20 Ekim 2024 Pazar

Geçmişte ve Günümüzde TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-2

 


GÖÇ YOLLARI YA DA KAFKAS-DOĞU AVRUPA TÜRK HIRİSTİYANLIĞI



Türk tarihi akışı içinde en göze çarpan gerçek, Türk toplumunun yüzyıllar boyu süren göçleridir. Bu göçler İ.Ö. 3500 yıllarında başlamış ve İ.S. 14. yüzyılda son bulmuştur.

Göç dalgaları içinde Türk boyları, ya önceden edindikleri hıristiyanlığı birliklerinde taşımışlar, ya bırakarak başka inançlara geçmişler, ya da göçler sırasında hıristiyanlaşarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Öncelikli olarak Trakya ve Anadolu'ya gelen hıristiyan-Türk topluluklarının hangi yollardan buralara geldiklerini araştırmak, konumuzun temel ve ana basamağıdır.

Göçler zinciri içinde Orta Asya-Batı bağlantılı başlıca iki yol olmuştur. Birincisi Aral Gölünün doğusunda bulunan Sirderya (Jexartes) ve Amuderya (Oxus) ırmakları üstünden geçerek İran'a varan, ikincisiyse Aral Gölü ve Hazar Denizi'nin kuzeyinden geçerek günümüz Rusya'sının güneyi ve Karadeniz'in Kuzey kıyısıyla Tuna yöresine varan istepler yoludur.

Bu göç yolları üstünden batıya doğru devinen Turanlı Türk toplulukları, Tuna boylarına vardıklarında, Bizans İmparatorluğunu bulmuşlar, orasını çekici buldukları için, akınlar düzenlemeye koyulmuşlar, açıkçası ister istemez kaynaşmaya başlamışlar.

Kuzey Karadeniz ve Tuna boylarında yerleşen Turanlı Türk toplulukları şunlardır: Hunlar, Ogur Türkleri, Sabarlar, Avarlar, Tuna Türkleri, Volga Türkleri, Hazar Türkleri, Macarlar, Peçenekler, Avrupa Oğuzları, Kumanlar, Bulgarlar. Türklerin Doğu Avrupa'ya göçleri sırasında Orta Asya'dan birlikte getirdikleri, ya da geçtikleri yerlerde karşı karşıya gelerek benimsedikleri hıristiyanlıkla ilgili irdelemelerimizi ele alalım.

Türklerin, göçler içinde sıkça geçtikleri geçit, Orta Asya'nın istepler yöresinden başlayıp Hazar Denizi'nin kuzeyine dek sürer. Buraları milyonlarca hayvanın beslenebileceği otlaklar hattıdır. Bu yol Ural (Yayık), Volga (İdil), Don, Dinyeper ve Dinyester ırmaklarını geçerek kuzeyde Karpat ve Transilvanya dağlarıyla, güneyde Balkan dağları arasında doğuya açılan aşağı Tuna bölgesine girer. Tuna hattıysa, Macaristan ovalarına girmek için bir geçit hizmeti görmüştür. Orta Asya'dan batıya göç eden Turanlı topluluklar için, bu yolun önemi her zaman büyük olmuştur. Bunlar Tuna boylarına vardıklarında, güneyde Taçini, yani Bizans İmparatorluğuyla yüz-göz oldular, oradaki görkem ve zenginlik kendilerini oralara çekip bağlamıştır.



HUNLAR


Doğu Avrupa'ya ilk göç eden Turanlı Türk toplulukları Hun'lardır. Bunlar ikiye bölündükten sonra bir bölümü batıya göç ederek, Kazak bozkırı güney eteğiyle Çu ırmağı koyağında (vadi) olan Doğu Kangkü'de kısa yaşamlı bir siyasal birlik kurarlar. (İ.Ö. 43-36)

Sonraları (İ.S. 91) bunların Kazak bozkırına çekildiklerini, İ.S. 350'de doğudan gelen ve Türk - Moğol karışımı olarak bilinen Uar-Hun'ların baskısıyla batıya doğru akarak İ.S. 370'de Avrupa'da göründüklerini, Attila döneminde Rusya ve Avrupa'da büyük bir siyasal birlik kurduktan sonra dağıldıklarını, tarihsel kaynaklardan anlıyoruz.

Avrupa'ya gelen Hunların, hıristiyanlığı benimsediklerine ilişkin herhangi bir veriye rastlanamamıştır.

Doğu Avrupa istepleri topraklarında birçok toplulukların önce var oldukları, sonraları da tarih sahnesinden silindikleri görülmektedir. Bunun böyle olması, o toplumun tümüyle yok olmasıyla değil, ancak egemenlik gücünün yitirilmesiyle açıklanır.

Çoğu kez aynı ırktan bir başka topluluğun egemenliği eline almasıyla, bir önceki soydaş topluluk, sonrakinin egemenliği altına girer. Bu durum tarihle birçok Türk toplumlarında görüldüğü gibi, birçok Hıristiyan Türk toplumlarında da görülmektedir. Örneğin günümüzde Uygur, Peçenek, Kuman gibi Türk Hıristiyan toplulukları, yerlerini Gökoğuzlara (Gagauz) bırakmışlardır.

Doğu Avrupa istepleri yöresinde oturan ve konumuzla bağıntılı olan Turanlı Türk topluluklardan birisi de "Kumanlar'dır.



KUMANLAR


Bunlar tarihin en eski zamanlarından başlayarak Kafkasya dağlarının kuzeyinde yer alan istepler ülkesinde oturmaktaydılar. Plinius (İ.S. I yüzyıl)'un kayıtlarından buraya "Kumanya" denildiği görülür, Teofanos da, İstanbul Patriği Eren Altınağızlı Yuhanna'nın "Kumanya'da öldüğünü (İ.S. 398) kaydetmiştir.

Önceden bulundukları istepler ülkesinden güneye doğru yayılan Kumanlar, İ.S. 1067'de Dinyeper ırmağı kıyısına vararak Peçeneklerle komşu olmuşlardır. Bu yayılmaları içinde doğal olarak Ruslarla da savaşları olmuştur. Bu sıralarda Azak denizinin her iki yanında, doğu ve batı olarak iki Kumanya oluşmuştur. Tuna hattını geçerek Balkanlar'a giren Turanlı topluluklar arasında yer alan Kumanların, Bizans'la tanışmaları da bu devreye rastlamaktadır.

Türk Hıristiyan olan Kumanlarla tanışmadan önce Bizanslılar, Selçuk Türkleriyle zaten tanışmış bulunuyorlardı.

Çünkü Aleksi Komnenos zamanında Küçük Asya, Marmara kıyılarına dek Selçukluların eline zaten geçmişti. Ruslar ve Bizanslılarla türlü ilişkiler içine giren Kumanların, ilişki içinde bulundukları bir başka toplumda, yine Turan kökenli olan Macarlardır. Macarlarca "Künlar" diye çağırılan ve Kıpçak Konfederasyonunun batı kolunu oluşturan Kumanlar için 12. yüzyıl, büyük bir göç yılı olmuştur. Bunun da ana nedeni Moğol akınlarıdır (İ.S. 37 ) 

Moğollar, İran üstünden Karadeniz'in kuzey bozkırlarına geldikleri zaman Kumanlar, Bulgarlar ve Ruslar el ele vererek Moğollara karşı direnirler. Bu üç ortak toplumun yanısıra Alanlar da rol alırlar. Ancak Moğol orduları karşısında yenik düşen Kumanların bir kısmının, Kuzeydoğu Romanya'da olan "Comania" bölgesine yerleşerek hıristiyanlığı benimsediklerini görüyoruz. Üstelik İ.S. 1227 yılında kendileri için bir episkoposluk orunu kurulmuştur.

Ancak kurulan bu episkoposluğun Orta Aşyadakilerden farklı olduğunu görüyoruz. Şöyle ki Orta Asyadaki Nasturi ve Bizans Ortodoks Özyapılı Türk Hıristiyan toplulukları ve gözetmenlikleri (episkoposluk) yanında, Türk Hıristiyan dünyasında artık Romen-Katolik özyapılı bir topluluk da tarih sahnesinde görülür. (İ.S. 1221)

Buna bağlı olarak Romen-Katolik misyonerler İncil'i ve katolik tinsel ezgilerini Türkçeye çevirirler. Tarihçi Barthold'a göre bu çeviriler çok başarılı çevirilerdir. Böylece Romen-Katolik olan Kuman Türkleri Papalık orununca da değerli görülür. Roma episkoposu (Papa) Greguar'ın 1234 yılında Kuman episkoposuna yazdığı bir mektupta, ona "Saygıdeğer Kardeşim" sözlerini yönelttiğini ve aynı mektupta, Kuman episkoposunun yolladığı dinsel kişileri kabul etmeyen "ismen hıristiyan" Ulahlardan yakındığını da tarihsel verilerden anlıyoruz.


Kuman episkoposluğu daha sonraları Moğollar'ca yıkılır. İbni Batuta, Kırımda Kerç ve Kefe arasında hıristiyan Kumanlara rastladığını yazmaktadır. Moğollara yenilen Don - Doneç bölgesi Kumanları da Macaristan'a göçerler ve hıristiyanlaşırlar.

Topluca hıristiyanlaşan Kumanlara ilişkin bir başka olay da Transilvanya'ya (Erdel) Kumanlarca düzenlenen akınlardan sonra görülür. 1227 yılında Kuman prensi Bare, kendisine bağlı 15.000 kişiyle birlikte hıristiyanlığı benimser.

Kuman-Kıpçaklar, bazı tarihçilerce, Kuzey Türk topluluklarının tipik atlı göçebelerinin son temsilcileri sayılmışlardır. Kumanlar sayesinde kuzey Türk toplulukları yeni bir döneme girmişler ve yeni bir konglomerayla (karmaşık topluluklar) Tobol ırmağından Macaristan'a dek tüm Doğu Avrupayı etkileri altına alarak, ardıllarıyla birlikte Türk-Rus toplulukları arası yaşam kavgasına etken olmuşlardır.

Daha Batıya göçen Kumanlar, Bulgar ve Macarlarla sıkı ilişkiler içine girmişler. Orta Volga'daki Bulgar bölgesine de geçerek kendi soydaşları olan Bulgar Türklerine kendi öz dillerini de benimsetmişlerdir. Daha sonra söz konusu edeceğimiz Gökoğuz (Gagauz) Türklerinin yerleşim bölgelerinden olan Dobruca'ya adını vermiş olan Dobrotiç'in de "Kuman" ya da " Anadolulu Türk" olduğu da bazılarınca ileri sürülmektedir. Anadolu Türk Hıristiyanlığı üstünde daha sonra durulacağından, yine Karadeniz'in kuzey bozkırlarına dönelim. Bu yörede Moğolların egemenliği altında kalan Kumanların zamanla Moğolları Türkleştirdikleri de ayrı bir tarihsel gerçektir.

Kuman-Kıpçak Türklerine ilişkin tarihsel bilgiler aktaran bir başka önemli kaynağın da "Kartel Kroniki" olduğu söylenir.

Bu kronik ışığında, Kuman - Kıpçakların, Apkaz kralı IV. David'e yaptıkları yardımlarla, Iran  (Selçuklu)  güçlerine büyük darbe vurulduğunu, krala yardım etmiş olan 40.000 savaşçı Kuman-Kıpçakla, 5000 seçkin kölenin görgülü ve değerleri denenmiş kişiler olarak hıristiyanlığı benimsediklerini, bunların yanısıra da Kuman-Kıpçaklardan hergün hıristiyanlığa dönenlerin sayıca kabarık olduğunu öğreniyoruz.

Yine Kral David'in Tiflis'i kuşattırıp bunalttığını, buna koşut olarak da Hazar Denizi doğusu ve Sirderya boylarında bulunan Türkmenleri, Hıristiyan Kıpçaklar sayesinde kaçırttığını, ve böylece Kür ile Çoruk boylarına egemen olmaya çalıştığını, aynı kaynaktan anlıyoruz.


Hıristiyan Kıpçak-Kumanların bir başka askeri başarısı da Tiflis kentinin hıristiyan bir kent olmasıdır. Şöyle ki 400 yıl boyunca müslümanların ve 1068'den bu yana da Selçukluların elinde olan Tiflis, 1125 yılında Kıpçaklar sayesinde hıristiyan kent durumuna getirildi.

İlginç ve dikkatimizi çeken, İ.S. 2. yüzyıldan bu yana inanç sistemi olarak hıristiyanlığı benimseyen Türk toplulukları arasında egemen olan "Nasturilik", "Bizans Ortodoksluğu", "Roma Katolikliği" gibi hıristiyan mezheplerine bir yenisi daha eklenmektedir. Bu da "Gregoryanlık" olarak bilinen "Monofizit-Apostolik" mezhebidir.

1118-1185 yılları arasında tarih sahnesinde görülen Yeni Kıpçakların çoğunun, Bizans Ortodoksluğu riti içinde yer alan Gürcü-Ortodoks kilisesine bağlı oldukları halde, bunlardan bazılarının İ.S. 1200'de fethettikleri Ani-Şeddadlı Emirliği ülkesindeki "Monofizit-Apostolik" kilisesine girdikleri de biliniyor.

Kuman - Kıpçak Türklerinden günümüze dek gelen en önemli belge, bir sözlük ve metin derlemesi olan "Codex Cumanicus"tur.

Rusya bozkırlarındaki Kumanlar zamanla Moğollar, Bulgarlar ve Hazarlarla karışarak günümüze dek gelmişler, ancak Macaristan, Balkanlar ve Gürcistan'daki Kuman - Kıpçaklar hıristiyan çerçeve içinde eriyip tarihten silinmişlerdir.

Göç yolları Türk tarihini, özellikle Hıristiyan Türklerin tarihini incelediğimizde, bu konu içinde özel yere sahip olan "Peçenekler"i ele almadan geçemeyiz.



PEÇENEKLER


Peçenekler Kırım yarımadasının kuzeyinde İ.S. 612. yüzyıllar arasında egemenlik sürmüşlerdir. Göçebe ve savaşçı olan Peçenekler. Yayık (Ural) ve İdil (Volga) akarsuları arasındaki ülkelerde komşu oldukları soydaş Hazar ve Uzlarla (Oğuzlar) birçok savaşlar yapmışlardır.

Peçeneklerin sürekli ilişkide oldukları bir başka soydaş toplum da Kıpçak-Kumanlar olmuştur.

Hazarlar 9. yüzyılın ortalarında doğudan gelen bir başka Türk topluluğu akınıyla karşılaştıkları zaman zorlukla bu akınları batıya çevirmeyi başarırlar. Kıpçak denilen önderin buyruğu altına giren bu Türk topluluğu, o zamana dek oralarda oturan Peçenekleri yerlerinden kovarak, kendileri yerleşirler. Daha sonra bunlar Uzlarla birleşerek, Rus tarihçilerinin "Pölovşer" adına verdikleri siyasal bir birlik kurarlar. Peçenekleri yerlerinden eden bu toplum daha sonra Hazarlara yüklendiklerinde,bu sonuncular da, soydaşları olan Hun-Ugorlarla birlikte yurtlarını akıncılara karşı korumaya çalışırlar. Ancak Hun-Ugorlar (Macarlar) uzun süre dayanamazlar. Don'la Bog akarsuları arasında olan yurtlarını bırakarak batıya göç ederler. Bu arada Kıpçak Türkleri Doğu Avrupa bozkırlarına girerler. Bunun sonucu yerleşik topluluklar arasında dalgalanmalar olur. Bu topluluklar birbirlerini sıkıştırırlar ve batıya doğru devinerek yerlerini değiştirirler. Böylece yeni ve çok devinimli bir göç dalgası, salt batıya doğru etkili olmaz, Bizans'ı da sarsar. Dinyeper ırmağının her iki yakasında sekiz oymakla birlikte yerleşmiş olan savaşçı Peçenekler tüm komşu topluluklar için ve özellikle Bizans için tehlike olmaya başlar. Bunun sonucu İmparator IV. Leon zamanından başlayarak Peçenekler tarih sahnesinde gözde olmaya başlarlar.

Peçeneklerin savaşçı bir topluluk olduklarını, Bizans İmparatoru Konstantin'in ünlü "De Admisitrando" adlı yapıtında görmekteyiz. İmparator orada kendi oğluna "her ne pahasına olursa olsun Peçeneklerle iyi geçin" öğüdünü yermektedir.

Peçenekler arasında hıristiyanlığın başlaması ve egemen olması şu gelişmelerle oluşur:

Başlangıçta Volga ve Ural ırmakları arasında yaşayan Peçenekler, 9. yüzyılda Türklerin Hazar ve Oğuz boylarının kendilerine saldırmaları sonucunda batıya göç ederler. Böylece Macarları Karpatlar bölgesine iterek, Rus topraklarına akınlar düzenlerler. Ancak Rus ve Macarlardan direniş gördüklerinden, Trakya'ya yönelirler.

Bu arada Bulgaristan'ın Bizansça alınmasından sonra akınlarını daha da sıklaştırırlar. Dağınık olan Peçenekleri tek yönetim altında birleştirmek isteyen Başbuğ Turak ve rakibi Kegen arasında bir mücadele başgösterir. (İ.S. 1048)

Mücadele sırasında Kegen Bizans'a sığınır. Turak'sa Bizans'a tutsak düşer.

Turak'ın bundan sonra hıristiyanlığı benimsediğini ve bu inancın Peçenekler arasında hızla yayıldığını görüyoruz.

Bizans toplumu içinde, yerleşen Peçeneklere karşı İmparator Monomakhos (1042 - 1055) çok iyi davranır ve Silistre çevresindeki iç kalenin korunması görevini onlara verir. Bu Peçeneklere sınırları koruma görevi de verilir. Ancak bu Peçenekler sınırların dışında olan öbür Peçeneklere karşı da Bizansı korumakla yükümlü olurlar.

"Peçenekler Tarihi" yazarı Prof. Akdes Nimet Kurat'a göre; kitle halinde hıristiyanlığı benimseyen Peçenekler, bu Peçeneklerlerdir.

Turak'a ve Kegen'e bağlı Peçenekler arasındaki saldırılar sonucu, Turak'ın güçleri de Bizans'a yenik düşerler ve İstanbul'a götürülerek hıristiyanlığı benimserler.

Bizans'ın sınır bekçiliği görevini üstlenen Peçenekler, bu görevlerini uzunca zaman sürdüremezler. 1049 da Peçenek başbuğu Bizansla savaşa tutuşur ve yener, sonra Edirne'ye kadar ilerlerler, ancak kenti alamazlar. Ancak Bizans ordusunda uzun bir süre görev yapan Peçenekler, soydaşları olan Uzlar ve Hazarlarla birlikte, Türklere Anadolu kapılarını açan Malazgirt savaşında (İ.S. 1071) Alp Aslan'a büyük destek verirler.

Ancak bu Hıristiyan Peçeneklerin bir bölümü sonradan İslamlığı seçerler.

Malazgirt savaşının sonucunda sarsılan Bizans içinde Peçenekler yeniden güçlenerek, önceden alamadıkları Edirne'yi ikinci kez kuşatırlar. Daha sonralarıysa dinsel görünümlü bir halk devinimi olan "Bogomil" (İ.S. 1086) devinimine katılırlar. Bunlar soydaşları olan Kumanlarla birlikte Bogomilleri desteklerler.

İ.S. 1087 deyse Macar Kralıyla birlikte İstanbul'a yürüyen Peçenekler İmparator Aleksios komutasındaki Bizans ordusunu yenerler, ancak Kumanlarla ganimet paylaşılması kavgası yüzünden zayıflarlar ve Bizansla barış yaparlar.

Bundan sonra Bizans, Peçeneklere karşı Kumanları kullanma siyasetine soyunur. Bunu gerçekleştirmek amacıyla Kuman Beyleri olan Bönek ve Togurtak'ı İstanbul'a çağırarak, ordusundaki Kuman kökenli subayları da parlak biçimde ağırlayarak Peçeneklere saldırtırlar.

Bu büyük yenilgi Peçeneklerin sonunu hazırlar. Bunlar 1122-1197 yılları arasında Bizans'a altı akın daha yaparlar, ancak sonuçlar önemsizdir. 1197'den sonra Bizans kaynaklarında artık adları geçmez olur. Bir bölümü Macaristan'a yerleşirken, bir bölümü de Rusya'da kalır.

Uz ve Kumanlarla birlikte görülen ve göçebeliği bırakıp yerleşik bir konuma geçerler.

Göç yolları ve Anadolu toprakları dışında tarihten günümüze dek bozulmadan kalmış bir başka Hıristiyan Türk topluluğu da Çuvaş Türkleri'dir.


ÇUVAŞLAR


Çuvaşistan'da yaşayan Çuvaşlarla birlikte, Ruslar ve Kazan Türkleri de aynı ülkede yaşamaktadırlar.

Çuvaş Türkleri kendilerine "Çıvaş" adını vermektedirler. Bu sözcüğün Tatarca "Yavaş" anlamına geldiği biliniyor.

Bu topluluk Orta Volga bölgesinin en eski halklarından biri olarak kabul edilmekte ve kökenleri yönünden eski Bulgarlarla, yerli etnik grupların karışmasından oluşmuşlardır. Bu nedenle eski Bulgar dilini korumaktadırlar.

Prof. Kurat'a göre bunlar İslam olmayan Bulgar köylülerinin ardılları sayılmaktadırlar. Ancak yine aynı kişiye göre bu görüşü destekleyen yeterli kanıtlar bulunmamaktadır.

Barthold'sa, Çuvaş Türklerini, Bulgarların İslam dini ve Arap A, B, C sinden habersiz kalan, Rus, A, B, C sinin kabulüne kadar da yazıya sahip olamayan Bulgarlar olarak düşünmektedir.

Önceleri Şamanist olan Çuvaşların daha sonraları toplum olarak Hıristiyanlık inancını benimsediklerine tanık oluyoruz.

Siyasal yönden Çuvaşlar, 10. yüzyıl başlarında Volga (İdil) Bulgarlarının, 13. yüzyıl ortalarında Moğolların, 14. yüzyılda Kazan Hanlığının, 16. yüzyılda da Rusların egemenliği altına girmişlerdir, korkunç İvan çağında (1530-1584), Çuvaşların büyük bir bölümünün Hıristiyanlığın Bizans-Ortodoksluğu inancını benimsedikleri, ancak bir bölümünün de Şamanist kaldığı bir başka gerçektir.

Çuvaşların kullandığı dil öbür tüm Türk dillerinden ayrıcalık göstermektedir. Konuştukları dil "Yüksek Çuvaşça" (Viryal) ve "Aşağı Çuvaşça" (Anatri) olarak iki kümeye ayrılır.

Dil yönünden Çuvaş dilinin Batı Türkleri kümesini oluşturan Hunlar, Peçenekler, Hazarlar, Tuna ve İdil Bulgarları dilleri kümesine girdiği de bir başka gerçektir.

Hıristiyan Çuvaş Türklerinin Çuvaşistan'da yaşayanları Bizans Ortodoksluğu, Litvanya'da yaşayanları da Romen Katolik inancındadırlar.


YAKUTLAR


Aralarında Hıristiyanlığın egemen olduğu bir başka Türk topluluğu da "Yakut Türkleri"dir.

Kuzeydoğu Sibirya'da yaşayan Yakutlar kendi topluluklarını "Saha" olarak adlandırmaktadırlar. Çok geniş bir alan ve dağınık bir şekilde yaşayan Yakut Cumhuriyetlerinin sahası batıda Natanga'ya, ortalama olarak aşağı Tunguska'ya, güneydeyse Amur ortalarına dek uzanmaktadır. Yerleşim yeri olarak görülen toprakların tümü de Buz Denizi'ne dökülen ırmakların yanlarında yer almışlardır. Yakutların buralara yerleşmeleri yarım yüzyıldan çok zaman öncedir.

Hıristiyanlık yönünden Bizans Ortodoks olan Yakutların içinde Şamanist eğilim ve sapmalara da raslanmaktadır.

Hıristiyanlıkla ilintili görünüm sergileyen daha küçük Türk topluluklarını da bu kesime ekleyebiliriz.


TATARLAR, MOĞOLLAR, KRYAŞENLER, NOGAY BAKLARI


Genelde Tatarlar A) Kazan Tatarları, B) Kırım Tatarları ve C) Batı Sibirya Tatarları olarak üç kümeye ayrılmaktadırlar. "Tatar" adının ilk kez Orhun yazıtlarında geçtiğini görüyoruz. 

Bu dönemdeki Tatarlardan, Yenisey bölgesinde bulunanları Moğolca, Çin Seddi yakınlarında oturanları da Türkçe konuşmaktaydılar. Batıdaysa "Tatar" adı, Moğollara ve azınlıkta olan Moğol tabakasına giren Türkler için kullanılıyordu. Bazılarına göre "Tatar" adı, Moğol birliği içindeki bir Türk oymağının adıdır.

Gerçekteyse Tatarlar, Altınordu'yu kuran Türk boylarının torunları olup, "Kıpçak" olarak da bilinen ve kısmen 8-9. yüzyıllardan başlayarak Moğol çağından daha sonra Ukrayna'nın ve Volga bölgesinin geniş bozkır alanlarında yerleşmiş bulunan bir kuzeybatı Türk boyunun yığılmasından oluşmuşlardır.

Avcıoğlu ' na göre Türk ve Moğollar, aynı benzer yaşam biçimini paylaşan topluluklardır.

14.yüzyıla gelindiğinde Tatarların salt adlarının kaldığını görüyoruz. Bu sıralarda Altınordu'da gelişen tarım ve ticarete dayalı uygarlıkla birlikte İslamlık da gelişir. Bunun nedeni de Orta Volga bölgesinde tarım ve ticarete dayalı bir uygarlık kuran Bulgar Türkleri ve Harizm İslam tüccarlarıdır.

İslamlaşan tabaka arasında yazınsal bir Türk dilinin gelişmesi, Volga kıyısında Eski Saray ve Yeni Saray gibi Türk-İslam kentleri de kurulması, bu gelişmenin sonucudur.

Hıristiyanlıkla ilintili olan Tatarlarsa, Kazan Tatarları olup, 14. yüzyılda kurulan Kazan kenti içinde yerleşik yaşama geçerler. Burada eski Bulgar uygarlığını geliştiren Kazan Türkleri, Baltık denizi ve Orta Asya ticaretinin, öncelikle Haçlı Seferleri ve Kıpçak akınları sonucu Akdeniz'e kayması üstüne, Kiev'den Moskova'ya ve Kuzeydoğu'ya göç eden Ruslara da uzun bir süre yol gösterici olurlar.

Macar asıllı araştırmacı L. Ligeti, Tatarların hıristiyanlığıyla, başka ve yerinde bir deyişle "Hıristiyanlıkla ilintili Tatarlar'a ilişkin yaklaşımda bulunurken, yapıtı içinde şu so¬ruyu sormaktadır:

"Tarihin ışığı altında, Tatar hanlarından hıristiyanlığı kabul etmiş olanlar var mıdır?"

Bu sorusu sonucunda sırasıyla Nasturiliğin çıkışı ve Orta Asya'ya yayılışını açıklarken Nasturiliğin Çinlilerin yanında Türkler ve Moğolların içinde de genişçe yayıldığını kaydetmektedir.

Aynı kişiye göre İ.S. 845'te kökünden yıkılan Çin Nasturiliği, daha sonraları Moğol İmparatorluğunun misyonerlere kapılarını açmasıyla yeniden canlanma göstermiştir.

Moğol egemenliği sırasında oymak olarak tümden hıristiyan olan Türk-Kereitlerden Hıristiyanlık inancı, Moğol Hanının ailesine de geçer. Mangu, Kubilay ve Hülagü Hanların annesinin bir Kereit prensesi olup aynı zamanda gayretli bir Nasturi Hıristiyan olduğu da tarihsel verilerden anlaşılmaktadır. Bunlardan başka Moğol Hanlarının danışmanları arasında da çok sayıda hıristiyan bulunduğu gerçeğin bir başka yanıdır.

Kereit-Moğol ilintili Hıristiyanlık olgusu ve gerçeği yanında "Moğol-Ak Tatar" ilintili gerçek de görmezlikten gelinemez. Göçebe oymaklar arasında ünlü olan Kereitlerden başka "Ongut" ya da "Öngüt" oymağı da özel yere sahiptir.

Öngüt oymağı Batı Göktürk İmparatorluğundan ayrılmış Şa-to Türklerinden oluşmaktaydı. Çin İmparatorluğunda çok hizmetler vermiş olan Şa-to Türklerine  Moğollar "Çağan-Tatar" yani "ak-Tatar" diyorlardı.

Kazan-Tatar Türklerine gelince, bunlar 16. yüzyılda Kazan bölgesinin Rusların egemenliği altına girmelerinden sonra hıristiyanlaşırlar. Bunlardan bir bölümü de "Kreşin" (Kryaşen) adıyla hıristiyanlaşır.

Krayaşen'lerle birlikte anılan bir başka Türk Hıristiyan topluluğu da "Nogay Bakları"dırlar.

Volga Türklerinin çoğunun Sünni - Müslüman olmalarına karşın hıristiyanlığı seçmiş olan Tatar Kryaşenler yanında Nogay Baklan da Çkalov eyaletindeki Yukarı Ural bölgesinde beş ayrı Türk-Hıristiyan köylü oturmaktadırlar.

Yakut Türklerine gelince bunların "Saha" olarak adlandırıldıklarını daha önce söylemiştik.

Bu terim de bugün kullandığımız "Yaka" sözcüğü anlamındadır. "Yakut" sözcüğüyse dilimize Rusçadan geçmiş olup kimi araştırmacılara göre Tunguzca "Yako" sözcüğünden gelmektedir.

Bugün yaşadıkları yerlere 13. yüzyılda gelen Yakutlar büyük bir olasılıkla Orhun yazıtlarında görülen ve Baykal Gölü çevresinde yaşadıkları bilinen "Kurıkan" Türklerinin soyundan gelmektedirler.

Dinsel inanış yönünden Hıristiyan Ortodoks olan Yakut Türkleri arasında Şamanist gelenekler de geçerliliklerini korumaktadırlar.

Konuştukları Yakutça da Genel Türkçeden kopmuş bir dil olarak şu öğelerden oluşmaktadır:

32,5 Türkçe sözcükler

26 Moğolca

%5 Tunguzca ve Samoyetçe sözcükler

% 36,5  Kökenleri bilinmeyen sözcükler

Öbür az sayıdaki Hıristiyan-Ortodoks topluluklar içinde yer alan "Beltirler Müslüman-Sünni, Şamanist ve Hıristiyan-Ortodoks inançlarının aralarında yaygın olduğu "Çolimerler", Yalnız Hıristiyan Ortodoks olan "Tubalar", içlerinde Şaman,  Lama ve Hıristiyan Ortodoks inançlarının yaygın olduğu "Telengetler'i" de sayabiliriz.

Konumuzun bu bölümü içinde sırasıyla Hazarları, Bulgarları, Macarları ve Finleri de söz konusu ederek Anadolu Türk Hıristiyanlığına geçeceğiz. Bu bölümde ilk ele alacağımız Turanlı Türk topluluğu "Hazarlardır".


HAZARLAR


Genel kanı olarak "Hazar Türkleri" Tevrat inancını benimsemiş olan Musevi-Türk topluluğudurlar . Bunların yanında yer alan ..öbür Musevi-Türk topluluğuysa "Karay Türkleri'dir.

Musevi Türklerin tarihini ele almak konumuz dışındadır. Ancak Hazar Türklerinin genelde Musevi inancında olmalarına karşın bir bölümünün Müslüman, bir bölümünün Şamanist ve bir bölümünün de Hıristiyan oldukları göz önünde bulundurularak, bunları "Türk-Hıristiyan" kapsamında ele alacağız.

Hazarlar, doğu Avrupa'da ilk düzenli devleti kurmuş olan bir Türk topluluğu olarak tarih sahnesinde kendilerine özgü yerlerini almışlardır.

Uygarlık yönünden de tüm bozkır Türklerinden daha çok "Uygar ve övgüye değer" sayılmaktadırlar.

Yahudi Ansiklopedisine göre Hazarlar uygar ulusların tüm ayrıcalıklarına sahiptirler. Onların iyi kurulmuş hoşgörülü bir hükümeti, canlı bir ticareti, iyi disiplinli orduları, tüzeli ve geniş görüşlü bir yönetimleri vardır.

Hazarların etnik kökenlerine ilişkin tartışmalar her zaman için olagelmiştir. Bunun nedeni Hazarların İsrail oymakları dışında Museviliği benimseyen tek topluluk olmalarıdır.

Üstelik birçoklarınca bunların İsrail kökenli oldukları da savunulmuştur. Ancak tüm bunlar Hazarların Türk kökenli oldukları gerçeğini ortadan kaldıramamıştır.

Prof. Kurat'a göre Hazarların köken olarak Türk olup Orta Asya'dan geldikleri kesindir,

Bunlar bir süre Hun Devletine bağımlı topluluklar olarak varlıklarını sürdürmüşler ve Attila'nın ölümü sırasında Aşağı İdil boylarında bulunmuşlardır.

Aslında Hazarlar Gök-Türk Devleti'nin en batı ucunda bir Konglomera (Karma topluluğu) görüntüsündedirler. Egemen oldukları alanlar içinde Hunlar, Avarlar, Bulgarlar gibi Türk kökenli ve Slavlar gibi Türk olmayan toplulukların da yaşadıkları bilinmektedir.

Etnik köken yönünden de Ogurlar, Onogurlar ve Kazarlardan oluşmuşlar, kan bakımından da Sabirlerin ardılları sayılmışlardır.

İstahri, Hazarları "Ak Hazar" ve "Kara Hazar" diye iki kümeye ayırır. Hazarların kullandıkları diller Nemeth'in saptamalarına göre Bulgarca, Macarca, Sabirce ve başka diller olup, yazı türleri de Rünik, Yunan, Arap, İbrani ve Kiril alfabeleriydi.

Hazarların dinsel yaşamına gelince, Hazar kağanlığının özelliklerinden birinin de, ülkenin tam bir din hoşgörüsüne sahip olduğudur.

Hazar Türklerinin esas ve eski dinleri olan Şamanlıktan başka şu üç dinin de zamanla aralarına yerleştiklerini görmekteyiz.

Halkın üst tabakasıyla Kağan ve çevresindekiler Karaim mezhebini kabul ettiler.

Ticareti elinde tutan bölüm arasında İslamlık egemendi. Üçüncü önemli ve konumuz kapsamına giren din de Hıristiyanlıktı. Bizans episkoposlarının 8. yüzyıldan kalma kayıtlarına bakılarak (Notitia Episcopatuum), hıristiyanlığın bu zamandan önce aralarında yayıldığını düşünebiliriz.

Bunun böyle olduğunu Slav Havarisi Konstantin Kirill'in 860-861 'lerde "dinsel tartışma" için Hazarların başkenti olan İdil kentine gönderilmesinden anlıyoruz.

Birkaç dinin yaygınlık gösterdiği Hazar ülkesinde, Museviliğin daha çok ağır basmasıyla sonuçlanan ilginç durum öncesi Hazarlar gerçekte Hıristiyanlık ve Musevilik arasında sallanmışlardır.

İ.S. 677-703 yıllarında görev yapan Harran metropoliti İsrail'in çalışmalarıyla, Varasan kentinde yaşayan Hazarlar arasında hıristiyanlığın yayıldığını görüyoruz.

Daha sonraları Hıristiyanlık, Slav elçisi Kirill'in çalışmalarıyla Hazarlar arasında daha da yayılır (İ.S. 851-863). Bu sırada genellikle Bizans sınırında ve Kırım'daki Hazarlar hıristiyan olurlar. Dağıstan ve aşağı İdildekilerse islamlığa geçerler 

Musevilik ve Hıristiyanlık arasında sallanan Hazarlar içindeki iki dinsel ağırlıklı devinim şu tabloyla oluşur: Rus-Bizans savaşı sırasında Hazar kağanı İstanbul'a elçiler yollayarak kendi halkını hıristiyanlığa yöneltmek için dinsel önderlerin gönderilmesini ister. Kağanın Bizans İmparatoruna yazdığı mektup, Bizans kaynaklarına göre şu sözleri içerir:

"Tüm varlıkların yaradanı olan Tanrı'yı eski çağlardan beri tanıyoruz. Şimdiyse Yahudiler bizleri kendi din ve görenekleri için zorluyorlar. Araplar da barış önerip armağanlar vererek bizi kendi dinlerine çekmeye çalışıyorlar".

Bizans imparatorunun kızdığı zamanlarda kendisini "Hazar suratlı" diyerek aşağıladığı ve belki de Hazar soyundan geldiği sanılan Bizans patriği Photius da bu çağrıya dayanarak, Slav alfabesinin yapıcısı ünlü Konstantin Kirill'i Hazar ülkesine yollar.

861 yılı yazında Hazar ülkesine varan Kirill , Hıristiyanlığın üstünlüğünü savunarak Yahudi ve İslam din bilginleriyle tartışmaya girer. Yahudi din bilginleriyle olan tartışmasında üstün gelen Kirill, tüm çabalarına karşın Hazar Kağanına hıristiyanlığı kabul ettiremez. Ancak kağanın yakınlarının da içinde bulundukları 200 kadar kişiler vaftiz olarak hıristiyan olurlar.

Kağan daha sonra Bizans İmparatoruna, şu sözleri içeren bir mektup yollar:

"Majesteleri bize soylu bir kişi yolladı. O, sözleri ve davranışlarıyla bize hıristiyan inancının kutsal olduğunu gösterdi. Hıristiyanlığın gerçek din olduğunu anladık. Vaftiz olmak isteyenleri özgür bırakıyoruz. Biz de yakında hıristiyan olacağımızı umut ediyoruz."

Ancak Hazar Kağanının hıristiyanlığı kişisel olarak benimsemediğini ve Yahudi kaynaklarına göre 740'da Museviliği benimsediğini görüyoruz. Hazarların komşusu Bizans'ta da Hıristiyanlık-Musevilik ikilemli sallantılar vardır. Bu sırada, Bizans İmparatorları, Justinianus I döneminden başlayarak (527-565) yahudilere karşı dinsel baskılar uygularlar. İmparatorlardan Leo III 720 yılında Bizans'ta oturan Yahudilerin tümünün zorla vaftiz edilmelerini buyurunca başkaldıran yahudiler Hazar ülkesine sığınıp, Museviliğin orada etkin ve yaygın olmasına katkıda bulunurlar.

Hıristiyanlık, Hazarlarla bir aşamaya dek yayılmış olup, geniş bir alana yayılamamıştır. Buna karşın Kutsal Kitabın salt Eski Antlaşmasına bağlı olan Musevilik inancı genel ve etkin din durumunu almıştır..

El-Bekri, Hazarların bir dinsel tartışma sonucunda hıristiyanlığın yerine museviliği seçtiklerini söyler. El-Bekri'ye göre Kağan, önce hıristiyanlığı benimsemiştir. Ancak dinsel kuşku içine düştüğünden üç tek tanrılı dinin önderlerini yanına çağırtarak inançlarının ana yönlerini sorar ve sonunda Musevi inancının benimsemeye karar verir. 

Hazar ülkesinde yayılmış olan Musevilik esas Ortodoks Musevilikten ayrı bir görünüm sergilemektedir. Bu inanış biçimi bir yerde Museviliğin "sanki Protestanlığı" özyapılı olup, inanç temeli olarak salt eski antlaşma kitabını (Tevrat) benimseyip, başta Talmud olarak tüm Rabbuni yazılarını reddeder. Buna Museviliğin "Karait" inancı denmektedir. Ancak İ.S. 800'lü yıllarda bu ikinci aşamadaki kaynaklara eğilimli reformların da oluştuğunu görüyoruz.

Konumuzun bu bölümünün başlarında Hazarlarla her ne kadar Museviliğin önde gelen ve yaygın din olduğunu söylemişsek de gerçekte Hazarlarda dört ayrı inancın egemen olduğu apaçıktır.

İbn-Rusta, (10. yüzyıl başları) Hazarların üst tabakalarının Musevi, geri kalanların Şamanist olduklarını söylerken, Mes'udi, Hazar başkenti İdil'deki halkın arasında İslamlık, Musevilik, Hıristiyanlık ve Putatapıcılık inançlarının yaygın olduğunu yazar. Yine Mes'udiye'ye göre İdil'deki yedi yargıçdan ikisi musevi, ikisi hıristiyan, biri Şamanist, ikisi de müslümandır.

Mes'udinin gözlemine göre:

"müslümanlarla Hıristiyanlar söz birliği ederlerse, Kağan kesinlikle bunlara karşı gelemez".

Bu gözlem sonucuna göre her iki inancın da yaygın ve oturmuş olduğu görülüyor.

Hıristiyanlığın, öbür dört din yanında güçlü olduğunu, ülkedeki gözetmenlik (episkoposluk) orunlarının çokluğundan anlıyoruz. 9. yüzyıldan kalma olduğu sanılan "Notitia Episcopatuum" belgesine göre Hazar ülkesinde şu episkoposluklar vardır: Hazar (Karasu-Bazar), Astil (İdil), Hvalis (Harizm), Onuger (Kuban), Retig (Terek, Dağıstan), Hun (Semender), Tamatarh (Tamatarhan).

Oldukça güçlü ve dinsel hoşgörünün yaygın olduğu Hazar Devleti, bir yandan Rus, öbür yandan müslüman ve müslüman olmayan Oğuzlar (Selçuklular) ve Kıpçaklarca (Kuman) kendisine yöneltilen darbeler sonucu çöker. İ.S. 965'te Ruslar, başkent İdil'i yerle bir ederler. Bu devletin yıkılmasında Peçenek ve Oğuzların katkısı da büyüktür.

Siyasal bir güç olmaktan çıkan Hazarlar varlıklarını sürdürürler. Üstelik Rus kaynaklarına göre 986'da Vladimir'i musevi yapmak için Kiev'e misyoner bile gönderirler. Yine Rus kaynaklarına göre Kuman saldırısına karşı Kiev yakınındaki bir Rus kentinin Hazar asıllı İvan'ca savunulduğunu öğreniyoruz. Bu bilgiden sonra Rus kaynaklarında bir daha Hazar adı geçmez olur.

1170-1245 yılları arasında sırasıyla bir Hahamın, bir Moğol çobanın,  Caprini'nin  sözleri  ve  verdikleri  bilgilere göre "Hazar" sözü kayıtlarda geçmeye devam eder. Ceneviz ve Venedik tüccarları da Kırım'dan söz ederken ona "Gazaria" derler. Daha da önemlisi Orta Asya'nın batısında yer alan ve Türk soyunun doğal simgelerinden biri olan Hazar Denizi de, bu Türk devletinin adıyla anılmaktadır günümüze dek.

Hazarlardan günümüze dek gelmiş yazılı kaynaklar olarak, İbraniceyle yazılmış olan iki mektup vardır. Bunlardan ilki Hazar Hakanı Yusuf Harun'ca 960'da yazılarak, Endülüslü Yahudi bilim ve devlet adamı Hasday B. İshak B. Şaprut'a gönderilmiş, ikincisiyse adı bilinmeyen Hazarlı bir Musevice yazılıp, Mısır (Fustat'ta) Kanisat al-Şami'de saklanmaktadır.



MACARLAR


Doğu Avrupa'da yerleşmiş olan Macarlar, gerçekte Türk soyundan gelen bir topluluktur . Bunlar tarihçilere göre Türklerle akraba sayılmaktadırlar. Macar topluluğunun esas çekirdeğini oluşturan öğeler, Türkler ve Fin-Ugorlar'dır. Açıkçası Türkler Macarların babası, Fin-Ugor'larda Macarların anasıdırlar.


Macarlar uzun süre Avrupa'da Türk kültürünün temsilcileri olarak Türk tarihinin bir öğesi olmuşlardır.

En son araştırmalara göre Macarların Fin-Ugor boylarından Mansy'ler ve Onogur'ların karışmalarından doğan bir ulus oldukları ortaya çıkmıştır. Kendilerine günümüzde verilen "Macar" adı da "Mansyeri Agaçeri" adından türeyerek zamanla "Magyeri" ve sonra da "Magyar" yani Macar'a dönüşmüştür.

Yine günümüzde Avrupalılarca kendilerine verilen "Hungar" adı Slavcadaki "Ongur", Latincedeki "Hungarus", Yu-ancadaki "Ungros" şekilleriyle, kuşkusuz Onogur'dan türemiş bir terimdir.

Bir Türk topluluğu olan Macarlar, Ural çevresindeki anayurtlarını bırakarak Doğu Avrupa'ya doğru göç etmişlerdir. Bu göç 460 yılları sırasında, Avar-Sabir darbesinin Ogur topluluklarını Kafkaslara doğru sürdürdüğü zaman olmuştur. Böylece onlar Onogurlarla birlikte Kuban çevresinde bulunan Onoguria'ya, daha sonralarıysa (830 yıllarında) Kafkasya'nın kuzeyinde bulunan bu çevreden Don ve Dinyeper arasına göç etmişlerdir. 889 yılındaki Peçenek saldırıları sırasında Macarların Dinyeper, Dinyester ve Prut çevresinde sıkıştıklarını görüyoruz.

Soydaşları olan Peçeneklerle karışmaları sonucu Macar oymaklarının adlarının birçoğunun Türkçe kökenli oldukları görülmektedir. Türk kökünden gelen Macar oymak adlarından bazıları şunlardır:

Yormatı (Yorulmayan), Kürt (Kar çığı), Ker (Dev) Kesi (Parça), Tarhan ve Ynag (Ünvanlar)

Ayrıca en eski Macar kişi ve yer adlarının da çoğunun Türkçe olmaları ilginçtir, şöyle ki 10. yüzyılda Macarların iki dil konuştukları biliniyor. Bizans imparatoru Konstantin Porfirogennetos'a göre Macarlar Türkçe de konuşmaktaydılar. 

Daha sonra Macarların Doneç akarsuyu sahasında olan Etelközü denilen yerde Arpad adlı bir başbuğun başlarında olarak devletlerini örgütlediklerini görüyoruz. Başbuğ Arpad'ın yönetimindeki Macarların doğudan gelen Peçenek saldırılarına dayanamayarak yeni yurt bulmak amacıyla batıya doğru ilerlediklerini de anlıyoruz.

Bu amaçla Macarlar yola çıkıp 890 yıllarında Kiev Rusya'sının güneyinden geçerek Tissa ve Tuna akarsularıyla Balaton Gölü çevresine yerleşmişlerdir. Daha sonra Macarlar Pannonya, Kuzey İtalya ve Frank devletinin içlerine dek ilerleyerek Avrupa için "Müthiş bir kırbaç" durumuna geldiler. Bu yerleşme sonucunda Avrupa'nın ortasında yarı Asyalı bir topluluk olarak yerlerini aldılar ve göçebelikten yerleşik yaşama geçtiler. Yerleşik yaşama geçen Macarlar önceleri Avrupa için bir yıkım unsuru oldular. İki kuşak süresince oralara Kiev'den Madrid'e, Hamburg'dan Napoli'ye, Paris'ten Atina'ya dek sürekli akınlarda bulundular. Avrupa kiliselerinde Macarların akınlarının durması için dualar yükseltilirken, Almanlar 955'te Macarları durdurdular.

Bu tarihten sonra Hıristiyanlığın Macarlar arasında yayıldığını görüyoruz.

Kral İştvan'ın (997-1038) Hıristiyanlığı benimseyerek onu devletin resmi dini olarak duyurması, Macar toplumu için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bunun sonucu tüm Türk topluluklarının ortak özelliği olan dinin ve kültürün en ateşli koruyucuları ve yayıcıları olma gerçeği, burada da açıkça görülmüş oluyor. Çünkü aynı durum ve özelliği Türkler için Budizm, Mani ve İslam dinleriyle ilişkili olarak görebiliyoruz. Şöyle ki Rasonyi'ye göre:

"Türklük İslamlığın kılıcı olduğu gibi, Macarlar da kendi deyimleriyle Hıristiyanlığın kalkanıdırlar".

Ayrıca Türk soyundan gelen Arpad sülalesi de Hıristiyanlığa en çok erenler (aziz-saint) veren aile durumundadır.

Avrupa içinde yerleşik duruma gelen Macarların arasında, anayurtları olan Ural'larda soydaşlarının kaldırmalarına değin anılar sürekli olarak yaşıyordu. Kardeşleriyle ilişki ve bağ kurmak isteğinde olan Macarlar, önce 1232 ve sonra da 1235'te, kralları Bala IV. zamanında Dominiken tarikatı rahiplerini oraya gönderdiler. Oraya varan rahip Yulianus onları gerçekten buldu ve meslektaşı olan Rahip Ricardus da bu misyon ve ilişkiyi yazarak tarihe mal etti.

Macarların sonradan buldukları bu Büyük Macaristan (Magna Hungaria) birçok bilgine göre bugünkü "Başkırt" toprağıdır.

Macarların Avrupa'daki yurtlarının bir başka ve üstünde durulacak özelliği de, Devletleri yıkılan Kuman Türkleri'nin kitle halinde yerleştikleri ülke oluşudur.



BULGARLAR


Yanıbaşımızda komşumuz durumunda olan Bulgarların "Türk kökenli bir topluluk" oldukları da zamanımızda hiç kuşkuya yer vermeyen bir gerçek olarak bilinmektedir.

Bu görüşü destekleyen tarihsel veriler sırasıyla: Yakın zaman arkeolojik kalıntılar, Proto-Bulgar dil kalıntıları ve İdil Bulgarlarına ilişkin gömüt (mezar) taşları yazıtlarıdır.

Bulgarlara ilişkin en eski yazılı kaydın, İ.S. 3. yüzyılda yaşamış olan Suriyeli Mar Abas Katinu'ya ait olduğu ve bu kayıt verilerine göre Bulgarların İ.Ö. 149-127 yıllarında Kafkasların kuzeyinde yaşadıklarını öğreniyoruz. Bu en eski kayıttan sonra Bulgarlara ilişkin ikinci kayıt Bizans kaynaklı olup, İ.S. 482 yılına aittir.

Bazı tarihçilere göre Bulgarlar, Çin kaynaklarındaki "Ting Ling'lerden çıkmışlardır. Bu Ling'lerin, Bulgarların ataları sayılan "Onogur'lar olmaları sanılmaktadır. Onogurlar'ınsa 2.ve 3. yüzyıllarda Hun kitlesine karışarak Büyük Göçe katıldıkları, bilinenler arasında.

Büyük Hun imparatorluğu zamanında Bulgarlar Karadeniz'in kuzeyinde bulunmuşlar, Hun devleti dağıldıktan sonra da iki topluluk olarak (Utigurlar ve Kutrigurlar) yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

"Bulgar" terimi, her iki topluluğun ortak adı olup "karışık" anlamına gelen "bulgamak"tan çıktığı sanılmaktadır.

Bulgar toplumunu oluşturan Utigur ve Kutrigur'ların arasındaki sürtüşmeler de çoğu kez göze çarpmaktadır tarihte.

Her iki toplum önceleri İdil ırmağından Tuna boyuna uzanan alanda bulunurlarken, Bizans imparatorlarının bağlaşığı olarak 6. yüzyılda Balkan Yarımadasında bulunan Slav ve Got boylarına karşı savaştıktan sonra, 530, 547 ve 549 yıllarında Tuna boyunda ve Trakya'ya yerleşmeye başladılar.

Bulgarların iki uzun ömürlü devlet kurduklarını da tarihsel kaynaklardan anlıyoruz. Bunlardan birincisi, Tuna boyundaki Küçük Bulgaristan, ikincisiyse İdil Bulgar Devleti.

Bulgarların Bizansla da çok yönlü ilişkileri olmuştur. Onlar İmparator Konstantin Porfirogenetos IV'ü yenilgiye uğratarak 713'de İstanbul'a doğru ilerlediler. 716'da Bizansla antlaşma imzaladılar. 717'de Bizansı kuşatan Müslüman Araplara karşı Bizansı savundular.

Bulgarlar, Türk soyundan olmalarına karşın benliklerini yitirmiş bir toplum oldular sonraları. Çünkü çevrelerinde bulunan Slavlarla evlenerek iki kuşak içinde Slavlaştılar.

Daha sonralarıysa Balkanlara göçen Kuman, Peçenek ve Uzları da aralarında eriterek Slav dili ve bilincinde bir ulus durumuna geldiler.

Bulgarların hıristiyanlığı benimsemeleri konusunda da şunlar söylenebilir:

Tüm Türk toplulukları gibi Bulgarların da ilk inançları Şamanlık olmuştur. Şamanlıktan hıristiyanlığa geçişleriyse pek kolay olmamıştır.

Bulgarlar, hıristiyanlığı benimseme doğrultusunda Roma Katolikliği ve Bizans Ortodoksluğu arasında sanki bir seçim deneyimi geçirdiler. Yeni inancın benimsenişi başlangıcında öldürme ve öldürülme olayları bile oldu . Şöyle ki Bizans, Krum Han'ın Trakya'yı almasından sonra kendi stratejilerinin komutasında bıraktığı hıristiyan Bizans köylü savaşçılarını ayaklandırmaya çalıştığında, hıristiyanlara karşı kırım uygulandı . Krum ve Omurtag, hıristiyanlığın yayılmasına engel olmaya çalıştılar. Üstelik Omurtag'ın hıristiyan olan oğlunu, kardeşi Melemir Han öldürmek zorunda kaldı.

Boris Han'da hıristiyan olmaya karar kıldı. Ancak inanç yolu olarak Roma Katolikliğini yeğledi. Amacıysa, Bizansın, yani Bizans Ortodoksluğunun politik amaçlarla kullanılmasından çekinmesiydi. Ancak mezhep seçiminde politik unsurlar her zaman için büyük etken olmuşlardır. Böylece Bulgarların Roma'ya bağlanmasından Bizans çok rahatsızlık duyar. Bunun sonucu olarak Bizans Bulgarların üstüne ordu gönderir. Bu sıralarda Bulgar ordusu Alman iç savaşlarında rol aldığından, ülkesinin uzağındadır. Bu durumda Boris Han Ortodoks kilisesi yandaşı olur. O'nun İstanbul'a yolladığı elçiler de hıristiyanlığı benimserler. 864-865 yılları içinde imzalanan barış antlaşması sonrasında Bizans İmparatoru, Boris Han'ın vaftiz babalığını bile üstlenir.

"Mişel" adını alan Boris Han da Bulgar kilisesini, Bizans kilisesine bağlar.

Kral'ın buyruğuyla hıristiyanlığa geçen Bulgarlarda, Şamanist ruhu daha ölmediği için, iç karışıklıklar süregelir. Şamanist eğilimli dinsel görünüm ve uygulamalar da her yerde belli olur. Hıristiyan-Ortodoks olan Boris Hansa, Roma Katolikliğiyle ilişkisini kesmiş değildir. 866'da kendisinin Papaya ve Alan kralına elçiler göndererek misyon için dinsel kişiler gönderilmesini ister. Bu arada Şamanlıkla Hıristiyanlık arasında bocalayan halkla ilişkili olarak, Papa'ya 106 soru yönelten mektubunu da yollar. Papa da bu mektubu yanıtlar ve kendisine gönderir.

Bu arada Romen Katolik misyonerlerin çalışmaları da pek başarılı olmaz, çünkü Bizansın baskısıyla Ortodoksluk ağır basar. Üstelik Boris Hanın da Ortodoksluğu yeğlemesi sonunda, Ortodoksluk üstün gelir, Boris Handan sonra tahta geçen krallar Simeon (893-927), Kloyan (1187-1207) ve Asden (1218-1241) zamanında da Roma'ya bağlanma çalışmaları bir sonuç vermez. Bulgar hıristiyanlar böylece Bizans Patrikliğine bağlanır, daha sonraları da tüm Ortodoks etnik topluluklar gibi ulusal-bağımsız kilise durumuna gelirler.

Şamanlık etkilerinden kurtulamadan Ortodoks Hıristiyanlığı benimseyen Bulgar toplumu içinde bu kez de bir sapkınlık (herezi) olan "Bogomilizm" ortaya çıkar. Kurulu sosyal ve klerikal düzene bir tepki özyapısıyla çıkan ve ge¬lişen Bogomil inancı, kilise örgütü ve inancına karşı gelişmeyle kendini belli ederken, tapınak, çarmıh, vaftiz, kilise evliliği, kilise bayramları ve pazar gününü reddetmektedir. Temel olarak iyi ve kötü ayırımından kaynaklanan Bogomilizm, aslında Anadolu ve İran kökenli olup, çıkışı eski düalist devinimlere dayanmaktadır.

Bir Şaman-Türk toplumuyken hıristiyanlaşan, ancak bir bölümüyle de Bogomilliğe eğilim gösteren Bulgarların bir bölümü de İslam inancının benimser.

Volga (İdil) Bulgarları olarak bilinen bu Bulgar toplumuna, 10. yüzyılda Abbasi Halifesi İbn Fadlan İslamlığı yaymak için 922'de geldiğinde, onların arasında zaten İslamlığın yayıldığına tanık olur. İslam Bulgarları konumuzun dışında olması nedeniyle bir başka Hıristiyan Türk toplumu olan Fin-Ogor'lara geçiyoruz.



FİN-OGORLAR


Bugün Finlandiya olarak bilinen topluluğun kökeninin de Turanlı Türk olduğu herkesçe bilinmektedir.

Göçler sonucu Rusya topraklarını geçerek Orta Avrupa'ya kadar sokulan Turanlılar Fin-Ogor adı ile Ural çevresinden Avrupa'ya gelmişlerdir.

Volga ve Oka çevresinin eskiden tümüyle Fin topluluklarınca oturulur olması da bilinenler arasında.

Orhon yazıtlarının yazınsal değeri ve orada yer alan şiirsel yazıların özelliklerinin ve ölçülerinin Kuzey-Eurasya'da yaşamış, ya da oradan çıkmış Türk, Moğol ve Fin-Ogorların eski şiirlerinin ortak özellikleri taşıması da, Fin-Ogor yazınının Türk damgası taşıdığı gerçeğini ortaya koymaktadır.

Gerçekte Fin-Ogorlar eski bir Türk topluluğu olup, Macarların annesi olarak bilinmektedirler. Fin-Ogorların hiçbir zaman büyük bir devlet kuramadıkları ancak atılgan savaşçılar oldukları bilinmektedir. 30 yıl savaşları içindeki etkinlikleri ve Ruslara karşı olan savaşlardaki direniş ruhlarıyla haklı bir ün kazanmışlardır.

Finlerin çok geniş bir yöreye yayılmaları ve Doğu Avrupa'nın kuzey kısmına yerleşerek oranın otokton topluluğu olarak tarih sahnesinde görünmeleri ve kuzey Rusya'daki akarsulara bile kendi dillerindeki adlarını vermeleri (Volga, Oka, Vetluga, Kama gibi), onların etkilerinin üstünlüğünü gösterir.

Fin-Ogorların 8-9. yüzyıllarda başka birçok Türk toplulukları gibi Hazarların egemenlikleri altına girdikleri Kumanların 1087'de Tuna boyuna inmelerinden sonra da Kumanlara bağımlı bir duruma geldikleri anlaşılıyor.

Finlerin Kazan Hanlığı içinde de II. yüzyıldan başlayarak, başka birçok din ve ırktan gelen topluluklarla birlikte bir bütün oluşturdukları da bir gerçektir.

Bugün Avrupa'nın kuzeyinde yer alan bu Türk kökenli insanların yurtlarında genellikle Hıristiyan-Protestan inanışı egemendir. 




YAKUP AYGİL

HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ 


17 Ekim 2024 Perşembe

Birinci Arap Devri (İslamiyet'in Doğuşundan Hicri 132/Miladi 749 Yılına Kadar)

 


Bu devir İslam devletinin yalnızca Arap ırkının yönetiminde bulunduğu süreyle sınırlıdır. Bu dönemde devletin siyasi yapısı, idarecileri ve ordu komutanları yalnızca Araplardan oluştuğu gibi tüm egemen sınıf da Arap'tır. İslamiyet'in doğuşundan Emevilerin yıkılışına kadar süren dönemin biri Raşid Halifeler, diğeri Emeviler olmak üzere iki safhası vardır. Bu devletlerden her birinin siyasi ve idari yapılanmasında kendine özgü özellikleri olup, bu özellikler ileride ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Konuya girmeden önce Arapların İslam'dan önceki durumlarının konumuzla ilgili kısmına ana hatlarıyla bir giriş yapmak gerekir.


lslam'dan Önce Arap Toplumları - Bedeviler ve Şehirliler


Bedeviler çöl, medeniler ise şehirde yaşayan insanlardan oluşuyordu. Bedevilik insanın fıtratına, doğasına daha yakın yaşam tarzı olduğundan, şehir hayatından daha eski çağlara kadar uzanmaktadır. İnsanlık yaratıldığı ilk dönemlerde kuşkusuz, oldukça sade ve basit bir hayat yaşayan bedevi bir toplumdu. Günlük yaşamı sürdürmek, soyu devam ettirebilmek için çiftçilik veya hayvancılık yegane geçim kaynaklarıydı. Bunun için de doğal olarak, geniş kır ve meralar gerekiyordu. Belli meslek gruplarının toplandığı şehirlerde tarım ve hayvancılıkla uğraşmak mümkün olmadığından, ilk insanlar ova ve bozkırlara dağılmışlardı. Tüm çabaları yaşamı sürdürebilecek kadar yiyecek, içecek, geceleyecek yer ve yakacak bulmakla sınırlıydı. İnsanlar zamanla medeniyet yoluna girip, lüks yaşamın gereği çeşitli araçlara malik olunca, daha güzel şeyler yemek, daha güzel giyinmek ve daha rahat yaşamak demek olan refah seviyesini artırma amacına yönelmiş ve bu amaç için öncelikle toplu ve yerleşik hayata geçmiş, zamanla gittikçe büyüyüp gelişen şehirler kurmuşlardır.


Şu halde bedevilik çiftçilik, tarım veya hayvancılıkla ayakta duran bir yaşam biçimidir. Tarımla meşgul olan bedevi sınıf ektikleri ürünleri toplamak için yerleşik bir hayata geçmek zorundadır. Bunlar çöl, köy ve dağ halkını oluşturur ki Arap bedevileri arasında böyle yerleşik hayatı seçip tarımla uğraşan çok az insan vardı. Bedeviler içinde bu çeşit sınıflara çoğunlukla Afrika'nın kuzeyindeki bölge (Berber), Mısır, Fars ve Şam gibi bölgelerde kurulan bayındır şehirlere komşu yerlerde rastlanır. Hayvancılıkla uğraşan bedevilerin adeti hayvanlarına mera ve su bulmak için bir yerden başka bir yere sürekli göçmektir. Bunlar da biri mevaşi diğeri deve sahipleri olmak üzere iki sınıftır. Mevaşi sahipleri koyun ve sığır beslemekle geçinenlerdir. Bunlar çöllerin içinde verimli meralar bulamayacakları için çölden uzak yerlere göçerler. Bu sınıf bedevilere koyun anlamına gelen "şa"' kelimesine nispetle "şaviye" adı verilir. Bunlar Afrika'nın kuzeyinde oturan Berberilerle Türkistan ve Horasan çölleri gibi yerlerde yaşayan Türkler, onların kardeşleri olan Türkmenler ve Sakalibe (Slavlar) gibidirler.

Devecilikle uğraşan bedevilerin en ünlüleri Arap bedevileridir. Bunlar koyun ve sığır besleyen bedevilerden daha çok yer değiştirirler ve çölün en uzak yerlerine kadar dolaşırlar. Kırların, tepelerin ot ve ağacı, develerin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan çöllerdeki çalı, ağaç meralarıyla tuzlu suların yerini tutamaz. Özellikle çöllerin sıcak kışı ve kumu, develerin kışı sıcak geçirmeleri ve doğum yapmaları açısından gereklidir. Deve doğum yapması çok güç bir hayvandır. Bu yüzden bu gibi hayvanların sahipleri uzun süreli göç yapmak ve çöllerin uzak yerlerine gitmek zorundadırlar. Bu tür bedeviler insan topluluklarından uzak yaşadıkları ve kendilerini koruma zorunluluklarından dolayı sert, kaba ve hırçın bir ahlaka sahiptirler. Bu nedenle uygar şehir halkına kıyasla, adeta bir canavar, intikamcı bir hayvan gibi haşin davranışlar sergilerler. Bunlar sürekli silah taşıdıkları, daima uyanık davrandıkları, deve üzerinde ve oturdukları yerlerde azıcık bir uykuyla yetindikleri, kendi güç ve kahramanlıklarına güvenerek ıssız çölleri dolandıkları için güç, cesaret ve şecaat onların ayrılmaz karakteri olmuştur. Çöllerin en uzak ve tehlikeli yerlerinde dolaşan bu bedeviler, bedevilerin en cesuru ve sıkıntılara en fazla tahammül edebilenleridir.

Arap Yarımadası halkının çoğu sürekli dolaşan bedevilerden oluştuğu için söz konusu bölgede, özellikle de yarımadanın ortalarında az sayıda şehir mevcuttu. lslamiyet'ten önce Arap şehirlerinin en meşhurları Hicaz'da Mekke, Medine, Taif; Yemen'de Mağ'rib ve San'a'ydı. Bu şehirlerin halkı Arap, hanlı ve Musevilerin karışımı bir halktan oluşuyor; çöllerden gelip giden bedevilerle yaptıkları alışverişle geçiniyorlardı.


lslam'dan Önce Arap Asabiyeti


Çöl halkında asabiyetin bulunması doğal bir durumdur. insanlar yaratılıştan gelen bir özellik olarak hırs ve tamahla dolu ve birbirlerine rekabet ve düşmanlıkla yoğruludur. Şehir halkı hükümet ve düzenli bir koruyucu kuvvet, ordu veya askere sahip olduklarından, onlardan biri diğerine haksızlık yaptığında hükümet zayıfın hakkını kuvvetliden alırdı. Eğer dışarıdan bir düşman tecavüz ederse devlet inşa ettiği kale ve surlarla, beslediği askerlerle düşmana karşı savaşırdı. Oysa bedevi toplumlarda bu tür bir idare ve ordu yoktur. Aralarında bir anlaşmazlık çıktığında şeyhleri ve kabilenin ileri gelenleri, kabile fertleri içinde sahip oldukları saygın konumlarından hareketle anlaşmazlıkları çözmeye çalışırlardı. Yaşlılara saygı bedeviler arasında bir adetti. Eğer dışarıdan bir düşman kabileye saldıracak olursa, savunma işini kabilenin delikanlıları ve savaşçıları üzerlerine alırlardı. Bunların aralarında bir asabiyet bağı olmazsa bir güç oluşturamadıkları gibi düşmanlarıyla mücadelede başanlı olamazlardı.

Bir şehir halkının veya menfaatleri ortak herhangi bir halkın kendilerini bir araya toplayacak, birleştirecek bir bağa sahip olmaları zaruridir. Milletler arasındaki birleştirici bağ, o milletin çeşit ve durumuna göre farklılık gösterir. Bazı milletler vatan birliği, diğerleri din bağı, bazıları da soy veya lisan bağı ile birbirlerine bağlıdırlar. Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bedevilerin belli bir vatanı yoktur. lslam'dan önce dinleri de yoktu. Soy bağı ve dilden başka aralarında bir bağları da yoktu. Zaten bu iki bağ özellikle bedevilik devrinde birbirinden ayrılmaz haldedir. Bu sebepten Araplar soy sop (nesep) konusuna çok önem vermişler, onunla övünmüşler, ilk atalarına varıncaya kadar soykütüğünü tespit ve koruma işinde oldukça ileri gitmişlerdir.

Bedeviler arasında en yakın soy bağı uhuvvet (biraderlik), übüvvet (babalık), amumet'tir (amcalık). Bu bağlardan aile, aileden Al-i Ebu Talib, Al-i Abbas gibi "fasile"ler oluşur. Gerek Al- i Ebu Talib gerekse Al-i Abbas tamamı Haşimoğullarından olmak üzere, birtakım aileleri kapsayan birer fasiledir. Fasilelerden Beni Haşim, Beni Ümeyye gibi "efhaz" teşekkül eder. Bunların her ikisi de Abdimenafoğullarındandır. Bu fahızlardan da Abdimenafoğulları ve Mahzumoğulları gibi "batınlar" oluşur. Bunlar da Kureyş'tendir. Batınlılardan da Kureyşoğulları ve Kinaneoğulları gibi "lmare"ler oluşur. Bunların her ikisi de Muzar kabilesindendir. lmarelerden de Rebia ve Muzar gibi kabileler teşekkül eder. Bunlar da Adnan'a dayanır. Kabilelerden "şa'ab" adı verilen büyük kabileler teşekkül eder ki bunlar Adnan ve Kahtan gibi soyun en uzak kaynağı kabul edilirler.


Arap Soyu


Soybilimcilerin ortak görüşüne göre lslam öncesi Arap Yarımadası halkı asıl cihetiyle, Arab-ı baide (Arab- ı münkariza) ve Arab -ı bakiye olarak iki kısımdan oluşuyordu. Baide kabileleri Ad, Semud, Cürhüm, Casim gibi lslamiyet'in doğuşundan önce yok olmuş, tarihleri kaybolmuş kabilelerden oluşuyordu. Söz konusu kabilelerin asılları hakkında el-Hilal'in yirminci sayısında bir makale yazmıştık. Bakiye Arapları ise lslam'ın doğuşuna kadar soylarını sürdürmüşler, lslam'ı kabul ederek yayılması için uğraşmışlar ve sonunda lslam devletini kurmuşlardır. Bu kabilelerin her biri bir babaya mensup olmak üzere iki grupturlar. Birinci grup soy yönünden Kahtan, bunun soyu da Erfkeşad'a ulaşır. Kahtan kabilelerinin yaşadığı yer Yemen bölgesi olduğundan, bunlara Yemen kabileleri veya Yemen Arapları adı verilir. lkinci grup ise Hz. lbrahim'in oğlu lsmail'in soyundan gelen Adnan'a ulaşan Adnan kabileleridir. lsmailoğulları adı ile bilinen bu kabileler çoğunlukla Hicaz ve Necd'de ikamet ettiklerinden, bunlara Hicaz kabileleri veya Hicaz ve Necd Arapları da denilir.

Gerek Kahtaniler gerek Adnanilerin kendi içinde alt kollara ayrılan o kadar çok soy ve kabile dalları vardır ki bunları burada sıralamak mümkün olmadığı gibi gerek de yoktur. Yalnız konumuzla ilgili olan bazı noktalar üzerinde duracağız. Kahtaniler, Adnanilerden daha eski bir geçmişe sahiptirler veya çok azı Adnanilerden önce şehir hayatını benimsemişlerdir. Yemen bölgesinde uygarlık tesis eden Himyeriler, Kahtani soyundan oldukları gibi Tababia melikleri de bunların soyundandır.

Hadramut ve Yemen'de bıraktıkları tarihi eserlerin büyük kısmı üzerindeki Müsned kalemiyle çizilmiş nakışlar hala kumlar altında yatmaktadır. Şarkiyatçılardan birkaç bilim adamı bu kalıntıları araştırmışlarsa da çöl şartlarından kaynaklanan sıkıntılardan dolayı çok şeyi ortaya çıkaramamışlardır. Bununla birlikte bazı şarkiyatçılar konuyla ilgili ilginç kitaplar yazmışlar, Yemen uygarlığının Mısır uygarlığından daha eski olduğunu, firavun uygarlıklarının temelinin Kahtani kültürü olduğunu ileri sürmüşlerdir. MÖ 10. yüzyılda Hz. Süleyman'ı ziyaret eden Sebe kraliçesinin bu devletin hükümdarlarından olduğu tahmin edilmektedir.

Yemen Arapları Aram seli sonunda Ma'rib Seddi adı verilen sulama barajının yıkılmasına kadar Yemen ve Hadramut bölgesinde yaşamışlardı. Söz konusu set iki dağ arasında inşa olunmuş bir duvardan ibaretti. lki dağ arasında akan suları topluyor ve dağların yukarılarına kadar dağ eteklerini suluyordu. Kahtan hükümdarlarından birinin yaptırdığı söz konusu baraj yüzyıllar boyu varlığını sürdürebilmiştir. Yaklaşık miladi ikinci yüzyılın başlarında yıkılacağı hissedilmiş ancak devlet tamirat yapmaktan aciz olduğundan, halkın büyük kısmı sel altında kalma ve kıtlıktan korkarak başka bölgelere göçmüşler, kabile ve ailelerine göre çeşitli ülkelere yerleşmişlerdi. Şam bölgesine yerleşen Gassanoğulları Irak'a yerleşen Lahmoğulları, Medine'ye yerleşen Evs ve Hazrecoğulları, Mina'ya göçen Ezd, Mekke civarında yerleşen Huzaa kabileleri Yemen bölgesinden göç eden Kahtani Araplarıydılar. Bu göçlerden sonra set yıkılmış, geri kalan kabileler de başka yerlere göç etmişlerdi. Miladi 5. yüzyılda Habeşliler Yemen bölgesini ele geçirdiler. lslamiyet'in doğduğu yıllarda Yemen bölgesi İranlılara bağlı bir vilayetti.

Bu yüzden lslam'ın doğduğu yıllarda şehirli ve uygar halktan oluşan Kahtanilerin devleti yıkılmış ve yok olmuştu. Kahtani soyundan gelen bedeviler Hicaz ve Yemen şehirlerinden Medine ve sairede kalanlardan başka epey çoktular. lslamiyet'in doğduğu yıllarda Kahtanilerin en ünlü kabileleri: Sebe, Himyer, Kehlan, Ezd, Mazin, Gassan, Evs, Hazrec, Huzaa, Büceyle, Hişam, Hemedan, Tayy, Lahm, Kinde, Huzaa, Kelb ve diğerleriydi.

Adnan kabileleri veya Hicaz ve Necd Araplarına gelince bu kabilelerin lslam'dan önceki dönemde fazla bir önemleri olmadığı gibi devlet kurma becerisini de ancak lslam'dan önce gösterebilmişlerdi. Adnaniler çeşitli kabilelerden oluşuyorlardı. Kureyş dışındakiler konar göçer kabileler halinde çoğunlukla Necd, Hicaz, Irak ve Tihame bölgelerinde yaşıyorlardı. Şehirli olan Kureyş kabilesi Mekke'yi vatan edinmişti. Taif halkının bir kısmı da Kureyş kabilesindendi. Adnanilerin en büyük kabilesi Maad idi. Diğer bütün kabileler bunlardan türemişti. Adnan'ın peygamber Hz. Ermiya ile çağdaş olduğu rivayet olunmuştur.  Maad'dan lyad ve Nizar kabileleri doğmuştur. Bunlardan lyad, Irak bölgesine yerleşmiş ondan da diğer alt gruplar türemişti. Nizar kabilesi ise Hz. Muhammed'in (s.a.v) soyu olduğundan bütün kabilelerin en başta geleni ve tüm Arapların övünç kaynağıdır. Bu kabile Rebia ve Muzar kabilelerine ayrılmıştı. Rebia kabilesi Irak'ı kendine vatan etmişti. Dabia, Esed, Anze vs Rebia kabilesinin dallarıdır. Muzar bin Nizar kabilesi Hicaz ve diğer şehirlerde daha kalabalık ve başarılı idiler. Mekke'nin reisliği bunların elindeydi. Bunlardan da daha küçük kabileler çıkmış ve Kureyş'ten de yirmi beş boy doğmuştu. Abdümenafoğulları da bunlardan biriydi. Hz. Peygamber'in akrabası olan Haşimoğulları bu Abdümenaf kabilesinden geliyordu. lslamiyet'ten sonra Muzar kabilesinin, Kahtani veya Adnani olsun diğer Arapların hepsinden seçkin ve şerefli sayılması Haşimoğullarını içine aldığındandır.

Yukarıda adı geçen kabilelerden başka Adnanilerin en ünlü kabileleri: Huzeyrne, Kinane, Nadr, Şeyban, Kays, Havazin, Süleyrn, Gatafan, Zibyan, Sakif, Kilab, Ukayl, Temim, Hilal, Bahile, Mahzum, Ümeyye, Abdikays idi. Bunlardan bir kısmı diğerlerinin kollarıydı. Her kabilenin özel durumları, hükümetleri, özel alametleri olduğu gibi, her birinin kendine has, bayrağına koyduğu, develerine vurduğu özel bir nakışı da vardı. Develere kızgın bir demirle nakşolunan bu alamete "meysem" adı verilirdi. Her kabile özel bir meziyyetle şöhret bulur, onunla övünürdü. Örneğin Muzar kabilesi belagat ve fesahatle, Rebia kabilesi atçılık ve kahramanlıkla övünürdü. Adnanilerden Behdele kabilesi savaş ve saldırı yeteneği bakımından büyük ün kazanmıştı. Rivayete göre izzet ve kuvvet sıra ile; Maad, Nizar, Muzar, Handef, Temim, Sa'd, Ka'b, Avf kabilelerinden geçerek Behdele kabilesine yerleşmişti.


Nesep Asabiyeti


Kabile ve boylar arasında aileleri birbirine yaklaştıran akrabalık ve asabiyet bağları bulunuyordu. Hepsi aynı soydan olsalar bile kabile ve aile farklılıkları birbirleri aleyhine birleşmelerinin de nedeni olabiliyordu. Örneğin aynı kabileden olsalar bile, "Ben ve kardeşim amcaoğluma, ve ben ve amcaoğlum da yabancıya karşı birleşiriz," atasözüne uygun olarak bir boyun iki kabilesi diğer bir boya karşı birleşirdi. Bir kabile mensubu her zaman kendi kabilesini savunurdu. Kahtanlı ve Adnanlı kabilelerinin asabiyetçilikleri diğer tüm kabilelerden daha güçlüydü. Kabilecilik anlayışı en temel dal olan soydan en küçüğü olan aileye kadar her safhada kendini gösterirdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi aynı soydan olmalarına rağmen kabile ve aile farklılıkları da birbirleri aleyhine düşmanlıklara neden olabiliyordu. Örneğin Abbasiler ve Talibilerin ikisi de Haşimoğullarından olmalarına rağmen birbirlerine düşman olmuşlardı. Aynı şekilde Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları da Abdülmenafoğulları kabilesinden olmalarına rağmen birbirlerine rakip olmuşlardı. Her kabilenin alt dalları kendi aralarında da birbirlerine karşı kendi özellikleriyle övünürlerdi. Araplar arasındaki kabile asabiyeti konusunda kaynaklarda oldukça ayrıntılı bilgiler vardır. Bununla birlikte Araplar arasında meydana gelen en meşhur rekabet ve düşmanlık Kahtan kabileleri (Yemenliler) ile Adnan kabileleri (Hicaz ve Necdliler) arasında gerçekleşen olaylardır. Ancak tarih kitaplarını okuyanlar bu tür olaylara rastlasalar bile çoğunlukla özünü fark edemezler. Çünkü tarihçiler bunlar arasındaki bir olayı anlatırken tarihsel kabile rekabeti köklerine dikkat çekmeden yalnızca, "Kays ile Kelb kabileleri arasında şu savaş olmuştur," demekle yetinirler. Kays'ın Adnanilerden ve Kelb kabilesinin de Kahtanilerden olduklarını belirmeye lüzum görmezler. Aynı durum başka kabileler için de geçerlidir.


İslamiyet'ten Önce Arapların Dışındaki Milletler


Arap kabileleri, Kahtanlılar ve Adnanlılar gibi birbirleriyle rekabet ve düşmanlıktan hiç geri kalmazlardı. Lakin dışarıdan tehdit gibi nazik durumlarda ve gerektiğinde, İranlı veya Türklere karşı olduğu gibi Arap olmayan milletlere karşı aralarındaki düşmanlığı kısa bir müddet unutup birleşirlerdi. Araplar Arap olmayan milletlere genel olarak "Acem" adını verir, soy ve dilleriyle onlara karşı açıkça övünürlerdi. Üstelik acem kelimesinden dilsiz anlamına gelen "a'cem" kelimesini türetmişlerdi. Acem kelimesini dilsizlik anlamında kullanırlardı. Aynı şekilde Araplar arasında "Ahzer" sözcüğü, gözü dar ve küt kimseye denirken onlar Arap olmayanları bu lakapla çağırırlardı. Ahzer olmak Araplara göre önemli bir eksiklik sayıldığından, bir Arap bu kelimeyle çağrılsa bunu büyük bir ihanet kabul ederdi. Bu, "Sen Arap değilsin," demekti. Bununla birlikte özel anlamda Acemi İranlı ve Acem de İran anlamında kullanılmıştır. İranlılar dilleri farklı olan milletler arasında, Araplarla içli dışlı olan en eski ulustur. Sonraki devirde Araplar, Acem kelimesini Arap olmayan tüm milletler için de kullanarak genel bir anlam yüklemişlerdir.

Araplarla İranlılar arasındaki rekabet ve düşmanlığın tarihi çok eskidir. Bunun en önemli nedeni lranlıların çok eski tarihlerden itibaren devlet sahibi olmaları, birçok kez kılıç zoruyla Arapları kendi ülkelerinden kovup çıkarmalarıdır. Araplar da lslamiyet'ten birkaç yüzyıl önce Şapur'un devrinde bile lran topraklarını yağmalıyorlardı. Bu hükümdar tüm Araplara, özellikle lyad kabilesine büyük baskı uygulamış ve ülkesinden kovmuştu. Şapur lyad kabilesine mensup birçok kişiyi de kılıçtan geçirmişti. Ölümden kurtulanlar Rum topraklarına sığınmak zorunda kalmışlardı. Şapur aynı zulüm ve katliamı Bahreyde yaşayan Temimoğulları kabilesine de yapmıştı. Araplarla İranlılar arasında bu mücadele ve düşmanlık devam ederken 5. yüzyılda Yemen Arapları kendi ülkelerine saldıran Habeşlileri kovmak için lran hükümdarından yardım istemişler; çaresiz kaldıklarından, yardıma gelen lran askeri Habeşlileri Yemen'den kovmuş ancak bu kez de kendileri işgal ederek lslamiyet'in doğduğu döneme kadar o bölgeye hakim olmuşlar, sömürmüşlerdi. lslamiyet'in zuhuruyla birlikte yönetim Arapların eline geçmiştir. Bu devrim özellikle Arap olmayanlara karşı katı bir ırkçılık politikası uygulayan Emeviler zamanında İranlıları çok rahatsız etmiştir. Bu durum ileride açıklayacağımız üzere Arap nefreti üzerinde temellenmiş olan Şuubiye akımının ortaya çıkmasında önemli bir etken olmuştur.


Anne ve Dayı Tarafı


Araplar arasında asıl soy asabiyeti diğer ilerlemiş kabilelerde olduğu gibi übüvvet, baba tarafından oluşuyordu. Bununla birlikte anne tarafının da büyük bir önemi vardı. Bu durum kadınların o toplumda yüksek bir konumda tutulmalarından değil, yalnızca anne olmalarından kaynaklanıyordu. Araplar arasında kadınlar anne oluncaya kadar hiçbir mevki sahibi olamazlardı. Ancak anne olduklarında önem kazanırlar, soy sop arasında birleştirici bir bağ olurlardı. Anneyi hanıma tercih etmek bir gelenekti. Çünkü anne eşten daha sevgili ve daha vefakar sayılırdı. Bununla ilgili bir örnek verelim. Ünlü Arap şairlerinden Hansa'nın erkek kardeşi Sahr bin Amr, Esedoğulları savaşında Rebia bin Sevr Esedi'nin saldırısı sonucunda zırhının halkaları böğrüne girer ve yaralanır. Bir yıl boyunca çok şiddetli acılar çeker. Kendisine bakan annesi ve hanımı Süleyma'dır. Ancak zamanla eşi kendisine bakmaktan usanır. Bir gün evinin önünden bir kadın geçer ve kadından kocasının durumunu sorar. Süleyma, "Ne diri sayılır ki ondan hayır umayım ne ölü sayılırki unutulsun," cevabını verir. Sahr karısının bu sözleri söylediğini işitince onun vefasızlığını ve anasının fedakarlığını vurgulayan dokunaklı bir kaside söyler. 

Araplar anne olmayan bir kadın vefat ettiğinde birbirlerine başsağlığına gitmezlerdi. Bu durum yalnız Araplara özgü değildi. Aynı anlayış Yunanlılar arasında da geçerliydi. Yunanlılar kadınları cariye (köle) gibi kabul ettiklerinden, gerek evlilikten önce gerekse sonra onları erkeklerle görüşmekten men ederler, dokuma ve örmecilik gibi ev işlerinde veya hastabakıcı olarak kullanırlardı. İranlıların kadınlar konusundaki anlayışları da bundan farklı değildi. Onlarda da bir kadın anne olmadan önce hiçbir saygın konum elde edemezdi. Kadın ancak anne olduğunda bu durum tamamen değişir, evinin tek yetkilisi olurdu. Çöl halkı arasında bu anlayış hala sürmektedir. Bundan dolayıdır ki Araplar arasında "humlet" (dayılık) asabiyeti, yani annenin aşiretinin, onun çocuklarına veya diğer bir deyişle kocanın aşiretine destek ve yardım etme geleneği doğmuştur. Anne ve baba birbirine düşman iki kabileden olsalar bile bu adet değişmezdi.


lslam'dan önce de Araplar arasında dayı tarafının büyük önemi vardı. Hz. Muhammed Medine'ye göç ettiğinde, Medine halkının kendisine yardım etmesi ve destek olması bunun en belirgin kanıtlarından biridir. Bu destekte dayı tarafının büyük rolü olmuştur. Hz. Peygamber'in annesi bir Kahtan kabilesi olan Hazrec'in Neccaroğullarından, babaları ise bir Muzar kabilesi olan Kureyş'ten idi. Babası vefat ettiğinde annesi kendisini alıp dayıları olan ve sayıları oldukça çok bulunan Neccaroğulları'na sığınmak üzere Medine'ye götürmüştü. Neccaroğulları, dini hisler ve dindarlık hususunda en uygun kabileydi. Hatta onlardan biri Cahiliye zamanında rahip olmuş, kılık kıyafetini değiştirmiş, putlara tapmaktan uzaklaşmış ve Hıristiyanlığı kabul etmek istemişse de çevresinden çekinmiş, kendi evini ibadet yeri haline getirmişti. Peygamber'in annesi kardeşlerinin yanında rahat bir biçimde bir süre kaldıktan sonra Hz. Peygamber'i yanına almış, amcasına götürmek üzere Mekke'ye dönerken yolculuk sırasında ahirete göçmüştür. Yıllar sonra Hz. Peygamber tebliğ vazifesine başlayıp, çevresini dine davet edince, öncelikle amcalarından sert bir karşılık ve eziyet görmüş, bunun üzerine Medine'de oturan dayılarının yanına göç etmişti. Medine halkı Hz. Muhammed'in peygamberliğini ilan ettiğini bildikleri halde sıcak bir ilgi ile karşılayıp destek verdiler. Çünkü Neccaroğulları aynı zamanda bütün Hazrec kabilesinin de dayısı idi. Hz. Peygamber'in Medine'ye ulaşması üzerine lslamiyet'i herkesten önce kabul edenler de dayıları ile onların hısımları olmuştu. Onları takip eden Medine halkı da süratle lslam'a girmişlerdi. Hz. Peygamber savaş alanlarında, savaşın çok şiddetlendiği kritik anlarda da bir yere sığınmak istediğinde yine Ensar'ın sancağı altında otururdu. Ensar, özellikle de Neccaroğulları Hz. Peygamber uğruna canlarını feda etmekten asla sakınmazlar, kendi nefislerine bile tercih ederlerdi. Ensar'ın düşmanları kendilerini hicvedip kötülediklerinde, fedakarlıkta diğer Medine halkından daha ileri gittikleri için özellikle Neccaroğullarına saldırırlardı. Amr bin el-As'ın henüz Müslüman olmadan önce Uhud gününde söylediği kaside bunu dile getirmiştir.

Dayılık veya dayı destekli kabilecilik anlayışı lslamiyet'ten sonra da devam etmiş, kavim asabiyeti devlet siyasetinde önemli etkiler yapmıştır. Hz. Muaviye, Hz. Osman'ın intikamını almak iddiasıyla hilafet davasına kalkıştığında, Yemen kabilelerinden Kelboğulları kendisine arka çıkmışlardı. Çünkü Hz. Osman'ın şahadet edilmesi olayında parmaklan kan içinde kalan Hz. Osman'ın zevcesi Naile bu kabileden geliyordu. Bu yüzden dayılarının verdikleri destek ve yardımlar Muaviye'nin başarısında çok önemli rol oynamıştır. Muaviye bu kabileden bir kadın almış, kadın da oğlu Yezid'i doğurmuş ve böylece onların desteklerini garantilemişti. Yezid halife olduğunda en büyük destekçileri yine dayıları olan Kelboğulları kabilesi olmuştur. lslam tarihinde bu tür misaller çoktur. Halife Me'mün'un annesi İranlı olduğundan, en büyük desteği İranlılardan almış, kardeşi Emin ise bir Arap kadından doğmuş olduğundan Araplar da onun destekçileri olmuşlardı. Me'mün, İranlıların destek ve yardımını daha da kuvvetlendirmek amacıyla Horasan bölgesine sığınmış ve Merv kentinde dayılarının yanına yerleşmiştir. Kendilerine tam destek veren dayıları halifeliği kardeşinden alarak kendisine teslim etmişlerdir.

Halife Mu'tasım'ın annesi de bir Türk olduğundan, Türklere karşı bir yakınlık hissetmiş; özel ordusunu Türklerden oluşturmuştur. Bu Türk ordusu İranlılara karşı kendisinin en sadık dayanağı olmuştur


Arap Asabiyetinin Dalları


Hilf (Ahd veya İttifak Anlaşması)


Arapların üzerine titredikleri ve esas kabul ettikleri gerçek asabiyet babadan, ikinci derecede de anne tarafından gelen asabiyetti. Bunun dışında "hilf' gibi, bazı antlaşmalarla aralarında birlik ve ittifaklar oluşturuyorlardı. Hilf; günümüzde devletler arasında aktedilmekte olan anlaşmalar gibi iki veya daha fazla kabilenin birbirlerine yardım ve destek konusunda yemin etmeleri ve aralarında bir ahid imzalamaları demektir. Kabileler Cahiliye Devri'nde "Arapların ünlü günleri" (eyyamü'l-arab) adıyla bilinen kabile savaşlarının birçoğunda, bu tür anlaşmalarla birbirlerine destek verirlerdi. Abdimenafoğullarının Abdüddaroğullarından haccın rifade (hacılara yemek dağıtma) ve sikayetini (hacılara su dağıtmak) görevlerini almak istemeleri üzerine Kureyş kabileleri arasında imzalanan "hilfü'l-mütayyibin" ile bazı Kureyş ailelerinin Mekke'de gerek yerli halktan gerekse dışarıdan hiçbir kimsenin zulme uğramasına fırsat vermemek konusunda anlaşma yapmış olmaları anlamına gelen "hilfü'l-fudül" Cahiliye Devri'nde imzalanan en ünlü ittifak anlaşmalarındandır. Bu tür anlaşmalar Kahtani olsun, Adnani olsun nesepleri birbirine uzak olan kabileleri bile birleştiriyordu. Bazen bu hilf, Araplarla Arap olmayanlar arasında, birlikte yaşamaya karar vermiş kabileler arasında bile yapılıyordu. Ancak bu tür anlaşmalar "vela" (dostluk) çeşidi olarak kabul ediliyordu. Nadiroğulları ve Kaynukaoğullarından Medine'de yaşayan Yahudiler ve diğer kabilelerle Evs ve Hazrec kabilelerinin yapmış olduğu antlaşma bunun bir örneğidir. Medine ile Şam arasındaki bölgede yerleşen "Vadi'l-kura" halkı da Haşimoğulları ile anlaşma yapmışlardır.

Bu anlaşmalar birtakım koşullar ve nedenlere bağlıydı. Esir olup kendini kurtaracak kadar fidye verme gücü olmamak, bu nedenlerden birini oluşturuyordu. Bu gibi esirler bağlı oldukları kabilenin damgası ile damgalanır, söz konusu kabilenin anlaşmalıları sayılırdı. Bir kabilenin asıl bireyinin aldığı miras kadar kendisiyle ittifak anlaşması yapılmış öbür kabilenin bireyi de aynı miktarda miras alırdı. Ancak öldürülürse anlaşmalının diyeti asıl bireyin yarısı kadardı.


istihak (Bir Kabileye Katılmaya Çalışma)


Bir kişinin diğer bir kişiyi kendi soyuna bağlaması veya kaydetmesi, onu kendi ailesinden birisiymiş gibi kabul etmesi anlamına gelen "istilhak" da, İslam öncesi Arap asabiyetinin çeşitlerinden birini oluşturuyordu. İlhak olunan kimse köle, esir veya mevla sınıfından biri ise ilhak eden kişi onu "mevla" adı altında kendi nesebine dahil ettirirdi. Cahiliye Devri'nde gerçekleştirilen en ünlü katılma olaylarından biri Emevilerin dedesi Ümeyye'nin zekvan adındaki kölesini kendi nesebine bağlatıp, Ebu Amr künyesini vererek, adını Ebu Amr bin Ümeyye olarak ilan etmesidir. Hz. Osman'ın anne bir kardeşi olan Velid bin Ukbe adındaki sahabi bu Ebu Amr'ın soyundan geliyordu. İslami dönemde gerçekleştirilen en ünlü katılma olayı ise "Ziyad bin Ebih"in Arapların dahilerinden, birinci Emevi halifesi Muaviye'nin babası Ebü Süfyan'ın nesebine kabul etmesi olayıdır. Söz konusu bu olay İslam hukuku kurallarına aykırı sayıldığından, üzerinde yapılan tartışmalar açısından İslam tarihinde önemli bir yer tutar. Ziyad'ın annesi Sümeyye adında bir kadın köleydi. Oğlu Ziyad'ı Sakif kabilesinin mevalisinden Ubeyd adında bir Rum kölenin çocuğu olarak doğurmuştu. Böyle bir ilişki Araplarca pek bilinmediğinden, Ziyad'ı babası bilinmeyen çocuklar gibi kabul ederek ona, "Ziyad bin Ebihi" (babasının oğlu Ziyad) adını vermişlerdi. Muaviye hilafet mücadelesi yıllarında kendisine destekçi ve yandaş ararken, Arapların dahi adamlarından bazılarını, aralarında bu Ziyad da olmak üzere yanında toplamıştı. Daha da ileri giderek Ziyad'ı kendi nüfus kütüğüne kaydettirerek kardeş ilan ettirdi. Bu işi gerçekleştirirken de Taif halkından Ebu Meryem Seluli adında bir meyhaneciyi şahit olarak kabul etti. Ebu Meryem, "Ebu Süfyan'ın kendisine gelerek bir kadın istediğine, Sümeyye'yi ona getirdiğine, Sümeyye'nin bu ilişkiden sonra hamile kaldığına" şahitlik etti. Oysa bu olaya güvenilir tarihçiler inanmamakta ve böyle bir ilişkinin gerçek olmadığını, Muaviye'nin kendisine destek olması ve arka çıkması niyetiyle ortaya attığı bir iddia olduğuna inanmaktadırlar. Ancak Muaviye yine de amacına ulaşmış ve istediği halifeliği elde etmiştir. O vakte değin "Ziyad bin Ebihi" veya "Ziyad bin Sümeyye" adıyla çağrılan Ziyad'a "Ziyad bin Ebü Süfyan" adı verilmiştir. Ziyad'ın soyundan gelenler, Abbasiler döneminde halife Mehdi tarafından H. 160 yılında, yukarıda sözü edilen Ubeyd'in nesebine döndürülüp, Sakif kabilesine kaydedilinceye kadar Kureyş kabilesine mensup olarak yaşamışlardır. Ebü Bekre'nin zürriyyeti için de benzer durum söz konusuydu. Bunlar da Hz. Peygamber'in mevalisi olarak "Sakif' kabilesine ilhak olunmuştu. Halife Mehdi her ikisini de asıllarına döndürmüş ve kendi kütüklerine kaydettirmiştir.

İlhak olunan kimseye "dai'' adı verilirdi. Bazen dai kendisi gibi dailer üzerine kayıtlı bulunurdu. Örneğin lbn Herme gibi kendisi bir cemaate, o cemaat de bir kabileye bağlı olurdu. lbn Herme "Halac" adında bir cemaate, bu cemaat de Kureyş kabilesine bağlı idiler. Çoğu kez Basra halkından "amcaoğulları" adını alan halka yaptıkları gibi, bir cemaati veya bir aşireti, kendileriyle beraber bir yerde ikamet veya kendilerine destek olup yardım ettikleri için, bir seferde ilhak olunurdu. Sözü edilen "amcaoğulları" Basra halkından bir gruptu. Hz. Ömer zamanında Temimoğulları kabilesinin yanında ikamet ederek, İslam’ı kabul etmişler ve Müslümanlarla birlikte düşmana karşı savaşmışlardı. Müslümanlar bunlara, "Sizler Arap soyundan olmasanız bile kardeşlerimiz, akrabalarımız, destekçilerimiz ve amcaoğullarımızsınız," demişlerdir. Bu olaydan sonra bunlar "amcaoğulları" adını almışlar ve Arap ırkındanmış gibi kabul edilmişlerdir.

Araplar "dai"yi kendilerinden sayarlar ve öz oğulları gibi mirastan pay verirlerdi. Öldüğünde de ona varis olurlardı. Çoğu kez miraslarına konmak için kendilerine bağlı olan mevalinin istilhakını arzu ederlerdi. Bazen mevaliler bu art niyetini anladıkları için istilhakı kabul etmezlerdi. Ünlü şair ve şarkıcı lbn Rebah'ın vela'cıları onun nesebini kendilerine ilhak etmek istemişler, o ise bunu reddederek "yetenekli ve özellikli bir mevla olarak kalmayı başkasının daisi olmaya tercih ederim. Ben anlıyorum. Parama göz dikiyorsunuz," demiştir. Oysa kendisi kazandığı her şeyi mevlalarıyla pay eder ve kendisi yalnızca bir pay alırdı. lbn Rebah zenci idi. Cerir, bunun şiirini işittiğinde "Sen zencilerin şairisin," demiş. O da cevaben "Beyazların da en büyük şairiyim," iddiasında bulunmuştur. lbn Rebah bir gün Ömer bin Abdülaziz'in huzuruna çıkarak, "Birkaç kızcağızım var. Siyahlığımı onların üzerine de silktiğim için nasipleri kapandı. Siyahlara ben vermek istemiyorum. Beyazlar ise kendileri almıyorlar," diyerek halini arz etmiş ve kızlarına maaşlar bağlatmıştı.


Hilf metoduna benzeyen·asabiyet sebeplerinden biri de "muvahat-kardeşleşmek" idi. Bu kardeşlik kabileler arasında akdolunduğu gibi bireyler arasında da akdolunabilirdi. Söz konusu adet günümüze dek bedeviler arasında geçerliliğini sürdürmüştür. Bir Arapla böyle bir kardeşlik akdederseniz bu Arap sizin en büyük destekçiniz ve savunucunuz olur. Sanki onun kardeşiymişsiniz gibi sizi himaye ve müdafaa eder.


Hal' (Uzaklaşma veya İndirme)


Arap toplumunda geçerli olan bu adet ve gelenek ise, yukarıda sözünü ettiğimiz istihlak adetinin tam tersi bir gelenektir. Biri oğlunda fena bir hal ve hareket görürse onu hal', yani onun kendinden uzaklaştırıp reddederek, onun hareket ve eylemlerinden sorumlu olmaktan kurtulurdu. Bazen bir kabile veya aşiret de kendi fertlerinden birini aynı şekilde hal' etmek zorunda kalırdı. Buna ihtiyaç gören kabileden birkaç kişi hal'i istenilen şahsı Ukaz Panayırı'na götürerek halkın huzurunda kendisini hal' ettiklerini açıklar ve ilan ettirirlerdi. Bundan sonra artık o şahsın sorumluluğu kabile üzerinden düşmüş olurdu. Örneğin, Huzaa kabilesi Cahiliye Devri şairlerinden Kays bin el hudadiye'yi bu şekilde hal' etmişti. Bazen hal' olayını bir vesika ile de belgelendirirlerdi (beraet-name).

Sahabeden Amr b. el-As'ın kendi aşiretince hal'i olayı lslam öncesi dönemde gerçekleşmiş önemli olaylardan biridir. Amr, Cahiliye Devri'nde Ammare ibn el Velid Mahzumi ile beraber ticaret amacıyla Habeşistan'a gitmişti. Yolculuk sırasında Ammare, Amr'ın kendi hanımına göz diktiğini ileri sürmüş, bu da aralarında bir düşmanlık doğurmuştu. İntikam fırsatı kollayan Ammare, Amr'ın geminin güvertesinde olduğu bir gün, onu iterek denize düşürür. Ancak Amr boğulmadan kurtulur ve yüzerek gemiye çıkmayı başarır. Beni Sehm kabilesinden olan Amr, Ammare'den intikam almaya yemin eder ve babasına bir mektup yazarak sorumluluktan kurtulmaları için kendisini hal' etmesini ister. Bu olay üzerine gerek Amr'ın gerekse Ammare'nin kabileleri her ikisini hal' ederek kararlarını Mekke sokaklarında bir münadi aracılığı ile ilan ederler.

Çeşitli nedenlerden dolayı uygulanan bu hal' geleneğinden dolayı, çöllerin değişik kesimlerinde, kabilelerinden kovulmuş, sorunlu ve de kavgacı büyük bir kitle oluşmuştu. Bu kovulmuşlar zamanla bir araya toplanarak çeteler oluşturmuş, yolları keserek tüccar kafilelerine saldırmaya başlamışlardı. İslamiyet’in ilk yıllarında da bu tecavüzcü çetelerin zararları bir müddet devam etmiştir. Emevi devleti şairlerinden Yala el-Ahval de böyle kabilesince hal' edilmiş kişilerden biriydi. Ezd kabilesinin kendisi gibi hal' olunmuş olan fakir kişilerini etrafına toplamış ve eşkıyalık yapmaya başlamıştı. Esir tüccarlarından bazıları bu tür insanları satın alarak Rum ülkesine götürüp satarlardı.


cahiliye Devri'nde Köleler


istirkak = Köle Edinme


İnsanoğlu yaratılışında bulunan istibdat ruhunun gereği, güçlüler zayıfları ezerek hakimiyet kurmuş olduklarından, zulüm ve adalet mefhumu ile birlikte, kölelik de insanlık tarihi kadar eski bir gelenek olarak karşımıza çıkar. Aslında ilk uygarlıklarda düşmanlarını mağlup ve esir eden kabile veya devletler, düşmanlarını köleleştirmektense idam ederlerdi. Zamanla insan gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle savaşlarda ele geçirilen esirlerden yararlanma yoluna gidilmiş, çiftçilik ve hayvancılık gibi işlerde onları kullanmak amacıyla köleleştirme faaliyetine başlanmıştır. Öyle ki bu esirler adi birer mal gibi alınır satılırdı. Mısır, Asur ve Babil'de esirlere bu şekilde davranılıyordu. Roma devletinde oldukça rağbet gören bir esir pazarı vardı. Bu pazara hemen her gün yüzlerce ve binlerce esir getirilir, satılır, hayvanlara yapılan muamelenin benzeri bunlara da reva görülürdü. Ancak insanlığın gelişimi ile birlikte, köleler ve esirler üzerindeki vahşi uygulamalarda da bazı iyileştirmeler yapıldı. Köle kadınlarla evlenmeye yasal olarak da izin verildi. Önceleri bir Romalı, kölesini istediği gibi dövüp öldürebilirken, kölelere ceza verilmesi hakkı kişilerden alınarak hakimlerin yetkisine dahil edildi. Bir köle sahibi kölesine zulüm ve işkencede sınırı aşarsa hakim tarafından cezalandırılırdı.

Bu iyileştirmelere rağmen Roma ülkesinde pek çok köle vardı. Kölelik müessesesi yaygın bir biçimde devam ediyordu. Kölesi olmayan hiçbir ev yoktu. Bunların çoğu savaş esirlerinden veya çocuklardan oluşuyordu. Kendilerine her türlü sanatı öğreterek evlerinde hizmet ettirirler, gerektiğinde esir pazarlarında satarlardı. Kölelerin fiyatı 20 Roma riyalinden 4.000 riyale kadar farklı farklıydı. Diğer eski milletlerde de durum Roma'da olduğundan farklı değildi. İranlılar savaşlarda ele geçirdikleri Türk esirleri birbirlerine hediye ederlerdi. Bazen bu esir hediyesi idareci sınıfın çocuklarından oluşuyordu. Tarihin kaydettiği bu tür olaylara aşağıdaki olay bir örnektir. lran hükümdarı Hüsrev Perviz, Rum İmparatoru Morikas'a (Moris) gönderdiği hediyeler arasında Türk beylerinin çocuklarından oluşan ve kulaklarında incilerle süslenmiş altın küpeler takılı 100 erkek köle (gulam) göndermişti. Buna karşılık Rum imparatorunun gönderdiği kıymetli hediyeler arasında da, kendi ülkesine komşu olan Bircan, Celalika, Slav, Gaskon (Macarlar) halklarından esir alınmış kızlardan başları mücevherlerle süslü taçlar bulunan 20 cariye vardı.


Arabistan'da Kölelik


Araplar da çağdaşları olan milletler gibi komşu bölgelerden köle satın alır ve ticaretini yaparlardı. Esir tacirleri birçok erkek ve kadın köleyi Habeş ülkesi ve civarındaki uygarlaşmamış toplumlardan alıp Arap Yarımadası'na getirerek belli mevsimlerde kurulan pazarlarda satarlardı. Kureyş kabilesi köle ticareti ile de uğraşırdı. Ünlü Ficar Savaşı'nda Kureyş'in reisi bulunan Abdullah bin Cüdan Temimi, Cahiliye Devri'nin en ünlü köle tacirlerinden biriydi. Biri köle satın alınca boynuna bir ip takarak, hayvan götürür gibi köleyi evine götürürdü. Köle savaş esiri ise kakülünü keser ve kurtuluş fidyesi ödeninceye kadar kakülünü okların konduğu sadakta saklardı. Köle satın alıp hediye etmek bir gelenek olmuştu. Köleler bir eşya gibi miras yoluyla da mirasçılara intikal ederdi. Ancak köle sahibi köleyi vefatından sonra azat ederse hürriyetine kavuşurdu. Bazen köleler gelinlere verilen mihirler arasına da katılırdı. Ünlü lslam şairi Beşşar ibn Berd, mihir arasında verilen kölelerden biriydi. Beşşar ile annesi Ezd kabilesinden bir adamın malıydılar. Bu adam Beni Ukayl kabilesinden bir hanım alınca, Beşşar ile validesini de mihir arasında göndermişti.

Günümüze ulaşan kaynaklar, Arap toplumunda da kölelik uygulamasının yaygınlığını göstermektedir. Bundan öte, emir ve meliklerin saraylarında sayıları binlere ulaşan kölelerin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Himyer meliklerinden Zülkila, Halife Hz. Ebubekir'in huzuruna çıktığında yanında kendi aşireti adamlarının dışında 1.000 tane de kölesi vardı. Arap ileri gelenlerinden evinde köle bulunmayan hiç kimse yoktu. Bu köleler ev hizmetlerinde kullanılırdı. Sahabeden Abdullah bin Ebi Rebia, her türlü sanata aşina birçok Habeşli köleye sahipti. Kölelerin sadakatine çok fazla güvenilmezdi. Bazıları da savaşlarda kullanılırdı. İslami devirde kölelerden oluşturulan ordular devlet üzerinde büyük etkide bulunmuşlardır. Bir kölenin cezası hür bir adamın cezasının yarısı kadardı. Bir köle savaşa katılırsa ganimetten hisse alamazdı. Onun payı efendisine verilirdi.

Araplar arasında "kınn" adı verilen bir tür kölelik daha vardı. Bunlar Roma İmparatorluğu'nda bulunan "serf'ler gibi ziraatla uğraşırlar, toprakla beraber alınıp satılırlardı. İlginç olanı, bu çeşit kölelerden bazıları kumar yüzünden köle olmuşlardı. Örneğin, Ebu Leheb ile As bin Hişam kim kaybederse diğerine köle olmak şartıyla kumar oynamışlardı. Ebu Leheb galip gelmiş ve As'ı kendine köle edinerek develerini güttürmüştü. Borçlular da ödeyemedikleri borçları yüzünden köleleştiriliyordu.

Araplar cariyelerle evlendiklerinde onlarla birlikte gelen çocuklarını da esir kabul ediyorlardı. Ancak o çocuklardan biri yetenekli ve zekiyse ona sahip çıkar ve kendi kütüklerine kaydederlerdi. Ünlü şair ve cengaverlerden Anteretü'l- Absi'nin babası Şeddat'ın nesline kaydolunması bu şekilde yapılan uygulamalardan biridir. Antere aslında Şeddat'ın cariyesi olan Zebibe'nin oğluydu. Şeddat önceleri kendisini kovmuş ancak daha sonra zeki ve yetenekli biri olduğunu anlayınca kendi nesebine almıştı. Bu, İslam tarihinde çok iyi bilinen olaylardan biridir. İslam öncesi Araplar önemli bir sebep görmeyince köle azat etmezlerdi. Kölelerden biri kölelik bağından kurtulmak istediğinde sahibinden kendisini satmasını isterdi. Sahibi razı olursa bir başkasına satardı. İslamiyet’ten sonra siyasi ve dini nedenlerden dolayı köle azat etme ve serbest bırakma (ıtk) uygulaması çoğalmıştır.


İslam Öncesi Dönemde Mevali


Arap toplumları içerisinde mevali, kölelerle hürler arasında bir orta sınıfı oluşturuyordu. Çoğunlukla azat olunmuş kölelerden oluşuyordu. Herhangi bir köle azat olunduğunda bu sınıfa dahil ediliyordu. Bunlar Roma İmparatorluğu'nda "libertinus" adı verilen azatlı kölelere benziyordu. Herhangi bir köle veya esiri, sahibi veya efendisi azat ederse azatlı sahibinin mevlası olur, ona veya kabilesine veya cemaatine intisap eylerdi. Mesela peygamberin amcası Abbas'ın mevlası Beni Haşim ile Kureyş ve Muzar'ın da mevlası kabul olunurdu. Bazen Mevla azat eden sahibinin şehrine bile nispet olunurdu. Filanca Medine veya Mekke halkının mevlasıdır derlerdi. Araplar arasında Mevla akraba gibi kabul olunurdu. Kandan gelen öz yakınlığa "karabet-i sariha" ve mevlanın yakınlığına da "karabet-i gayr- i sariha" denirdi. Mevla lafzı dost, akraba, amcazade, komşu, halef, oğul, amca, misafir, muhibb, tabi, damat ve benzerleri için de kullanıldığı gibi bunların çoğu mecaz yoluyla mevlaya benzetilirdi. Gerçekte ise Araplar arasında mevali; ıtk, akt ve rahim mevlaları olmak üzere üç çeşit idiler.


ltk Mevlası


ltk veya ıtaka (manumission) mevlası esir veya köleyken azat edilen şahıs için kullanılırdı. Bir esiri yerine getirdiği önemli bir görevden dolayı azat etmek bir gelenekti. Örneğin bir adam kendi kölesine, "Şunu yaparsan hürsün," dediğinde köle bu görevi ifa ettiğinde artık hür olur ve sahibinin mevlası sayılırdı. lslamiyet'in ilk yıllarında çoğu kez köle azat etmek yoluyla sahipleri aleyhine yardım ve destek sağladıkları için köle azat edilmesinin önemli sonuçları olmuştur. Örneğin Müslümanlar 8. yılda Taif şehrini kuşatmışlardı. Kuşatma günlerce sürdü. Şehrin fethinin çok zor olduğunu gören Hz. Peygamber, "Herhangi bir köle şehri terk ederse artık hür olur. Onun velayeti Allah ve Rasülü'nün üzerindedir," diye ilan edilmesini emretmişti. Bunun üzerine pek çok köle şehrin savunmasını bırakıp orayı terk ettiler. Bu tür köle azadı kimi zaman başka nedenlerle de yapılıyordu.

Azat olunması istenilen köleler harp esiri ise kakülleri kesilerek serbest bırakılırdı. Kakül, her kimin mülkünde bulunursa esirin sahibi o olurdu. Hz. Peygamber'in şairi Hassan bin Sabit Uhud Savaşı'ndan sonra Hubeyre bin Ehi Vehb'e cevap olarak bu anlamda bir beyit yazmıştı.


Mükatebe


Köle azat etme, bazen köle ile sahibi arasında yapılan bir anlaşmayla satış şeklinde gerçekleştirilirdi ki buna "mükatebe" adı verilirdi. Buna göre kölenin değeri takdir olunur ve kölenin bu meblağı çalışıp ödeyince azat olunacağına dair bir anlaşma senedi hazırlanırdı. Bazen ödemeler taksitlere bölünürdü. Örneğin Tabii'nin büyüklerinden Ebu Said Mukri, Cünda kabilesinden bir adamın kölesiydi. Her kurban bayramında 40 bin dirhem ile beraber bir kurban vermek üzere sahibiyle mükatebe yaparak hürriyetini elde etmişti.

Daha önce görüldüğü üzere her kim bir köle azat ederse, kölenin efendisi o olurdu. Yani azatlı azat edene nispet olunurdu. Vefatında azat eden ona varis olur. Bununla birlikte kimi kez kölenin velası azat eden değil, mükatebe bedelini veren kimseye aidiyeti şart kabul edilirdi. Bununla birlikte bazen azat etme "saibe" şeklinde gerçekleşirdi. Yani bu durumda velası hiçbir kimseye ait olmamak üzere azat edilirdi. Bir adam kendi kölesine "Sen saibesin," derse velası azat edenin olmaz ve bu çeşit azatlı malını istediği yere koyabilirdi. İlk Müslümanlardan Ebu Huzeyfe bin Utbe'nin mevlası Salim, saibe olarak azat edilen meşhur şahsiyetlerdendi. Aslen Istahrlı olan bu zat Ebu Huzeyfe'nin hanımı Besine'nin kölesiydi. Besine onu saibe şeklinde azat etmişti.

Ancak İslamiyet, velayetin azat edenin dışında birine ait olmasını yasaklamıştır. Hanım sahabelerden Sakifli Hüreyre binli Mesud, müminlerin annesi Hz. Aişe'nin huzuruna girerek mükatebe yolu ile azat edilmesi hususunda yardımını istemişti. Bedel olarak da beş senede beş taksit ödemek suretiyle beş ukiye gümüş belirlenmişti. Hz. Aişe, "Toptan bu parayı ben versem seni satın alıp azat etmeme ve velayetini kendi üzerime almama sahiplerin razı olur mu?" diye sordu. Berire sahiplerine gidip bunu sorunca, "hayır velayetin mutlaka bizim olacaktır," cevabını verdiler. Buna karşılık Hz. Aişe, "Hz. Peygamber'in huzuruna girerek durumu arz etti. O da, sen satın al ve azat et. Velayet ancak azat edenindir buyurdu" yanıtını verir. Fakat velayet bir diğer şahıs tarafından sahibinden satın alınırsa müşterinin olurdu. Nitekim hadis alimlerinden Ebu Ma'şer böyle bir hal yaşamıştı. Kendisi Mahzumoğulları kabilesinden bir kadının köleliğinden kurtulmak için bir anlaşma yapmıştı. Kararlaştırılan bedeli ödeyerek azat olunduktan sonra Himyerlilerden Ümmü Musa binli Mansur adındaki kadın velayetini satın aldı.

Bundan başka "tedbir" denilen bir başka yöntem de ıtk vasıtalarından birini teşkil ediyordu. Bu yönteme göre sahibi köleye, "Sen vefatımdan sonra hürsün," diyordu. Köle sahibi vefat edince hür oluyordu. Bu yüzden vefat edenin ailesine miras olarak intikal etmiyordu.


Akd Mevlası


"Hılf veya istina' mevlası" da denilen bu mevlanın bir şahsın diğer birine ne şekilde olursa olsun bir hizmetle, muhalife, muhaletat ve mülazemetle "intisap" etmesi ve bunun yüzyıllarca devam eylemesinden oluşuyordu. lslamiyet'ten önce Yesrip'de (Medine) bulunan Yahudiler bu tür mevlalara bir örnektir. Bunlar lslamiyet'in doğuşuna kadar Ensar'ın mensup oldukları Evs ve Hazrec kabilelerinin mevalisiydiler. Velayetleri hılf çeşitindendi. Bu konu oldukça uzun ve ayrıntılıdır. Özetleyelim. Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleri Yemen'den gelmeden daha önce Hz. lsa' nın (s.a.v.) doğumundan birkaç yüzyıl önce Medine'ye gelerek burayı vatan edinmişlerdi. Evs ve Hazrec kabileleri Medine bölgesine gelince tüm arazi ve hayvanların Yahudilerin elinde olmasından ötürü yoksulluk içerisinde ömür sürmeye mecbur oldular. Sonunda aralarından Malik bin Aclan adında bir bey, Şam bölgesinde Gassan emiri ile Medine Yahudileri için bir görüşme yaptı veya muhtemelen yardımlarını istedi. Bunun üzerine her ikisi Yahudilere karşı ittifak ettiler. Gassan emiri Medine'ye gelerek Yahudilere düşmanlığını ilan etti ve sonunda onları zelil ve perişan bir hale düşürdü. Artık Yahudiler korku içinde yaşıyorlardı. Söz konusu tarihten itibaren Evs veya Hazrec kabilelerinden bir şahıs kendilerine tecavüz etse önceden yaptıkları gibi destek sağlamak için birbirlerine koşmayıp her biri yine o kabilelerden komşularına giderek himaye ve imdat isterdi. İşte bu suretle Medine Yahudilerinden her kabile destek ve himayeci bulmak üzere Evs veya Hazrec boylarından birine iltica etmişti. Medine Yahudileri söz konusu boylarla mevlaları olduklarına dair anlaşmalar yapıyorlardı. Hz. Peygamber'in dayıları olan Neccaroğulları veya Medine Araplanndan diğer bir grubun mevlaları gibi her gruba mahsus mevali zuhur eylemişti.

lslamiyet'ten sonra Araplara mevali olan kabilelerin velayeti çoğunlukla bu şekildeydi. Çünkü Araplar söz konusu memleketin hakimleriydi. Diğer halklar ise hizmet veya değişik yollarla Araplar arasında yaşayıp onlara bağlı oldukları için Araplara mensup oluyorlardı. Bu şekilde ortaya çıkan bağa "velaü'l-muvalat" adı veriliyordu. Muvalat bir şahsın diğerine, "Sen benim mevlamsın, vefat edersem bana varis olursun, sağ kalırsam beni müdafaa ve himaye eylersin," demesi ve diğer şahsın da "Kabul ettim," diyerek cevap vermesiyle gerçekleşirdi. Arapların her sınıfı bir sınıf mevaliye sahipti. Bermekiler Harun Reşid'in, daha aşağı tabakadan olan İranlılar Arap emirlerinin ve daha aşağıdakiler daha alt tabakadaki Arapların mevalisiydiler.

Cahiliye Dönemi'nde mevla bazen Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi de oluyordu. Bu konuda dinin bir tesiri yoktu. Hz. Peygamberin bir mevlası aslen Habeşli diğeri Rum, diğeri Kıpti, bir diğeri de İranlı idi. Utbe bin Ehi Rebia'nın mevlası Addas da Ninova halkından bir Hıristiyan'dı. Hıristiyan olduğu halde Bedir Savaşı'nda bulunmuş ve öldürülmüştü. Daha sonra İslamiyet velayeti yalnız Müslümanlara tahsis eylemiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de "Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyiniz ..." anlamındaki ayet Yahudi ve Hıristiyanlardan mevla (dost) edinilmesini yasaklamıştı. Yahudi ve Hıristiyanlar lslamiyet'ten sonra "ehl-i zimme"den kabul edilmeye başlanmıştır.


Rahim Mevlası


Rahim mevlası bir kabilenin mevalisinden hanım almakla meydana gelir. Emevi devletinin sonlarıyla Abbasilerin ilk dönemlerinde yaşamış olan Hicaz şairlerinden Sedif bin Meymun buna bir örnektir. Kendisi Huzaa kabilesinin mevlasıydı. Daha sonra Haşimioğulları'ndan Ebu Leheb ailesinden bir muvalat ile evlendiğinden, Haşimioğullarının velasını iddia etti. Araplar arasında vela genel veya özel birtakım hüküm ve kurallara bağlıydı. Genel hükümlere göre mevla, hürden aşağı ve köleden yukarı sayılırdı. Mevla köle gibi satılamazdı lakin gerek evlilikte gerek mirasta ona hür gibi muamele edilmezdi. Mevla hür bir kız veya kadın alamazdı. Mevlanın diyeti sanki köleymiş gibi hürün diyetinin yarısıydı. Kısaslarda da aynı şekilde muamele görüyor, hür bir şahsın aldığı cezanın yarısını alıyordu.

Özel hükümlere gelince bu da velanın çeşitine göre farklılık arz ediyordu. Bu hükümlere göre en önemli nokta miras meselesiydi. Itak mevlası mirasa konar yalnız varis olamazdı. Akt mevlası ne miras alır ne de bırakabilirdi. Rahim mevlası tam aksine hem mevrus hem de varis olurdu. Her kim bir köle azat ederse azatlının velasına sahip ve ona varis olurdu. Bu sebepten ona "mevlen-ni'meh" adı verilirdi. Romalılar kendi azatlılarının miraslarının üçte birini veya çalışmadan kazandıkları paranın da aynı şekilde üçte birini alırlardı. Bunun dışında şayet bu azatlıların varisi olmazsa azat sahipleri bütün mirasa sahip olurlardı.


İslam'dan önce Arap asabiyetinde mevalinin oldukça büyük etki ve fonksiyonları olduğu gibi İslami dönemde de önemlerini korumuşlar, hatta yaşadıkları devletlerde devrim yapmak, hakimiyeti bir devletten diğerine nakletmek noktasına kadar aktif bir rol üstlenmişlerdir.


Cahiliye Devri'nde Yabancı Göçmenler


Arap Yarımadası'nın halkının büyük kısmı Adnan ve Kahtan kabilelerinden oluşan Araplar, mevali ve onlara bağlı toplumlardı. Bunların dışında Habeşistan, Şam, Irak, Mısır, Fas ve Hint bölgelerinden gelmiş Habeşli, Yahudi, Rum, Keldani, İranlı, Hintli ve diğerlerinden oluşan muhacirler de vardı. Bu muhacir veya göçmenlerden Keldani ve Süryaniler gibi bazıları bölgenin yerlileriyle evlendiklerinden, zamanla kendi soy ve nesepleri de kaybolmuş, yaşadıkları toplumda asimile olmuşlardı. Bir kısmı da Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Araplarla kaynaşmışlardı. Bazıları da Habeşliler, İranlılar, Hintliler gibi Arapların köle ve mevalileri zümresine dahil olarak asıllarını unutmuşlardı. İslamiyet'in doğduğu yıllarda Kaynuka ve Nadiroğulları gibi bazı Yahudilerle Hıristiyan Rumlardan küçük bir grup ve İranlılardan bir kabile dışında bütün yarımada halkı tamamen Araplardan oluşuyordu.


Ebna'


Ebna' Yemen bölgesini Habeşlilerin egemenliğinden kurtaran İranlıların çocuklarıydılar. Bunları Arap Yarımadası'nda oturan İranlı mevaliden ayırt edebilmek için kendilerine "Ebna'ül Fürsü'l-Ahrar" veya sadece Ebna' adı verilmişti. Bunların baba ve dedeleri Yemen'i ele geçiren Habeşlileri ülkeden çıkarmak için Kisra'dan yardım isteyen Seyf bin Ziyezen Himyeri ile Yemen'e gelerek Habeşlileri ülkeden çıkarmışlar ve idareyi ele geçirmişlerdi. Seyf bin Ziyezen Habeşlilerin kovulmasından sonra lran'a yıllık vergi vermek şartıyla Yemen'de on beş sene hüküm sürdü. Hakimiyetleri sırasında ülkeden kovdukları Habeşlilerden bir kısmını da maiyetine almıştı. Bir gün bu siyahiler kendisini tenha bir yerde sıkıştırarak katletmişler ve dağlara kaçmışlardır. Her ne kadar Seyfin arkadaşları bunları takip ederek tamamını öldürmüşlerse de Araplar arasından yeni bir hükümdar seçilmeksizin söz konusu bölge lslamiyet'in zuhuruna kadar tamamen İranlıların hakimiyeti altında kalmıştı. lslamiyet'in doğduğu yıllarda Yemen bölgesi, İranlı komutanlardan Firuz Deylemi, diğeri Razuye adında iki valinin hakimiyeti altında bulunuyordu. Bunların ikisi de lslam'ı kabul etmişlerdi.

Yerli halkın desteğiyle Habeşlileri Yemen'den kovan lran askerleri söz konusu bölgede yerleşip burayı vatan tutmuşlar, evlenmişler, soy sopları çoğalarak yukarıda açıkladığımız üzere "ebna" adını alan bir kitleyi oluşturmuşlardır. Tabii'nin büyüklerinden Tavus bin Keysan, Vehb bin Münebbih, Şair Vadahü'l Yemen vs lslamiyet'in doğduğu yıllarda bu kitle arasında dikkat çeken şahsiyetler olmuştur.

Şam, Irak, Cezire bölgelerinde bazı şehirlerde yine İranlı bir nüfus yaşıyordu. Bunlara lslam'dan sonra bulundukları yerlerin çeşitliliği nedeniyle farklı isimler verilmişti. Yemen'de bulunan İranlılara yukarıda görüldüğü gibi "ebna" deniliyordu. Özellikle San'a'da bulunan İranlılara Ahraroğulları, Küfe'dekilere "Ehamire", Basradakilere "Esavire", Cezire'dekilere "Hadarime" ve Şam'da yaşayan İranlılara da "Ceracime" adları verilmişti. Ebna, İslamiyet'in ilk döneminde dikkat çekici bir rol üstlenmiş, asker olarak yeni dine destek ve yardımcı olmuşlar, mevalinin dışında seçkin bir mevki edinmişlerdir.


Cahiliye Devri'nde Devletin Siyaseti


Yemen'de kurulmuş olup konumuza dahil olmayan Tebabia devletlerinin dışında Arapların tarih boyu büyük bir devletleri olmamıştır. Bu nedenle bu bölümde Arap toplumlarındaki devlet siyasetiyle amacımız, uygar milletlerde geçerli olan siyasi ve idari sistemleri ele almak yerine Araplar arasında geçerli olan siyasi bağlar ve sosyal adabın korunması için gerekli olan hükümler ve muamelelerin kökenlerini araştırmaktır.

Araplar arasında başkanlık veya emirlik asabiyet ve nüfuz sahibi kişilere ait bir husustu. Aynı asabiyet ve nüfuza sahip iki veya daha fazla aday bulunursa en yaşlı olan tercih olunurdu. Arap toplumlarında şeyh kelimesinin hem ihtiyar hem de reis olarak her ikisine birden delalet etmesi, başkanlıkta yaşlılığı da önemli bir şart olarak görmelerinden kaynaklanıyordu. Reis seçiminde hangi sebepten olursa olsun müşkülata düşülür ise kura usulüne başvurulurdu. Böylece birkaç kabile savaş kararı almada aralarında anlaşma yaparak genel bir başkan seçimi için mevcut olan başkanlar arasında kura çekilirdi. Kura kime çıkarsa reis de o olurdu. Arapların çoğunu oluşturan bedevilerdeki hükümet şekli böyleydi. Mekke bölgesindeki şehirli Araplar arasında geçerli olan reislik ise Kabe hizmetinde bulunanlara mahsustu. 

Cahiliye Devri'nde her kabilede şeref ve başkanlık yetenekleriyle öne çıkmış hanedan ve aileler vardı. Kureyş'ten Haşim bin Abdimenaf ailesi ile Kays'tan Huzeyfe bin Bedr Fezari, Temim'den Zurare bin Adi, Şeyban'dan Zil Cüdeyn bin Abdullah bin Hümam, Yemen kabilelerinden olan Harsoğullarından Beni Reyyan aileleri bu şekilde sivrilen ailelerdendiler. Bunların diğer kabile fertlerine baskın çıkması, baba ve dedelerinden en az üç kişinin peş peşe başkanlık yapmış olmalarından ileri geliyordu. Bu hanedanların mensup oldukları kabilelerin fertleri üzerinde oldukça etkin bir nüfuzları vardı. lslamiyet'ten sonra da siyaset ve dirayet sahipleri makam ve mansıb verirken bu nüfuzu göz önüne alıyorlardı. Buna bir delil olarak peygamberin amcasının oğlu olan İbn Abbas'ın Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a, "Hanedan ailelerden memur görevlendir ki aşiretlerinin durumu iyileşsin," diye tavsiye etmesi gösterilebilir.

Bedevi bir emir mutlak hakimiyete sahip olmakla beraber despot veya diktatörce davranışlara nadiren başvururdu. Çoğunlukla çevresinde bulunan yakın arkadaşları ve halkın ileri gelenleriyle görüş alışverişinde bulunurdu. Bu tür idareciler halktan gizlenip çekinmezler, kimseyi hor ve hakir görmezlerdi. Aşağı veya yukarı hangi sınıftan olursa olsun halk ile bir arada otururlar, büyüklük ve ululama içeren dalkavukluk ifadesi lakapları bilmezlerdi. Bir bedevi kendi emiriyle konuşmak istediğinde ona ismiyle hitap eder, bir talebi var ise kendi kişilik ve karakterini hırpalamaksızın bedeviliğe özgü kaba saba hareket ve ifadelerle gayet doğal bir şekilde onu talep ederdi., Bununla beraber bu durum bedevilikte yaş ve nesebe bağlı bir çeşit elkab doğurmuştu. Emir halkına hitap etmek istediğinde saygı hitapları arasında muhatabın şahsına göre peder, amca, dayı, oğul, biraderzade gibi sözleri kullanırdı. Araplar lslamiyet'in ilk devirlerinde de bu geleneklerini devam ettirmişlerdir. Halife için herhangi bir lakap kullanmaksızın yalnızca ismi ile hitap ederler, idari işler konusunda istedikleri gibi kendisinden hesap sorarlardı. Ancak daha sonra uygarlaşmaya paralel olarak halifeler perde ve duvarlar arasına çekilerek büyüklük ve ihtişamlı görünme siyasetini seçince idare edenlerle edilenler arasındaki mesafe de genişlemiştir.


Cahiliye Devri'nde Arap Faziletleri


Vefakarlık


Araplar kötülük yapmaya engel, idareci ve idare kurallarına ihtiyaç olmadan kendilerini kötülüğe karşı frenleyen birtakım güzel huylara ve erdemlere sahiptiler. Yaratılışlarından gelen bu güzel hasletler onlara çoğu kez kendi kendilerini idare etme becerisini kazandırıyordu. Ayrıca bir yönetime ihtiyaç duymuyorlardı. Bu erdemlerinin başta geleni sadakat ve bağlılıktı. Sadakat duygusu hangi toplumda yerleşirse, oranın halkı idarecilere çok fazla ihtiyaç duymaz. Aslında yönetim ve kanun, sadakat ve bağlılık bilmeyen toplumlar için gereklidir. Ahde vefa ve sadakat Arap, toplumlarında yaratılıştan gelen güzel huylardan ikisidir. Bir Arap şehirden çöle doğru ne kadar uzaklaşırsa sadakat ve ahde vefa duyguları da aynı oranda fazlalaşırdı. Çünkü gaddarlık, zulüm, haksızlık, ahde vefasızlık, süslü ve muhteşem bahçelerle döşenmiş görkemli köşklerde yaşar.

Sadakat erdemi çöl halkının deyim ve atasözlerinde adet, gelenek, görenek ve ahlakında, her çeşit eylemlerinde açık ve baskın bir şekilde görülür. Tay kabilesinden Hanzala bin Ebi Afra ile H. 604 yılında vefat eden Münzir hükümdarı Numan bin el Münzir arasında geçen tarihi olay, bu sadakat ve ahde vefaya parlak bir misaldir. Numan bir olaydan dolayı her yıl biri "yevrn-i bereket", biri "yevrn-i nehust" olmak üzere iki gün tahsis etmişti. "Yevm-i nehust"ta ilk gördüğü adamı öldürüyor; "yevm-i bereket"te ilk rastladığı adama ise yüz deve bağışlıyordu. Hanzala bu durumdan habersiz bir biçimde hem ziyaret hem de bağış ve yardım istemek için hükümdar Numan'ın huzuruna çıkar. Tesadüfen nehust gününde Numan'ın ilk gördüğü adam o olur. Numan kendisini katletmek ister. Hanzala çocuklarının aç olduklarından söz ederek onları görmek ve geleceklerini düzenlemek için bir yıl mühlet ister ve bir yıl sonunda geri döneceğine söz verir. Numan kendisinden bir kefil ister. Hanzala ise Numan'ın nedimi olan Şüreyk bin Adiy'i kefil gösterir. Şüreyk bedevilerin sadakat ve sözünde durma konusundaki erdemlerini iyi bildiği için kendi hayatı pahasına bu kefareti kabul eder. Hanzala bir yıllık mühlet bitince hiçbir asker ve zabıta tarafından aranmaksızın kendi kendine gelip teslim olur. Numan bu derece sadakat ve ahde vefa karşısında dehşete kapılarak Hanzala'yı affeder ve bu kötü adetinden vazgeçer. Bu olay Araplar arasında dilden dile anlatılan yaşanmış hikayeler arasındadır.

Cahiliye Devri'nde muhkem bir mevkide ikamet eden Arap reislerinden Musevi Samuel bin Adia'nın gösterdiği sadakat de bu olaydan daha fazla hayret vericidir. Ünlü şair lmru'l-Kays çok değerli silah ve eşyasını söz konusu şahsa emanet ederek Rum ülkesine gitmiş ve orada vefat etmişti. Kinde emiri, Samuel'e haber gönderir ve emanetleri ister ancak Samuel teslim etmez. Emir ısrar edince Samuel "Bana emanet verilen bir malı veremem, hıyanet ve vefasızlık edemem," cevabını verir. Bunun üzerine Kinde emiri üzerine asker gönderir ve Samuel'in kalesini kuşatır. Kuşatma sırasında Samuel'in oğlu Kinde emirinin eline esir düşer. Emir, Samuel'i oğlunu öldürmekle tehdit eder. Samuel "Hainlik ve vefasızlıkla isimlendirilmeyi kabul edemem. Elinden ne geliyorsa yap," cevabını verir. Bunun üzerine Kinde emiri, masum çocuğu babasının gözü önünde öldürür. Kuşatmadan bir sonuç alamayınca çekilip gider. Samuel ise vefa uğruna katlandığı bu felakete tahammül eder ve daha sonra emanet silah ve eşyaları lmru'l-Kays'ın varislerine teslim eder.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bir millette bu gibi fazilet ve ahlak bulundukça o millet başka kurallara çok ihtiyaç duymaz. Özellikle bu faziletlere himmet yüceliği, vicdan temizliği, alçaklık ve zillete katlanamama, cömertlik, kötülüklerden kaçınma gibi meziyetler de eklenirse işte sözünü ettiğimiz bu meziyetler çöl halkının sahip olduğu faziletlerden bazılarıydı.


Civar (Komşuluk ve Mülteci Himayesi Hukuku)


Araplar arasında komşuluk hukuku da, ahde vefa ve hukuka saygı gibi kutsal ve uyulması zorunlu kurallar arasında sayılırdı. Bir bedevi kendi hayatını koruduğu kadar komşusunu da himaye ederdi. Aslında komşuluk hukuku, bir diğer ifadeyle insanın kendisine yakın bulunanları koruması ve yardımcı olması, son derece doğal ve gerekli bir husustu. Hatta meşhur kurala göre, "Yakın komşuya uzaktaki kardeşinden daha çok önem ver," denilirdi. Ancak Araplar bu meziyette de oldukça ileri gitmişlerdi. Bu yüzden himaye ve muhafaza anlamında "icare", "isticare", "civar" kelimelerini türetmişlerdi. Oysa "car" kelimesi sözlük anlamı olarak o manaların tam zıddını ifade eder. Araplar arasında "civar" kelimesi himaye ve siyanet için ayrıca kullanılmıştı. Bir kimse başına gelecek bir fenalıktan korkarsa himaye edecek bir adamın yanına gider ve ona "ecirni = beni himaye et" diyerek himayesi altına girerdi. Himaye eden yaşamı pahasına da olsa onu korurdu. İlk İslam muhacirleri Habeşistan'dan döndüklerinde müşriklerin intikamından çekindikleri için ya gizlice veya böyle bir himaye altında Mekke'ye girebilmişlerdi. Hz. Osman bin Affan Said bin el As bin Ümeyye'nin, Ebu Huzeyfe kendi babasının, Osman bin Maz'On da Velid bin Mugire'nin himayesinde şehre girmişlerdi. Bazen kendisine sığınılan adam mülteciyi korumak için kendi ev halkını, akraba ve yakınlarını da tehlikeye atar, en kötü şartlar altında da olsa mülteciyi korumaya çalışırdı.

Tarihte şöhret bulmuş iltica olaylarından birisi Cahiliye Devri'nin ünlü şairlerinden A'şa'nın ibretlik olayıdır. A'şa, Hz. Peygamber devrinde Yemen ve Necran bölgesinde peygamberlik iddiasında bulunan Esved-i Ansi'yi meth ederek onu memnun etmiş ve ödül olarak da çeşitli elbiseler ve değerli hediyeler almıştı. Dönüşü sırasında Amroğulları kabilesi yurdundan geçerken soyulmaktan korktuğu için Rebiaoğullarının ileri gelenlerinden ve sahabeden Alkame el Kilabi'ye iltica eder. Ona, "Beni himaye edecek misin?" diye sorar. Alkame, "Evet himaye edeceğim" cevabını verir. A'şa, "Cinniler ve insanlardan himaye edecek misin?" diye sorar. Alkame, "Evet" der. A'şa bunun üzerine, "Ölümden de himaye edecek misin?" diye sorunca; Alkame insanı takdir olunmuş ecelinden korumanın insan gücünün üstünde bulunduğunu düşünerek, "Hayır" cevabını verir. A'şa Alkame'nin yanından uzaklaşarak sahabeden Amr bin Tufeyl'e müracaat eder. Ondan da aynı himayeleri ister. Ancak "Ölümden de beni himaye edecek misin?" teklifine Amr "Evet" cevabını verir. Bunun üzerine A'şa, "Beni ölümden nasıl himaye edeceksin?" diye sorunca Amr, "Şayet yakınımda ölürsen diyetini ailene gönderirim," cevabını verir. Bunun üzerine A'şa, "Gerçekten beni himaye edeceğini şimdi anladım," diyerek himayesini kabul eder.

Bir adam, birine iltica etmek istediğinde onu çadırında bulamasa bile elbisesinin bir ucunu çadırın ipine bağlaması yeterliydi. Mülteci böylece çadır sahibinin himayesini kazanmış olurdu. Söz konusu şahıs mülteciyi her türlü saldırı ve tecavüze karşı korumak ve hukukunu savunmak zorunda kalırdı.

Araplar arasında iltica müessesesinin ne derece kutsal olduğunu gösteren olaylara bir başka örnek verilebilir. Yukarıda adı geçen Amr bin Tüfeyl vefat ettiğinde kabilesi olan Beni Amir, mülteciye sahip çıkmanın ve hukukunu gözetmenin ne derece kutsal olduğunu göstermek için, kabrini bile koruma altına almışlar, kabrin çevresinde bir mil mesafeye kadar olan yerleri direklerle çevirerek oralarda hayvanların dolaşmasını, otlamasını hatta insanların gelip geçmesini bile engellemişlerdi.

Civar ve isticare hukuku Araplar arasında -fetihler sonucu alınan şehirlerde yaşayanlarla karışanlar hariç- İslami devirde de devam etmiş ancak devletin hakimiyetini güçlendirme gayreti ve çabaları bu hukuku zayıflatmıştı. Arapların ileri gelen hanedanları, İslamiyet'ten sonra da devletin önde gelen büyükleri olmuşlardı. Oysa mülteciler bunlardan birinin aleyhine diğerine iltica etmek istiyordu. İdareci sınıf birbiri aleyhine mülteci kabul etmeyi doğal olarak uygun bulmuyordu. Bu yüzden iltica talebinde bulunan birine, "Bir insanın kendi kabilesi aleyhine ilticası kabul olunur fakat sultanın aleyhine iltica kabul olunmaz," diyerek reddederlerdi. Emeviler devri başlarında yaşamış olan sivri dilli şairlerden Yezid bin Rebia devletin ileri gelenlerinden Horasan valisi Ubad bin Ziyad ile babası Ziyad bin Ebih'i ağır bir şekilde hicvettikten sonra gerek Ubad gerek kardeşi Irak valisi Abdullah bin Ziyad'ın intikam almasından korktuğu için o dönemde Basra valisi bulunan tabiinin büyüklerinden Ahnef bin Kays'a iltica etmek istedi. Ahnef, görevden alınmaktan korktuğu için ilticayı kabul etmedi. "Kabilem Sa'doğullarından seni koruyabilirim. Ancak vali aleyhine kimseyi himaye edemem," cevabını verdi. Yezid bin Rebia Arapların ileri gelenlerinden birçok şahsa başvurup iltica talebinde bulunmuş ise de aynı sebepten ötürü reddedilmişti.


Büyüklük ve Alicenaplık (Erihiye - Chivalry)


Arapların cömertlik, iyilik ve benzeri sıfatlara necdet ve yardımda bulunmaktan zevk almak ve övünmek anlamına gelen "erihiye" ahlakı ile sıfatlanmaları, kendilerini yönetim kurallarından ve baskılarından müstağni kılmıştır. Bu huylar bedevilerin Cahiliye devirlerindeki veya benzeri bir özellik olarak Frenklerin "chevalerie" dedikleri huylarının gereğinden sayılır. Şecaat, cömertlik, yiğitlik ve iyi huylarla övünme gibi güzel huylardan kaynaklanır. Cömertlik, büyüklük ve alicenaplıktan haz almak Arap gelenek ve ahlakında çok önemliydi. Araplar doğduğu ortam ve yaratılışlarından gelen bir özellik olarak, geniş hayal gücü, duygu inceliği ve yoğun duygularla doğuyorlardı. Etkili bir beyit ile heyecana yine bir beyit ile sükunete ulaşırlardı. Bazen bir kelime kabileleri ayaklandırabiliyordu. Bazen bir Arap düşündüğü bir kelimeyi söylemek veya diğerine bir söz söyletmemek uğruna hayatını feda ediyordu. İşte bu yüzden Araplar arasında halkın toplandığı özel günlerde veya benzeri toplantı yerlerinde güzel huylar ve faziletlerin veya kötülük veya ayıpların açıklanmasına hizmet eden meth veya zemmetme türü şiirler oldukça boldu. 




CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak