalvarmaları fayda sağlamadı. Sultan tapınağa girdi ve müezzine tapınağın üzerine çıkmasını ve ezan okumasını emretti. Tapınaktaki putların hepsini kırıp yaktıktan sonra yok ettiler. O taştan büyük putu yerinden sökerek dört parçaya ayırdılar. Bu parçalardan ikisi Gazne'de Ulu Cami ve Sultan sarayının kapıları önüne konulmuş, öteki ikisi de Mekke ve Medine'ye gönderilmişti. Gazneli ordusu tarafından tapınaktaki hazineler de yağmalandı. Bir tarihçiye Sultan Mahmud Somnat'da onbeş günden fazla kalmadı. Gazneli ordusunun dönüşünde rivayete göre; katır, at gibi ikiyüzbin yük hayvanı bu zengin ganimetleri taşımakta idi. Sultan askerleri ise böyle zengin bir kafileye ancak muhafızlık yapacak sayıda idiler. Bu sebebten Mahmud, Hindliler'in yolunu kesmelerini önlemek için dönüşte Mansura Pencab sahil yönünü tercih etti. Nitekim Hindliler kuvvetli bir orduyla Mahmud'u yarımadanın kuzeyinde beklemekte idiler. Ancak Sultan'ın dönüşte başka bir yol izlemesi muhtemel bir çatışmayı önledi. Sultan bu ağır yüklere rağmen yine de fetihlerde bulunmaktan geri kalmadı. Karmad olan Mansura hakimi Hafif, Sultan'ın önünden kaçtı. Gazneli kumandanlar onun ordugahını bastılar ve birçok taraftarını öldürdüler. Sultan, İndus nehri boyunca Multan'a doğru yürüyüşüne devam etti. Fakat bu bölgenin yerli halkı Catlar sürekli saldırılarla Gazneli ordusuna ağır kayıplar verdirdiler. Sultan Mahmud uzun ve yorucu bir yürüyüşten sonra Gazne'ye ulaştı (2 Nisan 1026).
Sultan Mahmud'un Somnat seferi ve zafer kazanması haberi İslam dünyasında büyük sevinç ve heyecan yarattı. Bu başarıyı takdir eden Abbasi halifesi Kadir Billah gönderdiği bir mektup ile Sultan'ı tebrik etmiş ve ona "Kehfü'd · Devle ve'l·İslam" lakabını vermişti. (Kasım · Aralık 1026). Ayrıca Mahmud bu zaferinden dolayı devrin şairleri tarafından hararetle övülmüş ve tebrik edilmiştir. Bundan sonra Mahmud, şöhreti yüzyıllarca devam eden efsanevi bir kahraman olmuş, onun hakkında halk tarafından yaratılan çeşitli hikaye ve destanlar ağızdan ağıza dolaşmıştır.
Onyedinci Hind Seferi
Sultan Mahmud son ve onyedinci Hind seferini Somnat dönüşü sırasında ordusuna saldıran Catlar'ı cezalandırmak ve bu yol üzerinde güvenliği temin etmek için yaptı. Ordusunu hazırladıktan sonra Mart 1027'de Multan'a doğru ilerledi. İndus nehrinin iki yakasına hakim bulunan Catlar gayet savaşçı ve aynı zamanda usta birer gemici idiler. Sultan bunlarla nehirde savaşabilmek için Multan'da bindörtyüz gemiden oluşan bir filo yaptırdı. Bu gemilerin her birinin önünü ve yanlarını, düşman teknelerini parçalamaya mahsus olmak üzere, sivri çubuklarla techiz ettirdi. Her gemiye de mürettebattan başka yirmişer okçu ve neftçi yerleştirdi. Bu durumdan haberdar olan Catlar aile ve servetlerini uzak bir adaya gönderdiler. Onlar sonra da dörtbin gemiden oluştuğu rivayet edilen filolarını savaşmak üzere hazırladılar. Sultan Mahmud nehrin yukarı kısımlarını gemilerle kapattığı gibi, iki kıyısını da filler ve atlar ile tutmuş idi. İndus nehri üzerindeki savaşta Catlar cesur bir şekilde döğüştülerse de, Mahmud'un özel teçhizatlı gemileri karşısında tutunamadılar. Catlar'ın gemileri ya delinerek batırıldı veya yakıldı. Onlardan sahile kaçanlar Türkmen okçularının oklarıyla öldürüldüler. Sultan Mahmud'un Catlar'a karşı intikamı müthiş olmuştu. Gazneli ordusu Catlar'ın ailelerinin ve hazinelerinin bulunduğu adayı da yağmaladı ve oradakileri esir aldı. Cat tehlikesi bu suretle ortadan kalkmış oldu. Sultan Mahmud Hind kuvvetlerinin başına kumandanlarından Ahmed b. Yınal Tegin'i tayin ettikten sonra Gazne'ye döndü (Haziran 1027).
Sultan Mahmud onyedi Hind seferi sonunda önce maddi bakımdan kazançlı çıkmıştı. Onun bu seferinden elde ettiği ganimetlerle Gazneli Devleti devrindeki öteki İslam devletleriyle ölçülemeyecek derecede zenginleşmişti. Ayrıca o meşhur gaza seferleriyle Hind ülkesinde yüzyıllarca sürecek olan Türk hakimiyetinin temelini atmıştı.
SULTAN MAHMUD DEVRİNİN ÖTEKİ OLAYLARI
Sistan 'ın Zaptı
Sultan Mahmud 999 yılında Sistan bölgesine yürümüş ve buranın hakimi Halef yüzbin dinar para karşılığında aman dilemeye mecbur olmuştu. Bundan kısa bir süre sonra Halef, oğlu Tahir ile anlaşmazlığa düştü. Halef'in oğlunu mağlup etmek için giriştiği savaş başarısız bir teşebbüs olarak kaldı. Ancak Halef bu başarısız teşebbüse rağmen oğlunun peşini bırakmamış, onu bir hile ile ele geçirmeye ve öldürmeye muvaffak olmuştu (1002). Halef'in oğluna karşı zalimce davranışı onun etrafındakiler arasında bir korku ve nefret havası estirmişti. Bu sebebten Tahir b. Zeyd başkanlığındaki emirler ve kumandanlar Sultan Mahmud'u kendi hükümdarları olması için Sistan'a davet ettiler.
Sultan Mahmud için bu kaçırılmaz bir fırsattı, nitekim derhal Sistan'a yürüdü (Kasım 1002). Halef onun hareketini haber aldığı zaman, etrafı derin ve geniş bir hendekle çevrili müstahkem Tak kalesine çekildi. Sultan bu kaleyi kuşattı ve çevresindeki hendeğin doldurulmasını emretti. Gazneli ordusu kaleden atılan taşlara ve üzerlerine yağmur gibi yağan oklara rağmen doldurulan hendeği geçtiler ve fillerin şiddetli saldırısına dayanamayıp kırılan kale kapılarına hücum ettiler. Kaleyi savunanlar onlara karşı cesurca savaştılar. Fakat Halef, Gazneli ordusundaki fillerin ayakları altında kendi adamlarının ezilişini gördüğü zaman, bu dehşet verici manzaranın yarattığı korkuyla direnmenin faydasızlığını anladı. O, Sultan'a itaatini bildirerek kaleyi teslim etti (21 Aralık 1002). Halef, Mahmud'un huzuruna getirildiği zaman, onun ayaklarına kapanarak aff diledi, pahalı hediyeler ve değerli inciler takdim etti. Sultan Mahmud onun hayatını bağışladığı gibi, bütün servetini muhafaza etmesine izin verdi ve Halef'i arzusu üzerine Cüzcan'a gönderdi. Sultan Sistan bölgesini kumandanlarından birinin idaresine bırakarak Gazne'ye döndü.
Sultan Mahmud bir süre sonra Sistanlılar'ın Halef'in kız tarafından torunu olan Ebu Bekr Abdullah idaresinde kendisine karşı ayaklandıklarını haber alarak derhal bu bölgeye yürüdü. Sultan'a bu seferinde kardeşi Nasr, Emir Altuntaş ve Ebu Abdullah et'fa'i refakat etmekte idiler. Mahmud Kurban Bayramı (m. 10-11 Ekim 1003)'nda Halefabad'a geldi. Asiler onun geldiğini öğrendikleri zaman müstahkem Erk kalesine kapandılar. Sultan ve ordusu kaleyi kuşattı. Asiler Gazneli ordusu üzerine bir çıkış yaptılarsa da, bu hareket onlar için başarılı olmadı ve tekrar kaleye çekilmek zorunda kaldılar. Sultan Mahmud gece karanlığından yararlanarak ordusunu hücuma geçirdi. Gazneli askerler bu hücum sonunda kalenin istihkamlarını ele geçirmeye muvaffak oldular. Onları istihkamlar üzerinde gören asiler müthiş bir paniğe kapıldılar. Kalenin içine yayılan Gazneli askerler asilerin birçoğunu yakaladılar ve bir kısmını da öldürdüler. Böylece Sistan tekrar Gazneliler tarafından itaat altına alınmış oldu. Sultan bu bölgeyi kardeşi Nasr'ın idaresine bırakarak, Gazne'ye dönmek üzere harekete geçti (24 Ekim 1003).
Sabık Emir Halef b. Ahmed'e gelince, 1007 yılına kadar Cüzcan'da yaşadı. Ancak Sultan Mahmud, bu tarihlerde arasının açık olduğu Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali ile onun mektuplaştığını haber almıştı. Bu sebebten Sultan, Halef'i Gerdiz kalesine yolladı. Halef ölüm tarihi olan Mart 1009'a kadar orada yaşadı. Sultan Mahmud daha sonra onun mirasını oğlu Ebu Hafs'a verdi.
Şehzade İsmail b. Nuh'un Samani Devletini Diriltme Teşebbüsü
Karahanlılar'dan Nasr b. Ali 999 yılında Samaniler'in başkenti Buhara'ya girmiş ve bu hanedanın bütün mensuplarını Özkend'e götürmüştü. Samani hanedanı mensuplarından İsmail b. Nuh bir süre sonra tutuklu olduğu yerden kaçarak atalarının devletini yeniden kurmak için teşebbüse geçti. O "Muntasır" lakabı alarak önce Harezm'e gitti. Burada hala Samaniler'e sadık olarak yaşayan birçok soylular ona katıldılar. İsmail el-Muntasır topladığı ordunun kumandanlığını Hacib Arslan Balu (Yalu)'ya verdi. Arslan Balu, Karahanlılar'ın Buhara valisi Ca'fer Tegin'i şehirden çıkartmaya ve esir almaya muvaffak olmuştu. Buhara'dan kaçanlar yine Karahanlılar'ın Semerkand valisi Tegin Han ile birleştilerse de, bunlar İsmail ile yaptıkları savaşta yenilerek yine kaçmak zorunda kaldılar. İsmail el-Muntasır tekrar Buhara'ya döndü (1000). Ancak Nasr b. Ali idaresindeki Karahanlılar karşısında bu kez kaçmak zorunda kalanlar İsmail ve kumandanı Arslan Balu olmuştu.
Öte taraftan İsmail'in Sultan Mahmud ve kardeşi Nasr ile mücadelesi önceleri başarılı gibi göründüyse de, çok geçmeden bu cephede de hüsrana uğradı. O önce Nişabur'a yürümüş ve buraya hakim olan Nasr'ı 27 Şubat 1001 tarihinde yenerek Herat'a çekilmeye mecbur etmişti. Fakat Sultan Mahmud hemen takviye kuvvetleriyle yetişti. İsmail, Sultan'ın geldiğini haber aldığı zaman, Cürcan'a kaçmıştı. İsmail bir süre sonra tekrar Horasan'a dönerek Nişabur üzerine yürüdü. Nasr bir kere daha Nişabur'dan çekilmek ve Mahmud'dan yardım istemek zorunda kaldı. Böylece İsmail bir kez daha Nişabur'a girdi (21 Eylül 1001). Sultan Mahmud, kumandanlarından Ebu Sa'id Altuntaş'ı kardeşine yardıma gönderdi. Bu sefer Nasr Nişabur şehri üzerine yürüdü ve İsmail'i mağlup ederek Cürcan'a kaçmaya zorladı. Neticede Nasr bu mücadeleden üstün çıkarak tekrar Nişabur'u ele geçirdi. Şehir halkı bu duruma çok sevinerek şenlikler tertipledi. İsmail ise bu mağlubiyet ve içine düştüğü sıkıntılı durumun sebebini başkumandanı Arslan Balu'ya yüklemiş ve onu öldürtmüştü. Ancak İsmail el Muntasır'ın bütün bu yenilgi ve talihsizliğine rağmen devletini diriltme mücadelesini kolay bırakacak bir şahıs olmadığı anlaşılıyor. Nitekim o Cürcan'dan geri dönerek Serahs'ı ele geçirmişti. Nasr bu şehir cıvarında yapılan savaşta onu tekrar mağlup etti ve aralarında Ebu'l-Kasım Simcuri olmak üzere birçok kumandanlarını esir ederek Gazne'ye gönderdi (Ocak/Şubat 1002). İsmail el· Muntasır bu yenilgiden sonra Oğuzlar'ın yanına sığındı ve onlardan yardım istedi. Onun yanına sığınmış olduğu Oğuzlar artık Selçuklu ailesinin idaresinde idi. Bu sıralarda artık yaşlandığı tahmin edilen aile reisi Selçuk'un yerini "Yabgu" unvanı taşıyan oğlu Arslan İsrail almıştı.
Arslan Yabgu, İsmail el Muntasır'a yardımı kabul etti. Nitekim onun kumandasındaki Oğuzlar İsmail ile birlikte harekete geçerek Semerkand civarında Sübaşı Tegin idaresindeki Karahanlı ordusunu yendi. Bu yenilgiyi haber alan Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali, Oğuzlar ve müttefiki İsmail'in üzerine yürüdü. Oğuzlar bir gece baskınıyla Karahanlılar'ın bu ordusunu da bozguna uğrattılar. Onların eline çok miktarda ganimet geçtiği gibi, Karahanlılar'dan onsekiz kumandanı da esir almışlardı (Ağustos 1003). Ancak İsmail, Oğuzlar'ın Nasr b. Ali'den özür dileyecekleri ve esirleri geri verecekleri haberinin çıkması üzerine, kendi aleyhine Karahanlılar ile anlaşmalarından korkarak onlardan ayrıldı ve buz tutmuş Ceyhun nehrinden geçerek Amul şehrine geldi (1003/.f. yılı kışı). O buradan Sultan Mahmud'a mektup yazarak yardım istedi. Sultan onun bu arzusunu gayet iyi karşıladı ve ona layık olduğu şekilde hediyeler gönderdi. Mahmud ayrıca Merv şehri valisine İsmail'e yardımcı olması için emir verdi. Fakat İsmail muhtemelen Mahmud'dan böyle birşey ümid etmediğinden, yardımı beklemeden Buhara'ya ilerlemişti. Onun Debisiye'de Karahanlılar'ın Buhara valisini yenmesi, etrafına kalabalık bir kuvvetin toplanmasına yol açtı. İsmail'e katılan kuvvetler arasında Oğuzlar'dan da bir grup vardı. Bu Oğuz grubunun Selçuklular olduğunda şüphe yoktur. İsmail'in kuvvetlendiğini gören Nasr b. Ali tekrar onun üzerine yürüdü. İki taraf arasında Semerkand civarındaki savaşta İsmail ve Oğuzlar, Karahanlılar'ı bir kere daha yendiler (Mayıs 1004). Ancak İsmail için bu zaferin sevinci uzun sürmemişti. Oğuzlar elde ettikleri ganimeti yeterli görerek İsmail'den ayrıldılar ve yurdlarına döndüler. Nasr b. Ali ülkesinden tekrar asker toplayarak İsmail'in peşine düştü. Karahanlı kuvvetleriyle İsmail'in kuvvetleri bir kez daha karşı karşıya geldiler. Savaşın başlamasından kısa bir süre önce İsmail'in kuvvetleri arasında bulunan Ebu'l-Hasan adındaki bir kumandan idaresi altındaki beşbin kadar asker ile Karahanlılar tarafına geçti. Bu İsmail'in ordusunun çökmesine ve yapılan savaşta hezimete uğramasına sebeb oldu. İsmail kurtuluşu kaçmakta bulmuş ve Ceyhun nehrini geçerek Horasan'a girmişti.
Sultan Mahmud onun kendi bölgesi içine geri döndüğünü haber aldığı zaman, yarattığı karışıklıkları vaktinde önlemek ve yeniden kuvvet toplamasına fırsat vermemek için acele harekete geçmiş ve Belh şehrine gelmişti. Mahmud, Farigin b. Muhammed idaresinde bir Gazneli ordusunu İsmail'in üzerine gönderdi. İsmail bu kuvvetin takibinden kurtulabilmek için Kuhistan'a gitmişti. Sultan'ın kardeşi Nasr ve Arslan Cazib onu takip ettiler. İsmail de onların korkusundan son olarak Bistam'a kaçmış, daha sonra aldığı bir davet üzerine Buhara tarafına yürümüştü. Fakat sürekli savaşmaktan ve dolaşmaktan usanmış olan askerleri onu terk ettiler. Böylece yanında sadece sekiz kişi kalan İsmail, Karahanlılar'ın takibinden kurtulmak için Merv civarındaki çöle girdi ve Arab İbn Buheyc'in reisi bulunduğu kabileye sığındı. Fakat yanına sığınmış olduğu İbn Buheyc, bu bölgenin amili Ebu Abdullah Mahruy'un teşvikiyle onu haince öldürdü (Ocak 1005). Bu suretle hanedanını diriltmeye çalışan son temsilcisinin ölmesiyle Samani Devleti için tarih sahnesi perdelerini kapamış oluyordu. Sultan Mahmud İsmail'in akıbetini haber aldığı zaman, Arslan Cazib'i göndererek Ebu Abdullah ve İbn Buheyc'i, onun bu kötü sonuna sebep olduklarından dolayı öldürtmüş ve Arablar'ın obasını yağmalamıştı.
Sultan Mahmud ve Karahanlılar
Karahanlı hükümdarı Nasr b. Ali Buhara'yı zabt ettikten sonra Sultan Mahmud ile birbirlerine dostluk mesajları gönderdiler. Daha sonra iki devlet arasında Ceyhun nehrinin hudud olmasını kabul ettiler. Ayrıca aradaki bu dostluğu kuvvetlendirmek için de Sultan Mahmud, Nasr'ın kızı ile evlendi. Mahmud bir elçi heyetini kendi temsilcisi olarak Özkend'e yolladı. Bu elçi heyeti gelini oradan alarak Horasan'a getirdiler. Nasr bu elçileri değerli hediyeler ile geriye göndermişti. Onun verdiği hediyeler arasında; değerli madeni eşyalar, misk, atlar ve develer, her iki cinsden esirler, doğanlar, kürkler ve çeşitli Çin eşyaları bulunmaktaydı (1001).
Ancak Karahanlı Nasr ile Sultan Mahmud arasındaki bu dostluk kısa bir süre sonra sona erdi. Çünkü Nasr b. Ali Samaniler'in bütün mirasına konmak istiyor ve Horasan'ı ele geçirmek için de fırsat bekliyordu. Sultan Mahmud'un Multan üzerine gitmesiyle bu fırsat kendiliğinden ortaya çıkmış oldu (1006). Nasr b. Ali Sultan'ın Hindistan'da bulunmasından yararlanarak iki koldan Horasan'a kuvvet gönderdi. Onun kardeşi Ca'fer-Tegin kumandasındaki bir kol Belh şehrini, Sübaşıtegin idaresindeki öteki kol da Nişabur ve Tus'u zabtedecekti. Nitekim Karahanlı kuvvetleri Belh ve Nişabur'u ele geçirdiler. Gazneliler kumandanı Arslan Cazib bu durumda Karahanlılar önünden çekilmiş ve Gazne'ye giden yollar tahkim edilmişti.
Sultan Mahmud bu durumu öğrendiği zaman Multan'ın uzak bölgelerinin itaat altına alınmasını kumandanlarına bırakarak sür'atle Gazne'ye döndü, ordusunu Halaçlar ve Afganlar ile takviye ettikten sonra da Belh'e doğru yürüdü. Cafer Tegin onun harekete geçtiğini öğrendiği zaman, bu şehri terk ederek Tırmiz'e kaçtı. Mahmud, Arslan Cazib'i ise Sübaşıtegin'e karşı göndermişti. Sübaşıtegin kaçmayı tercih ettiyse de, Gazneliler'in elinden kurtulması oldukça güç oldu. O maceralı bir yolculuktan sonra Buhara'ya gelebildi. Bu sırada Nasr b. Ali, Gazneliler tarafından sıkıştırılan Sübaşıtegin'i kurtarabilmek için, Ca'fer Tegin'i onikibin kişilik bir kuvvetle tekrar Belh üzerine gönderdi. Sultan Mahmud kuvvetlerini ikiye bölmemek için onun Belh'i almasına ses çıkarmadı, fakat Sübaşıtegin'i mağlup ettikten sonra tekrar Belh'e yöneldi. Ca'fer Tegin için Belh'i tahliye edip Buhara 'ya kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Bu suretle Sultan Mahmud Eylül 1006 tarihinde, Karahanlı kuvvetlerini Horasan'dan uzaklaştırmış oluyordu.
Fakat Nasr b. Ali kolay kolay Horasan'dan vazgeçmek niyetinde değildi. Bu sebeble Karahanlılar'dan Hotan hakimi olan Yusuf Kadır Han'dan yardım istedi. Tahminen kırk-ellibin kişi cıvarında bulunan birleşik Karahanlı kuvvetleri, Sultan Mahmud'un "Oğuz Türkleri, Halaçlar, Hind, Afganlı ve Gazne Türkleri'nden" oluşan orduyla Belh'e yirmi km. kadar mesafedeki Katar (Keter) ovasında karşılaştı (5 Ocak 1008). Bu savaşta Nasr b. Ali kahramanca döğüştü ve hatta galibiyet ibresini kendi lehine çevirmek üzereydi. Fakat bizzat Mahmud'un Karahanlı ordusunun merkezine yönelttiği başarılı hücumlar, öteki Gazneli kumandanların da maneviyatını yükseltmişti. Onlar da idareleri altındaki birliklerle şiddetle Karahanlılar üzerine saldırdılar. Bu savaşta Karahanlı ordusunu çökerten sebeblerden birisi de Sultan Mahmud'un ordusunun önünde bulunan beşyüz fil olmuştu. Fillerden birisinin Karahanlı ordusunun bayraktarını hortumuyla yakalayarak iki parçaya ayırması, öteki fillerin de Karahanlı süvarilerini atlarından aşağıya alarak ayakları altında ezişi Karahanlı ordusunun yenilgisini çabuklaştırdı. Maneviyatları bozulan Karahanlılar artık yenilmiş ve kaçmaya başlamışlardı. Gazneli ordusu şiddetli kışa rağmen kaçanları takip etti, onlardan birçoğu esir alındı veya öldürüldü. Gazneliler'in eline büyük ganimet geçti. Hindistan'da Suhpal'in isyanı Sultan Mahmud'un daha ileriye gitmesini engellemişti, bu sebeble acele Gazne'ye döndü. Bu aynı zamanda Karahanlılar'ın Horasan'ı ele geçirmek için yaptıkları son büyük teşebbüs oldu.
İlig Han Nasr h. Ali bu yenilgi üzerine ülkesine çekildi ise de, yine Mahmud ile mücadele için kendisine müttefik arıyordu. Nitekim hu maksadla kardeşi Büyük Kagan Togan Han Ahmed ve Yusuf Kadır Han'a müracaatta bulunmuştu. Ancak öte taraftan o bağımsızlığını ilan etmek istiyordu. Bu sebebten Ahmed, kardeşi Nasr'a karşı, Sultan Mahmud ile bir dostluk anlaşması yaptı. Buna çok kızan Nasr b. Ali'nin kardeşinin ülkesi Kaşgar'a sefer teşebbüsü şiddetli kış yüzünden sonuç vermemişti (m. 1011-1012). Bundan sonra iki kardeş aralarındaki anlaşmazlığı çözümlemesi için Sultan Mahmud'a elçiler gönderdiler. Gazneli Mahmud iki kardeşi arasında aracı olmakla beraber onların elçilerini kabul ettiği sırada kuvvet ve kudretini göstermekten geri kalmadı. Nitekim Sultan sarayının ihtişamıyla Karahanlı elçilerini etkilemeye çalışmış, onları büyük merasimle ve süslü elbiseli muhafızları arasında huzuruna kabul etmişti.
İlig Han Nasr b. Ali 1013 yılında öldü, onun yerine kardeşi Ebu Mansur Arslan Han geçti. O Sultan Mahmud ile iyi komşuluk münasebetlerini devam ettirmek istiyerek bir anlaşma yaptı. Mansur Arslan Han, Sultan Mahmud'a bu maksadla gönderdiği haberde," Senin Hind gazalarıyla, benim de (Müslüman olmayan) Türkler ile meşgul olarak, birbirimizle mücadeleyi bırakmamız hem Müslümanlar'ın hem de İslamiyetin yararınadır." demişti. Böylece her ikisi de 'kafirlere" karşı gazayla meşgul oldular. Öte taraftan Sultan Mahmud Karahanlılar'ın iç mücadelelerinden ve kendisine hakemlik başvurularından yararlanmak istedi. Nitekim o Halife el-Kadir Billah'dan bir Karahanlı şehri olan Semerkand'ın kendisine bağışlanması hususunda bir ferman isteyecek kadar ileri gitmişti. Fakat Halife onun bu arzusunu şiddetle reddetmişti (1013).
Ancak Karahanlılar arasındaki saltanat mücadelesi bitmiyordu. Yusuf Kadır Han, Mansur Arslan "Han'ın büyük kaganlığını tanımayarak taht üzerinde hak iddia etti. O bu maksatla Sultan Mahmud'dan yardım istedi. Sultan Mahmud bundan sonra Yusuf Kadır Han'a yardım etmek için sefere çıktı ve Ceyhun nehrini geçtiyse de daha ileriye gitmeden geri döndü. Bir gösterişten ileriye gitmeyen bu seferden de anlaşıldığına göre, Sultan Hindistan ile meşgul olduğu bir sırada Karahanlılar'ın birbirleri ile uğraşmalarını daha uygun bulmuştu. Yusuf Kadır Han ise, onun bu davranışından dolayı hayal kırıklığına uğramış, bu sebebten Mansur ile müzakerelere girişerek onunla anlaşmıştı. Her iki Karahanlı hükümdarı ordularını birleştirerek Mahmud'a karşı harekete geçtiler ve Horasan'a yürüdüler. Sultan Mahmud bu birleşik Karahanlı ordusunu Belh cıvarında yenerek Maveraünnehir'e geri döndü (m. 1019). Bu durumda Yusuf Kadır Han, Mahmud ile anlaşmayı tercih etti.
Öte taraftan Yusuf'un kardeşi Ali Tegin 1020'de Buhara'yı ele geçirdi. Ali Tegin ölümüne kadar Gazneliler'in Orta Asya'daki isteklerine inatla karşı koymuştu. Ancak Büyük kağan Mansur Arslan Han'ın hükümdarlıktan vazgeçerek yerini Yusuf Kadır Han'a bırakması, yeni olaylara sebep oldu (1025). Yusuf Kadır Han'a, kardeşleri Ali Tegin ve Ahmed karşı çıktılar. Bu durumda Yusuf Kadır Han Sultan Mahmud ile anlaşmak istedi. Sultan Mahmud yeni komşusu Ali Tegin'e güvenemediğinden bu anlaşma kolaylıkla olmuştu. Sultan ikinci kez Ceyhun nehrini geçti ve Semerkand yakınlarına kadar ilerledi. Onun ikinci kez Maveraünnehir'i geçmesinin başka bir sebebi de bu bölge halkının Ali Tegin'in zulmünden kendisine şikayette bulunmaları idi. Sultan Mahmud ve Yusuf Kadır Han Semerkand cıvarında buluştular (Mart/Nisan 1025).
O devrin bir kaynağına göre bu tarihi görüşme şöyle olmuştu," İki hükümdar birkaç süvari ile ortaya geldiler. Birbirlerini görünce ikisi de attan indiler. Emir Mahmud önceden hazinedara, kumaşa sarılı olarak verdiği kıymetli bir mücevheri Kadır Han'a teslimini emretti. Kadır Han da beraberinde bir mücevher getirmişti, fakat heyecan ve telaş içinde vermeyi unuttu. Mahmud'dan ayrılınca mücevheri hatırladı, maiyyetindekilerden biriyle gönderdi, özür diledi ve karargahına döndü. Ertesi gün Emir Mahmud, işlenmiş dibadan bir otag kurdurarak ziyafet için her ne lazımsa hazırlattı; bir elçi vasıtasıyla Kadır Han 'ı davet etti. Kadır Han gelince Mahmud, sofranın mümkün olduğu kadar muhteşem bir şekilde hazırlanmasını emretti. Emir Mahmud ile Han aynı sofraya oturdular. Yemek yendikten sonra eğlence dairesine geçtiler; nadide çiçekler, nefis yemekler, mücevherler, sırma işlemeli kumaşlar, billurlar, muhteşem aynalar ve kıymetli eşyalarla yemek salonu donatılmıştı. Kadır Han bu manzara karşısında hayrette kaldı. Bir müddet oturdular. Kadır Han şarap içmedi, çünkü Maveraünnehir hükümdarları ve özellikle Türk hükümdarları arasında şarap içmek adet değildi. Biraz müzik dinlediler, sonra Kadır Han kalktı, Emir Mahmud ona çok kıymetli hediyeler takdim etti . . . . (Mahmud), Kadır Han'dan büyük bir merasimle ayrıldı, pek çok iltifatlar etti ve özürler diledi. Kadır Han ordugahına dönüp bu kıymetli hediyeleri gözden geçirince hayretler içinde kaldı ve nasıl karşılık vereceğini bilemedi. Haznedarına hazinenin kapılarını açmasını emretti. Oradan çok miktarda para alarak Türkistan mallarıyla gönderdi . . . Her iki hükümdar son derece memnun olarak birbirlerinden ayrıldılar.". Bu iki hükümdarın görüşmesinde önemli kararlar alındı. Bu kararlara göre; Ali Tegin'in hakim olduğu yerler Yusuf Kadır Han'ın ikinci oğlu Yığan (Boğa) Tegin Muhammed'e verilecek, iki hanedan arasında evlenme yoluyla akrabalık tesis edilecekti. Ayrıca Sultan Mahmud, Ali Tegin'in müttefiki olan Arslan Yabgu'yu Mavereünnehir ve Türkistan' dan uzaklaştıracaktı.
Sultan Mahmud önce Arslan Yabgu'ya karşı harekete geçti. Arslan Yabgu, Sultan'ın geldiğini duyunca çöllere kaçmıştı. Sultan Mahmud bir elçiyle ona şu haberi gönderdi," Biz daima Hindistan'a gazaya gidiyoruz. İslam ülkelerinden bir çok insanlar bu gazalara iştirak etmektedirler. Sizden hiç bir kıtanın böyle bir ilahi saadete nail olmaya teşebbüs etmemiş ve benden bu hususta ricada bulunmamış olmasından hayret içindeyim. Bununla beraber bizim sizinle dostluk kurmak arzumuz tamdır. . . ancak şefinizin huzurumuza gelmesi gereklidir, ". Arslan Yabgu bu davet üzere onbin atlı ile yola çıktı ise de, Mahmud tekrar bir elçi göndererek maksadının kendisiyle görüşmek olduğunu bildirdi. Arslan Yabgu bu kez üçyüz kadar maiyyetiyle Mahmud'un Semerkand cıvarındaki ordugahına geldi. Onun küçük, fakat sür'atli bir atı vardı. O bir büyüğün veya düşmanın yanına gittiği zaman, kendisini yakalayacaklarını hisseder etmez bu sür'atli ata binerek kaçmaya muvaffak olmaktaydı. Sultan Mahmud bu durumu bildiği için daha önceden adamlarına emir vermiş, onlar da bir bahaneyle Arslan Yabgu'nun atını götürmüşlerdi. Nihayet ziyafet meclisinde her ikisi arasındaki meşhur mülakattan sonra, Sultan onun önemli bir kuvvete sahih olduğunu anlamıştı. Mahmud kendi ülkesine gelebilecek zararları önlemek için Yabgu'yu hileyle tutuklayarak Hindistan'da, Keşmir'e giden geçitte bulunan, Kalincar kalesinde hapsettirdi. Arslan Yabgu ölüm tarihi olan 1032 yılına kadar o kalede kalmıştı.
Öte taraftan Ali Tegin de Sultan'ın hareketini öğrendiği zaman Semerkand ve Buhara'yı terk ederek çöllere kaçmıştı. Sultan onu takip için kumandanlarından Bilge Tegin'i görevlendirdi. Ali Tegin Gazneli kuvvetlerin takibinden kurtulmasına rağmen karısı, kızları ve ağırlıkları Bilge Tegin'in eline geçti. Bilge Tegin onları Semerkand'a getirdi. Ancak bu başarıya rağmen Sultan Mahmud müttefiki Yusuf Kadır Han'ın çıkarını düşünmeden Belh üzerinden Gazne'ye döndü. Onun yine de Ali Tegin'i bütünüyle ortadan kaldırmayı düşünmediğini ve sürekli bir Karahanlı saltanat mücadelesi tercih ettiği anlaşılıyor. Nitekim Sultan'ın Somnat seferi hazırlıkları için Maveraünnehir'den ayrılmasından hemen sonra, Ali Tegin geri döndü. O Yusuf Kadır Han'ı mağlup ederek tekrar Semerkand ve Buhara'ya hakim oldu. Bu fırsattan yararlanan Mahmud ise, Huttal, Saganiyin, Kubadiyan ve Tırmiz gibi şehirleri Gazneli Devleti'ne daha sıkı olarak bağlamaya çalıştı. Bu suretle Sultan Mahmud, eski Samani Devleti'nin mirasını içine alan topraklara bütünüyle hakim oluyordu.
Öte taraftan Karahanlı Muhammed b. Yusuf (Yığan Tegin), Mahmud'un kızı Zeyneb ile evlenmek ve kendisine va'd edilmiş olan toprakları almak için Sultan'dan yardım sağlamak üzere Belh'e gelmişti. Ancak o burada soğuk bir şekilde karşılandı. Mahmud ona "Sizin şimdilik geri dönmeniz lazım. Çünkü biz şimdi Somnat üzerine yürümek istiyoruz, önce bu işi bitirelim. Siz de Türkistan hanlığını ele geçirin, o zaman bunun tedbirini alırız" demişti. Muhammed b. Yusuf hayal kırıklığına uğramış olarak Belh şehrini terketti. O yardım alamadığı gibi, Zeyneb ile de evlenememişti. Ancak bundan sonra Yusuf Kadır Han ve oğullarının talihleri açılmıştı. Onlar önce Özkend'i, sonra da Balasagun'u ele geçirdiler (1026/1027).
Sultan Mahmud Somnat seferinden döndükten sonra (1026), Yusuf Kadır Han ile görüşmek için Fakih Ebu Bekr Husayri'yi Merv şehrine gönderdi, daha sonra da yardım için o tarafa bir Gazneli ordusu gönderilmiş olmalıdır. Neticede Ali Tegin mağlup edilmiş ve Sultan Mahmud ile bir barış yapmıştır. Bu barışa göre Ali Tegin'in Maveraünnehir'deki hükümdarlığı tanınıyordu. Yusuf Kadır Han ile Sultan Mahmud arasındaki dostane münasebetler ise devam ediyordu.
Harezm'in Zabtı
Öte taraftan Sultan Mahmud her fırsatta Harezm'i itaat altına almaya çalışmaktaydı. Buranın hakimi Me'muniler'den Ebu'l-Abbas Me'mun, Sultan'ın kızkardeşi Hurrey-i Huttali (veya Hurrey-i Kalçı) ile evlenmişse de, Mahmud'dan korkmakta ve bu sebeble Gazneliler'e karşı Karahanlılar ile ittifak yapmak istemekteydi. Fakat Karahanlılar onunla görüşmelerde bulunmakla beraber bir askeri anlaşma yapmaya yanaşmıyorlar, daha çok Gazneliler ile onun arasında aracı olmayı tercih ediyorlardı. Me'mun bu aracılık teklifini kabul etti. Mahmud ise 1016-17 kışında Karahanlılar'a elçi göndererek Harezmşah ile bir anlaşmazlığı olmadığını nazikane bir şekilde bildirmişti. Ancak Sultan, Me'mun'a da bir mektup göndermiş ve Harezmşah'ı tehdit etmişti. O bu mektubunda, "Aramızda ne şartlarla sulh ve ittifak yapıldığı ve Harezmşah'ın bize ne kadar borçlu olduğu bilinmektedir. . . Burada hükumet, icraatında tam manasıyla zaaf ve acz içinde idi. Bu millet beni öfkelendirdiği için hükümdarların iradesine karşı muhalefet gösteren hainleri cezalandırmak ve yol göstermek vazifesini yerine getirmek üzere bir müddet Belh'de kaldım. 100.000 süvari ve piyade ile 500 fil topladım. Aynı zamanda kardeşimizi ve eniştemiz olan Emir'i ikaz edeceğiz ve memleketin nasıl idare edildiğini göstereceğiz. Zayıf bir emir bu vazifeyi yerine getiremez. Ancak bizden özür dilendikten sonra Gazne'ye döneceğiz. Bununla beraber aşağıdaki üç şarttan birini yerine getirmelidir: 1) Vadettiği gibi itaat etsin ve Sultan adına hutbe okutsun, 2) Bize layık olan hediyeler ve para göndersin, 3) Bizden merhamet dilemek üzere memleketinden imamlar, fakihler ve diğer ileri gelenleri göndersin" diyordu. Nihayet Karahanlılar'ın aracılığı ile Sultan Mahmud ile Harezmşah arasında bir barış yapıldı. Bu barışa göre; Harezmşah, Sultan Mahmud'a tabi olacaktı. Ebu'l-Abbas Me'mun Nesa ve Ferave şehirlerinde hutbeyi Sultan adına okuttu. Başkent Gürgenç dışındaki şehirlerde de öyle yapılacaktı. Ayrıca anlaşma gereği; şeyhler, kadılar ve devletin ilerigelenleriyle birlikte Sultan Mahmud'a seksenbin dinar para ve üçbin at gönderildi. Mahmud buna memnun olarak Gazne'ye döndü. Öte taraftan hutbenin Sultan Mahmud adına okunmaya başlaması, Harezm ordusu kumandanları arasında bir anlaşmazlığa yol açmıştı. Hutbenin okunmasını istemeyenler bu durumun ülkenin itibarına gölge düşürdüğünü ileri sürdüler. Bu kumandanlar arasından Buharalı Alptegin ve arkadaşları Me'mun'u öldürerek (17 Mart 1017), yerine onyedi yaşındaki yeğeni Ebu'l·Haris Muhammed b. Ali'yi geçirdiler. Bu sırada Karahanlılar arasında da bir saltanat mücadelesi başgöstermişti. Sultan Mahmud ise Karahanlılar'ın bu iç mücadelesinden ve Yusuf Kadır Han'ın yardım istemesinden yararlanarak görünüşte eniştesi Me'mun'un bir intikamcısı olarak, hakikatte ise Harezm'i zabt etmek için harekete geçmek istiyordu. Nitekim bu maksatla önce Harezm'e bir elçi yollandı. Memun'u öldürmüş olanların gönderilmesi ve hutbenin tekrar Mahmud adına okunması istendi. Harezm'deki isyana önderlik edenler Sultan'ın kızkardeşi Hurreyi Kalçı'yı geri gönderdiler, hatta beş-altı kişiyi Me'mun'un katilleri olarak yakaladılar. Ancak Sultan Mahmud'a itaat ve hutbeyi onun adına okutmak hususunda harekete geçmediler. Mahmud'un Alptekin ve öteki önderleri, öldürmek üzere, kendisine teslimini istemesi, iki taraf arasında bir savaşı kaçınılmaz kılmıştı. İlk öncü savaşında; Harezmliler Gazneli öncülere ağır kayıblar verdirdiler. Fakat Sultan zamanında yetişerek Gazneli öncü birliklerini bütünüyle yok olmaktan kurtardı. Nihayet 3 Temmuz 1017 tarihindeki iki taraf arasındaki savaşta, Sultan Mahmud'un ordusu Alptegin kumandasındaki Harezm ordusunu yenerek bu bölgenin başkenti Gürgenç'e girdi. Mahmud bu suretle Harezm bölgesine hakim oldu ve buradaki Me'muniler hanedanına son verdi. İsyanın üç elebaşısı fillere çiğnetildi. Öteki asiler suçlarının derecesine göre çeşitli cezalara çarptırıldılar. Me'muniler hanedanının bütün mensupları Gazneli ülkesinde muhtelif kalelerde hapsedildi. Karahanlılar kendi iç mücadelelerinden dolayı bu fiili durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Sultan Mahmud Harezm'i Hacib Altuntaş'ın idaresine vererek Gazne'ye döndü. Esir edilen Harezmli askerler de zincire vurularak Gazne'ye götürüldüler. Fakat sonra affedilerek Gazneli ordusuna alındılar ve Hindistan seferlerinde görev yaptılar.
Sultan Mahmud ve Oğuzlar
Arslan Yabgu'nun Sultan Mahmud tarafından tutuklanmasına Selçuklu ailesinin, muhtemelen, bu sırada aralarında bir birlik bulunmaması, başka bir ihtimalle Mahmud'a kafa tutacak kadar kuvvetli olmamalarından tepki gösteremedikleri anlaşılıyor. Buna karşılık Arslan Yabgu'ya bağlı dörtbin çadırlık bir Oğuz grubunun ilerigelenleri Sultan Mahmud'a, Selçuklular'dan zulüm görmekte olduklarını ve Maveraünnehir'de geçim darlığı içinde bulunduklarını bildirerek, Horasan'a geçmelerine müsaade edilmesini rica ettiler. Bir iddiaya göre de, onların Miveraünnehir'den ayrılmasına Selçuklu ailesi içindeki önderlik mücadelesi sebeb olmuştu. Sultan Mahmud onlardan özellikle askeri kuvvet olarak faydalanabileceğini düşünerek, Tus valisi Arslan Cazib'in muhalefetine rağmen, Oğuzlar'ın Ceyhun nehrini geçmelerine müsaade etti. Başlarında Yağmur, Buka, Göktaş ve Kızıl Beyler'in bulunduğu bu Oğuz grubu Serahs, Ebiverd ve Ferive sahralarında yerleştiler. Arslan Cazib, Mahmud'a ok atmamaları için onların baş parmaklarının kesilmesini yahut da Ceyhun nehrine atılmaları tavsiyesinde bulunmuştu. Sultan onun bu sözlerine hayret etmiş ve "Sen merhametsiz, katı yürekli bir adam imişsin" cevabını vermişti.
Ancak olaylar Arslan Cazib'e hak verdirecek şekilde gelişti. Oğuzlar (Türkmenler) yerli halkı sıkıntıya düşürmeye başladılar. Nitekim 1028 yılı başında Nesi, Baverd ve Ferave halkı Türkmenler'den Sultan Mahmud'a şikayette bulundular. Sultan, Arslan Cazib'i Türkmenler üzerine gönderdi. Fakat Arslan Cazib birkaç kez Türkmenler ile karşılaştı ise de, bu mücadelede başarı kazanamadı. Halkın devam eden şikayetleri üzerine Mahmud, Arslan Cazib'i becerisizlikle itham etti. Arslan Cazib bu hakikatı kabul etti ve verdiği cevabda, Türkmenler'in bir eyalet ordusunun yeterli olamayacağı derecede kuvvetlendiğini bildirerek bizzat Sultan'ı mücadeleye çağırdı.
Sultan Mahmud hastalığına rağmen harekete geçti (m. 1028), önce Tus'a yürüdü ve Arslan Cazib'i gerekli yardımcı kuvvetler ile takviye ederek Türkmenler üzerine gönderdi. Ferave kervansarayı (Rıbat-ı Ferave) yakınında iki taraf arasındaki savaşta, Arslan Cazib idaresindeki Gazneli kuvvetleri Türkmenleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Türkmenler'den bu savaşta dörtbin kişi öldürüldü, geri kalanları Balhan Dağları'na, Dihistan'a ve bir kısmı da Kirman'a kaçtılar. Kirman'a kaçanlar orada da çok kalamayarak Isfahan'a geldiler. Isfahan hakimi Kakuyiler hanedanından Alaüddevle Muhammed b. Düşmenziyar (1008-1041) onları kendi ordusuna asker kaydetti. Ancak Türkmenler'in buradaki rahat hayatları çok kısa sürdü. Sultan Mahmud'dan gelen bir emir üzerine Isfahan hakimi Alaüddevle Türkmenler'e bir tuzak kurdu ise de, onun Türk hizmetkarlarından birisi durumu soydaşlarına bildirdi. Bu durumu öğrenen Türkler adı geçen yerden ayrıldılar ve yollarını kesmeye çalışan Alaüddevle'nin bir birliğini yenerek Azerbaycan'a ve Balhan Dağları'na kaçtılar. Sultan Mahmud ölünceye kadar içte ve dışta Türkmenler'i takip ettirerek ülkesini onlardan temizledi. Fakat bu geçici bir süre için olmuş, onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Mes'ud devrinde, Türkmenler tekrar Horasan'a inerek Büyük Selçuklu Devleti'ni kurmuşlardır.
Gur Bölgesinin Zabtı
Afganistan'ın Helmend vadisi ile Herat arasında bulunan dağlık bölgeye Gur veya Guristan denilir. Bu bölgeye bazan Mencliş adı da verilir. Bazı başarısız kalan teşebbüslere rağmen Sebüktegin etki sahasını Gur'un doğusuna kadar uzatmış ve Gur hakimi Muhammed b. Surt ona tabi olmuştu. Sebüktegin'in ölümünden sonra İbn Surt Gazneliler'e karşı düşmanca davranmaya başladı. Onun idaresinde Gurlular yol kesmekte, türlü kötülükler yaparak Sultan Mahmud'un halkını rahatsız etmekte idiler.
Bu eyaletin Gazneli valileri İbn Surt üzerine yürüdükleri zaman, o ulaşılmaz dağlık bölgelere sığınarak kurtulmaya muvaffak oluyordu. Nihayet Sultan Mahmud m. 1011 yılında bizzat harekete geçti. Öncü olarak iki büyük emiri Altuntaş ve Arslan Cazib'i gönderdi. Sultan kendisi de Büst şehrinden bu bölgeye doğru ilerledi. Gazneli ordusunun geldiğini öğrenen Gurlular sür'atle dağlara çekilerek, kendilerini savunmaya çalıştılar ve bunda da başarılı oldular, Altuntaş'ı dar boğazlarda sıkıştırarak yendiler. Sultan Mahmud ordusunun güç duruma düştüğünü öğrenince ağırlıklarını, küçük yaşta olan iki oğlu Mes'ud ve Muhammed ile kardeşi Yusuf'u Zemindaver şehrinde bırakarak sür'atle ilerledi. Gurlular onun karşısında aynı başarıyı gösteremediler. Gazneli ordusu Gur bölgesinin başkenti Ahengerin şehrine yürüdü. Muhammed b. Surt onbin kişilik ordusuyla Sultan'a karşı koymaya çalıştı. İki taraf arasında öğleye kadar devam eden savaş sırasında, Sultan Mahmud sahte bir geri çekilme hareketi yaparak Gurluları dağlık bölgeden ovaya çekmeyi başardı. Burada da devam eden savaşta Gazneli ordusu Gurluları mağlup etti. İbn Surt ve oğlu Şis, Sultan Mahmud'un eline esir düştüler ve Gazne'ye gönderildiler. Ancak İbn Surt esir olmaktansa ölmeyi tercih etti ve yüzüğünde gizlediği zehiri içerek öldü. Sultan Mahmud Gur bölgesini İbn Surt'un, müslüman olan, diğer bir oğlu Ebu Ali'ye bıraktı. Ayrıca bu bölgede İslamiyeti yaymak için din adamları görevlendirildi.
Sonraki yıllarda Gur bölgesine birkaç sefer daha yapıldı. Sultan Mahmud 1015 yılında, muhtemelen Gur bölgesinin güney · batısında bulunan Hvabin'e yürüdü ve bazı kaleleri ele geçirdikten sonra Gazne'ye döndü. Birkaç yıl sonra Sultan Mahmud, oğlu Mes'ud'u Gur'un Teb adı ile meşhur kuzey ·batı bölgesini itaat altına almakla görevlendirdi. Mes'ud 1 Eylül 1020 tarihinde hu bölgeye gitmek için Herat'dan ayrıldı. O Teb bölgesinde birçok kaleleri zabt ettikten sonra buranın hakimi de itaatini bildirdi, ayrıca Garcistan tarafında ele geçirdiği bütün kaleleri teslim etmeye söz verdi. Mes'ud, Tur adındaki başka bir kaleyi de bir hafta süren şiddetli çarpışmalardan sonra zabt ederek Herat'a döndü. Bu suretle bütün Gur bölgesi Sultan Mahmud'un idaresi altına girmiş oldu.
Kusdar Bölgesinin İtaat Altına Alınması
Kabaca bugünkü Belucistan'ın kuzey · doğusuna düşen Kusdar bölgesi hükümdarı Sebüktegin zamanında Gazneliler Devleti'ne bağlanmıştı. Sebüktegin 977 /978 tarihinde Kusdar şehrini zabt etmiş ve buranın hükümdarı yıllık haraç vermek ve hutbeyi kendi adına okutmak şartıyla serbest bırakılmıştı. Ancak bu bölge hükümdarı 1011 yılında ülkesinin dağlık oluşuna güvenerek Sultan Mahmud aleyhine Karahanlılar ile irtibat kurmuş ve yıllık haracı göndermemişti. Mahmud aynı yılın Aralık ayında onun üzerine yürüdü. Sultan önce Herat'a gidiyormuş gibi yaparak aniden Kusdar bölgesine döndü ve bu şehri kuşattı. Buranın hakimi Sultan'a itaati kabul ettiği gibi, yıllık haraca ilave olarak onbeş fil ve yüklü bir tazminat ödemeye söz verdi. Sultan bu şartları ve onun hükümdarlıkta kalmasını kabul ettikten sonra Gazne 'ye döndü.
Garcistan'ın Zabtı
Garcistan, Afgan Türkistanı içinde, Murgab'ın yukarı vadisinde bir ülkedir. Sultan Mahmud 999 yılında bu bölgenin Şir (veya Şar) denilen hakimi Ebu Nasr Muhammed b. Esed'e devrin meşhur tarihçisi Ebu Nasr el Utbi'yi elçi olarak gönderdi ve Şir'den itaat etmesini istedi. Şir de bunu kabul ederek hutbeyi Sultan Mahmud adına okuttu. Ancak bir süre babasının yerine geçen Şir Muhammed, Sultan'ın bir Hind seferine katılmadığı gibi, Horasan'ı zabt için de Karahanlılar'ı gizlice teşvik etmişti. Sultan Mahmud bu durumu haber aldığı zaman, kumandanlarından Altuntaş, Arslan Cazib ve Merv-rud şehri valisi Ebu'l-Hasan el-Meni'i'yi Garcistan üzerine gönderdi. Gazneli kuvvetler yolun bütün güçlüklerine rağmen bölgenin başkentine girmeye muvaffak oldular. Şir Muhammed zaptı güç bir dağ kalesine çekildiyse de, burada tutunamayarak sonuçta Gazneli kuvvetlerin eline esir düştü. O Belucistan'daki Mesteng şehrine gönderildi ve birkaç yıl sonra orada öldü. Bu suretle Garcistan 1012 yılında Gazneli Devleti hudutları içine alınmış oldu. Sultan Mahmud bu bölgeyi Ebu'l-Hasan el-Meni'i'nin idaresine verdi. Yaşlı Şir Ebu Nasr Muhammed ise Gazne'ye getirildi, kendisine büyük hürmet gösterildi ve h. 406 (1015-1016) yılında adı geçen şehirde öldü.
Nişabur Şehri'nde Kıtlık
Sultan Mahmud devrinin önemli olaylarından birisi de 1011 yılında Horasan şehirlerinde ve özellikle Nişabur'da görülen kıtlıkdır. Görülmemiş derecede ağır geçen bir kış mevsiminden sonra mahsul elde edilememiş bu da kıtlığa sebep olmuştu. O devrin tarihçisi Utbi'nin rivayetine göre bu kıtlık sırasında sadece Nişabur'da yüzbin kişi ölmüştü. Halk tarlalardaki otları yemiş, yeni gömülmüş cesetler mezarlardan çıkarılmış ve insan eti açıkça sokaklarda satılmıştı. Kandırılarak uzak bölgelere çekilen insanlar öldürülmekte onların yağları dahi eritilmekte idi. Bu sebeble halk şehir merkezinden uzak yerlere ancak silahlı olarak veya grublar halinde gidebiliyordu. Köpekler ve kediler bütünüyle yok edilmişlerdi. Gazneli görevliler tarafından bu işte suçlu olanlar şiddetle cezalandırıldılar, fakat bu da bir sonuç vermemişti.
Sultan Mahmud bu günlerde şehirdeki görevlilere ve güvenilir kimselere anbardaki hububatın dağıtılması için emirler verdi. Nitekim anbarlardaki hububat fakirler ve ihtiyacı olanlara dağıtıldı. Ancak bu durum 1012 yılında mahsul alıncaya kadar sürmüştü.
Sultan Mahmud ve Ziyariler
Gazneliler'in özellikle Cürcan ve Taberistan'a hakim olan Ziyariler Devleti ile yakın münasebetleri vardı. Bu hanedanın başında bulunan Kabus b. Vuşmgir zalimliği yüzünden ordusunun isyanıyla karşılaşmış ve tahtından uzaklaştırılarak yerine oğlu Felekü'l-Me'ali Menuçehr geçirilmişti (1012).
Sultan Mahmud ise, Kabus'un diğer' bir oğlu Dara'yı desteklemekteydi. Dara daha önce babasıyla anlaşmazlığa düşmüş ve Gazne'ye Sultan'ın yanına sığınmıştı. Mahmud, bu sebeble, onu desteklemeye karar vermiş ve Arslan Cazib kumandasındaki bir orduyu Dara 'yı Ziyariler tahtına çıkarmak için göndermişti. Fakat Menuçehr, Sultan Mahmud'a tabi olmak ve yıllık ellibin dinar harac ödemeyi va'd etmek suretiyle tahtında kalabildi. Bu olaydan kısa bir süre sonra Sultan Mahmud bir kızını Menuçehr ile evlendirdi (1013). Ancak bu evlilik Menuçehr'e bir üstünlük sağlamamış, o da öteki vasallar gibi zaman zaman Mahmud'un seferlerine asker göndermiştir. Bu seferlerden birinde 1013 yılında Sultan Mahmud, Hindistan'da Nandana'ya yürüdüğü sırada, Menuçehr Deylemli askerlerden yardımcı bir birlik yolladı. Sultan Mahmud batıya Rey şehrine doğru yürüdüğü zaman, Menuçehr onu kendi toprakları içinde karşılamış, dörtyüzbin dinar para ödemeye ve Gazneli ordusunun erzak ihtiyacını gidermeye zorlanmıştı.
Öte taraftan Rey şehrinin düşmesinden sonra Menuçehr, Sultan'ın Gazneli ordusunu kendi ülkesini ele geçirmek için kullanabileceğini düşünerek korkmuş ve bu yüzden Mahmud'a karşı düşmanca bir tavır takınmıştı. Ayrıca o kendi ülkesinden Gazne'ye giden yolları kapattı, bütün köprüleri ve çevreyi tahrib etti. Sultan Mahmud onun yaptıklarını öğrendiği zaman çok kızdı ve bütün güçlüklere rağmen Gazne'ye dönmeden Menuçehr'e bir ders vermek istedi. Menuçehr ise Sultan'ın kendi ülkesine doğru ilerlemesinden çok korkmuş, onu önleyebilmek ve yerinde kalabilmek için özür dileyerek beşyüzbin dinar ödemiştir. Mahmud onun itaatini sağladıktan sonra Gazne'ye döndü (1029). Bundan birkaç ay sonra da, 1029 yılı sonunda, Menuçehr öldü. Onun yerine geçen oğlu Anuşirvan da Gazneliler tarafından emirliği tanınabilmesi için beşyüzbin dinar para ödemeye mecbur olmuştu.
Sultan Mahmud ve Büveyhiler
Sultan Mahmud'un ilk saltanat yıllarında Kirman bölgesine Büveyhi hanedanından Bahaüd Devle Ebu Nasr Firuz (990-1012) hakimdi. Sultan'ın kudretli şahsiyeti ve faaliyetleri karşısında tutunamayacağını anlayan ve bu sebebten korku içinde yaşayan Bahaüd Devle hediyeler ve elçiler göndererek onunla dostluk kurmuş bir ittifak tesis etmişti. Bu yakınlaşmayı gözönüne alan Sultan Mahmud'un Büveyhiler'e karşı siyaseti bundan sonra tam bir müdahale şeklinde olmadı. Ancak onun Kirman'da hakimiyetini tesis için bir fırsat beklediği görülmektedir. Mahmud'un eline bu fırsat Bahaüd Devle'nin ölümüyle geçti. Bahaüd Devle'nin ölümünden sonra (1012) yerini, Halife el · Kadir Billah tarafından "Sultanüd · Devle" unvanı verilen ve hükümdarlığı tasdik olunan oğlu Ebu Şuca (1012-1021) almıştı. Ancak bir müddet sonra Ebu Şuca'ya Kirman valisi olan kardeşi Ebu'l-Fevaris isyan etti (m. 1016-1017). Şiraz cıvarında iki kardeş arasında yapılan savaşta Ebu'l-Fevaris mağlup olarak önce Kirman'a kaçtı. Fakat o takip edildiğini anladığı zaman yardım istemek için Sultan Mahmud'un yanına gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Bu nedenle Ebu'l-Fevaris önce Büst şehrine gitti.
Sultan Mahmud için Kirman'a müdahale etmek fırsatı doğmuştu. Ebu'l· Fevaris'in geldiğini öğrenince Sistan valisine haber göndererek onun karşılanmasını emretti. Sistan valisi tarafından Ebu'l·Fevaris'e herkesi şaşırtacak derecede ikramlarda bulunuldu. Ebu'l-Fevaris daha sonra Gazne'ye gitti. Sultan Mahmud onu istikbal etti ve ikramlarda bulundu, kendisine hediye olarak altın, gümüş, atlar ve sürüler verdi. Ebu'l-Fevaris, Sultan Mahmud' un huzurunda üç ay kaldı. Burada gördüğü itibar başka emirlerin onu kıskanmalarına dahi sebeb oldu. Nihayet Ebu'l-Fevaris Sultan'dan hükümdarlığı ve Kirman'ı tekrar ele geçirebilmek için yardım istedi. Sultan Mahmud da kumandanlarından ve devletin ileri gelenlerinden Ebu Said b. Muhammed et · Ta'i'yi bir orduyla onun yanına kattığı gibi, para ve silahca da yardımda bulundu.
Ebu'l-Fevaris ve Ebu Said beraberce Kirman üzerine yürüdüler. Sultanüd Devle'nin orada bırakmış olduğu kuvvetler onlara mukavemet edemeyeceklerini anladıkları zaman geri çekildiler. Ebu'l·Fevaris bu suretle yeniden Kirman'a hakim oldu, oradan Fars bölgesine geçerek Şiraz'ı da aldı. Ebu'l-Fevaris bundan sonra Gazneli ordusu dönünceye kadar herhangi bir anlaşmazlığa sebebiyet vermemek ve bunların kendi ülkesini ele geçirmeye çalışmalarını önlemek için Gazneliler'e dürüst davranmaktaydı. Fakat onlara karşı yine de soğukluğunu hissettirmemeye muvaffak olamadığı anlaşılmaktadır. Nitekim, Ebu'l-Fevaris ile Gazneli kumandan Ebu Said'in arasının açıldığı o devrin kaynakları tarafından da belirtilmiştir. Çünkü, Ebu Said onun yanında daha fazla durmayarak geri dönmüş ve Sultan Mahmud'a onu şikayet etmiştir.
Böylece kısa bir süre için Sultan Mahmud'un himayesine girmiş olan Ebu'l-Fevaris, Ebu Said idaresindeki Gazneli kuvvetlerin yanından ayrılmasından sonra, biraz da kendi endişeli davranışı yüzünden Gazneli hükümdarının yardımından uzak kalmış bulunuyordu. Nitekim Ebu'l-Fevaris m. 1017 /1018 tarihinde Sultanüd Devle'ye yenilmiş ve hakim olduğu vilayetleri bırakıp kaçmıştı. Sultan Mahmud ise daha çok Hindistan ile meşgul olduğundan Kirman üzerine bir ordu göndermemişti. Kirman daha sonra oğlu Sultan Mes'ud zamanında Gazneliler tarafından zabt edilecektir.
Öte taraftan Büveyhiler'den Rey hakimi Mecdü'd-Devle b. Fahrü'd Devle ise idareyi annesi Seyyide'ye bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü Mecdü'd-Devle devlet işlerinden daha çok vaktini harem zevkleri ve ilimle uğraşmakla geçirmekteydi. Sultan Mahmud ise hutbe ve sikkenin adına olması ve harac göndermesi için Seyyide'ye haber yollamış, bu istekleri yerine getirilmediği takdirde savaşa hazır olmasını bildirmişti. Seyyide'nin Sultan Mahmud'a cevabı ise ilgi çekicidir: "Eğer eşim hayatta olsaydı, bu hususda Sultan böyle emir buyuruyor diyerek endişe içinde olur ne tedbir almak gerekiyor derdim. Ancak şimdi bu endişeden uzağım. Çünkü Sultan akıllı bir padişahdır ve savaş işinin sonucunun şüpheli olduğunu bilir. Eğer benimle savaşa gelir ve beni mağlup ederse, bir kadını mağlup etmeye muvaffak olduğu için bir şöhret kazanamaz. Eğer ben onu mağlup edersem, bu acı kıyamete kadar onun devleti üstünden yok olmaz". Rivayete göre bu cevabtan sonra Sultan Mahmud Rey vilayetine iltifat etmemiştir. Ancak bu hususta başka bir kaynağın ifadesi daha değişiktir. Mahmud'un hayatının son yıllarında Vezir Meymendi, Cibal bölgesi işlerine niçin daha önceden karışmadığını sormuştu. Sultan "Eğer Rey şehrini bir erkek idare etmiş olsaydı, Nişabur'da devamlı karargah kurmuş bir ordu muhafaza etmek gerekecekti. Ancak Rey'de bir kadın bulunduğu sürece Büveyhiler'den Horasan için gerçek bir tehlike mevcut değildir." demişti.
Seyyide 1028 tarihinde öldüğü zaman oğlu Mecdü'd-Devle idareyi tekrar eline aldı. Ancak o devlet idaresinde tecrübesizdi. Bu bakımdan ordusu kendisinden memnun değildi. Neticede Deylemli askerler hareketleriyle Rey sakinlerini dehşete düşürdüler, hatta Mecdü'd-Devle'yi dahi tehdit ettiler. Bu durumda Mecdü'd-Devle'nin Sultan Mahmud'dan yardım istemekten başka çaresi kalmamıştı. Diğer bir rivayete göre de, bu daveti Mecdü'd Devle'nin ordusu yapmıştı. Hangi taraftan gelirse gelsin Sultan Mahmud böyle bir fırsatı sabırsızlıkla bekliyordu. Nitekim o Hacib Ali Karib idaresinde sekizbin kişilik bir kuvveti derhal Rey üzerine göndermiş ve bu kumandanına Mecdü'd-Devle'yi tutuklamasını emretmişti. Sultan Mahmud gittikçe bozulan sağlığına rağmen kendisi de harekete geçti ve önce Cürcan'a gitti. Belki de o önce buraya gelmekle Mecdü'd-Devle'ye Selçuklular'dan ulaşması mümkün bir yardımı önlemek istiyordu. Hacib Ali Karib Mayıs 1029 tarihinde Rey şehrine geldi. Mecdü'd-Devle yanında yüz kişilik bir kuvvet olduğu halde Gazneli ordusunu karşılamaya çıktı. Hacib Ali onu ve yanındakileri tutuklayıp Gazneli ordugahına gönderdi. Sonra da Gazneli subayları yollayarak Rey şehrinin kapılarını ele geçirdi. Bu muvaffakiyet haberini alan Sultan Cürcan'dan ayrılarak 26 Mayıs 1029 tarihinde hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Rey şehrine girdi. Mecdü'd-Devle'nin Gazneli kuvvetlerini karşılamaya çıkması ve daha sonra Sultan ile arasında geçen konuşmalardan çıkarabileceğimiz sonuç Mahmud'u onun davet etmiş olmasıdır. Sultan'ın eline Rey şehrinde büyük ganimet geçti. Mecdü'd Devle ve oğlu Ebu Dulef ise hapsedilmek üzere Hindistan'a gönderildi. Ele geçen ganimetler arasında bir milyon değerinde mal, beşyüzbin dinar değerinde mücevher, altıbin elbise bulunuyordu.
Sultan Mahmud ayrıca bu bölgede dini yönden karışıklıklara sebeb olan Batınileri cezalandırdı. O Rey'de bulunduğu sırada komşu ülkeler hükümdarları itaatlerini bildirmek için onun huzuruna geldiler. Ancak genellikle .. Sallar" ismi ile meşhur olan Tarum, Zencan, Ebher, Sercihan ve Şehrizur şehirleri hakimi Müsafiri hanedanından Il. İbrahim b. Il. Merzuban bu görevi yapmamıştı. Mahmud, Il. İbrahim'i cezalandırmak için onun eski rakibi Cüstani hanedanından el-Merzuban'ı büyük bir orduyla harekete geçirdi. El-Merzuban, Müsafiriler'e ait Kazvin'i aldı ise de, Sultan Gazne'ye döndüğü zaman Il. İbrahim bu şehre tekrar sahih oldu. Mahmud, Rey ve cıvarındaki bölgenin idaresini oğlu Mes'ud'a bırakarak Nişabur'a döndü.
Mes'ud beraberinde el · Merzuban olduğu halde Il. İbrahim'e karşı harekete geçti. Il. İbrahim önce Sercihan kalesine çekildi ise de, sonra Gazneli kuvvetleri ile savaşı kabul etmek zorunda kaldı. Mes'ud, II. İbrahim'in bazı adamlarını rüşvet ile kandırarak onu esir almaya muvaffak oldu (13 Eylül 1029). II. İbrahim'in oğlu ise Gazneliler'e itaati ve yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Mes'ud daha sonra Kakuyi hanedanından Hemedan'ı ve Ocak 1030 tarihinde de lsfahan'ı zaptederek Gazneli toprakları içine kattı.
Sultan Mahmud bu bölgeleri ele geçirdiği sıralarda bir kervan lrak'dan Hindistan'a gidiyordu. Ancak Nih çölünde hırsızlar bu kervanı vurdular ve halkını öldürerek mallarını aldılar. Ölüler arasında yaşlı bir kadının da oğlu vardı. Yaşlı kadın bu durumdan Sultan'ın huzurunda şikayetçi oldu. Sultan Mahmud, "Bu vilayet başkentten uzaktır, korumak gerekmiyor” dedi. İhtiyar kadın ise," O zaman bakman gereken kadar vilayet zabt et. Kıyamet günü Allah'a hesab vermen gerekecek." dedi. Sultan onun bu sözünden acı duydu ve ihtiyar kadının gönlünü almak istedi. Sultan daha sonra bir tellala emir vererek "Nih çöl'ünden Hindistan'a gitmek isteyen herkesin can ve malına kefilim" diye etrafa haber verdirdi. Büyük bir kervan toplandı. Kervan halkı Sultan'dan muhafız istediler. Sultan yüz süvari ile bir gulamı bunların yanına kattı. Kervan'ın reisi Sultan'a "Eğer bu muhafız kuvveti bin kişi de olsa azdır. Kufs ve Beluc hırsızları bin kişiden fazla olarak hırsızlığa geliyorlar." dedi. Mahmud ona "Rahat ol, ben tedbirde gafil değilim." dedi. Kervan hareket etti. Sultan ise gulam'a ne şekilde bir tedbir alması gerektiğini açıklamıştı. Kervan lsfahan'a ulaştığı zaman, Sultan'ın gulamı birkaç yük meyva satın alarak bunları zehirle karıştırdı. Çölde hırsızların yakınlarda olduğu anlaşıldığı zaman, gulam bir bahaneyle bu meyvaları ortaya çıkardı. Bu sırada hırsızlar kervana yetiştiler. Muhafızlar göstermelik bir savaştan sonra kaçtılar. Bu durumda kervan halkından feryadlar yükseldi. Onlar hırsızların önünde "Mal sizin olsun, canımızı bağışlayın" diye yalvardılar. Hırsızlar onların bu güçsüz durumunu görünce kervan halkının canlarını bağışladılar. Öte taraftan hırsızlar çölde meyvayı görünce, önce bu taze ve güzel meyvaları yemekle meşgul oldular. Ancak meyvayı yemeleriyle ölmeleri bir anda oluyordu. Bir müddet sonra Gazneli muhafızlar da geri döndüler ve sağ kalan hırsızları kılıçtan geçirdiler. Gazneli muhafızlar önceden Kirman valisi Ebu Ali İlyas'a da haber vermişlerdi. O da bir ordu ile ulaştı, daha sonra hırsızların evlerine hücum ettiler ve onlardan küçük büyük herkesi öldürdüler. Böylece o yol yıllarca bu hırsızlardan temizlenmiş oldu.
Sultan Mahmud'un Afganlara Karşı Seferleri
İndus nehri ile Gazne arasındaki dağlık bölgede yaşayan Afganlar, Sultan Mahmud'un ülkesinin hudud bölgelerine zaman zaman yağma akınları yapmakta ve Horasan ile Hindistan arasındaki kervanları vurmaktaydılar. Afganlar ayrıca Kanavc seferi dönüşü (m. 1019), Sultan'ın birliklerine dağ geçitlerinde hücum etmişlerdi. Bu sebebten Sultan aynı yılın sonlarında onlara karşı bir sefer tertipledi. Bu sefer sonucunda Afganlar cezalandırıldı.
Sultan Mahmud'un daha sonra Kabil'in doğusundaki Nur ve Kirat vadilerinin putperest Afganları üzerine hücum ettiğini görüyoruz. Nur ve Kirat Kafiristan (bugünkü Nuristan)'da Lamğan'ın kuzeyindeki iki nehrin ismidir. Sultan Mahmud arslana taptıklarını öğrendiği bu bölge halkı arasında İslam dinini yaymak istiyordu. Nitekim o Mayıs 1020 tarihinde bu bölgeye yürüdü ve sarp dağlardan ordusunu geçirebilmek için yanına zanatkarlar aldı ve yollar yaptırdı. Kirat hakimi Mahmud'a itaat ve taraftarlarından büyük kısmıyla islam dinini kabul etti. Sultan ona hürmetle muamelede bulunmuş ve vassalı olarak yerinde bırakmıştı.
Nur vadisi halkı ise, Kirat vadisindekilerin aksine hareket ederek Sultan'a karşı düşmanca davrandılar. Sultan kumandanlarından Ali Karib'i o bölgeye gönderdi. Ali Karib bu bölgeyi itaat altına alarak bir kale yaptırdı ve bir Gazneli garnizonu bırakarak oradan ayrıldı. Sultan Mahmud da bu bölgenin islamlaşması için hocalar tayin ettikten sonra Gazne'ye döndü.
Sultan Mahmud ve Mekran İlişkileri
Mekran, Uman körfezinin kenarından itibaren Sind, Kirman ve Belucistan'ın bir kısmını içine alan bir ülke olup, buranın emirleri önceleri Büveyhiler'e tabi idiler. Ancak Büveyhiler'in kuvveti çökmeye yüz tuttuğu sırada Mekrin emiri Ma'din önce Sebüktegin'e, onun ölümünden sonra da Mahmud'a itaat etmişti. Ma'din 1025 yılında ölmüş ve iki oğlu İsi ve Ebu'l· Mu'asker taht için mücadeleye girişmişlerdi. Bu mücadeleyi kaybeden Ebu'l· Mu'asker ülkeyi terk ederek Sistan'a kaçmaya muvaffak oldu.
Sultan Mahmud'un Somnit seferinden dönüşünde (1026), Ebu'l·Mu'asker Gazne'ye gitti ve burada iyi karşılandı. İsi ise kardeşine yardım edileceğini anlayınca, Sultan'a bağımlı olmak zorunda kaldı. Fakat bir süre sonra 1029 yılında, Sultan Mahmud'un Selçuklular ile meşgul olduğunu gören İsi, Gazneliler'e karşı düşmanca bir tavır takınarak bağımsızlığını ilan etti. Sultan bu durumu haber aldığı zaman, İsi'nın üzerine yürümek ve tahta Ebu'l-Mu'asker'i yerleştirmek istedi ise de, ecel bunu gerçekleştirmesine müsaade etmedi.
Sultan Mahmud'un Dini Cephesi
Sultan Mahmud Sünni mezhebe bağlı idi. Ayrıca o hadis bilir, huzurunda Şafii ve Hanefi hukukçuları arasında tertip ettirdiği münazaraları dikkatle dinler ve onlara sualler sorardı. Sultan Hindistan'daki putperestlere olduğu kadar İslam ülkelerinde dini yönden kargaşalık çıkaran gruplara karşı da mücadele etmiştir. Sultan Mahmud Batıniliğe göz açtırmamasına rağmen, ülkesi içindeki Kerramiler'e gösterdiği yakınlık ile de dikkati çekmektedir. Kerramiye adını, kurucusu Ebu Abdullah Muhammed b. Kerram (ölümü 869)'dan alan bir mezhebdir. Bu mezheb bilhassa Horasan'da çok taraftar bulmuş, Sebüktegin tarafından da himaye görmüştür. Sultan Mahmud da Kerramiler'e sempati duymaktaydı ve saltanatının ilk yıllarında öteki karışıklık çıkaran grublara karşı onları bir silah olarak kullanmaktaydı. Bu devirde Nişabur'daki Kerramiler'in sayısı yirmibin kadar gösterilmekte ve bunlar Horasan'da mühim bir kuvvet oluşturmaktaydılar. Karahanlılar 1006 tarihinde Nişabur'u işgal ettikleri zaman, Kerramiler'in şehirdeki kuvvetlerinden ve bir olay çıkarmalarından korktuklarından onların reisi Ebu Bekr Muhammed b. İshak'ı gözaltına almışlardı. Fakat Ebu Bekr Muhammed Gazneli orduları yaklaşırken Karahanlılar'ın elinden kurtulmayı bilmiş ve bu sebebten Sultan Mahmud tarafından daha çok himaye görmüştü.
Fatımi halifesi el-Hakim (996-1021) tarafından Sultan'a elçilikle gönderilen Taherti adındaki dili (davet eden)nin yargılanması ve öldürülmesinde Ebu Bekr Muhammed önemli rol oynamıştı. Ayrıca bu olaydan sonra Ebu Bekr Muhammed'e geniş yetkiler verildi. Onun "Mezhebi bozuk" dedikleri idam edildi veya ağır cezalar verildi. Ancak Ebu Bekr Muhammed ve öteki Kerramiler'in bu yetkilerini kötüye kullanmaları birçok şikayetlere sebeb oldu. Öte taraftan 1013 yılı içinde hacca gitmiş ve Abbasi halifesi el · Kadir'in yakınlığını kazanmış olan Kadı Sa'id dönüşünde Gazne'ye Sultan Mahmud'un sarayına gelmişti. Burada yapılan dini bir münazarada Kadı Sa'id, Kerramiye mezhebinin sünnilik dışı fikirleri ihtiva ettiğini ortaya koydu. Bunun üzerine Ebu Bekr Muhammed, Kerrami inançlarını reddetmekle canını kurtarabildi. Bundan sonra Kerramiler Sultan Mahmud'un gözünden düştüler. Nitekim Sultan Horasan'daki valiler ve mahalli yöneticilere bu mezhebin taraflarının araştırılması ve onların cami ve minberlerden uzaklaştırılması için emir verdi. Bu mezhebe açıktan açığa taraftar olanlar cezalandırıldı.
Abbasi Halifeleri ile Münasebetler
Sultan Mahmud başlangıçta Abbasi Devleti ile iyi münasebetler içinde bulunmuş, Samaniler tarafından halife olarak tanınmamış bulunan el-Kadir Billah'ı halife tanımıştı. Kadir Billah Sultan'ın bu davranışından memnun olmuş ve ona hil'at ve hediyeler gönderdi. Yine Halife, İslam dinini yaymak için Mahmud'un putperest Hintliler'e karşı yaptığı gazaları memnunlukla izlemiş ve Mahmud'a bu gayretinden dolayı ünvanlar vermişti. Sultan buna karşılık şii inançlı Fatımi Halifeleri'ne hiç yüz vermedi. Gazneli ülkesinde Fatımi Halifesi ile haberleşen gizli bir teşkilat yakalanmış ve birçok kişi öldürülmüştü. Hatta Sultan Mahmud'a Fatımi elçisi olarak gönderilen Taherti de idam edilmişti. Bu olaydan sonra Abbasi Halifesi, Mahmud'a "Nizamü'd-Din" ve "Nasırü'l-Hakk" lakablarını verdi.
Sultan Mahmud'un Abbasi Halifesi ile arası, Karahanlılar'a ait Semerkand şehrinin fermanının kendisine verilmesini istediği zaman açıldı. Halife cevabında," Bunu yapamam ve eğer bu işi benim fermanım olmadan yapmaya kalkışırsan, bütün dünyayı sana karşı ayaklandırırım." demişti. Sultan Mahmud daimi desteklediği Abbasi Halifesi'nden böyle bir cevab alınca kızmış ve Kadir Billah'ın elçisine "Bin fil ile Bağdad'ı yok etmek isteğinde olduğunu" söylemişti. Ancak bir müddet sonra Halife'den gelen üç harfli bir mektubun tefsir edilmesiyle Mahmud bu davranışından dolayı mahcub oldu (1014). Öte taraftan Halife'den gelen mektup merasimle açıldığı zaman, içinde yalnız dua ve "elif, lam, mim" harflerinin yazılı olduğu görülmüştü. Herkes bu şekildeki bir mektuba şaşırmış ve bunun ne manaya geldiğini anlayamamıştı. Neticede Ebu Bekr Kuhistani adındaki bir bilgin bunun Kur'an'daki "Elemtere Keyfe" suresine işaret olduğunu ileri sürer. Bu surede Habeşistan hakimi Necaşi'nin Yemen valisi olan şahıs tarafından Kabe'yi yıkmak için gönderilen ve önünde "Mahmud" adını taşıyan bir fil bulunan ordunun başına gelen yok olmaya işaret vardır.
Bundan sonra Halife ile Sultan Mahmud'un arasını açacak bir olay daha olmuştu. Mekke'ye 1024 yılında gönderilen Horasan hacılarının başında Hace Emiri olarak, Nişabur'un ileri gelen ailesi Mikail oğulları'ndan Hasenek denilen Ebu Ali Hasan b. Muhammed bulunuyordu . Hasenek dönüşte çöl yolunu tehlikeli bulduğundan Fatımi bölgesi içinde olan Suriye ve Filistin yolunu takip etti. Mısır Fatımi halifesi ez - Zahir onu ve öteki hacıları hararetle karşılamış, onlara hediyeler ve hil'atler vermişti. Abbasi Halifesi, Hasenek'e hediyeler verilmesini hoş karşılamamış,• bunun Sultan Mahmud'un bir tertibi olmasından ve bir Gazneli Fatımi yakınlaşmasından şüphelenmişti. Nitekim Abbasi Halifesi bu sebeble Hasenek'in Karmati olduğunu öne sürerek idamını istedi. Mahmud bu iddiaya son derece kızmış ve saçma bulmuştu. Ancak elçilerin gidip gelmesinden sonra, Abbasi Halifesi'ni tatmin etmek için Fatımi Halifesi'nin Hasenek'e verdiği hediye ve hil'atler Bağdad'a yollandı ve halkın önünde yakıldı (1025). Bu olaya son derece canı sıkılan Sultan Mahmud" ölünceye kadar Halife'ye karşı içinde gizli bir nefret beslemiştir." Sultan belki de nefretin tesiriyle bir müddet sonra Hasanek'i vezir yaptı. Bu olay gizliden gizliye bile olsa, Halife ile Mahmud'un arasını daha da çok açacak nitelikteydi. Bütün bu olaylara rağmen sünniliğin tam bir koruyucusu olan Mahmud, daima Halife'nin ismini paralarının üstüne bastırmaya, seferlerinden sonra elde edilen ganimetten Bağdad'a hediyeler göndermeye ve fetih-namelerinde kendisini bu inancın bir savaşcısı olarak göstermeye dikkat etmişti.
Sultan Mahmud ve Hace
Irak ve Horasan'dan hacca gitmek isteyenler zaman zaman Arap çapulcuların ve Karmatiler'in yol kesmeleri sebebiyle hac görevini yerine getiremiyorlardı. Nitekim m. 1021 tarihinde Horasan ileri gelenlerinden bir grup ve bilginler Sultan Mahmud'a başvurdular ve ona "Sen Müslümanlar'ın en büyük hükümdarısın cihad hususundaki gayret ve faaliyetin herkesce bilinmektedir. Bildiğiniz gibi hac kesintiye uğradı. Bu olay ile ilgilenmek gerekir Lütfedip bu meseleyle biraz ilgilenin." dediler. Sultan Mahmud onların bu isteklerini kabul etti ve ülkesinin başkadısı Ebu Muhammed en-Nasıhi'yi Hace Emiri tayin etti. Sultan, başkadıya sadaka olanların dışında Araplar'a dağıtmak üzere otuzbin dinar verdi. Ayrıca Horasan'dan hacca gitmek isteyenlerin hazırlanmaları için tellal dolaştırdı. Hacca gitmek isteyenlerden büyük bir kalabalık toplanarak yola çıktılar. Horasanlı hacılar Feyd bölgesine ulaştıkları zaman, Araplar tarafından kuşatıldılar. Hace Emiri Ebu Muhammed onlara beşbin dinar para verdi ise de buna razı olmadılar ve hacıları tutuklamaya karar verdiler. Ancak bu sırada Semerkantlı bir gencin ok atarak reislerini öldürmesi üzerine Araplar dağıldılar. Bu suretle kurtulan Horasan hacıları hacca gidip, sağ salim ülkelerine dönmeye muvaffak oldular.
Sultan Mahmud'un Ölümü ve Şahsiyeti
Sultan Mahmud hayatının büyük bir kısmını savaş meydanlarında geçirmiş, özellikle Hindistan'a yaptığı seferler onu çok yormuş ve hastalanmasına sebeb olmuştu. O doktorların bütün tavsiyelerine rağmen bir türlü istirahat etmiyor, bir hükümdarın yapması gerekli bütün vazifeleri yerine getiriyordu. Onun hastalığı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Tarihçiler genellikle Sultan Mahmud'un verem hastalığından öldüğünü kabul ederler. Sultan Mahmud dinlenip tedavi olacağı yerde, hareketli hayatına devam etmiş ve bu sebeble sıhhati gün geçtikçe kötüye gitmiştir. Mahmud 1029/1030 kışını Belh'de geçirdi, fakat hu şehrin havası ona hiç iyi gelmedi. O bu nedenle Gazne'ye döndü ise de (tahminen 22 Nisan 1030), iklim değişikliği de iyi bir netice vermedi. Sultan Mahmud 30 Nisan 1030 tarihinde ellidokuz yaşında iken öldü.
Türk - İslam dünyasının müstesna devlet adamlarından biri idi. Mahmud öldüğü zaman Gazneli Devleti; batıda Azerbaycan hududlarından doğuda Hindistan'ın Yukarı Ganj vadisine, Orta - Asya'da Harezm'den Hind Okyanus'u sahillerine kadar uzanan çok geniş bir sahayı kapsıyordu. O Hindistan'a yaptığı gazalar sebebiyle "gazi" lakabıyla ve "putperest Hindular'ın çekici" olarak şöhret kazanmıştı. Sultan Mahmud; Allah'dan korkan, zeki, uzak görüşlü, ihtiyatlı ve adil bir hükümdardı. Nitekim bu özellikleriyle ilgili birçok hikayeler tarih kitablarına geçmişti. Nizamü'l-Mülk'ün Siyaset - Namesi'ndeki bir hikayede geçtiği üzere, o oğlunu dahi yargılamaktan çekinmemişti. Bu hikayeye göre; "Bir tüccar, Sultan Mahmud'un zulme uğrayanlara adalet dağıttığı yere geldi, Sultan'ın oğlu Mes'ud'dan şikayet etti ve yakındı. Ey efendimiz, tüccar bir adamım. Bir müddettir burada kaldım. Kendi şehrime dönmek istediğim halde dönemiyorum. Çünkü senin oğlun Mes'ud benden altmışbin dinarlık eşya ve kumaş satın almıştır. Bu eşyanın parasını bana vermiyor. Emir Mes'ud'u benimle birlikte Kadı'ya göndermeni isterim, dedi.
Sultan Mahmud, bu sözden dolayı kızdı ve üzüldü; bunun üzerine oğlu Mes'ud'a sert bir haber gönderdi ve "Tüccarın hakkını derhal ulaştırmanı isterim; eğer bir sebep göstereceksen, çabuk kalk, kendisiyle birlikte Karar Meclisi'nde hazır ol, şeriatın gerektirdiğini yerine getirsinler" diye emretti. Tüccar, Kadı Sarayı'na gitti. Elçi Mes'ud'un yanına gelerek babasının mesajını verdi.
Mes'ud aciz kaldı, hazinedarına, "Bak bakalım hazinede nakid ne kadar altın toplanmıştır" dedi. Hazinedar gitti ve geri geldiği zaman, "Yirmibin dinardan fazla param yok" dedi. Mes'ud," O parayı alınız, tüccara götürünüz, geri kalan kırkbin dinar için üç gün süre isteyiniz ki, ödeyeyim" dedi. Yine Mes'ud elçiye ''Sultan'ın katına arzet ki, yirmibin dinarı nakid olarak bu saat ödedim, geri kalan kırkbin dinar için üç güne kadar tüccardan aman diledim . . . Sultan ne emreder diye ayakta bekliyorum" dedi. Elçi gidip geldi ve "Sultan, Yargı Meclisi'nde hazır ol veya geri kalan kırkbin dinarın tamamını tüccara teslim et. Şunu gerçekten bil ki, bu parayı tamamıyla tüccara ödemediğin ve ben onun ağzından 'Mes'ud hakkımı bana ödedi' sözünü işitmediğim sürece, benim yüzümü bir daha göremezsin, diyor' dedi. Bu durumda Mes'ud'un söz söylemeye gücü kalmadı; o her tarafa adam gönderdi ve herkesten borç istedi, ikindi namazı vakti olduğu zaman, altmışbin dinarı tüccara ulaştırmıştı. Mes'ud ve tüccar teşekkür etmek için Sultan'ın katına çıktılar. Ancak o zaman Sultan Mahmud, Mes'ud'dan razı oldu.
Bu haber dünyanın her tarafına yayılınca, tüccarlar Hıtay'dan, Çin'den ve Mısır'dan Gazne'ye doğru yola koyuldular ve bütün dünyada ne kadar zarif şeyler varsa bu şehre getirmeye başladılar".
Sultan Mahmud'un acele karar vermediği ve ihtiyatlı davrandığı hususundaki bir hikaye ise Muhammed Avfi'nin Cevamiü'l-Hikayet adlı kitabında geçmektedir. Bu hikayeye göre; "Herat şehrinde o ülkenin meşhurlarından bir bilgin ve onun güzel bir sarayı vardı. Sultan Mahmud'un Herat'a yaptığı gezilerden biri sırasında, Abdurrahman Hak o yaşlı bilginin sarayında konakladı. Abdurrahman, Sulta'ın yakın adamlarından idi. O bir gün eğlence meclisinde Sultan'a şunları söyledi, 'Benim konakladığım saray bir ihtiyarın mülküdür. Bu şahıs halk nazarında kendisini bir bilgin olarak tanıtmıştır. Orada bir halvet-hane (yalnız başına oturulup ibadetle vakit geçirilen yer) var, ihtiyar gece oraya gitmekte ve sabaha kadar dışarı çıkmamaktadır. Onun orada ne yaptığını sordum. Bütün gece namaz kıldığını söylediler. Bir gece ansızın o halvet-haneye gittim. Onu bir şarab testisini ve putu halvet - hanenin önüne koymuş ve putun önüne diz çökmüş ona hizmet ederken gördüm. O putu ve şarab testisini aldım ve karar vermesi için Sultan'ın önüne getirdim' dedi. Sultan Mahmud o anda bu sözlerden acı duydu, sonra 'O ihtiyarı hazır bulundurun, bu işte inceden inceye araştırma hususunu yerine getirelim. Ancak önce sen elini başıma koy, bütün olanları doğru söylediğine benim canım ve başım üzerine yemin et. Ondan sonra o hususta gerekli olanı yerine getirelim' dedi.
Abdurrahman Hak bu sırada söyledikleri için utanç duydu ve 'Senin can ve başın üzerine yalan söyledim' dedi. Sultan Mahmud 'Ey civanmerd Sen niçin bu zavallı hakkında böyle davrandın' dedi. Abdurrahman 'onun güzel bir sarayı vardı, ben orada konakladım. Eğer bu sözleri söylersem, padişahın din hususunda hamiyyeti vardır. Derhal onun öldürülmesini buyurur ve o sarayı bana bağışlar' dedi. Sultan sabretme kuvveti verdiği ve aceleden meydana gelecek dertlerden koruduğu için Allah'a şükürler etti, ayrıca bir daha da Abdurrahman Hak'a itibar etmedi.
Nizimü'l-Mülk'ün Siyasetname'sine göre; Sultan Mahmud güzel yüzlü ve yakışıklı değildi. Çekik yüzlü, kuru (cildli), uzun boylu, kalkık burunlu ve köse idi. Daima toprak yemesi sebebiyle kırmızı yüzlü idi O bir gün sabah erken has odasında namaz seccadesinde oturmuş, namaz kılmış, önüne ayna ve tarak koymuş, ayetler okuyor ve dua ediyordu ki, veziri Ahmed b. Hasan odanın kapısından içeri girdi . . . . (Sultan) aynayı yüzüne tuttu, kendi yüzünü gördü, gülümsedi. Ahmed b. Hasan'a, "bu zaman (da) gönlümden ve hatırımdan ne geçtiğini biliyor musun?" dedi.
Vezir - "Efendimiz daha iyi bilir" dedi.
Sultan · "Yüzümün güzel olmamasından (dolayı) halkın beni sevmemesinden korkuyorum. Halk, padişah adetince, güzel yüzü sever" dedi.
Vezir • "Ey efendimiz, halkın seni sevmesi için bir iş yap . . . " dedi.
Sultan · "Ne yapayım?" diye sordu.
Vezir · "Altunu düşman bil ki, cümle alem seni dost edinsin" dedi. Mahmud'un bu söz hoşuna gitti, "Bu sözün altında bir fayda vardır" dedi. Sonra Mahmud o zaman ata ve ihsan elini açtı. Neticede bütün dünya onu sevdi ve onun övücüsü oldu.
Tarihçi İbnü'l-Esir'e göre, Sultan Mahmud orta boylu, yakışıklı bir insandı. Güzel bir siması vardı, küçük gözlü, kızıl saçlıydı. Halkına çok iyi davranır, onlara şefkatle muamele ederdi. Tenkid edilecek yegane tarafı çeşitli yollarla halkın mallarını almaya kalkışmasıydı.
Sultan Mahmud adam öldürtmekten çekinmiş, esir aldığı birçok hükümdarı hapsetmekle yetinmiştir. O özel hayatında guy (bir çeşit top oyunu) oynamayı sever, sık sık ava gider ve eğlence meclisleri tertip ederdi. Sultan aynı zamanda gösterişe meraklı idi. Nitekim pek debdebeli bir şekilde sürdürdüğü saray hayatının ihtişam ve büyüklüğünü yabancı devlet elçileri geldiği zaman göstermekten geri kalmaz, bu maksadla resmi geçitler ve ziyafetler tertip eder, misafirlere zengin hediyeler verirdi.
GAZNELİLER DEVLETi TARiHi
Prof. Dr. ERDOĞAN MERÇİL
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...