8 Ekim 2024 Salı

Coçi Ulusunun Etnik Tarihinin Erken Gelişmesindeki Özellikleri Hakkında

 



Cengiz Han’ın geniş alana yayılmış ve nüfusu karışık devleti olan bir Büyük Moğol Imparatorluğu birleşik bir ülke olarak uzun sürmedi. Bölünme süreci 1260’larda, yani kuruluşundan 45-50 yıl sonra başladı.  Bu devasa devletin 20-30 yıl içinde gerçek anlamıyla bir büyük güç olarak ortaya çıkmış olması, bu sürece katkıda bulundu. Ayrı topraklara bölünmenin sonucu olarak Büyük Han (sonradan Yüan) Devleti ve Coçi, Çağatay ve Hülagu ulusları gibi, hem toprak, hem de nüfus yapısı itibariyle büyük olan imparatorluklar meydana geldi. Yeni doğmuş devletlerin bu özelliğini sonraki kaderleri, örneğin uluslar içindeki değişik bölgeler arasındaki çelişkiler, merkezin güçlendirilmesi ve ardından 14-15. yy.’larda pekçok bağımsız ülkeye bölünmeleri, çok iyi gösterir.

Doğal olarak, belli unsurlar bu devletlerin böyle hızla dağılışının etmeni idi. Bunlar arasında aşağıdakiler en önemli sebeplerdir: Halkların arasındaki kültürel, etnik ve ideolojik farklılıklarla birlikte, bu ülkelerin değişik bölgeleri arasındaki toplumsal ve iktisadi çelişkiler. Belki bu iki sebep grubundan birincisi daha baskındır. Çünkü toplumsal ve iktisadi çıkarların ortadan kalkması sonradan etnik, kültürel ve siyasi çatışmaların doğup gelişmesine yol açmıştır. Dış göstergelerle bakınca ise, olaylar bölge ve etnik toplulukların önderleri arasında ideolojik, özellikle siyasi mücadele olarak gelişiyordu.

Çok uluslu devletlerin dağılması, ülke içindeki, ‘birleşik’ devletin doğması ve gelişmesiyle birlikte başlayan etnik pekişme sürecini sona erdirir. Bunun sonucu olarak, imparatorluğun bir zamanlar birleşik olan büyük ‘etnos’unun küçük, daha doğrusu akraba milletlere, kaçınılmaz olan bölünme süreci başlar. Tüm bunlar Coçi ulusu veya Coçilerin devletinin -16. yy.’dan sonraki ismiyle Altınordu’nun- numune olarak kullanılmasıyla izlenebilir.

Burada, Coçi ulusu zamanında, Avrasya’da Türkçe konuşan halkların fetihlerle birlikte ‘çökelmesi’ ve karışmasıyla başlayan ve Coçi ulusunun bağımsız bir ülke olarak tecrit ve yükselme dönemi boyunca yoğunlaşan etnik sürecin belli hususiyetleri olduğundan da bahsetmeliyiz. Bu insanlar hayat tarzlarının ayırdedici özelliklerinin özgün karakteriyle, yaşama biçimleri, toplumsal yapıları ve nihayet o dönemde Avrasya’daki göçebe kabile toplumunun ortak yasalarının normları ile koşullanmışlardı. Bu makalede, bu sorunun bazı özel ve özgün yönlerini vurgulamak istiyorum. Esas dikkat ise bu sorunun tarih yazımındaki ayrıntılarına sarf edilecektir.

Değişik yazarlar Coçi ulusu hakkındaki araştırmalarda şöyle veya böyle bu devletin çokulusluluğunu vurgular ve Türk dilinin ülke nüfusu içinde hakim olduğunu kabul eder. Altınordu dönemine kadar giden yazılı kaynaklarda yapılan araştırma ve yayınlar bunu onaylar.

Guyuk ve Möngke’nin yönettiği esas Moğol fatihlerinin önemli bir kısmı Orta Asya’ya döndükten sonra kalanların Deşt-i Kıpçak’ın Türkçe konuşulan çevresinde önemli ölçüde eritildikleri anlaşılıyor.

Çağdaş gözlemciler de bu gerçeği kaydeder. Bu yüzden, Mısırlı Arap tarihçisi Ömeri şunları yazarken oldukça açıktır: "Eski zamanlarda bu ülke Kıpçakların toprağı idi, fakat Tatarlar (Moğollar-yazar) burayı aldı ve Kıpçaklar onlara bağlandılar. Sonraları onlar (Moğollar) karıştı ve onlarla (Kıpçaklar) akraba oldu ve toprak onların tabii ve ırki özelliklerine galip geldi ve sanki bir kökendenmişçesine hepsi Kıpçaklar gibi oldu, çünkü Moğollar Kıpçakların topraklarında yerleşiyor, onlarla evleniyor ve onların topraklarında yaşıyorlardı.”

Memlük Mısırı ve Coçi ulusu arasındaki ilişkileri iyi bilen Ömeri, bildiğimiz gibi 1349’da ölmüştür. Dolayısıyla 14. yy. ortalarında bitmiş olan bir süreç hakkında konuşmaktadır. Ve bu, Moğol unsurun Türk (Kıpçak) bileşen tarafından ‘soğurulması’ sürecinin bundan çok önce, 13. yy’da, yani daha Deşt-i Kıpçak’ın Moğollarca fethi sırasında başladığını göstermektedir. Aşağıdaki dil gerçekleri bunu ispatlar.

Dilbilimcilerin kabul ettiği üzere, 13-14. yy.’lar Türkçenin Rusçaya nüfuzunun üçüncü aşamasıdır. Rus-Türk ilişkilerinin meşhur uzmanı N. A. Baskakov, bu dönemin "Rus kelime hazinesine Türkçe ve aynı şekilde daha az Moğolca kelimelerin büyük ölçüde girişiyle özgünleştiğini” yazar. V. D. Arakin "Rusçadaki Türkçe unsurların ezici çoğunluğu, 13. yy.’ın ikinci yarısından başlayarak, Altınordu’nun Kıpçak ağzından alınmıştır” derken daha kesindir. Rus knezliklerinin bağlı olduğu Batu Han’ın topraklarında Moğolca konuşanlar 13. yy. ve 14. yy.’ın ilk yarısında sayıca baskın değillerdi. Bu yüzden, Coçi ulusundaki gerçek Moğollar, ülkede askeri ve idari konumlardaki kesin öncülüklerine rağmen dil üzerinde ve dolayısıyla etnik yapıda kaydadeğer bir etki yapamayan bir etnik azınlığı oluşturuyorlardı. Başka bir deyişle, savaş meydanındaki galipler kültür ve hayat tarzı konularında mağlup idiler. Bu özgün bir dönüşüm idi.

Sovyet araştırmacıları bu dönemleri tanımlarken, rehberleri zımni bir doğru olarak bir Marksizm klasiğinin düşünceleri idi: ".çoğunlukla daha az medeni fatih, fetihten sonra kendisini bulduğu şekilden fethedilen ülkenin yüksek ekonomik şartlarına geçmek zorundadır; ele geçirdiği halk tarafından özümsenir ve genellikle onların dilini bile benimser.”

Rusya’da Perestroika’dan önce, F. Engels’in bu sözleri Altınordu tarihiyle ilgilenirken durumu açıklamak için mecburen alıntılanırdı. Bunun sebepleri şöyledir: Öncelikle, ‘onu bilmeme’ yazarın yöntemsel noksanı olarak düşünülürdü. İkincisi, bu klasikten alıntı, yazarları yukarıdaki etnik dönüşümün bazı karmaşık konularını çözmekten azade kılıyordu. Üçüncüsü, ‘kültürsüz’ fatihlerin ‘birinin kendi halkına’ yenilmesi vurgulanarak, ızdırap çeken ama hâlâ ’daha medeni’ atalara tazminat veriliyordu. Ancak bu sadece ‘nitelikli’ tarafa vurgu, yani fethedilen halkın ‘kültürel üstünlüğü’ ile fatihlerin ‘vahşilik ve barbarlığının’ tezadının gösterilmesi, Moğol fetihleri tarihiyle ilgili tüm sorulara cevap vermemektedir. Özellikle Moğol kültürü ile onları özümseyen Deşt-i Kıpçak Türkleri arasındaki ilişkilerle ilgili sorular cevapsız kalmaktadır. Bu çalışmada daha sonra bu konuda daha detaylı konuşacağız. Sonuçta inanıyorum ki, yukarıdaki alıntı somutlaştırıldığında, öncü bilim adamlarının dikkat sarfettikleri, Türklerin Moğolları özümsemesinin nitel sebeplerinden daha az olmayan bir rol oynamasına rağmen, nicel unsur gözden çıkarılacaktır.

Olay, 1218-1239 arasında Altay’dan Tuna’ya kadar Avrasya bölgelerinin Moğollarca fethi sırasında Coçi ve Batu Han’ın ordularındaki Türk unsurların oranının kaydadeğer ölçüde artmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, Doğu Avrupa’ya akan ‘Tatar’ fatihler etnik olarak sadece Moğollar değil, örgütlenme ve Moğol seçkinleriyle Han muhafızlarının öncü konumuyla birlikte, Türk bileşenin baskın olduğu bir yığıntı idi. 13-14. yy. Rus kelime haznesindeki Türkçe ve Moğolca ödünçlemelerin ilişkisinin yukarda geçen özelliğini bu açıklar. Bu aynı zamanda, Coçi ulusundaki Moğolların Ömeri’nin kaydettiği gibi hızlı Türkleşmesini de açıklar.

Doğal olarak şu bilinmek istenir: Askeri olarak yenilen Türkler Coçi ulusunda etnik olarak nasıl galip geldiler? Bu soruyu, Türklerin, yani Uygurların Moğollarca erken bir dönemde istihdam edilmesi (yazılı dili benimseme, eğitimli Uygurların memur ve öğretmen olarak çağrılması vb.) gerçeğini hatırlatarak cevap verebiliriz. V. V. Barthold’un işaret ettiği gibi, bu halkların hayat tarzlarının, adetlerinin ve dünya görüşü geleneklerinin yakınlığı bu eğilimi teşvik etti. Uygurlar 1209’da ‘gönüllü’ olarak ve daha sonra Kırgız ve Uryanhaylar zorla katılmakla birlikte, anlaşıldığı kadarıyla Moğol devletinde’ ‘Büyük Fetihler’den (1206-1207) önce de bazı Türkçe konuşan boylar vardı.

Ancak, büyük fetihlerden önceki Cengiz Han’ın erken devletinde ve geniş Moğol hanlıklarında Moğollar şüphesiz sayıca hakim unsur oldukları için, bu erken gerçeklerin Coçi ulusunun etnik sürecinde belirleyici etki yapmadığına inanıyorum. Moğol fetihlerinin batı istikametinde Türklerin artışı, Deşt-i Kıpçak’ın geniş arazisine geldiklerinde ve nihayet Karahıtay ve Harezm devletlerini yenip batıya doğru daha da ilerledikten sonra yoğunlaştı. Avrasya’nın bu parçasında, çoğunlukla Kıpçakça, Oğuzca ve benzer ağızlar konuşan Türk dilli halkların yaşadığı bilinen bir gerçektir. Bunlar, büyük devlet örgütlenmesi olmayan küçük kabile birlikleri halinde yaşıyorlardı ve bozkır geleneğine göre Moğol ordusuna, veya L. N. Gumilev’in dediği gibi halk ordusuna ciddi bir direniş göstermeden katılmışlardır.

"Ciddi direniş göstermeden”, çünkü Moğol fatihler Altaylar’dan Orta Idil bölgesine, daha doğrusu Otrar’dan Idil Bulgarlarının topraklarına ilerlerken, yerel halktan hemen hemen ciddi bir direniş görmemişlerdir. Aksine, pekçok Türk boyunun önderlerinin Harezmşah Muhammed’den ziyade Cengiz Han’ın rehberliğini tercih ettiğine dair deliller vardır. Örneğin bir Moğol karşıtı Iranbilimci olan I. P. Petrushevskiy, Harezmşah Imparatorluğu’nun Türk boylarının hem savaş niteliklerinde hem de cesarette Moğollardan aşağı olmamalarına rağmen, öyle çok istekli bir direniş göstermediklerini kabul etmek zorunda kalır. Genel olarak, 1223’te Kalka’daki ünlü savaştan ve Idil Bulgarlarının Moğollara ilk direnişinden, Idil üzerindeki Bahman savaşına kadar tarihi kaynaklar Türk halkların Moğol fatihlerle ciddi bir savaşından bahsetmezler. Yukarıda geçtiği gibi, Batu Han’ın ordusu Rusya’ya girdiğinde, nicelik olarak hayli Türkleşmişti. Ve bu etnik değişiklik en başta Kıpçak bozkırındaki nüfus sayesinde gerçekleşiyordu.

Burada ayrıntıya inen mukabil bir soru sorulabilir veya sorulmalıdır: Avrasya bozkırlarının Türk nüfusu hangi aygıtlar üzerinden Coçi ve Batu hanların ordularına katılıyorlardı? Bu sorunun cevabının kabile toplumlarındaki tabilik sisteminin özgünlüklerinde bulunabileceğine inanıyorum. Bütünde bu kurumun ve özelde askerlik ve derebeylik sistemlerinin ayrıntılarına girmeden, kısaca kabile toplumlarındaki toplumlar üstü bağımlılığın (bağımlılaşım) özgünlükleri üzerinde duracağız. Bu çalışmanın ‘Avrasya göçerlerinde derebeylik var mıydı?’ şeklindeki ‘ebedi’ tartışmanın konularını gözönüne almak gibi bir hedefi olmadığı da ayrıca belirtilmelidir. Her halükarda ve her toplumda, toplumsal yapısına bakılmaksızın, bu toplumların tabaka ve sınıflarının temsilcileri arasındaki bağımlılık ve bağımlılaşım kurumunun farklı ve bazen özel bir yerde sadece bir kez geçen biçimleri olagelmiştir.

Özellikle batıdaki yerleşik derebeylik toplumlarda bir bağlının efendisine bağımlılığı uzun vadede mevcut toprak ilişkisi ve belli bir toprak parçasında kişi veya ailenin haklarını takdir eden bir anlaşma ile sağlanırdı. Diğer bir deyişle, kiralanan arazi ve toprak insanları hem bir kalıpta birleştiriyor, hem de birbirinden ayırıyordu. B. Ya. Vladimirtsev ve S. P. Tolstov gibi bilginlerin kaydettiği gibi, yüksek sınıflardan, soy ve kabile seçkinlerinden çobanlara tabilerin bağımlılığı doğrudan toprak üzerinden değil, dolaylı olarak, yani hayvan sahipliği yoluyla uygulanmıştır. Uzun vadede hayvan yetiştiricisi toprağın gerçek kullanıcısı ve sahibi idi. Ve doğal olarak, bunlar soy ve kabile önderleri, daha az varlıklı ve fakir olanların bağlı olduğu kabile seçkinleri idi. Bu birinci maddedir. İkincisi, teknik olarak tüm arazi, bu özel toplumdaki herhangi bir ferdin mülk durumuna bakılmaksızın, tüm soyun ve boyun ortak mülkü olarak telakki edilirdi. Üçüncüsü, soy ve boy önderleri şu veya bu derecede bütün soy ve boyla kan akrabalığı içinde idi. Bütün bunlar, tüm soy ve boyun önder ve seçkinleri ile birliği fikrini ortaya çıkarıyor ve güçlendiriyordu. Başka bir deyişle, bir soy ve boy önderi hem yüce bir efendi, hem de toplumun öbürleriyle eşit hakta bir ferdi idi. Bu yüzden önder nereye giderse, bütün soy veya boy onu takip ediyordu. Ve bu yüzden soy-sop gelenekleri olan kabile toplumları, "Benim bağlımın bağlısı benim bağlım değildir” diyen Batı (yerleşik ve derebeylik) bağımlılığının bilinen ilkeleriyle açıklanamaz. Aksine, kabile kültüründe bir soy veya boy önderi diğer daha güçlü bir öndere bağlılık arz ederse, bunu bütün soy veya boyun yeni bir üst öndere tabiliği izlerdi. Bu süreç genellikle kitlesel özellikte idi.

Bu özgün ve bence yazıda çok iyi gösterilmeyen aygıt, Kıpçak bozkırlarında yaşayan Türklerin Coçi ve Batu Han’ın ordularına nispeten kolay ve hızlı girişine yardımcı olmuştur. Dev imparatorluğun batısındaki Moğolların diğerlerine kıyasla hızla erimesi temel ve belirleyici sebebi bu güçlü aygıt olmuştur. Uzun vadede muhtemelen, göçebe bağımlılık düzeninin bu özelliği geçmişte Avrasya’daki göçebe imparatorlukların hızlı büyümesi ve çabuk dağılmasının da sebebi olmuştur.

Doğal olarak, Coçi ulusundaki Moğolların Türkleşmesine yol açan sebeplerin ‘nicel’ yönlerini vurguladığımda, kesinlikle yukarda bahsedilen ‘nitel’ unsurların önemini inkar etmiyorum. Din unsurunun ve nihayet Moğol fethinden önce İslam’ı benimseyen Coçi ulusunun merkezleri Harzem, Bulgar ve Kuzey Kafkasya etkisinin önemini gözardı etme niyetim de yok. Bir bütün olarak, tüm bu unsurlar gerçekleşmiş ve incelediğimiz süreci belli derecede etkilemiştir. Fakat Altınordu ile ilgilendiği zaman ne gerçeklerde, ne de ahlaki olarak titiz olan Sovyet tarih yazım geleneği gibi, sadece onlardan bahsetmek de belki yanlış olacaktır. Yazarına aldırmaksızın Engels’den alıntılar, SSCB’de özelde Moğol, genelde göçer karşıtlığını destekleyen ifadeler için kullanıldı ve nihayet tarihi gerçeklerin ırkçı yorumlanmasına götürdü. Bu birincisi. İkincisi, Engels’in fikirlerinin bazı diğer özel şartlara uygulanması olası iken, 13-14. yy.’daki Türk-Moğol etnik bütünleşmesini açıklamakta zor uygulanmaktadır. Yukarıda kaydedildiği gibi, hayat tarz ve şartları ve o zamanlar Deşt-i Kıpçak’taki Türk ve Moğolların toplumsal gelişmesi yaklaşık aynı seviyede idi. Ancak, Orta Asya’daki göçer devlet geleneğini benimsemenin yanında, Uzak Doğu, yani Çin’in büyük medeniyetine de alışan Moğollar, Kıpçak bozkırlarındaki birbiriyle ilgisiz Türklerden devlet örgütlenmesi ve yönetim kültürü açısından daha yüksek seviyede idiler. Bu yüzden, Sovyet tarih yazınının mazmunlarına karşı bazı savlar vardır.

İncelediğimiz etnik sürecin hızlılığına gelince, fatihlerin sayısının azlığı bunu temin etti; bunun gerçekliği uzun dönemli arkeolojik buluntuların sonuçlarıyla doğrulanabilir. Örneğin G. A. Fedorov- Davidov kendisinin temel arkeolojik araştırmasını şöyle özetler: "Deşt-i Kıpçak’a gelen Moğol nüfusu çok fazla değildi. Bozkır bölgeleri, sadece soy ve boy seçkinlerini yeni efendilerle, yani Altınordu hanları ve onların emirleriyle değiştiren eski göçer nüfusunu muhafaza etti.”

Sonuç olarak, Coçi ulusundaki Moğolların Türkleşme sürecinin 13. yy.’ın ilk yarısında başladığına ve ikinci yarısında bittiğine dair daha az kuşku vardır. Bu ifadeyi diğer bazı gerçekler de destekler. Bu yüzden, Coçililerin Moğolca konuştuğu fikrinin destekçisi olan S. Zakirov, Berke Han’ın (1257-1266), Katrmer’e göre, Mısır elçilerini nasıl kabul ettiğini şöyle anlatıyor: "50 emir bir otağda oturuyordu. Elçiler içeri girdiğinde, sultandan (Mısırlı, yazar) hana bir mektup verdiler. Başkadı mektubu (Arapçadan, yazar) Türkçeye çevirdi ve vezir onu Berke’ye okudu. Han ve orada bulunanların hepsi, mektubun içeriğinden dolayı son derece mutlu idiler.” Eğer Türkçe, Berke ve maiyeti için oldukça anlaşılır ise, sonraki Coçililere daha aşina, hatta onlar için anadil olduğunu varsayabiliriz. Bu belgelerle de ispatlanabilir. Örneğin V. V. Bartold, uzun süre Özbek Han’ın (1312-1342) sarayında bulunan Arap Seyyah Ibn Batuta’nın hanın sarayındaki hayat tarzı ve adetleri betimlerken, tamamı Türkçe kökenli pekçok yerel kelime kullandığını kaydeder. Olayların çağcılı bir Arap bilginin de gözlemlediği gibi, Mısır sultanları Kıpçak önderlerine mektuplarını çoğunlukla Türkçe yazarken de muhtemelen bu gerçeği hesaba katıyorlardı.

Doğal olarak, Moğolca Coçi ulusunda hemen ıskartaya çıkarılmadı. Büyük ihtimalle, belki Cengiz Han zamanından başlayarak Coçililer bir süre çift dilli kaldılar. Moğolca iletiler Karakurum ve sonra Hanbalık’taki (Pekin) büyük hanlara, aynı zamanda atalarının dilini Coçililerden daha uzun süre kullanan Hulagululara yazılıyordu. Bu dil, geleneğe bir atıf olarak, özel ‘muhafız belgesi’ olan künyelere yazılan yazılarda kullanılıyordu. Sonraları bozkırda yerleşmiş aileler arasında kullanıldığı görüldü. Fakat, 13. yy.’da bütün Avrasya’nın etnik-siyasi haritasının yeniden şekillenmesinin bir sonucu olarak, Kıpçak bozkırında gelecekteki etnik süreçlerin temelleri yeniden atıldığında, Moğolca sert bir darbe aldı. Bunların Coçi ulusundaki etnik süreçlerin özgünlükleri olduğuna inanıyorum. Yukarıdaki belgelerin gösterdiği gibi, Avrupa’daki Moğolların Türkleşmesi bazı bilginlerin düşündüğünden daha erken başladı ve bitti. Onlar ise genellikle tam işleyen Moğol dilinden sadece kalıntıların kaldığı 14. yy.’a göndermede bulunmaktadırlar.

1- Burada zaman gerçek Moğol Devleti’nin doğuşundan değil, asli Moğol mülküne yeni toprakların katılmasıyla özgünleşen etkin dış fetihlerden itibaren ölçülür.

2- Ulusların ne zaman bağımsız olduğunu belirlemeye çalışırken, ne Cengiz Han’ın oğullarına az çok özerk bölgeler dağıttığı 1224’ten, ne de bunun Coçi ulusu veya Altınordu için yapıldığı 1240 tarihinden saymalıyız (Tipik örnek için V. I. Buganov, The Golden Horde, Soviet Historical Encyclopedia, C. 5, 700). Ulusların gerçek bağımsızlığı Kubilay ile Arığ-Buğra arasındaki meşhur savaştan, ikincisinin yenilmesinden, ulus hanlarının adına para basılmasından ve egemenliklerini öbür ülkelerin kabul etmesinden sonra başlar (Pek çok uzman hala bunda çok sorunlar gördüğü için, belki de bu sorun özel bir araştırma gerektirmektedir).

3- Coçi ulusu mefhumu, aşağıdaki nedenlerle Moğol İmparatorluğu’ndaki Batı Ulusu isminden yana olan Rus ve Avrupa tarih yazınındaki yarı unutulmuş Ulus Coçi mefhumuna tercih edilmektedir. Öncelikle ve en önemlisi, ülke varlık ve gelişme halinde iken kullanılan tabire en iyi bu uyar. İkincisi, bu yaklaşım Avrasya’daki çok sayıda halkın Orta Çağ tarihi sorunlarını zengin bir temelden gözlemlemeyi sağlar.



Coçi Ulusunun Etnik Tarihinin Erken Gelişmesindeki Özellikleri Hakkında / Prof. Dr. Mirkasım A. Usmanov

Kazan Üniversitesi Tataristan Bilimler Akademisi / Tataristan


Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

5 Ekim 2024 Cumartesi

ESMA-İ HUSNA-9

 


12- el-CEBBÂR


a-Cebbar isminin lügat anlamı:


1-Cebbar; zayıfı güçlendiren, kırık gönülleri tamir eden, kırığı onararak kırık kemikleri birbirine kaynaştıran, zoru kolaylaştıran, sabır ve metanet veren, sabredenlere büyük mükâfatlar vadeden kendine boyun eğenlere çeşitli kerametler ve ikramlar veren, kullarının bozulan düzenlerini ıslah edendir.

2-Cebbar; her şeye hakim ve galip olandır. Her şey belli bir noktada ona boyun eğer.

3-Cebbar; her şeyden yüce olandır.

4-Cebbar; istediğini zorla yaptıran, yarattıklarını kurallarına uymaya mecbur edendir.


b-Cebbar isminin Kur‟an içerisinde incelenmesi:


1-Cebbar kelimesi Allahın güzel ismi olarak sadece Haşr Suresinde geçer. Özellikle el-Aziz isminin ardından gelir.

Allah; Rahman, Rahîm, Melik, Kuddûs, Selam, Mü‟min, Müheymin ve Aziz isimlerine iman eden mü‟minlerin yaralarını sarar, dertlerine çareler bulur, kırılmış gönüllerini onarır.

2-Cebbar kelimesi Arap literatüründe “Ezdad (iki zıt anlamı birlikte taşıyan) kelimelerdendir. Allah için kullanıldığında; dilediğini zorla yaptıran, yaraları saran, dertlere derman olan, tedavi eden anlamındadır. Kullar için kullanıldığında ise; zorba, anne-babasına asi olan, azgın ve sınır tanımaz anlamlarına gelir.

“Hud kavmine dedi ki: “İnsanları yakaladığınız zaman cebbar ve zorbalar olarak mı yakalıyorsunuz?” (Şuara 130)


c-Cebbar isminin hadislerde incelenmesi:


Rasulullah (s.a.v) iki secde arasında şöyle dua ederdi:

“Allah‟ım beni bağışla, bana merhamet et, bana hidayet et, beni güçlendir, zayıflığımı ortadan kaldır, bana afiyet ver, beni rızıklandır ve beni yücelt.” 


d-Cebbar isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:


1-Rabbimizin Cebbar sıfatına hakkıyla iman etmeliyiz. Zayıfları güçlendiren, yaraları saran, kırıkları onaran, dertlere derman olan, şifa olan, her şeye galip ve hakim olan, kullarını ne kadar azgın olurlarsa olsunlar kendisine boyun eğdiren olarak tanımalıyız.

Böylece gücü, şifayı, dermanı Allah‟tan beklemeliyiz. Rasulullah (s.a.v)‟ın ve ashabının duaları gibi biz de Rabbimize dua etmeliyiz. Böylece hayatımızın her alanında Allah bize yetecek, kırılmış taraflarımızı onaracak, eksik ve zayıf taraflarımızı tamamlayacaktır.

Bireysel, ailevi, toplumsal, ekonomik, iktisadi ve siyasi bütün sorunlarımızı Allah‟a arz eder, O‟ndan yardım diler, O‟nun razı olduğu yol ve yöntemleri takip edersek O da bizim her konudaki sıkıntımızı giderecektir.

2-İnsanlar istemeseler de Allah‟ın Cebbar özelliğini kabul etmek zorunda kalırlar. Allah‟ın evren ile ilgili koyduğu yasalara uymak zorundadırlar. Allah‟ın koyduğu tabiat kanunlarına uymama gücüne sahip değillerdir. Fıtratın biyolojik ve fiziki yasalarına her insan uymak zorundadır.

3-Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi olmalıyız.

“Tarafımızdan Yahya‟ya bir kalp yumuşaklığı ve temizlik verdik. O Allah‟tan çokça sakınırdı. Anne-babasına iyi davranırdı. O isyankâr bir zorba/cebbar değildi.” (Meryem 13-14)

“İsa dedi ki: Allah beni anneme karşı saygılı kıldı. Beni bedbaht bir zorba/cebbar yapmadı.” (Meryem 32)

Cebbarlığın, zorbalığın Müslümana yakışmayacağını bilmeli, anne-babamıza, çocuklarımıza ve çevremize yumuşaklıkla muamele etmeliyiz.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Kıyamet günü cehennemden gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan bir dili olan bir grup yaratık çıkar ve şöyle der:

Ben üç kişiye vekil tayin edildim; her inatçı zorbaya, Allah ile birlikte başkalarına ilahlık yakıştırana, resim ve heykel yapana.”

4-Allah‟ın ayetlerini inkar eden, peygamberlerine asi olan inatçı ve zorba kimselerin yollarına uymamalıyız.

“İşte Ad kavmi. Rablerinden gelen ayetleri inkar ettiler. Peygambere isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular. Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lanete tabi tutuldular. Biliniz ki, Ad kavmi Rablerini inkar ettiler. Yine iyi bilin ki, Ad kavmi Allah‟ın rahmetinden uzak kılındı.” (Hud 59-60)

Rabbimiz zorbaları ve onlara uyanları bir tutar, aralarında ayrım yapmaz. Zorbaların yoluna uyduğumuz takdirde, (Allah korusun) dünya ve ahirette bir lanet bizi takip edecek ve ebedi olarak Allah‟ın rahmeti bizden uzak kılınacaktır.

5-Allah‟ın yeryüzü cebbarlarını kendisine mutlaka boyun eğdireceğini bilmeliyiz.

“Kim inkar ederse onu dünyada az bir süre faydalandırır, sonra da cehennem azabına mecbur kılarım. Orası ne kötü varılacak yerdir!” (Bakara 126)

Rabbimiz gücünü ve otoritesini kabul etmeyen kimseleri, dünyadayken bazı şeylere mecbur kılar. Firavun son nefesinde olsa da Allah‟a iman etmeye mecbur bırakılmıştır. Kureyşli müşrikler Ebrehe‟nin ordusu karşısında, putlarını bırakıp Allah‟a yalvarmaya mecbur kalmışlardır. Denizde ne zaman bir fırtına çıksa insanlar diğer tanrılarını unutarak sadece Allah‟a yalvarırlar. Rabbimiz böylece kullarını kimi zaman daraltır, başlarına felaketler, sıkıntılar verir ki, kendisini hatırlasınlar, Allah‟ın gücünü itiraf etsinler. Allah onları buna mecbur eder. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller de Allah‟ı anarlar. Allah‟a yalvarmaktan başka çare bulamazlar.

6-Cebbarların kalplerinin mühürleneceğini unutmamalıyız.

“..Allah büyüklük taslayan her zorba/cebbarın kalbini mühürler.” (Mü‟min 35)

Cebbar veya zorba olmak için illa da bir idareci veya devlet başkanı olmak gerekmez. Ailesine karşı cebbar olanlar vardır. Kardeşlerine karşı cebbar olanlar vardır. İşçilerine karşı cebbar olanlar vardır. Öğrencilerine karşı cebbar olanlar vardır.

Unutulmamalı ki her zorbalık, kalpte bir siyah nokta demektir. Kalbe küçük bir kilidin vurulması demektir. Zincirin ucuna bir halka eklenmesi demektir. Her siyah noktada imanın bir kısmı kalbi terk eder. Sonunda kapkara ve kaskatı bir kalp Allah tarafından bir daha açılmamacasına mühürlenir. Artık o kalpte iman yeşermez. Merhamet filizlenmez.

7-İnsanları Müslüman olmaları için zorlayamayız. Peygamber bir zorba değildi.

“Biz o kafirlerin söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onların üzerinde bir cebbar/zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur‟an‟la öğüt ver.” (Kaf 45)

Rasulullah (s.a.v) zorba ve cebbar değildi. Bizler de tebliğ etme metodunda zorbaca davranamayız. Bize düşen sadece Allah‟ın kitabıyla onlara öğüt vermektir. Kabul etmedikleri takdirde onları zorlamak bizim görevimiz değildir.

8-Allah mü‟minleri birbirlerine sevdirir. Kalplerine ülfet verir. Medine‟de birbirlerine düşman olan Evs ve Hazreç kabilelerinin kalplerine ülfet verdi. Ensar ve Muhaciri birbirlerine sevdirdi. Farklı kavim ve ırklardan olan insanları kardeş ilan ederek aralarına sevgi koydu ve kırgınlıklarını giderdi.

9-Allah Kabe‟yi de bizlere sevdirdi. Hiçbir tarihi, turistik özelliği olmayan Mekke‟ye insanların akın akın gitmesi Cebbar isminin üzerimizdeki bir tecellisidir. Eğer Allah Kabe‟yi bize sevdirmeseydi, hiçbirimiz binlerce kilometre katederek oralara gitmez, birtakım sıkıntılar çekmezdik.

10-Rabbimize Cebbar ismiyle dua etmeliyiz. Rasulullah (s.a.v) iki secde arasında şöyle dua ederdi:

Allah‟ım! Beni bağışla. Bana merhamet et. Beni doğru yola ilet. Benim eksiklerimi tamamla. Bana afiyet ver. Beni rızıklandır. Ve beni yücelt.

Rasulullah (s.a.v) rukuda ve secdede iken şöyle dua ederdi:

Güç, hükümranlık, büyüklük ve yücelik sahibini bütün eksik sıfatlardan uzak tutarım.




Dr. Ramazan SÖNMEZ

30 Eylül 2024 Pazartesi

OSMANLI MEDRESELERİ

 


17ve 18. yüzyıldaki batı dünyasında meydana gelen bilim sahasındaki gelişme ve değişmelere mukabil Osmanlı ulemasının ilgisi ne seviyedeydi? Aynı yıllarda Medrese; bilimde, sanatta ve eğitim hizmetleri noktasında ne durumdaydı? Acaba dünyadaki bu gelişmeler ne kadar takip ediliyordu? Eğitim sistemimizde bir eksiklik var mıydı? Medreseleri yürüyen hayata etkisi sınırlı bir kurum haline dönüştüren sebepler nelerdi?

Şüphesiz; bu gelişmeleri takip eden gerek ilmiye sınıfından, gerek de yönetici sınıfını teşkil eden ümeradan, süreci endişeyle karşılayan bir kesim bulunmaktaydı. Nitekim çok daha önceden batı dünyasının inkişafını gören Ömer Talib isimli Osmanlı aydını; 1625 yılında, zaman içinde kendisini haklı çıkaracak şu endişeleri ortaya koymaktaydı:

"Şimdi Avrupalılar bütün dünyayı öğrendiler; gemileri her yere gönderiyorlar ve önemli limanları ele geçiriyorlar. Eskiden Hindistan, İndus ve Çin malları Süveyş'e gelir ve Müslümanlar tarafından bütün dünyaya dağıtılırdı. Fakat şimdi bu mallar; Portekiz, Felemenk ve İngiliz gemileriyle Frengistan'a taşınıyor ve oradan bütün dünyaya dağıtılıyor. Kendilerinin ihtiyaç duydukları şeyleri İstanbul’a, diğer İslam ülkelerine getiriyorlar ve fiyatlarının beş katına satıp para kazanıyorlar. Osmanlı Devleti, Yemen kıyılarını ve oradan geçen ticareti ele geçirmelidir; aksi halde çok geçmeden Avrupalılar İslam ülkelerine hükmedecekler."

Osmanlı'nın batıdan geri kalması ve bu medeniyete bağlı toplumlara karşı üstünlüğünü yitirmiş olmasının sebeplerini, öncelikle eğitim alanında gösterdiği zaaflarda aramak gerekir.

İlk Çağ medeniyetleri; geçim ve temel ihtiyaçların giderilmesindeki kolaylık sebebiyle, nehir kenarlarında oluşmuş, eğitim ve öğretim ise, daha çok şehir merkezlerinde sınırlı topluluklara nasip olmuştur. Nitekim biz Türklerin yürekten bağlı olduğu, İslam medeniyetinin doğuşu ve en parlak uygulamaları da şehir merkezlerinde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber'in vefatının ardından İslamiyet, on yıl süren çok kısa bir zamanda Arap Yarımadası'nın dışına taşarak üç kıtaya yayıldı. İnsanlar öbek öbek geniş topluluklar halinde İslamiyet'e girdi. Sasani ve Bizans İmparatorluklarına bağlı İran, Irak, Suriye, Anadolu ve Mısır topraklarında yaşayan halklar; İslam ordularını birer kurtarıcı olarak karşıladı. İslamiyet kısa zamanda; kuzeyde Hazar Gölü, doğuda Orta Asya içlerine kadar yayıldı ve bu bölgede yaşayan kitlelerin yeni dinini teşkil etti. Maalesef, bu hızlı dönüşüm sırasında İslam medeniyetine dahil olan kitleler, yeterince eğitilemedi. Kur'an ve Rasulullah'ın mesajları, etraflıca ve gerçek mahiyetiyle, daha çok şehir merkezlerinde yaşayan sınırlı sayıda insana ulaştırılabildi. Kısacası, kitabi kaynaklara uyumlu Müslümanlık anlayışı, büyük şehirlere yerleşmiş bazı ulema tarafından öğretilmekte ve savunulabilmekteydi. Küçük yerleşim merkezleri, köy ve mezralar; sözlü kültürün ve mahalli etkilerin tesiri altındaydı. Taşra insanları, kıssacı ve hurafe öğelerinden ayıklanmamış bir dini anlayışa terk edilmişti. Bu durum küçük değişikliklerle asırlarca sürdü. Şerif MARDİN'in tanımladığı, kendine mahsus mahalli kültür dinamiklerinden beslenen «Halk İslamı» ortaya çıktı. Bugün de şehir ve taşra Müslümanlığı farkı, İslam dünyasının çok önemli bir problemini teşkil etmektedir.

Selçuklular döneminde; devletine itaatkar, hükümdarına bağlı bir anlayışı yerleştirmek amacıyla açılan «Nizamiye Medreseleri», fen bilimleri ile dini bilimleri birleştiren bir müfredata sahipti. Gazali'nin, Orta Çağ'ın bu muazzam üniversitelerinin öğrenim programları ve uygulamalarına, görüş ve düşünceleriyle doğrudan katkısı vardı. Yaygın ve kaliteli eğitim kurumları olarak; başta Semerkant, Rey ve Bağdat gibi büyük yerleşim birimlerinde önemli vazifeler gördü. Sünni-İslam geleneğine bağlı, uyumlu insan yetiştiren bu müessese; eğitim ve öğretim açısından daha sonraki İslam devletlerine model teşkil etti. Devletle barışık, muti insan yetiştirme hedefi büyük ölçüde gerçekleştirildi.

Başarılı ve örnek eğitim kurumu olma özelliğini, Osmanlı Devleti'nde de sürdüren medreseler; yine de şehirli, zeki ve seçkin az sayıda insana hitap etmekteydi. Tüm imparatorluk topraklarında hizmet veren bir eğitim kurumu haline getirilemedi. Örnek olarak Arnavutluk verilebilir. İslam dinini çok yüce duygularla kabul eden Arnavutlara; onları manevi nüfuz altına alacak yeterli medreseler açılamamış ve o bölgenin insanları Bektaşi babalarına terk edilmişti.

Medrese, halkın genelini eğitemeyeceğini düşünerek; 32 farz, 54 farz ve basit ilmihal bilgileriyle yetineceği bir program yürütmekteydi. Öte yandan başlangıçta medreseler; yürüyen hayata yönelik bilgi birikimiyle, araştırma ve düşünme faaliyetlerinin muhkem merkezleriydi. Nitekim Davud-i Kayseri'nin İznik'te oluşturduğu ilk Osmanlı medresesinden Fatih'in kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri ve Osmanlı medrese geleneğinin zirvesi kabul edilen Süleymaniye Medreseleri; bilimi, akideyi, ahlakı, teori ve pratiği birleştiren bir anlayışla öğrencileri donatıyor, bilgi üretme merkezleri olarak faaliyet gösteriyordu.

Katip Çelebi; "Ulu Osmanlı Devleti'nin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek, hikmet ile şeriat ilimlerini birleştiren gerçek alimler meşhurdu. Ebu'l-feth Sultan Mehmed Han «Semaniye Medreseleri»ni yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye, vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler; bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidaye kaldı, ne Ekmel! Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu:'

Ayrıca Katip Çelebi, Keşfü'z-Zünun’da Osmanlı medreselerinde ilm-i hikmet ve felsefenin 16. asrın sonlarına kadar okutulduğunu ve buna dair; Molla Fenari'nin, Kadızade-i Rumi'nin, Hocazade'nin, Ali Kuşçu'nun, Müeyyedzade Abdurrahman'ın, Mirim Çelebi'nin, İbn-i Kemal'in ve Kınalızade Ali Efendi'nin eserleri bulunduğunu kaydetmektedir. Bazı şeyhülislamların; dini akidelere ters düştüğünü iddia ederek felsefe eğitimini yasakladıklarını, bunun da Osmanlı medreselerinin fikri bakımdan gerilemesine sebep olduğunu yazmaktadır.

Kuruluş dönemine bakıldığı zaman, medreselerde çoğulcu bir yapının mevcut olduğu görülmektedir. Bu dönemde akli ve dini ilimler ve tasavvufi bilgiler bir arada mütalaa edilmekteydi. Nitekim medreselerin Davud-i Kayseri gibi, tasavvuf ile akli ve dini ilimleri şahsında toplamış bir müderris ile başlaması; Kadızade Rumi gibi akli ilimlerde, Hacı Paşa gibi tıpta ve Molla Fenari gibi, dini ilimlerde zirve olmuş öğrenciler yetiştirmesi, bu eklektik yapıyı açıkça göstermektedir.

Fransız Hükümeti'nin İstanbul'daki elçiliğinin isteği üzerine, 1741'de adı bilinmeyen birisi tarafından kaleme alınmış olan, Kevakib-i Seb'a: Yedi Yıldız adlı eserin; medreselerde okutulan dersler, kitaplar ve müderrisler hakkında istenilen ölçüde bilgi verdiği, yani öğretim programını tam olarak sunduğu bilinmektedir. Kevakib-i Seb'a'da bilimler; faydalı bilimler, ne faydası ne zararı olan bilimler ve zararlı bilimler olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Akaid, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik, astronomi, anatomi ve tıp faydalı bilimler içerisinde sayılırken; şiir ve edebiyat ne faydalı ne de zararlı bilimlerden addedilmekte; felsefe, sihir ve astrolojiyle birlikte zararlı bilimler arasında gösterilmektedir.

17. asırdan itibaren medreseler düşüşe geçti. Ve yürüyen hayata müdahaleden uzak, kuru bilgilerin verilmeye çalışıldığı, kısır mezhebi tartışmaların yapıldığı yerler haline geldi. Ulemanın makam ve mansıp sahibi olmak için yöneticilere yaklaşması, bilgi ve ehliyet yerine makam ve mansıbın rüşvetle dağıtılıyor olması; Koçi Bey'in meşhur risalesinde açık açık eleştirdiği Medrese yapısının çöküşünü hızlandırdı.

Ayrıca 16. yüzyıldan itibaren Medreselerin çok sayıda öğrenciyle şişirilmesi, hizmet alamayan ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yeni «serseri bir güruh»un ortaya çıkmasına yol açtı. Uzun süren ve başarısızlıkla sonuçlanan savaşlar, birçok kişinin medreselere sığınarak tufeyli bir hayatı benimsemesine yol açtı. Çünkü Medreseliler ilmiye sınıfından sayılıyor ve askerlik yapmıyordu. Bilhassa 17. asırdan itibaren devlet ricalinin devleti güçlendirme ve kötü gidişi önleme adına yaptıkları tüm girişimler; Medrese uleması ve Yeniçeri ağalarının işbirliğiyle önlenmekteydi. Bu durum Osmanlı Devleti'ni; yönetilemez, sınırlarını koruyamaz, birlik ve beraberliğini sürdüremez hale getirdi.

Tanzimat döneminde de Medrese kendisini yenileme ve dünyanın bilim ile ilgili gelişmelerini anlama yönünde ciddi hiçbir adım atamadı. Ve nihayet hayatın ihtiyaçlarına cevap veremeyen, insanları donanımlı kılamayan, din adamı olmak da dahil hiçbir meslek sahibi yapamayan garip bir kurum haline geldi. Doğrusu devlet erkanı da, bu müesseseyi ıslah etmekte çok gecikti.

Ancak 1910 yıllarında yürürlüğe sokulabilen medrese ıslahı, devletin yıkılışını önleyemedi. Medrese ıslahının etkisi ve kültürel birikimi, Cumhuriyet döneminde öksüz ve mahzun bir müessese olarak varlığını 1950'lerden sonra hissettiren İmam-Hatip Okullarına yansıdı. Modern dünyanın imkanlarıyla İslami değerleri birleştiren çizgisine kaynak teşkil etti.

17. asırda artan askeri yenilgilere çare için Osmanlılara gelen askeri uzmanlar, öncelikle askeri yenileşmeyi tavsiye ettiler. Medreseliler, üst üste yaşanan mağlubiyetlerden dolayı bu alandaki yenileşme faaliyetlerine engel olamadılar. 1734 yılında kısa ömürlü bir askeri teknik okul «Hendesehane» açıldı. 1773 yılında ise, Çeşme deniz bozgununun tesiriyle ihtiyaç duyulan modern donanma için mühendis yetiştirmek amacıyla askeri deniz okulu «Mühendishane-i Bahri-i Hümayun» açıldı. Yenilikler askeri alanda III. Selim ve II. Mahmud döneminde de devam etti. 1796 yılında kara topçu ve istihkam subayları ve askeri mühendisler yetiştirmek amacıyla «Mühendishane-i Berri-i Hümayun» kuruldu.

Batı formatında yeni bir ordu kurulması arayışına girişildi. Yeniçeri ortalarından Nizam-ı Cedid isimli yeni bir ordu oluşturuldu. Medresenin desteğindeki Yeniçeri isyanları; bu önemli girişimi akim bıraktığı gibi, isyanın ardından yenilikçi padişah III. Selim de feci bir şekilde öldürüldü. Nihayet II. Mahmud son derece tehlikeli bir girişimin ardından her türlü yenileşmenin ve değişimin engeli kabul edilen Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmaya muvaffak oldu. On bine yakın yeniçerinin ortadan kaldırılması, kayıtlara Vaka-yı Hayriyye (Hayırlı Olay) şeklinde geçti. Bu ordunun ortadan kalkmasıyla yerine, batı tarzında bir kurum olarak Asakir-i Mansure-i Muhammediyye kuruldu. Böylece Medrese, çok önemli bir destekçisini kaybetti.

Askeri eğitimdeki bu gelişmelerle birlikte Fransızca ve İngilizce, eğitim programlarına girdi. II. Mahmud döneminde, 1824 yılında, ilköğretim zorunlu hale getirildi. Osmanlı ordusuna nitelikli Müslüman hekim yetiştirmek amacıyla Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Kahire'de kurduğu modern tıp fakültesinin ardından İstanbul'da II. Mahmud tarafından Mekteb-i Tıbbiyye açıldı. Batı ile diplomatik ilişkilerin artması sebebiyle Avrupa'ya öğrenci gönderildi.  Mekteb-i Harbiye'nin 1834 yılında kurulmasıyla II. Mahmud, askeri teknik yönden nitelikli subay yetiştirmeyi hedeflemişti. Bu dönemde Paris, Londra, Viyana gibi büyük devletlerin başkentlerinde yöneticiler, örgün eğitimi oturtmuş olmanın, toplumlarının ihtiyaçlarını giderecek insan gücüne ulaşmanın, tarım dahil bütün sektörlerde başarılı organizasyonlar yapmış olmanın avantajını yaşamaktaydı. 




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

29 Eylül 2024 Pazar

17. ve 18. YÜZYILDA AVRUPA'DAKİ GELİŞME ve DEĞİŞMELER

 


17 ve 18. yüzyıllar; Batı Avrupa'nın çehresinin her bakımdan değiştiği, bir bakıma dünyanın sosyal, kültürel, ilmi, siyasi ve ekonomik açılardan da seyrinin köklü değişikliklere uğradığı önemli asırlardı. Öte yandan Avrupa'da 1500 yıllarında 80 milyon insan yaşamaktayken, 1700'lü yıllara gelindiğinde nüfus 150 milyonun biraz üzerine çıkmıştı.

Aydınlanma düşünürlerinin en önemlilerinin başında, Rene Descartes ve John Locke yer almaktaydı. Aklın ve müşahedenin insan hayatındaki rolünü ve eğitimin değerini yeniden tanımlayan bu düşünürler, yeni batının zihin sistematiğini inşa etmekteydi. Bu dönemdeki gelişmeler, bilim devrimi ve aydınlanma olarak kabul edilmektedir. Tabii olarak, bu gelişmeler; sanat, edebiyat ve müzik alanlarını da etkiledi. Yeni biçim ve üsluplar ortaya çıktı.

18.yüzyılda; Roma'da, Floransa'da, Paris'te, Londra'da ve birçok Avrupa ülkesinde tabiat ve bilim araştırmacılığı yapmak üzere özel akademiler kuruldu. Bunlardan biri de, Berlin'de 1700 yılında Alman filozof ve matematikçi Wilhelm Leibniz ( 1646- 1716) tarafından kurulan akademidir_ Akademi, astronomi araştırmalarını ve diğer ilmi çalışmaları destekliyordu. Mantar gibi çoğalan bu bilim toplulukları kendi misyonlarını;

«Ziraati, imalatı ve diğer yararlı zanaatları geliştirmek» olarak tarif etmekteydi. Esasen Avrupa'nın bu yeni bilim yolculuğu;



«Tabiatın kitabını okumak, sayfalarını çevirmek, eşyanın künhüne vakıf olmak ve düşünmek ... » olarak ifade edilebilir. Avrupalılar, eşyayı tanıma ve alemin işleyiş kanunlarını yeniden keşfe çıkmaktaydı. Bu dönemde ortaya çıkan dernekler ve açılan kafe türü yerler; yeni bilimle ilgili gelişmelerin tartışıldığı birer fikir kulübü olarak faaliyet göstermekte, yayınlanmaya başlayan kültür ve edebiyat dergileri, buralarda okunarak tartışılmaktaydı.

Polonyalı astronom, rahip, avukat ve ressam (Nicolaus Copernicus) Mikolaj Kopernik'in (1473-1543) alemin merkezinde dünyanın değil, güneşin bulunduğu fikri; Danimarkalı astronom ve simyacı Tycho Brahe'nin de katkılarıyla Johannes Kepler tarafından 1609 yılında güçlü bir nazariye olarak sistemleştirildi. Ünlü astronom Galileo, bu nazariyeye bütün ağırlığıyla destek verdi ve kendi teleskobunu yaparak gökyüzünü inceledi. Astronomi alanında geçmiş kabulleri kökten değiştiren bu yeni anlayışın ortaya çıkmasında İslam astronomlarının birebir katkıları vardır. Bu keşifler, Endülüs ve Akdeniz limanlarındaki kültürel temaslarla ortaya çıkmıştı. Her ne kadar eserleri Latinceye çevrilmemiş olsa da, 13. ve 14. yüzyılın geç dönem İslam astronomlarının başarılı çalışmalarını tanımış olması, Kopernik'i güneş merkezli yeni bir anlayışa götürdü. Kopernik, Batlamyus (Ptolemy) tarafından zedelenen «gezegenlerin tekdüze hareketleri» ilkesini yeniden inşa etme yaklaşımını, bahsi geçen Arap öncülerinden almıştı.

Emmanuel Kant'ın (1724- 1804); «Sapere aude!» yani; «Bilmeye cüret et, kendi anlayışını kullanma cesaretine sahip ol!» diyerek cesaretlendirdiği bilim adamları, gerçekten de önemli ilmi gelişmelerin kıvılcımını ateşlemişti.

Fransız kimyacı Antoine Lavoisier (1743-1794); yaptığı deneyler sonucunda yanmanın, asitlerin davranışının ve canlılarda nefes almayı mümkün kılan maddenin aynı madde olduğunu tespit ederek ona «oksijen» ismini verdi. Temel Kimya Kitabı ( 1789) adlı eseriyle bu alanda nazariyeler geliştirdi. İçme suyunun kalitesi, balonların askeri ve bilimle ilgili alanda kullanımı ve barut üretimi alanlarında deneyler yaptı. Ancak bu büyük bilim adamı; sosyal ve siyasi alandaki teklifleri ve bilhassa vergi toplanması işine karışması gerekçe gösterilerek. Fransız Devrimi sırasında giyotine gönderilerek idam edildi.

Cambridge'de matematik profesörü olarak görev yapan Isaac Newton, mekanik ve kozmoloji alanlarını inceledi ve ilk aynalı teleskopu yapmayı başardı. Kalkülüs adı verilen hesap sistemini geliştirdi. Isaac Newton bir yandan ışığın tabiatı üzerine çalışıyor, öte yandan hıristiyan belgelerini inceliyordu; çünkü o aynı zamanda Anglikan kilisesinde bir rahipti. Üstelik teslis öğretisinin (Baba-Oğul-Kutsal Ruh şeklinde üç başlı tanrı anlayışı) Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bulunmadığını, 4. yüzyılda icat edildiğini söylemekteydi. Dönemin baskılarından dolayı din alanındaki eserleri yayınlanamadı. Keşiflerinden çoğu ışık ve optik ile ilgilidir.

Büyük bir çoğunluğu dindar kişilikleriyle tanınan bu bilim adamlarının görüşleri, tezleri; Katolik kilisesi tarafından tehlikeli bulunmuş ve çoğu tartışılabilir fakat asla savunulamaz görüşler olarak reddedilmiştir. Yalnız burada hemen belirtmeliyim ki materyalist dünya görüşüne sahip bazı çevrelerce özellikle 19. yüzyılda tartışmasız bir ön kabul şeklinde zihinlere empoze edilen, din-bilim çatışması tezi, bugün yoğun bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Yeni araştırmalar; bütün bilim adamlarının dışlandığı ve amansız takibe uğratıldığı tezinin doğru olmadığını, Kilise'nin büyük yanlışlar içerisinde anlaşılmaz zulümlere imza attığı, bağnazlığı temsil ettiği gerçeği yanında, bilim düşüncesinin gelişmesine yardımcı olan kilise çevrelerinin de olduğunu göstermektedir. Yine araştırmalar; Galileo’dan, Pasteur'a kadar çok sayıda bilim adamının Allah, İncil ve mukaddeslerle mücadeleye girişmediğini, bilakis büyük çoğunluğunun samimi birer hıristiyan olduğunu ortaya koymaktadır. Orta Çağ'da Kilise'nin bilime karşı anlaşılmaz bir tavır almasına rağmen, Hıristiyanlığın bütün kurum ve kuruluşlarıyla bu tavrı sürdürmediği bilinen bir gerçektir. Bilhassa manastırlarda yerleşik merkezi etkiden uzak hıristiyan tarikatları, birçok bilim adamının görüş ve düşüncelerine destek vermiş ve halk arasında bu düşüncelerin yerleşmesine katkı sağlamıştır.

Maalesef günümüzde çoğunluğu ateist ve agnostik olan, daha çok da Marksist kültürden etkilenen bazı yazarlar; din-bilim çatışması tezini tartışmasız bir dogma olarak kabul ederek savunmaya devam etmektedirler. Oysa bu kişilerin gayreti, din ve mukaddeslere karşı kendi soğuk tavırlarını tarihe ve bilim adamlarına mal etmek olarak tanımlanabilecek bir ideolojik gayrettir. Mesela; büyük matematikçi ve düşünür Rene Descartes ( 1596-1650); «Tanrı'nın dünyayı matematik ilkelerine göre yarattığı»nı söylemekteydi. Isaac Newton, John Locke, Galileo dahil 17. ve 18. yüzyılın bilim adamlarının çoğu ya doğrudan doğruya Kilise'ye bağlı kişiler ya da kendi anlayışlarıyla farklı görünseler de inançlı kişilerdi. Bu inancın ne kadar hakka tekabül ettiği ayrı bir konudur.

Montesquieu 1748 yılında yayınladığı; «Kanunların Ruhu» adlı eserinde, kanunlar olmadan ne özgürlük ne de hakların güvencesinden söz edilemeyeceğini, en iyi yönetimin kuvvetler ayrılığına dayalı yönetim biçimi olduğunu ifade etti. Yasama, yürütme ve yargının dengede tutulduğu bu yeni anlayış biçimi; okyanus ötesindeki «Amerika Özgürlük Mücadelesi»ne ilham kaynağı olmuştur. Jefferson'ın ünlü bildirisi ve yeni Amerika Anayasası; «Kanunların Ruhu»ndan büyük izler taşımaktaydı. Montesquieu'nun bir diğer önemli eseri de hicivlerden oluşan; «İran Mektupları»dır (1721). Etkili yazar bu eserinde, hayali olarak kurguladığı Paris'i ziyaret eden İranlı soylu iki kişinin ağzından; toplum hayatı, ibadetler, kültür, edebiyat ve siyasi yapı hakkında hiciv ve yorumlara yer vermekteydi.

İsviçre asıllı Jean-Jacques Rousseau; «Toplum Sözleşmesi» adlı eseriyle, batı tarihinin siyaset felsefesini etkilemekle kalmamış, daha önce kaleme aldığı; «Emile: Veya Terbiyeye Dair» adlı eserinde, şehrin, çocukları yozlaştırıcı etkisi üzerinde durmuş ve kısmen de kadınların eğitilmesi gerektiğini belirtmiştir. Rousseau'ya göre kadın, erkeği mutlu etmek için yaratılmıştır; kadının eğitimi iffet, erdem ve ev işlerine odaklı olmalıdır. Çocuklarına erdem öğretebilmek için eğitim görmelidir.

Siyaset üzerine birçok eser yazan John Milton'un (1608-1674) en büyük eseri olan «Kayıp Cennet», destansı şiirlerden oluşmakta ve bu eserde yaratılış hikayesi ile Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşu anlatılmaktadır. Bu arada Daniel Defoe'nin; «Robinson Crusoe»su, Jonathan Swift'in; «Güliver'in Seyahatleri», Avrupalının deniz aşırı dünyaya ilgisini artıran ilk romanlar olarak yayımlandı.

İskoç filozof ve ahlak felsefesi profesörü Adam Smith (1723· 1790); modern ekonomi bilimini kurduğu söylenebilecek olan «Milletlerin Zenginliği» adlı eseriyle dünyayı etkilemeden önce, ahlak felsefecisi olarak biliniyordu. Smith'e göre her fert kendi menfaati peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkili olarak topluma katkıda bulunur. Ona göre, serbest piyasa her ne kadar karmaşık ve kontrolsüz gözükse de, aslında sözde bir «görünmez el» tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirilmektedir. Batı Avrupa'da benimsenen «Özel sektör eliyle kalkınma» ve ekonomik büyümeyi sağlamada devletin rolünü modası geçmiş ve zararlı bulan ekonomik anlayış, bugün dahi etkinliğini korumaya devam etmektedir. Kalkınmanın ve büyümenin ana dinamiği olarak özel girişimi gören bu anlayış, ferdi ve temel özgürlükleri öne çıkaran teorik çerçevesiyle günümüzde demokratik yönetim ilkesine büyük önem vermektedir.

Bütün bu çabalara rağmen 17. ve 18. yüzyılın sonuna dek, bilimin insan hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler üzerinde pek az pratik etkisi oldu.

Batı Avrupa'da meydana gelen ve kısa bir süre sonra; beslenmeden barınmaya, güvenlikten sağlığa, toprağı işlemeden ekonomik hayata yeni bir rota çizecek olan bankacılığa ve şirketlerin oluşumuna kadar muazzam değişiklikler, çok geçmeden dünyevi yönden daha güçlü ve müreffeh bir Avrupayı oluşturdu.

1694 yılında Londra ve Amsterdam bankaları kuruldu ve bu önemli kentler Avrupa'nın en büyük ticaret merkezleri oldu. Ayrıca aynı yıllarda külçe altın ve gümüş yerine kağıt para ve çek, ekonomik hayatı kolaylaştıran enstrümanlar olarak yaygınlık kazandı. Böylece sömürgelerle Avrupa merkezleri arasındaki ticari hayat süratlendi ve sanayi için ekonomik birikim sağlanmış oldu.

Tarım alanında ağır sabanlarla toprak sadece derinlere dek işlenmekle kalmamış, sulama işlemleri de kolaylaşmıştı. Tarım ürünlerinin öğütülmesinde yel değirmenlerinden yararlanma, üçlü ekime geçilmesi ve daha fazla arazinin ekilebilir hale getirilmesi, köylünün yüzünü güldürdü; tarım sektörü yükselen ticaret ve endüstriyel kazançlarla rekabet eder güçlü bir sektör haline geldi.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Kütahya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak