17 Ekim 2024 Perşembe

Amerika Söylenceleri

 



Yeni Dünya'da her zaman birçok farklı kültür grubu yaşamıştır. Burada yer alan Amerikan kabileleri, 1500'lerde toprakları İspanyollar tarafından işgal ve fethedildiğinde Orta ve Güney, 1500-1800 yılları arasında Fransızlar ve İngilizler tarafından işgal ve fethedildiğinde ise Kuzey Amerika'da yaşamış ve bugün de varlıklarını sürdüren topluluklardır.

Amerikan yaratılış söylenceleri iki ayrı örüntü biçimiyle kendilerini gösterirler. Bazıları tüm evrenin ve insanların yaratılışını anlatırken, diğerleri yalnızca söylencenin ait olduğu kabilenin kökenini betimler. Pek çok diğer kültürün yaratılış söylencelerinde olduğu gibi Maya, Aztek ve Aymara/Tiyahuanako vb. Inkalardan önceki Kızılderililerin söylencelerinde de dünyanın yaratılışı anlatılır. Maya söylencesinde yaratıcıların, hoşlarına gidecek bir İnsan ırkı yaratmak için harcadıkları büyük çabalar eşsiz bir şiirsellikle dile getirilir. Anlatılan işlemler dizisini izlemek ve bu tanrıların nasıl bir insan arzuladıkları ve bunun nedenini görmek son derece ilgi çekicidir.

Aztek yaratılış söylencesinin ilk bölümünde, Yunanların ve Hintlerin insan çağlarını anımsatan bir dizi dünya betimlenir.

Tüm Aztek kültürüne derinlemesine işlemiş bir uygulama olan kan kurbanı fikri vurgulanır. Söylencenin son kısmı, Azteklerin güzel sanatlara duyduğu derin sevgiyi açığa çıkarmasıyla dikkat çeker. Bu bölümde, düzyazı olarak sunulmuş olan güzel bir şiir müziğin yaratılışını anlatır.

Peru'da İnkalardan önce yaşamış olan yerlilerin (antik Tia huanako kültürü; Bolivya dağlarında yaşayan Aymaraların ataları) yaratılış söylencelerinde, hem yaratıcı olan hem de iyilikler yapan bir tanrı anlatılır. İnsanların yaratılışının ilginç bir açıklamasını, tanrı ve beraberindekilerin, insanlara nasıl uygar bir yaşam sürdüreceklerini ve diğer insanlara nasıl insanca davranacaklarını anlattıkları yolculuklar izler.

Buna karşılık İnkaların, Navajoların ve İrokuaların yaratılış söylenceleri, bu kabilelerin kökeni üzerinde yoğunlaşmıştır. İnkaların söylencesi, baskın geldiği kültürünkinden farklılığıyla dikkat çekicidir. Öyküde İnkaların Peru'ya gelip, o zamana kadar vahşi hayvanlar gibi yaşadığı ileri sürülen yerli halkı nasıl uygarlaştırdıkları anlatılır. Navajo söylencesi ise bizim dünyamız olan beşinci dünyaya kadar böceklerden insanlara doğru gelişerek dört dünyadan geçip yukarı doğru ilerleyişlerini anlatır. İki açıdan Navajoların öyküsü ayrıksılık taşır. Bunlar kutsal dört rakamının kullanılışı ve insanlar ile hayvanlar âlemi arasındaki yakın ilişkinin betimlenmesidir.

İrokuaların yaratılış söylencelerinde, anaerkil toplum, bir dişi tanrı tarafından yaratılmış bir dünya tahayyül eder. İyi ve kötü, bir kişiliğin iki yanını simgeleyen erkek ikiz kardeştirler. Ketzalkoatl efsanesinin tersine, İrokua efsanesinde iyi kardeş kötü kardeşi yok eder. İnuitlerin Sedna efsanesi, deniz hayvanlarının yaratılışını, lnuit halkının daima içinde yaşadığı sert doğal çevreyi yansıtır biçimde açıklar.

Amerika kıtalarının bereket söylencelerinin üç modeli vardır. Bir tanrının ya da doğaüstü bir gücün insanlara, topraktan ürün elde etmeyi ve yaşam standartlarını yükseltmeyi öğrettiği söylenceler... Bir tanrının veya tanrı benzeri bir kahramanın yeryüzünün bereketini tehlikelerden koruduğu söylenceler ve bereketsizliğin aşılması için, öfkelenmiş ve kindar bir tanrının yatıştırılmasının gerektiği söylenceler... Trio ve İnka söylenceleri birinci modele örnektir. Aynı konuyu farklı bakış açılarıyla anlattıkları için ilginç bir karşılaştırma oluşturur.

Haida/Tsimşian/Tlingit ve Zuni mitleri ikinci modeli izler. Bir tanrının dünyayı koruduğu aynı öykü tipini anlatır; bunu yaparken de kendi özgül kültürleri hakkında pek çok bilgi vermiş olur. Bu söylencelerle teğet ilişki içinde olan Mikmak söylencesi, Algonkuiyan halkının kendi doğal çevrelerine hâkim olma ihtiyacını sergiler.

Kahramanlık söylencelerinden dördü, bir kahramanın toplum yararı için bir büyük görevi veya birçok görevi yerine getirişinin anlatıldığı geleneksel kahramanlık modelinin örneğidir. Haida/Tsimşian/Tlingit, Mikmak ve Zuni söylenceleri, konularının çifte odaklı olması nedeniyle hem kahramanlık hem de bereket söylenceleridir. Krov söylencesi ise, bir yandan çocuk gibi davranırken öte yandan da birçok kahramanlığı başaran ikizleri anlatır.

Azteklerin "Ketzalkoatl" söylencesi, tüm kahramanlık öykülerinin en ilgi çekici olanıdır ve yazıldığı zaman göz önüne alındığında gerçekten dikkate değerdir. Aztek yaratılış söylencesinde Ketzalkoatl ve Tezkatlipoka tanrısal yaratıcı ve koruyucu olarak betimlenirler, ancak Ketzalkoatl burada geleneksel bir kahraman, tanrı benzeri bir ölümlüyken, Tezkatlipoka onun düşmanıdır. Tamamen modern bir yaklaşımla, öyküde 16. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki uçurumu aşan sanatsal ve entelektüel bir başarıyla Ketzalkoatl'ın "alter ego"su ya da "ikinci kişiliği" tarafından nasıl alt edildiği anlatılır. 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

16 Ekim 2024 Çarşamba

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-23

 


İbn-i Heysem



İbn-i Heysem (Latince: Alhacen ya da Alhazen), Arap fizikçi, matematikçi ve filozoftur. 965’te Basra’da doğdu, 1038-1040 yılları arasında Kahire’de öldü.

Öğrenimine Basra’da başladı. Zamanının yüksek din ve fen ilimlerini de burada öğrendi. Tahsilinin bir kısmını tamamladıktan sonra, Bağdat’a giderek özellikle; matematik, fizik, mühendislik, astronomi, metalurji gibi pozitif bilimleri öğrenip, şöhrete kavuştu. Öğrendiklerini uygulama safhasına koymak için çok gayret gösterdi. Birçok önemli neticeler ve başarılar elde etti.

İbn-i Heysem’in başarıları diğer memleketlerde duyulunca, Mısır’da hüküm süren Fatimi Devleti hükümdarlarından El-Hakim kendisini Mısır’a davet etti. İbn-i Heysem, Mısır’a gitmeden önce, Nil Nehri ile ilgili bir sulama projesi ve bazı teknik çalışmalarda bulunmuş, Nil nehrinden nasıl istifade edilebileceğini araştırmıştı. Projesini Fatimi sultanı El-Hakim’e açıklayınca, sultan projenin gerçekleştirilmesi için ona her türlü yardımı yapacağını bildirdi. İbn-i Heysem, Nil Nehri boyunca ilmi ve teknik incelemelerde bulundu. Yaptığı projelerin başarılı bir şekilde uygulanmasının o günkü şartlarda mümkün olmadığını görünce, hükümdardan af diledi. İbn-i Heysem, El-Hakim’in kendisi hakkında kanaatlerinin değişmesinden korkarak, gözden ırak bir yere çekilip hükümdardan uzak durmaya karar verdi. Gizlice ilmi çalışmalarını sürdürerek birçok eser yazdı. Bilim tarihçilerine göre, İbn-i Heysem’in hayatının bu dönemi en verimli ve başarılı devri olmuştur. İbn-i Heysem, Birûni ve İbn-i Sina ile çağdaştı.

İbn-i Heysem, çağının bütün ilimlerinde otoriteydi. Fevkalade keskin bir görüş, anlayış, muhakeme ve zekaya sahipti. Aristo ve Batlemyüs’ün eserlerini inceleyerek hatalarını gösterdi. Bunları özetleyerek Arapçaya tercüme etti. Ayrıca tıp biliminde de derinleşti. Geometriyi mantığa uyguladı. Öklit ve Apollonius’un geometrik ve sayısal metodlarını geliştirdi ve pratik uygulama alanlarını işaret etti. Geometri ve matematiğin inşaatçılık alanında uygulanmasında katkıda bulundu. Eski medeniyetlerden intikal eden matematik, geometri ve astronomiyi tetkik ederek ilmi tenkitlerini ortaya koydu ve bu sahalarda kendi nazariyelerini geliştirerek ilim alemine sundu. Örneğin; Aristo ve Batlemyüs’e ait olan dünyanın, kainatın merkezi olduğu şeklindeki görüşleri üzerindeki şüphe ve tereddütlerini ifade etti. Dünya merkezli bir kainat sisteminin kesin olmayacağını, uzayda daha başka sistemlerin de bulunabileceğini ve güneş sisteminin mevcut olduğunu söyledi. Nitekim İbn-i Heysem’den yüzlerce sene sonra önce, İbn-i Şatır ve Batruci sonra Newton ve Kepler, Güneş sistemi nazariyesini kabullenmişler ve yer kürenin bu sistem içinde bulunduğunu söylemişlerdir.


Çalışmaları


Fiziksel optik, meteorolojik optik, katoptrik, diyoptrik, yakıcı aynalar, gözün fizyolojisi  ve  algısal psikoloji alanlarında araştırmalar yapmış  olan  İbn-i Heysem’i, Latin skolastikleri “Alhazen” diye adlandırırlar.

Kendisinebayrıca “Ptolemaeus Secundus” (İkinci Batlamyus;  Arapça’da “Batlamyus-i Sani”) lakabı da verilmiştir. İbn-i Heysem’in fizikte olduğu kadar tıptaki ustalığını da gösterdiği kitabı Kitab el-Menazır (Optik Kitabı / Görüntüler Kitabı / Optik Hazinesi) adlı yapıtı, gözün anatomisi ve fizyolojisi ile başlar. Burada beyinden çıkan optik sinirden başlayarak gözün kendisine kadar konjonktif, iris, kornea ve mercek gibi kısımlardan her birinin görme olayındaki rolü ustaca resimlenmiştir. Gözün çeşitli kısımları arasındaki ilişki ve görme olayı sırasındaki bütün bir organ ve dioptrik (merceklerin ışığı kırmaları ile ilgili) bir sistem olarak gözün nasıl iş gördüğü gösterilmiştir. İbn-i Heysem burada gözün kısımlarını şöyle adlandırmıştır: “El-sebakiye” (retina), “el-kurniye” (kornea), “el-sa’il el-ma’i” (göz sıvısı), “el-sa’il el-zucaci” (ing. “vitreous humor”; gözün retinayla çevrili boşluğunu dolduran pelte koyuluğundaki saydam ve renksiz sıvı) vb.

İbn-i Heysem’in ünlü yapıtı, 12. yüzyılda Cremona’lı Gerard (Gherardo) (1114-1187) tarafından “Opticae Thesaurus Al-hazeni” (İbn-i Heysem’in Optik Hazinesi) başlığı altında Latince’ye çevrilmiş ve Batı dünyasını 600 yıl boyu etkilenmiştir. Kitap, gözün yapısı, yanılsama (illüzyon), serap olayı, perspektif, ışığın kırılması ve fotoğraf makinesinin atası olan “karanlık oda”dan (sözcüğü sözcüğüne Ar. “beyt el-muzlim”, Lat. “camera obscura”: “karanlık oda”) söz etmekte ve böyle bir delikli kamera ile ters görüntü elde edileceğini belirtmektedir. İbn-i Heysem burada “karanlık oda”nın, güneş tutulmalarının gözlemlenmesinde kullanılmasını önermektedir. İskenderiye’li astronom, matematikçi ve coğrafyacı Claudius Ptolemaios (Batlamyus) (108-168), Almagest (Büyük Derleme) ve Optik adlı yapıtlarında görme ve yansıma kuramını işlemişti. Batlamyus’un Optik adlı eserinin, ancak Sicilya’lı Emir Eugene tarafından yapılmış Latince çeviri si günümüze kalmıştır. Görme konusunda İbn-i Heysem’e kadar geçerli olan kuram, Eukleides ve Batlamyus’un ortaya attıkları ve görme olayının, gözün görülecek nesneye yolladığı ışınlarla gerçekleştiğini öne süren kuramdı. İbn-i Heysem bu kuramı reddederek olayın bunun tam tersi olduğunu ve gözün, nesnenin yolladığı ışınları algılayarak o cismi gördüğünü ortaya attı.

Işık kaynağı olan nesnelerde ışık, Güneş gibi her noktadan karşısındaki nesnenin bütün yönlerine doğrusal olarak yayılır. İbn el-Heysem, düşüncesini şu şekilde açıkladı; Güneş ya da ateş ışığını bir delikten karanlık bir odaya göndererek, ışığın yayılan yönü boyunca ip germiş ve ışığın yayıldığını göstermiştir. Bu kanıtlamayı ilginç yapan durum 17.yüzyılda Kepler tarafından tekrarlanmış olmasıdır.


Göz ışın kuramı


Nesnelerden gelen ışık ve renk etkisiyle görme oluşur. İbn-i el-Heysem, ışığın öncelikle gözden çıktığını savunan Gözışın Kuramı’na karşı çıkmış, nesneden ışığın geldiğini vurgulamıştır. Akıl yürüterek şu yargıya varmıştır: “Gözışın Kuramı’na göre gözden ışık çıkmakta, nesneye ulaşabilmesi için saydam ortamdan geçerek, görmenin gerçekleşmesidir. Oysa bütün ihtimaller dikkate alındığında, gözden ışığın çıkıp çıkmaması değil, göz ışınları ile bakılan nesneye gidip ondan geri gelmezse, görme gerçekleşmez. Bunu da şöyle açıklamıştır; uzun süre parlak bir nesneye ya da ışığa uzun süre bakarsa göz, acı duymaktadır. Eğer uzun süre dışarıdan bir etki alarak acıması doğalsa, göz dış bir etkinin görsel süreçte alıcısı durumundadır. Sonuçta; ışık kaynağı göz olamaz, yani ışık gözden çıksa acı vermezdi.

İbn el-Heysem’in Işık Kuramı aydınlatılmış bir alandaki her nokta ya da nesnenin her doğrultuda ışık ışınları yaydığını, ama bu ışınlardan yalnızca birinin göze dik olarak çarptığını ve ancak bunu görebildiğimizi söyler. Diğer ışınlar farklı açılarda yayılırlar ve görünmezler. Gölge, tutulma olayları ve gökkuşağı gibi çeşitli fiziksel görüngülere ilişkin kuramları geliştirmeye çalıştığı eserlerinde, ışığın büyük ama sonlu bir hıza sahip olduğunu ve ışığın kırılması olayının ışığın farklı maddeler (ortamlar) içindeki hızlarının farklı olmasından kaynaklandığını duyumsatan ifadelere yer vermiştir. Ayrıca küresel ve parabolik aynaları incelemiş, bir mercek yardımıyla kırılma olayının odaklama sonucu nasıl görüntü oluşturduğunu, görüntüyü nasıl büyütebildiğini anlamış ve küresel bir aynada niçin sapma meydana geldiğini matematiksel olarak kavramıştır. Işık hızının ilk nicel kestirimi 1676’da astronom Ole Christensen Romer (1644-1710) tarafından, Jüpiter’in uydusu Io’nun dönme süresinin bir teleskop yardımıyla ölçümü ile yapılarak 228 bin km/s olarak verilmiş; astronom James Bradley (1692-1762) ise ışık hızını 1728 yılında yıldız ışığının sapması üzerinden 283 bin km/s olarak belirlemiştir. 1848 yılında ışıkta “Doppler etkisi”ni keşfeden Armand Hippolyte Louis Fizeau

(1819-1896), 1849’da dişli çark yöntemiyle ışık hızını 298 bin km/s olarak ölçmüştür. 1851 tarihli sarkaç deneyi ile ünlenen Jean-Bernard Leon Founcault (1819-1868) ise 1850 yılında döner ayna yöntemiyle laboratuarda ilk olarak ışık hızını 298 bin km/s olarak belirlemiştir.

İbn el-Heysem, gözden çıkan ışınlar konusunda şunları söyler:

Karanlıkta göremiyoruz. Işınlar gözden cisme doğru gitseydi karanlıkta da görmemiz gerekirdi.

Kuvvetli bir ışığa baktığımızda gözlerimiz kamaşır. Eğer ışınlar gözden çıksaydı kamaşmaması gerekirdi.

Karanlık bir odanın tavan yada duvarında bir delik açarsak yalnızca o noktadan gelen ışığı görürüz. Oysa ışınlar gözümüzden çıksaydı her tarafı görmemiz gerekirdi.

Yıldızlara baktığımızda onları anında görürüz. Eğer ışınlar gözden çıkmış olsaydı yıldızları görmemiz için belirli bir süre geçmesi gerekirdi.

İbn el-Heysem’in ünlü yapıtına yorumlar Doğu’lu yazarlarca çokça yapılmış ama onun ardıllarının çoğu onun görme kuramını benimsememişlerdir. Ancak el-Biruni ve İbn Sina birbirlerinden bağımsız olarak İbn el-Heysem’in “görmeyi sağlayan şey, gözden çıkarak nesneye giden ışınlar değildir; tersine, algılanan nesnenin görünümü gözün içine doğru gider ve gözün saydam cismi (yani mercekler) tarafından biçimi değiştirilerek şekillenir” biçimindeki düşüncesine katılmışlardır.

İbn el-Heysem tüm zamanların en büyük fizikçilerinden biri olarak kabul edilir. Optik konusunda en yüksek düzeyde deneysel çalışmalar yapmıştır. O, “bir ortamdan geçen bir ışık ışınının en kolay ve çabuk olan yoldan gideceğini” bildirmiştir. Böylece, Pierre de Fermat’ın (1601-1665) “en küçük süre ilkesi”ne birkaç yüzyıl önceden katkıda bulunmuştur. Ayrıca, daha sonraları Isaac Newton’ın (1642-1726) “Birinci Hareket Yasası” olacak olan Eylemsizlik Yasası’ndan söz etmiştir: “Her cisim, hareketini değiştirecek kuvvetler uygulanmadığı sürece bulunduğu konumu korur yada doğrusal bir yörüngede düzgün hareketini sürdürür”

Roger Bacon’ın (1214-1294) 1267 yılında tamamladığı Opus Majus (Büyük Yapıt) adlı yapıtının V.bölümü, pratik olarak İbn el-Heysem’in ünlü yapıtının bir alıntısı niteliğindedir. İbn el-Heysem ışığın kırılma sürecini mekanik terimler cinsinden tanımlamıştır. Ona göre, “iki ortamın ayrılma yüzeyi boyunca geçen ışık parçacıklarının hareketi, kuvvetlerin bileşke yasasına uyar. Bu yaklaşım daha sonraları Newton tarafından yeniden keşfedilerek işlenmiştir.

İbn el-Heysem’in araştırmaları hem astronomik gözlemler hem de meteoroloji bakımından çok önemliydi. İbn el-Heysem atmosfer kalınlığı, göksel olayların gözlenmesinde atmosfer etkisi, alacakaranlığın başlangıç ve sonu (bu durumlar güneş ufkun 19 derece altındayken başlıyor ve bitiyordu), güneş ve ayın ufukta gökyüzünün ortasında göründüğünden daha büyük görünmesinin nedeni ve benzeri olayların optik sonuçları üzerine pek çok konuyu gün yüzüne çıkarmıştı.

İbn el-Heysem aynı zamanda hem filozof, hem matematikçi hem de deneyci idi. Deneyleri için kullandığı mercekler yardımıyla bir düzenek tasarladı. “Karanlık oda” üzerinde ilk kez matematiksel incelemelerde bulundu. Güneş tutulması sırasında güneş imgesinin yarımay şeklini bir pencere kepenginde oluşmuş küçük bir deliğin zıt yönündeki duvar üzerinde gözlemleyerek “karanlık oda”nın ilk denemesinde bulunmuştur. İbn el-Heysem, ışığı, atmosferin küresel sınırında yansımaya uğrayan bir tür ateş olarak nitelemiştir. “Alacakaranlık görüngüleri Üzerine Kitap” adlı yapıtının günümüzde yalnızca Latince çevirisi (Liber crepusculis) mevcuttur. Onun bu konudaki başka incelemeleri gökkuşağı, ışık halkalanması (hâle), küresel ve parabolik aynalar üzerinedir. Bunlar ve güneş tutulması ile gölge konularına ilişkin öteki kimi kitapları yüksek oranda matematiksel karakter taşımaktadır. Bu hesaplamalara dayanak olması için metalden aynalar yapmıştır. Işık ışınlarının hava ve su gibi farklı yoğunluktaki ortamlardan birinden diğerine geçerken kırılmaları konusunda açıklamalarda bulunmuş, bunlara dayanarak atmosfer tabakasının kalınlığını şaşılacak denli doğru hesaplayarak 15 km. olduğu sonucuna varmıştır. Yalnız içbükey aynalarda görüntüyü büyütme ve güneş ışınlarını bir noktada toplama etkilerini incelemekle kalmamış, pertavsızlarla ve merceklerle de bu tür incelemeler yapmıştır. İlk olarak okunacak yazıları büyütmede kullanılan bir yüzü düz, öteki yüzü dışbükey bir mercek “okuma taşı” betimlemiştir. Işık ışınlarının su ve hava gibi saydam ortamlar boyunca kırılmasını incelerken suya daldırılmış yuvarlak dipli cam kaplarla oluşturduğu küre kesmeleriyle yürüttüğü deneylerinin ayrıntısında, büyüteçlerin kuramsal keşfine hemen hemen yaklaşmıştır. Bu buluş pratik olarak İtalya’da üç yüzyıl sonra gerçekleşmiş, kırılmaya ilişkin yasanın 1620’de Willebrord va Roijen Snell (Snellius) (1580-1626) ve Rene Descartes (Renatus Cartesius) (1596-1650) tarafından bulunması için ise altı yüzyıldan daha uzun bir süre geçmesi gerekmiştir. Snell, açıların trigonometrik sinüs değerleri yer aldığı için “sinüs yasası” diye de bilinen kırılma yasasını 1621 yılı dolayında ifade etmiştir. 13.yüzyılda Roger Bacon ve ortaçağ batı dünyasının optikle ilgilenen başta Erazm Ciolek Vitellio (Witelo) (1225-1290) gibi öteki yazar ve araştırmacıları kendi optik çalışmalarında büyük ölçüde İbn el-Heysem’in bu ünlü eserine (Latincesi Opticae Thesaurus…) dayanmışlardır. Bu yapıt Leonardo da Vinci (1452-1519) ve Johannes Kepler’i (1571-1630) de etkilemiştir.

İbn el-Heysem daha önceki yıllarında Mısır’da Nil taşkınlarını önlemek üzere görevlendirildiği sıradaki başarısızlığının ertesinde kendisini deli gibi göstererek kapandığı hapishanede ve ondan sonraki özgürlük yıllarında yürütmüş olduğu deneylerde geometrik optiğin bütün alanlarıyla uğraştı. Bunlardan başka, İbn el-Heysem, matematikte ancak 4.dereceden bir denklemle çözülebilecek ve “Alhazen problemi” diye kendi adıyla anılacak olan problemi de çözmüştür. Bu problem, küresel bir dışbükey yada içbükey ayna, bir nesne ve nesnenin aynaya yansıyan görüntüsü verildiğinde, yansıma noktasının bulunmasıdır. İbn el-Heysem bunu bir hiperbol yardımıyla çözmüştür.


İbn el-Heysem’e göre ışının alacağı yol en kolay ve en hızlı olacaktır. Yani ışın eğer yoğun ortama giriyorsa daha büyük bir dirençle karşılaşacak ve hareketi zorlanacaktır. Bu nedenle ışın, daha rahat edebileceği bir yöne, normale (girdiği ortam yüzeyine olan dikmeye) doğru bükülecektir; tersi durumda ise normalden öteye doğru kırılacaktır.


İslam Fiziğinde Diğer Önemli Kişiler 


Gökkuşağı oluşumunu açıklama başarısını gösteren bilim adamları, doğuda Kemaleddin el-Farisi (ölm.1320), batıda ise Freiburg’lu Theodorik’tir (1250-1311). Kemaleddin el-Farisi’nin bu başarıyı gösterdiği eseri olan Tenkih el-Menazır (Optik Üzerine Yeniden Değerlendirme), İbn el-Heysem’in kitabı üzerine yazılmış ayrıntılı bir yorumdur ve Theodorik de özellikle kırılma konusundaki bilgilerini yine İbn el-Heysem’den edinmiştir.

Leonardo da Vinci öncesi dönemde Endülüs’lü Ebu ibn Firnas’ın (ölm.887) insanların uçabilme konusundaki büyük isteğini karşılamaya yönelik olarak “delta (çatal) kanatlı” uçma düzeneği geliştirerek uçtuğu söylenir. İslam dünyasında mekanik ve dinamik konusunda Ebu’l-İzz İsmail ibn el-Rezzaz el-Cezeri’nin (1136-1206) kısaca Kitab el-Hiyel adıyla bilinen Kitab el-Cami Beyn el-İlm ve’l-Amel el-Nafi Sınaat el-Hiyel (Olağanüstü Makine Yapımı Üzerine Bilim ve Teknik Arasında Yararlı Bir Kitap. Bu eserin başka bir yaygın adı Kitab fi Ma’rifet el-Hiyel el-Hendesiyye’dir. Diyarbakır, 1206) adlı eseri Sabit ibn Kurra’nın (836-901) Kitab el-Karastûn’u (Tartı/Kantar Üzerine Kitap) ve Benû Musa Kardeşler (Musa ibn Şakir’in Oğulları: Muhammed-Ahmed-Hasan. 9.yüzyıl) ’in Kitab el-Hiyel (Otomatlar Kitabı) en önemli yapıtlar arasındadır. Ölçü ve tartı aletleri konusundaki yapıtlar arasında el-Biruni’nin Kitab el-Cemahir fi Marifet el-Cevahir (Değerli Taşlara İlişkin Çeşitli ve Değişik Bilgiler Kitabı) ile Ebu’l-Feth Abdurrahman el-Mansur el-Hazini’nin Kitab Mi-zan el-Hikme (Hikmet Terazisi Üzerine Kitap. 12.yy.) çok ünlü eserlerdir.


Işın ve Görme Konisi

Biz yakındaki bir nesneyi daha büyük ve uzaktaki nesneyi daha küçük görürüz. Uzaktaki nesnenin küçük görünmesinin nedeni, göze daha küçük bir açıyla gelmesindendir. İbn el-Heysem kırılma konusunda ortaya çıkan hareketleri Hızlar Dörtgeni’ne göre iki farklı ortamda, gelen ışın normal boyunca kırılmaya uğramadan geçecek, ayrılım yüzeyine ulaştığında ise çok yoğunda normale doğru, az yoğun bir ortamda ise öteye yönelecektir. Kırılma konusuna derinlik kazandıran İbn el-Heysem, ışığın saydam ortamlarda izleyeceği yolları belirtmiş fakat sinüs kanununa ulaşamamıştır. Bu Hızlar Dörtgeni yöntemiyle olanaksız olmamaktadır. Kırılma açıklaması bu kanunun elde ediliş sürecinde önemli bir adım teşkil etmektedir. Çünkü gelen ve kırılan ışınları, birbirinden ayrı iki dikey parça olarak gören düşünce biçimi Kepler ve Descartes’in önemini çekmiş. Descartes’in Dioptrics(1659) adlı kitabında kırılma açılarına ilişkin sonuçlar yayınlanıncaya kadar, bütünüyle neredeyse İbn el-Heysem’e aittir.


Eserleri


İbn-i Heysem’in yüzü aşkın eserlerinin en meşhur ve geniş muhtevalı olanı Kitab-ül-Menazir’dir. Eser, yedi bölümden meydana gelmiştir.

2. bölümde

Görülebilen şeyler, görülmeyi sağlayan sebepler, görülmenin nasıl olduğu, gözün bu şeyleri birbirinden nasıl ayırd edebildiği;

3. bölümde

Gözde veya görmede meydana gelen yanılmalar ve bunların sebepleri, gözün yanılmasıyla bilgide meydana gelen yanılmalar, düşünce ve araştırmalarda vaki olacak hatalar;

4. bölümde

Parlak cisimlerden ışığın yansıması yoluyla gözün bunları görmesi, gözde bunların görüntülerinin meydana gelmesi;

5. bölümde

Görüntülerin, hayallerin yerleri;

6. bölümde

Işıkların eşyadan göze yansıması yoluyla görmede meydana gelebilecek yanlışlık ve hatalar, bunların sebepleri, düzlem aynalarda, küresel tümsek aynalarda, silindirik tümsek aynalarda, konik tümsek aynalarda, küresel çukur aynalarda, silindirik çukur aynalarda ve konik çukur aynalarda ışıkların yansıması ve bütün bunlardan dolayı görmede meydana gelebilecek yanılmaları ve değişik görüntüleri;

7. bölümde

Işınların çeşitli şeffaf cisimlerden geçişi, ışık demetlerinin doğrusal yayılışı, şeffaf cisimlerin içindeki katı cisimlere tesadüf eden ışık hüzmelerinin yani demetlerinin kırılıp yansımaları, kırılma olayının incelenmesi ve nasıl meydana geldiği, bundan meydana gelen hatalı görüntüler veya yanlış görme olayları anlatılmaktadır.


İbn-i Heysem’in bu meşhur eseri, Ortaçağ’da beş defa Latinceye çevrilmiş olup, bütün Avrupa üniversite ve ilim merkezlerinde tanınan tek müracaat eseri durumundaydı. Eser,1572 senesinde Risner tarafından Opticae Thesaurus Alhazeni Arabis Libri ismiyle Latinceye çevrilerek İspanya’nın Bâle şehrinde bastırılmıştır. Kemaleddin Farisi isimli bir Müslüman bilim adamı bu eseri açıklayarak genişletmiş ve Tenkih-ül-Menazir adını vermiştir. Kitab-ül-Menazir, 1948 senesinde Kemaleddin Farisi’nin yaptığı şerhle beraber Hindistan’ın Haydarabad şehrinde basılmıştır.


İbn-i Heysem’in yazdığı diğer eserlerden bazıları şunlardır


Kitab-ül-Cami’ fi Usûl-il-Hisab:

Matematiğin esasları ve metodolojisi ile ilgili bu eserinde, matematik, geometri, cebir, geometrik analiz gibi temel konuları izah etmiş örnek çözümler ortaya koymuştur.

El-Muhtasar fi İlm-il-Hendese:

 Euclid geometrisinin tedkik ve tenkidine dairdir.


Kitabun fihi Rüdûd alel-Felasifet-il-Yunaniyye ve Ulema-il-Kelam: 

Eski Yunan filozoflarına ve onlara uyan bazı kelam alimlerine reddiye olarak yazılmıştır.

Kitab-ül-Ezlal: 

Ay ve güneş tutulmaları hakkındadır.

Risaletün fi Keyfiyet-ül-Ezlal: 

Gölgenin meydana gelmesi incelenmiştir. Eser, 1907 senesinde Almancaya çevrilerek bastırılmıştır.

Kitabun  fi  İlm-il-Hendese  vel-Hisab;

Matematik-geometri ile ilgilidir.

Kitabun fil-Cebri vel-Mukabele Makaletün fi İstihracı Semt-il-Kıble fi Cami-il-Meskûneti Bicedavilin: 

Bütün dünyanın o zamanki yerleşim merkezlerinde kıblenin nasıl bulunacağının hesaplanması ve bunların cetvelleri ile ilgilidir.

Risaletün fi Şerhi İtticah-il-Kıble: 

balotelli amauri Kıblenin bulunması hakkındadır.

Kitabun fi Hayat-il-alem: 

Kainatın düzeni ve sistemi hakkındadır. Eser, İspanyolca, Latince ve İbraniceye çevrilmiştir.

Kitabu Hey’et-il-alem, Risaletün amil-il-Ayni vel-İbsar: Gö-zün yapısı ve görme olayının incelenmesi hakkındadır.

Şerh-ü Mecisti ve Telhisihi Kitabün fi aletiz- Zıl Kitab- ut- Tahlili vet- Terkib- il-Hendesiyyin

Bu eserlerinden başka, Mutezile fırkasına, mantıkçılara ve diğer fen ve ilim erbabına cevaben birçok reddiyeler ile kendisine sorulan fen sorularına verdiği cevapları bildiren risaleleri de vardır. İbn-i Heysem’in fizik, astronomi, güneş ve ay sistemleriyle ilgili o kadar çok eseri vardır ki, bunların bir kısmından bastırılarak hazırlanan kitaplar Hıristiyan ve Yahudi aleminde ders kitabı olarak okutulmuştur. Muhtelif ilim dallarında ortaya koyduğu terimler bugün hala kullanılmaktadır. Astronomideki modern başarıların kaynağı, İbn-i Heysem’in parlak görüş ve teorilerinden kaynaklanmaktadır. Apollo ile Ay’a inen ilk astronotlar, orada gördükleri muhteşem kraterlere önemli adlar verirken, bir tanesini de İbn-i Heysem olarak isimlendirdiler.


İbnü’l Heysem’e göre kırılma


Saydam bir ortamdan diğer saydam bir ortama geçen ışık demetinin bir kısmı bu ortamları ayıran yüzey üzerinden yansırken geriye kalan kısmı doğrultusunu değiştirerek diğer ortama geçer. Işığın saydam bir ortamdan diğer saydam ortama geçerken doğrultusunu değiştirmesine kırılma denir. Kırılma konusunun yöntemler dahilinde incelenmesine ilk olarak Ptolemaios gerçekleştirmiştir.

İbnü’l Heysem Kitap el-Menâzır da 7. son kitabını kırılma konusuna ayırmıştır. Heysem ışığın gelme ortamından daha yoğun bir ortamın yüzeyine çarptığında kırılma olacağını söylemiş. Yansımada olduğu gibi kırılmada da analizler yapmıştır.

Heysem’e göre, ışık saydam nesnelerde yada ortamlarda çok hızlı hareket eder ve hızı yoğun olmayan ortamlarda yoğun olan ortamlara göre daha fazla olduğunu söylemiştir. Saydam olan nesnelerin yoğunlukları oranında ışığın hızına karşı koyduklarını söylemiştir. Yoğunluk fazlalaştıkça dirençte artar yalnız direnç ışığın hızını tamamen etkisiz hale getirecek kadar fazla değilse o zaman hızda yok olma değil yavaşlama olur, demiştir. İbnü’l Heysem burada ışığın hızının ortamın yoğunluğuna bağlı olduğunu belirtmiştir. Ayrıca kırılma olayını katı bir nesnenin bir dik düzlemde atıldığında karşısındaki durağan bir nesneyi herhangi bir yöndekinden daha kolay kırdığını gözlemlerine dayanarak yansımada ve kırılmada genel ilke etmiştir.

İbnü’l Heysem yansımada ve kırılmada ortaya çıkan hareketi, yani belirli bir açıyla bir ortamdan diğer ortama geçen ışının hareketine etki eden kuvvetleri birini dik, diğerini ise kırılma yüzeyine paralel olacak şekilde ikiye bölmüştür. İkinciyi değiştirmeden bırakmış, birinciyi ise hızlanıp ya da yavaşlayacağını bir sistem üzerinde tasarlamıştır.

Heysem’e göre ışın iki ortamın ayrılım yüzeyine ulaştığında normal boyunca hız sabit kalacak, eğer ışın ortam değiştirirse geçtiği ortam daha yoğun ise hızı azalacak, az yoğun ise hızı artacaktır. Yani ışık her zaman kendine en kolay yolu seçer demiştir.

İbnü’l Heysem çok kapsamlı kırılma deneyleri yapmıştır. Bu deneyleri de iki guruba ayırmıştır.

İki ortam arasının eğri olduğu durumlarda kırılma olayları.

Kırılma deneylerinde İbnü’l Heysem kırılma açılarını 10 derece büyüterek geliş açılarına uygun olarak elde etmiş. Bu yapmış olduğu deneylerin sonuçlarını kendi eseri olan Kitab el-menazır’ın yedinci kitabının üçüncü bölümünde açıklamıştır.




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Ilısu Barajı ve Boncuklu Tarla / Dargeçit / Mardin

 


15 Ekim 2024 Salı

Geçmişte ve Günümüzde TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-1

 


ORTA ASYA TÜRK HIRİSTİYANLIĞI



Orta Asya'da hıristiyanlığın varlığının incelenmesi, 19. yüzyılın sonlarına doğru bazı Avrupalı araştırmacıların atılımlarıyla olmuştur. Bu araştırmacıların en önemlileri Von Harnack ve Sachan'dırlar.

Birincisinin yapıtı "Die Entwicklung des Christiadums", ikincisininse "Die Gesichte des Manichoer"dir.

Elimizde bulunan tarihsel verilere göre Hıristiyanlık inancı Orta Asya'da İsa'nın 2. yüzyılının sonunda yayılmaya başlamıştır. Hıristiyanlığın Batı Kilisesinin babalarından olan ve Kutsal Kitabı Latinceye çeviren Eren Jerom (4. yüzyıl), kendisinin kaleme aldığı "Latin Patrolojisi"nin 12. cilt, 870, sayfasında yer alan 107. mektubunda şöyle demektedir.

"Hunlar (Türkler) Zeburu öğrenerek, Schythiade'nin kargılarını, inancın sıcaklığıyla eritiyorlar".

Dünyaca ünlü bu kilise düşünürünün bu sözleri Schytiade'de, yani günümüz Azerbaycan yöresindeki Türkler arasında hıristiyanlığın yaygın olduğunu göstermektedir. Yazar bu sözlerini, Kuzey doğusu Asya havasının sertliğine karşı, inanan sıcaklığını göstermek için söylemektedir. Bu arada şu ek bilgiyi de göz önünde tutarak tarih akışı içindeki ilerlemeleri ele almalıyız, şöyle ki Orta Asya'daki hıristiyanlığın ekolü Nestoryen olup, genellikle Nestor inancı doğrultusundaki hıristiyanlık yaygın bir durum göstermiştir burada.

Buna bağlı olarak Orta Asya Türklerinin bağlı oldukları Bağdat Nestoryen Patrikhanesi evrakları da bu konuda bizlere ışık tutar niteliktedirler. Bu Patrikhanedeki evraklar özel olarak, Manchester John Rylands kitaplığı el yazmaları koruyucusu ve aynı kent üniversitesi Arapça öğretmeni Alphonse Mingana'ca ele alınıp araştırılmış ve kitap halinde yayınlanmıştır.

Kitabında şöyle bir bölüm dikkat çekicidir.

"Yazgının bir alayı olarak "Türk" sözcüğü, "Müslüman" sözcüğünün anlamdaşı olarak tanınmıştır Avrupa'nın çağdaş dillerinin sözlüklerinde: Oysa Anadolu, üstelik İstanbul Türklerinin ataları, Hz. Muhammed'in doğumundan önce etkin hıristiyanlardılar".

Nestoryen bu verilerin dışında Süryani kökenli verilerin de Orta Asya Türk hıristiyanlığı konusunda ışık tutar nitelikli olduklarını çekinmeden söyleyebiliriz. Söz konusu kişi, Edessa (Urfa) doğumlu Bardesane olup, İ.S. 210 yıllarında yaşamış Süryani asıllı bir tarihçidir. Bu kişinin İ.S. 196 yıllarında Hazar denizinin güney batısında bulunan Gılani, Bactrian ve Oksus yörelerinde ve daha kuzeydeki Hindikuş Hıristiyanlarına yönelik şöyle bir önerisi vardır.

"Gılanilerle Bactrianlar yanında bulunan hıristiyan kız kardeşlerimiz, yabancılarla ilişkide bulunmasınlar".

Bardesan'ın bu önerisi İ.S. 196 yıllarında olduğuna ve İslamlığın çıkmasına daha 500 kadar yıl varken, putataparlığın egemen olduğu Türk topraklarındaki hıristiyan genç kızlara yönelik bu önerinin, o yörede hıristiyanlığın bulunduğunun bir başka kanıtıdır.

Yine Süryani yazını kökenli bir başka bulgu da bizlerin dikkatini Orta Asya hıristiyanlığına" çevirmektedir. Bu belge de Londra British Museum'da bulunan ve Süryani yazınının bir el yazmasından alıntılar içeren, ek olarak da İ.S. 5-6 yüzyıl tarihli "Havariler Felsefesi" adlı belgedir. Bu belge ilk kez 1864 yılında M. Cureton'ca yayınlanmış olup, bunun 34-35. yapraklarında Addai adlı hıristiyan tinsel önderin öğrencilerinden Haggay adlı misyonerce atanan dinsel önderlerin, İsa'nın 2. yüzyılı başlarında ve ortalama 120-140 yıllarında, Gılanilerle, Gog ve Magog ülkesinde hıristiyanlık etkinliklerinde bulunduklarını ortaya koymaktadır.

"Gog ve Magog" sözcükleri Tevrat ve İncil'de geçmekte, ayrıca Kuran'da da "Yecüc ve Mecüc" şekliyle yer almaktadır.

12.yüzyılda yaşamış olan Antakya'lı Süryani rahip Yakubi, kendi yazdığı Vakayinamesinde bu konuya değinir ve Türk ırkı konusunda şöyle bir yorumda bulunur.

"Turkaye milleti Yasef soyuna dayanır, çünkü bunların soyları Magog'dan gelmektedir."

İ.S. 644 yıllarında Merv metropoliti Elizah Türklerin pek çoğunu hıristiyanlığa çevirmiştir, Süryani belgelerinde şu öykü aktarılmaktadır.

"Oksus yöresinin padişahı, düşmanına karşı savaşmak için yola çıktığında kar fırtınasına yakalanarak yolunu yitiriyor.

Yolda Episkopos Elizah'a raslıyor. Bu sonuncusuysa bir çarmıh simgesi yaparak fırtınayı durduruyor. Böylece padişah kolaylıkla düşmanını yeniyor. Çok etkilenen padişah hıristiyanlığı benimseyip yanındakilerle birlikte vaftiz oluyor".

Bu metin İ.S. 680 yıllarında yazılmış olup, bundan çok sonraları yani 781 yılında Nasturi Patriği Timothe, bir başka Türk Hanının da tüm halkıyla birlikte hıristiyanlığı benimsediğini Marunilere yazarak şöyle diyor.

"Türklerin padişahı, ülkesinin tüm halkıyla putataparlığı bırakarak hıristiyan oldu".

Aynı patrik Rabban Serge'ye yazdığı mektubunda Türkler için bir episkopos kutsadığını, Tibetliler için de kutsayacağını belirterek şöyle diyor:

Üç günde, Kutsal Ruh Türkler için bir metropolit kutsadı, Tibetliler için de bir başkasını hazırlamaktayız".

Sözü geçen patrik yine Rabban Serge'ye yazdığı bir başka mektubunda da, pek çok rahibin İncil'i yaymak için Hindistan, Çin ve Türkeli'ye gittiklerini kaydediyor. Bu konuyla bağıntılı olarak Thomas da Marga da mektuplarının birinde şu sözlere yer veriyor:

"Bize verilen bilgiye göre Patrik Timothe, iletişimde bulunduğu Türk ve öbür kağanları hıristiyanlığa çevirmiştir".

Thomas da Marga İ.S. ortalama 840 yıllarında yaşamış, Patrik Timothe'yse 823'de ölmüştür, yani çağdaştırlar. İslamın hicret çağındaki bu gelişmeler içinde islam dininin Orta Asya'ya daha girmemiş olduğu da gerçeğin bir başka yanıdır.

Bundan iki yüzyıl sonraysa Merv metropoliti Addiş-ho, Bağdat patriği Yuhanna'ya, Orhun ırmağı ve Baykal gölü yörelerinde yaşayan Keraits'ler padişahının 200.000 nüfusla birlikte hıristiyanlığı benimsediğini bildiriyordu.

Ab'ul-Farac olarak da bilinen Bar Hebraeus yazılarında, Türk ırkından olan Samarkant metropolitinden sözetmişti.

Aynı tarihçi, kitabının bir başka yerinde de, İ.S. 1281 yılında Katolikos Mar Denha'nın Bağdat'a giderken hastalandığını ve aynı yılın 24 Şubatında öldüğünü yazar. Ölmeden önce Kubilay Han'ın buyruğuyla Çin'den iki Uygur (Türk) rahibinin Yeruşalem'e tapınmak için geldiklerini, ileriye gitmek için araç bulamadıklarından Mar Denha'nın yanında konukladıklarını, Mar Denha'nın düşmanı olan Bar Kaligh'in Çin'e gitmesine engel olmak için de, yanında konuk kalan bu iki Türk hıristiyan rahibinden birini Çin'e metropolit olarak atadığını ve ona "Yahbh-Allaha" adını verdiğini, bu iki Türk rahibinin Çin'e dönecekleri sırada Mar Denha'nın öldüğünü, Emir Asmut'un Hanlar Hanı'na Yahbh-Allaha'dan sözederken şunları söylediğini kaydediyor:

"Hıristiyanlar onu katolikos olarak getirmek istiyorlar. Bağdat halkı da ırk ve dil bakımından Moğollara yakınlığı nedeniyle onu istemektedirler. Çünkü ondan yardım göreceklerdir".

Bundan sonra Uygur - Türk hıristiyanı olan Yahbh Allaha'yı Katolikos atamak ve kutsamak için gerekenler yapılmış ve 24 episkoposla birlikte yola çıkılmıştır.

İ.S. 2. yüzyılın sonlarında başlayan Orta Asya Türk Hıristiyanlığı, bu başlangıç çağından bir süre sonra, yani 3. yüzyıldan başlayarak, Maniheizm inancıyla koşut (paralel) olarak Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Bu arada Zerdüşt inancı da egemen olmaya yüz tutmuştu. Bunun doğal sonucu olarak Türkler arasında Maniheizm inancını Hıristiyanlık ve Zerdüşt manayla uyuşturmak düşüncesi de ortaya çıkmıştır. Şunu da bilmekte yarar vardır ki Maniheizm Orta Asya'da Hıristiyanlıktan çok önceleri yayılmıştı. Dinlerin bu çokluğu sonucu Türkler arasında inanç ve dil farklılıkları da kendisini gösteriyordu. Maniheistler kendi alfabelerini kullanırken, Hıristiyan Türkler de Süryani yazısını kullanmaktaydılar. Bunların yanısıra Soğd yazısıyla yazılmış bazı Mani ve Hıristiyan metinlerine de raslamak olasıdır.

Bunun dışında bazı Türk maniheist metinlerin her iki dil ile yazılanlara da raslanıyor, bu dillerden biri "Mani" öbürü de "Ulusal Soğdca"dırlar. Bu iki yazıların dışında maniheistler, tapınış kitaplarının bazısında Uygur yazısını da kullanagelmişlerdir.

Uygur Türkleri arasındaysa, sırasıyla Maniheizm, Budizm ve Hıristiyanlık 10. yüzyılda güçlenmeye başlamıştır.

İslam dininin yayılışının başlangıcına dek,  Hıristiyanlık inancının Orta Asya Türk'leri arasında yandaşları çoktu. Hıristiyanlık inancı Orta Asya'da salt Uygur Türkleri arasında değil, Peçenek ve Oğuz'ların arasında da yayıldığına ilişkin pek çok tarihsel belirtiler vardır. Peçenek Türklerine daha sonra değineceğimizden, kısaca Oğuz Türklerine değinelim.



OĞUZLAR (Uzlar)


İ.S. II. yüzyıla doğru Musevi-Türk devleti olan HAZAR DEVLETİ'nin çöküşünden sonra, İdil ırmağı üstünden geçen Oğuzlar, soydaşları olan Peçeneklerle mücadele etmişler, onları kovalayarak Balkanlara dek varmışlardır. Bunun sonucu Bizans da Türk akınları karşısında payına düşeni almıştır. Ancak burada bizleri ilgilendiren göç ve kovalama davranışı içinde bulunan Oğuz Türklerinin, İslam din ve uygarlığıyla hiç ilişki içinde olmadıklarıdır. Buna göre 13. yüzyılda yaşamış olan Zekeriya Kazvini, kendisinden önceki zamanlardan kendisine varan bir söylentiye dayanarak Oğuzlar arasında Hıristiyanlığın bulunduğunu kaydetmektedir.

Oğuzların ilk önce Hıristiyanlıkla, daha sonra da İslamlıkla tanışmış olmaları, onların sıkı bir ticari ilişkide bulundukları uygar saha olan "Harizm" aracılığıyla olanaklı oluyordu. Harizmlilerin içinde de hıristiyanların bulunduğunu yine II. yüzyıl Harizm alimlerinden Biruni bizlere bildiriyor.

Şu ana dek Orta Asya Türk Hıristiyanlığına ilişkin açıklamalarımızda özellikle Nasturi mezhebinden söz ettik, çünkü erken çağlardan başlayarak egemen olan ekol buydu. Ancak şimdi hıristiyanlığın bir başka mezhebini de konumuza sokuyoruz, bu da "Bizanten-Ortodoks" mezhebidir.

Bunun nedeni olarak da Harizm ve Oğuz Türklerindeki hıristiyanlığın öz yapısını söz konusu ediyoruz.  Çünkü şu konu dikkate alınmalıdır ki, Harizm ve Oğuz Türk Hıristiyanları, İran ve Türkistan Hıristiyanları gibi Nasturi değil, Ortodoks inancını benimsemiş hıristiyanlardılar.

Zaten konumuzun akışı içinde ve sonucunda "Türk-Ortodoks Hıristiyanlığı" kavramına varacağız.

Orta Asya Türk Hıristiyanlığı için önemli bir kaynak olan "Sources Syriaques'i de göz ardı edemeyiz. Sachan, bu yapıtı 1925'te "Abhandhingen d. Preuss. Akad. d. Wiss" adıyla Almancaya çevirmiştir. Bu yapıtta da Hıristiyanlığın Orta Asya'ya yayılışına ilişkin geniş bilgiler veriliyor.

Sachan, bu yapıtı içinde tanınmış Arbela Kroniki'ni araştırmaktadır. Bu kronik, aynı yayın içinde yar alan "Zur Aubsieitung des Christendums" adlı araştırmanın ana kaynağıdır.

Hıristiyanlığın Orta Asya'ya yayılmasıyla, doğal olarak hıristiyan topluluğun salt "organizm" değil, "organizasyon" olarak da özyapılanması söz konusu olmaktaydı. Bunun doğal sonucu olarak da gözetmenlik (episkoposluk) ve metropolitlik orunlarının (makam) görülmeleri doğaldır. Buna bağlı olarak Samarkant metropolitliğinden daha önce söz ettiğimiz gibi, bununla birlikte üç metropolitlik orununun kurulduğunu, bunlardan ikincisinin Kaşgar, üçüncüsünün de Tankut metropolitlikleri olduklarını burada belirtebiliriz.

Bunlardan Samarkant orunu, önceleri sade bir episkoposluktu ve tüm Buhara kazalarını içeriyordu. Daha sonraları Nasturi Patrik Sliba-Zkla'ca (İ.S. 712-728) metropolitlik aşamasına yükseltilmiştir.

Bu metropolitlikler yanında tarikat düzeyiyle birlikte yaşayan dinsel kişilerin varlıkları da yadsınamaz. Buna bağlı olarak Süryani Patriği Timothe, mektuplarında Orta Asya'daki Türk ırkı rahiplerinin kurdukları tarikattan da söz etmektedir.

Kaşgar metropolitlik orununa gelince, Patrik Eliza'nın İ.S. 1170-1190 yıllarında, bu tinsel orun için 1180'de bir episkopos kutsayarak atadığı, bunun ölümünden sonra da "Sabris-ho" adlı bir başka dinsel kişiyi, aynı orun için episkopos olarak kutsayıp atadığını bir başka tarihsel veriden anlıyoruz. Tankut metropolitlik orunuysa Çin'de bulunmakla birlikte gerçek Türk soyundan gelen hıristiyanlara da hizmet veriyordu.

Bu orunsa 790 yıllarında metropolitliğe yükseltilmiştir. Tibet Hıristiyanlarının da bu tinsel orun yetkesi içinde olduklarını biliyoruz. Ayrıca Orta Asya Hıristiyanlığıyla tarih bilimine ışık tutan tanınmış "Singnan-fu" anıtı da bu metropolitlik sınırları içinde yer alıyordu.

Kaynaklara göre İsa'nın 11 . ve 12. yüzyılları, Hıristiyan inancının Orta Asya'ya yayılması çabaların harcandığı yüzyıllardır. Türkler yanında birçok Moğol topluluklarının, bu yüzyıllar içinde Hıristiyanlığı benimsedikleri bilinmektedir. Moğolistan'ın içinde oturan Naymanlar ve Kereitlerin de hıristiyanlığı benimsediklerini de, Prof. Peliot'un bulgularından öğreniyoruz.

Barthold'a göre Cengiz Han, Naymanların ülkesinde bunların bir Uygur tamgacısına rastlamış ve ondan Uygur, A,B,C'sini öğrenmiştir.

Bunun sonucu olarak hıristiyanlığı yayma etkinliklerine Uygur Türklerinin özellikle katıldıkları anlaşılıyor.

Yedisu vilayetinde, Çu ırmağı yöresinde yer alan Süryanice ve Türkçe yazılı hıristiyan anıtlarının varlığı bugüne dek araştırma konusu olmuşlardır. Bunların 13. ve 14. yüzyıllara ait oldukları sanılmaktadır. Bunlar üstüne araştırmalarda bulunan Rus Akademisi üyelerinden Kokovcov, Yedisu hıristiyan anıtlarını, Turfan hıristiyan yapıtlarıyla karşılaştırarak, Turfan hıristiyanlarının Yedisu hıristiyanlarına göre daha uygar olduklarını, buradaki hıristiyanların birbirlerine etkilerinin Turfan'dan Yedisu'ya, yani doğudan batıya doğru olduğu sonucuna varıyor. Yedisu'da bulunan hıristiyan gömüt taşlarında "II" yerine, "bir 20", yani Orhun yazıtlarında ve Uygur metinlerinde kullanılan geleneğin var olmasından, Yedisu hıristiyanlarının da Uygur Türkleri oldukları sonucu çıkmaktadır.

Uygur hıristiyanlarının merkezi Turfan'ın doğusundaki "Bulayık" kasabası olmuş ve burada hıristiyanlıkla ilgili birçok yazma yapıtlar bulunmuştur . Bunlar sırasıyla Süryani, Soğd ve Türk dilleriyle yazılmış yapıtlardır.

Orta Asya'ya ilişkin toplumsal ve siyasal bakışlar açısından ele alınan hemen hemen tüm bilimsel yapıtlarda az ya da çok, Hıristiyan Türklere değinen bölümler bulmak olasıdır.

E.H. Parkir'in bir yapıtında Tzsi adlı bir Türk generalin öyküsü bulunuyor. Bu general, Maryoncho adlı bir başka generalin yardımıyla Amreshar başkaldırmasına karşı çıkarılan güçlerin komutasını ele alıyor. Generel Maryonc - ho'ysa Çin-Moğol güçlerinin önderi olarak Cathayan'lara karşı savaşı yönettikten sonra, kendi buyurmanı olan Çin imparatoruna karşı kendisi başkaldırıyor. Bu Türk generalinin Nasturi Hıristiyan olduğu kaydediliyor.

Diyarbakır Kıldanileri episkoposluğu kitaplığında Gana-tu-Uriyang (Hıristiyan Uygurlar) padişahı Corc'un kızkardeşi olan Orangul Sultan için Süryanice yazılı İncil yaprakları bulunmuştur.

Blocket de ve 13. yüzyılda "Yrıyan-gakit" denilen Hıristiyan Türklerin ne denli çoğaldıklarını yapıtında belirtiyor.

Aynı tarihçi kendi yazdığı "Catalogue Persan des Manuscripts de Paris" adlı yapıtında, 1374 yıllarında Samarkant'ta Türkçe olarak yazılmış olan bir Nasturi dua kitabından da söz ediyor.

Psalty'ye göre Orta Asya kökenli ve öz Türkçeyle yazılmış birçok Türk yazını örnekleri de vardır. Bunlar 4. yüzyıla dek çıkmaktadır. Tarihçi bunlardan bazılarını şöyle sunuyor:

12.yüzyılın sonlarında Hive Hanı olan Süleyman Bekir Han, Nasturi yazılarından esinlenerek Meryem Ana'nın ölümüne ilişkin bir şiir yazmıştır. Şiirin öz Türkçe yazılmış olması dikkat çekicidir.

İ.S. 523 yılında Paphlagonia'nın Gangra kentinde ölmüş olan ve Philoxenus adıyla tanınmış olan Nabbug episkoposu Akhsua'ya dayandırılan bir Süryani dokümanında, Hıristiyan Türklere ilişkin çok anlatımlar vardır. Sözü geçen dokümanın ilk bölümünde Türklerin eski boş inançlarından, ikinci bölümündeyse hıristiyanlığın etkilerinden söz edilmektedir.

Ayrıca bu dokümanda dört Türk-Hıristiyan önderinin adları da geçmektedir. Bunlar sırasıyla: Gawirk, Gark, Tasahs ve Langu'dur. Dokümanın içinde bu dördünün yaşadıkları ülkeye "Sorikon" denilmiştir. Ülkenin sınırında Karagur adlı bir kentin bulunduğunu anlıyoruz .

Kaydedilen dokümandaki bu dört Türk-Hıristiyan önderin yaşadıkları çağı saptamak da, bu konuda yetke sahibi bilim adamlarına düşmektedir. Bazı bilim adamları Saoki olarak bilinen Hıristiyan Uygurlarla, önceden sözü edilen Hıristiyan Türk Generali Tzsi'nin çağdaş olduklarını ileri sürmektedirler. Ayrıca bu Türk Hıristiyanlar, her ne kadar şeklen hıristiyan inancını benimsemişlerse de, günlük yaşam ve görenekleri pagan soydaşlarından pek ayrıcalıklı değildi. Kullandıkları genel dil Çağatay dialekti olup, bunun böyle olduğunu, kullandıkları tinsel ezgi (ilahi) kitaplarının içeriğinden anlaşılmaktadır.

Bu kitaplara ilişkin herhangi bir bulguya daha rastlamadığımızı burada belirtiyoruz. Ancak bu konuda çalışmalarımızı sürdürmekte kararlıyız. Konumuzun bu ilk bölümünü bitirmeden önce, Psalty'nin şu görüşünü de yansıtmak istiyoruz. Ona göre, birçoklarının "Tatar" olarak bildikleri Hıristiyan Türkler genellikle çadırlar altında yaşamaktalar ve kendileri gibi soydaş olan hıristiyan rahipleri, diakonları ve keşişleri vardır. Sayıları da 400.000 kişi kadardır. 



YAKUP AYGİL

HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ 


14 Ekim 2024 Pazartesi

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-22

 Ali bin İsa



Ali bin İsa, Bağdat’ta doğmuş ve 9. yüzyılda astronomi, coğrafya ve özellikle optik alanında çalışmalar yapmış Müslüman bilim adamıdır.

Ali bin İsa Orta Çağ’da göz hastalıkları üzerine verilen ilk eser olan “Notebook of Oculist” (Göz Doktorunun Defteri) adlı eserini yazmıştır. Bu eser onun Orta Çağ Avrupası’nda Jesu Occulist olarak tanınmasını sağlamıştır. Jesu Latince’de İsa demektir. Bu eser ilk olarak Farsça’ya çevrilmiş ve daha sonra da Latince’ye çevrilerek 1497 yılında Venedik’te basılmıştır.

Daha sonra ise 1904 yılında Hirschberg ve Litter tarafından Almanca’ya; 1936 yılında da Casey Wood tarafından İngilizce’ye çevrilmiştir. İbn İsa’nın bu kitabı, kendinden sonra gelen optik ilimciler tarafından en çok başvurulan kaynak kitaplardan biri olmuştur.

Ali bin İsa bu çalışmalarından başka, 827 yılında Halid bin Abdülmelik ile birlikte, dünyanın çevresini ölçmüş ve 40.248 km sonucunu elde etmişlerdir. Başka kaynaklarda bu değer 41.136 km dir.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

13 Ekim 2024 Pazar

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak

 




İngiltere’den Batı Avrupa'ya SANAYİ İNKILABI'NIN YAYILMASI

 


18. yüzyıldaki batı dünyasında meydana gelen bilim sahasındaki gelişme ve Sanayi İnkılabı (Industrial Revolution); insan ve hayvan gücüne dayalı üretim tarzından, makine gücünün hakim olduğu üretim tarzına geçiş olarak kabul edilmektedir. Bu yeni üretim tarzı; 1750'li yıllardan itibaren, ilk defa İngilterede dokuma sektöründe ortaya çıktı ve daha sonra diğer sahalara yayıldı. Kol gücünden makineye dayalı üretime geçişle birlikte, sanayileşen ülkelerde; imalatın şekli ve hacmi, geçmişle kıyaslanamayacak boyutta artmıştı. Üretim artışı, ister istemez iktisadi hayatta büyük bir yarış ve rekabeti beraberinde getirdi. Arnold Toynbee'nin diliyle;

"Sanayi inkılabının özü; daha önce servetin üretimi ve bölüşülmesini denetleyen Orta Çağ düzenlemeleri yerine, rekabetin ikame edilmesidir."

Endüstri devrimi diye de tanımlanan bu inkılabı, birdenbire İngilterede zuhur etmiş bir inkılap olarak görmek doğru değildir. Sanayi inkılabını, 16. ve 17. asırlardan itibaren Batı Avrupa'da meydana gelen; dini, siyasi, ilmi ve felsefi değişim ve gelişimin bir sonucu olarak görmek daha doğru bir yaklaşım olarak kabul edilmektedir. Özellikle 17. ve 18. yüzyıl «Aydınlanma filozofları»; bilim yöntemini takip etme ve hayatın matematiğini kurmada büyük çabalar göstererek, rasyonel düşünmenin önünü açtılar ve kültürel hayata yön vermeye başladılar. Kısacası bu asırlardaki bilimle ilgili gelişmeler sanayi inkılabının fitilini ateşledi. A. Smith ( 1723- 1790) modern ekonominin, Descartes (1596- 1650) modern felsefenin, Galileo (1564- 1642) ve Newton (1642- 1727) modern bilimin temel ilkelerini ortaya koymuşlardı.

1765'te J. Watt'ın, Newcomen'in atmosferik buhar makinesini geliştirerek daha verimli bir makine yapmasıyla; İngilterede sanayi devriminin felsefi, bilimle ilgili, teknik (henüz teknoloji değil) ve ekonomik alanlarda teorik çerçeveleri kurulmuş ve modern sanayinin bütün şartları hazırlanmıştı.

Öte yandan bilim ve teknik sahasındaki bu baş döndürücü gelişmelere reformcu Protestanlar büyük destek vermişti. Nitekim Reform Hareketleri sonrasında Batı Avrupa hıristiyan dünyasında, özellikle yüzü dünyaya dönük Protestan anlayışının yaygınlık kazanmasıyla yeni bir toplum yapısı ortaya çıktı. Bu yeni anlayışı benimseyen Protestan topluluklarının bağlıları; "Bugün çok çalışıp yarını düşünme." anlayışını taşımakta, yeni hayat ölçülerinde inzivaya dayalı mistik hayattan uzaklaşma ve dünyevi kaygılara ağırlık verme önemli bir yer tutmaktaydı. Bir başka ifadeyle Max Weber'in «Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu» kitabında ısrarla vurguladığı Protestan topluluklar, yeni Avrupa'nın çalışkan ve üretken yüzünü ortaya koymaktaydı. Sanayi inkılabının öncelikle İngilterede başlamasını; özgür dini ortama, din ve mezhep hürriyetine bağlayan bir diğer kişi de Amerikalı İktisat Tarihi profesörü Prof. Walt W. Rostowdur. Nitekim Walt W. Rostow, sanayileşmenin Fransa yerine İngilterede başlamış olmasını şöyle değerlendiriyor:

"Fransız bilimi, en azından İngiliz bilimi kadar iyiydi. Fransız kadınları pamuklu dokumalardan en az İngiliz kadınları kadar hoşlanıyordu. Fransa'nın pamuklu dokuma pazarı, İngiliz pazarından daha büyüktü. Fransızlar İngilizlerin üç katı bir nüfusa sahipti. Kırsal topraklara sahip Fransa'nın kişi başı geliri % 20 daha azdı; fakat Fransızların sadece iktisadi açıdan bakıldığında daha önce sanayileşmemesi için sebep yoktu. «Sanayi inkılabı neden Fransa değil de İngilterede başlamıştır?» sorusunun cevabını dinde ve dine yönelik politikada aramak lazım. Kısmen dini problem üzerinde toplanmış olan kanlı bir iç savaştan sonra İngilizler 1688 Anlaşması'nı sağladılar. Din ve mezhep serbestliği sağlandığı gibi kralın desteklediği kiliseye zorunlu bağımlılık ortadan kalktı. Püritenlerin, Konformist olmayanların İngiltere kilisesine girmeleri yasaklanmıştı. Bunlar devlette, hükumette görev alamazlardı. Ama ibadet edebilir, çocuklarını kendi okullarında okutabilir ve dışarıya gidip para kazanabilirlerdi. İngilizler; vatandaşlarının önemli bir kısmını, iç çatışmadan uzak tutmayı başararak modern gelişmelerin önünü açtılar. Ve sanayi devrimi sırasındaki icatların, sanayideki yeniliklerin; çok yüksek bir kısmı Konformist olmayanlar tarafından, lskoçlar, Quakerler, Presbiteryanlar tarafından yapıldı."

Sanayi inkılabı, insanlık tarihinin toprağı işlemeye başlamasından sonraki ikinci önemli dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu gelişmeye dayalı olarak batı insanının hayat tarzı köklü bir biçimde değişime uğradı. Hayat standartlarında; beslenmeden barınmaya kadar bir dizi iyileşme görüldüğü gibi, ciddi bir nüfus artışı da meydana geldi. Şüphesiz en güçlü ve tetikleyici değişim, mekanik gücün insan hayatına girmesiyle üretim alanında yaşandı. İmalat alanında, geçmişle kıyaslanamayacak boyutta büyük artışlar oluştu. Üretimin artmasıyla daha fazla hammadde ihtiyacı ortaya çıkarken; üretilen bu malların pazarlanması, ulaşımının karşılanması, üretimin devamlılığı için enerji ihtiyacı ve nihayet daha fazla işgücü ve çalışanların üretim merkezlerine yakın yerlerde yerleştirilmesi meselelerini beraberinde getirdi. Yeni yerleşim merkezleri oluşurken, şehir nüfusları süratle artış gösterdi. Sanayi inkılabıyla boy gösteren yeni işletmelerle beraber, üretilen malları pazarlayarak büyük karlar elde eden yeni bir tüccar sınıfı meydana geldi. İngiltere, sanayi inkılabında diğer bütün Batı Avrupa ülkelerine öncülük etmiştir.

Sanayileşmenin ilk kez İngilterede görülmesinin belli başlı sebepleri arasında şunlar sayılmaktadır:

İngiltere'nin;

•Donanma gücünün büyüklüğüyle, güneş batmayan bir sömürge imparatorluğu kurması; bu hinterlandından yararlanarak, hammadde ve pazar problemini çözmesi,

• Ticari bir yapının yöneticiler tarafından korunması,

• İcatları tespit eden ve koruyan milli bir patent sisteminin kurulmuş olması,

• 18. yüzyıldan itibaren, tarım arazilerinin özel mülkiyete dönüşümüne yönelik çeşitli kanunların çıkarılması,

•İngilizlerin finansa ve finans yapılanmasına önem vermesi,

•Kömür ve demir yönünden (temel enerji kaynakları) zengin olması,

•Coğrafi yönden Britanya Adası'nın Avrupa'daki siyasi karmaşanın dışında kalması.

Bu sebeplerin yanında sanayi inkılabını hazırlayan birçok ekonomik faktör de bulunmaktaydı. Hollanda'nın 17. asırdan itibaren tarım alanında geliştirdiği teknikler başarıyla ve hızla İngiltere'ye aktarıldı. Öte yandan, sığır besiciliğinde kullanılan şalgam, İngilterede önemli bir ürün haline geldi. Bataklıklar kurutularak, tarım için yeni araziler oluşturuldu. Tarım dergileri yayımlanarak çiftçilere dağıtıldı.

Sanayi inkılabının itici gücünü tekstil sektörü oluşturmaktaydı. İpliğin eğirme tekniğinin gelişmesi 1716 yılında iplik bükmek için çıkrığın bulunması sayesinde gerçekleşti. 1733 yılında dokuyan mekiğin bulunması, 1767de iplik eğiren tezgahın bulunması İngilizleri tekstilde öne çıkardı.

Yeni süreçteki teknik değişim ve ilerlemenin bir diğer öncüsü de, su pompası tekniğinin kullanılmasıydı. Madenlerde biriken suların pompalar yardımıyla dışarı atılması, maden işletmelerinin daha verimli hale gelmesine yol açtı.

1763 yılında İskoçyalı James Watt'ın geliştirdiği buhar makinesi; hem tekstil sanayisinde, hem de buharlı gemi-tren taşımacılığında büyük bir atılıma yol açtı. 1807 yılında Amerikalı Robert Fulton buharlı makineyi gemilere uyguladı ve ardından buharlı gemiyle ilk düzenli okyanus ötesi seferleri 1840 yılında başlamış oldu. 1825 yılından itibaren buharlı makine lokomotiflerde de kullanılmaya başladı. Bu teknik gelişmelerin yardımıyla hız kazanan ve bir asır süren keşifler, esir ticaretinin sağladığı ekonomik rant, korsanlık, sömürgelere yönelik ticaretin artması; İngiltereyi bu dönemde dünyanın en zengin ülkesi yaptı.

1844'te Samuel Morse, Amerika Birleşik Devletleri'nde ilk ticari amaçlı telgraf servisini hizmete soktu. 1876 yılında Alexsander Graham Bell telefonu buldu. Öte yandan tarım teknolojisinde birbiri ardına büyük gelişmelere Almanlar öncülük etti. Pancardan şeker üretilmeye başlandığı gibi sun'i gübre de ilk kez Almanya'da üretildi. 1834 yılında Amerikalı bir mühendisin biçerdöveri icadıyla zirai gelişme çok önemli bir eşiğe ulaştı. Ayrıca 1830 yılından itibaren madencilik alanındaki gelişmelere paralel olarak kömür üretimi hızla arttı. Kömürün artışıyla demir ve çelik üretimi de hız kazandı. Böylece önce İngilterede, ardından tüm Batı Avrupa'da; köprüler, kanallar, demiryolu ve kamu binaları yapımı da hız kazandı.

Sanayi devriminin ilk yıllarında Avrupa ülkeleri arasındaki ticaret, 1750 yılından itibaren çok arttı, ama ürünler yetersizdi. İhracat kapasitesi en yüksek ülke İngiltere idi ve tekstil en çok talep edilen üründü. Tekstil, gıda ve diğer tüketim malları köylerde ailelerce üretilir ve tüccarlarca kentlerde satılırdı. Bazı ürünler ise kentlerde atölyelerde yapılırdı. Ürünler pahalıydı ve talebi karşılamıyordu. Bazı tüccarlar, koyun yetiştirenlerden yün toplayıp köylü kadınlara iplik yaptırıyordu. Sonra iplikler, köylerde kumaş olarak dokutulup boyatılıyordu. Bu işler köylülerin boş zamanında yapıldığı için maliyet düşüktü. Bazı tüccarlar ise, büyük binalar yaptırıp orada kadın ve çocuklara iplik ve kumaş ürettirirdi. Tekstil tüccarlarının bu sistemini diğer sektörler de benimsedi. Uçan mekik ve yeni çıkrık, üretim hızını artırdı. Bazı tüccarlar, buhar gücü kullanan büyük fabrikalar kurdu. Ürünlerini buharlı gemilerle ihraç eden tüccarlar, milletler arası şirket sahibi oldu. Buhar makinesi, buharlı tren ve buharlı gemiler geri kalmış ülkelere ihraç edildi. İngiltere, sömürgeleri ve sanayi ürün ihracı sayesinde büyük bir imparatorluk haline geldi.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak