1 Ocak 2025 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

MÂLİK:

 

1. Sâhib olan, mülk edinen.

 

İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min ikisi de kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de, mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)

 

Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli, nisâb miktârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî)

 

Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum, 

Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim. 

(İmâm-ı Rabbânî)

 

2.   Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm etmedik, fakat kendileri zâlim idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der. (Zuhrûf sûresi: 74-77)

 

Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi buradan çıkarın. Biz bir daha isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız. Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve isyânınıza döneceksiniz" der. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Mâlik-ül-Mülk:

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda bulunan her şeyin sâhibi olan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)

 

Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal ve mülk ihsân eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)

 

MÂLİKÎ:

 

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı olan kimse.

 

Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere bulunanların) amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki) mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî. Bu dört mezhebden herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M. Tâhir Sünbül Mekkî)

 

Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi olunuz. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allahü teâlânın yardımı, koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye (Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk) bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse, bid'at (bozuk îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)

 

Mâlikî Mezhebi:

 

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir.

 

MÂLİYYET (Mâliyet):

 

Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.

 

Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır. Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh, geçerli olur. (İbn-i Nüceym)

 

MA'LÛM:

 

Bilinen şey.

 

Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı kerîmde bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür (îmânsızlık) üzere kalmaya niyet edip, îmân etmek istemeyeceklerini ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliyordu. İlim, mâlûma tâbidir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve böyle haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi olurdu. O hâlde kâfirler kendi istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle) kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

 

Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey, kendi varlığıdır. İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de rûh kendini unutmaz. İnsanın kendi kendini tanıması için, bir şey isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)

 

MA'NÂ (Mânâ):

 

Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.

 

Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde olunurlar. Kelimeler ve lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ, lugat (sözlük) mânâ bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, anlaşılan meşhûr, yaygın olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından çıkarılarak belli bir ilim dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ, Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük) mânâsı duâ olduğu hâlde, fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik ilimlerde başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma Arabçasını bilen, fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz. Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve pekçok ilmi senelerce okuyup öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette daha çok sevâb ve daha iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din âlimlerinden kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitablar, doğru mânâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Mânây-ı İltizâmî:

 

Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

 

İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Düşünen canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ, ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti insanın mâhiyetini meydana getiren bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan ayrılmayan bir mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle, ilim öğrenme ve yazı yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.

 

Mânây-ı Murâdî:

 

Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.

 

Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm çıkarabilmek) için, Arabî yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı murâdîsini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek gibi daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf, temiz bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde ettiğini anlamak demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü Erdem)

 

Mânây-ı Mutâbıkî:

 

Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi. 

Hayvân-ı  nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı  mutâbıkîsidir. 

Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.

 

Mânây-ı Zâhirî:

 

Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.

 

Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür. Biri muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı kapalı olan âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meşhûr olmayan mânâ verilir. Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne) uygun olmazsa, meşhûr olmayan mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder. Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ tefsîr âlimleri, Allahü teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Mânây-ı Zımnî:

 

Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

 

İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Bu mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı) mânâlarından her biri, insan lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî, Teftezânî) 

Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i lugat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı zâhirîsini, mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin ne zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîfle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın buyurmak istediği mânâyı anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

MANASTIR:

 

Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip, barındığı binâ.

 

Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve bu arâziyi işleterek elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka çeşitli görevliler bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adamları için nezârethâne, hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve kudreti artarak önemli derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı olan manastırlar, daha sonra papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların, hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini bildirdiği mektûbunda buyurdu ki: "Onların dînî reislerini, (başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın..." (Hadîs-i şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)

 

MA'NEVÎ:

 

Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.

Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan olan taraf, gâlib ve hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile olduğu gibi, neşr (yayın) yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müslüman şekline girerek, din adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî yıkıntıyı durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan başka kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Ma'nevî Bağ:

 

1. Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta da denir.

 

Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin (kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, anlar. İnsan, her şeyin bir yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini düşünerek, âleme ve içindekilere baktığı zaman, bunların da bir yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak, her şeyin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)

 

2. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.

 

Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân sâhibidirler. Türkleri yıkmak için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik Gregoryus)

 

Ma'nevî Fâide:

 

Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.

 

Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. (Hayri Aytepe)

 

Ma'nevî Hastalık:

 

Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde; îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb hastalığı.

 

Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat bunu görmek için müdrike yâni anlayış hâssası bozuk olmamak ve mânevî hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı) kuvveti hasta ve bozuk olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan kurtulur, gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, safrası bozuk olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)

 

Ma'nevî Huzûr:

 

Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana gelen rahatlık. 

Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Ma'nevî Kuvvet:


Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine mahsûs anlayıcı kuvvet. 

Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş âlimler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Ma'nevî Mîrâs:

 

Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme), rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

 

Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr etmek, mânevî mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygamber efendimize tam uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasaklarından kaçınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ma'nevî Temizlik:

 

İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ huylardan arındırmak.

 

Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb temizliği emreder. Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu) sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine gelen her hayr (iyilik) ve şer (kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığın emirlerini yapan bir insan, dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. (Hayri Aytepe)

 

MÂNİ' (El-Mâni'):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları gideren, men' eden.

 

El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

Yazıköy/ Safranbolu

 


19 Aralık 2024 Perşembe

Amerika Söylenceleri - Peru

 



Köken Evi: Sunuş


Tarihsel Arka plan


İnkalar, MÖ XIII. yüzyılda And Dağları'nın yüksekliklerindeki Cuzco Vadisi'ne yerleştiklerinde neredeyse dört bin yıldır Peru'da uygar kabileler yaşamaktaydı. Başlangıçta, diğer birçoğu arasında yaşayan küçük, sıradan bir topluluktu. Onları komşularından ayırt eden hiçbir şey yoktu. Diğerlerinden ne daha az ne de daha çok uygardılar. Manko Kapak ilk yöneticileri oldu ve ilk zamanlar diğer kabileler İnka yönetimine kendi istekleriyle girdiler.

1400'lerin başında, İnkalar daha saldırgan olmuşlar ve kendilerini fatih olarak kabul ettirmişlerdi. Cuzco Vadisi'nden dışarı taşmışlardı ve artık batıda Peru kıyıları, kuzeyde Quito (Ekvador) ve güneydoğuda Titikaka Gölü'ne kadar olan topraklarda egemendiler.

1438’de İnkalar güneyde, Kolombiya'nın güneyinden Ekvador ve Peru üzerinden Şili'nin güneyine ve batıda Bolivya'nın yüksek topraklarını aşarak Arjantin'in kuzeybatı bölümüne kadar uzanan büyük bir imparatorluk yaratmışlardı.

Hükümranlığı 1438'den 1471'e dek sürmüş olan İnka İmparatoru Paçakuti, Aymara tanrısı Virakoça'yı, İnkaların büyük tanrılarından biri haline getirdi. Paçakuti, rüyasında Virakoça'nın kendisine büyük bir askeri zafer kazandıracağını görünce, tanrının, on yaşındaki bir çocuk büyüklüğünde som altından bir heykelini yaptırmış, sonra bu altın tanrı imajını, Cuzco kentinde Virakoça adına inşa edilip ona adanmış büyük bir tapınağa yerleştirdi.

İspanyollar gelene kadar Yeni Dünya'daki en büyük imparatorluk buydu ve altı milyon nüfusu barındırıyordu. Sonraki yüzyılda da imparatorluk canlılığını ve gelişmesini sürdürdü; ancak 1532'de İspanyol Pizarro ve "conquistadore"larına yenik düştü.

İnkaların konuştuğu Keçua dili, bugün de Peru, Ekvador ve And Dağları’nın Bolivya, Arjantin ve Şili'deki yüksek bölgelerinde yaşayan yaklaşık beş milyon insan tarafından aynı adla konuşulmaktadır.

İnkalar pek çok bakımdan Romalıları andırıyorlardı. Birçok uygar halkı egemenlikleri altına aldılar ve kültürlerine hoşgörüyle yaklaşıp onları başarıyla yönettiler. Bu halklar vergilerini ödedikleri ve başta güneş olmak üzere İnka tanrılarına taptıkları sürece kendi istedikleri şekilde yaşayabilirler ve tapınabilirlerdi. İnkalar yetenekli birer yönetici, inşaatçı ve teknisyendiler. Yol sistemleri, dünyadaki en iyilerinden biriydi. İmparatorluklarının dağlık bölgelerinde, özenle kurulmuş bir teraslama sistemi ve sulama kanalları ağı yaratarak başarıyla tarım yaptılar. Elde edilen büyük miktardaki yiyecek fazlası, toplumlarının tarımla uğraşmayan soylular, rahipler, savaşçılar, el sanatlarıyla uğraşanlar ve sanatçılardan oluşan kesimini beslemekteydi.

Yazı dilleri olmadığından, İnkalar, geçmişlerini kaydetmek ve ünlerini geleceğe taşımak için tamamen sözlü geleneklerine bağımlıydılar. Bir grup profesyonel tarihçi ve sunucu, çeşitli gerçekler, söylenceler, öyküler ve propaganda karışımı olan İnka "tarihi"ni korumak ve anlatmakla yükümlüydü. Tüm İnka efsaneleri bu "tarih"in bir parçasıdır ve hem İnka hem de Hıristiyan etkisi taşır, önce İnkalar diğer halkların söylencelerini sahiplendiler ve kendi başarılarını yüceltecek biçimde uyarladılar. İspanyolların zaferinden sonra, söylenceleri kaydedenler bu defa Hıristiyan bakış açısına göre bunları yeniden biçimlendirdiler.

Aşağıdaki söylence, ülkesinin İnka topraklarını fethetmesinden on beş yıl sonra İspanyol vakanüvis (olayları kaydeden) Pedro Cieza de Leon tarafından kayda geçirilmiştir. Cieza de Leon, iki ciltlik İnka araştırmasıyla ünlüdür: Pedro Cieza de Leon'un Seyahatleri, Birinci Bölüm: Peru Vakayinamesi, MS 1532-1550 ve bunun devamı olan, "Köken Evi"ni de içeren İnka Vakayinamesinin İkinci Bölümü. Harold Osborne, Güney Amerika Mitolojisi adlı kitabında, Leon'un iki cildinin İngilizcesine de yer vermiştir.



Çekiciliği ve Değeri


İnkalar Titikaka Gölü ve çevresini bölgeyi fethettiklerinde bu söylenceyi Virakoça'nın Tiyahuanako söylencesi Üzerine kurmuşlardır. Güneş, İnkaların kabile tanrısı olduğu için Virakoça' nın yerini almıştır. İnkalar yöneticilerinin tümünün güneş tanrısının çocukları ve dolayısıyla tanrı olduğuna inanıyorlardı. Aşağıdaki öyküdeki kişiler gerçekte güneşin çocuklarıdırlar.

İnka yaratılış öyküsü zaten var olan evren ve insanların yaratılışlarına bir açıklama getirmek yerine, înka başkenti Cuzco'nun önemini ve İnkaların komşularına olan üstünlüklerini açıklar. Ayar Kaçi'nin kardeşlerinden gördüğü davranış, diğer bazı ünlülerin kıskanç kardeşlerinden gördüklerine benzer. Bu söylencede zenginliğin oynadığı rol üstünde düşünmek ilgi çekici olacaktır.



Köken Evi



Çok önceleri, bu bölgede yaşayan insanlar saldırgan ve bencildiler ve ülkemizin insanlarına gereksiz sıkıntılar yaratıyor ve ölüm saçıyorlardı. Sonra kudretli Güneşin Çocukları olan üç yabancı adam ve üç kadın birdenbire Köken Evi denilen yerde belirdiler. Alfası da desenli ince yünden yapılmış giysiler içinde kral ailesi gibi giyinmiş olarak geldiler. Her erkek altın bir el sapanı içinde bir taş, her kadın da çok miktarda altın takı taşıyordu. Ülkemizin yöneticileri olmaya ve yeni bir yerleşim yeri kurmaya karar vermişlerdi. Beraberlerinde, Pizarro halkımızı yendiğinde bulduğu çok miktarda mücevher, altın ve diğer değerli eşya getirmişlerdi.

Ayar Kaçi adındaki adam o kadar güçlüydü ki, sapanından fırlayan taşlar tepeleri yardı ve aralarında vadiler oluşturdu. Diğer iki kardeşi onun kendilerinin yapamayacağı işleri yaptığını gördükçe kıskançlığa kapılmışlardı. Ona karşı plan yaptılar.

"Ayar Kaçi, sevgili kardeşim" diye başladı Ayar Uço, "lütfen hâzinemizi sakladığımız mağaraya dön ve o büyük güzel altın vazoyu getir. Getirmeyi unutmuşuz."

"Ve sen oradayken" diye devam etti. Ayar Manko, "lütfen babamız Güneşe dua et ve ondan yolculuğumuzu onaylamasını ve bu ülkenin yöneticileri olmamıza yardım etmesini iste."

Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Ayar Kaçi, hemen altın vazoyu getirmek için mağaraya döndü. İki kardeşi onu gizlice izlediler. O mağaraya girer girmez, kardeşleri hemen kayalar toplayıp girişi kapattılar. Ayar Kaçi'den hiçbir itiraz duymadılar, ancak yeryüzünün, dağların vadilere devrilip yeşil ormanları örten, ırmakların aktığı yerleri toprak yığınına çeviren büyük bir güçle sarsıldığını görünce korkuyla titrediler.

İki kardeş, üç kadın ve onlara katılan diğer insanlar yakınlarda bir yere yerleştiler. Ayar Manko ve Ayar Uço, Ayar Kaçi'yi neredeyse unutmuşlarken, o günün birinde güçlü kanatlarının parlak renkli tüyleri güneş ışığında parıldayan muhteşem bir kuş görünümünde onlara doğru uçtu.

Tam kaçacaklarken, Ayar Kaçi, "Benden korkmayın kardeşlerim! Size yalnızca büyük inka Imparatorluğu'nu kurmanız için öğütler vermeye geldim. Sizden bu yerleşim yerini bırakıp Cuzco kentini kuracağınız vadiye inmenizi istiyorum. Orada büyük bir kent kurun ve Güneş'e saygınızı göstermek ve tapmak için bir tapınak yapın" dedi.

Ve şöyle devam etti: "Babamın bana olan sevgisini, sizin güçlü yöneticiler olmanıza yardım etmesi için kullanacağım.

Karşılığında ona saygı duymanızı ve tanrı olarak tapmanızı istiyorum. Eğer bana sadık kalır ve kurbanlar verirseniz, savaş zamanında size yardım edeceğim, imparatorluk tacını başınıza takın. Ülkenin genç erkeklerini alın, onları soylu yapın ve savaş için silahlandırın. Yeni ilişkimizin işareti olarak kulaklarınızı benimki gibi delecek ve uygun şekilde süsleyeceğim."

Ayar Kaçi'nin kardeşleri söyleyecek söz bulamadılar. İsteklerini kabul ettiler ve o tepeyi ona tapınmak için kutsal bir yer haline getirdiler. Üç kardeş birlikte tepenin üstünde dururlarken, Ayar Kaçi, Ayar Manko'ya dedi ki: "Üç kadınımızı vadiye götür ve orada Cuzco kentini kur. Ama beni unutma. Kurbanlarını bekleyeceğim."

Sonra Ayar Manko'nun gözleri önünde, hem Ayar Kaçi hem de Ayar Uço taştan heykellere dönüştüler.

Ayar Manko Ayar Kaçi'nin öğütlerine uydu ve Cuzco kentini kurdu. Adını Manko Kapaç olarak değiştirdi ve alçakgönüllü bir yönetici oldu. Kon Tiki Virakoça ve babası Güneş adına yeni bir kentin temellerini attı. İlk yaptığı bina saz damlı basit bir taş evdi. Ona "Altın Evi" adını verdi ve tanrılarına orada tapınıldı. Zaman içinde o evin yerine Büyük Güneş Tapınağı yapıldı.




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak