10 Aralık 2024 Salı

İSLAM FELSEFESİ -1

 


Yaratılış (hilkat) macerasında devirler ve âlemler sürükleyen insan, şuur kıvılcımına sahip olup, gerek içinde bulunduğu objektif, gerekse kendi içinde bulduğu sübjektif olayların etkisi altında kaldığı ve onları algılamağa başladığı andan itibaren önce bu olayları, sonra bu olaylara sebep olanları, daha sonra da bu sebep olanlara sebep olanları yine kendi varlığı bakımından kutsal varlık saymak ve onlara bağlanmak zorunda kalmış ve bu yolda primitif mitolojik (usturevi) ve rasyonel (akılcı) denen üç düşünce safhasından geçmiştir.


Çeşitli varlıkların tek bir cevherin çeşitli görünüşleri olduğunu, eşya ile insanın asılda birliğini deyimleyen, başka bir deyişle, objeyi süjede görmekten ibaret olan primitif düşünce ile insanın iç ve dış hayatını tabiata aksettirmekten, dolayısiyle, süjeyi objede görmekten ve önce Tanrılar dünyasını insan dünyası gibi sayıp daha sonra bu iki dünyayı ayırmak ve hayal dünyasını gerçek ve ölmez üstün dünya bilmek suretiyle asıl yaşanan bu dünyayı ona tabi kılmakla insanı bir kul saymaktan ibaret olan mitolojik düşünce arasında ve bu düşünce ile varlık ve eşyayı, görünüş ve değerleri akıl düzenine göre ayarlamak ve aklın değişme kanunları ile açıklamaktan ibaret olan rasyonel düşünce arasında kesin sınırlar çizmek imkansızdır. Zira bu safhalar birbirinin üstünde fakat birbirinin içinde olup primitif safha mitolojik safhaya, mitolojik safha rasyonel safhaya beşiklik etmiş, mitolojik düşünce primitif düşünce içinde ve rayonel düşünce de mitolojik düşünce içinde gelişmiş ve bu sebeple bir sonraki bir öncekinin etkisinden tamamiyle kurtulamamıştır. Hele rasyonel düşüncenin mitolojik düşünceden sıyrılıp bağımsızlık kazanması yüzyıllar sürmüştür. Rasyonel düşünce, önce, tecrübe içinde gelişmekle somut (müşahhas) vakalardan uzaklaşmamış, ilk Yunan Feylesofları bile kainatın prensibi olarak su, ateş v.s. gibi maddi elemanları ileri sürmüşlerdir. Aklın kendi başına işleme gücü kazanması, dolayısiyle, metafiziklerle felsefe sistemlerinin doğuşu çok daha sonraları meydana gelebilmiştir.


Bu üç safhanın kısa ve kaba bir panoramasını çizecek olursak durum şudur: İlk İnsanlar sadece nefislerini korumaktan başka bir şey düşünmediklerinden gerek tabiat olaylarını gerek varlıkları kendilerine faydalı ve zararlı olmaları bakımından ikiye ayırdılar ve bazan bitkiyi, bazan hayvanı veya suyu veya ateşi v.s. yi kutsal saydılar, onlara taptılar. Sonra daha gelişmiş bir cemiyet hayatına geçtikleri ve yiyeceklerini ekip biçmek sağlamağa başladıkları vakit yıldızların mahsuller üzerine etkide bulunduğunu, bolluk ve kıtlık yarattığını görerek onların hareketlerini, bu hareketlerin tekerrürünü, ayları ve mevsimleri tesbit ve tanzim etmek zorunda kalmışlardı. Bu sefer de yine hayatları bakımından bazan asıl şekilleri ile bazan da işaret ve remizlerle deyimleyerek yıldızlara tapmağa başlamışlardı. Yıldızlara tapma, söylentiye göre, 15 bin sene önce Nil nehri ve çok verimli toprakların sağladığı bol mahsul sebebiyle Mısır'da başlamış ve ondan sonra da Keldanistan'a geçmiş, Sabii mezhebine sebep ve esas olmuştur.


Sâbiîliğin aslı güneş manzumesine ve diğer yıldızlara tapmaktır. Bu mezhep, merkezi, Urfa'nın 35 km. güneyindeki Harran şehri olan Keldanistan'da gelişmiştir. Sabiiler arasında, özellikle, Abbasiler zamanında birçok alimler ve düşünürler yetişmiş, tıb ve felsefe kitaplarının Arapçaya tercümesinde Harran'lılar büyük rol oynamışlardır.


Puta tapıcı olan ve kendilerine mahsus namaz ve oruçları da bulunan Sabiilerin menşei hakkında (Keşşaf tefsirinde, Milel ve Nihal'de, Ahteri v.s. de) muhtelif söylentiler vardır. Hatta Hz. İbrahim'in de bu mezhebi kabul edip öğrettiği söylenir. Bu mezhep, başlangıçta ve saf halinde, Allah'ın birliğini, ceza ve mükafat verilecek bir âhiret hayatını kabül eder ve ebedi saadet için de iyi işler yapılmasını tavsiye eder.

Yine, Allah'a ancak akıllar veya melekeler vasıtasıyla yaklaşılabileceğini ileri sürer ki bu akıllar onlara göre yıldızlarda sâkindirler ve onlar aracıyla canlıdırlar. Bu yıldızlardaki akıllar, alemi, Allah'tan aldıkları emirlerle idare ederler. Fakat sonradan bu akıllar, dolayısiyle, yıldızların Allah'la diğer varlıklar arasındaki aracılık görevi unutularak kendilerine veya kendileri namına yapılan heykellere tapılmağa başlanmış ve bu heykellerin konuşup anlaşır olduklarına inanılmıştır. Daha sonra, bu düşünce birçok değişikliklere uğramış ve her kabile kendine mahsus bir yıldız veya onun namına bir heykel kabul etmiş ve onlara tapmağa başlamıştır. Meselâ, yerinde görüleceği gibi, araplardan Tayy kabilesi Suhayl'e, Himyeriler Güneşe, Maysam Deyran'a Kinâne Kamer'e, Huzâa yemâni'ye, Beni Asad Utarid'e taparlar ve özellikle kız çocuklarını bunlara kurban ederlerdi Yıldızların kendilerini veya namlarına yapılan heykelleri kutsal saymadan sonra yıldız topluluklarının gösterdikleri şekillere, onların yeryüzündeki benzerleri cansız cisimlerin, özellikle, hayvanların adlarını vererek gökteki cisimleri veya yıldızları yerdeki cisimlerden benzerlerinin adları ile ve meselâ Sevr, Asad, Sünbüle, Hamel, Akrep, Balık v.s. diye adlandırdılar ve bu yeryüzündeki cisimleri kutsal saydılar. Bu yıldızların hareketlerini yer cisimlerine uygulamak ve o hareketleri, yukarda da dediğimiz gibi, onlarda mevcut saymaktan da puta tapıcılık doğdu. Meselâ, bazı Asya kavimlerinin heykelleri, Sâman ve Lâma Kâhinlerinin elbiseleri üzerindeki sûretler ve şekiller, Hind'lilerin atmacası, Mısırlılarca kutsal varlığın bir varlık ve şekilden diğer bir varlık ve şekle hulülünün deyimi olan güneşin şekillerini aldığı ve görevlerini gördü ğü farz edilen oniki burç şekilleri hep bu yoldaki remz ve işaretlerden başka bir şey değildir. Alemin yaratılıştan önceki halini remzeden ve önce Hindistan'da zuhur edip oradan da Yunanlı'lara geçen ve Yunan mitolojisinde önemli bir yer kaplayan, aynı zamanda Japonlar'da da görülen kozmik yumurta meselesinde Japon'ların yumurtayı kırdığını farzettikleri boğaları, Mısır'lıların Apis Öküzü, Yahudilerin Mısır'dan kaçarken taptıkları Altınboğa, hep Sevr burcuna işaret olup bütün bu mezheplerin esası da Bâal veya İl denen güneşe tapmaktan ibarettir. Hatta, güneşin yaşadığı farzedilen mitolojik hayat safhaları sonradan Hrıstiyanlar tarafından İsa'nın hayatına uygulanmış ve Hristiyan rahiplarinin başlarının ortalarını traş etmeleriyle, zünnarlarıyle ve özel tesbihleriyle güneş, burçlar ve seyyareler remzen deyimlenmeğe başlanmıştır. Bunlardan maada âhireti, kıyamet gününü, dirilmeyi, hesaplaşmayı deyimleyen birçok remizler de vardır.

Güneşin, çeşitli yıldızların, hatta zaman, mekân, hareket gibi şeylerin kutsal sayıldığı, ve yine bunlara ait ve genel olarak hayır ve şer ilahları diye iki çeşit ilâha tapıldığı ve ibadetin ikiye ayrıldığı, kısaca, mitolojik düşünce içinde Sabilliğin yeni görüşler ve faraziyelerle başka başka mezhepler meydana getirmek üzere dallandığı bu sıralardadır ki, Keldanlı Azer'in oğlu İbrahim gökte ve yerde olan şeylerin durmadan değiştiğini, bakî kalmadığını görerek bunların muhakkak bir yaratıcı tarafından meydana getirildiğini iddia ile tek bir Allah kabul etti. Fakat, Keldanları ve hükümdarları Nemrudu bu görüşe inandırmağa muvaffak olamayınca Kenan diyarına göçtü. Kendisinden sonra oğlu İsmail, Arap kavmini, İshak ta İsrailleri meydana getirdi. Bunların içinden de birçok peygamberler çıktı.


Bu mitolojik düşünce safhası içinde ve yine onunla karışık olarak rasyonel düşüncenin başladığını ve âlemin nizamı ve tertibi hakkında incelemelere girişildiğini ve bir takım yeni sebepler ve kuvvetler keşfedildiğini görüyoruz. Mesela, dünyanın yuvarlak olduğu anlaşıldı. Çevresi ve çapı ölçüldü. Dünya yerine, güneş, yedi gezegenin (seyyarenin) merkezi oldu. Ve bunların da hareketleri hesaba vuruldu. Sonradan bu hareketlerin asil sebepleri arandı ve alemi doldurduğu (kapladığı) ve cisimlere hayat ve hareket verdiği farz edilen esir faraziyesi ortaya atıldı ve âlem mütecanis bir bütün sayıldı. Bunun sonucu olarak da maddenin kıdemi fikri ileri sürülerek alemde hiçbir şey yaratılamaz ve hiçbir şey kaybolmaz düsturu ile değişikliklerin görünüşte olduğu, başka bir deyişle, âlemin ezeliliği, yani zaman ve mekanın sonsuzluğu kabul edildi.


Daha sonra, Mem tek ve zorunlu bir vücut, kanunları da değişmez olarak görüldü. Bu görüşe göre kutsal varlık veya Allah hem etki yapan hem etki duyan, hem hareket ettiren hem hareket edici, hem sebep hem sebeplenendir.

Bu vahdet-i vücut fikrini, iki kutbun birliğini, hoş bulmayan bazı kahinler, tekrar, maddenin cansız olduğunu, ona hareketinin ve niteliklerinin başka bir fail tarafından verilmiş olması gerektiğini ileri sürerek alemi hareket ettiren bir kuvvet ile hareket eden bir maddeye ayırdılar ve cansızı canlıyı hareket ettirici bu fark bazan ateş veya güneş, bazan da ether (esir), bitki ve hayvan bakımından da ruh dediler. Insanı ele aldıklarında aklı müşahade ettiklerinden bütün alemi harekete getiren asla da ruh, akıl, zeka adını verdiler; ve bu yaratıcı akıl veya ruhun en küçük zerreye bile yayılarak bütün alemi canlandırdığına inandılar. Bunun sonucu olarak ta bütün diğer cisimlerin ruhlarının vacib'ül-vücud olan bu seyyal 'Mem ruhunun birer parçası olup onun bölünmezlik, basitlik, yok olmazlık gibi vasıflarına malik olduğu akidesi doğdu. Bu akide de ruhların tenasühü, yani bu hayati asıl ve esasın bir vüvuttan diğer bir vücuda geçtiği, başka bir deyişle, maddi unsurların hakikate intılap ve intikali nazariyesini doğurdu.


Bir Mem ruhu, güneşe ait bir asl, bir esas farzedilince ilahi şahıslar için:


I—  Yaratıcı, 

II — Kelime,

III — Akıl veya ruh

diye üç mertebenin kabulü yerinde ve lüzumlu görüldü. Bu üç derece sonradan Hristiyan teslisine de esas oldu. İtalya ve Yunanistan'daki mezheplere puta tapıcılık şekli altında geçen ve Mısır mâbetlerinde, daha sonra da Hindlilerin ilk Kanun kurucusu MENO'nun "üçlü ilâh" usulünde gelişen bu görüş, Pythagoras ve Platon'da görülen teslise de temel oldu.

Malik olduğu sıfatlar bakımından Hintliler mabutlarını üç ayrı şekilde adlandırdılar ve aynı mabuda hâlik ve kaadir sıfatiyle "BRAHMA", hakim ve koruyucu sıfatiyle "VİCHNU" (Vişnu), yok edici, kahredici sıfatiyle (SİVA) dediler. Güneş Brahma'ya, su Vishnu'ya, ateş de Siva'ya nisbet edildi. VEDA ilâhilerinde kendisinden medet umulan üç gözlü Jubiter (Dusbeter) in aslı da budur ve üç mevsimde üç ayrı etkide bulunan güneşten ibarettir. Dört başlı ve dört elli olarak tasavvur edilen Brahma, asıl mutlak vücud değildi. Asıl mutlak vücut, "Para-Brahma" diye adlandırılır ve bütün insanların bunun dört oğlundan türediğine inanılırdı . Bu mezhepte olanlar ruhun bekasına ve tenasuha inanırlar, ruhun saflığına, saadete ermesi için de perhiz ve riyazata ziyade önem verirlerdi.

Brahmacılar, yukarda gördü ğümüz teslisden başka, bir de DEVA (Daiva) dedikleri bir takım meleklere inanır ve taparlardı ki ZERDÜST (Zarathustra) bu melekleri cin sayıp onlara tapmayı doğru bulmadığından Hintten koğulmuş ve Belh'e gidip yeni mezhebini orada yaymıştı. Zerdüşt mezhebinde cin ve ifrit manasında olan dev, Hint dilleri ile sıkı ilişkisi olan Avrupa dillerinde Deos veya Theos şekillerinde bir benzerlik gösterirler ve bu kelimeler ilâh manasına gelmektedirler. Hindistan'da Meno'dan sonra görülen ve Budha denilen mezhep te bu adlı zatın Brahma mezhebini değiştirmesinden ve Budha'y ı akl- ı kül veya akl-ı küllü temsil eden bazı kimseler olarak kabulünden ibarettir. Budha'da bu remizleri değiştirecek tebliğler yaymaktan başka bir şey yapmadı. Bu tebliğler de önce canlıya acımak ve canlıyı öldürmekten kaçınmak, ahiret âleminde ukübet korkusu, ibadet için mükâfat vaadiydi. Lâkin, sonraları, görünen bu maddi âlemin ve insan varlığının vehim ve hayalden ibaret olduğu, ruhun hakikatına ulaşmak için bir mezar sayılan cesetten ayrılması gerektiği ve daha bedende iken ilahi ışıkla ilgisi için riyazatta bulunmak suretiyle bedeni zayıflatıp, ruhu kuvvetlendirmek noktaları üzerinde önem ve ısrarla duruldu.

İşte bu gibi mitolojik fikirler önce ve birbiri peşinde olarak Mısır'da meydana çıkmış ve oradan da diğer yerlere yayılmıştır. Bu fikirlere sahip olan Asyada, Islamın zuhuruna kadar, Fırat ve Karadeniz sahillerinde, bunların diğer bazı fikirlerle karışık türlü şekillerini vermek suretiyle büyük bir rol oynadı.

Tam bu sıralarda Hz. Musa zuhur etti ve bir taraftan Mısır'lılardaki hayır ve şer tanrıcılığı ile diğer taraftan da Sabillikle pek ziyade ülfet eden İsraillere ilahi vandet fikrini aşılamağa çalıştı.  Cemal ve Kemal sıfatlariyle muttasıf Allah'ın birliğini Musa dini kayıtsız şartsız kabul etmiş, fakat maddiyatı mâneviyattan üstün tutmakla teşbih fikrini hâkim kılmıştı Ahd-ı-Atik'de görüleceği üzre Musa dininde ilahi vahdet fikri üç merhale geçirmiştir:


I — İlk merhalede birçok ilahların varlığına ve fakat bunlardan kendi milli mabutları "YAHOVA"nın diğerlerinden daha kuvvetli bulunduğuna,


II— İkinci merhalede diğer mabutların birer ifrit ve gasıp olduğuna inanılmış,

III— Üçüncü merhalede ise tenzih fikrine oldukça yaklaşılmakla beraber Yahova milli ve özel bir mâbut telâkki edilmekten geri kalınmamış ve mesela islâmiyetteki gibi tevhid ve tenzih ile mutlak yaratıcı fikrine ulaşılamamıştır. Fakat yahudiler alıştıkları fikirlerden yaz geçmiyerek paralardan altın bir buzağı yaptılar ve ona taptılar ki bu buzağı Mısır'lıların Hamel-i Semavi'sinden başka birşey değildir. Hükümetlerinin ikiye ayrılmasından sonra da zaten pek gevşek olan dini bağlantıları büsbütün söndü. Zira, Hz. Süleyman' ın torunları elinde bulunan Yahudi devletinin, bir dereceye kadar da olsa, Musa şeriatı üzre hareket etmesine karşılık İsraillerin devleti adı geçen devletin otoritesinden kurtulmak için tebaasını puta tapıcılığa teşvik etti. Sonuçta da Musa Şeriatı unutulup Ba'al veya İl denen güneş mabuduna tapılmağa başlandı.

Musa'dan çok sonra gelen Zerdüşt, yukarda söylediğimiz sebepten, Hindistan'dan koğulduktan sonra Keyyaniyan'dan Guştasb Bn. Lahrasb zamanında Belh'te Mecasilik veya ateşe tapıcılık mezhebini kurdu ve Mısır'ın Oziris ve Thyphon'undan mülhem olarak biri hayır diğeri şer ilahi olmak üzre Hürmüz ve Ehrimen adıyla iki mâbud ve bir nevi ölümden sonra dirilme, âhiret, cennet ve cehennem tanıdı. O zamana kadar yıldızlara tapan iranlı'ları da ateşgedelere davet etti.

Zerdüşt, düşünce ve akidelerini Zend adını verdiği bir kitapta yayınladı, sonradan bu kitaba bir şerh yazıldı ve adına da AVESTA dendi ki bugün ikisi birden ZEND-AVESTA adı ile bu mezhebin kutsal kitabını teşkil eder. Bu mezhebin esası şudur: Her şeyin yaratıcısı bir Allah vardır. Allah alemi yaratırken bütün hayırların kendisinden çıktığı Hürmüz ve bütün şerlerin kendisinden çıktığı Ehrimen diye iki eleman yarattı. İşte bu iki eleman daimi mücadelede bulunmak üzre alemi meydana getirdi. Bâzan birinin bazan diğerinin galip geleceği bu mücadele nihayet birgün sona erecek, kıyamet kopacak ve Hürmüz (iyilik) muvaffak olacaktır.

Mecasiler, başlangıçta Allah'a taparlar, ışık ve sıcaklığın menbaı olan güneşi de Allah'ın bulunduğu yer sayarlardı. Diğer yıldızlar da bu güneşten meydana gelmişlerdi. Yerdeki ateş de gökteki güneşten alındığından güneş battıktan sonra ışık vermek için dağ başlarında ve mâbetlerde ateş yakarlar, mabetler rahiplerin geceli gündüzlü nezaretleri altında bulunurdu. Sonradan, işin ilahi tarafı unutulup ışık ve ateş ilah sayıldı ve ona tapıldı. Hz. Süleyman' ın mesellerinde gerek Sabii gerek Mecasi itikatları tenkitlere sebep oldu. En nihayet Hz. Omer'in Iran' ı istilası ile mecusilik en müthiş darbeyi yedi.

Yahudiler, esaretleri sebebiyle, bu Zerdüşt dininden ve diğer kavimlerin dini fikirlerinden çok müteessir oldular. Önce Ninova ve Babil hükümdarlarının istilası sonucu İsrail oğullarının genel ilişkisi kesilince Yahudi memleketlerinde puta tapıcılık açıkça görülmeğe başlandı. Bunun arkasından As -Cu muhacirlerinin Yahudi aşiretleri ile münasebete geçmeleri sonucunda Yahudi hükümetine kahinlere mahsus birtakım kaideler geçti. Kudüs'ün zaptı, Mısır ve Suriye'li arapların oraya hücumu ile de Yahudilere yeni bir takım fikirler aşılandı. Bâbilde Keldani ilimleri ile yetişen bir takım rahipler de Musevi şeriatını bu fikirlerle büsbütün karıştırdı. Bundan başka Keyhusrev zamanına kadar Iran'da esir bulunan Yahudiler Zerdüşt dinini benimsediler. Esaretten kurtulduktan sonra da bu fikirleri bırakmadılar. Bu arada Yahudilikte son bir kurtarıcı fikri doğdu. Buna da hem Kudüs'ün zaptı hem de Asya'nın her tarafında yayılmış olan "en sonda Kanun kurucu, iyiliği hakim kılıcı, mâbud bir hükümdar gelecektir" fikri sebep oldu. Özellikle Iran ve Keldanlıların mukaddes kitaplarında görülen biri altıbin sene devam edecek kötülük ( Şer) devri, diğeri, yine, altıbin sene devam edecek iyilik (Hayır) devri olmak üzre âlemin onikibin seneden ibaret devirlerden meydana geleceği fikri de kendi Mükaddes kitaplarını yukarda söylediğimiz kitaplardan ilham alarak yazan Yahudi alimleri üzerinde son kurtarıcı meselesi hakkında ayrıca etki yaptı.

Diğer taraftan, daha önceleri, çeşitli kanallarla Arabistan'a gelerek merasimlerden, adet ve rivayetlerden birçoğunu Araplara empoze eden Yahudilik, daha sonra, Yahudilerin Assûrlular, Romalılar ve Rumlar tarafından koğulup Arap memleketlerine sığınmaları ve yerli Arap Kabileleri ile birleşmeleri ile esaslı rol oynamağa ve Hicaz kıtasında Beni Kurayza ile Beni Kaynuka, Hayber ve Yesrip civarında Beni Nadir, Himyar, Kinâne, Beni Haris bn. Kâap ve Kinde kabilelerinin bir kısmı arasında yayılmağa başladı. Hatta bir zaman Yemen Hükümetinin resmi dini oldu. Fakat, Araplar da Yahudiler gibi kendilerini Hz. Ibrahim'e bağlamakla Yahudiliğe meylettiler ise de en nihayet ondan da uzaklaştılar.

İşte Yukarda bahsi geçen Yahudiliğin bu durumun da İsa meydana çıktı. Yalnız bir kurtarıcı bekliyen Yahudiler düşmanlara muhabbet ve şefkatla muameleyi emreden Isa'yı tekfir ettiler. Bu sebeple üç senede yalnız onüç taraftar toplayabilen Isa dini ancak Roma İmparatoru Konstantin zamanında kuvvetlenebildi.

İsa dininde de cemâl ve kemâl sıfatları ile muttasıf Allah'ın birliği fikri kabul edilmiş ise de bu din ma'neviyatı maddiyattan üstün tutmuş ve tenzih fikrini hâkim kılmıştır. Fakat, bu şeriatın iyi zapt ve tesbit edilememesinden dolayı birçok İncillerin meydana çıkması ve anlaşmazlık doğurması teslis fikrinin buna kolayca girmesine ve İsa'nın Ruh'ul-Kuds ve Allah'la aynı mertebede sayılmasına sebep oldu ve ilahi vahdet sözden ibaret kaldı . Hırıstiyanlığın, Roma İmparatoru Kayser tarafından kabulünden sonra Iskenderiye peskoposu Arius, teslis akidesini red etti ise de İznikte toplanan ruhani meclis bu akideyi kesin olarak kabül ile Hıristiyanları bir araya topladı. Bundan sonra ruhani meclislerin ve papaların ortaya koydukları daha bir sürü kaideler nihayet protestanlığın koruyucusu olan Martin Luther tarafından bid'at sayılarak reddedilmiş ve teslis ile vaftiz meselesi dinin esası olarak ortaya konmuştur. Romalıların Hristiyanlığı kabullerinde, puta tapıcılık temayüllerinin devamı bu dinde de esas gaye unutularak yavaş yavaş putlara ve resimlere tapılmasına, İsa'nın, Meryem'in ve havarilerinin resim ve heykellerinin mâbetleri doldurmasına sebep oldu.

Miladi 3. yüzyıl başlarında Şark kilisesinde başgösteren anlaşmazlıklar dolayısiyle meydana çıkan fırkalar ve sonuç bakımından memleketlerini bırakıp Arap çöllerinde yaşamayı üstün tutan Hırıstiyanların telkinleri ile bu din Arap kabileleri arasında da yayıldı ve yerleşti. Yine Yemen'de bu dini kabül edenlerden Necran kabilesini gösterebiliriz.

Bundan başka Sina yarımadası, Suriye, Irak, El-Cezire, Bahreyn, Hârran, Dâmet'ul-Cendel arapları da Hıristiyanlık! kabullenmişlerdi. Hatta, Gasssân ve Hayre meliklerinden bir kısmı da Hıristiyan oldular. Rabia, Huzâa, Taglip, Tayy gibi bazı kabileler de bu etkiden kurtulamadılar.

343 yılında Roma Imparatoru II. Konstans'ın İran aleyhine ittifakını sağlamak üzere Hımyer Hükümetine gönderdiği sefaret heyeti arasında bulunan bazı rahiplerin de bu dinin bazı arap ülkelerinde yerleşmesinde rol oynadıkları, mesela, alınan resmi müsaade ile Zufar'da, Aden'de ve Basra körfezindeki bir şehirde üç kilise kurulduğu ve Yemen'de, evvelce, Yahudiliği kabul etmiş olan ZUNUVAS'ın, mağlubiyeti üzerine, 530 tarihlerinde Hırıstiyanlığı kabul ettiği bilinmektedir. Hatta, Kureyş kabilesi Kâbe içine Meryem'in ve İsa'nın resimlerini yapmıştır. Tarihte Fil diye meşhur olan vak'a Habeş Valisi Ebrehe'nin Araplara Hıristiyanlığı zorla kabul ettirmesinden doğdu. Fakat, bu zatın mağlubiyeti üzerine puta tapıcılık büsbütün meydan aldı. Çünkü Araplarda dine karşı doğuştan bir lakaydi mevcut olduğu gibi hayal güçleri de pek zayıf, fakat, buna karşılık maddiyat ve füliyatı kıymetlendirmeleri pek kuvvetli idi. İşte bu sebeple islamiyetten önce Arabistan'da da durum Roma'dakinin aşağı yukarı aynı olup, Asya kara parçasında doğu ve doğu güneyinde Umman denizi, doğu kuzeyinde Basra Körfezi, batısında Kızıl deniz, güneyinde Adnan Körfezi ve Hint denizi, kuzeyinde de Asya kıtası ile sınırlanmış olan ve Süveyş kanalı ile Afrika'ya bağlandığı gibi Bab'ul-Mendep ile de bu kıtadan ayrılan ve doğuda Basra Körfezi ile de İran kıyılarına yaklaşan, kısaca, batı ve güney ticaret merkezlerinde bulunan bu yarımadadaki kuzey ve güney veya Nizari ve Yemen'li diye iki esaslı kısma ayrılan araplar birçok kavim ve milletlerin kültür ve medeniyetleri ile temasları sonucu islâmiyetten önceki bir çok fikir ve itikatların etkisi altında kalmışlar ve mesela, Basra körfezi halkı ve Himyeriler Sahil mezhebine, Iran hududunda olanlar mecasi mezhebine, Amman halkı Brahma mezhebine, bazı kabileler de Yahudiliğe ve Hırıstiyanlığa, Curhemi ve Amâlika da İbrahim ve İsmail şeriatına meyletmişler, fakat, puta tapıcılığı bir türlü elden bırakamamışlardı Puta tapıcılığın Hicaz'a girişi, söylentiye göre M. 310-380 de Iran meliklerinden Erdeşir'in oğlu Şapur Zli-Ektaf zamanına rastlar. Ondan önce Hicaz halkı, İbrahim şeriatınca, Allah'ın birliğine ve insanların ilahi iradeye boyun eğmek zorunda olduklarına inanmakta idiler. Fakat Beni Huzaa'nın Kâbe'ye reis yaptıkları Amru, puta tapan Amâlikadan insan şeklinde olan Hubel adlı bir put alıyor ve onu Kabe'ye yakın bir yere dikerek halkı buna tapmağa teşvik ediyor ve bu put sonradan, Kussay tarafından Kâbe'nin içine konuyor. Daha sonra kâbe kabilelere ait putlarla doluyor ve kabileler onlara tapıyor. Arap'ların başlıca putlarını ve tapınak yerlerini şöylece gösterebiliriz:

Başta olmak üzre, Kureyş Kabilesi insan şeklindeki HUBAL'a, Mekke yakınında oturan HUZAYL Kabilesi kadın şeklindeki SUVA’ya, Dumet'ül-Cendel'de oturan Kelb Kabilesi erkek şeklinde olan VEDD'e

Tayy ve Cures'liler arslan şeklindeki YAGUS'a, Yemen'de Hamdan kabilesi at şeklindeki YAUK'a, Zülkelâğ Kabilesi de Kerkes kuşu şeklindeki NESR'e

Beni milkân Beni Kinane kabilesi SA'D-I ZAHRA adındaki büyük bir kayaya,

EVS ve HAZREÇ kabilesi ile Yesrip halkından bir kısmı Müşellel dağındaki MENAT adındaki bir mabuda.

Yesrip kabilelerinden BENI ABDÜ'L-EŞHEL kabilesi EŞHEL adındaki mâbuda,

Davs, Has'am ve Bacile kabileleri ZULHALASA denen kare şeklinde beyaz taştan bir kayaya taparlardı.

Başta Hubal olmak üzere erkek sayılan İSAF, dişi sayılan NAİLE ve Zu'l-Keffeyn, Zu'ş - Şara gibi Kabe'yi dolduran 360 kadar put vardı. Hatta, her ailenin de kendilerine mahsus bir veya birkaç putu bulunurdu. Araplarda insan şeklindeki putlara değil de tepelere, büyük kayalara ve daha ziyade yenebilecek geyik, deve, hurma ağaçları gibi hayvanlara ve nebatlara tapan kabileler de vardı. Mesela, Beni Hanife'nin hurma ile süt yakından yapılmış bir mabutları vardı ki bir kıtlık zamanında onu yediler. Meşhur tarihçi Heredot'a göre Araplar ilk olarak UROTAL ve ALİLAT adında iki mâbut tanımışlardır ki bunlar güneş ve ayı göstermekte idiler .

Arapların Kabe'den ve Hacer'ül-Esved'den maada tavaf ettikleri, hediye verip kurban kestikleri birçok tapınakları daha vardı ki bunlar da Kâbe gibi birer ticaret merkezi idi. Mesela, Kureyş ile Beni Kinâne'nin Mekke dışındaki Uzza adlı tapınağı.

Taif'de Beni Sakirin Lât adlı tapınağı,

Beni Rebia'nın Rizâ adlı tapınağı,

Hımyerilerin Risam adlı tapınağı,

Bekr ve Tağlip ve İyad kabilelerinin Zülkeabad adlı tapınakları bunların en önemlilerindendir.

Cahiliyye devri Araplarına göre putların rolleri Allah nezdinde şefaatta bulunmaktır. Kâinatta tasarrufları da Allah' ın kendilerine verdiği iktidar sayesindedir. Bu sebeple kâhinler mahsullerle hayvanları Allah'la put arasında taksim ederler, fakat, ekseriya putların, dolayısiyle kendilerinin menfaatları bakımından, özellikle Yemen'deki Havlan Kabilesinde görüldüğü gibi, Allah ganidir, ihtiyaçtan uzaktır diyerek Allah'ın hakkına tecavüz ederler ve ondan aldıkları hakkı fıkaralara ve misafirlere dağıtırlardı.

Arapların putperest itikatları hakkında en mühim kaynak aslının kaybolduğu ve Yakut ve Bağdadinin ondan parçalar aldığı İbn'ül Kâtibinin KITAB'UL—ASNÂM' ıdırı.

Miladi 6. Yüzyıldan sonra Araplar zaten istedikleri olmadığı vakit daima hor ve hakir gördükleri putlardan büsbütün yüz çevirdiler.

Araplar putlara bağlı olmakla beraber cinlere ve meleklere de inanırlardı. Kur'an'da İsra suresinde, Milel ve Nihâl'de bildirildiğine göre Araplar cinleri Allah'ın kızları sayarlardı. Onlara göre cinler insanlar gibi yeryüzü mahluklarıdır. Bünyeleri ateş veya havadan müteşekkil olduğundan insanlara görünmezler. Bunlar kayalarda, ağaçlarda ve özellikle putların içinde yer alırlar. Hayır ve şerre muktedir olduklarından şerlerinden korunmak, hayırlarına kavuşmak için onlara ibâdet zorunludur. Bu sebeple her kabilenin, bazan birkaç kabilenin, etrafında yerleşip oturdukları cinni, kayası, ağacı, heykeli v.s. bulunur ve bunlardan geldiği farzedilen seslerle aile ve kabile kâhinleri kehanette bulunurlardı.

Yine Kur'an'da en'am sûresinin 8. ve 9. ayetleri ile Milel ve Nihal'da bildirildiğine göre Arapların bir kısmı da gök meleklerinin varlığına inanırlardı.

Araplar, esasta, puta tapıcı oldukları halde kainatın yaratıcısı ve istediği gibi kullanıcısı ve kâinat dışında insan gibi şahsiyeti olan bir Allah'ı da kabül ettikleri mü'min sûresinin 85., Ankebût suresinin 63., Zümer süresinin de 8. ayetleri ile ve hac zamanında "Lebbeyke Alla-hümme Lebbeyk" şeklindeki hitaplarıyla da sabittir.


ALLAH FİKRİNİN MENŞE'İ HAKKINDA BIRKAÇ SÖZ


Dozy gibi bazı müsteşrikler islâmiyetteki bütün varlıkların yaratıcısı ve âlem dışında mutlak hâkim bir Allah fikrinin, islâmiyetten önce araplarda mevcut bir dinin biraz tanzim edilmiş şekli olduğunu ileri sürerler.

Benan gibi bazı kimseler de tek Allah'a ibâdeti Sami kavimlere, tabiata ibâdeti, dolayısıyle panteizm fikrini de Aryani kavimlere mahsus görmüşlerdir. Halbuki Sami Kavimlerde ma'bud için kullanılan İL, EL, BEL, BA'AL, ALİH, ALLAH gibi kelimeler has bir isim değil nevi'-ismi gösterirler ve ilk defa Tevratta Halik anlamına olarak ALOHIM şeklinde kullanılmıştır. İşte putlara, ağaçlara ve cinlere tapan Arapların Allah'ı da bir sürü ilahların sıfatını ifade eden bir nevi'ismi olup islâmiyetin teşbih ile tenzih arasında Allah'dan başka ilah yoktur şeklinde ifade ve telkin ettiği tek Allah'ın ayni değildir. Wellhausen'ın da işaret ettiği gibi Muhammed'in Allah' ı AL-ILAH denen kabile tanrılarının genelleşmiş olan adı değildir. Zira Allah'ın sıfatı bütün âlemleri yaratıcı olmasıdır. Nastûri ve Ya'kübilerin tek tanrıcılığı ile İslamiyet'in tek tanrısı arasında da fark vardır. Kısaca, Arapların arasında İbrahim dininden kalan şey bir nevi ifade eden Allah Fikri ile tırnak kesmek, sünnet olmak, gusl etmek ve tavaf gibi bazı adetler ve âyinlerdi.

İşte arap halkının dini esası da hep putperestlikti. Ancak "adet ve geleneklere çok bağlı olan araplar bu putların en meşhurları olan Lât, Menat, Uzza, Hubal'i bile hiçe saymakta geri kalmadılar. Fakat, ne de olsa, Musa ve İsa dininden müteessir olan ve İbrahim şeriatından kalma bazı müphem fikirleri muhafaza edenler bulundu ve bunlara da HANIF dendi.



Hanifler


İbrahim şeriatını kabul eden Hanifler arasında hiçbir anlaşma ve birlik ve müşterek bir ibâdet şekli yoktu. Bunlar Allah'ın birliğine inanıp onun iradesine boyun eğen kimselerdir ki İslamda bundan başka değildir. İbrahim'den kalan suhuf (sayfalar), söylentiye göre, Harun Reşit zamanına kadar devam etmiş ve Ahmet b. Abdullah b. Sellâm tarafından Keldâni dilinden arapçaya çevrilmiştir.

Hanif, lügatta, dalâletten doğruluğa meyl anlamındadır. Hanif kelimesi Kur'anda Bakara, Ali- İmran, Nisâ, En'am, Nahl, Rüm, Saffat sürelerinde geçmektedir.

Haniflerin en önemlileri 4 tane olup bunlar peygamberle çağdaştılar.

1— VEREKA b. NEVFEL b. ASAD: Bu zât Hz. Hatice'nin amcazadesidir. Şam'da Hırıstiyanlığı öğrendi, Tevrat ve İncil'i arapçaya çevirdi, hatta peygamberin ilk vahiyleri hakkında Hatice bu zatla istişarede bulundu.

2— ABDULLAH b. CAHŞ: Haz. Muhammed'in amcası oğludur. Önce Hıristiyandı. Sonradan Muhammed'e iman etti. Fakat, hayatının sonlarına doğru yine Hıristiyanlığa döndü.

3— OSMAN b. HUVAYRS b. ASAD: Hatice ile Varaka'nın amcazadedir. Fakat, bu da Hıristiyanlığı kabul ve Konstantıniyye'ye giderek Kayser'i Hicaz'ın zaptına teşvik etti ve orada öldü:

4— ZEYD b. AMR b. NUFEYL el-ADAYİ: Nufeyl'in amcazadesidir. Bu zâtta İbrahim şeriati üzre olup şairdi.

Bunlardan maada Allah'ın birliğine ve kıyamet gününe inananlardan en başta gelenlerden Umeyyet'übni Abi's-Salt Kus b. Sâide'dir. Abi's-Sait, Peygamberin çağdaşı, kuvvetli bir şairdir. Kur'anın 64. suresinde kıyamet günü hakkında kullanılan "Yevm'ut-tekabun" ta'birinin daha önce bu zatın şiirlerinde kullanıldığını görüyoruz. Allah'a (Hükümdar, Tâcidar) gibi adlarda takmıştır. Zünnar kullanan bu şair kendisinin âhir zaman peygamberi olduğunu iddia ettiğinden peygambere karşı koydu. İkinci hicri yılda Taif'de öldü. Allah'a münacaatı ile meşhur olan bu zatın şiirlerini peygamber pek beğenirdi.

İyad kabilesinden olan Kus b. Side de meşhur şair ve hakimlerdendir. Milel ve Nihal'de yazıldığına göre: "Öyle değil! Cenab- ı Hak tek mâbuddur, doğmamış ve doğurmamıştır, mahlükatı icad eyledi, yarın yine kendisine rucu edilecektir." dermiş.

Yine Amir b. ad-Darib al-Udvani, hakim, hakem ve hatiplerden olup öyle demektedir:, "Hiçbir şeyin kendini halkettiğini görmedim her şeyin sonradan yapılmış olduğunu, her gelenin gittiğini gördüm... Ben bir takım şeyler görüyorum, hatta şunu görüyorum ki ölüler dirilecek, Adem'den olanlar vücuda gelecek, işte semâvat ve arz bunun için yaratılmıştır. Ve yine Abd'ut-Tabiha bir şiirinde şöyle demektedir;" "Yarabbi, sen kadimsin mucitsin, halaıki yokluktan meydana getirdin", ve yine Mütelemmis Mekke halkına şöyle diyordu: "Siz başka başka mâbutlar edindiniz, halbuki Allah bu mabutların rabbıdır. Allah' ın rızası yalnız kendisine ibâdet olunmaktır."

Ve yine bunlardan Züheyr b. Sulmâ ile ilâf b.   Şahab Tamimrnin iirlerinde Allah'ın birliğinden ve âhiret gününden bahsedildiği ve cahiliyet devri Şairlerinden olan Kays b. Asım Taminü, Safvan b. Umeyye el-Kinâni Afif b. Ma'di Kerib (Kerb)'in şiirlerinde de şarab ın ve zinanın haram sayıldığı görülmektedir .

Daha eski zamanlarda Arab-ı Aribe arasında bazı peygamberler de zuhur etmiş, fakat, zamanla bunlar unutulmuştur. Bunlardan Nuh kavminden Hüd, Semud kavminden Salih ve Lat Kavminden Şuayb Kur'anda yazılıdır. Yazılı olmayanlardan da mü'min süresinin 78. ayetinde ve bazı tefsir kitaplarında ve Kamus'ta bahsedilir En nihayet, Hz. Muhammed de Araba gönderilen peygamberlerden Ismail'in soyundandır.

Islamın zuhurundan evvelki dünya durumuna bir göz atacak olsak şunu görürüz:

Iran medeniyeti sönmüş ve Zerdüşt dini bir takım hurafeler ve kuru merasimlerden ibaret kalmıştı.

Musa'nın tek Allah fikri üzerine kurulmuş olan dini tabiata tapıcı ve çok Allah'çı Aryanilere geçince, yani Sami fikirler aryani fikirlerle çatışınca Hırıstiyanlık doğdu. Aryaniler ibranilerin ilâhi vahdet fikrine çok ilâhçılık fikrini ilave ile eski Mısır ve Hindin teslislerini andıran üçlü bir Allah kabul ettiler. İkinci derecedeki ilâhlar yerine de şehitler ve azizler kafilesini geçirdiler; bu suretle de Hıristiyanlıkla Roma ve Yunan puta tapıcılığı arasında hiçbir fark kalmamış oldu. Fakat, Yunanlıların Romalılara manen galebesinden sonra Hıiıstiyanlığın şark imparatorluğunda da hiçbir hükmü kalmamıştır.

Yunan ve Romalılara Hint'lilerden de bazı felsefi fikirler ulaşmışsa da bunlar kendi mitoljik ve akli düşünceleri içinde eriyip gittiler. Bir müddet sonra da ne Yunan ve Roma medeniyetlerinin yaşadıklarını gösterir eserler ne de Sokratlar, Fisâgurlar, Eflâtunlar, Aristolar ve Çiçeron'lar gibi mütefekkirler kaldı. Bunların yerini bir takım ebleh Papazlar aldı . İşte bu sıralarda idi ki Muhammed zuhur etti.


Hz. Muhammed


Hz. Muhammed, 570 miladide fil yılında doğdu ve 632 miladide de öldü. Zamanında Islam şeriatı tamamlanmış ve kurulmuş, Kur'an ve hadisler de tamamen zaptedilmişti.

Güzellik ve zarafete meftun, nüfuzu nazara sahip olan Hz. Muhammed, hataları bağışlar, halka da tatlılıkla muamele ederdi.

İslamda zarar ve zararla mukabele yoktur", "Müsamaha edin müsamaha görürsünüz",

"Müslüman ona denir ki halk onun elinden ve dilinden selâmette olur," gibi hadislerin hikmetleri onun hareket noktaların teşkil eder. "Allah'ın ipine toptan yapışınız" mealli âyet de onun cemiyet görüşünü ifade eder.

Hz. Peygamber dini vecibeleri (yuctib=terki caiz olmayan, zarûri ve lûzumlu olan), şer'i hükümleri nazari değil de ameli bir tarz ve şekilde ortaya koyar ve ekserisini emir ve nehiy suretinde bildirirdi. Emirden vücup mu yoksa nedip (emirlerden ve nehiy'lerden olmayıp ancak işlenmesi makbul olan şeylerin hali) ve ibahayı (şeriatça emir veya nehyedilmeyip insanların arzusuna bırakılan şeylerin hali) mi nehiyden de hürmet (şeriatça kullanılması yasak edilen şeyin hali) veya kerahat (şeriatça açıkça haram sayılmayıp mubah olduğu, harama yakınlığı dolayısiyle sakınılması gereken şeyin hali) mi kasdettiğini bildirmez, bu noktaları sahabelerin firasetlerine bırakırdı. Beyanatları ve fetvaları da külli kaide sûretinde idi. En ziyade itikad ve ahlak bahislerine önem verirdi. İ'tikadları tevhid ve ahlaki da ulviyyat (yüksek duygular) esasları üzerine kurdu. Eşyanın hakikatine aykırı hurafeleri ve insan faziletlerine aykırı adilikleri şiddetle reddetti. Kendisinin en büyük duası şu idi: "Yarabbi bize eşyanın hakikatlerini olduğu gibi göster"..

İ'tikatlar bahsinde batıl fikirleri red hususunda şiddet gösterdiği halde, muamelelere ait kısmi ve cüzi hükmülerde mülayim, müsamahakâr davranırdı Fiillerde esas olarak vücub ve mükellefiyet yokluğunu ileri sürmüştür.

Sahabalerine içtihatta bulunmalarına izin vermiştir. İçtihad ise kitap, sünnet ve kıyas yolu ile olabileceğinden Hz. Muhammed devrinde fıkhın esası bu üç şeydi. Kitap ve sünnet asli hükümleri ihtiva eder.

Kıyas ile de cüzi hükümler asil hükümlerden çıkarılır.

İbn Kayyim Cevziyye "I'Lâm'ul-Muvakkiin" adlı kitabında şöyle der: "Din, Fıkıh ve ilim islâmda Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b Ömer ve Abdullah b. Abbas'dan ve bunların talebelerinden yayılmıştır."

İslam dininin başlıca şartları ilim ve akıldır' " İlmi isteyiniz", "öğretici, öğrenici veya dinleyici olunuz" gibi akli idrak ve tefekkür hakkında kur'anda 500 kadar ayet vardır; elliye yakın yerde "Ya'kılûne, ta'kılûne" denmektedir. Bütün bunlar islamlıkta akla verilen kıymet ve önemin açık delilleridir. İslam dininde insanların mükellef tutuldukları vecibelerin başında akli idrak gelir. Bu sebepledir ki aklın kabül etmediğini şeriat ta reddeder. Zira imanın elde edilmesinde ve yakin mertebesine ulaşmada yegâne vasıta akıldır ki alemde bir nizam ve tertip görür, sebeplerle bunların sonuçları arasında tam bir bağlılık ve mantıki akıl yürütmelerle çokluktan birliğe yükselerek bunların yaratıcısı bulunduğunu ve onun da tek olduğunu kesin olarak kabül ve müdafaa eder.

Sırf taklitle bir Allah'a iman etmeyi şeriatta hor görür ve hakkın aranmasında delili şart koşar. Bu ise akıl ile mümkündür. Bu sebeple akılla kavrayış ve mantık yolu dini vecibelerdendir. Doğruyu ve yanlış akıl yolu ile bilemiyenler islam nazarında alim sayılmazlar. Şeriat yolu gerçek felsefe yolundan ayrılmaz. Zira felsefenin dayandığı temel taşları onun da dayanaklarıdır. Akli düşünce ve delillerdeki bu dayanakların da dayandığı biricik prensip ise taklit değil yalnız ve yalnız hür düşüncedir. Bu sebeple birçok münekkitlerde Musa dini eski Asur ve Babillilerin mitolojilerine İsa da bâkire Meryem'e, Tesliste Hind ve Mısır mitolojilerine irca edilmiş fakat islâmda tabii sayılmayan şeyler yalnız nübüvvet, vahy ve mi'raç olmuştur.



Halifeler Devri:


Hz. Muhammed'ten sonra sıra ile Ebubekir, Ömer, Osman, Ali halife oldular. Ebubekir sıkı sıkıya Hz. Muhammed'in izinden gitmiş ve bir söylentiye göre de kur'anı toplama işine girişmiştir. Ömer zamanında Medine'de Islamın saf âdetleri, Hz. Peygamber'in sünneti hüküm sürerken Basra, Kufe, Iran, Şam ve Mısır, Roma medeniyetinin etkisi altına girmiştir. Osman zamanında Kur'an toplanmış ve her tarafa yayılmış, hadisler zaptedilerek elden ele dolaştırılmağa ve hatta tefsir edilmeğe başlanmıştır. O zamana kadar islam bilginleri yalnız sahabiler iken bu zamanda bilginler, fakihler, muhaddisler, kadılar yetişmiş kur'an ve hadise dayanılarak içtihat kapısı büsbütün açılmıştır.

Hz. Ali, kendi zamanında bizzat i'rab usulünü zaptetmekle arap gramerinin kurulmasında ilk adımı atmıştır. Kısaca 632-661 milâdiye kadar süren ve hulefa-i râşidin diye adlandırılan bu devirde siyasi alanda Iran tamamiyle ve Doğu Roma imparatorluğunun Surye, Mısır gibi iki büyük eyaleti islam hudutları içine alınmış, dolayısıyle, birçok medeni milletlerin âdet ve an'aneleriyle temasa geçilmiş, Islamın merkezi olan Medine'ye karşılık ta Şam, Basra, Küfe ve Mısır gibi merkezler türemişti. İlmi alanda da Medine'de hadis ve Fıkıh ile uğraşılmaktaydı. Hz. Ali'nin sıffin muharebesinde Muaviye'ye hile ile yenilmesi üzerine de Ali taraftarları Şia ve Hariciler diye ikiye bölündüler. Siyasi sebeplerle ayrılan bu fırkalar daha sonra dini ve ilmi birer kisveye büründüler ve birçok kollara ayrıldılar. Bunlar, Şer'i nasların dış manalarından başka iç ma'naları olduğunu iddia ile âyetleri ve hadisleri dil kaideleri dışında te'vile kalkıştılar.



Emeviler


Emeviler devri H. 41-132 /M.661-750 ye kadar sürer. Bu devirde islam aleminin sınırları Atlas Okyanusundan Türkistan ve Hind sınırlarının ortalarına, Hint Okyanusundan Kafkasya ve Istanbul'a ulaştı. Aşağı yukarı 150 milyonluk bir müslüman kitlesi meydana geldi. Bu kitle bir taraftan Arap dilini kabullenme zorunda kaldı ve arapça devlet, din, şiir ve ilim dili oldu. Fakat diğer taraftan kendi hayat ve düşüncesini de İslama soktu. Basra ve Küfe'de Müslüman Araplar, Yahudiler, Hırsıtiyanlar, Mecusiler ve İranlı'larla kaynaşmakta ve Suriye'de de Hıristiyan mektepleri ilim işini idare etmekte idiler; bu sebeple Islami ilimler Hıristiyan helenistik ve Iran etkisi altında bu merkezlerde başladı. Emeviler devrinde islâmiyete etki yapan özellikle Iran medeniyeti olmuştur. Abbasi devrinde de Yunan medeniyeti oldu. Islam dinini ilk inceliyenler arasında Iran'lılar da çoktur. Araplardan dini meselelere ilgi gösterenler ancak üçüncü yüzyıldadır. Ve hatta Ömer b. Abdülaziz'leri pek namlıdır. İşte bu Iran'lılar tefsirleri, hadisleri ve özellikle akideleri incelemeğe başladılar. Arap olmayan müslümanlar sebebiyle önce kelimeler ve terimlerin ma'naları zapt ve mukayese edilmeğe, fikirler ve anlamları analiz edilmeğe başlandı. Önce gayret yalnız ameliyat ve muamelâta hasredilmişken şimdi özellikle akaid ve felsefe cihetleri incelenmeğe başlanıldı ve bu sebeple ilk mezheplerin temelleri de Emeviler devrinde atılmış oldu. Ancak, hayalleri pek geniş olan Iran'lıları gerek ehl-i beytin uğradığı belâlar gerekse Ömer'in saltanatlarına son vermesi sebebiyle her şeyden önce ilgilendiren mesele şia fikriydi ve bu fikir Iran'da birçok mezheplerin doğmasına sebep oldu. Şii mezhepler karşısında da birçok harici mezhepler doğdu.

Yukarda da kısaca deyimlendiği gibi Emeviler devrinde hudutlar genişledikçe islamiyet, içine birçok milletler ve medeniyetler almış ve dolayısiyle bunların gelenek ve fikirlerinden etkilenmeğe başlamıştır. Bu sebeple akaid ve muamelâtın incelenmesi, açıklanıp tefsir edilmesi ve hepsinin tasnif edilmesi lüzumlu görüldü. Bundan dolayı da birçok fakihler, müçtehitler, bilginler, müfessirler yetişti. İlk halifelerle Emevilerin ilk günlerinde dinin şiire karşı koyuşu devam etmekte idi. Dini verimin yavaş yavaş sönmesi üzerine Emevi saltanatının sonlarına doğru münevverler ve zenginler cahiliyet devri âdetlerine döndüler ve aşk şiirleriyle atasözleri birer sanat olarak gelişti. Atasözlerine Emevi'lerden Muaviye'nin oğlu 1. Yezid (H. 60—M.680), aşk şiirlerine de 1. Velid (H. 86—M.705) ve II. Velid (H. 125—M. 743) zamanlarında pek önem verilmekteydi. İlme gelince, Emevilerden Emir b. Halid b. Yezid astroloji, tıb ve özellikle kimya ile uğraşmış ve Yahudi Nasercoye, haham Ahason'un tıbba ait eserlerini, bir söylentiye göre Mervan'ın, bir söylentiye göre de II. Omer'in emri ile arapçaya çevirmiştir.

Bazı garp düşünürlerine göre de Emevi saraylarında birer otorite sayılan Hıristiyan bilginleri ilk Kelâm münakaşalarına sebep olmuşlardır.

Fakat bu devirde bütün fikir hareketleri genel olarak fıkıh meseleleri üzerinde cereyan etmekteydi. Bir kısmı Medine'li olan fakihlerin ilk ele aldıkları meseleler de şunlar olmuştur: 1— Allah'ın sıfatları, 2— Kaza ve Kader, yani mesele şu idi: Allah'ın sıfatları zatın aynı mı, gayrı mıdır ? Kaza ve Kaderle kulun mes'uliyeti keyfiyeti nasıl bağdaştırılabilir ?


Abbasiler:


Emevilerden sonra İranlıların da yardımı ile İslam imparatorluğunu ellerine geçiren Abbâsilerin M. 750-1258 e kadar devam eden saltanatlarında en önemli nokta tercümeler kanaliyle islami olmayan İran-Hind ve Yunan ilimlerinin ve felsefesinin islâmiyete girmiş olmasıdır.

Yukarda da işaret edildiği gibi ilk ilmi faaliyet yabancı etkiler altında Halid b. Yezid ile başladı ve özellikle tıb alanında Yunancadan Arapçaya birçok tercümeler yapıldı.

Mervan b. Hakem zamanında da Süryaniceden arapçaya tercümeler yapıldığı görülüyor. Sonra Abdülmelik zamanında Aristo'nun İskendere gönderdiği yazılar tercüme edildi. Ömer b. Abdülaziz zamanında ise Şam'da büyük bir kitaplık kuruldu, Mısır ve Bizanstan kitaplar buraya getirildi ki bunlar sonradan tercümecilere malzeme oldu. Fakat, tercüme, faaliyeti akli ilimlere düşkün olan Abbâsi'lerde ve özellikle Mansur zamanında gelişmiştir. II. Abbasi Halifesi Mansur (762) Bağdatı devlet merkezi yapmış, Bağdat Basra ve Küfe birer ilim ve kültür yuvası halini almıştı. Bilginler ve Sairlerin Mansur'un (750-775 /136-158) Harun Reşid'in (886-908 /170-193), Me'mun'un (813-833 /199-218) zamanlarında Bağdat'ta toplandıkları görülür.

Mansur devrinde, sarayında bulunan Gundi şapürgu bir tabip tarafından tıbba, başkaları tarafından da yıldızlara, hendeseye, feleklere ait eserlerle Bizans'tan gelen hikmet kitapları, Oklides'in tabiat elamanlarına ait kitapları da tercüme edildi.

Harun Reşid devrinde Bağdat'ta bir akademi ile bir kitaplık kuruldu. Yuhanna b. Maseveyh bu devrin en meşhur mütercimidir.

Me'mun Bağdat'ta bir kitaplık ile bir hastahaneden ibaret olan Beyt-ül Hikme'yi kurmuş ve idaresini verdiği Salm'in sayesinde burası ilmi hayatın canlı bir merkezi olmuştur.

Mansur'dan sonra özellikle Me'mun ve halefleri zamanında çoğu Süryaniler tarafından olmak üzre Yunan ilimlerinin Arapçaya tercümesi hususunda büyük bir faaliyetin başladığı görülmektedir ki bu 4-8 inci yüzyıl arasındadır.


Süryâni Mütercimler


Milâdi 4-8. yüzyıllar arası bazı Yunan felsefi eserlerinin Süryaniceye tercüme devridir. 4. Yüzyılda Hikmet Mecmuaları Arapçaya çevrilmiştir.

Probus'ün, Aristo'nun kategorilerini, Hermenia'yı, Porphyr'in Isa-goci'sini şerh ettiği söylenir.

Sergis'ün ilahiyat, ahlak, mistisizm, fizik, tıb ve felsefe alanlarında tercümeler yaptığı görülür.

Urfalı Ya'kub, ilahiyat ve felsefeye ait eserler tercüme etmiştir. Fakat bu türcümelerde ve özellikle ahlaka ve metafiziğe ait olanlarda tercümeler anlayış kısırlığından veya bazı maksatlardan dolayı yanlış yapılmış ve bazı fikirlerin yerine başka fikirler konmuştur. Bu Süryani mütercimlerin tercümelerinde kendilerini özellikle iki konu ilgilendiriyordu. Bunlardan biri Pythagorian-Platonic bir mistik görüşü ileri süren ahlak anlayışıdır ki bu hikmet mecmualarının felsefe tarihi şeklinde biraraya getirilmelerinin sonucudur. Bunda esas Pythagoras, Sokrat, Plutarch, Dionysius v.s. nin hikmet kitaplarıdır. Bu konuda Eflâtun'un Sokrat hakkındaki görüşü merkezi teşkil etmek üzre daha sonraki Fisagurcu, yeni Eflatuncu ve Hıristiyan görüşleri buna bağlanır ve teslis Eflatun görüşü olarak ortaya konulur.

İgilendikleri ikinci konu da Aristo'nun mantığıdır. Zira Yunan dini eserleri şekil bakımından da olsa mantığın etkisinde kaldığından Süryaniler de mantığa sarılmak zorunda kaldılar, Fakat mantığı Pavlus-Persa'nın Husrev Nuşirevan için yazdığı ve bilgiyi imandan üstün tuttuğu eserdeki yeni Eflatun'cu kılığı ile öğrendiklerinden Aristo'nun mantığını hakkıyle kavrıyamadılar. 

İslâmda ikinci hicri yüzyıldan beri gelenek halini almış olan Yunan felsefeyi Atina mektebinin dağılma ve yıkılma sonucunda geliş istikametini Rodos'tan İskenderiye'ye çevirmiştir. Bu İskenderiye'ye çevrilen istikamet yeni Eflâtun'cu istikamettir. İskenderiye'ye kaçan Atina mektebi mensupları Ptoleme hanedanı zamanında yeni Eflântunculuğu meydana getirmiştir. Rodos'ta da Rodos'lu Andromikos bir mektep kurmuştur. İskenderiye'ye kaçanlar Iskenderiye mektebini oldukça başka yönlere yöneltmişlerdir. Kısaca, Yunan ilimleri Atina'dan Rodos ve İskenderiye'ye, İskenderiye'den Antakya'ya Antakya'dan Urfa'ya, Urfa'dan Harran'a geçiş istikameti göstererek Nasturi, Ya'kubi ve Yahudilerin yardımı ile yavaş yavaş yayılmıştır. Yukarda da işaret ettiğimiz gibi islâmiyetin gelişmesi sırasında islâm ilimlerinin yayılmasından önce Şam, Basra, Kufe ve daha sonra da Bağdat merkezleri rol oynamışlardı. Önce Basra ve Kufe'de mektepler kurulmuş ve Abbâsi halifeliği Bağdat'ı merkez yapınca bütün bu ilimler Bağdat'a geçmiştir. Fakat bunlardan çok önce Iran ile Bizans arasında muharebeler sebebiyle İranlılar Anadolu içlerine kadar girmişler ve buralardan birçok eserler ile birlikte bazı bilginleri beraberlerinde getirmişlerdi. İşte bundan sonradır ki İslâm ilimleri Şam'da, Basra'da Kufe'de ve Bağdat'ta yerleşti. Iran'lılar esir ettikleri âlimleri Gundi şâpür Şehrine getirdiler ve orada bir ilim merkezi kurdular, adına da Cundisâpür veya Gundi âpur dediler. Fakat burada çalışan bir takım bilginler Hint'ten geldiklerinden bu merkezde Iran Bizans ilmi ile Hint birleşti.

IX. Yüzyıldan sonra 10. yüzyıla kadar Yunanca eserler gerek eski Süryânice tercümelerinden gerek yeni tertiplenen nüshalardan Süryâniler tarafından Arapça'ya çevrildi. Emevi emin Hâlid b. Yezid'in (yukarda bahsetmiştik) bir Hıristiyan râhibinin yardımı ile kimya ile uğraşması sonucu, Yunan Kimya eserleri Arapça'ya çevrildi, bunu da felsefe tarihlerinin tercümeleri peşledi. Mansur zamanında tabiata, tıp ve mantığa ait Yunan eserlerinin bir kısmının Pehlevi dilinden Arapça'ya tercümesinde İbn Mukaffa'nın önemli rolü oldu. Bu zat bir de terminoloji meydana getirdi. Ayrıca Hint hikmet kitabı olan Kelile ve Dimne ile Ayinname'yi, Mazdek kitabı, Taç Kitabını da tercüme etmiştir. Fakat gerek onun tercümeleri gerekse 8. yüzyılda yapılan tercümeler kaybolmuş ve elimizde bulunan en eski tercüme 9. yüzyıla, yani Me'mun'a ve haleflerine ait tercümeler olmuştur. 9. yüzyıl mütercimlerinin çoğu doktordur. Bu sebeple Ptoleme (Batlamyus) ve Oklides'den sonra hemen Hipokrat ile Galen tercüme edildi.

Felsefeye gelince: Yahya b. Batrik 9. yüzyıl başında ve söylentiye göre Eflâtun'un Timaios'unu, Aristo'nun meteorolijisini, el-hayvan'ını ve özet olarak da psikoloji ve ruh-Alem'ini tercüme etti.

Yine, söylentiye göre Abd'ul-Mesih b. Abdullah Naim al-Hımsi(835) Aristo'nun sofistikası ile Yahya en-Nahvrnin fizik üzerine yazdığı şerhi ve yanlış olarak ar-Rububiyet'al-Aristo (teoloji) diye adlandırılan ve gerçekte Plotinus'un Ennead'larından bazı kısımlar ile Aristo'nun da metafiziğini ve Eflâtun'un bazı görüşlerini ihtiva eden eseri tercüme etmiştir.

Kusta b. Luka el-Bealbeki de (Hicri 220-Milâdi 835 civarı) Aphrodisiaslı Alexander ile Yahya en Nahvrnin Aristo'nun fiziği üzerine yazdıkları şerhleri ve Alexander'in kitab'ul-kevn v'al fesad ile pseudlı-Plutarch' ın kitab ârâ'il-Felâsife üzerine yazdığı şerhleri ve diğer bazı eserleri de arapçaya çevirmiştir. Kusta b. Luka ayrıca nefs ile ruhun farkı üzerine küçük bir kitap yazmış ve özellikle doktorlar üzerine büyük etki yapmıştır. Bu kitap ayni zamanda Aristocu filizofların ruh, nefs ve akıl arasındaki mukayeseleri için de bir tutunak olmuştur.

Bunlardan başka taberistanlı Raben (Rabbain) ile oğlu ve torunu Rabeni'de mütercimler arasında sayabiliriz.

Fakat, özellikle Huneyn b. İshak (890-873), oğlu İshak b. Huneyn ve yeğeni Hubayş b. El-Hasan'ın, Sabit b. Kurre'nin ve bunların öğrencilerinin müşterek çalışmaları ile zamanlarının bütün ilim dallarından büyük çapta tercümeler yapıldı. Bu suretle de Yunan ilimlerinin kapısı Müslümanlara tamamen açıldı.

Orijinal arap filozofu el-Kindi İshak b. Huneyn ile Sabit b. Kurre'nin eserlerini toplayarak bir kısmını şerh, bir kısmını tenkit, bir kısmını da yeniden tercüme etmiştir. Fakat, bununla da kalmıyarak Aristo'nun fiziğini (Kitab'us-Semaniye) diyet anman 8. kitabı ile metafiziğinin bazı kısımlarını, mantığının da önemli bir kısmını doğrudan doğruya Yunancadan Arapçaya tercüme etmek suretiyle ilk esaslı tercümeleri yapmıştı.

Ondan sonra Kuveyri ve Mervezi özellikle zikre değer.

Yüzyılda başlayan tercüme faaliyetinin en olgun devrinde, 9. yüzyılın sonlarında Abu Bişr Meddah, İbn Kernib ve Farabi gibi filozoflarla karşılaşmaktayız. Farabi Meddah'ın çağdaşı, o da Kuveyri ve Mervezinin öğrencisi olmakla Farabiye kadar gelen tercüme kanalı açıkça görülmektedir. Farabi hem büyük bir filozof, hem de bir mütercimdir. Fakat, tercümeleri hakkında doğrudan doğruya bir bilgimiz yoktur. Zira tercümecilerin isimleri mütercim diye geçtiği halde Farabininki Sârih diye geçmektedir. Fakat, şerhlerinde diğerlerinde bulunmayan açıklamalar vardır ki onun mütercim olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir. Ebu Bişr, Farabinin arkadaşı, Yuhanna b. Haylan da bunun hocası idi. Ömrünün ikinci yarısını Bağdat'ta geçiren Farabinin bu iki büyük mütercimden ders görmesi dolayısıyle Süryâniceyi öğrendiği tahmin edilmekte ve şerhleri içindeki metnin kendine ait olduğu söylenilmektedir. Farabinin diğer bir önemi de o zamana kadar Yunan'lılardan bilinmiyen Eflâtun'un diyaloglarını onun vasıtası ile öğrenmiş olmamızdır. Bu nokta da Yunancayı bilmemekle beraber Süryaniceyi bilen Farabinin bir mütercim olduğuna şüphe bırakmaz.

Farabi aynı zamanda Aristo'nun Katagorilerini, ikinci analitiklerini, burhan kitabını, retorikas ını, sofistikasını, hermania's ını, fizi ğini, sema ve âlem kitab ını, meteorolojisini tercüme etmiş ve şahsi eserler vermekten maada bu alanda da geniş faaliyet göstermiştir.

Farabiden sonra onuncu yüzyılda mütercimler arasında en ziyade göze çarpan Hırıstiyan filozofu Ebu Zekeriyya Yahya b. Adiy'dir. Bu zatı da El Hammar, İbn Zur'a ve tarihi ve felsefi yazılarıyle nam yapmış olan Ebu Hayyan Tevhidi, Cüseliki namıyla meşhur olan, Bağdat devlet hastahanesinde de baştabib bulunan filozof Ab'ul Farac Abdullah b Tayyib izler. Bu zat 20 senede Aristo'nun metafiziğini şerhetmiştir. Nefs kuvvetlerinde birlik olduğunu kabul eden bu zatın nefs kuvvetlerinde birlik olmadığını savunan İbn Sina ile yaptığı münakaşalar da önemlidir.

Mütercimlerin sonuncusu Osmanlı devrinde 3. Ahmet zamanında yetişen (1680-1703) Yanya'lı Esat Efendidir. Esat Efendi Aristo'nun fiziğini doğrudan doğruya Yunancasından arapçaya çevirmiştir. Bu orijinal tercüme denildiği gibi maalesef pek geç kalmıştır, çünkü bu zamanda Avrupa'da rönesans olmuş, teknik ilerlemiş, Kopernik, Galile, Kepler fizikleri doğmuştur Fakat, daha İbn İshak'tan evvel bu geniş tercüme faaliyeti Aristo'cu veya sahte Aristo'cu eserlerle bunların şerh ve özetleri üzerinde toplanmaktaydı.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi tercüme faaliyetinin ikinci kolu gnostik (irfan) faaliyetinin etkisi altında başlayan İran ve Hind koludur.

Bu tercüme kanalı bir taraftan gnostikler denen Hırıstiyan Mezopotamya filozoflarının diğer taraftan da Hind ve İran etkisi altındadır. Bu kola mensup mütercimlerden Kelile ve Dimne ile Manişeizmin ana kaynağı olan bazı kitapları tercüme eden Abdullah b. Mukaffa başta olmak üzere Mani reislerinden İbn Tâlût, Ebil Şakir, İbn'ul-Adü, İbn Ebu Arja, Salih b Abd'ul Kuddus'ü, sonra, zahiren müslüman olan Mani şairlerinden Beşşar İbn Burd, İshak Halef, İbn Senane, Ali k Sâbit, Ebu İshak Varrâk'ı sayabiliriz. Semavi bir din olmayan, dolayısiyle islâmiyet tarafından şiddetli hücumlara uğrayan manişeizmin metinleri arasında başta manişeizmi kuran MANİ'nin Şabuhrakan adlı eseri olmak üzre sefer'ul-Esfer gibi kitaplar en önemlileridir.

İlk Abbasi halifeleri akla kıymet verici, dolayısiyle, tolerans sahibi olduklarından bazı tarihlerin Kadsiye muharebesini mubalâğa ile bu muharebede Iran Medeniyetinin yıkıldığını ve eserlerinin mahvedildiğini ileri sürmelerine karşılık İbn Nedim'in Fihristi, İbn Kıftinin felsefe tarihi ve diğer bazı eserler vasıtasıyla birçok Mani müelleflerinin kitaplarından veya tercümelerinden haberdar olmaktayız. Ve bilâkis ilk Abbasi halifeleri ve mesela Mansur, Mütevekkil, Me'mun , Harun Reşid'Ier tercüme faaliyetlerinde bulunan Yahudi, Nastüri, Mani âlemlerini himaye etmişler, onları Dar'ul-Hikme'lere tayin etmişler hatta saraylarına kâtip almışlardır. Mani'lerin eserleri ekseriyetle minyatürlü ve resimlidir ve söylentiye göre ilk büyük minyatür üstadı Mani'nin kendisidir. İslam minyatürcüleri de onu üstad tanımış ve eserlerde minyatür yapma bir gelenek halini almıştır.

Bu sebeple de Abbasiler devrinde bu minyatürlere rastlamak pek mümkündür. Bunlar hakkında Cahiz'in kitab'ul-hayvan'ı bize yeter bilgi vermektedir. Fakat yine Cahiz'dir ki bunlara ilk defa karşı koymuştur ve "Redd'üz-Zinadıka" diye ayrıca bir kitap yazmıştır.

Hint etkisi de Abbasiler zamanında başlamış ve özellikle Gazneliler zamanında genişlemiştir. Sultan Mes'ud'un Hind'i zaptından sonra da birçok Hint eserleri islam dünyasına girmiş ve birçoklarından da tercümeler yapılmıştır.

Başlangıçta Hint- İran etkileri daha kuvvetli olmakla beraber zamanla Yunan kaynakları ön plana geçmiştir. Bunun da sebebi ilmi olmaktan ziyade dinidir. Zira Hint etkileri manişeistler vasıtasıyla gelmiştir. Manişeizm ise şeytan ve rahman, iyilik ve kötülük tanrısı diye iki tanrı kabullenen bir dindir. İşte bu ikicilik islamiyetin tekçiliğine taban tabana zıt olduğundan ne de olsa birlikçi olan (vahdaniyetçi) Yahudilik ve Hıristiyanlık ve bunların getirdiği felsefe İslam dünyasında manieist felsefe kadar tehlikeli sayılmamış, bütün hücumlar manişeizm üzerine toplanmıştır. Nitekim İslam dünyası parçalanma tehlikesi karşısında kaldı ve doğan birçok mezheplerle bir hayli sarsıldı. Bu sebeple Abbasiler fikir kapılarını Hint yoluna kapadılar ve Yunan yolunu açtılar. Dolayısıyle de islam felsefesi eski Yunan felsefesinden daha çok etkilendi ve bu etki altında gelişti.

İşte ilim ve felsefenin pek ilerlediği bir sırada bir taraftan şii-sünni gibi siyasi, diğer taraftan da daha ağır basmak üzere Kelâm ve Felsefe münakaşası gibi ilmi sebeplerle imparatorluk çökmeye başladı. İmparatorluk topraklarında Afrika'da Aglebiler, Mısır'da Tolunoğulları ve Fatimiler, Suriye ve Mezopotamya'da Hemedâni, doğuda Tahiriler ve Samâniler gibi küçük devletler, emirlikler meydana geldi. Tahiriler ve Samâni'lerin yerine de yavaş yavaş Türkler geçti.

10-11. Yüzyıllar arasında Hemedâni'lerin başşehri olan Halep, Fatımi'ler tarafından kurulan Kahire Kültürde Bağdat'ı pek geride bırakmış, doğuda da Gazneli Mahmud'un sarayı yukarda açıklandığı gibi önemli bir edebiyat ve bilim merkezi olmuştur.

Küçük devletlerin meydana çıkışları sıralarında müslüman medreseleri kurulmağa başladı ise de bunlar eski ilimleri tekrardan başka bir şey yapamadılar. Yeni görüşler ve eserler meydana getiremediler. İşte Hâricilik gibi, sünni- şii, kelâm-felsefe kavgaları, kurulan medreselerin de yeni bir ruh yaratmaması gibi sebeplerle içten çöken islamiyet, Osmanlı Türk'leri tarafından son Abbasi Halifesinden mukaddes emanetlerin alınmasıyla hilafet davasını da sona erdirmiş oldu. Bu arada Endülüs filozofları ile felsefe ön plana geçti. İbn Rüşt ile de felsefe ve tasavvuf birleşti.

Abi: Asiler tarafından yönelinen Yunan'ın Araplar üzerine etkisi özellikle matematik, tabii ilimler ve felsefe alanlarında olmuştur. Felsefe alanında Plutarch, Porphyr, Aristo ve diğerlerinden haberdar olan doğuda Sokrat'tan önceki felsefe ve filozoflar hakkındaki bilgide gerçek sahiplerine ait olmayan sahte yazma eserler, esas rol oynamıştır.

Bu arada yeni Eflâtuncu etkiye de kısaca işaret etmek yerinde olur.


Yeni Eflâtuncu Etki


Süryaniler ve Araplar Yunan felsefesiyle Aristo'nun Eflâtuncu görüşle şerh edildiği ve Eflatun felsefesinin de geçerlikte olduğu bir zamanda temasa geldiler. Harran'lılarla bazı İslam fırkalarında plâtonik (Eflâtuncu) veya Pythagorien-Platonic fikirler çok defa Stoic veya Yeni Eflâtuncu görüşlerle karıştırılmış olarak okutulmaktaydı. Onları en ziyade çeken şey puta tapıcılar tarafından öldürülen Sokrat olmuş ve Sokrat düşüncesinin remzi olup Delf mâbedi üzerinde yazılı bulunan (Nefsini bil) sözü yeni Eflâtuncu bir kılıkla Araplara geçmiştir. Bu söz (nefsini bilen rabbını bilir) şeklinde Hz. Ali'ye nisbet edilerek bütün mutasavvıflara 'Mem olmuştur.

Tıb alanında ve özellikle halifelerin saraylarında Aristo'nun eserleri, bunlardan da özellikle, mantık ve tabiat ilimlerine ait olanları ön plana geçti. Onlara göre Aristo'nun orijinalitesini sağlayan tek şey mantıktır. O, diğer ilimlerde kendinden önceki filozoflara uymaktadır. Dolayısıyle Sabii  ve Hıristiyan tercümelerle bunlara bağlı olan kültür çevreleri ahlak, siyaset ve metafizik bakımından Aristo'dan önceki filozoflara yönelmişler, fakat onları da doğudaki büyük otoritelere bağlamışlardır. Arapların Sokrat'a ait diye ileri sürdükleri eserler, içerisinde, Sokrat' ın adının geçtiği Eflâtun'a ait eserlerdir. Eflâtun'dan da tercümeleri yapılanlar Sokrat' ın müdafaası, Krito, Phedrus, sofistler, Devlet, Phaidon, Timaus, Kanunlar gibi eserleridir.

Eflâtun'un nefsin ruhani bir cevher olduğu ve bakası, kısaca, külli nefsi, alemin hudasu (sonradan yaratılması) gibi fikirleri Aristo'nun ruha pek az yer veren psikolojik ve ahlaki görüşü, kısaca, cüz'i nefsi ile âlemin kıdemi fikirlerinden islam akidelerine daha mülayim gelmiş ve Islam âleminde Eflatun, başlangıçta ön plana geçmiş ve 9 ve 10. yüzyıllarda Islam Kelamcıları Aristo'yu bu fikirlerinden dolayı reddetmişlerdir. Fakat daha sonra Islam âleminde de kıdem teorisinin büyük önem verdiği cüz'i nefs, küllî nefse galebe etti ve Aristo Eflatun'un yerine geçti.

Kitab'ut-Tuffaha : Aristo, Islam'da ilk zamanlarda anlaşılmış değildi. Bazan Kendisine ait eserler onun sayılmıyor bazan da onun yeni Eflâtuncu görüşle şerh edilen eserleri başkalarına atfediliyordu. Mesela, bir yandan Aristo'nun (F'il-Alem) adlı eseri onun sayılmazken diğer taraftan yeni Eflatuncu veya Fisagurcu plâtonizm veya muahhar Syncritique görüşleri ihtiva eden eserler ona mal ediliyordu. Aristo'nun bu tuffaha adlı kitabında Eflâtun'un phaidon'unda olduğu gibi varlık, nefsin ölmezliği meselesi üzerinde durulmaktadır.

Aristo'nun teolojisi 2 : Kitab'ur-Rububiyye denen ve Aristo'ya nisbet edilen kitap, daha önce de işaret edildiği gibi, aslında Plotin'in Ennead'larının 4, 5, 6. babları ile Eflâtun'un devlet ve Aristo'nun metafiziğinden mürekkeptir. Konusu yeni platuncu sisteme göre dört sebep nazariyesidir. On kısma ayrılan bu kitapta bilgiyi, Aristo'nun mantık kaidelerine bağlanmaksızın entüitif bir düşünce ile elde eden ve en yüksek hakikatın düşünerek değil de vecd halinde yaşanarak elde edileceğini ileri süren Eflatun ideal insan olarak gösterilir. Bu kitabın da mihverini nefs ve nefs bilgisi teşkil eder. En doğru bilgi nefsin bilgisi, yani nefsin mahiyetinin ve eserlerinin bilgisidir. Başka bir deyişle, insanın kendisini bilmesidir. Böyle bir bilgi en yüksek hikmettir ve bu hikmete sahip insan da diğer insanlara üstün ve hakimdir. Kainatın merkezini teşkil eden bu nefsin üstü Allah ve akıl, altı da tabiat ve maddedir. Nefsin hayatı ve âlemdeki değişiklikler şu üç tavırda cereyan eder:

Nefs Allah'tan gelir,

Aklın aracılığı ile maddeye geçer ve cisimle karışır.

Ve en sonra tekrar geldiği asla döner.

Bu durumda madde, tabiat, ihsas ve tasavvur gibi şeyler mahiyetlerini kaybedeceklerinden her şey ancak akılla kaim olabilecek ve her şey akılda BİR olabilecektir. Nefs de Allah'tan geldiği için o da akıldır. Ancak cisimle karıştığı müddetçe akli ve nûrâni bir hayatı sağlayacak yıldızlar alemine iştiyak duyan kuvve halinde bir akıldır: Araplara göre Aristo (ki aslıda Plotin'in görüşüdür) şöyle diyor: "Nefsimle baş başa kaldığım zaman bedenimden ayrılarak saf bir cevher halinde zatıma girer, bütün şeylerden sıyrılır o anda ilim, alim, ma'lüm hep ben olurum." İşte ilk Islam Meşşai filozoflarının anladıkları Aristo budur.

Kısaca, İslam filozofları yeni Eflâtuncu şerhler ve eserlerle tanıdıkları Aristo'yu Eflâtun'un yerine geçirince Aristo'nun Felsefi cephesini Eflâtun'un kanun ve Devlet adlı kitaplarındaki siyaset cephesi ile tanımladılar. Bunun yanında Aristo'nun ilk Islam izleyicileri felsefelerini diyalektik yoluyla savundular ve birtek hakikate ulaşma yolunda insicamlı bir felsefe sistemine bağlanma zorunda kaldıklarından helenistik devir filozoflarının bıraktıkları örneğe göre Aristo ile Eflatun'u birleştirmeğe çalıştılar. Bunun da yanında ve en önemlisi olmak üzre İslam akideleriyle felsefi görüşlerini bağdaştırmağa, hatta daha sonradan, felsefileştirmeğe büyük gayretler harcadılar ki bu yolda ilk merhale İslam'ın bünyesinde kurulmakta olan kelam sistemleri oldu.








İSLAM FELSEFESİ DERSLERİ

Dr. Cavit SUNAR

ilâhiyat Fakültesi İslam Felsefesi Kürsüsü Doçenti

8 Aralık 2024 Pazar

Yahudilik II

 



Her dinde olduğu gibi Yahudilik’te de inanç ve ibadet, dinin temel unsurlarındandır. İnsanın, kendisinden daha üstün bir varlığın mevcudiyetini zihnen kabul edip ona karşı kalbî bağlılık hissi duyması iman veya inanç diye nitelenmektedir. Her dinde kutsal denilen bir alan ve bu alana ait varlıklar mevcuttur. Varlığına inanılan yüce kudrete karşı birtakım davranışları yapma yükümlülüğü de ibadet dediğimiz unsurdur ve yine dinin gereklerindendir. Kutsal metinlerin yorumları ve bu yorumlara dayalı uygulamalar ise dinlerdeki mezhepleri ortaya çıkarmaktadır. Yahudilik’te de adına ister mezhep denilsin isterse düşünce akımı denilsin bu tür oluşumlar mevcuttur ve bir bakıma bu, dinin tabiatı gereğidir.



İNANÇ ESASLARI


Yahudi kutsal metinlerinde nelerin iman esası olduğu hususu açık ve net bir şekilde belirlenmiş değildir. Geleneksel inanca göre kişi Yahudi doğduğu için ayrıca inanç esaslarının belirlenmesine ihtiyaç da duyulmamış, bu sebepledir ki nelere iman edilmesi gerektiği hususu Yahudiler arasında daima tartışmalı olmuştur. Ancak zamanla gerek Yahudilerin kendi içlerindeki tartışmalar, gerekse diğer din mensuplarıyla karşılaşmalar, iman esaslarının tespitini zorunlu hale getirmiştir. Bunun için muhtelif kişiler, farklı dönemlerde inanç esasları tespite çalışmışlar, ortaya konan esaslar belli ölçüde kabul görmüş veya eleştirilmiştir.

İlk örneğini İskenderiye’li filozof Philo’da gördüğümüz iman esası oluşturma girişimi bilhassa Orta Çağ’da yaygınlık kazanmış, özellikle Müslümanlarla ilişkiler neticesinde, Yahudilikte de iman esaslarının, müslümanlardakine benzer şekilde tesbit edilme zarureti ortaya çıkmıştır.

Bunun sonucu olarak çeşitli Yahudi bilginlerince iman esasları tesbit edilmiştir. Bu konuda çalışanlardan biri Saadya Gaon (882-942), diğeri ise tesbit ettiği esaslar günümüzde Yahudilerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen İbn Meymun’dur (Maimonides, 1135-1204). İbn Meymun dışında da pek çok kişi, iman esaslarını belirlemeye ve bunu formule etmeye çalışmıştır. Ancak bu çalışmalarda belli ortak esaslar üzerinde durulmuş olsa da, içlerinde en popüler olan İbn Meymun’un on üç prensiplik Amentüsü dahi kendi zamanının diğer alimleri tarafından tenkit edilmiş ve alternatif prensipler ortaya atılmıştır. Hasda’i Crescas (1340-1410) on üç maddeyi altıya indirmiş, Yosef Albo (1380-1444) da iman esaslarnı üç olarak belirlemiştir. Hatta tüm Tevrat kurallarının aynı derecede önemli ve belirleyici olduğu yaklaşımından hareketle iman esası belirleme fikrine karşı çıkanlar da olmuştur.

Yaratıcı Tanrı fikrine ağırlık veren Philo’nun beş prensiplik Amentüsü şöyledir:

1- Allah vardır ve hükmeder,

2- Allah birdir,

3- Bu alem sonradan Allah tarafından yaratılmıştır.

4- Yaratma birdir,

5- Yaratmayı ilahi takdir idare eder.

Görülüğü gibi Philo’nun amentüsü (credo), Tanrı’nın var ve sonsuz olduğu; birliği, dünyayı yarattığı; yaratılışın tekliği ve Tanrı’nın yaratılışla ilgili ön bilgiye sahip olduğu esaslarından oluşmaktadır. Philo’nun tesbit ettiği bu esaslar, Mişna ve Talmud alimleri (Tannaim ve Amoraim) arasında taraftar bulmamıştır. Bunun sebebi de Philo’nun Filistin’in dışında Helenistik kültür muhitinde yaşıyor olması, Helenistik felsefenin etkisi altında kalması, felsefi bir monoteizmi savunması ve Filistin’deki dini gelişmelerden anında haberdar olmayışıdır.

Benzer biçimde Abraham İbn Davud, kendi oluşturduğu inanç esasında Tanrı’nın varlığı, birliği, maneviliği, diğer sıfatlara sahip oluşu, gücünün işlerinde tezahür etmesi ve ön bilgisi üzerinde durmuştur.

Miladi VIII. yüzyılda Müslüman dünyası ile yakın temas, bu temas sonucu ortaya çıkan Karaim adlı Yahudi mezhebi ile mücadele zorunluluğu, diğer taraftan Müslüman kelamcılarca Yahudiliğe yöneltilen hücumları önleme endişesi, iman esaslarının yeni bir görüşle ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu konuda ilk çaılışmayı yapan Saadya Gaon’dur (Said b. Yusuf el-Feyyumi, 882-942).

Saadya Gaon’un daha kapsamlı Amentüsü ise şu esaslardan oluşmaktadır:

1- Alem sonradan yaratılmadır (hâdistir).

2- Allah tek olup cismi yoktur.

3- Vahye iman, Yahudi aranesini de içine almak üzere şarttır.

4- İnsan muttaki olmaya, ruhen ve bedenen bütün günahları işlemekten sakınmaya davet olunmuştur.

5- Mükafat ve ceza haktır.

6- Ruh saf ve temiz yaratılmıştır, ölüm anında cesedi terkeder.

7- Yeniden dirilmek haktır.

8- Mesih’i beklemek, hesap ve nihai hüküm haktır.

Görüldüğü gibi Saadya Gaon, tesbit ettiği iman esaslarında dünyanın yaratılmış olduğu, Tanrının bir ve cisimsiz oluşu, vahyin gerçekliği, insanın zihni ve ruhi kapasitesi gereği günahtan kaçınma yetisine sahip oluşu, mükafat ve cezanın hak olduğu, ruhun saf biçimde yaratıldığı ve ölümden sonra bedeni terk edeceği; yeniden dirilme, Mesih beklentisi ve son yargı inancına yer vermiştir.

İbn Meymun’un tespit ettiği on üç maddelik iman esasları ise günümüzde Yahudilerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenmektedir. Bu en kapsamlı iman esaslarında Tanrı, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ilahi yargı, Mesih ve ahiret inançlarına yer verilmektedir. On üç maddenin ilk beşi Tanrı’nın varlığı, birliği, maneviliği, sonsuzluğu ve tapınmaya layık tek varlık oluşuna inanmayı şart koşmaktadır. İki madde peygamberlikle, iki madde kitaplarla ilgilidir. Diğer maddeler ise Tanrı’nın, insanın fiillerini önceden bilmesi, ilahi yargının, Mesihin gelişinin ve yeniden dirilmenin hak olduğuna dairdir.

İbn Meymun’un (Maimonides) tesbit ettiği iman esasları şunlardır:

1- Tanrı var olan her şeyi yarattı ve onlara hükmetmektedir.

2- Tanrı birdir ve ondan başka Tanrı yoktur

3- Tanrı bir cisim değildir ve hiçbir şekilde tasvir edilemez.

4- Tanrı ezeli ve ebedidir.

5- İbadet sadece Tanrı’ya mahsustur. Ona ortak koşulamaz.

6- Peygamberlerin bütün sözleri haktır.

7- Efendimiz Musa’nın peygamberliği gerçektir. O, kendisinden önce ve sonra gelen bütün peygamberlerin en büyüğüdür.

8- Elimizde olan Tevrat, tamamıyla Tanrı tarafından Musa’ya verilenin aynıdır.

9- Tevrat değiştirilmeyecektir ve gelecekte Tanrı, başka Tevrat da göndermeyecektir.

10- Tanrı insanın bütün işlerini ve düşüncelerini bilir.

11- Tanrı, emirlerini yerine getirenleri mükafatlandırır, ihlal edenleri cezalandırır.

12- Mesih gelecektir; geciktiği halde her gün onun gelmesini bekleyeceğim.

13- Tanrı’nın bildiği bir zamanda, ölümden sonra dirilme gerçekleşecektir.

İbn Meymun’un tesbit ettiği iman esaslarından sonra başkaları da çeşitli esaslar tespit etmişler ve hiçbiri, On Üç madde kadar genel kabul görmemiştir. Ortodoks Yahudilik, İbn Meymun’un on üç prensibini benimsemekle birlikte, gelenek içerisinde mevcut olan diğer iman esası anlayışlarını da geçerli saymaktadır. Reformist Yahudilik, Hıristiyan inancını benimseme durumu hariç, gerek inancı gerekse pratiği ilgilendiren konularda bireye geniş bir yorum ve değişim ve tercih hürriyeti tanımaktadır. Geleneğe dayalı devamlılık üzerinde duran Muhafazakar Yahudilik ise monoteizm dışındaki herhangi bir yönelimi kabul etmemekle birlikte, hem pratik hem de inanç açısından farklı yorumları onaylamaktadır.

Tesbit edilen bu iman esasları dışında, Tanrı tarafından doğrudan iki ayrı levha halinde Musa peygambere verildiği kabul edilen On Emir de çeşitli Yahudi alimleri tarafından Yahudiliğin temelini oluşturan prensipler olarak görülmüştür.

Tevrat’ta iki ayrı yerde yer alan (Çıkış 20; Tesniye 5) On Emir şu şekildedir:

1-Seni Mısır diyarından, esaret evinden çıkaran Tanrı benim. Benden başka Tanrın olmayacak.

2- Kendin için yontma put, hiçbir şeyin resmini yapmayacaksın

3-Tanrının adını boş yere ağza almayacaksın

4-Cumartesi gününe riayet edeceksin

5-Babana ve annene hürmet edeceksin

6-Öldürmeyeceksin

7-Zina yapmayacaksın

8-Çalmayacaksın

9-Yalancı şahitlik yapmayacaksın

10-Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

Evrensel kuralları içeren On Emir, genelde İlahi menşeli dinlerin hepsinde bulunmaktadır.

Yahudi bilginlerince tesbit edilen amentülerde bulunan temel inanç unsurlarının açıklanmasında yarar vardır.


Tanrı İnancı


Yahudi dininde, üzerinde ısrarla durulan hususların başında Tanrı’nın birliği konusu gelmektedir. Yahudiliğin, biri Tanrı’nın birliği, diğeri İsrail’in seçilmişliği olmak üzere iki temel üzerine kurulu olduğu da ifade edilmektedir. Tanrı’ının birliğine çok önem verilmesine karşılık, Tanrı hakkında farklı anlayış ve yorumlar söz konusudur. Bu da Yahudiliğin kendine has özelliğinden kaynaklanmaktadır zira Yahudilik’te kişinin Tanrı hakkında ne düşündüğünden ziyade Tanrı’ya nasıl ibadet ettiği konusu önceliğe sahip olduğu için, Yahudi tarihinde inançla ilgili diğer hususlarda olduğu gibi Tanrı hakkında da çok farklı ve birbirine zıt anlayışlarla karşılaşılmaktadır.

Yahudi kutsal kitabında gerek On Emir’de gerekse “Dinle Ey İsrail” diye başlayan Şema duasında hep Tanrı’nın birliği üzerinde durulmaktadır. Eski İsrail toplumunda monoteizm, başından itibaren İsrail dininin en temel özelliğidir. Yahudilerin ulu ata kabul ettikleri Hz. İbrahim’in, tek Tanrı inancını tebliğ ettiği, bir olan Tanrının dışında ay, güneş ve yıldızlara tapan babası ve kavmiyle mücadele ettiği bilinmektedir.

Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın, onun oğlu Yakub’un hep bir olan Tanrı’ya imana davet ettikleri malumdur. Tevrat’a göre Tanrı, Hz. İbrahim’i mübarek kılmış, zürriyetinin çok olacağını müjdelemiş ve onunla bir ahit yapmıştı (Tekvin 17/1-14; 22/16-18). Daha sonra İshak’ı mübarek kılmış (Tekvin 25/11; 26/2-6, 24), sonra da Yakubu mübarek kılmıştır (Tekvin 35/10-12).

Kur’an’da bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Rabbi ona, ‘bana yürekten teslim ol’ dediğinde İbrahim, ‘evet ben alemlerin Rabbine yürekten teslim oldum demişti. İbrahim oğullarına aynı şeyi vasiyet etti. Yakup da aynı vasiyeti yapmış ve ‘evlatlarım, Allah size bu dini seçti, artık siz de bu dünyadan Müslüman olarak (Allah’a teslim olmuş olarak) göçün’ demişti. Yakup ölmek üzere iken siz yanında mıydınız ki. O çocuklarına ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz diye sormuş onlar da ‘Senin Tanrına, ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın bir olan Tanrısına ibadet edeceğiz ve biz sadece Ona teslim olacağız’ demişlerdi (Bakara 2/131-133).

Bununla birlikte İsrailoğulları, kendi kutsal kitaplarında anlatıldığı gibi, hep başka ilahların peşinden gitmişlerdir. Bunun içindir ki İsrail dininde başlangıçta çok tanrılı bir inancın var olduğu, İsrailoğullarının, çevrelerindeki kavimlerin inançlarından etkilenerek birden çok ilaha taptıkları, daha sonra çeşitli tanrıların varlığı kabul edilmekle birlikte, onların üzerinde ve sadece İsrail’e ait bir milli tanrı inancının yaşandığı ve nihayet mutlak manada tek Tanrı inancına hakim olduğu da ileri sürülmektedir.

Bazı araştırmacılara göre başlangıçta İsrail tanrısı, savaşçı ve lider vasıfları öne çıkan milli bir tanrı karakteri arz etmekteydi. Tevrat’ta bunu doğrulayan ifadeler mevcuttur. Tevrat’ta “Ben sizin Tanrınız, siz benim kavmim olacaksınız” denilmektedir (Çıkış 19/5-6; Levililer 11/45; 22/33; Tesniye 7/6; 14/2).

Klasik peygamberlerin temsil ettiği daha gelişmiş din anlayışında ise tanrı ile İsrail kavmi arasındaki ilişki, etik bir ilişki olarak ortaya konmuştur. Buna paralel olarak varlığı İsrail’e bağlı olmayan, aksine İsrail’in devamının kendisine bağlı olduğu, her şeyin ötesinde doğru ve adil vasıflara sahip bir tanrı anlayışı öne çıkmıştır. Peygamberlerin mesajlarındaki tanrı artık evrensel boyutta bir tanrıdır.

Yahudilik’te tanrı telakkisinin milli boyuttan evrensel boyuta taşınması yanında Tanrı tasvir ve tasavvurlarında da değişiklikler ve gelişmeler olmuştur.

Yahudi kutsal kitabında tanrı önceleri, özellikle Yahvist metinlerde antropomorfik bir şekilde tasvir edilmiştir. O beşeri organlara ve duygulara sahip bir varlık gibi tasvir edilmekte, elleri, kolları, gözleri ve kulakları olan, günün serinliğinde bahçede gezinen, unutan, pişman olan, yorulan bir varlık olarak karşımıza çıkmakta, Elohist metinlerde ise aşkın bir nitelik kazanmakta, peygamberlerine bulutların ötesinden veya rüyada melek aracılığı ile konuşmaktadır. Büyük Yahudi düşünürü İbn Meymun, Tanrı’nın insanlara, onların anlayacağı dilde konuştuğunu dolayısıyla antropomorfik ifadelerin, insanın daha iyi anlaması için kullanıldığını, bu ifadelerin hakiki manada değil mecazi olarak anlaşılması gerektiğini belirtmektedir.

Genel olarak Yahudi kutsal metinlerinde İsrail Tanrısı gerçek anlamda tek tanrı ve tüm insanlığın yaratıcısı olarak tanımlanmakla birlikte bu tanrı, kutsallığı bilhassa Filistin topraklarında tecelli eden ve özel olarak İsrail’in rehberi, koruyucusu ve kurtarıcısı olan bir ilah biçiminde sunulmuştur. Bununla birlikte Tanrının tekliğiyle bağlantılı olarak onun ortak kabul etmeyen kıskanç bir Tanrı oluşuna sıklıkla temas edilmiştir.

Yahudi kutsal kitabında Tanrının farklı isimleri yer almaktadır ancak Tanrının özel ismi olarak kullanılan YHVH (Yahve veya Yahova), bunların içinde en önemli ve kutsal olanıdır. Etimolojisi konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte Tevrat’ta “var olmak” anlamındaki İbranice kökle bağlantılı kılınmakta ve bizzat Tanrı tarafından “Ben ben olanım” şeklinde anlamlandırılmaktadır. On emir’de yer alan Tanrının ismini boş yere ağza almama emrine uyularak YHVH kelimesi telaffuz edilmediği gibi Tevrat dışında da herhangi bir yere yazılmamıştır. Onun yerine Efendi/Rab anlamında Adonay veya isim anlamında Ha-Şem kelimeleri kullanılmaktadır. Tanrı’nın özel isminin sadece yılda bir kere Kefaret gününde (Yom Kipur) Mabet ibadeti sırasında kutsama duası söylenirken baş kohen tarafından telaffuzuna müsaade edilmiştir.

Tevrat’ta Tanrı için en çok kullanılan diğer isim ise Elohim’dir. Bunun dışında El Elyon (en yüce olan), El Olam (sonsuz olan), El Şadday (güçlü olan) isimleri de kullanılmaktadır. Diğer taraftan Tanrıya verilen isimlerin çokluğu ve Antropomorfizmden kurtulmak için gerçekte Tanrı’nın bir tek isminin olduğu, diğer isimlerin ise Tanrı’nın fiilleriyle bağlantılı sıfatlar olduğu ve bu sıfatların da metaforik olarak anlaşılması gerektiği belirtilmiştir.

Yahudilikte Tanrı, Tevrat ve İsrail kavramlarının ayrı bir önem ve ilişkisi kabul edilmekle birlikte peygamber, Mesih ve ahiret inançları, bunlarla bağlantılı olarak yaratma, vahiy ve kurtuluş prensipleri de önemlidir.


Peygamberlik


Yahudilik’te Tanrı ile İsrail oğulları arasında, ilahi vahyi Tanrı’dan alıp İsrail oğullarına bildiren peygamberlik müessesesi vardır. Nitekim Yahudi Kutsal Kitabı Tanah’ın ikinci ana bölümü Neviim (Peygamberler) adını taşımaktadır ve bu bölümün, sonraki peygamberler kısmında İsrailoğulları tarihinde görev yapan ve faaliyetleri kutsal kitapta yer alan on beş peygamberden bahsedilmektedir.

Yahudi kutsal kitabında peygamberi ifade etmek üzere çeşitli kavramlar kullanılmıştır ki bunların başında nebi (nevi) kelimesi gelmektedir. Tanrı tarafından göreve çağrılmış anlamındaki bu kelime ilk defa Hz. İbrahim için kullanılmıştır (Tekvin 20/7). Gören anlamında Hozeh ve Roeh kelimeleri de peygamberi ifade etmektedir. Diğer taraftan Allah adamı, Allah’ın kulu, kul, haberci, elçi kelimeleri de peygamberi ifade etmektedir.

Yahudilikte peygamberlik, tanrının kendi iradesini, seçmiş olduğu bazı kişilere ve bu kişiler aracılığı ile İsrail halkına izhar etmesi olarak anlaşılmıştır. Peygamberlerin aldığı vahyin kaynağı ve peygamberi peygamber yapan asıl özellik, Tanrı sözüne muhatap ve bu sözün aracısı olmalarıdır. Bu noktada Musa’nın ayrıcalığı vardır ve sadece o, tanrı ile aracısız konuşmuş, diğerleri ise rüya veya vizyon durumunda ilahi söze muhatap olmuşlardır.

Yahudilikte peygamberliğin iki temel şartı Tanrıdan ilahi vahiy alması ve aldığı vahyi insanlara tebliğ etmesidir. Yahudilikte vahyin çeşitleri vardır. Vahyin en kestirme ve en üstün şekli ve yolu, hiçbir aracı olmaksızın doğrudan Rab Yahve’den ilahi vahyi almaktır ki Yahudi inancına göre vahyin bu şekli sadece Hz. Musa’ya özgüdür. Vahyin diğer bir şekli rüyada veya vizyon (rüyet) halinde vahyin alınmasıdır. Hz. Musa dışındaki peygamberlere vahiy genelde bu şekilde gelmiştir.

Tanah’da adı geçen peygamberlerin, peygamber oluş yaşları farklıdır. Hz. Musa 80, Hz. Harun 83 yaşında peygamber olduğu gibi Samuel ve Yeremya daha çocuk yaşta Rabbin sözüne muhatap olmuşlardır. Peygamberlerin çoğu olgunluk yaşlarında peygamber olarak seçilip görevlendirilmişlerdir.

Peygamberliğin verilişinde de belli devreler söz konusudur. Öncelikle peygamber olarak seçilen kişi, günlük ve gündelik işleriyle meşgul iken ilahi vahye muhatap olmakta, seçilen kişi çeşitli mucizelerle desteklenmekte ve belli bir topluluğa gönderilmektedir.

Yahudi kutsal kitabında hakiki peygamberin özellikleri şu şekilde belirtilmiştir:

1- Tebliğinin doğruluğu: (Tesniye 13/1-5). Hakiki peygamberin Tanrı, ibadet ve ahlaki vecibeler hususunda söyledikleri, şeriata (Tevrata) uygun olmalıdır. Eğer söyledikleri On Emir’den ayrılıyorsa o, Allah adamı değildir. Bu sebepledir ki Rab Yahve’den başka ilahlara kulluğu önerenler; yalan, hırsızlık, zina gibi yasak fiilleri tavsiye eden ve yapanlar peygamber değildir.

2- Verilen haberlerin gerçekleşmesi: (Tesniye 18/21-22). Tevrat, hakiki peygamberin bir özelliği olarak verdiği haberin gerçekleşmesini göstermektedir. Eğer bir kişinin gelecekle ilgili verdiği haber gerçekleşirse o hakiki, gerçekleşmezse sahte peygamberdir.

3- Alametler göstermesi: (Çıkış 4/8). Peygamberler birtakım alametler de göstermektedirler ancak sadece alametler yeterli değildir.

Yahudilikte hakiki peygamberin yanında yalancı peygamber kavramı da vardır. Yalancı peygamberin temel özellikleri ise tanrının dışında başka ilahlara kulluğa davet etmesi ve gelecekle ilgili söylediklerinin gerçekleşmemesidir. Onlar, tanrı adına yalan söylemekte ve aslı olmayan şeyleri haber vermektedirler.

Tevrat’ta ilk defa peygamber (nevi) olarak isimlendirilen kişi, aynı zamanda ilk İbrani atası ve İsrail seçilmişliğinin başlangıcı kabul edilen İbrahim’dir. Yahudi inancına göre İbrahim ile başlayan ve Musa ile en mükemmel biçimine ulaşan peygamberlik, M.Ö. V. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Malaki ile sona ermiştir. Bu dönemden itibaren yol gösterici ve tebliğci “Tanrı adamı” figürü yerine dini bilen ve yorumlayan “din adamı”(rabbi) figürü öne çıkmış; aynı zamanda kurtarıcı Mesih beklentisi gelişmeye başlamıştır.

Yahudilik’te peygamberlik sadece erkeklere mahsus değildir, kadınlardan da peygamberler gelmiştir. Onlara nebiah denilmektedir ve sayıları altıdır: Hz. Musa’nın ablası Miryam (Çıkış 15/20), Debora (Hakimler 4/4), Hulda (II. Krallar 22/14), Noadya (Nehemya 6/14) ve Peygamber İşaya’nın eşi (İşaya 8/3).



Ahiret İnancı


Ahiret inancı, Yahudi dininin en karmaşık konularından biridir. Geleneksel Yahudilik’te ahiret inancı doğrudan Yahudi kutsal metinlerine dayandırılmakla birlikte gerek Tevrat’ta gerek Tanah’a ait diğer kitaplarda ahiret konusu, bazı atıfların ötesinde açık ve net olarak yer almamaktadır. Buna karşılık başta yeniden dirilme inancı olmak üzere, öteki dünya ile alakalı kavram ve konular Tanah sonrası Yahudi Apokrif-Apokaliptik yazılarda, Rabbani ve Kabalistik literatürde, Orta Çağ Yahudi teolojisi ve litürjisinde önemli yer tutmaktadır.

Yahudilikte ahiret inancı, geç dönemde yazılmış olan apokaliptik karakterli Daniel kitabı ile İşaya kitabındaki bazı pasajlarda kısmen yer almaktadır. Bu ise antik Yahudi mezhepleri arasında farklı görüşlerin benimsenmesine yol açmıştır. Yahudi kutsal kitabının ilk yorumcuları olan Ferisiler gerek ruhun ölümsüzlüğü gerekse yeniden dirilme inancını bir nevi tartışmasız doktrin olarak ortaya koymuşlardır. Kutsal metni lafzi olarak anlama yoluna giden ve yorum geleneğini kabul etmeyen Sadukiler ise, Tanah’ta yer almadığı gerekçesiyle, hem ruha hem de bedene nispetle ölümden sonraki hayatı reddetmişlerdir.

Ruhun ölümsüzlüğü ve yeniden dirilme inancına dayanan ahiret konusu ilk defa Tanah sonrası Yahudi literatüründe açık biçimde ortaya konup Rabbani literatürle birlikte Yahudi öğretisinin bir parçası olmuştur. Tanah’ta ahiretle ilgili kullanılan kavramlardan biri, ölüler diyarı anlamındaki şeol’dur.

Şeol, ölüm sonrasında bütün insanların gittiği yer olarak algılanmaktadır. Önceleri iyilerin huzur içinde beklediği, kötülerin ise farklı derecelerde azaba uğradığı bir yer olarak nitelenen şeol daha sonra sadece kötülerin azap gördüğü bir yer kabul edilmiş, bazı apokriflerde ise şeol’un yerini, kötülerin azap çektiği mekan anlamında gehinnom (cehennem) kavramı almış, iyilerin de ölümden sonra eskatolojik Aden bahçesine (gan Eden) veya cennete gittiği kabul edilmiştir.

Mişna ve Talmud’da öteki dünya ve yeniden dirilme kavramları, iman ve kurtuluş prensibi olarak ortaya konmakta, ayrıca Rabbani literatürde iyiler için mükafat, kötüler için ise ceza yeri olarak cennet (gan eden) ve cehennem (gehinnom) kavramlarına atıf yapılmaktadır.

Cennet ve cehennem, çok büyük ve farklı kademelerden oluşan mekanlar şeklinde tasvir edilmektedir. Ne zaman yaratıldıkları ve nerede bulundukları konusunda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Yaygın inanca göre dünya yaratılmadan önce yaratılan ya da planlanan cehennem, yerin altında veya semanın üzerinde ya da karanlık dağların arkasındadır. Cehenem sadece ceza değil aynı zamanda arınma yeridir. Bir görüşe göre günahı ve sevabı eşit olanlar cehennemde on bir ay süresince arındıktan sonra cennete girebileceklerdir. Yaygın görüş hem İsrail’den hem de diğer milletlerden olan kötülerin cehennemde sadece on iki ay kaldıktan sonra yok olacakları yönündedir. Sadece sözlü ve fiili olarak Yahudi ahdine bağlılıklarını ve temel Yahudi öğretisini reddedenler sonsuz azaba uğrayacaklardır. Şabat’a denk gelen günlerde azabın olmayacağı da bazılarınca ileri sürülmektedir.

Cennetin de Aden bahçesi (gan Eden) olduğu ve yeri bilinmemekle birlikte bu dünyada bulunduğu, iyilerin ruhlarının, Mesihi dönemin sonunda gerçekleşecek yeniden dirilme anına kadar burada kalacakları ifade edilmektedir. Henüz yaratılmamış öteki dünya ise yeniden dirilme ve ilahi muhasebe sonrasında iyilerin ve günahından arınanların yeni bir beden ve ruhla sonsuza kadar yaşayacakları nihai mükafat yerini ifade etmektedir.

Reformist Yahudiliğin ileri gelenleri, Tanrı’nın merhametiyle bağdaşmadığı gerekçesiyle cehennem kavramını reddetmişlerdir. Aynı şekilde günümüz liberal Yahudi gruplarının çoğu, cennet ve cehennemin fiziki manada var olduğunu veya olacağını kabul etmemektedirler. Yahudilik’te inanç konusunun dogmatik bağlayıcılığı olmaması ve ahiretle ilgili kavramların muğlak kullanımından dolayı bu tavır, Ortodoks Yahudiler açısından da problem teşkil etmemektedir.

 

Mesih İnancı


Mesih inancı, Yahudilerin karizmatik bir kurtarıcı tarafından yabancı boyunduruğundan kurtarılıp Filistin topraklarında dini ve siyasi bağımsızlık kazanmak suretiyle eski ihtişamlarına kavuşmalarına yönelik inanç ya da doktrini ifade etmektedir. Bu doktrin, İkinci Mabed döneminin sonlarından itibaren Yahudi dininin önemli bir parçası haline gelmiştir.

İbranice Maşiah (Mesih) kelimesi yağla meshedilmiş anlamındadır. Bu terim başlangıçta peygamber veya kohen tarafından yağlanmak (kutsanmak) suretiyle ya da doğrudan Tanrı tarafından görevlendirilen kral, kohen veya baş kohen gibi kişiler için kullanılmıştır. Kelime daha sonra eskatolojik manada “kurtarıcı Mesih” biçimine dönüşmüştür.

Tarihlerindeki olumsuzluklar ve başka ülkelerin tahakkümü altında kalmaları, diğer taraftan Tanrı’nın seçilmiş kavmi oldukları inancı ve bu nitelemeye uymayan şartlar ayrıca İran kaynaklı kurtarıcı fikri Yahudilerde, Tanrı’nın ilahi düzeni yeniden tesis etmek ve Yahudileri, layık oldukları itibara tekrar kavuşturmak için bir Mesih-kral göndereceği fikrine götürmüş, Mabedin ikinci kez yıkılması ile Mesihi kurtuluş fikri daha da kuvvetlenmiştir.

Rabbani literatürde Davud soyundan gelecek olan Mesih, tarihin sonunda İsrail’in düşmanlarını yenmek suretiyle onları esaretten kurtarıp kutsal topraklara ve Tanrı’ya döndürecek, orada Mabedi tekrar inşa edip İsrail’i Tevrat öğretisine göre yönetecek ve yeryüzünde Tanrı’nın krallığını kuracak kişi; savaşçı, öğretmen ve peygamber kimliklerini de kendi şahsında toplayan eskatolojik kral olarak tasvir edilmiştir. Ayrıca “Davudoğlu Mesih” olarak isimlendirilen bu kişiye öncülük etmek üzere Yusuf soyundan gelecek ikinci bir Mesih’ten de bahsedilmektedir. Bu ikinci derecedeki Mesih figürü daha sonra, Mesihçiliğin modern ve seküler bir versiyonu olarak görülebilecek olan Siyonist hareketin öncüleri için de kullanılmıştır.

Genellikle insan olarak tanımlanan ama tabiat üstü bazı özelliklere de sahip olan Mesih’in Kudüs’te doğduğu, gökyüzünde gizlendiği, geri dönmek için kurtuluş gününü beklediği ve İsrail hak ettiğinde heybetli bir biçimde bulutların üzerinde geleceği rivayet edilmektedir. Rabbani literatürde Mesih’in gelişini haber veren birtakım olumsuz gelişmelerin olacağından, Gog ve Magog savaşından, sürgündeki İsrail’in vadedilmiş topraklarda bir araya toplanması ve milletlere hükmetmesinden bahsedilmektedir. Mesih beklentisi özellikle baskı ve zulüm dönemlerinde daha da artmış ve birçok kişi, Mesih iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Ebu İsa el-İsfahani (VII. Yüzyıl), İbn Arye (1000), Karai Kohen Solomon (1121) bunlardandır. Yahudi tarihinin en etkili Mesihi hareketi ise Sabatay Sevi adlı bir Osmanlı Yahudisinin, Mesihlik iddiasında bulunması (1665), daha sonra müslüman olmasıyla, Yahudilere göre heretik sayılan ve gizli bir harekete dönüşen Sabataycılıktır.

Mesih inancı günümüzde Ortodoks Yahudilik tarafından hala benimsenmekte, Reformist Yahudilik ise kurtarıcı Mesih figürünü reddetmektedir.


Vadedilmiş Topraklar


Yahudiliğin iman esasları arasında yer almasa da Yahudiler, Tanrının seçilmiş kavmi olduklarına ve Arz-ı Mev’ud’un, Tanrı tarafından kendilerine vaad edildiğine inanmaktadırlar.

Arz-ı Mev’ud (Vadedilmiş topraklar) tabiri Allah’ın, Hz. İbrahim’e ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği yer için kullanılan bir terimdir. İbranice’de Eretz Israel (İsrail diyarı) denilen bu bölge Tanah’ta Kenan diyarı, diyar ve memleket diye de zikredilmektedir. İkinci Mabed döneminden itibaren arz-ı mev’ud diye adlandırılmıştır.

Bölgenin hudutları, Yahudi kutsal kitabında çeşitli şekillerde belirlenmektedir. Hz. İbrahim’e yapılan vaadde “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar olan bölge” (Tekvin 15/8), Hz. Musa ve Yeşu’a yapılan vaadde “ayak tabanınızın basacağı her yer” (Tesniye 11/24; Yeşu 1/3) diye tanımlanmaktadır. Bu vaad önce Hz. İbrahim ve soyuna yapılmış, İshak, Yakub ve Musa ile de bu vaad yinelenmiştir. Bu vaadin şartları vardır. Öncelikle Allah’ın emirlerine, kanun ve şeriatına bağlı olunacaktır. Orada suçsuz kanı dökülmeyecek, garibe, dula, yetime iyi davranılacaktır (Yeremya 1/1-7). Vaad edilmiş topraklara sahip olabilmek ve orada kalabilmek için Allah’a verilen sözü tutmak, ahde riayet etmek gerekmektedir.

Vaad önce Hz. İbrahim’e yapıldığına göre, bu vaad bir hak doğuruyorsa, İshak soyundan gelen Yahudiler kadar İsmail soyundan gelenlerin de o topraklarda hakkı olmalıdır. Üstelik Kur’an’a göre de vaadin gerçekleşmesi için birtakım şartların yerine getirilmesine bağlanmıştır. Bunların başında Allah’a itaat gelmektedir. Halbuki İsrailoğulları Allah’ın emirlerine boyun eğmemiş, yapılan ahitleri yerine getirmemiş, hatta Allah’ın elçilerini öldürüp fesat çıkarmışlardır (Bakara 2/61, 100; Nisa 4/155-156; Maide 5/13).


İBADETLERİ


Her dinde olduğu gibi Yahudilik’te de ibadet dinin temel unsurlarındandır. İbranice’de ‘avoda’ kelimesi, doğru ibadet biçimi anlamında Yahudi dini uygulamalarını ifade etmektedir. Eski İsrail toplumunda ibadetin temelini kurban kültü oluşturmuş, bilhassa İbrani atalar döneminde ibadet ferdi tarzda, Tanrı’ya sunulan adak, takdime ve dua etrafında şekillenmişti.

“Toplanma Çadırı” etrafında toplu ibadete geçiş ise Musa peygamber dönemiyle başlamıştır. Toplanma çadırı ve daha sonra onun yerini alan Mabed, İsrail Tanrısının en fazla tecelli ettiği ve O’na doğrudan ulaşılan yer olarak görülmüştür. Filistin topraklarına yerleşildikten sonra, farklı bölgelerde ferdi takdimeler için mezbahlar oluşturulmakla birlikte, önce kuzeyde Şilo, daha sonra Gibeon, Toplanma Çadırının yer aldığı toplu ibadet merkezi olarak belirlenmiştir. Davud’un Kudüs’ü fethedip krallığın merkezi yapmasıyla birlikte ibadet merkezi Kudüs’e kaymış, kral Süleyman zamanında ise Mabed (bet ha-Mikdaş=Beytü’l-Makdis) inşa edilmiştir. Dış ve iç avlu, kutsal ve en kutsal bölümlerden oluşan Süleyman Mabedi ibadet merkezi olarak tahsis edilmekle birlikte, diğer mezbahlarda takdime sunumuna devam edilmiştir. Mabed, M.Ö. 586’da Babilliler tarafından yıkılmış, M.Ö. 515’te ikinci kez yapılmıştır.

Yahudi öğretisine göre kohen sınıfı, Yakub’un üçüncü oğlu olan Levi soyundan gelen ve kendisi de ilk baş kohen kabul edilen Harun’un oğullarından oluşmakta, Levi soyunun diğer kollarına bağlı erkekler ise Levili sınıfını teşkil etmektedir. Sıradan İsrail kimliğinde anneye dayalı nesep belirleyici olurken, kohen ve Levili kimlikleri baba yoluyla elde edilmektedir. Kohenlerin en yaşlısı baş kohen ve dolayısıyla en kutsal kişi kabul edilmiştir. Kohenlerin yardımcıları konumundaki Levililer ise ibadethanenin bakımı, ayrıca müzik ve şarkı ile ibadete eşlik etmekle görevlendirilmişlerdir.

Mabed ibadetinin merkezinde kurban yer almakta ve kohenler tarafından sunulmaktaydı. Geleneksel Yahudiliğe göre İkinci Mabedin Romalılar tarafından yıkılmasıyla birlikte (M.S. 70), Mesih’in ortaya çıkıp Süleyman Mabedini tekrar inşa edeceği ve tüm Tevrat hükümlerini yeniden hayata geçireceği güne kadar, kurban ibadeti askıya alınmıştır. Liberal Yahudi cemaatleri ise Tevrat’ta yer alan pek çok ritüel gibi, Mabed ve kurbanla ilgili uygulamaların da eski İsrail toplumunda önemli bir fonksiyon icra etmiş olduğunu, fakat Yahudi dini hayatı için artık gerekli ve dolayısıyla geçerli olmadığını kabul etmektedir.

Eski İsrail dininde Mabed, kurban ve kohenlik uygulaması merkezi konuma sahipken, İkinci mabedin yıkılmasıyla birlikte Yahudi dini hayatı sinagog, Tevrat ve rabbiler etrafında gelişme göstermiştir. Mabedde kohenler aracılığı ile yerine getirilen kurban ibadetinin yerini, sinagoglarda rabbiler eşliğinde icra edilen Tevrat çalışması ve dua almıştır. Günümüzde Yahudi mabedine, toplanma anlamındaki Grekçe sinagog dışında, İbranice bet ha-kneset (toplanma evi), bet ha-tefila (dua evi) ve bet ha-midraş (öğrenme evi), Türkçe’de ise Havra da denilmektedir. Sinagoglarda putperestliği çağrıştıran resim, heykel ve sair unsurların kullanılması yasaktır. Sinagoglar genellikle tek veya iki katlı olarak yapılmakta, geniş dua salonunun ön tarafında, Kudüs’ün bulunduğu yöndeki duvarda, içinde rulo halindeki Tevrat nüshasının muhafaza edildiği kutsal dolap, dolabın hemen önünde yüksekçe bir platform bulunmaktadır.

Yahudilik’te günümüzde sabah (şaharit), ikindi (minha) ve akşam (maariv veya arvit) olmak üzere günde üç vakit ibadet vardır. Bu ibadetler bir kısmı ferdi, bir kısmı en az on erkekten oluşan cemaat (minyan) eşliğinde İbranice okunan belli dualar halinde icra edilmektedir. Karailerde ise cemaatle ibadet için gerekli minimum sayı üçtür. Geleneksel biçimiyle sadece erkeklerin iştirakiyle gerçekleşen Yahudi ibadetinde ayakta durmak, oturmak, Kudüs’e yönelerek ayakta dualar okumak ve hafif rüku şekli mevcuttur. Ayrıca bazı ibadetler esnasında ibadet şalı örtme, alın veya kol bağı takma gibi ritüeller de vardır.



Şabat


Cumartesi (Şabat) günü, Yahudilerce haftanın en kutsal günü kabul edilmektedir. On Emir’de açıklandığı şekliyle Cumartesi günü, iki ayrı gerekçeyle kutsaldır. Bunlardan birincisi Tanrı’nın dünyayı altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmiş olması, diğeri ise Tanrı’nın İsrailoğullarını Mısır’daki kölelik evinden kurtarmış olmasıdır. On Emir’de belirtildiği gibi bu günde iş yapmak yasaktır. Bu günde manevi yenilenme ve dünyayı Tanrının yarattığı gibi bırakıp tabiatın işleyişine müdahale etmeme ilkesi gereğince, toplam otuz dokuz sınıf işten uzak durulmaktadır. Yahudi anlayışına göre gün, güneşin batışıyla başladığı için, Cuma günü akşam güneşin batışından cumartesi günü güneşin batışına kadar söz konusu işleri yapmak yasaktır.



Dini Gün ve Bayramlar


Yahudilik’te günlük ibadetin ve haftalık ibadet sayılan Şabat’ın dışında yıl içinde farklı zamanlarda kutlanan ve anılan dini gün ve bayramlar da vardır. Yahudilik’te bayramlar, ayın hareketlerini esas almakla birlikte, güneş yılına göre sabitlenmiş olan Yahudi takvimine göre belirlenmiştir. Buna göre en önemlileri aslen zirai kutlamalara dayanan ve ilkbahar, sonbahar ve yaz dönemlerine denk gelen Yahudi bayramlarının ay takviminde yaşanan kaymadan dolayı, Tevrat’ta belirtilenden farklı mevsimlere rastlamasını önlemek için, her on dokuz yıllık dönem içerisinde yedi kez (yani 3, 6, 8, 11, 14, 17 ve 19. yıllarda) birer ay eklemek suretiyle Yahudi takvimi sabitlenmiştir. Dolayısıyla bir Yahudi yılı esasen ilkbahara denk gelen Nisan ayı ile başlayıp Adar ayı ile sona eren ve her biri yirmi dokuz veya otuz gün çeken on iki aydan oluşmakla birlikte, belli yıllarda söz konusu on iki ay on üç aya tamamlanmaktadır.

Yahudi takviminde yer alan toplam on bir bayramdan altısı büyük bayram, ikisi küçük bayram ve üçü de modern bayram olarak gruplandırılmaktadır. Tevrat’a göre Yahudi yılının başlangıcı Nisan ayı olmakla birlikte, geleneksel Yahudilik’te takvim yılı Tişri ayı ile başlatılmaktadır.



Yeni Yıl


Tişri ayının ilk günü Yahudilikte Yeni Yıl’dır. Adem’in yaratılması, İbrahim, İshak ve Yakub’un doğumu; Musa’nın, Firavun’un karşısına çıkması gibi Yahudi tarihindeki pek çok önemli olayın bu günde meydana geldiğine, ayrıca herkesin kaderiyle ilgli tüm bilgilerin bu günde yazıldığına inanılmaktadır. Yılbaşında (Roş ha-Şana) iş yapmak yasaktır. Yılın bu ilk gününden itibaren başlayan on günlük dönem tövbe dönemidir.



Kefaret Günü (Yom Kipur)


Tişri ayının onuncu günü Kefaret günüdür ve Yahudi takviminin en kutsal günü kabul edilmektedir. Roş ha-Şana’da yazılan kader defterleri, on günün sonunda Kefaret günü mühürlenmektedir. Yahudiler bu günde oruç tutarlar.



Çardaklar Bayramı (Sukot)


Tişri ayının 15-21 günlerinde kutlanan bayramdır. Hasat bayramı da denilen Çardaklar Bayramı, Mısır’dan çıkış sırasında çölde geçirilen günlerin anıldığı, aynı zamanda Tevrat’ta üç büyük hac bayramı olarak sözü edilen ve tüm İsrail erkeklerinin Mabede gelip takdime ve kurban sunmakla yükümlü olduğu bir bayramdır.



Tevrat’ı Hatim Bayramı


Tişri ayının yirmi ikinci günü, Tevrat’ın hatmedilmesine yönelik kutlama yer almaktadır. Yıl boyunca okunan Tevrat’ın tamamlanıp tekrar baştan okunmaya başlandığı ve on üç yaş altındaki çocukların gençlik duası söylemek üzere çağrıldığı bu merasimin en önemli özelliği, kutsal dolaptan çıkarılan Tevrat rulosunun ilahi, dua ve dans eşliğinde sinagogun içinde cemaat arasında yedi defa dolaştırılmasıdır.



Pesah Bayramı


Yahudi bayramları arasında mazisi en eski dönemlere dayanan, “Bahar Bayramı”, Özgürlük Bayramı” ve Hamursuz Bayramı” olarak da bilinen Pesah (Fısıh) bayramı, İbrani takvimine göne Nisan ayının 15’inde kutlanmaktadır ve Yahudi hac bayramlarından ilkidir. İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışlarının yadedildiği bu bayram, günümüzde Yahudilerin en fazla rağbet ettikleri bayramların başında gelmektedir. Bu bayram süresince evlerde maya veya mayalı yiyecek bulundurulması ve tüketilmesi yasaktır. Bayramın ilk akşamı hazırlanan sofra düzenine seder denilmektedir ve sederde, Mısır’dan çıkışın konu edildiği bölümler okunur. Bayram, İsrail’dekiler için yedi, İsrail dışında yaşayan Yahudiler için sekiz gün sürmektedir. Bayram süresince mayasız ekmek tüketilir ve bu bayrama özel yemek takımı ve gereçleri kullanılır.



Haftalar Bayramı (Şavuot)


Şavuot, İbrainice’de haftalar anlamındadır. Batı kültüründe Pentacost diye de adlandırılmaktadır ve Ellinci Gün anlamında Yunanca bir kelimedir. Tevrat’ın, İsrailoğullarına veriliş günü olarak kabul edilir. Yahudi takvimine göre Sivan ayının altıncı günü kutlanmaktadır. Üç büyük Yahudi hac bayramından ikincisidir. Gerçekte Pesah’ın ikinci gününden başlamak üzere tam yedi hafta sonrasına denk gelen ve zirai bir bayram olan bu bayrama Turfandalar Günü de denilmektedir. Pesah ve Şavuot bayramları arasındaki bağlantı Pesah’ın, İsrailoğullarının fiziki kölelikten, Şavuot’un ise manevi kölelikten kurtuluşunu temsil etmesidir.



Hanuka Bayramı


Işıklar Bayramı olarak da isimlendirilen Hanuka, M.Ö. 165 yılında Grek-Slevkit kralı IV. Antiochus’un Helenleştirme politikasına ve Kutsal Mabedi putperest ibadet merkezi haline dönüştürmesine karşı, Makabiler’in verdiği savaş ve elde edilen zaferin kutlanması mahiyetindedir. Bu bayramda, Mabedde daima yanan menora’nın sadece bir günlük yağla sekiz gün boyunca yanması mucizesini hatırlatmak üzere sekiz gün boyunca evlerde mum yakılır. Bu bayram Yahudi takvimindeki Kislev ayının 25’inde başlar ve sekiz gün boyunca kutlanır.


Purim Bayramı


Purim, neşe ve eğlence bayramıdır. 14 Adar günü kutlanan bu bayram, Pers yönetiminin Yahudilere uygulamayı tasarladığı katliamın tarihini belirlemek için kuraya başvurduğu veya zar attığı için, kuralar veya zarlar anlamında Purim adı verilmiştir. Vezir Haaman tarafından Yahudi cemaatinin yok edilme girişimine karşı, Yahudi kökenli Kraliçe Ester’in yardımıyla kurtarılması anısına kutlanmaktadır. Yahudilerin katledileceği o günde, Yahudiler onları katletmiştir ve katliam ertesi gün de sürmüştür. Pesah’tan bir ay önce kutlanan bu bayramda, Ester kitabının bayram akşamı ve sabahında sinagogda cemaat halinde ve yüksek sesle okunması esastır. Yahudi bayramları arasında hiçbir bayram, Purim bayramının kutlandığı kadar sevinç ve coşkuyla kutlanmamaktadır.



MEZHEPLERİ


Her dinde olduğu gibi Yahudilik’te de hem inanç ve doktrin hem de ibadet ve uygulama konularında, gerek tarihi süreçte gerekse günümüzde, farklı kültür muhitlerinde olmaktan kaynaklanan veya farklı din ve akımlardan etkilenen yorum farklılıkları söz konusudur. Dinin anlaşılması ve yorumlanmasında ortaya çıkan bu farklılıklar, yorumu yapan insanların zeka ve bilgi düzeyleriyle de yakından alakalıdır.

Yahudilik’te İkinci Mabed döneminin önemli özelliklerinden biri de M.Ö. II. Yüzyılda Filistin’de üç büyük Yahudi mezhebinin ya da grubunun tarih sahnesine çıkmasıdır ki bunlar Ferisiler (Peruşim), Sadukiler (Sadukim) ve Essenilerdir (İsiyim). Ayrıca miladi ilk yüzyılın ortalarında ortaya çıkan devrimci fanatiklereden (Zelot) de bahsetmek gerekir.



Peruşim


Peruşim kelimesi “ayrılıkçılar” anlamındadır ve bu mezhep mensupları kendilerini, Haşmoni yönetimi ile Helenistik uygulamaların taraftarı olanlardan ve sıradan halktan ayırdıkları için bu şekilde adlandırılmışlardır. Ferisiler, Sadukilerin Mabed vurgusuna karşılık Sinagog ve Tevrat öğretisini öne çıkaran ve çoğunlukla yazıcı ve din alimlerinden oluşan gruptur. Tevrat’ın lafzi manasının ötesindeki anlamı ortaya koyabilmek için yorum geleneğini başlatan ve Sanhedrin’de çoğunluğu oluşturan Ferisiler, Yahudi toplumunu Tevrat etrafında birleştirme ve topluma liderlik etme amacıyla hareket etmiş, Tevrat kurallarının uygulanmasında detaycı ve katı bir anlayışı benimsemişlerdir. Mişna ve Talmud’un oluşumunu sağlayan din alimleri, kendilerini Ferisilerin varisleri olarak görmüşlerdir. Peruşim, ahiret ve meleklerin varlığına inanmaktadır. Günümüz Ortodoks Yahudiliği, Peruşim’in devamı ve günümüzdeki temsilcileridir.



Sadukim


Tevrat’ın uygulanması ve Mabed hizmetleri konusunda yani inanç ve amelde Peruşim’e karşıt olması ile tanınan mezheptir. Kral Süleyman döneminde baş kohen olarak görev yapan Sadok’un soyundan gelen baş kohen ve ailesinin görüşleri doğrultusunda hareket ettikleri için bu ismi aldıkları ifade edilmektedir. Sadukim, kohenlerin çoğunluğu oluşturduğu aristokrat ve muhafazakar bir sınıftı. Mabed ve kurban kültünün yöneticileri sıfatıyla kendilerini dini konularda asıl otorite olarak gören bu grup, Tevrat’ın lafzi anlamını esas almakta, yorum geleneğini ve Tevrat’ta açıkça yer almayan yeniden dirilme fikrini, meleklerin ve kötü ruhların varlığını kabul etmemektedir. Sadukim mezhebi, Mabed’in Romalılar tarafından yıkılışından sonra halk üzerindeki nüfuzunu tamamen kaybederek tarih sahnesinden silinmiştir.



İsiyim (Esseniler)


İsiyim kelimesinin mütevazı ve dindar kişi ve bunların meydana getirdiği topluluk veya sessiz, sakin kişi ve bunların meydana getirdiği topluluk anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Yahudi yorumuna göre bunlar, Makkabi mücadelelerinden önceki Hasidim’in (dine bağlı dindar kişiler) devamıdırlar.

Geleneğe göre bunlar, Tevrat’ın Levililer bölümünün ortaya koyduğu kurallara son derece müfrit bir şekilde uyan kimseler olup, kendi elleriyle kazandıklarını paylaşarak kendilerini dini yaşantı ve çalışmaya vermiş kimselerdir. Esseniler mümkün olduğu kadar evlilikten ve bedeni zevklerden kaçınıyorlardı. Münzevi-apolitik bir grup olan Essenilerin, Kumran cemaati de denilen kısmı, Ölü Deniz civarında oluşturdukları yerleşim bölgelerinde toplumun geri kalanından ayrı olarak komünal bir hayat sürmüşlerdir. Melek ve ahret inancı olan bu grup sıkı bir temizlik ritüeli uygulamaktadır. Mesihi dönemin yakın olduğu inancından hareketle kısmi bekarlığı gerekli görmüşlerdir. Evlilik hayatına getirdikleri kısıtlamadan dolayı nesillerini uzun süre devam ettiremeyen Esseniler, Mabedin yıkılmasından sonra ortadan kaybolmuşlardır.

Miladi VIII. yüzyıldan itibaren doğuda İslâm dünyasında yaşayan Yahudiler arasında Müslümanlığın ve İslâm düşüncesinin tesiri altında çeşitli Yahudi mezhepleri de zuhur etmiştir. Bunlar İseviyye, Yudganiyye, Ananiyye ve Karaim’dir. Bu gruplara Orta Çağ’da ortaya çıkan mistik Kabala hareketi ile XIX. Yüzyılda Avrupa’da, bilhassa Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında zuhur eden Hasidim hareketini de ekleyebiliriz

Karailik, sadece yazılı Yahudi kitap literatürünü (Tanah) kabul edip, Yahudi din alimlerinin oluşturduğu sözlü yorum geleneğini (Talmud) reddetmektedir. Karailere göre bu mezhep sonradan ortaya çıkmış değil, bilakis son devirlerin ürünü olan Talmud Yahudiliğine karşı, başından itibaren Musa’nın öğretisinin doğru yorumuna dayalı Yahudiliği temsil etmektedir.

Bu hareket VIII. Yüzyılda Babil’de (Irak) yaşayan Anan ben David ile başlamıştır. Anan’ın ölümünden sonra görüşleri Filistin’de yayılmış, Kudüs’ün haçlılar tarafından işgali üzerine Mısır, Anadolu ve Kırım bölgelerine yayılmışlardır. Bu mezhep, Tevrat’a dayanmayan tüm Yahudi dini uygulamalarını reddettiğinden, uzun süre gelenekselYahudi din alimleri tarafından meşru kabul edilmemiştir. Karai isimlendirmesi de kutsal yazı anlamına gelen mikra kelimesine atıfla oluşturulan bene ha-mikra (Tevrat’ın çocukları), bale mikra (Tevrat’ın takipçileri) veya kısaca Karaim (Tevrat okuyanlar) şeklindeki nitelendirmeden kaynaklanmaktadır.

Günümüz dünyasındaki başlıca Yahudi mezhepleri şunlardır:


Reformist Yahudilik


Modern Yahudi akımları içinde en liberal kanadı temsil eden Reformist hareket, XIX. yüzyılda Alman Yahudileri arasında ortaya çıkmış, daha sonra Amerika’ya taşınmış ve asıl gelişmesini Amerikan Yahudileri arasında göstermiştir. İlk öncüleri Moses Mendelssohn (1729-1786), Abraham Geiger (1810-1874), Ludwig Philipson (1811-1889) ve Samuel Holdheim’dir (1806-1860). Reformist Yahudilik akılcılık, evrenselcilik ve ilerlemecilik gibi ilkeler üzerine kurulmuştur ve bu hareketin ortaya çıkışının temel sebebi Yahudi dinini çağın şartlarıyla uyumlu ve cazip hale getirmektir. Bunun için sinagog ibadeti, şabat kuralları, ergenlik ve evlilik merasimlerinde çeşitli değişiklikler uygulamaya konulmuştur. Reformistler, Tevrat’ı Tanrı tarafından vahyedilmiş bir kitap olarak görmezler. Onlara göre Tevrat, atalarının yaşadığı dini tecrübenin kaydedildiği bir kitaptır. Onun içindeki emir ve yasakların birçoğu, bugün geçerliliğini yitirmiştir. Onlara göre Talmud’un herhangi bir kutsallık değeri yoktur.

Reformistler, başta Mesihçilik olmak üzere geleneksel Yahudiliğin birçok ilkesini kabul etmezler. Onlar, kutsal toprak ülküsünü de benimsemezler. Onlara göre kadınlarla erkekler din karşısında eşittir. Sinagoglarda yan yana ibadet edebilirler hatta kadınlar haham bile olabilir, sinagogda ibadet yönetebilirler. Reformist hareket, zaman içinde temel ilkelerinden taviz vermeksizin geleneği ve pratiği biraz daha dikkate alan bir anlayış benimsemiştir.



Muhafazakar Yahudilik


Başlangıçta Reformist hareket içinde yer alan Zacharias Frankel tarafından başlatılan bu oluşum, Reformist hareketin aşırılığına tepki olarak doğmuştur. Amerika’ya geçtikten sonra bilhassa Solomon Schechter’in öncülüğünde tam manasıyla teşkilatlanıp bir mezhep haline gelen bu hareket, günümüzde Amerika’daki biçimiyle Muhafazakar Yahudilik, Avrupa’daki biçimiyle de Masorti olarak isimlendirilmektedir. Muhafazakar Yahudilik dinin merkezine, Ortodokslarda olduğu gibi vahyi, Reformistlerde olduğu gibi ilerlemeci aklı değil, bütün bir Yahudi toplumunun ortak iradesi ve bu yolla ulaşılan fikir birliği prensibini koymak suretiyle Reformist ve Ortodoks oluşumlar arasında bir nevi orta yolu temsil etme iddiasındadır.

Muhafazakar Yahudilik gelenekle bağları koparmaksızın değişimi onaylamaktadır fakat bu değişim, Reformistlerinkinden farklı olarak yavaş yavaş ve daha ılımlı olmalıdır. Muhafazakar Yahudilik, Amerika’da Reformist Yahudiliğin hemen arkasından ikinci büyük Yahudi mezhebidir.

Önceleri Ortodoksluğun Amerikan versiyonu durumunda olan Muhafazakar Yahudilik daha sonra Reformist Yahudilikle Ortodoksluk arasında orta bir çizgiye çekilmiştir. Muhafazakarlar, geleneksel Yahudiliğin ilkelerine uyarlar fakat bu ilkelerin uygulanmasında Ortodokslar gibi katı değildirler.



Yeniden Yapılanmacı Yahudilik


Yeniden Yapılanmacı Yahudilik hareketi, Muhafazakar Yahudilik içinde yetişen Mordecai Kaplan’ın fikirleri ve öncülüğü doğrultusunda ortaya çıkmıştır ve Amerikan Yahudiliğine has bir harekettir. Kaplan’a göre Yahudilik bir din değil, Yahudi toplumunun oluşturduğu ve devamlı gelişen bir dini medeniyettir. Bu hareketin bir diğer özelliği aşkın-yaratıcı-vahyedici bir Tanrı fikri yerine natürist Tanrı anlayışının benimsenmesi, ayrıca seçilmişlik fikrinin ve cinsiyet ayrımına dayalı kuralların reddedilmesidir.



Ortodoks Yahudilik


Ortodoks Yahudilik, Hz. İsa dönemindeki Ferisilikle başlayan ve Rabbani Yahudilikle devam eden ana bünyenin günümüzdeki temsilcisidir. Ortodokslar bu bakımdan klasik Yahudi anlayışını aynen devam ettirmektedirler. Tevrat’ın, Allah’ın Musa’ya yazdırdığı ilahi vahiy olduğuna mutlak olarak iman eden Ortodokslar, aynı zamanda onun yorumu olan Mişna ve Talmud’un da ilahi vahiy kaynaklı olduğuna inanmaktadırlar. Ortodokslar, Tevrat ve din bilginlerinin belirlediği kuralların mutlak otoritesini kabul etmekte ve bunlarda hiçbir değişikliğin meydana gelmesine izin vermemektedirler.



Yeni Ortodoksluk Hareketi


S. R. Hirsch’ün öncülük ettiği ve Ortodoksluk ile Reformist Yahudilik arasında yer alan Yeni Ortodoksluk Hareketi ise Yahudi geleneğindeki değişim prensibinden hareketle, Tevrat emirleri ile mevcut dünya düzenini uzlaştırma hedefi doğrultusunda teşekkül etmiştir. Hirsch, geleneği modern anlayışla uyumlu hale getiren bir Yahudilik yorumu ortaya koymuştur. Reformist hareket akıl ve ilerlemeciliği, Muhafazakar hareket ortak toplum bilinci ve iradesini vurgularken, Hirsch’ün Yeni Ortodoksluğu değişimi onaylayan gelenek fikri üzerinde durur.

Günümüz Ortodoks Yahudiliği içinde Halaha’ya ters düşmeyecek şekilde yeniliklere, modern eğitim sistemine ve modern hayat tarzına açık olan ve Amerika, Kanada ve İngiltere’deki Ortodoksların çoğunluğunu oluşturan kesim için Modern Ortodoks isimlendirmesi kullanılmaktadır.



Hasidilik


Hasid (çoğulu hasidim) kelimesi dindar anlamına gelmektedir. XVIII. yüzyıl ortalarına doğru Polonya Yahudilerinden Yisrael ben Eliezer adlı bir kabalacı etrafında gelişen ve mistik unsurlar taşıyan bir harekettir. Bu harekete karşı çıkan Rabbani Yahudilik mensupları ise karşı çıkanlar anlamında mitnagedim diye isimlendirilmişlerdir.

Bu hareketin en önemli özelliği, temelindeki mistik anlayışa paralel olarak bilgi ve akıl yerine duygu ve duaya yani dini hissiyata ağırlık vermesidir. Bir diğer önemli özelliği ise ibadet ve dini merasimlerin icrasında mistik konsantrasyon, neşe ve haz faktörlerine ağırlık vermesidir.

Hasidilerin özel giysileri vardır. Yetişkinler siyah şapka ve cübbe giyer, elbiselerinin dört kenarına ip takarlar. Kadınlar başlarını örtmek için ya tülbent kullanır veya peruk takarlar. Hasidilerde dini hayat beş yaşında başlar ve çocuğun başı, Hasidi geleneklere göre traş edilir ve kipa giydirilir. 


Kabala


Almak, kabul etmek anlamındaki Kabala kelimesi, Yahudi mistik ve ezoterik geleneğinin adıdır. Kabala hareketinin kökeni miladi I. Yüzyılın sonlarına kadar götürülse de müstakil bir sistem olarak XII-XIII. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Dar bir çevrede yaşanan bu mistik hareketin, sıradan Yahudiler tarafından uygulanması, XVII. Yüzyıl ortalarında Doğu Avrupa Yahudileri arasında Hasidilik hareketinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır.

Kabala, diğer mistik hareketlerde olduğu gibi ilahlığın mahiyeti, yaratılışın sebebi ve ilahlıkla yaratılış arasındaki münasebete yönelik sırlara ulaşma çabasını ve ilgili öğretiyi ifade etmektedir. Kabala’nın asıl konusu kozmik ölçekli yaratılış ve kurtuluştur. Kabala, İbrani diline ayrı bir önem ve kutsallık atfetmekte, harflerin nümeri değerlerinden hareketle birtakım sırları açıklamaya çalışmaktadır.



Neturei Karta


Neturei Karta, Aramice “şehrin muhafızları” anlamındadır ve Siyonizm karşıtı bir Ortodoks Yahudi cemaatinin adıdır. Örgüt, 1938’de Kudüs’te kurulmuştur. Bu cemaat, Mesih gelmeden kurulmuş olan İsrail Devletinin meşru olmadığını, Siyonizmin, Yahudi dinine ters olduğunu ve İsrail’in, bir an önce Filistin’i işgali bırakması gerektiğini savunur ve bu görüşlerini Talmud’dan delillerle desteklerler. Kudüs’te halen İsrail’i tanımayan bu cemaate bağlı 500 Neturei Karta ailesi yaşamaktadır.



Siyonizm


Siyonizm, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Yahudi toplumunu Filistin’de tekrar millet olarak bir araya getirme ve burada bağımsız bir Yahudi Devleti kurma gayesi güden bir ideolojidir. Siyonizm, Yahudi milliyetçilik hareketi olarak ortaya çıkmış ve modern İsrail Devletinin kuruluşuyla birlikte bir nevi sivil dine ve dünya Yahudilerinin çoğunluğunun benimsediği ideolojye dönüşmüştür. Kökleri tarihi ve dini olmakla beraber modern Siyonizm, XIX. yüzyılın sonlarında, çoğunlukla seküler kişilerin önderliğinde siyasi bir hareket olarak doğmuştur.

Siyonizm hareketi kendi içinde siyasi, sosyalist ve dini olmak üzere türlere ayrılmaktadır. Yahudi kimliğindeki dini unsuru dışlayan siyasi Siyonizm, Yahudilerin yaşadığı sürgün hayatını ve buna paralel Yahudi sorununu sona erdirmeyi, bunun için de Yahudilerin tekrar bir millet olarak tarih sahnesine çıkmasını ve bağımsız bir Yahudi Devleti kurulmasını öngörmüştür. Seküler bir Avusturya Yahudisi olan Theodor Herzl Siyasi Siyonizmin kurucusudur. Ona ve diğer siyasi Siyonizm taraftarlarına göre antisemitizm olgusu tamamen siyasi sebeplere dayanmaktadır ve yegane çözümü Yahudilere bir vatan bulunmasında yatmaktadır. 1896’da Yahudi Devleti adlı kitabını yayımlayan Herzl ve diğer siyonistler, bulunacak bu vatanın, Arjantin ve Uganda gibi herhangi bir toprak parçası olabileceğini düşünürken, daha sonra Yahudilerin vatanının ancak Filistin’de olabileceği noktasında fikir birliğine varmışlardır. Herzl, bu amaçla 1897’de Dünya Siyonist Teşkilatını kurmuştur. Siyonizm fikri, ilk olarak Herzl tarafından seslendirilmemekle birlikte, bu düşüncenin örgütlü bir hareket biçimine dönüşmesini ve dünya kamuoyunda duyulmasını sağlayan kişi odur. Bunun için Dünya Siyonist Teşklatını kurmuş, yoğun bir diplomasi trafiği içine girmiş, özellikle Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’le görüşmelerde bulunmuş ve padişah’tan, Yahudiler için Filistin’de toprak istemiş ancak bu talebi kabul edilmemiştir.

Siyasi Siyonizm hareketi ilk başlarda gerek liberal gerekse dindar kesimler tarafından benimsenmemiş, ancak XX. yüzyılın ortalarına doğru bu tavır değişmiştir. Siyasi Siyonizm 1948’de Filistin’de İsrail Devletinin kurulmasıyla hedefinin ilk kademesini gerçekleştirmiştir.

Alman Yahudisi olan Moses Hess ise sosyalist Siyonizm fikrini ortaya atmıştır. Buna göre ziraata ve sosyalist yapılanmaya ağırlık vermek suretiyle Filistin topraklarında sosyalist karakterli bir toplum ve devlet oluşturma amaçlanmıştır. Filistin topraklarına yerleşme konusunda öncülük eden ve burada sosyalist-siyonist yaşam biçimini tesis etmek üzere kolektif çiftlik tarzı yerleşimleri (kibuts) kuranlar da yine sosyalist Siyonistler olmuştur.



DİĞER DİNLERE BAKIŞ


Yahudilikte, Yahudi olan ve olmayan ayırımı oldukça belirgin bir şekildedir. Bir taraftan bütün insanlarla ortak bir atadan geldiklerini ve bütün insanlığı kapsayan bir ahde, Hz.Nuh vasıtasıyla yapılmış ahde muhatap olduklarını ifade ederken, diğer taraftan özel bir ahitle seçilmiş bir kavim olduklarına inanmaktadırlar. İsrail’in seçilmişliği inancı tabii olarak İsrail ve öteki milletler ayrımını beraberinde getirmektedir.

Kavim merkezli bir Tanrı inancının hâkim olduğu eski İsrail dininde, diğer dinler yerine diğer kavimler bahis konusu edilmiştir. İkinci Mabed döneminde tam manasıyla evrensel bir Tanrı inancının İsrail toplumunda yerleşmesine paralel olarak tek doğru ve tek gerçek din İsrailoğullarının dini olarak anlaşılmış, bu dinin dışındaki politeist-pagan inançlar, İsrail dışındaki toplumların ortak özellikleri olarak görülmüştür.

Bir taraftan İsrail’in, Tanrı tarafından seçilmiş bir kavim olduğu inancı, diğer taraftan İsrail dışındaki milletlerin putperest kabul edilmesi Yahudilik’te biz ve ötekiler ayırımının temel kıstaslarıdır. Yahudi dini hukukunun Talmud’daki ifadesine göre İsrail kelimesi, günahkarları ve mühtedileri de kapsayacak şekilde tüm Yahudi din mensupları için kullanılırken, İsrail cemaati dışında görülen kişiler genellikle dört ayrı grupta değerlendirilmiştir. Bunlar yedi prensiplik Nuh kanunlarına uyan yerleşik-yabancılar (gertoşav) veya Nuhiler, bu grubun tam karşısında yer alan ve farklı terimlerle ifade edilen putperestler (nohri, akum, kenani, oved, avoda zara), Samirileri ve Hıristiyanları da içine alacak şekilde Yahudi soyundan olan veya olmayan heretikler (min, kuti,) ve bazı açılardan goyim içerisinde anılan mürtedlerdir (mumar).

Yahudi hukuku, goyim başlığı altında görülen dört grupla ilgili hükümler içermekte ancak bu hükümler, zaman içinde farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Yahudi dini hukukuna göre bir Yahudinin, Yahudi olmayan birini kasten öldürmesi veya ondan bir şey çalması kesin bir dille yasaklanmıştır. Ancak Yahudi olmayana dolaylı yoldan zarar vermek, kayıp malını alıkoymak mübah görülmüş; Yahudiden faiz alınması yasaklanmış ama Yahudi olmayandan faiz alınması şart koşulmuştur. Bir Yahudinin hayatı tehlikeye girdiğinde Şabat kurallarının ihlaline izin verilmiş, hatta bunun şart olduğu belirtilmiş fakat hayati tehlike yaşayan kişi bir goy olduğunda Şabatı ihlal caiz değildir, doktor veya ebenin yardımdan kaçınması gerekli görülmüştür. Bu karar, çeşitli Ortodoks otoriteler taarfından revize edilmiştir. Bir Yahudinin, Yahudi olmayan biriyle yan yana defnedilmesi, Yahudilerin Yahudi olmayanlarla evliliği yasaklanmıştır.

Bugün çoğu Ortodoks ve bilhassa Ultra-Ortodoks gruplar tarafından belli noktalarda devam ettirilen Yahudi-Yahudi olmayan ayırımına rağmen, günümüzün Ortodoks olmayan Yahudi cemaatleri ve bilhassa liberal gruplar, evrensel ahlak açısından konuya yaklaşmakta, Yahudi-Yahudi olmayan arasında eşitlik öngörülmektedir.

Yahudi din alimleri, misyonerlik faaliyetlerinden vaz geçilmesi ve kendi arzusuyla Yahudi olmak isteyenlere de zorluk çıkarılması üzerine diğer dinlere mensup olanların durumunu tartışmaya başlamışlar ve Nuhilik teolojisini geliştirmişlerdir. Bu teoloji, insanlığın kurtuluşu için Yahudiliğe girmeyi zorunlu görmez. Geleneksel Yahudilik bu ilkeleri kalben benimseyen ve uygulayan kimselerin kurtuluşunu mümkün görür. Yahudilerle aynı derecede olmasa da onlar da cennet nimetlerinden faydalanacaklardır. Ortodoks Yahudi ulemasına göre dinleri bozuk olmakla birlikte, Hıristiyanlar ve Müslümanlar inanç ve yaşayış bakımından Nuhî sayılırlar.




YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ


Hunat Camii / Kayseri

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak