11 Kasım 2024 Pazartesi

1789 FRANSIZ İNKILABI

 


Fransız İnkılabı, sonuçları itibarıyla dünya talihinin en önemli siyasi kasırgalarından birisi olarak kabul edilmektedir. 14 Temmuz 1789 tarihinde Paris'te «burjuva» diye tanımlanan orta tabakanın, yoksul halk kitlelerinin desteğiyle başlattığı ayaklanmanın; siyasi, sosyal ve kültürel etkisinin günümüze kadar devam edeceği, o gün için kimse tarafından tahmin edilemezdi. İsyancıların Bastille Hapishanesi'ni basarak monarşinin sembolü yedi siyasi tutukluyu salıvermesi, fakir halkın ayaklanmasının bir öfke patlamasına dönüşerek soyluların malikanelerine yönelmesi, ihtilal'i sadece kanlı ve şiddetli bir şekle sokmakla kalmadı; on beş yıl boyunca sosyal ve siyasi çalkantı ve karmaşa devam etti. Böylece İnkılap, başta Fransa olmak üzere tüm Avrupayı tesiri altına aldı. İnsan hakları, ferdi özgürlükler, din ve vicdan hürriyeti, temel haklar; kamunun gündemine girerek sadece siyasi değil, sosyal, kültürel, dini ve ekonomik birçok köklü değişimin fitilini ateşledi.

Vatikan merkezli kilise görevlileri ve papazlar; üstlendikleri din adamı rollerinin gereği olarak, hak ve adaletin mutlak savunucuları olmaları gerekirken, bu rollerine ihanet ederek soylularla işbirliği içerisine girdiler. Böylece dini kurumlar, halk nezdinde yıprandı. On beş yıl boyunca kiliseler baskı altına girdi. Hatta şehir merkezlerindeki kiliseler kapatıldı. Katolik kurumlar büyük ölçüde zarar gördü. Yeni fikirlerin yayıldığı Fransa'ya diğer Avrupa devletlerinin blokaj uygulaması, Fransız milliyetçiliğini tetikledi. Devletlerin milliyet prensibine göre oluşturulması fikri; bu inkılabın, o günün imparatorluklarını sarsan en önemli etkisiydi. Nihayet yönetimde çoğulculuk, meşrutiyete ve cumhuriyete dayalı yönetim anlayışları, bu inkılaptan beslenerek günümüz dünyasında da tesirleri devam eden yenilikler olarak tazeliğini korumaktadır.


SOSYAL SINIFLAR ARASINDAKİ UÇURUM



18.yüzyıl Fransız toplum yapısı incelendiğinde toplum üç ana tabakadan oluşmaktaydı:

1. Soylular,

2.Burjuva adı verilen orta tabaka ve

3.Köylüler.

Soylular, yüksek düzeydeki devlet memurluklarını ellerinde bulundurmaktaydı ve devlete hiç vergi vermezlerdi. Üstelik soylular (aristokratlar); köylülerin işlediği toprakların sahibi olarak, toprağa bağlı kölelere ve çiftçilere karşı kötü muamelede bulunmakta adeta zulmün mahalli derebeyleri gibi davranmaktaydı.

Bir diğer imtiyazlı sınıfı oluşturan Katolik din adamları ise; halkın yanında yer almaları gerekirken, çoğu kez zengin soyluların malikanelerindeki davetlerin başmisafiri olarak hareket ediyordu. Üstelik beş yılda bir, çok az bir vergi ödemekteydiler.

İnkılabın arefesinde gittikçe zenginleşen burjuvalar; tüccarlık, bankacılık ve sanayicilikle konumlarını tahkim etmekteydi. Ayrıca memur, doktor, avukat ve yazarlardan oluşan küçük burjuva kesimi de; yaklaşan devrimde etkili olacak ve soylularla birlikte din adamlarının devlet yapılanmasındaki ve toplum hiyerarşisindeki üstünlüklerine son verecekti. Esasen 1789 Fransız İnkılabı bir orta sınıf ihtilaliydi ve bu yüzden «Burjuva İnkılabı» olarak da anılır.


ABD İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİ ve İNGİLTERE MEŞRUTİYETİNİN ETKİSİ


İngiltere, bu dönemde meşruti bir yönetime sahipti. Fransız aydınları, meşruti monarşi kurulması konusunda bilhassa İngiliz yazarlarından etkilendiler. İngiltere'nin güçlü ve zengin bir ülke oluşu, Sanayi İnkılabı'nı gerçekleştirmesi, siyasi sistemin merkezindeki kralın yetkilerini kısıtlamayı başarmış olması, İnkılab'ın teorisyen ve öncülerini etkilemekteydi. Benjamin Franklin; ABD bağımsızlık mücadelesine yardım ve destek sağlamak amacıyla geldiği Fransa'dan gönderdiği Mayıs 1777 yılındaki mektubunda, Amerika'da meydana gelen gelişmeleri ve Fransızlara ilham ettiği heyecanı şöyle kaydetmektedir.

"Bütün Avrupa bizim tarafımızdadır. Hiç değilse bütün alkışlar ve başarı temennileri bizim içindir. Müstebit bir kuvvet altında yaşayanlar, hürriyeti daha az sevmiyorlar. Onun için temennilerde bulunuyorlar ve Avrupa'da hürriyetlerini kazanmak ümitsizliğine düşüyorlar. Hürriyetlerine kavuşan bizim kolonilerimizin anayasalarını aşk ve heyecanla okuyorlar. Bizim davamızın bütün insanlığın davası olduğu ve kendi hürriyetimiz için çarpışırken Avrupa hürriyeti için de çarpıştığımız, burada bütün ağızlarda dolaşan sözdür.''

Öte yandan Amerika bağımsızlık hareketleri ve Thomas Jefferson'un kaleme aldığı 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi de Fransızların temel haklar ve özgürlükler konusunda bilinçlenmesine yol açan diğer bir dış faktördü.


AYDINLARIN HALKI TEMEL HAKLAR KONUSUNDA BİLİNÇLENDİRMESİ


1789 Fransız Devrimi'ni tetikleyen sebeplerden biri de, bu dönemde eserleriyle halkı etkileyen birçok büyük yazar, düşünür ve devlet adamının halkta ciddi bir entelektüel birikim oluşturmasıydı.

François Rabelais (1494-1553) ile başlayan kültürel çalışmalar; 18. yüzyılda Maximilien Robespierre (1758- 1794), Mirabeau (1749- ı791), J. J. Rousseau (1712-1778), Montesquieu (1689- 1755), Condorcet (1743-1794} vs gibi düşünce ve aksiyon insanlarıyla zirveyi yakaladı. Bu kişilerin çalışmaları 1789 öncesi inkılap ortamının olgunlaşması için gereken kültürel alt yapıyı oluşturdu. Ferdi haklar, vicdan özgürlüğü, devlet yönetiminin keyfilikten kurtulması yönündeki düşüncelerin yayılması; Yakın Çağ'ı başlatan bu büyük inkılabı hazırlayan sebeplerin en önemlilerini teşkil etmekteydi.


FRANSIZ İNKILABI ÖNCESİNDE MALI ve SİYASI DURUM


Fransa, koyu bir mutlakiyetle yönetiliyordu. Kral ve aristokratlar, eşitsizlik üzerine siyasi ve sosyal bir yapı oluşturmuştu. Ülkenin bütün yükü; orta sınıf tüccar ve zanaatkar ile köylü sınıfının üstünde idi. Köylüler, yokluk ve sefalet içinde yaşıyorlardı. 

Fransa, 18. asırda büyük mali zorluklar içinde idi. Sarayın ölçüsüz israflarına ilaveten İngiltere ile siyasi yarış yüzünden; Amerikanın bağımsızlığı için mücadele edenlere yardım ve askeri destekten doğan savaş masrafları, maliyeye büyük bir yük getiriyordu. Bunu karşılamak için de vergiler artırıldı. Halk, bu ağır vergiler altında ezilmeye başladı. Nitekim Tarihçi Prof. Scott Trask;

"Fransız monarşisi; bütçesini dengeleyebilmiş olsaydı, devrimin hiç yaşanmayacağı söylenebilir... Fransız Devrimi'ni ortaya çıkaran krizin sebebi, monarşinin otoritesini sarsan bir kredi krizi ve mali krizdi." diyerek Fransa'nın neredeyse ekonomik yönden iflas noktasına gelmesinin bu büyük halk ayaklanmasının en önemli sebebi olarak göstermektedir.

Louis, 1774 yılında; ekonomik bunalımı aşmak ve mali yönden Fransayı rahatlatmak amacıyla, fızyokratlardan Jacques Turgot'u maliyenin başına getirdi. Turgot kalkınmanın tarımla mümkün olacağını düşünmekte ve devlet yardımlarının girişimciliği ve üretimi olumsuz etkilediğini düşünmekteydi. Nitekim Kral'a bu yardımlara son verilmesi gerektiği tezini savunan, tarım ağırlıklı bir reform programı sundu. Bu programda köyden eyalete, eyaletten meclise uzanan bir silsilede seçimle belirlenmiş federe bir devlet tavsiye etti. Bu reformlar; dış ticareti elinde tutan aristokratların ve yoksul kesimlerin muhalefetiyle karşılaştı. Ayrıca Turgot; Fransanın Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na müdahale etmesine mali sebeplerle karşı çıkmaktaydı. Amerikan bağımsızlık mücadelesine verilecek desteğin; İngiltere ile yeni bir savaş anlamına geleceği, bunun da reformları aksatacağı ve devleti de iflasa sürükleyeceği görüşlerini taşımaktaydı. Bu sebeple;

"Devlet ilk ateşle iflasa sürüklenecektir!" diyerek Kral Louis'u ikaz etti. Ancak monarşi; milli gurur, milletlerarası güç politikası gerekçeleriyle Turgot'un haklı kaygılarını dikkate almadığı gibi kendisini de görevinden uzaklaştırdı.

1777 yılından itibaren Fransa, bağımsızlık mücadelesi veren Amerikalılara savaş boyunca gizlice silah yardımı yaptı ve lojistik destek verdi. Hatta 1780 yılında Rhode Island'a 5.000 kişilik bir birlik gönderdi. 1881 yılında Fransız gemileri Lord Cornwallis önderliğindeki İngiliz birliklerinin Yorktowndan çıkmasını engelledi. Bu yardım ve müdahaleler sonucunda Amerika bağımsız oldu ama Fransa ekonomik olarak daha büyük bir krizin içerisine yuvarlandı. 1,3 milyon Fransız lirasına (livre) malolan savaş masrafı bütünüyle borçlanarak finanse edildi.

Fransa Krallığı, Amerika Birleşik Devletleri'nin doğuşuna yol açan 1783 Paris Antlaşması'ndan sonra da yakaladığı ekonomik toparlanma şansını iyi kullanamadı. Fransız monarşisinin; dünya dengelerinde daha iyi bir yer elde etmek amacıyla 150.000 kişilik bir daimi ordu kurma girişimi ve okyanuslarda İngilizlerle rekabet edecek bir donanma inşa etme sevdası, zaten borçlar içinde yüzen devleti iyice borç batağına soktu.


ON BEŞ YIL SÜRECEK İNKILABIN BAŞLAMASI


Louis; soyluları toplayıp toprak mülkiyeti üzerinden vergi alınmasını istediğinde, soylular parlamentonun toplanmasını istediler.

1789 Mayıs'ında; soylular, din adamları ve halkın oluşturduğu üç sınıfın parlamentosu açılarak İnkılab'ın ilk adımı atıldı. İnkılab'ın geniş halk kitlelerinin coşkuyla terennüm ettiği üç önemli sloganı; «Eşitlik, Adalet ve Hürriyet»ti. Köleler hür olmak istiyordu. Siyasi haklardan mahkum orta sınıf esnaf ve sanatkarlar ile halk, eşitlik için millet hakimiyetini savunuyor ve adalet istiyordu.

Burjuva ismi verilen orta sınıf esnaf, tüccar ve zanaatkarlar; devlete vergi veren fakat siyasi hakları sınırlı bir kitleyi oluşturmaktaydı. Soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklarının ortadan kaldırıldığı yeni bir düzenleme talep ettiler. Parlamentonun orta sınıfın görüş ve taleplerini karşılamaması üzerine, burjuva sınıfı harekete geçti ve 9 Temmuz 1789da oluşturdukları «Milli Meclis»i, «Kurucu Meclis» olarak tanımladılar ve eski sistemi devre dışı bıraktıklarını duyurdular. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini yayınlayarak yeni kamu hukukunun ilkelerini ortaya koydular. Buna göre;

Bir anayasa yapılarak kralın ve krallığın yetkileri sınırlandırılacaktı.

Vergilerin düzene konması ve azaltılması yoluna gidilecekti.

İç gümrük duvarları indirilerek ülke içi ticaret kolaylaştırılacaktı.

Basın özgürlüğü sağlanacaktı.

Fransa monarşisini tehdit eden bu tehlikeli gelişmeye Kral'ın tepkisi gecikmedi. Kral'ın askeri kuvvetlerinin bu meclisi dağıtarak lağvetmesi tarihin seyrini değiştirecek büyük bir ayaklanmaya yol açtı. Paris'in «baldırı çıplak»ları olarak tanımlanan; köylüler, yoksul halk kitleleri ve İhtilal'in bayraktarlığını yapan ticaret erbabı orta sınıf, güç birliği yaparak ayaklandılar. 

1789 İnkılabı'nın ardından, Fransız toplumu; on beş yıl tam bir karmaşa ve çalkantılı karışıklık yaşadı. Dövüşen asiller, dua eden rahipler ve bu iki grubu beslemek için çalışan köylüler, orta sınıfı oluşturan ticaret erbabından oluşan toplum katmanları arasındaki mücadelelerden güçlenerek çıkan, orta sınıf burjuvalar oldu. İhtilal sonrası beş yıl boyunca daha önce siyasi haklardan mahrum, üstelik ağır vergi yükü altında ezilen esnaf ve ticaret erbabı ile köylüler; meclis yoluyla birtakım yeni haklar elde etti.

14 Temmuz 1789 günü, mutlak monarşinin sonunu getirmişti. Kralın yönetimine karşı çıkan burjuvalar, Paris'te kontrolü ele geçirdi. İhtilalin ilk yıllarında; orta sınıf halkın, siyasi ve sosyal haklarının anayasa ile teminat altına alındığı cumhuriyet dönemi yaşandı. Aynı zamanda bu dönem; gücü ele geçirenlerin kantarın topuzunu kaçırdığı, muhalifler kadar, devrim taraftarlarının da birbiriyle hesaplaştığı terör ve karmaşa dönemi oldu.

Fransız İhtilali üzerinde uzun değerlendirmeleriyle tanınan II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı aydınlarından Ahmed Şuayb, Paris'te yaşanan kaosu şu cümlelerle anlatır:

"Boşanmış boğa gibi kudurmuş halk, Tüfekler ve baltalar ellerinde, her tarafa; belediyelere, şatolara, manastırlara hücum ediyor. Açlığın kör ve sağır şiddetlerinden başka; kaçakçılar, serseriler, dilenciler, haydutlar... Bu nevi sefalet çekenler, iştah artırıcı bir avın kokusunu hissetmekle her yöne seğirten kurtlara benzerler. Çünkü halk çocuk gibidir. Maksada doğrudan doğruya gider... Kuvve-i umumiyeyi ellerine geçiren avam tabakaları, tabii hukuka uygun zannettikleri her şeyi istedikleri gibi son derece katılıkla koyuyor ve tesis eyliyorlar."

Kurucu meclis oluşturularak yeni bir anayasa hazırlandı. Konvansiyon Meclisi'nin devlet yönetimindeki ağırlığının artması, elde edilen hakların anayasanın teminatı altına alınması, millet hakimiyeti yönünde önemli bir adımdı. Sokak ve meclis gücüyle, iktidarın millet taleplerine boyun eğdirilmesi; monarşinin zayıflamasına, eskinin avantajlı sınıflarının çok büyük ölçüde güç ve mevzi kaybetmesine yol açtı.

Fransız İnkılabı'nın etkili isimlerinden ve Jakoben kanadının en önemli liderlerinden Maximilien Robespierre, iyi bir avukat ve inandıklarını sonuna kadar müdafaa etmekten çekinmeyen karizmatik bir siyasetçiydi. Devrimin yayılması, kökleşmesi ve demokrasinin yerleşmesi için; zor ve zorbalık yöntemine müracaat etmekten çekinmemekteydi. Bu yönüyle daha ılımlı sayılan Jirondenlerden ve kral taraftarlarından ayrılmaktaydı. Paris halkı onu; bozulmaz, satın alınamaz, yıkılamaz anlamına gelen «lncorruptible» lakabıyla anmaktaydı. Onun etkili olduğu yıllarda, çok sayıda muhalif bertaraf edildi.

Louis eski gücünü tekrar kazanma adına bazı girişimlerde bulunarak başa geçmek isteyince, Ocak 1794'te yargılandı ve mecliste yapılan oylama sonrasında eşi Maria Antoniette ile birlikte giyotine gönderildi. Voltaire'nin Brütüs'ünden ilham alınarak ortaya konan aşağıdaki şiirler; ihtilali yapanların, monarşiye nefretlerinin boyutlarını ortaya koymaktaydı:

"Eğer Fransızlar arasında bir hain varsa ki, I Louis'i arasın ve bir efendi istesin ... / Bu hain azaplar içinde gebersin, / Kabahatli kemikleri rüzgara atılsın, I Aramızda kalacak olan adı, / Fransa'nın nefret ettiği kral adından fena olsun."

Ancak, Georges Jacques Danton ve Desmoulins'in liderlik ettiği ılımlı ve uzlaşmacı Jirondenler; Robespierre'nin liderliğindeki devrimcilerin, güç kullanmadaki pervasızlıklarına karşı çıkıyordu. Dengelerin bozulmasıyla birlikte; hem devrimi yapanlar hem de kral yanlıları arasında kanlı mücadeleler meydana geldi. İhtilaflar ve güç mücadeleleri sadece Jakobenler ve Jirondenler arasında yaşanmadı. «Devrim kendi çocuklarını yer.» ifadesi istikametinde aynı gruptakiler arasında, özellikle de Jakobenlerin kendi içinde, amansız kanlı hesaplaşmalar yaşandı. Kral Louis'in idamının ardından artan çekişmeler; Georges Jacques Danton ve Desmoulins'i ve ardından Robespierre'yi de giyotinle idam edilenler arasına kattı. Böylece; Montesquieu, Rousseau, John Locke gibi aydınların öğretilerinin halk tarafından algılanışının çok farklılıklar arz ettiği, son derece masum hak talepleriyle ve masum sloganlarla ortaya konulan tepkilerin, dramatik bazı gelişmelere de yol açabileceği görülmüş oldu.

Fikirleriyle ihtilalin gerçekleşmesinde en etkili müelliflerden J. J. Rousseau'ya göre; "Hakimiyetin asli sahibi olan millet; kendisini temsil eden bütün devlet memurlarından -hükumet edenler dahil- yetkilerini gereği gibi kullanmadıkları takdirde, verdiği vekaleti geri alabilir:·

Yine J. Locke da iktidara karşı «direnme ve devrim hakkı»nı meşru addetmektedir. J. Locke'un; 

"Mutlak iktidar; insanı, tabii yaşama halinden daha kötü bir duruma sokar ki bu arzulanan bir hal değildir. Hakimiyetin kendisine niçin verildiğini unutan iktidara karşı ayaklanma meşrudur:' görüşleri maksadını aşarak hayata geçirildi.

Konsüllük dönemi ve tekrar gelen imparatorluk idaresi, 1791-1815 yılları arasındaki devrin siyasi karışıklığına işaret etmektedir. 1799 yılında, inkılap sırasında genç bir subay olan Napolyon Bonapart darbe ile başa geçti. Dünya tarihinin en önemli askeri ve siyasi kişiliklerinden biri olan Napolyon; ömrü boyunca devrimin yayılması adına çalıştı ve bu uğurda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, İngiltere ve Rusya ile başarılı askeri mücadelelerde bulundu. 1801 yılında Napolyon, İtalyayı zaptetti. Napolyon Bonapart, 1804 yılında, Notre Dame Katedrali'nde; Fransa Cumhurbaşkanı, İtalya Kralı ve General unvanlarıyla İmparatorluk tacını giydi. Bir aralık İngiltere'nin sömürgelerine giden yolları kontrol etmek amacıyla, Mısır'ı işgal ettiyse de Osmanlıların mukavemeti, İngiltere ve Rusya'nın da Osmanlıların yanında yer alması neticesinde Mısır'dan ve Akka'dan çekilmek zorunda kaldı. Napolyon'un yıldızının sönmesine yol açan en önemli gelişme, Rusya seferinde ordusunun soğuktan büyük kayıplara uğraması oldu. Elbe sürgününün ardından Paris'te yönetimi tekrar ele geçirdiyse de 1815 yılı Haziran ayında İngiltere ve Prusya kuvvetleri tarafından Waterloo Savaşı'nda büyük bir yenilgiye uğradı. Paris'e dönünce tahtına ikinci kez veda etmek zorunda kaldı.

Amerika'ya kaçmak istedi, ancak bunu başaramadı ve İngilizlere teslim oldu. İngilizler onu Atlantik'teki Saint Helena adasına götürdü. Son yıllarını bu küçük adada geçiren Napolyon, Mayıs 1821'de 51 yaşındayken öldü. 


ÇOĞULCU YÖNETİMLER ve MİLLİYETÇİLİK


Fransız Devrimi'yle beraber güçlenen orta sınıfın daha katılımcı yönetim arayışları; Fransız aydınlarının ihtilal öncesi yoğurduğu milli hakimiyet, halkın yönetime katılması, eşitlik, adalet gibi fikirlerin güçlenip, ihtilalin dünyaya da yayılan, somut talepleri haline dönüştü. Bu durum, bu fikirlerin yayılarak yönetimleri için tehdit oluşturacağını düşünen totaliter diğer Avrupa ülkelerini endişeye sevk etti. Bu ülkeler, inkılabın ülkelerindeki siyasi ve sosyal yapıyı etkilemesinden korktukları için, Fransa'ya karşı birlikte hareket ettiler. Öte yandan yeni Fransa yönetiminin devrimleri savunması, hatta Fransız ordusunun bu uğurda savaşı göze alması; Fransız milliyetçiliğini güçlendirdi. Fransız inkılabı süreci, dünyaya yaydığı milliyetçilik fikirlerinin etkisiyle çok unsurlu devletlerin parçalanmasında mutlak bir rol oynadı. Kısacası, Fransa'nın ihtilalin savunulması uğrunda Avrupa'nın diğer ülkeleriyle savaşa tutuşması da devrimin etkisini bütün Avrupa'ya yaydı. Fransız ordusu nereye gittiyse, ihtilali de yanında götürdü.

Gerçekten de milliyetçilik fikri, imparatorlukları sarsan bir nitelik kazanarak yeni milli devletlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu durum, bünyesinde birden fazla milli unsur barındıran başta Osmanlı Devleti olmak üzere Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rusya'nın dağılmasına yol açtı. İhtilalin milliyetçi etkisi, bununla da sınırlı kalmadı. Yeni bağımsızlıklarına kavuşan küçük milli devletler; kendilerine yeni hedefler seçerek, milli birliklerini genişletme adına başta Balkanlarda olmak üzere, dünyadaki yeni çatışmaların fitilini ateşlediler. Mesela; Osmanlıdan ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Sırpların, büyük Sırbistan'ı oluşturmak amacıyla bünyesinde çok sayıda Sırp'ın yaşadığı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na karşı girişimleri, 1. Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açtı.

İhtilalin milliyetçi etkisi, günümüzde de yer yer sürmekte olan bir etkidir. Nitekim milli marşlar, bağımsızlığın ve milli gururun sembolü haline gelen bayrak törenleri, dış politikaların milli çıkarlara göre tanzim edilmesi, ihtilalin bugüne taşıdığı değerler arasında yer almaktadır. Bu sebeple, 1789 Fransız İnkılabı; Yakın Çağ'ı başlatan, tesiri günümüzde de devam eden, gerçekten de insanlığın siyasi, sosyal, dini ve kültürel hayatında yeni sayfalar açan bir olay olarak tarihe geçti.

İhtilalciler öldü, öldürüldü. İhtilalin kurduğu teşekküller yıkıldı. Cumhuriyet devrildi, imparatorlar, krallar geldi geçti; fakat ihtilalin yaktığı ateş sönmedi. İhtilalin bütün dünyaya ilan ettiği tabii hukuk prensipleri, zaman zaman ihmal edildi ise de bir bütün halinde daima fikirlere, vicdanlara ve kanunlara hakim oldu. İşte ihtilalin önemi ve meşruiyeti buradadır.

On beş yıl süreyle yaşanmış tüm karmaşaya rağmen, 1789 tarihinden sonra insan hakları gelişti ve günümüzde de gelişmeye devam ediyor. Milli hakimiyet, milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi, yönetime katılım, çoğulculuk ve demokrasi gibi fikirler gündeme geldi ve olgunlaşarak siyasi rejimlerin zaruri kabulleri arasında yer aldı. Eşitlik, hürriyet ve adalet fikri, sadece Fransız Devrimi'nin değil, takip eden tüm inkılapların ve halk hareketlerinin vazgeçilmez sloganı haline geldi. Bu inkılap, orta sınıfın; kendilerini soylu hisseden aristokratları ve monarşiye dayalı güç odaklarını silkelediği, hatta tarih sahnesinin dışına doğru sürüklediği, liberal görüşlerin devlette itibar görmeye başladığı, bir burjuva inkılabıdır.


FRANSIZ İHTİLALİ ve LAİKLİK


1794 yılında konvansiyon yönetimi, ihtilalci devletin dini tarafsızlığını gerektiren laiklik ilkesini kabul etti. Yeni önderlerin; inkılabın başlarında Katolik Kilisesi'ne karşı gösterdikleri sert tutum, hatta Paris'te ayinleri yasaklamaları, din adamlarına baskıları, bazı kiliselerin bünyesinde hümanizmaya dayalı akıl dini oluşturmaya yönelik çabaları, geniş halk kitleleri tarafından benimsenmedi. Süreç içinde, tutumlarını yumuşatarak din ve dini kurumlarla mücadeleden vazgeçmek zorunda kaldılar. Esasen ihtilalcilerin din ve dini kurumlara karşı bu denli acımasız tutumlar göstermelerinin arkasında yatan sebep; Katolik din adamlarının yoksul halk kitleleri yerine, zalim monarşi rejimi ve onlarla iş tutan soyluların yanında yer almalarıydı. Bu önemli tarihi süreçteki din adamlarının talihsiz duruşu, başta Hıristiyanlık olmak üzere tüm dinlere karşı yanlış bir tutumun gelişmesine yol açtı. Dini kurumların mutlak halk desteğinde de gerilemeler meydana geldi. Böylece Fransa'da laiklik; sistemin bir parçası haline gelirken daima sicilinde, dinle mücadele, dini sanık sandalyesinde muhakeme etmek gibi bir tecrübenin izlerini taşıdı. Bu tarihi arka plan etrafında şekillenen laiklik anlayışı, bugün de birçok ülkeyi toplum barışı adına olumsuz etkilemektedir. Oysa İngiltere ve Amerika gibi gelişmiş ve toplum barışı açısından daha sağlıklı ülkelerde, dini hürriyetler titiz bir biçimde teminat altına alınarak fertlerin huzur ve mutluluğu daima önde tutulmakta ve önemsenmektedir. Böylece, devletin dini hayata müdahale etmediği, tarafsız kaldığı, dinle mücadele yerine mukaddes değerlerin toplumun gücü, birlik ve beraberliğin teminatı olarak görüldüğü laiklik anlayışı, toplumların iç barışına da dünya barışına da daha fazla hizmet etmektedir.



FRANSIZ İHTİLALİ'NİN OSMANLI'YA ETKİSİ


İnkılabın olduğu yıl tahta geçen III. Selim, Fransa'ya yakınlık duyan biriydi. 1794 yılında askeri ıslahat yaptığı zaman kurduğu yeni askeri birliklere; «Nizam-ı Cedid» adını verirken kimi tarihçilere göre Fransız İhtilali'nin kullandığı «Nouvel ordre» deyimini tercüme ettirdiği belirtilmektedir.

Fransız Devrimi'nin ideolojisi, imparatorluğun Müslüman olmayan kavimlerinde yeni ideallerin gelişmesinde gerçekten de etkili olmuştur. 1820'lerdeki Yunan Bağımsızlık Hareketi bunun çarpıcı bir örneğidir. Müslüman kavimlerde ise aynı düşüncelerin yayılması ve benimsenmesi yavaş olmuş ve ancak on dokuzuncu yüzyılın ortaklarından itibaren varlığını hissettirebilmiştir. 1789 İnkılabı'nın ardından Osmanlı Devleti'nin hıristiyan unsurlarının yoğun olarak yaşadığı Balkanlarda; Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Romenler arasında Osmanlı Devleti'nden koparak bağımsız milli devletlerini kurma fikri süratle yayıldı. İnkılabın etkisindeki ayrılıkçı aydınlar tarafından, milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı, çoğunluğun esas alındığı milli hakimiyet, fert hakları konuları halka işlenerek benimsetildi. Bu görüşlerin yaygınlık kazanmasında, daha çok azınlıkların gittiği batı tarzında açılan okulların tesiri büyük oldu. Bu okulları bitiren gençler, gelecekte ülkelerindeki milliyetçilik ateşinin meşalelerini taşıdı. Hiçbir önlem ve taviz, bu ayrılıkçı hareketlerin önüne geçemedi. Sırasıyla önce Yunanlılar, ardından Rusya ve batılı güçlerin yardımıyla Romen ve Sırplar, ardından da Bulgarlar bu kervana katılarak bağımsızlık sürecine girdiler. Şerif MARDİN'in de ifade ettiği gibi Müslüman topluluklar; milliyetçi fikirlerden, çok sonraları etkilendiler. Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının artık herkes tarafından görüldüğü bir dönemde, başta İmparatorluğun itici gücü; Türk aydınları, İngilizlerin, siyasi emelleri uğruna kışkırttıkları bazı Araplar, Balkanlarda hıristiyan kıskaç ve tesirinde şaşkın ve güçsüz hale dönüşmüş Arnavutlar arasında milliyetçiliğin tesiri görüldü. Batının İslam dünyasını parçalamak amacını taşıyan siyasi amaçlarına hizmet edecek milliyetçilik anlayışı karşısında daima güçlü bir ümmet birliği ve İslam kardeşliği anlayışı yer almış ve bugün de bu anlayış ve tutum varlığını korumaktadır.

Fransız İhtilali'nin; Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecine girmesine yol açması yanında, devletin yeniden yapılandırılması adına girişilen gerek Tanzimat hareketleri gerek de Kanun-i Esasi'nin hazırlanmasında çok bariz etkisi görülmektedir. Nitekim, 1839 tarihinde ilan edilen «Gülhane Hatt-ı Hümayunu»nun mimarı Mustafa Reşid Paşa Fransa'da bulunmuş ve orada iken Tanzimat Fermanı olarak da bilinen fermanın maddelerini, Fransız İhtilali'nin ürünü olan «İnsan Hakları Beyannamesi»ne dayanarak hazırlamıştı. Öte yandan gerek Osmanlı'nın külleri üzerinde yükselen Cumhuriyet anlayışının yeşermesi ve devamındaki süreçte sosyal, siyasi kurumların şekillenmesinde Fransız İnkılabı esaslı rol oynamıştır.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783)

 


Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783)

AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI


Amerika kıtası, Kristof Kolomb'un 1492 yılında yeni kıtaya ayak basmasından bir süre sonra Avrupa sömürgeciliğinin yoğun hücumuna maruz kaldı. Amerika'ya ilk ayak basanlar İspanyollar olduğu için, kıtanın ilk ve önemli sömürgelerini elde etmede kazançlı çıkan da İspanya devleti oldu. Genç kıtada sömürge arayışı kervanına 1500'de Portekizler, 1534'te Fransızlar, 1603'te de İngilizler katıldılar.

Amerika'ya yerleşim amacıyla ilk gelen göçmenler ise tamamı erkeklerden oluşan küçük bir İngiliz kolonisi oldu. İngiliz göçmenler, öncelikle Jamestown adasına yerleşerek orada bir kasaba kurmayı başardılar. Daha sonra İngiltere’den 90 genç kız taşıyan bir gemi daha geldi. Bunlar, nakliye masraflarına karşılık gemi sahiplerine 120 libre tütün vermeye razı olan göçmenlere eş olarak verildi. Aynı şekilde gemilere doldurularak getirilen zenciler de göçmenlere köle olarak satıldı.

Böylece Amerika'daki ilk sömürge dönemi, 1608 yılında İngiltere’den gelen yaklaşık 100 kişilik bir grubun Virginia bölgesine yerleşmesiyle başladı. Daha sonraları Avrupa'daki birçok ülke bu göç hareketine katılmış ve artan göç hareketleri neticesinde Amerika'da «koloni» adı verilen yerleşim birimleri oluşmuştur. Zamanla kıtada önemli bir ekonomi oluştuğunu gören Avrupa ülkeleri bu koloniler için paylaşım savaşına giriştiler. Bu mücadelelerden en karlı çıkan ülke yine İngiltere oldu. Sonuçta Amerika'daki tüm koloniler İngiltere'nin büyük bir sömürgesi haline geldi.

İngiltere zamanla koloniler üzerindeki hakimiyetini genişletti ve desteklediği göç hareketleri ile kıtadaki ağırlığını daha da artırdı. Amerika topraklarına ilk yerleşenler arasındaki en kalabalık grubu İngilizler oluşturmuştu. Kolonilerde devrimi savunan kesimin önde gelenlerinden biri olan Thomas Paine, İngiliz asıllı olmasına rağmen 1776'da şöyle yazmıştı:

"Amerikalıların anayurdu Avrupa’dır; İngiltere değil."

Bu sözler sadece Büyük Britanya'dan gelen grupları değil; İspanya, Portekiz, Fransa, Hollanda, Almanya ve İsveç göçmenlerini de tanımlıyordu. Bununla birlikte 1780 yılında her dört Amerikalıdan üçü ya İngiliz idi ya da İrlanda kökenliydi. Amerika kıtasında tarih boyunca İngiliz dili ve kültürünün hakimiyetini sağlamış olan da buydu. ABD, Kanada ile beraber batı medeniyetin kıtadaki uzantısıdır. Avrupa ile temel ortak noktası; iktisadi ve sosyal sistem olarak serbest teşebbüs ve piyasa ekonomisini, siyasi rejim olarak da demokrasiyi kabul etmiş olmasıdır.

ABD'yi kuran göçmenler, Avrupa'daki dini ve siyasi baskılardan ve iktisadi zorluklardan kaçarak geliyorlardı. Böylece içlerinde Avrupa'ya karşı derin bir kırgınlık ve husumet taşıyorlardı. İnanç ve yoksulluk fırtınasının savurup okyanus dalgalarına karıştırdığı acılı bir kuşak olarak yeni kıtaya iltica etmişlerdi. Göçmenlerin sadece maceraperest serseriler olmadığı muhakkaktır. Amerika onlar için özgürlük ve fırsatlar beldesiydi. Bu beldede hem din ve mezheplerine göre özgürce yaşayabilir hem de hakkıyla çalışarak zenginleşebilirlerdi.

Bu sebepledir ki, Amerika Birleşik Devletleri; mücadeleci ve diri bir toplumun, başta din ve vicdan hürriyeti olmak üzere, inanç, düşünce ve teşebbüs hürriyeti gibi temel hakları esas alarak kurduğu bir devlettir. 

Çok geçmeden Amerikalı yeni bir kuşak doğmaya başladı. Amerikan kolonileri, kapılarını yeni göçmenlere de açık tutarak zamanla daha da kalabalıklaştı. Nitekim Kuzey Amerika'ya göç edenler; kalıcı olarak yerleşmek düşüncesiyle, ailelerini de yanlarında getirmişlerdi.

Kıtaya göçü cazip hale getiren sebepler şunlardı:

Uygun fiyata elde edilebilen arazi bolluğu, yiyeceklerin bol ve ucuz olması, işçi ücretlerinin aileleri rahat ettirecek düzeyde yüksek olması, insanların istedikleri din ve mezhebe uyma konusunda son derece özgür olmaları...

Gerçekten de Kuzey Amerika'ya göç edenler, kıtanın güneydeki parçasına gelenler gibi altın ve elmas bularak zengin olup ülkelerine dönmek hırsıyla değil; Avrupa'da yaşadıkları dini baskılardan, işsizlik ve yoksulluktan kurtulmak, kendilerine özgürce yaşayacakları yepyeni bir ortam oluşturmak amacıyla göç etmişlerdi.

Halil İNALCIK, ilk koloniler için şöyle demektedir:

"İngiltere'de 1730- 1760 döneminde din meselesindeki tartışma konuları Katoliklik, Protestanlık, Anabaptizm ve Püritanizm idi:'

İngiliz devleti Püritenleri kanun dışı sayıyordu. Püritenler ağır baskılara maruz kalıyor, takibata uğruyor, yakalananlar cezalandırılıyordu. Bu nedenle Püritenler önce Hollanda'ya kaçtılar. Hollanda'da tutunamayınca bu kez kendi hayatlarını ve dini inançlarını yaşamak için uzak bir memleket olan Amerika’yı seçtiler. Püritenlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde tekstil sektörünün çökmesi, üst üste bereketsiz mahsul alınmasından doğan açlık tehdidi, hastalıkların patlak vermesi, suç oranının artışı ve yüksek vergiler; göçü tetikleyen ve halkın İngiliz Kralı'na olan öfkesini artıran temel sebeplerdi.

Püritenler bu şartlar altında özgürce ibadet edebilecekleri ve işlerini kurabilecekleri yeni bir toprak hayal ediyorlardı. Nitekim 1641 yılında 14 bin Püriten ilk defa Massachusetts'e, Amerika'nın kuzey kısmına, sonra güneye koloni halinde yerleştiler. İşte ilk Amerikan kolonisi böyle doğdu. Bu olay; «Büyük Göç» olarak bilinmektedir. Amerika'nın nüfusu 1760 yılında sadece 13 kolonide yaklaşık 1 milyon 600 bin kişi idi. 1790da 4 milyon, 1840'da 17 milyon oldu. Politik zulümlerden kaçan, dini ve iktisadi hürriyet isteyen birçok insan Avrupa'dan okyanusu aşıp Amerika'ya geliyordu. İrlandalıların göç sebebi ise kıtlıktı.

Bu insanların Amerikayı adanmış bir toprak görmelerinin görünür sebeplerinden biri, ·bu toprakların nisbeten boş ve kimseye ait olmamasıydı. Göçmenlerin oluşturduğu seyyar sınır, her yıl batıya doğru ilerliyordu. Böylelikle göçü göze alanlar en uç noktaya giderek kendi öz varlıklarının efendisi oluyordu. Virginia'ya gelenler, genellikle beş parasız maceraperest altın avcılarıydı. Esnaf ve çiftçiler ise onlardan sonra gelerek bölgeyi daha da şenlendirmişlerdi. İngiliz göçmenler, yerleştikleri Jamestown kasabasında toprakla çok fazla ilgilenmediler ve daha rahat bir hayat için altın ve gümüş gibi değerli maden avına yöneldiler.

Anavatandaki yönetim şekli, sömürgelerde de uygulanıyordu. Mesela; İngilteredeki Kral'a, Lordlar ve Avam Kamarası'na karşılık; kolonilerde Vali, Konsey ve Temsilciler Meclis'i bulunuyordu. Kral'ın tayin ettiği vali ile koloninin yasama meclisi arasında genellikle vergi konusunda tartışmalar yaşanıyordu. Kolonilerin hürriyet ve haklarla ilgili mahalli anayasaları vardı. Bazı koloniler; ticaret şirketleri ve büyük toprak sahipleri tarafından, bazıları da dini sebeplerle göç edenler tarafından kurulmuştu. İngilizlerin kolonilerdeki iskan ve yönetim şekli farklıydı. Kral, istediği birini vali olarak tayin eder, vali de «Kral adına» toprakları idare ederdi. Kral, özel şahıslara veya şirketlere bir miktar arazi tahsis edebilirdi. Göçmenler; anavatanın himayesinde, bir siyasi oluşuma gidebilir, kendilerini yönetebilirdi.



KOLONİLERDE ARTAN HUZURSUZLUKLAR


İngiliz yönetiminin, kolonilerin ithal ettiği şekere vergi koyması ve bazı resmi evrakta zorunlu damga vergisi uygulaması gibi girişimler; İngiltere ile koloni yönetimleri arasında ciddi bir problemin çıkmasına yol açtı. 13 koloni temsilcisinin görüşleri alınmadan merkezi yönetimin tek taraflı kararlar alması, halkta büyük tepkilere sebep oldu. Daha önce koloniler, merkezi yönetimden kopmak ve bağımsızlık yolunda adım atmak gibi bir girişimde bulunmamışlardı. Ancak uzun yıllar içerisinde kolonilerde birçok yönetim birimi ve ciddi bir özyönetim tecrübesi oluşmuştu. Kıtaya ilk göçlerin yapıldığı tarihten 1763 yılına kadar, İngiltere'ye karşı isyana dönüşen herhangi bir ciddi ayrılık hareketi görülmemişti.

1763 tarihli «Kraliyet Bildirisi», yeni toprakların yerleşime açılmasına önemli kısıtlamalar getirdi. 1764 yılında çıkarılan «Şeker Kanunu» ile kahve, ipek ve şarap gibi lüks ürünler vergilendirildi ve rom ithalatı yasaklandı. 1764 yılındaki «Döviz Kanunu»yla sömürgelerde kağıt para basılması yasak kapsamına alındı. 1765 yılında çıkarılan «Konaklama Kanunu» ile kolonilerde yaşayan halka, kraliyet ordularına yiyecek ve konaklama sağlama yükümlülüğü getirildi. Son olarak 1765 yılındaki «Pul Kanunu» ile bütün resmi belgeler, gazeteler, ruhsatlar ve kontratlar için pul alımı zorunlu hale getirildi.

İngiltere meclisinin tek taraflı olarak benimsediği bu vergi kararları kitle çapında tepkilere yol açtı. Öfkeli göstericiler; koloni yöneticilerine İngiltere'den ithalat yapmama çağrısında bulundular. Protestoların artması üzerine Londra, vergi kararlarını geri aldı. Ancak ok yaydan çıkmış ve Amerikalı politikacılarca yürütülen; «kendilerinin temsil edilmediği bir yasama organının vergi uygulaması yapamayacağı düşüncesi» halka kuvvetle benimsetilmişti. Masum gösteriler yavaş yavaş siyasi ayrılık hareketine dönüşmeye başladı.

Giderek artan gösteri ve boykotlara İngiliz hükumetinin tepkisi sert ve kanlı oldu. Amerika tarihine «Boston Katliamı» olarak geçen 1770 olaylarında; birçok gösterici, İngiliz askerleri tarafından öldürüldü. Bu kanlı olay; Amerika Birleşik Devletleri'nin bağımsızlığına doğru giden süreçte, çok önemli bir referans noktası kabul edilmiştir. Olayların çığırından çıkma eğilimi göstermesi üzerine, İngiliz hükumeti bir kez daha geri adım atarak vergiler konusunda karar değişikliğine gitti. İsyanın diğer kolonilere yayılması üzerine III. George şunları söylüyordu:

"Ya onların hakkından gelmeliyiz ya da tamamen kendi hallerine bırakmalıyız:'

Her şeye rağmen İngiltere ile koloniler arasında vergi konusunda çekişmeler devam ediyordu. Nitekim Amerikalılar sadece çaya uygulanması kararlaştırılan vergiyi de kabul etmediler. Amerikalıların İngiltere'den sömürgelere çay getiren üç İngiliz gemisine saldırıp çayları denize atmaları üzerine, İngiltere bu çayların bedellerinin ödenmesini istedi ve Boston limanını abluka altına aldı.

İngiltere hükümeti; ayrılıkçılara karşı, geri adım atmama ve merkezi yönetimin gücünü pekiştirme adına yeni kanunlar çıkardı. Kanada'nın geleceği için önemli bir yasa olan «Quebec Kanunu», Amerikalıların ayrılıkçı eğilimlerini daha da körükledi. Kanada sınırlarının güneye kadar inmesini batıya yayılma arzusu önünde engel gören Amerikalılar, 1774 Eylül'ünde Philadelphia'da bir kongre toplamayı başardılar. Bu tarihi kongrede koloni temsilcileri; İngiltere Krallığı ile ticari ilişkilerin askıya alınmasını, «Quebec Kanunu» dahil kolonilere vergileri düzenleyen yasaların yürürlükten kaldırılmasını kararlaştırdı.

Bu gelişmeler üzerine iş iyice karıştı ve İngiltere ile bağımsızlık yanlıları arasında ilk silahlı çatışmalar başladı. Artık «Bağımsız Amerika» ve «Amerika Amerikalılarındır» düşüncesi hızla yayılmaktaydı.

Nisan 1775'te bağımsızlık yanlıları, Massachusetts eyaletine bağlı Lexington'da yerleşimcilerin topladığı silahlara el koymaya çalışan İngiliz müfrezesine ateş açtı. Çıkan çatışmalar tam bağımsızlık sürecini daha da hızlandırdı.

Koloni liderleri, 1776 yılında; Thomas Jefferson'un kaleme aldığı bağımsızlık bildirgesini yayımladı.


AMERİKAN BAĞIMSIZLIK BİLDİRGESİ (1776)


4 Temmuz 1776 tarihli kongrede, “13 Amerika Birleşik Devletleri”nin oybirliğiyle kabul ettiği bildirge şöyledir:

İnsanı ilgilendiren olayların akışı içinde, bir halkın kendini bir başka halka bağlayan siyasi bağları koparmak ve tabiat kanunlarının ve Tanrı'nın ona dünya güçleri arasında bağışladığı ayrı ve eşit yeri almak gereğini duyduğu zaman; insanlığın fikirlerine duyduğu yerinde saygı, o halkı bu ayrılmaya zorlayan sebepleri açıklamakla yükümlü kılar.

Tüm insanların eşit yaratıldığını, Yaratanları tarafından kendilerine devredilemez hakların verildiğini ve; «Hayat, Özgürlük ve Mutluluğa Erişme» haklarının bulunduğu gerçeklerinin apaçık ortada olduğunu kabul ediyoruz. Bu hakları güvence altına almak amacıyla; insanlar arasında adil güçlerini, yönetilenlerin onayından alan yönetimler kurulur. Herhangi bir yönetim biçimi, bu hedefler için zararlı olmaya başladığında; bu yönetimi değiştirmek ya da feshetmek ve güvenliklerini ve mutluluklarını etkilemesi kendilerine en muhtemel görünen bir şekilde güçlerini düzenleyerek ve yönetimin temelini o tür ilkelere dayandırarak yeni bir yönetim kurmak halkın hakkıdır. Aslında akl-ı selim, uzun bir geçmişi olan yönetimlerin sudan ve geçici sebeplerle değiştirilmemesini buyurur; bu sebeple, insanların durumlarını düzeltmek amacıyla alışılagelen yönetim biçimlerini değiştirmek yerine, kötülüklere katlanmaya daha meyilli oldukları tecrübeyle sabittir. Ancak sürekli aynı amacın peşinde uzun bir yolsuzluklar ve zorbalıklar silsilesi, halkı mutlak bir despotizme sürüklemek niyetini açığa vurursa; o zaman böyle bir yönetimi yıkmak ve gelecekteki güvenlikleri için yeni koruyucular seçmek, o halkın hakkı ve görevidir. İşte bu kolonilerin sabırla katlandıkları durum budur ve yine bu durum, şu an onları eski yönetim biçimini değiştirmekten alıkoyan gerekliliktir. Büyük Britanya'nın şu anki Kralı'nın dönemi, hepsi bu devletler üzerinde «mutlak bir zorbalık» kurma amacıyla tekrarlanan zararların ve yağmaların dönemi olmuştur. Bunu ispatlayabilmek için gerçeklerin dürüst dünyaya sunulması gerekmektedir:

Britanya Kralı, kamu refahı için en sağlıklı ve gerekli olan kanunlara onay vermeyi reddetmiştir.

Onayı alınana kadar; yürütmeleri askıya alınmadığı sürece, valilerinin acil ve büyük öneme sahip kanunları çıkarmalarını yasaklamıştır ve kanunlar askıda kaldığında ise kanunlarla ilgilenmeyi tamamen göz ardı etmiştir.

Kendileri için paha biçilemez ve sadece zorbalar için korkunç olan yasama gücünde temsil haklarından vazgeçmedikleri sürece, geniş halk kitlelerinin barınmalarına ilişkin pek çok kanunu çıkarmayı reddetmiştir.

Yasamayla kurumlarını, kendi fikirleriyle uzlaşmalarını sağlayana kadar tüketme amacıyla; devlet arşivinin bulunduğu yerden uzak, alışılmadık ve uygunsuz yerlerde toplantıya çağırmıştır. İnsanların haklarına yaptığı saldırılara mert ve sert bir şekilde karşı durdukları için Temsilciler Meclisi'ni devamlı olarak dağıtmıştır.

Söz konusu dağıtmaların ardından uzun bir zaman yeni temsilcilerin seçilmesini reddetmiştir. Bu yüzden devlet; dışarıdan gelebilecek bir saldırının ya da içerdeki sarsıntıların bütün tehlikelerine karşı savunmasız durumdayken, yok etme gücü bulunmayan yasama gücü halka dönmüştür.

Bu devletlerin nüfuzlarını engellemek için çabalamış ve bu amaçla; «Yabancıların Vatandaşlığa Kabul Kanunu»nu engellemiş, göçleri teşvik etmek üzere hazırlanan yasaları geçirmeyi reddetmiş ve yeni «Arazi Tahsisi» şartları oluşturmuştur.

Yargı gücü kurmak üzere hazırlanan kanunlara onay vermeyi reddederek, yargı idaresini engellemiştir. 

Hakimlerin görev sürelerini, maaşlarının miktarını ve ödeme biçimini sadece kendi iradesine bağlı hale getirmiştir.

«Halkımıza saldırsınlar ve halkı tüketsinler» diye sayısız yeni makam oluşturmuş ve buralara büyük memur kitleleri yollamıştır.

Mevzuatımızın onayı olmadan, barış zamanında aramızda daimi ordu bulundurmuştur.

Askeriyeyi, sivil güçten bağımsız ve üstün hale getirmeye çalışmıştır.

Bizi; anayasamıza yabancı ve kanunlarımız tarafından tanınmayan bir yargı biçimine bağlı hale getirmek için, başkalarıyla işbirliği yapmış ve aşağıdaki sebeplerden dolayı sahte mevzuatların kanunlarına onay vermiştir:

Silahlı birlikleri aramızda konuşlandırmak,

Bu devletleri; halklarına karşı işleyecekleri muhtemel cinayetler için, sözde yargılamalarla bir mahkeme ile cezadan korumak,

Dünyanın her yeriyle yaptığımız ticareti kesmek,

Rızamız olmadan bize vergi yüklemek,

Birçok durumda jürili bir mahkemenin yararlarından bizi mahrum bırakmak,

Bizi işlemediğimiz suçlar yüzünden yargılanmak üzere denizaşırı yerlere götürmek,

Sınır komşumuz bir idari bölgede; özgür İngiliz hukuk sistemini kaldırmak, keyfi bir yönetim kurmak ve aynı mutlak hakimiyeti bu kolonilere tanıtmak üzere bu yönetimi bir örnek ve uygun bir araç haline getirmek için bu yönetimin sınırlarını genişletmek,

Ayrıcalıklarımızı elimizden almak, en değerli kanunlarımızı yürürlükten kaldırmak ve yönetim biçimimizi kökünden değiştirmek,

Yasama kurumumuzu askıya almak ve her türlü durumda bizim için yasa koyma gücünü elinde bulundurduğunu ilan etmek. ..

Kendi himayesi altında olmadığımızı ilan ederek ve bize karşı savaş açmak suretiyle yönetimden çekilmiştir. 

Denizlerimizi talan etmiş, kıyılarımıza harap etmiş, kentlerimizi yakıp yıkmış ve halkımızın hayatını mahvetmiştir.

Bu sırada, barbarlık zamanlarında yapılanlardan bile daha beter ve medeni bir milletin liderine yakışmayan; gaddarlık ve zalimlik şartları altında zaten başlamış olan; ölüm, yalnızlık ve zorbalık çalışmalarını tamamlamak üzere, üzerimize yabancı paralı askerlerden kurulu büyük ordular sevk etmiştir.

Açık denizlerde esir tutulan kendi vatandaşlarımızın hepsi; kendi ülkelerine silah doğrultmaları, kendi arkadaşlarının ve kardeşlerinin katili olmaları veya kendi elleriyle kendilerini öldürmeleri için zorlanmıştır.

İç isyanları kışkırtmış ve sınır bölgelerinde oturan, bilinen savaş yöntemleri; yaş, cinsiyet ya da hal gözetmeksizin herkesi yok etmek olan acımasız Kızılderili vahşileri geliştirmeye çalışmıştır.

Bu baskıların her döneminde düzeltme yapılmasını en mütevazı şekilde talep ettik. Durmadan yinelediğimiz ricalarımızın karşılığı, durmadan uğradığımız kayıplar oldu. Karakteri her şekilde bir zorbayı tanımlayan fiillerle kendini gösteren bir prens, özgür halkın hükümdarı olmak için uygun değildir.

Britanyalı kardeşlerimizden de bir şey istemiyoruz. Mevzuatlarının üzerimizde izin verilemez bir yargı gücü kurma girişimleri konusunda, onları zaman zaman uyardık. Buraya hangi şartlar altında göç edip yerleştiğimizi onlara hatırlattık. Tabii adalet ve yüce gönüllerine seslendik; akrabalık bağlarımıza dayanarak, kaçınılmaz olarak bağlantımızı ve haberleşmemizi kesecek bu yağmaları reddetmelerini rica ettik. Fakat onlar da adaletin ve kan bağımızın feryatlarına kulaklarını tıkadılar. Bu yüzden; sırf gereklilikten ayrılığımızı ilan etmek ve bütün insanlığı gördüğümüz gibi onları da savaşta düşman, barışta dost olarak gördüğümüzü bildirmek zorundayız.

Bu yüzden, bu genel kongrede toplanan, Amerika Birleşik Devletleri'nin temsilcileri olarak, dürüst niyetlerimizle, dünyanın yüce hakimine başvurarak, bu kolonilerin iyi insanları adına onların verdiği yetkiyle «Birleşik Koloniler» in özgür ve bağımsız devletler olduklarını; Britanya Krallığı'na karşı her türlü bağımlılıklarının sona erdiğini; bu kolonilerle Büyük Britanya Devleti arasındaki her türlü siyasi ilişkinin sona erdirildiğini ve sona erdirilmesi gerektiğini; özgür ve bağımsız devletler olarak savaş açmak, barış ilan etmek, ittifaklar kurmak, ticareti düzenlemek ve diğer tüm bağımsız devletlerin gerçekleştirme hakkına sahip oldukları bütün fiilleri gerçekleştirebileceklerini ve sayılanların hepsini yapmaya hakları olduğunu resmi bir şekilde ilan eder ve yayımlarız. İlahi takdirin korumasına dayanarak işbu bildirgenin korunması için karşılıklı olarak hayatımız, servetimiz ve mukaddes onurumuz adına ant içeriz.

İngiliz hükumetinin geçmiş yanlış uygulamalarının sayılıp döküldüğü ve kesin bir dille ayrılık gerekçelerinin ortaya konduğu bu deklarasyondan sonra artık savaş kaçınılmaz hale geldi.

Nihayet 1781 yılında bir İngiliz ordusu, koloni ordusu tarafından Yorktown'da karada sıkıştırıldı. Fransız donanmasının deniz tarafından da abluka altına aldığı İngiliz kuvvetleri iyice zor duruma düştü ve teslim olmak zorunda kaldı. Böylece George Washington önderliğinde örgütlenen koloni güçlerinin yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi kesin bir zaferle noktalandı.

İngiltere'nin savaşı kaybetme sebepleri arasında; Amerikanın Krallığa coğrafi olarak uzaklığı, Amerikalı generallerin olağanüstü becerileri, Fransa ve İspanyanın özellikle deniz yoluyla isyancılara askeri yardımda bulunması gibi hususlar başta gelmektedir. Paris'te devam eden bağımsızlık müzakereleri, 1783 yılında Versay Antlaşması'yla noktalandı. Bu antlaşmaya göre; İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri'nin bağımsızlığını tanıdı ve bu yeni devletin topraklarının Mississippi'ye kadar yayılmasını kabul etti.

Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluşu, 18. yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen en önemli iki siyasi olaydan biridir. Bu hadise, ikinci büyük siyasi oluşum olan Fransız İnkılabı'nı da tetiklemiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluşu; gücünün zirvesinde bulunan ve topraklarında güneş batmayan imparatorluk unvanıyla anılan İngiltere Krallığı'nın dağılmasına ve yerini, genç ve muktedir bir siyasi güç olarak ortaya çıkan ABD'ye bırakmasına yol açtı. 




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

10 Kasım 2024 Pazar

Yahudilik I

 


Yahudilik, üç ilahi kaynaklı dinden biri ve kronolojik olarak en eskisidir. Hıristiyanların dinine Hıristiyanlık adını Hz. İsa vermediği gibi, Yahudilerin dinine de Yahudilik adı Hz. Musa tarafından verilmemiştir. Yahudi halkının inancı anlamında Yahudilik adı, Hz. Musa’dan çok sonra verilmiştir. Yahudilerin dini Yahudilik adını almadan önce, kavmin adına bağlı olarak “İbranilerin dini” veya “İsrailoğullarının dini” olarak adlandırılıyordu. M.Ö. 538’de Babil Esareti sona erip Yahudiler Filistin topraklarına döndüklerinde, Yahuda adı verilen bölgede yaşayanlar, çoğunluk itibarıyla Yahuda kabilesine mensuptu ve Ezra ile kutsal kitaplarına kavuşan bu halkın dinine, halkın adına bağlı olarak, Yahudilerin dini anlamında Yahudilik adı verilmiştir.

Hz. Musa’nın İsrailoğullarına tebliğ ettiği din, ilahi vahye dayanıyordu ve Hz. Musa’ya verilen kitapta esasları belirtilen bu dinin merkezinde kutsal kitap Tevrat vardır. Hz. Musa ise sadece ilahi vahyi alıp insanlara bildiren ve yaşayışı ile örnek olan bir peygamberdir. Bu dinin çerçevesi ve temel kuralları Tevrat’ta belirlenmiştir ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberler hep bu Tevrat’ın hüküm ve kurallarını öğütlemiş ve uygulamışlardır.

Yahudilik’te din ile etnisite iç içe geçmiştir ve Yahudi dini, Yahudi tarihi içinde teşekkül ettiğinden, bu dini bilmek için Yahudi tarihini de öğrenmek gerekmektedir. Yahudiler, Orta Doğuda tarih sahnesine çıkmış bir kavim olmalarına rağmen, asırlar boyu dünyanın değişik yörelerinde çeşitli milletlerin arasında, kendi öz kimlik ve kişiliklerini koruyarak varlıklarını sürdürdükleri için, tarih boyunca hep bir Yahudi sorunu söz konusu olmuştur. Diğer taraftan Yahudi Kutsal Kitabı aynı zamanda İsrailoğullarının tarihidir ve bu kitap, Hıristiyanlarca da kutsal kabul edilmekte, Kur’an-ı Kerim’de de onlardan geniş ölçüde bahsedilmektedir. Dolayısıyla gerek Hıristiyanlığın arka planını oluşturduğu için gerekse Müslümanlar açısından, inanışları, davranışları, Kur’an’ın onlar için koyduğu değer hükümleri yönünden Yahudilik önemlidir ve ortak noktalar ile evrensel ahlak ilkeleri açısından bilinmesi gerekmektedir.



TEMEL KAVRAMLAR (İBRANİ, İSRAİL, YAHUDİ VE YAHUDİLİK TERİMLERİ)


Yahudilik, Yahudilerin dinidir ve Yahudileri tanımlamak için birçok terim kullanılmaktadır ki bunların başında İbrani, İsrail ve Yahudi kavramları gelmektedir. Yahudi kavmini ifade etmek için kullanılan bu kavramların üçü de belli bir şahıs veya kavimle bağlantılıdır ve belli bir soya bağlı topluluğu ifade etmektedir.

Yahudiler kendilerinin İbrani Abram’dan (Hz. İbrahim) geldiklerine inanmakta, kutsal kitaplarının diline İbranice denilmekte, dinlerini ve milliyetlerini adlandırırken Yahudi terimi kullanılmakta, diğer taraftan İsrail oğulları diye bilinmekte ve Filistin’de 1948’de kurdukları devlet İsrail diye adlandırılmaktadır.



İbrani Terimi


Yahudilerin ulu ata kabul ettikleri Hz. İbrahim, Tevrat’ta İbrani olarak takdim edilmektedir (Tevrat/Tekvin 14/13). Yahudi inancına göre Hz. Adem’den sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh’tur. Adem’le Nuh arasında on, Nuh ile İbrahim arasında da on nesil vardır. Nuh’un üç oğlundan Sam’ın soyundan gelenlere sami kavimler denilmektedir. Sam’ın soyundan gelen Eber, Hz. İbrahim’in büyük atasıdır ve Hz. İbrahim’e, Eber’in (Ever) soyundan geldiği için İvri (İbrani) denildiği gibi Eber’in bütün çocuklarına da (Tevrat/Tekvin, 10/21) İvrim (İbraniler) denilmektedir. Bir yoruma göre ise Eber (Ever), öte yaka demektir ve Hz. İbrahim ile beraberindekiler Filistin topraklarına, Fırat nehrinin öte yakasından geldikleri için, “öte yakanın insanları” anlamında bu ad verilmiştir. Dilcilere göre ise İbrani (ivri) kelimesi, bir kavim adı olan Akadça habiru veya hapiru’dan gelmektedir.

İbrani kelimesi, Eber’in çocukları anlamında çok geniş bir kavimler topluluğunu ifade etmekte (Tekvin 10/21), bu kavimler içinde İbraniler yer aldığı gibi (Tekvin 11/16-26), Yoktan soyundan gelen Araplar (Tekvin 10/25-30) ve Nahor kanalıyla gelen bazı Arami kabileler de yer almaktadır. Eber kelimesi, bütün bu kavimlerin müşterek adıdır. O soydan gelen Hz. İbrahim de İbrani diye nitelenmektedir. İbraniler, içinde İsrailoğullarının da bulunduğu kavimler topluluğunu ifade etmekle beraber, Tanah’ta İbraniler adlandırması, İsrailoğulları için kullanılmakta, böylece İbrani kelimesi, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub ile onların çocuklarını tanımlamaktadır.



İsrail Terimi


İsrail (Yisrael) terimi iki kelimeden oluşmaktadır ve kelimenin ilk kısmını oluşturan İsra (Yisra) kelimesi, kesin olmamakla birlikte “üstün gelmek, parlamak, şifa vermek, güreşmek, güçlü kılmak” gibi anlamlara, sonundaki “el (il)” ise tanrı anlamına gelmektedir. Tevrat’a göre bu terim, Yakupla güreşen birisi tarafından ona verilmiştir ve “ El (Allah) ile uğraşan, güreşen, Tanrıya karşı güçlü olan” anlamındadır. Tevrat’ta anlatıldığına göre bir gece çölde Yakup, bir adamla karşılaşmış ve güreşe başlamışlar, sabaha kadar süren güreş sonunda, güreştiği kişi Yakub’a “Artık sana Yakup değil, ancak İsrail denilecek; çünkü Allah ile ve insanlarla uğraşıp üstün geldin” demiştir (Tevrat/Tekvin 32/22-32). Yahudi kutsal kitabının Hoşea bölümüne göre (12/5) ise Yakub’un güreştiği kişi Tanrının meleğidir.

Tevrat’ın bu yorumunun halk etimolojisi olduğunu belirten dilcilere göre en kuvvetli ihtimal, kelimenin “güçlü olmak” kökünden geldiği ve “Tanrı güçlüdür” anlamı taşıdığı şeklindedir.

İsrail kelimesi, Sina’da yapılan sözleşmeden (Tevrat/Çıkış 19/3 vd.) itibaren Yahudi tanrısı Yahve’nin, kendi kavmi olarak seçtiği ve Yahveyi kendilerine tanrı olarak seçen oniki kabileyi ifade etmekte, İsrail denilince bu karşılıklı seçim fikri ve yapılan dini anlaşma anlaşılmaktadır. Yahudiler, Hz. Yakup’tan Hz. Süleyman’ın vefatına kadar İsrail ve İsrail oğulları olarak anılmıştır. Hz. Süleyman’dan sonra devlet ikiye bölünmüş, on kabilenin oluşturduğu kuzeydeki krallığa İsrail, iki kabilenin oluşturduğu güneydeki krallığa ise Yahuda adı verilmiştir. İsrail krallığı M.Ö. 722’de Asurlular tarafından yıkılmış, Babil sürgünü sonrasında “Yahudi” ismi ön plana çıkmış ve İsrailoğulları, Yahudi olarak anılmaya başlamıştır ancak İsrail ismi de kullanılmaya devam etmiştir. Bugün Yahudiler, Yahudi isminin yanında İsrail ismini de kullanmaktadırlar. Yahudi geleneğine göre İsrail, bir halka verilen isimdir. Bu halkın yaşadığı topraklara İsrail Toprağı (Eretz Yisrael), kurduğu devlete de İsrail Devleti denir. 1948’de Filistin’de kurulan devletin vatandaşlarına, etnik kökenine bakılmaksızın İsraeli (İsrailli) denilmektedir.

Günümüzde İsrail adı, Hz. İbrahim, İshak ve Yakup yoluyla gelen ve aynı Tanrıya imanda birleşmiş bütün kavim için kullanılmaktadır. Hem Yakubun ismi olması sebebiyle etnik vurguya hem de kendisine yüklenen anlam itibariyle manevi vurguya sahip olan İsrail (Yisrael) ve İsrail oğulları (Bene Yisrael) kelimeleri Tanahın yanında Talmud’da da yaygın olarak kullanılmaktadır.

Yahudi teolojisinin asli unsurlarından olan İsrail kavramı, hem Tanrı’nın seçip ahitleştiği kutsal topluluk manasında İsrailoğulları kavmini hem de Tanrı tarafından ahit kapsamında İsrail oğullarına verilen ve kutsal topraklar olarak adlandırılan Filistin bölgesini ifade etmektedir. Kutsal topluluk ve kutsal topraklar ifadeleri, Yahudi anlayışına göre gerek kavim gerekse coğrafi bölge olarak İsrail’in sahip olduğu merkezi konumu dile getirmektedir.

İsrail kavminin kutsallık vasfını kazanması Tanrı’nın kendilerini seçip ahitleşmesiyle bağlantılı olarak ortaya konmuştur: “Siz Tanrınız Rab için kutsal bir kavimsiniz. Tanrınız Rab, kendi has kavmi olmanız için yeryüzündeki bütün milletler arasından sizi seçti” (Tevrat/Tesniye 7/6). İsrail Tanrısı, tüm kainatın yaratıcısı olmakla birlikte, İsrail’e ahit bağıyla bağlıdır ve bu bağ, baba-oğul, anne-çocuk gibi metaforlarla ifade edilmektedir. İsrail’in seçilmiş kutsal kavim olması Tanrıyla yapılan ahit sonucudur ve Tanrıyla iki ahit yapılmıştır. Biri İbrahim ile yapılan, İshak ve Yakup ile yenilenen ahittir ki bu ahite göre Tanrı, İbrahim ve neslini kutsamaktadır. İkinci ahit Musa vasıtasıyla yapılan ahittir ki bunda Tanrının ve İsrail oğullarının uymaları gereken hususlar belirtilmiştir. Buna göre İsrail oğulları yalnızca İsrail Tanrısını sevip Ona itaat etmek ve Tevrat emirlerine uymakla yükümlü kılınırken; itaat durumunda İsrailin tüm milletlerden üstün tutulması; bolluk, bereket ve zaferin onlara tahsis edilmesi; itaatsizlik durumunda ise kutsal toprakları kaybetmeleri ve diğer milletlerin elinde eza çekmeye mahkum bırakılmaları söz konusu olmaktadır. Bir taraftan İsrailoğullarının atası olan Yakub’un Tanrı veya Onun meleği ile güreşmesi dolayısıyla gücü ve dayanıklılığı, diğer taraftan Tanrı’nın seçilmiş kavmi oldukları inancı İsrailoğullarının ırki üstünlük iddiasında bulunmalarına yol açmış, kendilerini imtiyazlı görerek diğer insanları hakir görmüşlerdir.

İsrail terimi Kur’an’da iki yerde Hz. Yakub’un adı veya lakabı olarak (Al-İmran 3/93; Meryem 19/58) ve kırkbir yerde de Beni İsrail (İsrailoğulları) şeklinde geçmektedir. İsrail kelimesi müslüman bilginlere göre “Allah’ın kulu, seçtiği, gece yürüyen” anlamlarına gelmekte, Hz. Yakub’un çocuklarına da İsrail oğulları (Beni İsrail) adı verilmektedir. Yehud kelimesi sadece Medeni surelerde geçtiği halde İsrailoğulları (Beni İsrail) adlandırması Mekke dönemi surelerinde ve daha çok İslâm öncesi dönemde vuku bulan olayların söz konusu edildiği ayetlerde geçmektedir. İslâmi kaynaklarda Beni İsrail, Yakub’un soyundan gelen ve ırken Yahudi olanları, Yehûd ise hem bunları hem de başka ırklardan olup bu dine girenleri ifade etmektedir.

Kur’an İsrailoğullarından bahsederken onların geçmişteki durumlarını ve kendilerine verilen nimetleri hatırlatmaktadır. Firavun’un zulmünden ve denizde boğulmaktan kurtulmaları, çöldeki yiyecekler, kayadan su fışkırması bu nimetlerden bazılarıdır (Bakara 2/40, 47, 122; Araf 7/105, 134; Yunus 10/93; Taha 20/47, 80).

Diğer taraftan Allah’a kulluk etme, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapma, peygamberlere inanıp onları destekleme gibi konularda söz alınmış, karşılığında günahlarının bağışlanacağı, cennet gibi bir ülkeye kavuşturulacakları vaad edilmişti (Bakara 2/83; Maide 5/12, 70). Ancak Tevrat’a göre onlar Musa ve Harun’a karşı gelmişler (Sayılar 16/2-3), Rabbin gözünde kötü olanı yapmış, Yahve’yi bırakıp Baal ve Molok gibi ilahlara, bu arada altın buzağıya tapmış (Çıkış 32/1-6; I. Samuel 7/3-4), Allah’a verdikleri sözü tutmamış, ahidlerini bozmuş, peygamberleri öldürmüşlerdir (I. Krallar 19/14). Benzer ithamlar Kur’an’da da yer almaktadır (Bakara 2/83; Maide 5/70, 110; İsra 17/4; Taha 20/94).



Yahudi Terimi


Yahudi kelimesinin aslı İbranice Yehudi’dir (çoğulu Yehudîm) ve bu kelime Grekçe’ye Ioudaios, Latince’ye Iudaeus olarak geçmiştir. Kelime başlangıçta bir şahıs adıdır. Hz. Yakub’un dördüncü oğlunun adı olan Yehudah (Yeuda), Tanrıya teşekkür anlamındadır. Bu kelime daha sonra Yehudah’ın lideri olduğu kabilenin, bu kabilenin yerleştiği bölgenin (Kudüs merkez olmak üzere Güney Filistin), bu bölgede kurulan krallığın (Yahuda Krallığı) ve bu krallık bünyesinde yaşayan Yahuda ve Bünyamin kabileleri ile Levililerin ve nihayet, Babil Esareti (M.Ö. 587-535) sonrasında, Yahuda’nın soyundan gelsin veya gelmesin, bütün İsrail oğullarının adı olmuştur.

Bir Kitab-ı Mukaddes tabiri olarak Yehudi kelimesi Güneydeki Yahuda Devleti Üyelerini (Nehemya ½; Yeremya 32/12; 40/119 veya diğer miletlerin aksine, esaret sonrası İsrail halkını (Ester 9/15-19; Daniel 3/8; Zekarya 8/23) veya Babil Esareti sonrasında Kudüs’te Yahve ibadetine tabi olanları (Ester3/4-6; Daniel 3/8) ifade etmektedir.

Kur’an’da bu kelime Yehûdî şeklinde tekil veya Yehûd şeklinde çoğul veyahut Hûd şeklinde geçmekte, Hâdû ve hüdnâ şeklinde çekimli şekilleri de yer almaktadır. Kelimenin Arapça olmadığını söyleyenlerin yanında, “Hakka dönmek, tevbe etmek” anlamında Arapça hvd kökünden geldiğini ileri sürenler de vardır. Kur’an’da, Medine’de nazil olan surelerde hvd kökünden türeyen kelimeler ve Yehud kelimesi geçmekte, Yahudilerin, İslâma cephe alışları ve geçmişte yaptıkları kötülükler hatırlatılmaktadır. 

Yahudi kelimesi hem bir milleti hem de o milletin inanç, kültür ve geleneğini ifade etmektedir. Batıda İsa’yı çarmıha gerdirmekle itham edilmeleri ve milletler arasında ayrı gruplar olarak yaşamaları sebebiyle kapalı ve karanlık cemaatlerle ilişkilendirilmiş, tehdit olarak algılanmış dolayısıyla da Yahudi kelimesi küçük düşürücü ve hakaret anlamı kazanmıştır. Bu sebeple de Yahudiler, Hıristiyan ülkelerde İsraeli ismini, Müslüman ülkelerde de Yahudi ismi aşağılayıcı ve kötü bir anlamda kullanıldığı için Musevi ismini kullanmayı tercih etmişlerdir.


Yahudi Kimdir?


Günümüzde yaygın olarak kullanılan Yahudi kelimesi, çeşitli Yahudi gruplar tarafından Yahudi kimliğinin farklı unsurlarını oluşturan dini, kültürel ve etnik yönüyle tanımlanmaktadır. Aslında tüm bu dini, kültürel ve etnik unsurlar, sıralaması değişse bile, hemen tüm Yahudi tanımlamalarında mevcuttur. Yahudi dini hukukuna göre Yahudi isimlendirmesi, Yahudi anneden doğan veya usulüne uygun olarak Yahudiliğe kabul edilen kişiyi ifade etmektedir.

Geleneksel Yahudi hukukuna göre bir kişinin yahudi kabul edilmesi öncelikle Yahudi bir anneden doğmuş olma şartına bağlıdır. Yahudi olunmaz, Yahudi doğulur sözü de bu temel kuralı yansıtmaktadır. Dolayısıyla baba Yahudi olsa bile, anne Yahudi değilse çocuk Yahudi sayılmamaktadır.

Ancak Yahudi dini hukukunun bu temel prensibinin yanında, Yahudi dinine girmek isteyenlere de müsaade edilmiş, kapı açık tutulmuştur. Yahudi doğmadığı halde Yahudi olmak isteyenlerin belli bazı safhalardan geçmesi gerekmektedir. Bunun için de önce bir hazırlık ve eğitim safhası söz konusudur. Bu dönemde adayın Yahudi olma niyetinin samimi olup olmadığı değerlendirilmekte ve Yahudi dininin temel özellikleri öğretilmektedir. Yahudiliğe geçişin temel prosedürü erkek için sünnet olma, ayrıca erkek ve kadın için mikve adı verilen bir havuzda tümüyle suya dalma (tevilah) ve Yahudi şeriatının emirlerini kabul etmedir. Dine girişteki uygulamaların bir kısmı Reformist ve Muhafazakar Yahudilerce kabul edilmemektedir.

Reformist Yahudiliğe göre Yahudi baba ve Yahudi olmayan anneden olan çocuk Yahudidir. Reformist Yahudilerin bu kararı, Ortodoks ve Muhafazakar Yahudilerce tepkiyle karşılanmıştır. Laiklere göre bu konu dini olmaktan ziyade milli bir hüviyet arz etmektedir. Bunlara göre kendini Yahudi halkından sayan herkes Yahudidir. Sartre gibi bazıları düşünürlere göre de Yahudi olmayanlar tarafından Yahudi sayılan herkes Yahudidir.

Kimin Yahudi olup olmadığı konusu İsrail’de siyasi ve pratik hayat açısından önemli bir husustur. İsrail’de 1950’de çıkarılan “Dönüş Yasası” her Yahudi’ye, İsrail’e göç etme ve İsrail vatandaşlığına alınma imkanı veriyordu. Kanun orijinal şekliyle, kişinin Yahudi olup olmadığını bilme yönünden bir işaret taşımıyor, Yahudi olduğunu söyleyen herkesi Yahudi olarak kaydediyordu. Yahudi dini hukuku açısından konuya yaklaşanların baskısı üzerine, dönemin İsrail Başbakanı David Ben Gurion, dünyadaki önemli elli Yahudi düşünüre bir soru yönelterek, kendilerine göre Yahudi oluşun kriterini sordu ve çoğunluk, temel kriter olarak Yahudi dini hukukunu (Halahah) gösterdi. Daha sonraki gelişmeler sonucu Yahudi oluşun temel kriteri olarak bir Yahudi anneden doğma veya Yahudi dinine girme şekli geçerli kabul edildi.

Dini ve etnik unsurların Yahudi tarihi boyunca iç içe geçmesine paralel olarak Yahudi kimliği temelde hem etnik hem de dini unsuru aynı anda barındırırken ve geleneksel biçimiyle doğum veya ihtidaya dayalı dini aidiyeti esas alırken; günümüzde Yahudi kelimesi dini bağlılığın yanı sıra hatta daha fazla, söz konusu diniliği aşacak ve bazan da dışlayacak şekilde etnik veya sosyo-kültürel kimlik biçiminde tanımlanmaktadır.


Yahudilik Nedir?


Yahudilik, “Yahudilerin mensup olduğu dini gelenek” veya “Tanrı’nın Yahudiler için takdir ettiği din” şeklinde de tanımlanmaktadır.

Yahudilik, Hz. İbrahimi referans olarak kabul eden monoteist din ailesinin üç halkasından biri ve en eskisidir. Aslı ve temeli ilahi vahye dayanan bu üç dinin ortak ve benzer noktaları vardır. Yahudilik, Hıristiyanlık ile kutsal kitap, seçilmişlik ve kurtuluş kavramlarını paylaşmaktadır. Çünkü Yahudi Kutsal kitabı, Hıristiyanlarca da kutsal kabul edilmektedir. Öte yandan Yahudi tarihi, Hıristiyanlığın arkaplanıdır ve her iki dine göre de İsrail oğulları, Tanrının insanlık için hazırladığı ve İsa’yı göndererek tamamlayacağı kurtuluş planında seçilmiş bir kavim olarak rol almaktadır. Ancak Yahudilik, Hz. İsa’yı Tanrının oğlu veya peygamber olarak, İncili de kutsal kitap olarak kabul etmemektedir.

Diğer taraftan bir ve tek tanrı inancı ile dini hukuk ve pratiğe yönelik vurgu yönünden de Yahudilik, İslâm dinine yakın bir konumdadır. Çünkü her iki din de Tanrı’nın birliği üzerinde ısrarla durur ve her iki din de kitaba, dolayısıyla dini hukuka dayalıdır. Ne var ki İslâm, Hz. Musa’yı büyük bir peygamber, Tevrat’ı da ilahi vahye dayanan kutsal bir kitap olarak kabul ederken Yahudilik, İslâm’ı hak din, Hz. Muhammed’i peygamber ve Kur’an’ı da ilahi kitap olarak kabul etmemektedir.

Yahudilik, hem dini hem de milli boyutu olan bir kavramdır. Yahudilik, kişinin hayatının bütününü kuşatan bir hayat tarzı, bir kültürdür. Yahudilik, monolitik bir sistem olmaktan ziyade, Yahudilerin çeşitli dönemlerde farklı kültürlerle yaşadıkları tecrübe ve karşılıklı etkileşimler neticesinde biçimlenen, gelişen ve değişen bir dinamizme sahiptir. Yahudilik olgusu tarih boyunca ortaya çıkan tüm etnik, coğrafi ve sair ayrışmaların üstünde, ahit yoluyla birbirine bağlanmış tek bir topluluk ve tek bir kavim olma tecrübesini ve idealini taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle Yahudilikte bir dini ya da sistemi benimsemenin ötesinde, bir topluluğun parçası olma bilinci yani inançtan ziyade aidiyet esas olmaktadır.

Yahudiliğin en belirgin özelliği, politeist bir ortamda tek Tanrı inancını (monoteizm) yerleştirmesidir. Gerek Tevrat’taki On Emir’de gerek Tanah’ın diğer bölümlerinde ve peygamberlerin mesajlarında üzerinde ısrarla durulan temel konu Tanrı’nın birliği ve başka ilahlara kulluğun yasaklanmasıdır.

Yahudiliğin diğer bir özelliği de Tanrı-insan ilişkisine, özelde de Tanrı-İsrail ilişkisine yaptığı özel vurgudur. Tanrının İsraili kendi has kavmi olarak seçmesi şeklinde ortaya konan ve beraberinde Yahudi-Yahudi olmayan ayrımını getiren seçilmişlik doktrini ile buna bağlı olan ahit, kutsal toprak ve kurtuluş kavramları Yahudiliğin merkezinde yer alan unsurlardır. Yahudiliğe göre Tanrı, İsrail oğullarını seçmiş, Musa vasıtasıyla verdiği Tevrat yoluyla da onlarla bir ahit (sözleşme) yapmış, bu sözleşmeye uydukları takdirde onları kendi has kavmi yapacağını bildirmiş, onlara vadedilmiş toprakları, şartlara uydukları takdirde ebedi mülk olarak vermiş ve onların kurtuluşa ereceklerini vadetmiştir. Geleneksel Yahudiliğin merkezinde yer alan Tanrı-Tevrat-İsrail üçlemesi, tüm çeşitliliğine rağmen modern Yahudi oluşumlarının da temelinde bulunmaktadır. Nitekim Yahudilik, Tanrı’nın Tevrat’ı İsraile vermesi ya da İsrail’in Tevrat’ı Tanrı’dan alıp kabul etmesiyle başlayan ve merkezinde bu hadisenin ve ilgili inancın yer aldığı bir oluşumu ifade etmektedir.

Yahudilik’te dogmalar koleksiyonu yoktur. İnanca yönelik pek çok konu, sonraki dönemlerde dogmalaştırılmıştır. Yahudilik inanca yönelik esaslar ve teolojik tartışmalardan çok, Tevrat ve diğer dini literatürde ifadesini bulan dini kurallara (şeriat) önem vermektedir. Yahudilik, her şeyden önce bir eylem ve gelenek dinidir. Yahudi kimliğini belirleyen temel kıstas ne düşündüğünden ve neye inandığından ziyade, ne olduğun ve ne yaptığın sorusu olmuştur.

Yahudilik, Yahudi bir anneden doğmayı esas alan milli bir din hüviyetinde olmakla birlikte gerek tarih boyunca gerekse günümüzde Yahudi olmayanları da Yahudiliğe kabul etmektedir. Yahudilik, dini kurallarının bütün insanlığa uygulanabilirliği ölçüsünde evrensel bir din olarak tanımlanabilmekle birlikte bu dinde Yahudi ve Yahudi olmayan ayırımı vardır ve geleneksel Yahudiliğe göre Yahudiler Tevrat’ta yer alan 613 emri, Yahudi olmayanlar ise Nuh’un yedi kanununu uygulamakla yükümlüdür.

 

TARİHSEL GELİŞİM


Yahudiler kendilerinin büyük ata İbrahim’den geldiklerine inanmaktadırlar. İsrail oğullarının ve İsrail dininin kökeni Yahudi geleneğinde ilk İbrani atası, ilk monoteist ve aynı zamanda ilk Yahudi kabul edilen İbrahim’e dayandırılmaktadır. Tevrat’taki anlatıma göre göçebe bir Arami olan İbrahim, Mezopotamya’da Kaldelilerin Ur kentinde doğmuş, daha sonra babası Terah ve ailesiyle birlikte Harran’a gitmiş, orada bir müddet kaldıktan sonra, Tanrının emri doğrultusunda, ailesini ve yeğeni Lut’u da alarak Kenan (Filistin) topraklarına göç etmiştir. Kenan topraklarında kıtlık başgöstermesi üzerine Mısır’a gitmiş, Mısır firavunu kendisine yeterli miktarda yiyecek ile cariye olarak da Sara’ya, Hacer’i vermiştir. Ömrünün büyük bir kısmını çocuk sahibi olamadan geçiren İbrahim, neslinin bol ve bereketli kılınmasına yönelik ilahi vaadin bir tecellisi olarak geç bir yaşta önce cariye Hacer’den doğma İsmail’in (Yişmael), ardından karısı Sare’den doğma İshak’ın (Yitshak) babası olmuştur. Sara tarafından kıskançlık sebebiyle istenmeyen Hacer, oğlu İsmail ile birlikte evden uzaklaştırılmış ve onlar Paran çölünde yaşamışlar, İsmail Mısırlı bir kadınla evlenmiş ve on iki oğlu olmuştur. İshak ise babası tarafından kurban edilmek istenmiş fakat bu sınavı başaran İbrahim’e, oğlu yerine bir kurban verilmiştir.

İslâmi kaynaklara ve geleneğe göre Urfa’da doğan Hz. İbrahim, başta putperest babası Azer olmak üzere putperest kavmiyle mücadele etmiş, taptıkları nesnelerin ilah olamayacağını belirtmiş, hatta putları kırmış ve bu sebeple de ateşe atılmış, ilahi yardım ile ateşte yanmaktan kurtulan İbrahim, kavmini terkederek göç etmiş, ilerlemiş yaşında evlat sahibi olmak için dua etmiş ve önce Hacer’den İsmail, daha sonra da Sara’dan İshak doğmuştur. İslâmi kaynaklara göre Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i annesiyle birlikte Mekke’nin bulunduğu yere getirmiş, İsmail belli bir yaşa gelince onu kurban etmek istemiş fakat yerine bir kurban verilmiş, böylece İsmail, kurban edilmekten kurtulmuş, baba İbrahim de bu büyük sınavdan başarıyla çıkmıştır. Yahudi inancına ve Tevrat’ta belirtildiğine göre İshak, kurban edilmek istenmiştir fakat Hz. İbrahim’n, oğlu İsmail’i kurban etmek istemesi daha doğrudur çünkü İbrani geleneğine ve Tevrat’a göre her şeyin ilki Tanrının hakkıdır. Kendisi diğer eşi Sara ile birlikte Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim, daha sonra Mekke’nin bulunduğu bölgeye giderek, orada yaşayan oğlu İsmail ile birlikte sadece temelleri bulunan Kabe’yi inşa etmiş ve insanları, Allah’ın evi kabul edilen Kabe’yi ziyarete yani hacca davet etmiştir.

Yahudilerin iddialarının aksine Kur’an İbrahim’in Yahudi veya Hıristiyan olmadığını, çünkü Tevrat ve İncil’in ondan sonra nazil olduğunu belirtmektedir (Al-i İmran 3/65, 68).

Tevrat’ın bildirdiğine göre Hz. İbrahim, 175 yaşında vefat etmiş ve bugün Halilurrahman (Hebron) denilen yerde defnedilmiştir. Kutsal kitapta anlatılan olaylarla ilgili kronolojik bilgiler oldukça tartışmalıdır ancak İbrahim’in M.Ö. XXII-XIX. yüzyıllar arasında, muhtemelen 2000’li yıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir.

Yahudi inancına göre Adem’den on nesil sonra gelen Nuh’un üç oğlundan Sam’ın soyundan İbrahim’in, İbrahim’in oğullarından İshak’ın, İshak’ın oğullarından Yakub’un ve nihayet tüm Yakup soyunun Tanrı tarafından seçilmişliği söz konusudur. Bu doğrultuda İbrahim, İshak ve Yakup’tan oluşan üç büyük İbrani atasının ve başta Yusuf olmak üzere Yakub’un oniki oğlunun hikayeleri ve Mısır’a yerleşme süreçleri Tevrat’ın Tekvin bölümünde detaylı biçimde anlatılmaktadır. Tevrat’a göre İsmail, cariye Hacer’in oğlu olduğu için dışlanmıştır ve İbrahim’in soyu İshak ile devam etmiştir. Buna göre İbrahim’den sonra ilahi va’de layık olan oğlu İshak da Filistin bölgesinde yaşamış, onun da iki oğlu olmuş fakat kutlu soy, oğlu Yakup ile devam etmiş, o da babası gibi yine aynı topraklarda yaşamıştır.

Yakub’un oniki oğlundan Yusuf’a kardeşlerinin komplo kurması ve Yusuf’un Mısır’a intikali, orada önemli bir mevkide görev yapması Tevrat’ta ve müstakil bir sure olarak Kur’an’da yer almaktadır. Yusuf, babası Yakup ile diğer kardeşlerini de Mısır’a getirmiş ve böylece İsrail oğullarının dört asır sürecek olan Mısır hayatı başlamıştır. İsrail oğullarının Yusuf vasıtasıyla Mısır’a gelişleri, Mısır’daki Hiksos saltanatı (1720-1550) döneminde olmuştur ve İsrail oğulları Mısır’da 430 sene (Tevrat/Çıkış 12/40-41) kalmışlardır.


HZ. MUSA


Hz. Musa, Tanrı tarafından peygamber olarak seçilen, İsrailoğullarını Firavunun zulmünden kurtarmakla görevlendirilen, daha sonra da kendisine Tevrat verilen bir peygamberdir ve Yahudilere göre peygamberlerin en büyüğüdür.



Dünyaya Gelişi


Hz. Musa, Hz. Yakub’un on iki oğlundan Levi’nin soyundan gelmektedir. Babasının adı Amram, annesinin adı Yokebed’dir. Hz. Musa’nın dünyaya geldiği dönemde Mısır’a, artık kendileri de göçebe olan Hiksoslar değil, Mısır’ın yerli sülaleleri hakimdi ve onlar, İsrail oğullarına aşırı baskı uyguluyorlardı. İsrailoğullarının nüfusunun aşırı ölçüde artmasından endişe eden yönetim, İsrail oğullarından doğacak her erkek çocuğun öldürülmesini de emretmişti. İşte böyle bir dönemde Musa dünyaya gelmiş, annesi onu bir müddet gizlemiş fakat daha fazla gizleyemeyeceğini anladığında bir sepet içinde nehre bırakmış, Tevrat’a göre Firavun’un kızı tarafından saraya alınmış, Firavun tarafından evlat edinilmiştir. Tahtın varisi olarak hazırlanan Musa devlet yönetimi, askeriye ve diplomaside geleceğin devlet adamı olarak yetiştirilmiştir.



Peygamberliği


Tevrat’a göre ömrünün kırk yılını Mısır’da geçiren Musa, istemeden bir Mısır’lının ölümüne sebep olunca Mısır’dan kaçarak Medyen’e gitmiş, Tevrat’a göre kırk, Kur’an’a göre ise on yıl orada kalmış, Şuayp peygambere damat olmuş, daha sonra Mısır’a dönerken Sina dağında ilahi vahye mazhar olarak peygamber seçilmiş ve Firavun’a giderek İsrail oğullarını Mısır’dan çıkartmakla görevlendirilmiştir. Hz. Musa, Medyen dönüşünde çölde geceleyin dağda bir ateş görmüş, ateşe yaklaştığında kendisine seslenilerek peygamber seçildiği ve Firavun’a giderek İsrailoğullarını zulümden kurtarması istenmiş ve kendisine, asa ve beyaz el mucizeleri verilmiştir.



İsrailoğullarını Mısır’dan Çıkarışı


Kardeşi Harun ile birlikte, Firavun’a giden Musa, İsrailoğullarını salıvermesini istemiş fakat Firavun kabul etmemiştir. Bunun üzerine Firavun ve Mısır halkına çeşitli musibetler gelmiştir. Sis, at sineği, tatarcık, suların kana dönüşmesi, kurbağa yağması gibi musibetler gelmiş, her musibet gelişte İsrailoğullarını salıvereceğini vadetmiş fakat musibet kalkınca vazgeçmiştir. Nihayet son bir musibet daha gelmiş ve Firavun, İsrail oğullarının gitmesine izin vermiş, fakat daha sonra pişman olarak peşlerine düşmüştür. Musa önderliğindeki İsrail oğulları, ilahi bir mucize sonucu denizi aşmışlar, onları takip eden firavun ve ordusu ise boğulmuştur. Mısır’dan çıkışın tarihi tam olarak bilinmemekte, M.Ö.XIII. yüzyılda olduğu tahmin edilmektedir.



Vadedilmiş Topraklar


Yahudi inancına göre yeryüzünün merkezinde bulunduğu kabul edilen İsrail toprakları, Tanrının kutsallığının ve hükmünün doğrudan tecelli ettiği bölgedir ve bu bölgenin merkezinde Kudüs, onun merkezinde de Siyon dağı ve Mabet bölgesi bulunmaktadır. Bir yoruma göre fiziki Kudüs, semavi Kudüs’ün yeryüzündeki karşılığı ve izdüşümü olarak görülmektedir.


Çöldeki Hayat


Sina yarımadasına geçen İsrail oğulları, yarımadanın güneyindeki Sina dağına gitmişler ve orada Hz. Musa, ilahi çağrı üzerine, ilahi emirleri almak üzere Sina dağına çıkmış, On emri alarak geri döndüğünde kavminin, altın bir buzağı yaparak ona taptıklarını görünce onları cezalandırmış, daha sonra vadedilen topraklara gitmek üzere, Akabe körfezine paralel olarak kuzeye doğru çıkmışlar ve Ölü Denize kadar gitmişlerdir. Burada Hz. Musa İsrail oğullarına Allah’ın kendilerine vaat ettiği topraklara girmelerini emretmiş fakat onlar karşı çıkmışlar, bunun üzerine bu topraklara girmek onlara yasaklanmış ve çölde yaşamaya mahkum edilmişlerdir.

İsrailoğulları, Allah’ın kendilerine gönderdiği birçok peygambere karşı çıkmış, kendilerini çeşitli sıkıntılardan kurtarmasına rağmen yine de tanrı’ya baş kaldırmış, isyan etmiş, başka ilahların peşine gitmişlerdir. Mısır’dan çıkışlarında deniz kenarına gelmişler, Firavunun ordusu da peşlerinden onları takip etmişti. Önlerinde düşman gibi deniz, arkalarında deniz gibi düşman varken, deniz yarılmış ve her iki düşmandan da kurtulmuşlardı. Ama karşı sahile geçtiklerinde, putperest bir kavimle karşılaşınca hemen Hz.Musa’dan, onların putu gibi bir put yapmasını istemişlerdi. Hz. Musa, ilahi vahyi almak üzere Sina’ya çıktığında da, biraz gecikti diye hemen zinet eşyalarını eriterek altın bir buzağı yapıp ona tapmışlardı. Çölde Hz. Musa’ya çok çektirdiler, Tanrının emrini dinlemeyip isyan ettiler, peygambere itiraz ettiler. Tanah, bir bakıma İsrailoğullarının, Tanrılarına isyanlarının öyküleriyle doludur. 

İsrail oğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra sık sık isyan ederek Musa’ya zorluk çıkarmışlar, bu isyanlarını çöl hayatında da sürdürmüşlerdir. Çöl hayatında istedikleri her şey kendilerine verildiği, her gün kudret helvası ve bıldırcın etiyle beslendikleri, istedikleri diğer şeyler de kendilerine verildiği halde yine de isyandan vaz geçmemişlerdir. Tanrı isyanları sebebiyle birçok kez onları cezalandırmış, Tanrı’nın emrini çiğnemeleri sebebiyle Sina çölünde Hz. Musa önderliğinde kırk yıl kalmaya mahkum edilmişlerdir.

Nihayet Hz. Musa, vaat edilmiş topraklara giremeden Moab diyarında vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Mısır’dan çıkan ilk nesil de çölde ölmüş, bu nesilden sadece iki kişi, Yefunne oğlu Kaleb ile Nun oğlu Yeşu, ayrıca köleliği hiç tatmamış ve özgürlüğe doğmuş yeni nesil, Musa sonrasında Yeşu liderliğinde vaat edilmiş topraklara girmeye başlamıştır.

Hz. Musa hem Tevrat’ta hem de Kur’an’da kendisine geniş yer verilen önemli ve büyük bir peygamberdir. Tevrat’ın Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye bölümleri Musa’nın hayatını anlatmaktadır. Musa, Yahudi inancına göre en büyük peygamberdir. Medyen dönüşü Sina dağında ilahi vahyi alarak peygamber olarak seçilen ve İsrail oğullarını Firavunun zulmünden kurtarıp vaat edilen topraklara götürmekle görevlendirilen Hz. Musa, görevinin birinci etabını, Allah’ın yardımıyla başarıyla tamamladıktan sonra Sina dağında ilahi vahyi almış ve On Emirle birlikte diğer vahiyleri bir kitap halinde toplayarak Ahit Sandığına koymuş, kavmin ileri gelenlerine teslim etmiştir. Yahudiler Hz. Musa’nın hayatını kırk yıl Mısır’da, kırk yıl Medyen’de ve kırk yıl çölde olmak üzere üç devreye ayırmaktadır.

Hz. Musa, Kur’an’ın otuz dört suresinde 136 defa zikredilmektedir. O, Kur’an’da ve Hadislerde zikredilen peygamberler arasında kendisinden en çok söz edilen peygamberdir. Kur’an’da Hz. Musa’ya dair verilen bilgiler Tevrat’la paralellik arz etmektedir. Kur’an’da onun dünyaya gelişi, saraya intikali, Medyen’e gidişi, peygamber olarak seçilişi, İsrailoğullarını kurtarmak için Firavun’a gönderilişi, Firavunla mücadelesi ve İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarışı, Sina’da ilahi emirleri alışı, çöldeki olaylar ve İsrailoğullarına rehberlik edişi anlatılmaktadır.

Hz. Musa’nın peygamberliği döneminde, ona Tevrat’ın verilmesiyle, İsrailoğullarının dini büyük ölçüde teşekkül etmiş, inanç, ibadet, ahlak ve dini hukukla ilgili kurallar belirlenmiştir.

İsrail oğullarının Yeşu peygamber önderliğinde Kenan bölgesine yerleşmelerinden (M.Ö.1250 veya 1200) İkinci Mabedin inşa edilmesine kadar (M.Ö.515) geçen yedi asırlık dönem ise Yahudi kutsal kitabının Yeşu ile başlayıp Malaki ile sona eren bölümünde konu edilmektedir. Bu dönemin ilk aşamasında, Yeşu önderliğinde büyük bir kısmı fethedilen Kenan toprakları, İsrail oğullarının oniki kabilesi arasında paylaştırılmıştır. Oniki kabile Ruven, Şimeon, Yehuda, Yisakar, Zevulun, Dan, Naftali, Gad, Aşer, Efraim, Menase ve Bünyamin kabilelerinden oluşmaktadır. Din adamı sınıfı olarak ayrılan Levi soyu topraktan pay alamadığı için buna karşılık Yusuf’un iki oğlu Efraim ve Menase iki ayrı kol sayılmak suretiyle sayı on ikiye tamamlanmaktadır. Yeşu, kutsal topraklara göç yolunda İsrailoğullarına hem liderlik hem de peygamberlik yapmış, ona da Tanrı tarafından yeni hükümler gönderilmiştir. Yeşu, Kur’an’da ismen anılmamakta fakat kendisinden, Musa’nın yanında bulunan genç diye bahsedilmekte, ayrıca Musa’nın, Hızır’la buluşmaya onunla gittiği belirtilmektedir.

Yeşu’dan sonra Hakimler denilen karizmatik liderlerin önderliğinde İsrail kabileleri yerleşik düzene geçmişlerdir (M.Ö.XII. yüzyılın ilk yarısı-XI. yüzyılın ilk yarısı). Bu dönemde İsrail oğulları, Yehuda ve Bünyamin kabileleri güneyde, diğer on kabile kuzeyde kalacak şekilde yerleşmiştir. Hakimler dönemi Yeşu’nun ölümüyle başlamış, Samuel’e kadar devam etmiştir. Hakimler denilen liderlerin temel görevi, savaşlarda İsrailoğullarının askeri yönden sevk ve idaresini sağlamaktı. Hakimler arasında yer alan Deborah, Yahudilik’teki kadın peygamberlerdendir. Hakim diye nitelenen yöneticilerin sayısı on ikidir ve bunlardan sonra Eli ve Samuel de hakimlik görevi yapmışlardır fakat Samuel, peygamber olarak bu görevi yürütmüştür.

Hakimler dönemini Krallık dönemi takip etmiştir. İsrailoğullarının diğer milletler gibi kral istemeleri üzerine peygamber Samuel, Tanrı’nın emriyle Bünyamin kabilesinden Saul’ü (Kur’an’daki adıyla Talut) kral olarak seçti. İsrailoğulları onu krallığa layık görmediler ancak onun krallığa layık olduğu bildirildi. Böylece Saul İsrailin ilk kralı oldu (M.Ö.1030-1010). Saul’un krallığında Filistilerle savaş yapıldı, onların eline geçmiş olan Ahit sandığı geri alındı ve genç Davud, Filistilerin komutanı Calut’u (Golyat) öldürdü.

Saul’ün ölümünden sonra, yine Tanrı’nın emriyle Davud kral oldu (M.Ö. 1010-970). Yahudilere göre Davud, peygamber değil kraldır. Savaşçı ve stratejist özellikleriyle öne çıkan Kral Davud, bağlı bulunduğu güneydeki Yahuda ile kuzeydeki İsrail bölgelerine ait kabileleri tek bir merkez etrafında toplamak amacıyla stratejik konuma sahip bulunan Kudüs’ü fethedip krallığın merkezi yapmıştır. Kudüs’te krallık sarayı inşa eden kral Davud, Tanrı için de büyük bir mabet inşa etmek istemiş fakat bu işin oğlu Süleyman’a nasip olacağı Tanrı tarafından bildirilerek, mabet yapımından vaz geçirilmiştir.

Kral Davud, Yahudi tarihi için önemli bir isimdir. Onun zamanında İsrailoğulları yerleşik hayata geçerek tek bir merkez etrafında toplanmış, askeri, siyasi ve idari teşkilatlanmasını tamamlayarak bir devlet olmuştur. İsrailoğulları Davud ve oğlu Süleyman zamanında en ihtişamlı dönemlerini yaşadıkları için sonraki dönemlerde hep Davud soyundan gelecek bir kurtarıcı kral (Mesih) özlemi çekmişlerdir.

Davud’un ölümünden sonra yerine oğlu Süleyman (Şilomo) kral oldu. Tanrının vaat ettiği gibi Süleyman, Kudüs’teki Moriah tepesine büyük mabedi inşa etti. Böylece Yahudi tarihinde I. Mabet Dönemi başlamış oldu. Bu mabede Yahudiler Kutsal Ev anlamında Bet-ha Mikdaş, Araplar ise Beytü’l-Makdis demektedirler ki İslâm tarihinde adı Mescid-i Aksa olarak bilinmektedir. Mabedin inşa edildiği ve yeni fetihlerle krallığın güçlendiği bu dönem, İsrail tarihinin altın çağı olarak kabul edilmektedir. Ancak kral Süleyman döneminde bile devletin hudutları Fırata kadar ulaşmamıştır. Kral Davud ve Kral Süleyman aynı zamanda Tanrının İsrailoğulları ile olan ahdini onların şahsında sonsuza kadar sürecek şekilde yenilediği ve soylarını kutsadığı iki önemli figürdür.

Kral Süleyman’ın ölümünden (M.Ö.930 veya 928) sonra krallık, Kuzey (İsrail) ve Güney (Yahuda) krallıkları şeklinde ikiye bölündü. Peygamberlerin tüm uyarılarına rağmen İsrailoğulları, çeşitli krallar döneminde politeist uygulamalara yöneldiler, özellikle İsrail krallığı putperestliğe yöneldi, Tevrat yasaklandı, putlara kurbanlar takdim edildi. Kuzeydeki İsrail Krallığı M.Ö.722’de Asurlular tarafından yıkıldı ve sonradan Yahudi geleneğinde “Kayıp on kabile” efsanesine dönüşecek şekilde, güneydeki Yahuda ve Bünyamin kabileleriyle Levililer dışındaki İsrail kabilelerinin varlığına son verildi.

Samiriler olarak bilinen grubun kökenleri de bu döneme dayandırılmaktadır. Yahudi Kutsal kitabının II. Krallar bölümünde yer alan bilgiye göre Tanrı, yoldan çıkan İsrail halkını cezalandırmak için onları Asurluların eline vermiş; Asur kralı II. Sargon, İsrail Krallığını ele geçirdikten sonra bölge halkını Asur’a sürmüş ve onların yerine buraya farklı bölgelerden getirilen yabancı grupları yerleştirmiştir. Başlangıçta kendi politeist uygulamalarını devam ettiren bu karışık topluluk, daha sonra Tanrı’nın üzerlerine vahşi hayvanlar salarak kendilerini cezalandırması karşısında İsrail dinine geçmiş ve fakat kendi eski inançlarını da gizlice sürdürmüşlerdir. Bu sebeple Yahudi geleneğinde kuzeydeki Samiriye (Şomron) bölgesiyle ilişkilendirilmek suretiyle Şomronim şeklinde isimlendirilen, Talmud’da ise Kuta bölgesinden gelenler manasında Kutim veya heretik manasında “minim” olarak adlandırılan Samiriler, korkudan din değiştiren ve bozuk inanca sahip bir grup sayılarak Yahudi dininden ve toplumundan dışlanmışlardır.

Bu Yahudi anlatımına karşılık Samiriler kendilerinin Yusuf’un iki oğlu olan Efraim ve Menase ile din adamı sınıfını oluşturan Levi soyundan geldiklerini ve Kuzey Krallığı yıkıldıktan sonra da çoğunluk itibariyle Filistin topraklarında yaşamaya devam ettiklerini iddia etmektedirler. Samiri tarihçilere göre Samiriler ile diğer İsrail kabileleri arasındaki ayrılık, toplanma çadırının ve ibadet merkezinin Kudüs’ün kuzeyindeki Gerizim dağından Şilo’ya aktarılması ve içlerinden bir grubun bu yeni ibadet yerini benimseyerek yanlış yola sapmasıyla başlamıştır. Kutsal mekan olarak Yeşu zamanında belirlenen Gerizim dağına bağlılıklarını devam ettirmek suretiyle doğru yolda kalan ve kendi Tevrat nüshalarına sahip olan bu grup, kendilerini asıl İsrail dininin “koruyucuları” manasında Şamerim (Şomerim) olarak isimlendirmişlerdir.

Kuzeydeki İsrail Krallığının yıkılmasından bir buçuk asır sonra, güneydeki Yahuda Krallığı da, tüm dini reform denemelerine rağmen, aynı akıbete uğramış ve Buhtunnasr (Nebukadnetsar) yönetimindeki Babilliler tarafından M.Ö.587’de yıkılmıştır. Buhtunnasr, Yahuda Krallığını yıkmış, Kudüs yakılıp yıkılmış, bu esnada Süleyman Mabedi de tahrip olmuş, böylece I. Mabet dönemi sona ermiştir. İsrail ve Yahuda krallıklarının Tanrı’yla yapılan ahitten uzaklaşmaları ve yabancı tanrılara ibadet etmeleri, sürgün peygamberleri tarafından her iki yıkımın da arkasındaki sebep olarak gösterilmiştir. Buhtunnasr tarafından Yahuda halkının, çoğunluğu alim ve elit kesimden oluşan büyük bir kısmı esir olarak Babil’e götürülmüş ve bu esaret hayatı 70 yıl sürmüştür. Peygamber Yeremya sürgünün 70 yıl süreceğini bildirmiş, M. Ö. 605’te Nebukadnetsar, Kudüs’ü ele geçirerek ilk esirleri, yedi yıl sonra da pek çok insanı Babil’e esir olarak götürmüş, on bir yıl sonra ise Kudüs’ü yıkmış, Mabedi yakmış ve geri kalanları da, yoksulları orada bırakarak, Babil’e götürmüştür.

Bu sürgün Yahudi tarihinin ilk büyük sürgünü ve en önemli hadiselerinden biridir. Art arda yaşanan bu yıkım ve sürgün tecrübesi, aynı zamanda on iki kabileden geri kalan Yehuda, Bünyamin ve Levi soyunun politeizmi bırakıp monoteist inanca dönmelerinde bir nevi dönüm noktası kabul edilmiştir.

Kur’an’da İsrailoğullarının tarihi ile ilgili çeşitli olaylara işaret vardır. İsra suresinde İsrailoğullarının iki defa bozgunculuk çıkaracakları ilkinde, üzerlerine güçlü kulların gönderildiği ve evleri arasında dolaşarak onları aradıkları, ikincisinde ise yine Mescide girecekleri ve ellerine geçirdikleri her şeyi tahrip edecekleri ifade edilmektedir (İsra 17/4-7). Bu ayetlerde Buhtunnasr’ın M.Ö. 587’de Kudüs’ü tahribi ile M.S.70’te Romalıların Kudüs’ü tahribi ve Mabedin ikinci kez yıkılmasının ima edildiği belirtilmektedir. 

M.Ö.538’de Perslerin Babil’i yenmesinin ardından Pers Kralı Koreş’in (Cyrus), sürgündeki Yahudilerin Filistin’e dönmelerine izin vermesiyle birlikte kutsal topraklara dönüş ve yeniden yapılanma süreci başlamıştır. Sürgünden dönen ilk grup tarafından temelleri atılan Mabedin inşası, Pers kralı Darius’un desteğiyle ve Zerubavel’in önderliğinde, sürgünden dönen ikinci grup tarafından tamamlanmıştır (M.Ö.520-515). Daha sonraki dönemde din alimi Ezra ve yönetici Nehemya’nın yürüttüğü yeniden yapılanma sürecinde mevcut Tevrat’ın son şeklini alması, Tevrat öğretisinin ve buna bağlı dini-sivil yapılanmanın hayata geçirilmesi sağlanmıştır (M.Ö.444-420). Söz konusu yapılanmanın başında da “ayrılıkçılar” olarak nitelendirilen Samirilerin, politeist inanca sahip oldukları gerekçesiyle Yahudi dininden ve toplumundan tamamen dışlanmaları ve Yehuda halkı arasında yaygınlaşan yabancılarla evlilik uygulamasına son verilmesi gelmektedir.

Yahudilik tarihinde ve geleneğinde önemli bir isim olan Ezra, bir peygamber değildir fakat peygamberden de öte bir konuma sahiptir. Yahudi din bilginlerine göre Hz. Musa önce gelmeseydi Tevrat, Ezra’ya verilecekti. Hikmet sahibi, bilgili bir kimse ve Tevrat’ın usta yazıcısı olarak tanınan Ezra, mabedin yeniden yapımına öncülük etmiş, Tevrat’ın yeniden yazılması ve Yahudi hayatındaki yerini alması onun sayesinde olmuştur. Ezra, Babilden geldikten sonra, İsrail topraklarında yaşayan Yahudiler arasında sözlü yorumu ile birlikte tamamen unutulan Tevrat’ı yeniden yazmıştır. Ezra, Tevrat’ı halkın huzuruna getirip okumuş, hükümlerini Yahudilere tek tek açıklamış ve hayat tarzı olarak benimsemelerini istemiştir. O Tevrat’ı haftalık okuma parçalarına bölmüş ve haftalık Tevrat okuma geleneğini oluşturmuştur.

Talmud’a göre Ezra, Tevrat’ın yazı karakterini değiştirmiş, bazı harfler üzerine noktalar koymuştur. Diğer taraftan başka bazı değişiklikler de yapmış, senenin başlangıç ayını değiştirmiş, Mısır’dan çıkışın anısını hatırlatan Nisan yerine Babilden çıkışın anısını hatırlatan Tişri ayını, senenin ilk ayı olarak kabul etmiştir. Ayrıca Yahudilerin yabancılarla evlenmesini yasaklamış, evlenenlerin derhal boşanmalarını istemiştir.

Babil Esaretinin sona ermesi ve ikinci Mabedin inşasından, bu mabedin Romalılar tarafından yıkılmasına kadar (M.S.70) geçen dönem ikinci Mabet dönemi olarak adlandırılmaktadır. İkinci Mabet döneminde Yahudiler önce Perslerin (M.Ö.538-332), sonra Büyük İskender’in (M.Ö.332-323), daha sonra Mısır-Helen devletinin yöneticisi olan Ptoleme sülalesinin (M.Ö.320-200), daha sonra ise Grek Slevkitlerin hakimiyetine geçmiştir (M.Ö.200-142). Bu dönemde Antiochus IV tarafından Mabed’e Yunan ilahlarının heykellerinin konması ve Yahudilerin bu ilahlara tapmaya zorlanması üzerine (170), 166 yılında Judah Maccabee isyanı başlamış, 142 yılında Haşmonai hanedanı ve bağımsızlık elde edilmiş ve bu bağımsızlık M.Ö. 63 yılında general Pompey’in bölgeye müdahale edip yönetimi devralmasıyla sona ermiş ve bölgede Roma dönemi (M.Ö.63-M.S.637) başlamıştır.

Mısır ve Suriye merkezli Grek yönetimi döneminde başta Mısır, Ege ve Akdeniz havzası olmak üzere yeni fethedilen bölgelere çok sayıda Yahudinin yerleştirilmesiyle birlikte, ana dilleri Grekçe olup Helenistik öğretinin etkisinde gelişen diyaspora Yahudiliği ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Mısır Yahudi cemaati için Tevrat, Grekçe’ye çevrilmiş, bu çeviri yetmiş kişi tarafından yapıldığı için “Yetmişler Çevirisi” denilmiştir (Septuagint- M.Ö. III. yy). II. Mabet döneminin bir diğer özelliği ise M.Ö. I. Yüzyılın başlarında mevcudiyetleri kesin olarak bilinen Filistin’deki üç büyük Yahudi mezhebinin ya da grubunun tarih sahnesine çıkmasıdır ki bunlar Ferisiler, Sadukiler ve Essenilerdir. Ayrıca miladi ilk yüzyılın ortalarında ortaya çıkan ve Zelot adı verilen devrimci fanatikler de bulunmaktadır. Bu gruplardan Ferisilerin, Rabbani Yahudiliğin oluşumunda önemli tesiri olmuştur.

M.S. 66 yılında Yahudiler, Romalılara karşı ayaklandılar ve 70 yılında bu ayaklanma çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu arada Kudüs tahrib edildiği gibi Mabet de ikinci kez yıkıldı. İkinci Mabedin yıkılması tıpkı ilkinde olduğu gibi İsrail tarihinde önemli bir dönüm noktası, bir devrin sonudur. Bu olay aynı zamanda ikibin yıla yakın sürecek uzun bir esaret, kovulma ve diyaspora döneminin başlangıcıdır. Bu tarihten itibaren İsrailliler bağımsızlıklarını bir daha elde edemediler. Bu dönemde Filistin’de yaşayan Yahudilerin büyük bölümü ya savaşta öldü ya da sürüldü. İslâm’ın geldiği dönemde Medine’de yaşayan üç büyük Yahudi kabilesi olan Benu Kureyza, Benu Kaynuka ve Benu Nadir’in, bir rivayete göre, bu olay üzerine Medine’ye geldikleri kabul edilmektedir.

Yahudilerin, Roma’ya karşı başlattıkları ve dört yıl süren ayaklanma ve savaş sonrasında, artık mabet de yıkılınca Yahudiler yeniden örgütlenme yoluna gittiler. Bağımsız devletleri olmayınca, Mabet de yıkılınca bütün mesailerini Kutsal kitap üzerinde yoğunlaştırdılar. Kudüs’ün muhasarası sırasında şehirde bulunan, Romalıların zaferi kesinleşince kenti terketmek zorunda kalan Yohanan ben Zakay, Yavne kentinde, Yahudi toplumunun işlerini görecek ve kutsal kitap çalışmaları yapacak bir Sanhedrin kurdu. Daha sonra Yahudi toplumunun başına geçen Raban Gamliel döneminde Yahudilerle ilgili kısıtlayıcı ve aşağılayıcı yasalar iptal edildi. Raban Gamliel döneminde Yavne’de önemli kararlar alındı. Bir Yahudinin hangi şartlar altında dinî kuralları ihlal edebileceği belirlendi.

Roma İmparatoru Hadrianus sünneti yasak edince Yahudiler 132 yılında, aynı zamanda Mesih olduğunu da iddia eden Şimon Bar Kohba liderliğinde ayaklandılar. Önceleri zafer kazanılmış, Kudüs dahil pek çok yer ele geçirilmişse de sonunda Roma galip geldi, ayaklanmayı bastırdı (135).

M.S. III. yüzyıl başlarında Yahuda ha-Nasi tarafından, Şifahi Tora’nın Mişna adı altında derlenip yazıya geçirilmesi ile VII. yüzyıl başlarına kadar süren Talmud literatürünün oluşturulması arasındaki döneme Talmud dönemi denilmektedir ve bu, Filistin Yahudiliğinin yanı sıra Irak merkezli Babil Yahudiliğinin ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemde Yahudi dininin merkezine İkinci Mabet dönemine damgasını vuran Mabed, kurban ibadeti ve kohen sınıfı yerine Tevrat, sinagog ibadeti ve rabbi olarak isimlendirilen din alimleri yerleşmiştir. Din alimleri sınıfının sahip olduğu otoriteden dolayı Rabbani (Rabbinik) dönem olarak da adlandırılan bu dönemde küçük bir Yahudi mezhebi olarak doğan Hıristiyanlık da Bizans devletinin resmi dini ve Yahudiliğe rakip gelenek haline gelmiştir.

Gerek Filistin gerekse Babil Yahudi cemaatlerine mensup ikinci nesil rabbilerin (amoraim) Mişna metinleri üzerine yaptıkları yorumların yazıya geçirilmesi suretiyle iki ayrı Talmud külliyatı ortaya çıkmıştır. Filistin’deki Yahudi din akademilerinin IV. yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyan yönetimi tarafından kapatılması neticesinde Filistin Talmudu tamamlanamadan derlenmek zorunda kalmış, buna karşılık varlığını XI. yüzyıla kadar sürdürmeye devam eden Babil Yahudi din akademileri, VI. yüzyılda daha kapsamlı bir eser olan Babil Talmudunu ortaya çıkarmıştır.

Pagan Roma, ayaklanmaları sebebiyle Yahudilere karşıydı ve onları Kudüs başta olmak üzere kutsal topraklardan kovmuştu. Hıristiyanlığın devlet dini olmasından sonra Bizansta Yahudilere karşı durum sertleşti ve Hıristiyan olmaya zorlandılar. Bu dönemlerde Yahudiler Kudüs’e sadece Ab ayının dokuzunda girebiliyor ve ağlama duvarında dua edebiliyorlardı. İmparator Justinianus döneminde (527-565) Yahudi aleyhtarlığı daha da arttı.

614’te Persler Bizansı yenerek Kudüs’e girdi ve bu savaşta Yahudiler, Perslerin yanında yer aldı. Persler bir süre Kudüs’ü Yahudilere bıraktılar (614-617) fakat daha sonra bundan vaz geçtiler. 629’da Kudüs tekrar Bizansın eline geçti ve kilisenin baskısıyla Yahudiler, Kudüs’ten atıldılar. Yahudilere karşı Bizansın uyguladığı bu zulüm, Müslümanların Kudüs’ü fethine kadar devam etti. 637’de Hz. Ömer Kudüs’ü fethetti ve Filistin bölgesi Müslüman hakimiyetine geçti. Bu dönemde Yahudiler serbestçe kutsal mekanlara gelmeye başladılar.

İslâm’ın gelişini takiben, Medine döneminden itibaren Yahudiler’le ilişkiler başlamış, ilk dönemlerdeki ilişkler olumsuz olmasına karşılık daha sonra İslâm’ın yayıldığı topraklarda Yahudiler, daha önceki dönemlerde bulamadıkları özgürlük ve huzur ortamını elde etmişler, Suriye, Mısır ve Filistin toprakları ile bugünkü Irak bölgesinde, dini ve sosyo-kültürel açıdan organize olabilmişlerdir. Ortak vahiy geleneği ve coğrafi-kültürel yakınlığın sonucu olarak Yahudi ve Müslüman toplumlar karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişlerdir. Müslüman tesirinin ilk sonuçlarından biri, Talmud literatürü ve rabbilerin otoritesi üzerine kurulu Rabbani Yahudiliğe alternatif olarak Karai Yahudiliğin ortaya çıkmasıdır. Karailer olarak isimlendirilen bu grubun sözlü Tevrat’ı ve Rabbani otoriteyi reddetmek suretiyle Tevrat’a dönüş hareketinin öncülüğünü yapmalarında İslâm’ın da etkisinin olduğu ileri sürülmektedir.

Emevi ve Abbasilerden sonra bölge, 969’da Fatımilerin eline geçti. 1099’taki ikinci Haçlı seferinde Kudüs Haçlıların eline geçti ve korkunç bir Yahudi ve Müslüman katliamı yapıldı. 1187’de Salahaddin Eyyübi, Kudüs’ü haçlılardan geri aldı ve bölgeden uzaklaşan Yahudileri geri dönmeye çağırdı. Eyyübiler ve Memluk yönetiminde Yahudiler Filistin’e döndüler. Filistin 1291-1516 döneminde Memluk hakimiyetinde kaldı.

Yine bu dönemde Hıristiyan Avrupa ve İslâm medeniyetlerinin etkisiyle, değişik sosyal yapılanma ve dini gelişim geçiren Rabbani Yahudilik içerisinde Sefarad ve Aşkenaz gruplaşması ortaya çıkmıştır. Temel dini farklılıklardan ziyade; sosyal yapılanma, kültürel adet ve uygulamalar, dua geleneği ve İbranicenin telaffuz şeklinde kendini gösteren bu farklılaşma günümüze kadar devam etmiştir. Daha ziyade Filistin geleneği üzerine temellenen ve Roma yoluyla Orta Avrupa’ya geçen Aşkenaz yapılanmasına karşılık İspanya-Portekiz ve Kuzey Afrika kökenli Yahudilerden oluşan Sefarad yapılanması Babil Yahudiliğinin devamı olarak görülmüştür. Sefarad Yahudiler (Sefardim) çoğunlukla Müslüman coğrafyada, rahat bir ortamda yaşadıkları için, Hıristiyan ortaçağında Kilise baskısına maruz kalan Aşkenaz Yahudilerden (Aşkenazim) daha ileri seviyede bulunuyor, hatta yönetimde önemli mevkilerde görev yapıyorlardı. Bunun en güzel örneği Endülüs İspanyasıdır. Diğer taraftan ilmi ve dini alanda Yahudiler için referans kaynağı olan İbn Meymun, Saadya Gaon, İbn Gabirol, İbn Ezra ve Yehuda Halevi gibi önemli ortaçağ alimleri Sefarad Yahudi cemaati içinden çıkmıştır.

Aynı dönemde Yahudilerin Hıristiyan Avrupa yönetiminde yaşadıkları tecrübe ve Hıristiyanlarla ilişkileri oldukça çalkantılı ve sıkıntılı olmuştur. Kilise babaları tarafından İsa Mesih’in ölümünden sorumlu tutulan Yahudiler, İsa Mesih’e ve Hıristiyanlara düşmanlıkta bulunmakla suçlanmış, tanrı katili olarak nitelendirilmişlerdir. Konstantinin Hıristiyanlığı benimsemesiyle birlikte, daha önce elde ettikleri haklardan mahrum kalmışlar, sıklıkla kısıtlama ve baskılara maruz bırakılmış, yaşadıkları ülkelerden kovulmuş ve toplu katliamlara uğramışlardır.

Bu dönemde Yahudiler 1290’da İngiltere’den, 1322 ve 1394’te Fransa’dan, 1421’de Avusturya’dan, 1424’te Köln’den, 1470’te Bavyera’dan, 1483’te Varşova’dan, 1492’de İspanya’dan, 1493’te Sicilya’dan, 1497’de Portekiz’den kovuldular ve Osmanlı, kovulan Yahudilere kucak açtı, onları himaye etti ve Osmanlı topraklarına yerleştirdi.

1516’da Filistin Osmanlı hakimiyetine girdi ve Osmanlının yükselme devri, İsrail için de altın devir oldu. 1516-1917 Filistin’de Osmanlı dönemidir. Osmanlı döneminde Yahudiler, daha önce görülmemiş bir serbesti ortamında yaşamışlardır. Yahudiler devlet kademelerinde üst düzeylere yükselme imkanı sağlamanın yanında bankacılık ve ticaret alanlarında önemli rol oynamış, basımevi kurmuşlardır. Ortaçağ sonrasında hem Osmanlı hem de Avrupa Yahudilerini etkileyen ve etkisi günümüze kadar devam eden iki önemli hadise vuku bulmuştur. Bunlardan ilki bir Osmanlı Yahudisi olan Sabatay Sevi’nin Mesihlik iddiasıyla kitleleri peşinden sürüklemesi, diğeri ise bundan bir asır sonra Rabbani Yahudiliğe alternatif olarak ortaya çıkan mistik karakterli Hasidilik hareketidir.

1665’te Sabatay Sevi, Mesih iddiasıyla ortaya çıkıp kitleleri peşinden sürüklemiş ancak devletin müdahalesiyle isyan bastırılmıştır. Sabatay Sevi Müslüman olmuş ve böylece Sabataycılık hareketi ortaya çıkmıştır.

1897’de I. Siyonist Kongresi toplandı ve Theodor Herzl başkan seçildi. Bu kongrede siyonizmin programı “Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını sağlamak” olarak açıklandı. Avrupa milliyetçiliğinin bir ürünü olan antisemitizm hareketi sonucunda 1882-1903 yılları içinde Filistin’e ilk önemli Yahudi göçü gerçekleştirildi. Filistin’e ikinci önemli Yahudi göçü ise 1905-1914 yılları arasında vuku buldu. 1909’da Yafa’nın kuzeyinde Tel Aviv yepyeni bir Yahudi şehri olarak ortaya çıktı. 1917’de Filistin, İngiliz hakimiyetine geçti. 1948’de Filistin’de İsrail Devleti kuruldu. 1967’de Kudüs’ün doğu kesimi de İsrail’in eline geçti.

Bugün İsrail’deki Yahudi toplumu etnik açıdan Aşkenazim, Sefardim, Mizrahim ve Etiyopya Yahudilerinden oluşmaktadır. Aşkenazim, Siyonizmin öncülüğünü yapan ilk göçmenlerin ve İsrail devletinin kurucularının da mensup olduğu Doğu ve Orta Avrupa kökenli Aşkenaz gruplar ile diğer ülkelerden gelen çeşitli grupları içermektedir. Aşkenazim; sosyal, ekonomik ve siyasi statü açısından İsrail toplumunun en tepesinde yer alır. İspanya kökenli Akdeniz ve kuzey Afrika Yahudilerinden oluşan ve Aşkenazimden daha aşağı statüye sahip bulunan Sefardim ise genellikle Müslüman-Arap ülkelerinden gelen ve Mizrahim olarak isimlendirilen Asya ve Afrika kökenli Yahudileri de içine alacak şekilde bir grup oluşturmaktadır.

Dini yapılanma noktasında, seküler Siyonist hükümet ile Ortodoks gruplar arasında oluşturulan statüko gereği İsrail devleti, resmi Yahudilik anlayışı manasında yalnızca Ortodoks öğretiyi kabul etmektedir.


 

KUTSAL KİTAPLAR


Yahudiliğin kutsal kitabı, Türkçe’de Eski Ahit diye bilinen ve Yahudilerin TANAH adını verdikleri kutsal metinlerdir. TANAH, üç temel bölümden oluşan Yahudi Kutsal Kitabının her bir bölümünün adının ilk harflerini bir araya getirmek suretiyle oluşturulmuş bir uydurma isimdir. Tanah; Tora (Tevrat), Nevim (Peygamberler) ve Ketuvim (Kitaplar) bölümlerinden oluşmaktadır.

Tevrat, en dar anlamıyla Yahudi Kutsal Kitabının ilk bölümünü oluşturmaktadır ve geleneksel Yahudi inancında Musa peygambere doğrudan Tanrı tarafından verildiğine inanılan Tevrat, Tanrı sözü ve vahyin en mükemmel biçimi, dolayısıyla Yahudi Kutsal Kitap literatürü içindeki en önemli bölüm kabul edilmektedir. Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki ahdin belgesi ve teminatı durumundaki Tevrat’ın, dünya yaratılmadan önce mevcut olduğu ve kainatın yaratılışına rehberlik ettiği, tabiattaki her şeyin kendisine dayandığı kabul edilmektedir.

Kelime olarak “öğreti”,”hüküm”, “yasa/şeriat” gibi manalar taşıyan Tevrat (Tora) terimi, geniş anlamıyla Musa peygambere Sina dağında Tanrı tarafından verildiği kabul edilen tüm yazılı ve sözlü öğretileri (Tevrat ve Talmud), Eski Ahit olarak bilinen yazılı Yahudi kutsal kitap literatürünün tamamını (Tanah) ve tüm Yahudi hukukunu ifade etmek için de kullanılmaktadır. Yahudi inancına göre Hz. Musa’ya Sina’da biri sözlü diğeri yazılı olmak üzere iki ayrı Tevrat verilmiştir ve Tevrat kitabı, genellikle tüm Tanah literatürünü de kapsayacak şekilde “Yazılı Tevrat”, Yazılı Tevrat’ın yorumu mahiyetindeki Talmud ise “sözlü Tevrat” olarak isimlendirilmektedir. Yahudi inancına göre Tanrı, Musa peygambere yazılı Tevrat’ın yorumunu şifahi olarak aktarmış ve bu Tevrat aynı şekilde sözlü olarak nesilden nesile aktarıldıktan sonra, miladi III. yüzyılın başlarından itibaren yazıya geçirilmiştir.

Yazılı Tevrat tabiri geniş anlamıyla Musa’ya verilen beş kitabın (Tora) yanı sıra Peygamberler (Nevim) ve Kutsal Yazılar (Ketuvim) denilen literatürü de içine alan Eski Ahid’in tamamı için kullanılmaktadır. Tanah’ın dili, içindeki üç pasaj hariç, İbranicedir. Yahudi inancına göre Tanah, üç temel bölüm ve toplam yirmi dört kitaptan oluşmaktadır. Birinci temel bölüm olan Tevrat, kendi içinde Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye alt bölümlerinden oluşmaktadır. Peygamberler (Nevim): Yeşu, Hakimler, Samuel (I-II), Krallar (I-II), İşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Ovadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekarya ve Malaki bölümlerinden oluşmaktadır. Kutsal Yazılar (Ketuvim): Mezmurlar, Meseller, Eyub, Neşideler Neşidesi, Rut, Mersiyeler, Vaiz, Ester, Daniel, Ezra-Nehemya, Tarihler (I-II) bölümlerinden oluşmaktadır.

Beş kitaptan oluşan ve Tanah’ın en kutsal bölümü kabul edilen Tevrat, dünyanın başlangıcından Musa’nın ölümüne kadar geçen döneme ait tarihi-kronolojik bilgilerle Musa öğretisini oluşturan dini, hukuki ve etik hükümleri ihtiva etmektedir. Tevrat’ın esas vurgusu Tanrı’nın kavmi olan İsrailoğullarının Musa peygamberin rehberliğinde eğitilmeleri üzerinedir. Yahudi öğretisinin çekirdeği kabul edilen “On Emir” (Çıkış 20/2-17), Tanrı’yla İsrailoğulları arasında cereyan eden ahitleşme hadisesini ve ilgili hükümleri ihtiva eden “Ahit kitabı” (Çıkış 20/22-24/11) ve Yahudilerin uyması gereken kuralları özetleyen “Kutsallık kanunu” (Levililer 17-26) Tevrat’ın önemli kısımlarındandır.

Sekiz kitaptan oluşan “Peygamberler” bölümü, İsrailoğulları’nın kutsal topraklara girişinden İkinci Mabedin inşasına kadarki altı asırlık dönemle ilgili tarihi ve dini-etik bilgiler içermektedir. Musa’dan sonra gelen İsrail peygamberlerine atfedilen bu kitaplar, “Önceki Peygamberler” ve “Sonraki Peygamberler” olmak üzere iki gruptan oluşmaktadır. “Önceki Peygamberler” kısmında peygamber Yeşu önderliğinde Kenan diyarına yerleşme, kutsal toprakların on iki kabile arasında taksimi, Hakimler dönemi, Saul, Davud ve Süleyman’ın krallıkları, Kudüs’ün ve Mabedin inşası ile Kuzey (İsrail) ve Güney (Yahuda) krallıklarıyla ilgili bilgiler yer almaktadır. “Son Peygamberler” bölümü ise iki krallığın yıkılmasını, Babil sürgünü ve sürgünden dönüş hadiselerini, peygamberlerin İsrail halkını uyarılarını ihtiva etmektedir. Peygamberler, İsrailoğullarının başına gelenlerin, Tanrı’nın sözünü yerine getirmemelerinden kaynaklandığını dolayısıyla Tanrı’ya dönmek gerektiğini vurgulamaktadırlar.

Kutsal Yazılar ise farklı dönemlere ait tarihi, felsefi ve edebi karakterdeki on bir kitaptan meydana gelmektedir. Bu kitaplardan bir kısmı tarihi türdedir, bir kısmı ise hikmet kitapları olarak bilinmektedir. Bazıları da Yahudi bayramlarında okunmaktadır. Büyük bir kısmı Hz. Davud’a atfedilen Mezmurlardır ki, Tanrı’ya yakarış şeklinde manzum metinlerdir.

Rabbani geleneğe göre Tevrat’ın beş kitabı ve Eyup kitabı Musa peygamber tarafından, Yeşu kitabı ve Tesniye’nin son sekiz pasajı Yeşu peygamber tarafından; Samuel, Hakimler ve Rut kitapları Samuel peygamber tarafından; Mezmurlar Davud tarafından; Yeremya, Krallar ve Mersiyeler Yeremya peygamber tarafından yazılmış; İşaya, Meseller, Neşideler Neşidesi ve Vaiz kitapları kral Hizkiya tarafından; Ezra, Nehemya ve Tarihlerin büyük bölümü yazıcı Ezra tarafından; Hezekiel, On İki peygamber, Daniel ve Ester kitapları da Büyük Meclis üyeleri tarafından yazıya geçirilmiştir.

Bilimsel araştırmalar Tevrat’ın ancak Babil sürgünü sonrasında kutsal metin manasında son şeklini aldığını, Peygamberler başlığı altındaki tüm kitapların kanona dahil edilmelerinin Pers yönetiminin sonlarına doğru (M.Ö.323) olduğunu, geri kalan kitaplarla ilgili kanonlaşma sürecinin miladi I.asrın sonlarında, 90-100 yıllarında toplanan Yavne sinodunda tamamlandığını ileri sürmektedirler.

Ortodoks Yahudi inancına göre Tanrının sözü dolayısıyla vahyin en yüksek biçimi kabul edilen Tevrat, Tanrı tarafından Musa peygambere yazdırılmış ve bizzat Musa tarafından yazıya geçirilerek bugüne kadar, orijinal şekliyle gelmiştir. Vahiy sıralamasında ikinci sırada yer alan Peygamber kitapları, Tanrının doğrudan değil de rüya veya müşahede (vizyon) kanalıyla çeşitli peygamberlere vahyi olarak görülürken, üçüncü dereceden vahiy niteliği taşıyan diğer yazılar ise ilahi ilhama dayandırılmıştır. Geleneğe göre Musa peygamber ölmeden önce Tevrat’ın on üç ayrı nüshasını yazıp on ikisini birer kabileye, kalan son nüshayı da Ahit Sandığında muhafaza edilmek üzere kohenlere vermiştir. Daha sonraki dönemlerde bu asıl nüsha, gündelik kullanım için çoğaltılmış ve bu çoğaltma esnasında, bilerek veya bilmeden çeşitli değişiklikler, yanlış okumadan kaynaklanan değişiklikler, açıklamaların asıl metne girmesi sebebiyle bazı ilave veya eksiltmeler olmuştur. Hz. Süleyman sonrasının krallıklarında, özellikle de İsrail krallığında Tevrat yasaklanmış, metne müdahaleler yapılmıştır. Babil Sürgünü sırasında çoğu din bilgini öldürülmüş ve Tevrat nüshaları imha edilmiştir. Sürgün sonrasında Ezra, bugünkü Tevrat’a da (Masoretik metin) örneklik teşkil eden standart metni oluşturmuş, bu metin daha sonra Büyük Meclis üyeleri tarafından çoğaltılmıştır.

Ortodoks dışı Yahudi mezhepleri arasında Tevrat’ın otantikliği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Reformist, Muhafazakâr, Liberal ve Yeniden Yapılanmacı Yahudiler, Tevrat’ta birtakım değişikliklerin olduğunu kabul etmiştir. Hatta geleneksel Ortodoks Yahudiler arasında da Tevrat’ı eleştiren yorumcular olmuştur. Batıda XVII. yüzyıldan itibaren yapılan kutsal metin tenkidi çalışmaları bu konuda, kutsal metinlerin otantikliği inancını sarsıcı teoriler öne sürmüşlerdir.

Kendisi de bir Yahudi olan Baruch Spinoza, Tractatus Theologico-Politicus adlı eserinde, Tevrat’taki bazı ifadelerden hareketle, en azından bu ifadelerin Musa’ya ait olamayacağını ve daha sonradan yazılıp kitaba ilave edildiğini ileri sürmüştür. Spinoza’dan etkilenen Richard Simon ise Histoire critique du vieux testament adlı eserinde Tevrat’ı oluşturan beş kitabın farklı üslup taşıdığını, aralarında birçok farklılık ve çelişkiler bulunduğunu dolayısıyla Tevrat’ın yazarının Musa olmadığını ileri sürmüştür. R. Simon’dan sonra Jean Astruc, 1753’te Eski Ahit’in Tenkidi konusunda bir çalışma yayınlamış (Conjectures sur la Genese) ve Tevrat’ın, değişik dokümanlardan derlendiğini öne sürmüştür. Daha sonra Geddes, Kuenen, Ilgen gibi araştırmacılarca devam ettirilen Kitab-ı Mukaddes çalışmaları J. Wellhausen tarafından geliştirilerek dört kaynak teorisi ileri sürülmüştür

“Dört kaynak teorisi”, bugünkü Tevrat’ın, dört farklı zamanda dört ayrı kişi veya grup tarafından kaleme alınmış metinlerin, M. Ö. IV. yüzyılda bir araya getirilmiş olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre Tevrat, konolojik sıra itibarıyla Yahvist, Elohist, Deuteronomist ve Ruhban metinlerinden meydana gelmiştir. Yahvist metin M.Ö. X. Yüzyılda kaleme alınmıştır ve Tevrat içindeki en eski metindir. Tanrı adı olarak Yahve kullanılmakta ve bu metinlerde İsrail’in seçilmişliğine vurgu yapılmaktadır. Elohist metin M.Ö. VIII. Yüzyılda yazılmıştır. Tanrı adı olarak Elohim kelimesi kullanılmakta ve daha çok Mabed ile ibadet üzerinde durulmaktadır. Deuteronomist metin ise bugünkü Tevrat’ta yer alan Tesniye bölümünü ve diğer bazı bölüm ve redaksiyonları teşkil etmektedir ve genelde M.Ö. 622’lerde oluşturulduğu kabul edilmektedir. Ruhban metni ise M.Ö. V. yüzyılda Ezra yönetimindeki Yazıcıların (Soferim) Tevrat üzerinde yaptıkları çalışmaları içermektedir. Dört kaynak teorisine göre Tevrat, bugünkü şeklini M.Ö. IV. asırda almıştır.

Papa IX. Pius (1846-1878) Kutsal Kitap kritikçiliği ile ilgili çalışmaları yasaklamış, Kutsal Kitaba hiçbir hata ve şüphenin girmediğini ilan etmiş fakat papa XIII. Leo (1878-1903) Kitab-ı Mukaddes komisyonu kurdurmuştur. Komisyonun başlıca görevi, XIX. asırda ortaya atılan, Kutsal Kitapla ilgili meselelere cevap getirmekti. Papa XII. Pius, 1943’te yayınladığı “Divino Afflante Spiritu” adlı bildirisiyle Kutsal Kitap üzerindeki kritik çalışmaların daha serbest yapılmasına müsaade etmiştir. Bu komisyonun 1948 tarihli kararında, Tevrat’la ilgili önceki hükümler düzeltilmiş ve doküman teorisi kabul edilmiştir.

Tanah’ın en eski ve tam yazma nüshası olan Masoretik metin, Ben Aşer ve Ben Naftali aileleri tarafından, IX. yüzyılda, mevcut nüshalar incelenerek hazırlanmış standart nüsha olup iki ayrı kodeks (Leningrad ve Halep kodeksleri) halinde muhafaza edilmiştir. Diğer taraftan M.Ö. II - M.S. I. asırlara ait oldukları tahmin edilen Ölüdeniz yazmaları Tanah’ın kitaplarının tam veya eksik metinlerini ihtiva etmektedir.

Tanah, İbranice’dir ve pek çok dile çevrilmiştir. En eski tercümesi, M. Ö. III. yüzyılda Grekçe’ye yapılan tercümedir. İlk safhada yetmiş kişi tarafından Tevrat tercüme edilmiş, bu sebeple tercümeye Septuagint (Yetmişler-LXX) denilmiş, Tanah’ın diğer kitapları ise daha sonraki bir tarihte (180) çevrilmiştir. Hıristiyanlık bu Grekçe tercümeyi esas almıştır. Tevrat’ın bu grekçe tercümesiyle Masoretik metin ve Samirice Tevrat arasında farklılıklar mevcuttur. Tevrat’ın diğer önemli tercümeleri Targum diye isimlendirilen Aramice metinler, Süryanice çeviri olan Peşitta, Vetus Latina ve diğer tercümelerdir.

Sözlü Tevrat, Musa’dan itbaren nesiller boyunca, yazıya geçirilmeksizin şifahi olarak aktarıldıktan sonra, miladi 200’lü yılların başlarında Yahuda-ha-Nasi tarafından derlenen Mişna ile Mişna’nın yorumu ve açıklaması mahiyetindeki biri Filistin, diğeri ise Babil’de III-VI. asırlar arasında hazırlanan iki ayrı Talmudu (Kudüs ve Babil talmudları) ifade etmektedir. Geleneğe göre Musa peygamber Tanrıdan aldığı sözlü öğretiyi Yeşu’ya aktarmış, Yeşu’dan sonra İsrail’in ileri gelenleri, peygamberler ve Büyük Meclis üyeleri yoluyla ilk dönem Yahudi din alimlerine (tannaim) intikal eden öğreti, miladi III. yüzyılın başlarında Yehuda ha-Nasi isimli büyük Yahudi din alimi tarafından derlenmiştir. İkinci nesil din alimleri (amoraim) ise Mişna olarak isimlendirilen yazıya geçirilmiş bu sözlü geleneğin yorumunu (Gemara) yapmış ve bu yorumlar daha sonra Mişna’yı da ihtiva edecek şekilde Talmud adıyla derlenmiştir.

Mişna, Tevrat’ta genellikle dağınık halde yer alan hükümlerin yanı sıra, bu hükümlere yönelik ilave açıklamaların sistematik olarak ele alındığı bir nevi şeriat kitabı niteliğindedir. Dili İbranice’dir ve altı bölümden oluşmaktadır: Zeraim (zirai uygulamalar), Moed (bayramlar), Naşim (kadınlar, nikah ve evlilik), Nezikin (sivil ve cezai hükümler), Kodaşim (Mabedle ilgili uygulamalar) ve Tohorot (Ritüel temizlik). Gemara ise Mişna da özet biçiminde ele alınan ve kimi zaman kapalı kalan hükümlerin açıklanmasıdır. Gemara’da, Mişna açıklamalarının yanı sıra Mişna dışında kalan ve Mişna Apokrifası olarak da isimlendirilen hukuki metinleri ve amoraim denilen ikinci nesil din alimleri tarafından bu metinlere yapılan yorumları içermektedir. Büyük kısmı Aramice yazılmış olan Gemara ile Mişna’nın birleşiminden oluşan geniş hacimli literatür ise Talmud olarak isimlendirilmiştir. Mişna üzerine yorum ve açıklamalar hem Filistin hem de Babilonya’da yapıldığı için Kudüs ve Babil adını taşıyan iki ayrı Talmud vardır.

Babil Talmudu, Babil bölgesi rabbileri tarafından oluşturulmuştur ve diğerine göre daha muteberdir zira Filistin’deki din akademilerinin, IV. yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyan yönetimi tarafından kapatılması neticesinde, Filistin Talmudu tamamlanamadan derlenmek zorunda kalınmıştır. Buna karşı Babil din akademilerine mensup rabbilerin ilk Talmud’dan iki yüzyıl sonra tamamladıkları Babil Talmudu eksiksiz ve daha hacimlidir.

Yahudi kutsal kitabıyla ilgili olarak Kur’an’da da bilgiler vardır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’ya sahifeler (en-Necm 53/36; el- A’la 87/19), elvah/tabletler (el-Araf 7/145, 150) ve kitap (el-Bakara 2/53, 87; el-En’am 6/91, 154; Hud 11/17, 110) verildiği bildirilmektedir. Kur’an’da Musa’ya Tevrat’ın verildiği belirtilmemekle birlikte, Tevrat’ın Allah katından indirildiği, onda hidayet ve nur bulunduğu, Allah’ın emrine boyun eğen peygamberlerin, Yahudilere onunla hüküm verdikleri (el-Maide 5/44) belirtilmektedir. Müslüman alimler, Musa’ya verildiği bildirilen kitabın Tevrat olduğuna kanidirler. Yine Kur’an’da, Hz. Davud’a Zebur verildiği (en-Nisa 4/163; el-İsra 17/55; el-Enbiya 21/105) belirtilmekte, Davud’a verildiği bildirilen Zebur’un, Tanah’taki Mezmurlar olabileceği ifade edilmektedir. Çünkü Kur’an’da, “Andolsun Zikirden sonra Zebur’da da. Yeryüzüne salih kulların varis olacağını yazmıştık” denilmektedir (Enbiya 21/105). Bugünkü Mezmurlarda (Mezmur 37/29) aynı ifade yer almaktadır. Diğer yandan Kur’an’da, kısas ve yiyeceklerle ilgili konularda olduğu gibi, Tevrat’ın içeriği ile ilgili bilgiler de vardır.

Kur’an’da Yahudilerin, Allah katından kendilerine verilen ilahi kitabı orijinal ve otantik şekliyle muhafaza edemedikleri, kitabın bazı hükümlerini unuttukları, bazılarını gizledikleri, farklı yorumlayarak anlam değiştirdikleri belirtilmektedir. Müslüman bilginlerden bazıları, yanlış yorumlama yoluyla sadece mananın çarpıtıldığına, bazıları da hem metnin hem de mananın çarpıtıldığına kanidirler. Batı dünyasında XVII. yüzyıldan itibaren yapılagelen Kitab-ı Mukaddes’e dair bilimsel eleştirel çalışmalar, Yahudi kutsal kitabında zaman içinde değişiklik ve düzenlemelerin olduğunu ortaya koymaktadır. Yahudilerin tarih içinde yaşadıkları göçlerin, yerleşik hayata geçmeden önceki çöl şartları ve vadedilmiş topraklara girme mücadelelerinin, savaşların, esaretlerin ve çeşitli olumsuz şartların, kutsal metinleri orijinal şekliyle koruyamamada etkisinin olduğunu göstermektedir. 

Kur’an, kendisinden önce gönderilen kutsal kitaplar olan Tevrat, Zebur ve İncil’i tasdik etmekte, onların ilahi vahiy olduğunu belirtmekte ve fakat Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanların, kendilerine verilen kutsal metinleri orijinal ve otantik şekilleriyle muhafaza edemediklerini, en azından yanlış yorumlarla gerçek manalarından çarpıtıldıklarını ifade etmektedir. Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarının zaman içerisinde bilerek ve isteyerek veya istemeden değişikliklere maruz kaldığı, ortada birbirinden farklı nüshaların bulunduğu, aynı kutsal kitap içinde tekrarların ve çelişkilerin olduğu Batı’daki Kitab-ı Mukaddes tenkidi çalışmalarınca ortaya konmuştur.



YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak