31 Ekim 2024 Perşembe

SANAYİ İNKILABI NIN AVRUPA ve DÜNYAYA ETKİSİ

 


Sanayi İnkılabının, dünyanın üretim atölyesine dönüşen İngiltere'den başlayarak; Amerika, Fransa, İtalya, Almanya, Hollanda ve Rusya'ya yayılması, öncelikle Batı dünyasının çehresini köklü bir biçimde değiştirmeye başladı. Sanayileşmenin sağladığı imkanlarla, Batılılar; iktisadi yönden güçlenen bir devlet düzenine, kendini yenileyen bir toplum yapısına, insan hayatını kolaylaştıran bilim ve teknik alanındaki gelişmelerin önünü açan bir eğitim sistemine sahip oldu. Asya, Afrika ve Amerika kıtasında; sömürgecilik ve ticaret yoluyla, dünyanın kalan bölümüne üstünlüklerini adım adım hissettirdiler.

Özellikle İngiltere'de yapımına ağırlık verilen asfaltlanmış yollar, ülke içi ulaşımında mesafeleri kısaltarak büyük kolaylıklar sağladı. Yağışlı havalarda da kullanılabilen bu yeni yollar, oldukça rahat ve dayanıklı nitelikteydi. 1860 yılında zemini sertleştirmek için buharlı silindir devreye sokuldu. Rıhtım ve liman inşaatlarına ağırlık verilmesi, taşıma ve ulaşım problemlerini azaltarak sanayinin hammadde ve pazar ihtiyaçlarının daha rahat karşılanabilmesini mümkün hale getirdi. Öte yandan Liverpool ile Manchester arasında düzenli olarak mal ve yolcu taşıyan ilk modern demiryolu servisi hizmete sokuldu. Göz kamaştıran çok katlı pamuk ipliği fabrikaları, demir konstrüksiyonlu yeni bina tekniğinin uygulandığı ilk fabrikalardı Birleşik Krallık, 1850 de okyanuslarda çalışan gemilerin ve dünyadaki demiryollarının yarısına sahipti. 

Sanayi İnkılabının getirdiği köklü değişikliklerin başında, hızlı nüfus artışı ve köyden kentlere göç yer almaktaydı. 1700'lerde Londra'nın nüfusu yaklaşık yarım milyondu. Bunun dışında, nüfusu 10.000den fazla sadece üç şehir bulunmaktaydı. 1800'lerde Londra'nın nüfusu bir milyonu da geçmişti. 1800 yılında 188 milyon olan Avrupa nüfusu; 1850 yılında 266 milyona, 1900 yılında ise 401 milyona yükseldi.

Sanayileşmenin sonucunda şehirleşme süratle arttı ve işletmelere yakın yerlerde kurulan yerleşim birimleri, yeni ve kalabalık kent toplumunu oluşturdu. Kapalı ve herkesin birbirini tanıdığı tarım toplumundan, sosyalleşmenin süratlendiği yeni ve denetimden uzak kozmopolit bir topluma geçildi. Sanayi öncesi şehirlerinde hakim olan kilise ve katedral kulelerinin yerini, artık duman tüten bacalarıyla fabrikalar aldı. Gelenekten gelen tarım toplumu ve köy hayatı, belirleyici ekonomik faaliyetler olmaktan çıktı. Oldukça kısa bir zaman dilimi -yaklaşık yüz elli yıl- içerisinde; köylü ve zanaatkar toplumlar, makine kullanan ve muhasebe kaydı tutan toplumlara dönüştü. Yeni kentler, genellikle demir ve kömür madenlerinin çıkarılıp işlendiği bölgelerde yoğunlaşmıştı. Avrupa'da maden kuşağı alanlarından en önemli olanları; Ruhr Vadisi, Saksonya ve Silezya'dır.

En erken endüstrileşmiş Belçika ve İngiltere gibi ülkelerde, 1939 nüfusu ile mil kareye 700 kişi düşmekteydi. Her nüfus sayımında, insanların artan bir yüzdeyle kentlerde yaşamaya başladığı görülüyordu. 1920 de kent nüfusu; Almanya'da % 60'a ulaşmış, İngiltere ve Galler'de ise % 80'i aşmıştı. Tarımla uğraşan nüfus, toplam ücretli işçilerin 1/3'ü veya 1/4'ü oranına gerilemişti. İngiltere’de bu oran 1/10'un da altına düşmüştü; buna karşılık maden ve imalat sektörlerinde çalışanlar, toplam nüfusun 1/5'ine, bazen de 2/5'ine ulaşıyordu. Çok sayıda serbest meslek erbabı ve görevlisi vardı. Öyle ki, XIX. yüzyılda endüstri kentleri yaklaşık 6-10 kat artmıştı. 

Sanayi İnkılabıyla oluşan ekonominin, sanayi öncesi ekonomiden ayrıldığı üç ana nokta bulunmaktadır. Bu farklılıklar; sınai ve sosyal yapıda, daha yüksek verimlilikte ve hayat standartlarını yükselten ekonomik büyüme hızlarında görülmektedir. Ayrıca hem Batı toplumlarında hem de Batılılaşan toplumlarda; teknolojik gelişme, hayati seviyede ehemmiyet verilen bir kural haline geldi.

Erken dönem sanayileşmenin etkili ve olumsuz sonuçları arasında, işçi sınıfının çalışma şartları ile insan onurunu ayaklar altına alan yoksulluk sayılabilir. Köy hayatının ve gelenekten gelen değerlerin etkisiyle oluşan toplum dayanışması, kalabalık şehirlerde yoktu. Biçare işsizler, ağır şartlarda çalışmak zorunda bırakılan işçiler, kent hizmetlerinin henüz istenilen ve gereken seviyede olmayışı; emekçi kitlelerin hak arama mücadelesini, işçi haklarını ve toplum çalkantılarını beraberinde getirdi. Çalışma saatleri, işçi hakları, grev gibi konular insanlığın gündeminde önemli yer işgal etmeye başladı. Sosyalizm düşüncesi, liberal ekonomik büyümenin paylaşma ve insani noktadaki zaaflarına karşı ciddi bir akım olarak gelişmeye başladı. Londra'nın East End kesimindeki gecekondu mahalleleri; görenlere yoksulluk, pislik, hastalık ve mahrumiyetten oluşan korkunç bir manzara sunuyordu. Genç bir Alman işadamı olan Friedrich Engels, 1844'te İngiltere’de «İşçi Sınıfının Durumu» adlı ses getiren bir kitap yazdı. Kitap, Manchester’daki yoksulların içinde bulunduğu dehşet verici şartları ortaya koyuyordu. Bunun ardından pek çok yazar benzer tezleri dile getirdi. Fransa’da yoksul Parislilere «tehlikeli sınıflar» adı verilmişti.


SANAYİ İNKILABI ve OSMANLI


Osmanlı Devleti'nde Tanzimat'la beraber (1839- 1876) sanayi alanında önemli sayılabilecek atılımların yapıldığı bilinmektedir. Osmanlı yöneticilerinin, topraklarını koruma adına, Batı Avrupa ülkeleriyle amansız bir rekabeti sürdürmeye çalıştığı bu süreçte; rakiplerinin esaslı atılımlarının farkında olarak Tanzimat aydınlarının da desteğiyle, toparlanma ve devlet yapısını yeniden şekillendirme gayreti içerisinde oldukları bilinmektedir. Osmanlı Devleti; İngiltere'deki büyük sanayileşme hareketinden biraz önce, daha çok askeri alanda yoğunlaşan ve Avrupa ile rekabeti mümkün kılacak seviyede imalathanelere sahipti. Sanayi İnkılabı, Osmanlı Devleti'nin öncelikle kağıt ve kumaş sanayisinin sarsıntı geçirmesine sebep oldu. Her iki sektörde de gereken adımlar atılamadı ve günün ihtiyaçlarını karşılayacak boyutta işletmeler ve fabrikalar oluşturulamadı. III. Selim döneminde, 1805 yılında Beykoz’da bir kumaş fabrikası ile Boğaziçi'nde bir kağıt fabrikası kurularak sanayi alanında sınırlı da olsa bir ilerleme sağlandı. 1827 yılında Eyüp'te bir iplik fabrikası, 1830 yılında Beykoz'da modern bir tabakhane ve ayakkabı imalathanesi kuruldu. Tophane civarında tomruk bıçkı tesisi hizmete girdi. Tophane'de bakır haddehanesi çalıştırılmaya başlandı. 1840 yıllarında Tophane'deki top döküm tesisi ve tüfekhane, hayvan gücü yerine buhar makinesiyle çalışır hale dönüştürüldü.

Zeytinburnu demir tesisleri, izabe (eritme) fırınından hemen her türlü ihtiyaç maddeleri imalathanelerine kadar çeşitli birimlerden oluşuyordu. Hemen yanı başında ise, bu işletmelerde çalışacak vasıfta elemanlar yetiştirmek amacıyla bir teknik okul kurulmuştu. Zeytinburnu'ndaki bu sanayi tesislerinin çevresinde; ayrıca bir iplik ve kumaş fabrikası, bir basmahane ve ikinci bir demir izabe fırını bulunmaktaydı. Bu işletmelerin yanı başında ise küçük buharlı gemilerin inşası için bir tersane oluşturulmuştu.

1840'lı yıllarda Hereke'de ipek iplik dokuma fabrikası kuruldu. Görüldüğü gibi daha çok İstanbul ve çevresinde oluşturulan yeni sanayi işletmeleri, Batı'nın buhar teknolojileriyle çalışan fabrika ve işletmeleriyle boy ölçüşemeyecek seviyedeydi. Ancak arka arkaya sürdürülmek zorunda olunan müdafaa savaşları gailelerine rağmen yine de sanayi yatırımları devletin gündemindeydi. idareciler; bu alandaki acil eksikleri gidermek üzere, eldeki imkanlar nispetinde çaba göstermekteydi.

Öte yandan İstanbul dışında da bazı sanayi tesisleri faaliyet halindeydi. Osmanlı döneminin sınırlı sayıdaki bu işletmeleri arasında; İzmit kağıt fabrikası, Bursa mensucat fabrikası, Balıkesir aba fabrikası, bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Samako'daki top güllesi üretilen dökümhane ve çuha fabrikası ile İslimiye'deki yün ve iplik fabrikası sayılabilir. Ne yazık ki, yoğun emek ve sermaye ile kurulan bu fabrikalar; çağın gereklerine uygun bir biçimde geliştirilemediği gibi, iyi de işletilemedi. Makine, yedek parça, mühendis, kalifiye eleman ve uzman işletmeci açısından dışarıya bağımlı kalındı. Nihayet bu işletmelerden Feshane, Baruthane, Hereke dokuma ve Paşabahçe cam fabrikaları hariç, diğerleri ilgisizlik ve kötü yönetilme sonucunda kepenk kapatmak zorunda kaldılar.

Sanayi İnkılabının dünya genelinde lokomotif sektörü olan dokumacılık, Osmanlı'da öteden beri güçlü ve milletlerarası etkinlikte bir sektördü. Özel sektör de ilk büyük yatırımlarını bu alanda gerçekleştirmişti. 1838 yılında sadece Bursa'da 50 kadar ipek fabrikası bulunmakta ve bu işletmelerde 4500 işçi istihdam edilmekteydi. Ege Bölgesi'nde daha çok dokuma alanında ve yabancı sermayenin öncülüğünde kurulan boyama ağırlıklı fabrikalar, bir süre sonra yerli esnaf loncalarının muhalefeti yüzünden kapanmak zorunda kaldı. Öte yandan, Ege Bölgesi'ne ekonomik canlılık kazandıran dokuma işletmeleri; kapitülasyonlar çerçevesinde oluşturulan ithalat rejimine bağlı olarak düşük gümrüklerin Batılı firmalara sağladığı avantajlar karşısında rekabet gücünü koruyamayarak ortadan kalktı.

Her şeye rağmen çağının en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı, iç ve dış sebeplerle Batı'nın gerçekleştirdiği cesamette bir sanayi inkılabını gerçekleştiremedi. Bunun yanı sıra, orta ölçekli ve irili ufaklı el tezgahları da geliştirilemedi. Bunun sonucu olarak Osmanlı ekonomisi; Batılı ülkelerin gümrüklere yığdığı ucuz, çeşitli ve kaliteli ürünlerin baskısı altına girdi. Kısacası Osmanlı Devleti; birliğini koruma, sınırlarında istikrarlı bir yapı oluşturma mücadelesinde rakiplerinden askeri, teknik ve bilhassa ekonomik olarak geride kaldı.

Dönemin Tanzimat aydınları ve yüksek Osmanlı bürokratları, sanayi ve kalkınma konusunda Batılı ülkelerdeki gelişmeleri endişeyle izliyor ve kalemleriyle halkı bu gelişmeler konusunda bilgilendiriyordu. Ahmed Cevdet Paşa (1822- 1895), Namık Kemal (1840- 1888), Ali Suavi ( 1839- 1878), Münif Paşa (1830- 1910). Şinasi (1826-1871) gibi aydınlar; İstanbul ve Osmanlı merkezlerinde çıkardıkları veya Avrupa'da çıkarmak zorunda kaldıkları dergi ve gazetelerde, Osmanlı'nın geri kalış sebeplerini sorguluyorlardı. Aynı zamanda Batı'nın sanayi, teknik, ticaret, eğitim ve kültür alanındaki hamlelerini gündeme taşıyarak Osmanlı ile aralarındaki gelişmişlik farkının sebeplerini tartışıyorlardı.

Özellikle modern Batı medeniyetini yakından gören kişilerce kaleme alınan ve tasviri nitelikteki bu yazılarda, Osmanlı ricalinin zihinlerini istila eden hayret ve tedirginliği gözlemlemek mümkündür. Yaklaşık üç buçuk yıl (17 Mayıs 1867-24 Kasım 1870) kadar Batı'da kalan, olup biteni yakinen gözlemleyen Namık Kemal'in;


"Bütün memalik-i mütemeddineyi dolaşmaya ne hacet! insan yalnız Londrayı iman-ı nazarla temaşa eylese, göreceği bedayi' akla veleh getirir. Londraya enmüzec-i alem denilse mübalağa değildir. Ruy-ı arzda mevcut olan asar-ı terakkinin fotoğraf ile resmi alınmış olsa, medeniyet-i hazırayı ancak Londra kadar gösterebilir. (...) Fabrikalarına girilse, dehşetten vücutta tüyler ürperir! ( .. .) Keramet-i marifet oralarda demiri altın, kömürü gümüşe tahvil eylemiş. ( . . ) Bu saadet yalnız Londraya veyahut mücerret İngiltere'ye mahsus değil; Fransa'nın, Almanya'nın, lsviçre'nin, Amerika'nın derecat-ı mütefavite ile her tarafına şamildir. (...) Ey ihvan-ı vatan, nice bir bu zalam-ı gaflet?!. Nice bir bu hab-ı tenperesinde? idrakten mi kaldık? Biz de bir fen öğrenmeye çalışalım! Ellerimiz tutmaz mı oldu? Biz de yeni bir şey yapalım da meydana çıkaralım!" 

Namık Kemal başka bir makalesinde de şu düşünceleri işlemekteydi:

''. .. Tarik-i terakkide olan akvamın halini gördük, kendi mesleğimizi de biliyoruz ya! Onlar da bizim gibi bir dakika sonra yaşayacağını sahihen bilmez ve nihayet yüz seneden ziyade yaşayamayacağını yakinen bilir birer mevcud-ı fani iken, dünyaya kazık kakacak surette taştan yontulmuş ve belki demirden dökülmüş saraylarda oturmaya çalışıyorlar. Biz sırf kendimiz gibi ancak yüz sene kabil-i beka ve her dakika bir hadisenin şerrine feda olan tahta çadırları ihtiyar ediyoruz. Onlar beş yüz sene sonra makinelerini idare için iktiza eden kömürün şimdiden tedarikine çare düşünüyorlar. Biz beş gün sonra midemizin hareketi için kat'iyyü'l-vücub olan gıdanın esbab-ı istihsalini bile düşünmüyoruz. Onlar vatanın her cihetinde demiryolu yapmayı bahis-i hayat addediyorlar. Biz yalnız payitaht-ı saltanatın bir köşeciğinde yapılan tramvayı, illet-i memat (ölüm illeti) biliyoruz. Onlar iktiza ederse kendi karınlarını aç bırakıyorlar, çocuklarının fikirlerini besliyorlar; biz düğününde ahbabına ziyafet vermemek korkusuyla çocuklarımızı mektebe başlatmıyoruz da nimet-i marifetten mahrum ediyoruz.""'

Ahmed Mithat Efendi şöyle diyordu:

"Bugün yalnız bir cüz'ünü görmüş bulunduğum makineler Avrupa terakkiyat-ı maddiyesinin gerçekten hayreti ermay-ı ukul-ı müdekkikin olacak dereceyi çoktan bulmuş da geçmiş bile olduğunu teslim eyledim. (...) Avrupada beni gerçekten meftun ve mütehayyir eyleyen şey, terakkiyat-ı maddiyeden ibaret olup bunun da asıl hayran olmaya şayan olan ciheti, makinelerden ibarettir."

Paşa, bu cümlelerle Batı medeniyetinin sadece maddi ve sanayi alanındaki hamlelerini önemsediğini vurgulamaktadır.

Ziya Paşa'nın;

Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kaşaneler gördüm

Dolaştım mülk-i İslam'ı, bütün viraneler gördüm.

mısraları da Tanzimat aydınlarının Batı medeniyeti karşısında ne denli eziklik duyduğunu göstermektedir. 



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

30 Ekim 2024 Çarşamba

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak

 


Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-25

 


Ebu’l-Berekât Bağdâdi (d.1076-ö.1166)



Ebu’l-Berekât Bağdâdi, 12. yüzyılda islam felsefesinin en etkili filozoflarından biri olmasına rağmen, çok fazla tanınmamış bir düşünürdür. Ortaçağ’da ve sonrasında Batı düşüncesinde bilinen bir filozof olmamıştır.


Yaşamı


Ebu’l Bağdadi’nin asıl adı Hibetullah’tır, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Bağdat’da dünyaya gelmiştir. Daha sonra Müslüman olmuştur. Zamanında Abbasi halifesi Müktefi Billah ile iyi ilişkileri olduğu sanılmaktadır.


Felsefesi


Ebu’l Berekat, bazı kaynaklarda filozof olarak İbn Sina’dan ve hatta Arsisto’dan bile üstün görülür. İslam felsefesinde, Meşşaililere karşı eleştiriler yöneltmiş, İşraki okulunu görmezden gelmiş, özgün düşünceler üretmiş ve esas olarak kelâm felsefesinin gelişmesine etki etmiştir. Fahrüddin Râzi ve Nasir Tûsi gibi kelam felsefecileri, kendi rasyonel düşünce sistemlerini Gazâli’nin kuşkuculuğuna karşı koruyabilmek için Ebu’l Berekat’ın fikirlerinden destek almışlardır. Bu sebepten kelamcılar arasında sayılmaktadır, ancak çalışmalarının özgünlüğü kelamcıların sınırlarını çok aştığı da kabul edilir.

Bilimler sınıflaması, mantık sistemi, bilgiye getirdiği açıklama biçimlerinde zamanını aşan ve özellikle daha sonra (özellikle ortaçağdan sonra) ortaya çıkacak olan felsefi yönelimlere benzer argümanlara sahip olduğu görülür. Zihin bilimleri (mantık, matematik, astronomi), duyu bilimleri (doğa bilimleri) ve akıl bilimleri metafizik, ilahiyat) olarak düzenlediği bilim ve bilgi alanını, felsefi sisteminin dayanağı yapar Berekat ve bütün görüşlerini bu temel üzerinde yükseltir. Bu ayrımlar kısmen Aristoteles’in metafiziğinin yeniden eleştirel değerlendirilmesidir.

Metafizik sisteminde Bağdadi, akılcı bir filozof olmasına rağmen, olasılık kavramını işin içine sokmuştur, ancak bunu farklı bir şekilde anlamlandırır. Gazali’nin eleştirel kuşkuculuğunu sistemi için kabul edilemez bulur. Onun arayışı, teorik akılda insanı duyu verilerinin olasılıksal belirsizliğinden kurtaracak ve zihinsel bir sezgi ile dile ulaştıracak yolu bulmaya yöneliktir. O bu yolun akıldışı bir sezgi ile mümkün olduğunu öne sürmektedir ki, böylece hem meşşailikten hem de işrakilikten ayrı bir yol tutmuş olmaktadır.

Ebu’l Berekat, kategoriler alanını, düşünceye ait olanlar ve varlığa ait olanlar şeklinde iki alana ayırmaktadır; buna göre örneğin zaman ve mekân düşünceye ait kategorilerdir ve nitelik, etki gibi kategorilerse varlığa ait kategorilerdir. Filozof bu kategorileri sisteminde açıklıyor ve temellendiriyor. Özellikle zaman konusunda önemli felsefi açıklamalar getirir. Zamanın ve mekânın sonsuzluğunu öne sürer ve bununla birlikte yaradılışın başı ve sonu olmadığını savunur. Zamanın hareketle ilgisi olmadığını ve hareketin sayısı olmadığını ispatlamıştır.

Bunlara bağlı olarak insan bilgisini, doğrudan doğruya bildiğimiz şeyler (öze ait bilgiler) ve duyular yoluyla bildiğimiz bilgiler (araza ait bilgiler) şeklinde iki bölüme ayırmaktadır.


Eserleri

Kitabü’l-Mu’teber fi’l-Hikme

Kitabu Sahih Edilleti’l-Nakl fi Mahiyeti’l-Akl

Risale fi’l-Kaza ve’l-Kader

Kitabü’n-Nefs

İhtisaru Kitabi’t-Teşrin

Kitabü’l-Akrabazin

Kitabü Siyaseti’il-Beden ve Fazileti’ş-Şarab ve Menafiihi ve Madarrihi Havaşi

Eminü’l-Ervah fi’l Maacin

Risale fi Sebei Zuhuri’l-Kevakibi Ley-len ve Hafaiha Neharen

Şerhu Sifri’l-Camia



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

29 Ekim 2024 Salı

DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

 

 

 

MÂİDE SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin beşinci sûresi.

 

Mâide sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yüz yirmi âyet-i kerîmedir. 112 ve 114. âyet-i kerîmelerde Îsâ aleyhisselâm zamânında gökten indirilmesi istenen bir sofradan bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın hac, abdest, gusül, teyemmüm; içki ve kumar yasağı, ictimâî (sosyal) ve ahlâkî münâsebetler, helâl ve haram yiyecekler anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

 

Allahü teâlâ Mâide sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır. Bunları doğru bildirmezsen, peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ seni, düşmanlık etmek isteyenlerden korur. (Âyet: 67)

Kim Mâide sûresini okursa, dünyâda nefes alan yahûdî ve nasrânî adedinin on katı sevâb verilir, o kadar günâhı yok edilir ve on derece yükseltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

MA'ÎŞET:

 

Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek, yaşamak için lüzumlu şeyler.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat, ticâret ve çalışmak gibi) pekçok ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size verilen nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)

 

Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır ve biz onu kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz). (Tâhâ sûresi: 124)

 

Kadın da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir namazı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden isteyene helâl yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî)

 

Ma'îşet te'mini altı yoldandır:

 

1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4) Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

MA'İYYET:

 

Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir.

 

Ma'iyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Ma'iyyet yolundan Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. (Muhammed Bâkî-billah)

 

Nakşibendiyye yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri; onu herkese yayan ise, Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)

 

Yüksek hocamın, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tasavvufçuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

 

MAKÂM:

 

1. Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.

 

Bir kimse şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde şüpheli olan şeylerden sakınan) olamaz: Başkalarını çekiştirmemeli. Mü'minlere sû-i zan (kötü zan) etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları (iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının bildirdiği doğru yolda giden İslâm) âlimlerinin bildirdiği îmânı ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)

 

Emeli, arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için yarış etmek gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

 

Makam ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin. (Ferîdüddîn Şeker Genç)

 

Mal için makam için hep uğraştım, 

Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık! 

Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,

Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık! 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

2.   Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden her biri.

 

Makâmı kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl arasında fark vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana gelir. (Ali bin Hüseyin)

 

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kazandığı makâmın hükümlerini, îcâblarını yerine getirmeden, tamamlamadan, başka makâma geçmekte acelecilik yapmaması, sabırsızlık göstermemesi lâzımdır. Zîrâ, kanâati olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olmaz. Tevekkülü tam olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Makâm-ı İbrâhim:

 

Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.

 

Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf, Mescid-i harâm içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak da tavâf etmek câizdir. (İbn-i Âbidîn)

 

Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten getirilen, Kâbe'nin duvarına konan kıymetli siyah taş) ile Makâm-ı İbrâhim bulunmaktadır. Eğer bunlara müşriklerin (Allah'a ortak, eş koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan derd sâhiblerine mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)

 

Makâm-ı İlliyyîn:

 

Cennet.

 

Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk hasta olup, ölüm döşeğine girdiğinde, makâm-ı İlliyyîn, onun makâmı olur. Oradan üç yüz altmış melek gelip, saf saf olup o çocuğun karşısında dururlar ve; "Yâ ma'sûm çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündür ki, geçmiş olan, anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı için Hak teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Makâm-ı Mahmûd:

 

Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece uykudan kalk da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile), teheccüd (gece namazı) kıl. Umulur ki, Rabbin seni, bir makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ sûresi: 79)

 

Bu (makâm-ı Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

 

Allahü teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise) giydirecek. Ondan sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse söyleyeceğim; işte makâm-ı Mahmûd bu makamdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

 

MAKÂMÂT-I AŞERE:

 

Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.

 

Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile mübâhların çoğunu terk etmektir. Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde zarûret miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni Allahü teâlâyı anmak, hatırlamaktır. Teveccüh; bütün arzû ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan sakınıp nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba çekmek ve rızâ ise, Allahü teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun eğmektir. (Ahmed Fârûkî)

 

MAKÂMÂT-I SÜLÛK:

 

Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.

 

İslâm-ı hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin itmînânından (şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur (meydana gelir). (Muhammed Ma'sûm)

 

MAKSAD (Maksûd):

 

Niyet, kasd.

 

Allahü teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı sevmez. (Kâ'bü'l-Ahbâr)

 

Bid'atler (Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp, dinde sonradan çıkarılan şeyler) yayılıp, sünnetler terkedildiği zulmetli, karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin öğrenilmesi ve yayılması en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünnetini (İslâm dînini) yaymak ise en büyük maksaddandır. (MuhammedMa'sûm Fârûkî)

 

İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu) hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur. (İbn-i Hibbân)

 

MAKTÛL:

 

Kâtil tarafından öldürülen.

 

İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de, Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd etmişti. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Maktûlün velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal, para ile uyuşursa, kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)

 

MA'KÛL İLİMLER:

 

His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.

 

Ma'kûl ilimler, matematik, mantık, fizik ve kimyâ gibi tecrübî ilimlerdir. İslâmiyet bunları men etmez, emreder. Ma'kûl ilimler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni san'atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever ve fen adamının tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

MÂL:

 

İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni madde, cisim.

 

Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da; haramlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından hakkı olanları bilip verirse, Cennet'in yüksek derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

 

Mal ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zarârından daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

 

Âhir zamanda dînin korunması, mal ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i Ahlâk)

 

Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni kötü denilen dünyâ; haramlar ve mekrûhlardır. Mal, kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Malın, Allah yolunda harcananı güzeldir. Hazret-i İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)

 

Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Mal, mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine) kavuşamamıştır. Malı, hayr için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, bir deryâya benzer, çok kimse bu denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)

 

İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma) iledir. Mal ve mevkî ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

 

Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük felâket olmaz. (Muhammed Hâdimî)

 

Hanım, çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini dilediği (istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma! O, malına ve parasına hasretle ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et yâni onlar gibi ibâdet etmeyi iste. Yaşayanlar da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)

 

Malı helâlden kazanırsan suâli; haramdan kazanırsan cezâsı vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Mâl-ı Habîs:

 

Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar, izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı mallar.

 

Mâl-ı habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri, sâhipleri bilinmiyorsa, fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak haramdır. (Abdülganî Nablüsî)

 

Mâl-ı Mütekavvim:

 

Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal.

 

Müslümanlar için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mâl-ı mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh (doğru) olması için malın da mütekavvim olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

MÂLÂYA'NÎ:

 

Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.

 

Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile vakit geçirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Ben bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve mâlâya'nîyi terk etmekle ulaştım. (Lokman Hakîm)

 

Câbir bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)

 

Bir kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü teâlâ da, ona mâlâya'nîden kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i Bağdâdî)

 

Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı, farzı, vâcibi) öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası yoktur. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefsin tezkiyesi (süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz ve faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)

24 Ekim 2024 Perşembe

Daday Ormanları / Kastamonu

 


İLMİHAL-21 / ORUÇ-2

 


ORUCUN MAHİYETİ ve ÖNEMİ


Oruç Farsça'daki rûze kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Arapça'sı savm ve sıyâmdır. Savm kelimesi Arapça'da "bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, engellemek" anlamında kullanılır.

Fıkıh terimi olarak ise, imsak vaktinden iftar vaktine kadar, bir amaç uğruna ve bilinçli olarak, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak demektir.

İmsak, Arapça'da, "kendini tutmak, engellemek" anlamına gelir. Orucun temel unsuru da (rükün) bu anlamdır. İmsak vakti tabiri, dilimizde, oruç yasaklarından (yeme içme ve cinsel ilişki) uzak durma vaktinin başlangıcı anlamında kullanılır. 

İmsak vakti, tan yerinin ağarması (fecr-i sâdık) vakti olup, bu andan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur; bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip orucun başlaması vaktidir.

İftar vakti ise, oruç yasaklarının sona erdiği vakit anlamında olup, güneşin batma vaktidir. Bu vakitle birlikte akşam namazının vakti de girmiş olur. Gündüz ve gecenin teşekkül etmediği bölgelerde oruç süresi, buralara en yakın normal bölgelere göre belirlenir.

İmsakin, ikinci fecirle başlayacağı konusunda fakihler arasında görüş birliği olmakla birlikte, kimi fakihler bu hususta, daha ihtiyatlı olduğu gerekçesiyle fecr-i sâdıkın ilk doğuş anına, kimileri ise oruç tutanlar lehine olduğu gerekçesiyle ışığın biraz uzayıp dağılmaya başladığı zamana itibar edilmesini önermişlerdir.

Âyette orucun başlangıç ve bitiş vakti, mecazi bir anlatımla şöyle belirtilir: "...Fecrin beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (siyahlığından) ayırt edilecek hale gelinceye kadar yiyip içiniz; sonra, akşama kadar orucu tamamlayın..." (el-Bakara 2/187).

İmsak vaktinden iftar vaktine kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmanın bir amacı olmalı ve bu iş bilinçli olarak yapılmalıdır. Bu amaç ve bilinç, orucun Allah rızâsı için tutuluyor olmasıdır ki kısaca "niyet" tabiri ile anlatılır. Bu amaç ve bilinç olmadığı zaman, meselâ imkân bulamadığı için veya perhiz, rejim, zindelik gibi başka amaçlar için bu üç şeyden (yeme, içme, cinsel ilişki) uzak durmak oruç olarak değer kazanmaz.

Oruç, Peygamberimiz'in hicretinden bir buçuk sene sonra şâban ayının onuncu günü farz kılınmış olup, İslâm'ın beş şartından biridir. Peygamberimiz bu hususu "İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etmek; namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak ve gücü yetenler için Beytullah'ı ziyaret etmektir (hac)" diyerek bildirmiştir (Buhârî, "Îmân", 34, 40; "İlim", 25; Müslim, "Îmân", 8).

Orucun farz kılındığını bildiren âyetler de şunlardır:

"Ey iman edenler! Sizden öncekilere olduğu gibi, size de oruç tutma yükümlülüğü getirilmiştir; bu sayede kendinizi koruyacaksınız. Oruç sayılı günlerdedir. İçinizden hasta veya yolculukta olanlar başka günlerde tutabilirler; hasta veya yolcu olmadığı halde oruç tutmakta zorlananlar ise bir fakir doyumluğu fidye vermelidir. Daha fazlasını veren, kendine daha fazla iyilik etmiş olur; fakat yine de, eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara 2/183-184).

Oruç tutmak, diğer ibadetlere nazaran biraz daha sıkıntılı olduğu için Allah, orucun farz kılındığını bildirirken, psikolojik rahatlatma sağlayacak ve emre muhatap olan müslümanların yüksünmesini engelleyecek bir üslûp kullanarak, oruç tutmanın önceki ümmetlere de farz kılındığını belirtmesi yanında, ayrıca orucu daha sıkıntılı hale getirmesi muhtemel iki durumu (hastalık ve yolculuk) oruç emrinin hemen peşinden geçerli mazeret olarak zikretmiştir. Bu üslûp, meselâ öteki ümmetlerde de bulunduğu anlaşılan namaz için kullanılmamıştır.

Oruç riyânın en az karışacağı bir ibadet olduğu için sevabı en fazla olan ibadetlerden sayılmıştır. Peygamberimiz'den nakledildiğine göre, orucun bu yönüne ilişkin olarak Allah, "Oruç benim içindir; onun karşılığını ben vereceğim" (Buhârî, "Savm", 2, 9; Müslim, "Sıyâm", 30) buyurmuştur. Bu bakımdan oruç tutmanın sevap olarak karşılığı oldukça yüksektir. Cennetin özel olarak oruç tutanların girmesi için ayrılmış bulunan "reyyân" adlı kapısından girme hakkı (Buhârî, "Savm", 4) bu karşılığın mukaddimesi sayılmıştır.

Oruç, nefsin isteklerinden iradî olarak uzak durma olması yönüyle bir irade eğitimine, açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmektedir. İnsanın hayatta başarılı olabilmesi için irade hâkimiyeti ve güçlükler karşısında dayanabilme gücü de önemli bir role sahiptir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde oruç etkili bir yoldur. Bu orucun değişik biçimlerde de olsa hemen bütün din ve kültürlerde riyâzet ve mücâhede yolu olarak mevcut olmasını da açıklar.

Toplumsal hayatta huzursuzluklara yol açan taşkınlıklar, büyük ölçüde insanın hayvanî yönünü tatmin eden maddî zevklere düşkünlükten kaynaklanır. Maddî zevk deyince de akla, yeme içme ve cinsel ilişki gibi zevkler gelir. İşte oruç, insanı maddî zevk ve şehvetler peşinde koşturan, dolayısıyla da, Allah'ın haklarına riayet edemediği için kendisine zulmetmesine, insanların haklarına riayet edemediği için onlara zulmetmesine sebep olan nefs-i emmâreyi teskin etmenin de bir ilâcı, aşırılıkları törpülemenin bir çaresidir.

Oruç, yoksulların durumunu daha iyi anlamaya, dolayısıyla onların sıkıntılarını giderme yönünde çaba sarfetmeye de vesile olur. "Tok, açın halinden anlamaz" atasözü de bunu ifade eder.

Orucun, dinimizde önemli bir yeri olan sabır konusuyla irtibatı da burada hatırlanmalıdır. "Namaz ve sabırla yardım isteyin" (el-Bakara 2/153) ve "Sabredenlere ecirleri hesapsız olarak tastamam verilir" (ez-Zümer 39/10) gibi âyetler, "Oruç sabrın yarısıdır" (Tirmizî, "Da`avât", 86) diyen ve orucun Allah için olup mükafâtını da kendisinin hesapsız olarak vereceğini bildiren hadislerin ortak anlamı, orucun sabır boyutunu ve bunun fazilet ve sevabının yüksekliğini anlatır.

Bütün bunlara ilâveten orucun sağlık açısından pek çok yararları bulunduğu da uzman hekimler tarafından ifade edilmektedir. Ramazan orucu zahiren bakıldığında, bir yıl boyunca çalışan vücut makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. Oruç, özellikle mide ve sindirim organlarının dinlenmesi için iyi bir moladır.

Oruçla ilgili olarak ilki kutsî hadis olmak üzere Peygamberimiz'in bazı sözleri şöyledir:

"Her bir iyilik için on mislinden yedi yüz misline kadar karşılık olabilir; fakat oruç başkadır. Çünkü oruç benim içindir ve onun ecrini ben vereceğim" (Müslim, "Sıyâm",164; Nesaî, "Sıyâm", 42).

"Kim iman ederek ve sevabını Allah'tan umarak ramazan orucunu tutarsa önceki günahları affedilir" (Buhârî, "Savm", 6).

"Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki; oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur; Allah der ki: Ağzı kokan şu kul şehvetini, yemesini, içmesini benim için terkediyor. Mademki sırf benim için oruç tutmuş, o orucun ecrini ben veririm" (Buhârî, "Savm", 9; Müslim, "Sıyâm", 164).

"Oruçlu için birisi iftar ettiği vakit, öteki Rabbi ile karşılaştığı vakit olmak üzere iki sevinç vardır" (Buhârî, "Savm", 9).

"Oruç bir kalkandır" (Buhârî, "Savm", 9; Tirmizî, "Îmân", 8).

Rivayet edildiğine göre saçı başı dağınık bir adam Hz. Peygamber'e gelerek,

-"Ey Allah'ın elçisi! Allah'ın beni yükümlü tuttuğu orucun miktarını söyle" demiş, Peygamberimiz "Ramazan ayını oruçlu geçir" buyurmuş, adam bu defa "Bunun dışında başka oruç tutmam gerekiyor mu?" diye sormuş, Peygamberimiz de "Hayır, yükümlü olduğun başka oruç yoktur. Fakat, nâfile olarak tutabilirsin" cevabını vermiştir. Adam aynı şekilde sorularına devam ederek zekât, namaz ve hac konusunda bilgiler aldıktan sonra "Sana ikramda bulunan Allah'a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırakmam" diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz de arkasından şöyle söylemiştir: "Şayet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur" (Buhârî, "Savm", 1; Müslim, "Îmân", 9). 




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak