31 Ocak 2024 Çarşamba

GAZNELİLER DEVLETİ-3

 



SULTAN MUHAMMED B. MAHMUD DEVRİ


Sultan Mahmud daha ölmeden önce hakim olduğu ülkeleri beş erkek çocuğundan büyük olan ikisi arasında bölmüştü. Bu taksime göre; Muhammed'e Gazneliler ülkesinin oturmuş eyaletleri Gazne, Horasan, Belh ve Kuzey Hindistan verilmişti. Büyük oğlu Mes'ud'un hissesine ise yeni zabt edilmiş ve geleceği meçhul Rey, Isfahan ve Cibal düşmüştü. Sultan Mahmud her iki oğlundan da bu taksime uyacakları hususunda yemin alınıştı. Tabiatıyla bu adaletsiz bölme Mes'ud'u kızdırmıştı. Hatta bu taksimi beğenmeyen Sultan'ın bazı gulamları (köleleri) da Mes'ud'u tahta geçirmeyi planladılar. Ancak Mes'ud bu teklifi şiddetle reddetti. Bununla beraber durumdan haberdar olan Sultan Mahmud'un oğlu Mes'ud'a karşı burukluğu artmış ve ölümünden kısa bir süre önce onu veliahdlıktan uzaklaştırarak bütün ülkesini Muhammed'e bırakmıştı. Mes'ud bu sırada Rey şehrinde bulunuyordu ve iddia edildiğine göre, onun herhangi bir başarı elde etmemesi için Sultan Mahmud orada zayıf bir kuvvet bırakmıştı. Ancak Sultan'ın zayıf karakterli Muhammed'i tutmasına rağmen, saltanat için yapılacak mücadeleyi tecrübeli ve cesur Mes'ud'un kazanacağını anlamış olduğu, fakat kendi sağlığında Muhammed'in hürmet görmesini istediği rivayet ediliyor.

Sultan Mahmud 30 Nisan 1030 tarihinde öldüğü zaman, Muhammed de başkent• Gazne'de bulunmuyordu, öte taraftan Gazne'de duruma Emir Ali b. İl Arslan Hacib (Karib) hakim olmuş ve şehirde çıkması muhtemel kargaşalık ihtimallerini önlemişti. Bundan sonra başta Sultan Mahmud'un kardeşi Yusuf ve Emir Ali Karib'in dahil olduğu Gazneli devlet büyükleri bu sırada başkente getirilen otuzüç yaşındaki Muhammed'e biat ederek babasının yerine tahta oturttular.

Muhammed tahta geçer geçmez, Mes'ud'un isyan etmesinden korktuğundan kendisine taraftar bulabilmek için Gazneli hazinesini açtırmış, maiyyet ve ordu mensuplarına çok mal ve para dağıtmıştı. Ayrıca o amcası Yusuf'u ordu kumandanlığına tayin etti. Muhammed'in saltanat tahtına oturması, Mahmud'un ölümü nedeniyle kargaşa çıkma ihtimali görülen başkent Gazne'de işlerin düzene girmesine sebep olmuştu. Bütün bu alınan tedbirlere rağmen dağılma yolunda ilk çatırdayan Sultan Muhammed'in tarafı idi. Birkaç kumandan ve saray gulamlarından bir grup başlarında Ayaz ve Ali Daye olduğu halde Mes'ud'un yanına gitmek için Gazne'den kaçmışlardı. Sultan Muhammed'in onları önlemek çabaları ise boşuna olmuştu.


Mes'ud'un Tahtı Ele Geçirmek için Yaptığı Hazırlıklar



Muhammed Gazneliler tahtına çıktığı zaman ağabeyi Mes'ud devletin batısında Isfahan şehrinde idi. Mes'ud'a babasının ölüm haberi 26 Mayıs 1030 tarihinde gelmişti. Bu durumda Mes'ud batı bölgesini kardeşi Muhammed ile yapacağı taht mücadelesi için terketmek zorunda idi. Bu bakımdan kardeşi ile yapacağı mücadele sırasında batıda kendisine bağlı birisini bırakmayı düşünmüş ve sabık Isfahan hakimi Kakuytler'den Alaüddevle Muhammed

Düşmenziyar (1008-104l)'ı Isfahan'da vekil olarak bırakmıştı. Mes'ud 29 Haziran 1030 tarihinde Isfahan'dan ayrılarak Rey'e hareket etti. O Rey şehrinden bir elçisini kardeşi Muhammed'in huzuruna Gazne'ye gönderdi. Onun gayesi kardeşini tebrik edip, baş sağlığı dilerken miras meselesini de ortaya koymak idi. Mes'ud yazdığı mektubda şu hususları öne sürüyordu; Kendi elinde bulunan ve zabt etmeği düşündüğü Irak ve Rum (Anadolu) vilayetlerine, yani babasının taksimine razıdır. İki kardeş birlik olmalı ve aralarındaki anlaşmazlığın kalkmasıyla dünya onların buyruğu altına girmelidir. . . Ancak kardeşi kendi vekili gibi kalmalı, hutbelerde ve sikkelerde önce kendi adı okunmalı ve kesilmelidir.

Sultan Muhammed ise ağabeyine gönderdiği cevabda; kendisinin veliahd olduğunu, babalarının ölmeden önce ona verdiği Rey ile yetinmesini, ayrıca hiçbir şekilde onun vekili olamayacağını bildirmişti. Sultan Muhammed ağabeyine bu cevabı yazmasına, saray gulamlarından bir kısmının Mes'ud'un tarafına kaçmasına rağmen, ilerde gelebilecek tehlikeyi sezmemiş ve eğlenmeğe başlamıştı. Fakat yakınları ufukta beliren tehlikeyi gördüler, ona yaptığının hata olduğunu ve böyle davranmakta devam ederse halkın onu yereceğini ve Mes'ud'un hükümdarlığı ele geçireceğini söylediler. Sultan Muhammed ise önceleri bu söylenenlere kulak asmamıştı.

Mes'ud kardeşinden aldığı cevap üzerine Bağdat'a Halife'nin yanına gitmek istedi. Fakat Nişabur'da bulunan Horasan orduları kumandanı Hacib Asıgtegin Gazi'nin kendisini sultan tanıdığını ve hutbeyi adına çevirdiğini, cıvardaki devlet büyükleri ile halkın da aynı şekilde hareket ettiğini öğrendi. Mes'ud'u rahatlatan ikinci olay Abbasi halifesi el-Kadir'in onu Mahmud'un veliahdı olarak tanıması idi. Halife tarafından babasının veliahdı olarak tanınması kardeşiyle yapacağı mücadelede kendisine büyük bir destek idi. Bundan sonra Mes'ud'a başta amcası Yusuf olmak üzere Gazneli devlet adamlarından kendisini destekleyen ve acele gelerek saltanat tahtına geçmesini isteyen mektuplar geldi. Ayrıca Mesud'un Gazne'de bulunan annesi ve halası da bu kullara itimat edilmesi gerektiğini bildirmişlerdi. Mes'ud bu mektubları aldığı zaman yakın adamlarını toplayıp durumu onlarla görüştü. Neticede onlar acele hareket etmeyi ve asıl gayeye ulaşmayı kararlaştırdılar. Nihayet Mes'ud 17 Temmuz 1030'da Rey şehrinden ayrıldı, Beyhak köylerinden birisine geldiği zaman Horasan sipehsaları Gazi kalabalık bir orduyla onu karşılayarak hizmetinde olduğunu belirtti. Mes'ud onu ordusuna başkumandan tayin etti. Mes'ud daha sonra Nişabur'a gitti ve burada halk tarafından büyük bir merasimle karşılandı (13 Ağustos 1030). Bu sırada Nişabur'a Abbasi Halifesi'nin elçisi de geliyordu. Halife'nin fermanıyla Mes'ud babasından kalan bütün ülkelere sahip oluyor, ele geçirdiği ve bundan sonra zabt edeceği yerlerde de onun hakimiyeti kabul ediliyordu. Ayrıca Halife Kadir Mes'ud'a hediyeler gönderiyor ve lakablar veriyordu. Halife'den manevi de olsa kendisine büyük destek sağlayan Mes'ud ayrıca kardeşine karşı yeni müttefikler aramaktaydı. Nitekim Karahanlı hanedanından Buhara 'ya hakim olan Ali Tegin'e bir elçi göndererek yardım istemiş, karşılığında Huttal vilayetini vereceğini bildirmişti. Mes'ud bu sırada Balhan Dağları'ndaki Türkmenler'in Horasan'a dönmelerine müsaade etmiş, Kızıl, Göktaş, Buka adındaki reislerin idaresindeki bu Türkmenleri hizmetine almıştı. Bu iki olay Mes'ud'un başına ilerde iş açacak iki hata idi. Gazne'den devamlı mektublar alması ve bir kısım kuvvetlerin de kendi tarafına geçmesiyle Mes'ud artık devletin merkezine yürümeğe karar verdi ve bu maksatla da 16 Eylül 1030 tarihinde Nişabur'dan ayrıldı.

Öte taraftan Muhammed sultan oluşundan dört ay sonra Mes'ud'un üzerine yürümeğe karar vererek harekete geçti. O Gazne'deki sarayından yola çıkmak üzere atına binmek isterken külahı başından düşünce halk bunu uğursuzluk saydı. Öte taraftan Harezm hakimi Altuntaş da Muhammed'e haber gönderip kardeşiyle çekişmekten vazgeçmesini ve ona tabi olmasını tavsiye etti. Ancak o bu sözleri dinlemedi. Öte taraftan Tekinabad denilen yere gelindiği zaman, bütün ordu kumandanları ve büyükleri bir araya toplanarak Muhammed'e artık Mes'ud'a tabi olduklarını bildirdiler. Sultan Muhammed onlara birşey yapamayacağını anlamış ve çaresiz bu oldu - bittiyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Neticede Muhammed sultanlıktan uzaklaştırılarak Teginabad'ın Kuhtiz kalesinde hapsedildi (4 Ekim 1030).



SULTAN MES'UD


Yaptığı İlk İşler


Bu olaydan sonra Gazneli kumandanlar ve devlet büyükleri Mes'ud'a Teginabad'daki durumu bildirerek itaat ettiklerini, Muhammed hakkında ne düşündüğünü, yapılacak işler hususunda cevap beklediklerini yazdılar. Onlar bu durumu Gazne'ye de müjdelediler, ayrıca Teginabad'da Cuma günü Mes'ud adına hükümdarlık alameti olarak hutbe okuttular. Devlet büyükleri bu olay sebebiyle ortaya altın ve gümüş paralar saçtılar. Ancak bu sırada sabık sultan Muhammed'e de iyi davranılıyordu. Gazne şehrinde de Mes'ud'un sultanlığı sevinçle karşılandı.

Öte taraftan haberciler 11 Ekim 1030 tarihinde Herat'ta bulunan Mes'ud'un huzuruna gelerek "sultan" olduğunu ve kardeşinin tutuklandığını bildirdiler ve Teginabad'da yazılan mektubu verdiler. Sultan Mes'ud bu olaydan sonra Teginabad'da bulunan Ali Karib'e bir mektup yazarak; yapılacak işlerin yanısıra Herat'dan Belh'e gideceğini ve kışı orada geçirdikten sonra baharda Gazne'ye geleceğini bildiriyor, Ali Karih'i de yanına çağırıyordu. Sultan'ın yanına çağırdığı başka bir şahıs da Mahmud zamanında Harezm'i idareyle görevlendirilen Altuntaş idi. İdare ettiği bölge sebebiyle "Harezmşah" ünvanı verilen Altuntaş görünüşte Gazneliler Devleti'ne tabi, fakat Harezm'in coğrafi durumu dolayısıyla hakikatte bağımsızdı. Buna rağmen Altuntaş Sultan Mes'udun davetini kabul ederek Herat'a geldi.· Onun verdiği nasihatler Gazne'deki büyüklerin Mes'ud lehine birleşmesinde önemli rol oynamıştı. Hacib Ali Karih 2 Kasım 1030'da Herat'a ulaştı ve ertesi günü de Sultan'ın huzuruna çıktı. Sultan Mes'ud, Ali Karih ve kardeşini tutuklattı, sonra da öldürterek onların servetlerine el koydu. Onun öldürülme sebebi olarak saltanat mücadelesine karışması gösterilmişti. Ancak Mes'ud'un bu davranışı kendisine karşı ilk huzursuzluk belirtilerinin ortaya çıkmasına sebep oluyordu. "Kavm-i Mahmudi" veya "Mahmudiyan" denilen yani eskiden Sultan Mahmud'a hizmet eden devlet büyükleri Mes'ud'un bu davranışı sebebiyle korkuya kapılmışlardı. Ayrıca Sultan Mes'ud kardeşi Muhammed'i Gur'un doğu bölgesinde bulunan Mendiş kalesine göndererek gözlerine mil çektirdi.

Mes'ud tahta çıktığı zaman Mekran bölgesine hakim olan asi İsa'nin yerine kardeşi Ebu'l-Muasker'i geçirmek için oraya bir ordu göndermeye karar verdi ve buraya gönderilecek ordunun kumandanlığına Yaruk - Toğmuş'u tayin etti. Yaruk - Toğmuş yedibin kişiyle Humartaş idaresindeki Türkmenler'den oluşan bir ordu ve beraberinde Ebu'l-Muasker olduğu halde Mekran'a gitti. İki taraf arasındaki savaşta Mekranlılar hezimete uğrayarak kaçtı, İsa da ölüler arasında idi. Yaruk  Toğmuş, Ebu'l-Muasker'i Mekran'da tahta geçirdikten sonra geri döndü (Aralık 1030).

Sultan Mes'ud'un aldığı başka bir karar ise amcası Yusuf'u Kusdar valisi tayin etmesi idi. Yusuf'un oraya tayininde daha önce Sultan Muhammed zamanında Gazneli ordusunda başkumandanlık yapması, bu yüzden askerlerin onunla birlik olabileceği düşüncesi rol oynamıştı. Mes'ud, Yusuf'dan çekindiğinden onu kontrol için gizlice peşine adamlar tayin etti. Öte taraftan Harezmşah Altuntaş da Sultan Mes'ud'a güvenememekte ve bir an önce ülkesine dönmek istemekteydi. Nihayet o Sultan'dan ülkesine dönebilmek için müsaade aldı ve gece yarısı adeta kaçarak gitti. Altuntaş'ın düşmanları ise durumu Sultan'a bildirerek yakalanması için bu hareketin iyi bir fırsat olduğunu ileri sürdüler. Mes'ud ona geri gelmesi için haberci gönderdi. Ancak Altuntaş bazı Türk boylarının hareket halinde olduklarını, ülkesinde bulunmaması sebebiyle tehlikeli bir durum meydana gelebileceğini ileri sürerek bu emri dinlemedi ve yoluna devam etti.

Sultan Mes'ud ise Herat'dan ayrılarak Belh şehrine geldi (14 Aralık 1030). O daha Herat'da iken Kalincar Kalesinde tutuklu bulunan sabık vezir Hace Ahmed b. el-Hasan el-Meymendi'yi serbest bıraktırmış ve Belh'e getirtmişti. Sultan'ın Belh'e gelmesi için haber yolladığı ikinci kişi Hindistan orduları kumandanı Eryaruk idi. Bu iki şahıs Belh'e gelerek Sultan'ın huzuruna çıktılar. Mes'ud'un maksadı Hace Ahmed'i vezirliğe tayin etmekti. Hace Ahmed bu görevi kabul etmeden önce şartları olduğunu söyledi. Sultan onun isteklerini kabul ederek vezirliğe tayin etti. Öte taraftan Mes'ud'un babasının başka bir veziri "Hasenek" denilen Ebu Ali Hasan b. Muhammed ile görülecek bir hesabı vardı. Çünkü Hasenek, Sultan Mahmud'un veliaht seçimi sırasında Muhammed'in tarafını tutmuştu. Mes'ud Hasenek'i tutuklattığı sırada onun daha önce Hacca gidişi sırasındaki olaylar sebebiyle Karmati mezhebinden olduğu ileri sürüldü. Babasının "Mahmudiyan" denilen adamlarını temizlemek isteyen Mes'ud için bu iddia bulunmaz bir fırsattı. Hasenek için Belh şehrinde Divan mensupları, kadılar ve fakihlerden oluşan büyük bir mahkeme kuruldu. O burada muhakeme edilip, suçlu bulunduktan sonra 24 Şubat 1031 'de idam edildi.

Sultan Mes'ud Belh'de bulunduğu sırada Harezmşah Altuntaş gönderdiği bir mektubda Gazneli Devleti'nin dış siyasetinin ne şekilde idare edileceği hakkında görüşler bildiriyor ve Karahanlılar'a elçiler göndererek anlaşmak gerektiğini vurguluyordu. Sultan Mes'ud, Altuntaş'ın verdiği fikirlerin ışığı altında Karahanlılar ile anlaşmak için elçiler göndermeye karar verdi. Gazneli elçileri 7 Mart 1031'de Karahanlı hükümdarı Yusuf Kadır Han'ın yanına Kaşğar'a gitmek üzere Belh'den ayrıldılar. Bir süre sonra Kaşğar'dan gelen haberler bu elçilerin zorluklar ile karşılaştıklarını gösteriyordu. Çünkü Ekim 1032 tarihinde Yusuf Kadır Han'ın ölümüyle daha önce başlamış olan görüşmeler kesilmişti. Yusuf Kadır Han'ın yerine oğlu Süleyman (Arslan Han) geçti. Bu durumu haber alan Sultan Mes'ud Kaşğar'a bir mektup yazarak Süleyman Han'a babasının ölümünden dolayı başsağlığı diledi ve tahta geçişinden dolayı tebrik etti. Bundan sonra görüşmeler tekrar başladı ve ancak üç yıl sonra bir anlaşmaya varıldı. Ayrıca iki taraf arasında evlilik yoluyla akrabalık kuruldu.

Sultan Mes'ud daha sonra Eryaruk'u tutuklattı, Gur bölgesindeki bir kaleye göndererek orada öldürttü ve mallarına el koydurdu. Bu olay Eryaruk'un samimi arkadaşı ve Mes'ud'un tahta geçmesinde yardımcı olanlardan Asıgtegin Gazi'nin Sultan'ın yanından kaçmasına sebep oldu. Ancak Mes'ud onun peşinden bir birlik göndererek yakalattı ve mallarına el koydu. Asıgtegin önce Gazne kalesine, sonra da Gerdiz kalesine gönderildi ve orada öldü. Fakat Sultan Mes'ud kumandanlarına ve yakınlarına karşı gösterdiği bu denli şüphenin, kıskançlık ve onları gözden düşürmenin cezasını ilerde elbette çekecekti.

Sultan Mes'ud Belh'de bulunduğu sırada Kirman'dan gelen casuslar, bu bölgenin karışıklık içinde olduğunu, buranın hakimi Büveyhiler'den Ebu Kalicar'ın akrabaları ile uğraştığından düzen ve adaleti sağlayamadığını bildirdiler. Mes'ud hakimiyeti altındaki Sistan bölgesine komşu Kirman'ı bulunduğu yerin önemi dolayısıyla zabt etmek istiyordu. Nitekim oraya gönderilecek ordunun kumandanlığına ve müstakbel Kirman valiliğine Ahmed b. Ali Nuştegin'i tayin etti. Bu Gazneli ordusu dörtbin suvari ve beşyüz piyadeden oluşuyordu. Ayrıca Sistan valisine ikibin Sistanlı piyade hazırlaması bir yazıyla emr olundu. Kirman'a gidecek ordu techizatını tamamladıktan sonra teftiş edilmek üzere sahraya çıktı. Sultan Mes'ud kumandanlara ve askerlere bir konuşma yaptı. Ahmed b. Ali Nuştegin kumandasındaki bu Gazneli ordusu resmi geçitten sonra Kirman'a hareket etti (Nisan - Mayıs 1031). Gazneli ordusu Deylemlileri mağlup ederek dört ay içinde Kirman'a hakim oldu. Ebu Kalicar ise Kirman'ın zabt edilmesinden üzüntü duymuş ve Gazneliler'e bir elçi göndererek serzenişte bulunmuşsa da onların kuvvet ve kudretinden çekinerek fazla ses çıkarmamıştı.


Sultan Mes'ud'un Gazne'ye Gelmesi ve Buradaki Faaliyetleri


Sultan Mes'ud nihayet 8 Mayıs 1031 tarihinde Belh şehrinden ayrılarak Gazne'ye doğru ilerledi. O ayrıca Kuscfa'da bulunan amcası Yusuf'a bir mektup göndererek Gazne'ye gelmesini istedi. Mes'ud daha babasının sağlığında, kızını vermediği için amcasına kırgındı. Yusuf'un sabık sultan Muhammed'in ordu kumandanı olması bu kırgınlığı daha da artırmıştı. Öte taraftan amcasının peşine taktığı casusların, Yusuf'un Türkistan'a kaçmak istediğini ve Karahanlılar ile mektuplaştığını bildirmeleri bardağı taşıran son damla oldu. Mes'ud ile amcası Gazne'ye yakın bir yerde buluştular. Sultan amcasını tutuklatarak hapsettirdi. Yusuf son gönderildiği kalede çok yaşamadı ve 1032 yılında öldü. Mes'ud böylece korktuğu ve kendisine rakip olarak gördüğü kişilerin birinden daha kurtuluyordu.

Sultan Mes'ud 2 Haziran 1031 tarihinde devletin merkezi Gazne'ye ulaştı ve halk tarafından büyük bir coşku ile karşılandı, gündüz ve gece şehirde eğlenceler yapıldı, her taraf süslendi. Ertesi günü Sultan büyük bir kabul resmi düzenledi ve hakiki olarak babasının tahtına oturdu. Şehir halkı grup grup Sultan'ın huzuruna geldiler, devlet büyükleri ve Sultan'ın maiyyetine mensup olanlar bu mutlu gün dolayısıyla etrafa paralar saçtılar. Şairler yine bu mutlu günü ifade eden şiirler söylediler. Sultan Mes'ud ertesi gün, Türkler'de görülen adetlerden birine uygun olarak, atalarının türbelerini ziyaret etti.

Büveyhi Devleti'nde ve Abbasi Halifeliği'nde zaman zaman zayıf hükümdar ve halifelerin tahta geçişleri sırasında orduların sadakat ve desteğini sağlamak için "Malı bey'at" denilen hediye ve paralar dağıtılırdı. İşte sabık sultan Muhammed de tahta geçişi sırasında sadakatlarını sağlamak için kumandanlara, memurlara, saray mensuplarına ve askerlere yetmiş seksen milyon gümüş para dağıtmıştı. Öte taraftan başta Ebu Sehl Zevzeni olmak üzere bazı devlet adamları Sultan Mes'ud'u geçmişte dağıtılan bu para ve hediyeleri geri almak için iknaya muvaffak oldular. Nitekim Sultan Mes'ud verilen hediye ve bahşişlerin geri alınmasını emretti. İki üç gün içinde Sultan Muhammed zamanında verilen hediyelerin listesi hazırlandı. Ancak bu olay görevlilerin tepkisine yol açtı, birçokları hediyeleri geri vermektense kırmayı veya yok etmeyi tercih ettiler. Bu olayda en büyük zarara tabii ki, Sultan Mes'ud uğradı. O bu açgözlü ve keyfi davranışı yüzünden daha saltanatının başlarında birçok kişinin kendisinden soğumasına sebep oldu.

Sultan Mes'ud daha sonra iki önemli göreve tayinler yaptı. Bunlardan birincisinde o Taş Ferraş adında bir kumandanını Irak ordusu başkumandanlığına tayin etti. Ayrıca Yağmur, Buka, Göktaş ve Kızıl adlı beylere de bütün Türkmenler ile Taş'ın yanında toplanmaları emredildi. Bu sırada Taş Ferraş'a, ilerde tehlikeli bir durum yaratabilecek bir görev de verilmiş, ondan bu Türkmen reislerinin yakalanması istenmiştir. Vezir Ahmed Meymendi Sultan'ın bu kararına yerinde bir görüşle itiraz etti. Ancak Sultan'ın kararında ısrarı üzerine Vezir çaresiz kalarak bu teklife boyun eğdi. Sultan'ın ikinci olarak görev verdiği kişi Ahmed Yınaltegin olmuştu. Mes'ud bir süredir boş bulunan Hindistan başkumandanlığına Sultan Mahmud'un hazinedarı olan Ahmed Yınaltegin'i tayin etmişti. O emrindeki kuvvetler ile Sultan Mes'ud'un önünde bir geçit resmi yaptıktan sonra Hindistan'a hareket etti (17 Ağustos 1031).

Abbasi halifesi el · Kadir Billah Kasım 1031 tarihinde ölmüş, yerine oğlu ve veliaht Kaim bi Emrillah geçmişti. Yeni Halife, Sultan Mes'ud'dan biat almak için bir adamını elçi olarak gönderdi. Sultan Mes'ud bu elçiyi Belh şehrinde huzuruna kabul etti. Daha sonra Sultan, Gazneli Devleti ileri gelenleri ve Abbasi elçisinin de katıldığı bir merasimle Belh Ulu Cami'inde Halife Kaim bi - Emrillah adına hutbe okundu (27 Aralık 1031). Mes'ud birkaç gün sonra yine merasimle yemin ederek yeni Halife'ye biat etti ve bu hususta ileri sürdüğü şartlar yazılı olarak elçiye verildi. Abbasi elçisi Halife'ye gönderilen Gazneli elçiler ile Bağdat'a dönmek üzere Belh'den ayrıldı (9 Ocak 1032).

Öte taraftan Ebu Sehl Zevzeni Harezmşah Altuntaş'ın düşmanı idi ve onu öldürmek istiyordu. Bu bakımdan kuvvetli bir orduya sadece Altuntaş'ın sahip olduğunu söyleyerek onun öldürülmesi gerektiği fikrini Sultan Mes'ud'a işliyordu. Nihayet bu konunun devamlı konuşulması etkisini gösterdi. Sultan gizlice Altuntaş'ın öldürülmesi için emir verdi. Ancak bu plan gizli kalmamış, bir içki meclisinde açıklanmıştı. Durumu öğrenen Altuntaş da gerekli tedbirleri aldı. Ancak bu olay Sultan ve öteki devlet ileri gelenlerine korkulu anlar yaşattı. Onlar Altuntaş'ın Karahanlılar'dan Buhara hakimi Ali Tegin ile birleşerek Gazneli Devleti'nin başına bela olmasından korktular. İlk önce Ebu Sehl görevden uzaklaştırıldı. Sultan Mes'ud da Altuntaş'a mektup yazarak suçlunun cezalandırıldığını bildirdi ve özür diledi. Böylece Sultan'ın tedbirsizce davranması yüzünden ortaya çıkması muhtemel büyük bir olay özellikle Gazneli Veziri'nin gayretiyle önlenmişti.


Debusiye Savaşı


Buhara'daki Gazneli casuslar Ali Tegin'in rahat durmadığını ve askeri hazırlıklar yaptığını haber vermişlerdi. Onun hazırlıklar yapmasının başlıca sebebi; Mes'ud kardeşi Muhammed ile taht mücadelesine girişeceği sırada, Ali Tegin'den yardımcı kuvvet istemesi, buna karşılık Huttal vilayetini vermeyi va'd etmesiydi. Ancak Mes'ud'un Gazneli tahtına rahatlıkla oturması Ali Teginin yardımını gerektirmemiş ve tabiatıyla Huttal da ona verilmemişti. Şimdi Ali Tegin bu va'd edilen yeri almak için zor kullanmak istiyordu. Belh'de iken bu durumu haber alan Sultan Mes'ud devlet ileri gelenleriyle görüşmüş ve Ali Tegin ile savaşma görevini Altuntaş'a vermeyi kararlaştırmıştı. Harezmşah Altuntaş verilen bu görevi kabul ederek harekete geçti. Sultan Mes'ud onbeşbin kişilik bir orduyu Altuntaş'a yardımcı kuvvet olarak gönderdi. Altuntaş idaresindeki orduyla Ali Tegin'in askerleri, Buhara - Semerkant yolunun aşağı - yukarı ortasında bir yerde bulunan, Debusiye kasabasında karşılaştılar. Ali Tegin'in yanında Selçuklu Türkmenleri'nin de katıldığı büyük bir ordu vardı. Her iki taraf sabahtan akşama kadar savaştılarsa da, üstünlük sağlayamadılar. Altuntaş'ın bizzat savaşa girmesi muhtemel bir yenilgiyi önlemiş, ancak kendisi de ağır yaralanmıştı. Neticede iki taraf arasında geri çekilmek üzere bir andlaşmaya varıldı. Altuntaş bu andlaşmadan hemen sonra öldü. Ali Tegin Semerkand'a çekildi. Gazneli ordusu Belh'e dönerken, Altuntaş'ın kuvvetleri de Kethüdası Ahmed'in başarılı idaresiyle Harezm'e gittiler (1032).

Sultan Mes'ud Altuntaş'ın yerine Harezm'e oğlu Harun'u tayin etti. Fakat bu tayin o bölgenin doğrudan doğruya Harun'un idaresinde olması demek değildi. Mes'ud da artık Harezm'i kontrol altına almak istiyor ve bu sebeble de oğlu Sa'id'e "Harezmşah" ünvanı veriyordu. Harun ise Sa'id'in vekili oluyordu. Harun daha sonra Sultan'ın yanından ayrılarak Harezm'e gitti.


Batıdaki Olaylar


Öte taraftan Sultan Mes'ud'a tabi olan Kakuytler'den Alaüddevle Muhammed 1032-1033 kışında Gazneliler'e isyan etti. Alaüddevle önce bir başarı kazanamadı ise de, daha sonra Hemedan, Kerec ve lsfahan'ı ele geçirmeye muvaffak oldu. Hindistan'daki Ahmed Yınaltegin'in isyanı Sultan Mes'ud'u Alaüddevle ile bir barış yapmaya mecbur etti. Alaüddevle, Sultan Mes'ud'a tabi olacak ve yıllık harac verecekti•. Bu yöndeki başka bir isyan da Kazvin şehrinde görüldü. Yaruk Toğmuş idaresindeki Gazneli ordusu isyanı bastırarak Kazvin'de sükuneti sağladı.

Bu olaylar sırasında Gazneli veziri Ahmed el-Meymendi Herat'da öldü (31 Aralık 1032). Daha sonra Sultan Mes'ud birkaç adayı gözden geçirmiş, bunlar içinde Harezmşah Altuntaş'ın kethüdası Ahmed Abdüssamed'i tercih etmiş ve vezir olarak atamıştı.

Irak sipehsaları Taş Ferraş, Sultan'dan aldığı emirle, Türkmen reislerine karşı harekete geçmiş ve Rey yolunda onlardan Yağmur ve ileri gelenlerinden elli kadarını öldürtmüştü. Buna rağmen Humartaş idaresindeki Türkmenler Gazneli ordusundaki görevlerine devam ederek Rey şehrine gelmişlerdi. Ancak Yağmur'un oğlu ve öldürülen öteki Türkmen reislerinin oğulları babalarının intikamını almak için bulundukları Balhan Dağı'ndan inerek etrafa akınlara başladılar. Sultan Mes'ud aldığı tedbirler ile bu akınları engelledi. Fakat bu hareket öteki Türkmenlere de sirayet etmiş ve önce Gazneli ordusunda bulunan Türkmenler'de kıpırdamalar başlamıştı.

Öte taraftan Rey'den gelen bir mektubda Gazne ordusundaki Türkmenler'in harekete geçtiği Sultan'a bildiriliyordu (6 Haziran 1033). Sultan Mes'ud bu olay karşısında tedbir aldı ise de özellikle Vezir Ahmed ve devlet adamlarından Ebu Nasr Mişkan bu tedbiri yerinde bulmadılar. Hatta Ebu Nasr yerinde bir görüşle bu tedbirin sonuçlarını önceden tahmin etti ve Cüzcan'daki vekiline mektup yazdırarak elinde bulunan onbin koyunun rayiç fiat üzerinden derhal satılmasını istedi. Ona bu şekilde hareket etmesinin sebebi sorulduğunda, "Türkmenler bu tedbirden sonra harekete geçip etrafı yağma edecekler. Koyunlar şimdi satılırsa elime birşey geçer, boşuna yağma edilmiş olmaz." şeklinde ilgi çekici bir cevap verdi. Daha sonraki olaylar bu tecrübeli devlet adamının haklı olduğunu ortaya koyacaktır.

Bu sırada Mes'ud'u meşgul eden olaylardan biri de; Karahanlı Ali Tegin'in teşvikiyle Türk kabilelerinden Kumeciler'in Huttelan şehri cıvarına gelmesi ve orada karışıklık çıkması idi. Sultan, Vezirini bin kişilik bir birlik ile bu bölgeye gönderdi. Gazneli Veziri Huttelan, Toharistan ve cıvannda sükunu sağladıktan ve bölgeyi kumandanlardan Bilgetegin'in idaresine bıraktıktan sonra Sultan Mes'ud'un huzuruna döndü (1034).


Harezmşah Harun'un İstiklalini İlan Etmesi


Harezm hakimi Harun'da da 1034 yılı ilkbaharında itaatsizlik işaretleri görülmeye başladı. İsyan için görünüşteki sebep, onun Sultan Mes'ud'un sarayında rehine olarak bulunan kardeşinin ölümü idi. İsyanın hakiki sebebi ise, Horasan'da Türkmenler'in çıkardığı karışıklıklardan istifadeyle onun istiklalini ilan etmek istemesiydi. Harun, Gazne'ye giden yolları tutmuş ve hükümdarlık alametleri kullanmaya başlamıştı. Ayrıca o Karahanlılar'dan Ali Tegin ve Selçuklular ile de ittifak yapmıştı. Bu ittifaka göre, Harun Merv şehrine, Ali Tegin de Tırmiz ve Belh üzerine yürüyecekti. Sultan Mes'ud Harezm'deki bu durumdan 29 Temmuz 1034'de haberdar olabildi. O Harezm ileri gelenlerine, Harun'a nasihat etmeleri ve bir karışıklık çıkarmadan sakinleştirilmesi için mektublar yazdırdı, fakat bu bir netice sağlamadı. Harun Ağustos ayında hutbeyi, Mes'ud'un ismini çıkarmak suretiyle, kendi adına okuttu ve bu suretle istiklalini ilan etmiş oldu.

Öte taraftan Harun'un müttefikleri olan Selçuklular'dan Tuğrul ve Çağrı Beyler bir çok asker, çadırlar ve sürüleriyle ona yardım için Harezm hududuna geldiler. Harun onlara otlaklar ve konaklayabilecekleri yerler verdikten sonra Horasan'ın fethinde öncülük yapacaklarını bildirdi. Bu sırada Ali Tegin öldü (Aralık 1034). Sultan Mes'ud bu haberi duyduğu zaman bazı tedbirler aldı, Ali Tegin'in yerine geçen oğlu Yusuf'a lakablar vererek mektublar gönderdi. Ancak bu mektublar bir fayda sağlamadı. Yusuf, Harun ile yapılan andlaşmaya sadık kaldı. Ali Tegin-oğulları Harun ile üzerinde anlaştıkları planı tatbik ettiler ve Çağaniyan bölgesini yağmaladılar, sonra da Tırmiz önüne geldiler, buraya bir kaç kez taarruz ettilerse de bir netice sağlayamadılar, Harun'un öldürülmesi üzerine bu seferden vazgeçtiler.


Harun'un Öldürülmesi


Sultan Mes'ud, Harun'un Harezm'de istiklalini ilan etmesine, Karahanlılar ve Selçuklular ile işbirliği yapmasına üzülmekteydi. Ancak Gazneli Abdüssamed eskiden görev yaptığı bu bölgede adamları olduğu için boş durmuyor, bazı tedbirler alıyordu. Harun da Ali Tegin-oğulları ile harekete geçmek için hazırlıklarını tamamlamış ve ordugahını şehir dışında kurmuştu. Bu ordugahta Gazneli Veziri'nin satın aldığı adamlar bir fırsatını bularak Harun'u ağır yaraladılar. Harun bu olaydan sonra üç gün yaşadı ve 18 Nisan 1035 tarihinde öldü. Harezm'in merkezi Gürgenç'de çıkan karışıklıklar Altuntaş'ın adamları tarafından önlendi. Nihayet Harun'un "Handan" lakablı kardeşi İsmail emirlik tahtına oturdu. Ordu ve devlet ileri gelenleri ona biat ettiler (11 Mayıs 1035). Sultan Mes'ud kendi tarafına çekebilmek için İsmail'e ve devlet ileri gelenlerine mektublar gönderdi ise de, bu bir fayda sağlamadı. Gazneliler Devleti için Horasan, Rey, Hindistan'da bir çok önemli işler dururken, bir de Harezm meselesi ortaya çıkmıştı.


Ahmed Yınaltegin'in İsyanı


Hindistan başkumandanı Ahmed Yınaltegin görev yerine geldiği zaman burada kendi işlerine karışmaya hazır birini buldu. Bu Hindistan'daki sivil yönetimin başı olan Kadı Ebu'l-Hasan Şirazi idi. Ancak Lahor'daki askerler ve gönüllüler, Sultan'ın yanında da Vezir'in desteği başlangıçta Ahmed'in işlerinin yolunda gitmesine sebep olmuştu. Nitekim Ahmed Lahor'daki Hindistan ordusuyla harekete geçmiş ve yerli prenslerden yıllık haracları aldığı gibi, Benares şehrine bir akın yaparak yağmalamıştı (1033). Ahmed'in başarılı işler yapmasına rağmen, Kadı Şirazi Gazne'ye devamlı olumsuz mektublar gönderiyordu. O bu mektublarında Ahmed'in elde ettiği malın çoğunu gizlediğini, çok azını Sultan'a gönderdiğini, Türkistan'dan Türk köleler getirttiğini, oradaki Türkmenleri kendisine bağladığını, ayrıca "Ben Mahmud'un oğluyum" dediğini yazıyordu. Nihayet bu mektublar Sultan Mes'ud'a tesir etti. Ahmed'in Mahmud'un oğlu olduğunu ileri sürmesi, her zaman şüpheci olmuş Mes'ud için yeni bir rakibin doğuşu demekti. Sultan Mes'ud Hindli Tilek'i başkumandan tayin ederek. Hindistan'a gönderdi. Ahmed Yınaltegin bu olaylardan sonra açıkça isyan etti ve etrafına topladığı kuvvetlerle harekete geçti. Tilek'in asilere şiddetle davranması, yakaladıklarının sağ ellerini kestirmesi sonucu Ahmed Yınaltegin'in isyanı bastırıldı. Ahmed kendisine sadık üçyüz atlı ile kaçmaya çalıştı. Ancak Tilek'in Catlar'a mektup yazarak yakalanması için para va'd etmesi Ahmed'in sonu oldu. Catlar onu yakalayarak öldürdüler ve oğlunu esir ettiler. Onun kesik başı ve esir edilen oğlu Sultan Mes'ud'un huzuruna gönderildi (Ekim 1034)



Kirman'ın Elden Çıkması


Horasan ve Harezm'de karışıklıklar ve Selçuklular'ın tarih sahnesine çıkmaları sebebiyle Gazneliler'in Kirman bölgesiyle gerekli şekilde ilgilenemedikleri, vali Ahmed b. Ali Nuştegin'in de asker üzerindeki otoritesinin zayıfladığı anlaşılmaktadır. Bu sebeble Gazneli askerler de Kirman'da tecavüzlere ve hırsızlıklara başladılar. Bölge halkı bu duruma tahammül edemez oldu. Kirman ileri gelenleri Büveyhiler'den yardım istediler. Bu istek üzerine onbin kişilik bir Büveyhi ordusu Kirman'a geldi ve Gazneli kuvvetleri ile karşılaştı. Büyük bir savaş neticesinde Ahmed b. Ali Nuştegin'in bütün gayretine rağmen, Hindliler'in savaşta zayıf kalmaları, diğerlerini de ümidsizliğe düşürdü ve Gazneliler'in yenilgisine sebep oldu. Ahmed b. Ali Nuştegin'in ordusu dağıldı, kendisi yakınlarından bir grup ile Nişabur'a gitti. Böylece 1034 yılı içinde Gazneliler'in Kirman'daki hakimiyetleri sona erdi ve burası tekrar Büveyhiler'in eline geçti.


Sultan Mes'ud'un Türkmenlere Karşı Harekete Geçmesi


Sultan Mes'ud Harezm meselesinin, Horasan ve Rey civarındaki Türkmen isyanlarının merkezden çözümlenemeyeceğini anlayınca harekete geçmeye karar verdi. Nitekim o 13 Eylül 1034 tarihinde Gazne'den ayrılarak Büst şehrine geldi. Ayrıca Horasan Divanı reisi Suri de yazdığı mektubda Türkmenler'in yaptıklarını bildiriyor ve Sultan'ın acele Horasan'a gelmesini istiyordu. Sultan daha sonra Herat'a oradan da Serahs şehrine yürüdü. Ancak o Türkmenler'in hareketi karşısında ne yapılacağı hususunda bir karar veremedi ve birkaç gün Serahs'da kalarak olayların gelişmesini beklemeyi tercih etti. Türkmenler de Tırmiz hududundaki Kubadiyan kasabasına gelerek yağmaya ve etrafı tahribe başladılar. Tırmiz emiri Hacib Beytegin bunların üzerine yürüdü. Türkmenler kaçarak Andhuy kasabasına doğru çekildiler, Hacib Beytegin Şuhurgan kasabası cıvarında onlara yetişti ve orada iki taraf arasında savaş başladı. Bozulan Türkmenleri takip eden Beytegin atılan bir ok ile yaralandı ve aldığı bu yara ölümüne sebep oldu. (Aralık 1034). Beytegin'in ölümünden sonra faaliyetlerini daha da artıran ve Serahs civarına sarkmış olan Türkmenler Gazneli ordusunun önünden çekilerek Merv tarafına gittiler. Bunu haber alan Gazneli kumandan Nuştegin Hadim kendi gulam ve askerleri ile Merv şehrinden onların üzerine yürüdü. İki taraf arasındaki savaşta bozguna uğrayan ve çöllere kaçan Türkmenler olmuştu.


Sultan 'ın Dihistan ve Toharistan Seferi


Sultan Mes'ud bu olaylardan sonra Veziri ile bir görüşme yaptı ve Merv tarafına giderek kışı orada geçirmeye karar verdi. Bu karar üzerine hazırlıklara başlandı ise de üçüncü bir toplantıda Mes'ud fikrini değiştirdiğini bildirdi. Ona göre; Türkmenler hakkında alınan tedbirler yeterlidir ve Nişabur tarafına gitmeye karar vermiştir. Bu suretle Batı tarafında bozulmuş işlerin düzeltilmesi sağlanacak ve Cürcanlılar iki yıllık ödemedikleri vergiyi göndereceklerdir. Vezir ve devlet ileri gelenleri bu fikri beğenmemekle beraber kabul etmek zorunda kaldılar. Fakat toplantıdan sonra kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda bu fikrin hatalı olduğunu belirttiler.

Sultan Mes'ud Serahs'dan hareketle Nişabur'a geldi ve burada da devlet ileri gelenleriyle bir toplantı yaptı. Vezir Horasan'ı bu karışıklık içinde bırakarak Dihistan'a gitmenin doğru olmayacağı görüşünde ısrar ediyordu. Ancak Sultan da kararında ısrarlı idi, onun fikri devlet ileri gelenleri tarafından çaresiz kabul edildi. Nitekim Sultan Mes'ud 25 Ocak 1035 tarihinde Nişabur'dan ayrılarak Cürcan'a ulaştı. Buranın hakimiyetini elinde tutan Ebu Kalicar ve öteki Cürcan reisleri Sultan ve Gazneli ordusunun geldiğini duyunca korkularından kaçmayı tercih ettiler. Sultan daha sonra Cürcan'dan ayrılarak Esterebad ve Sari şehirlerine uğradı ve oradan Amül'e ilerledi. Amül reisleri ve halk temsilcileri Sultan'ın huzuruna gelerek itaatlerini bildirdiler. Sultan bu itaatten memnun kalarak Amül'ün haracının bağışlandığını bildirdi. Mes'ud daha sonra Natıl şehrini şiddetli bir savaştan sonra zabt etti. Ancak o Natıl'da gördüğü mukavemetin karşılığını talihsiz Amül halkından çıkarmak maksadıyla şehirden bir milyon dinarlık bir harac istedi. Bu haracı ödemeyen Amül şehri Gazneli askerler tarafından yağmalandı. Sultan Amül'e yaptığı bu seferden dolayı pişman olmuştu. Çünkü o bu seferden bir kar sağlamamış, ayrıca bölge halkı da bundan zarar görmüştü.


Gazneliler'in Nesa Yenilgisi


Sultan Cürcan'a ulaştığı zaman (19 Mayıs 1035), Horasan Divanı reisi Suri'den haberciler gelmişti. Bu haberciler Selçuklular'ın Suri'ye göndermiş oldukları mektubları getirdiler. Selçuklular bu mektubda Horasan'a gelmelerinin sebeblerini belirterek bundan sonra Gazneli Devleti'nin halkı olacaklarını, içlerinden birini sarayda bulunduracaklarını, geri kalanların hükümdarın her emrettiği işi yapmaya hazır olduklarını bildirerek bu hizmetlerine karşılık Nesi ve Fereve şehirlerinin kendilerine verilmesini istiyorlardı. Sultan Mes'ud bu mektuba çok kızdı ve Türkmenleri Horasan'dan çıkarmak için hazırlıklara başladı. Bu arada Mes'ud Cürcan'dan ayrılarak Nişabur'a gelmiş (2 Haziran 1035) ve Türkmenler üzerine gönderilecek Gazneli ordusuna kollektif bir sistem içinde on kumandan ve onların başına da Hacib Beytoğdı tayin edilmişti. Böyle bir kumandanlık sisteminin oluşmasına, tecrübeli ve tecrübesiz kumandanların bir araya gelmesine Hacib Beytoğdı itiraz etti ise de, bu itiraz Sultan tarafından kabul edilmedi. Nihayet onbeşbin atlı ve altıbin de saray gulamından oluşan ve fillerin de yer aldığı Gazneli ordusu Nesi tarafına hareket etti.

Bu sefer sırasında Gazneli ordusunun düzeni; Selçuklular'ın pusu kurarak boş bıraktıkları çadırlar ve hayvanlara, ganimet elde etmek için, saldırmaları sonucu bozuldu. Bunu ikinci bir hata izledi. Tecrübesiz kumandanlar Hacib Beytoğdı'ya haber vermeden, arkalarındaki suya ulaşmak için, emirlerindeki askerleri geriye çektiler. Gazneli ordusunun savaş düzeninin bozulduğunu gören Selçuklular pusudan çıkarak hücum ettiler. Bu hücum Gazneli ordusunun kesin yenilgisine ve bütün ağırlıklarını kaybetmesine sebep oldu. Hacib Beytoğdı ise canını zor kurtardı. Böylece Selçuklular bu Gazneli ordusunu Nesa yöresinde ağır bir yenilgiye uğrattılar (29 Haziran 1035). Bu sırada Nişabur'da bulunan Sultan Mes'ud'a önce galibiyet müjdesi gelmiş, o da şenlikler yapılmasını emretmişti. Ancak ardından gelen mağlubiyet haberi Sultan'ın neşesini kaçırdı. Bu yenilgiden sonra Sultan devlet büyükleri ile bir toplantı yaptı. Toplantı sırasında herkes yenilgi için bir sebep ararken, Ebu Nasr Mişkan en acı tenkidi yaptı. O Sultan'a eğlenceden el çekmesini, ordunun sevgisini kazanmasını, devlet büyüklerinin düşünce ve görüşlerine önem vermesini söyledi. Sultan da onun söylediklerine hak verdi. Daha sonra Selçuklular ile yapılan görüşmeler neticesi, Gazneliler Devleti Musa Yabgu'ya Fereve'yi, Çağrı Bey'e Dihistan'ı ve Tuğrul Bey'e de Nesa'yı veriyordu. Selçuklular bu üç vilayetle yetinecekler ve üç reisten biri Gazneli Sultanı'nın huzurunda rehine olarak bulunacaktı.

Gazneliler'in bu mağlubiyet haberi üzerine Karahanlılar'dan Ali - Tegin - oğulları harekete geçerek Çağaniyan ve Tırmiz'e doğru ilerlediler. Gazneliler'in bu harekete karşı asker toplamaları ve tedbir almaları, Karahanlılar'ın geriye dönmelerine sebep oldu. Ayrıca, Arslan Han dışında, öteki Karahanlı hanedan mensupları da Selçuklular'ın zaferine çok memnun olmuşlar ve onları isyana teşvik eden mektublar göndermeye başlamışlardı.

Öte taraftan Selçuklular'ın yanından Nişabur'a dönen Gazneli elçisinin kanaati onlara güvenilemeyeceği şeklindedir. Bu elçinin işittiğine göre "Onlar kendi aralarında Gazneliler Devletini küçümsüyorlardı. Sultan Mes'ud bu bilgiler üzerine, Selçuklular'ın hemen harekete geçeceğini tahmin etmemekle beraber, bazı tedbirler almayı faydalı gördü. Ancak o hayvanlara ot bulmanın güçlüğü sebebiyle Nişabur'da kalmanın mümkün olmadığını belirtti. Mes'ud 25 Eylül 1035 tarihinde Nişabur'dan ayrıldı ve Herat yoluyla Belh'e gitti.

Sultan Belh şehrinde iken Ali Tegin - oğulları'nın başında bulunan Yusuf'dan bir elçi heyeti geldi. Yusuf'un elçileri olaylar sebebiyle özür dilediler. Sultan Vezirin de teşvikiyle onların özürlerini kabul etmiş ve böylece iki hanedan arasında bir barış yapılmıştı.


Sultan Mes'ud'un Türkmenler'e Karşı Tedbirler Alması


Sultan Mes'ud Belh'de iken yaptığı işlerden birisi de başta Vezir olmak üzere Gazneli devlet büyüklerine hil'atler ve hediyeler dağıtması olmuştu. Onun bu hilatleri dağıtmaktaki gayesinin devlet büyüklerini kendisine bağlamak ve daha iyi iş görmelerini sağlamak olduğu anlaşılıyor. Bu işler görüldüğü sırada Horasan bölgesi, Büst, Serahs ve Cüzcanan şehirlerinden gelen mektublarda; Selçuklular'ın tekrar faaliyete geçtikleri, her yerde halkı incittikleri ve birçok kötülükler yaptıkları, eğer bu hususda yeterli tedbirler alınmadığı takdirde Horasan'ın harab olacağı bildiriliyordu. Sultan Mes'ud bu haber üzerine Vezir ve öteki devlet büyükleriyle bu konuyu görüştü. Neticede Büyük Hacib Sübaşı'nın onbin atlı ve beşbin piyadeyle Horasan'a gitmesi ve bu bölgenin acele temizlenmesi kararlaştırıldı. Sultan Mes'ud bu orduyu Türkmenler üzerine gönderdikten sonra Belh'den ayrılarak başkent Gazne'ye döndü (20 Mayıs 1036). O oğlu Şehzade Mecdud'u Hindistan Emiri tayin ederek Lahor'a göndermişti.


AIaüddevle Muhammed Kakuyi'nin İsyanları ve Batı'daki Olaylar



Isfahan hakimi Alaüddevle Muhammed, Sultan Mes'ud'a tabi olmaktan vazgeçerek bağımsızlığını elde etmek istemişti (1034). Fakat müttefiki Ferhat b. Merdavic'in ölümüyle, Alaüddevle'nin bağımsızlık ümidi kayboldu. Bu durumda o Huzistan'a kaçtı. Onun bu yokluğu sırasında lsfahan'daki hazineleri Gazneli kuvvetleri tarafından yağmalandı. Gazneliler'in eline geçenler arasında Alaüddevle'nin koruyucusu olduğu meşhur bilgin İbn Sina'nın kütüphanesi de vardı. Bu kütüphane daha sonra Gazne'ye nakledildi. Bir süre için hareketsiz kalan Alaüddevle 1036 yılında geri döndü ise de tekrar başarısızlığa uğrayarak kaçmak zorunda kaldı. O bu mücadele sırasında ordusunu Türkmen yardımcı kuvvetleriyle takviye ediyordu. Neticede Alaüddevle ile Gazneliler arasında barış yapıldı. Gazneliler'in bu barışı kabul etmeleri, gittikçe artan Türkmen baskısı sebebiyle Cibal bölgesini böyle bir savaş durumu içinde bırakmak istememelerinden kaynaklanıyordu. Nihayet Alaüddevle Isfahan'ı da ikta suretiyle Sultan Mes'ud'dan almaya muvaffak olmuştu (1036 yılı sonu). 

Selçuklular'ın başarılarından cesaretlenen lrak'daki Türkmenler de harekete geçerek Rey şehrine yürüdüler. Onlar yolları üzerinde bulunan Damegan ve Simnan gibi şehirleri yağmaladılar. Gazneli kumandan Taş Ferraş fillerin de yer aldığı üçbin kişilik ordusuyla Türkmenler'e karşı harekete geçti. İki taraf arasında Rey civarındaki savaşı Türkmenler kazandılar. Türkmenler Taş Ferraş'ı esir ettiler ve daha önce kendilerinden öldürülenlerin intikamını almak maksadıyla onu parçaladılar. Bu başarıdan sonra Türkmenler Rey şehri önünde göründüler. Buradaki Gazneli görevli Ebu Sehl Hamduy yardım almak ümidi kalmayınca şehri kaderiyle baş başa bırakarak Horasan'a çekildi. Onun gidişiyle Gazneliler'in batıdaki hakimiyetleri de kesin olarak sona eriyordu (Şubat 1038). Alaüddevle Muhammed, Ebu Sehl'in ayrılmasından hemen sonra, emrindeki bazı Türkmen yardımcı kuvvetleriyle, Rey şehrini işgal etti.



Selçuklular'ın Harekete Geçmesi ve Alınan Tedbirler


Öte taraftan Sultan Mes'ud Kurban Bayramını (4 Ekim 1036), Gazne'de kutlamış ve ertesi günü takip edilecek hareket hakkında devlet büyükleriyle bir toplantı yapmıştı. Bu toplantıda; Sultan'ın beraberinde Vezir olduğu halde önce Büst tarafına gitmesi, tehlikeli bir durum meydana çıktığı takdirde Herat'a yönelinmesi, yoksa oraya Vezir'in gönderilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca Şehzade Mevdud ve Başkumandan Ali Daye de kuvvetli bir orduyla Belh'e gidecek ve orada kalacaktı. Bu suretle Horasan Gazneli büyükleri ve askerleriyle dolu olacak ve bir olay anında hemen müdahale edilecekti. Nitekim bu kararlar tatbik edildi ve Sultan Mes'ud 7 Ekim 1036'da Büst'e gitmek üzere Gazne'den ayrıldı.

O Büst'e çok yakın bir yerde konakladığı sırada Selçuklu Beyleri'nin gönderdiği iki elçi Gazneli ordugahına geldiler. Selçuklular, daha önce kendilerine verilen yerlerin idareleri altındaki insanlara yetmediğini ileri sürerek Merv, Serahs ve Baverd gibi şehirlerin de bu bölgelere ilave edilmesini istiyorlardı. Buna karşılık onlar Sultan'ın askerleri olmayı ve her güç işde hazır bulunmayı teklif ediyorlardı. Sultan Selçuklular'ın bu isteklerine çok kızmıştı ve derhal savaş ilanına taraftardı. Ancak Vezir Selçuklular'ın henüz sükunet içinde olduğunu, onlara tatlısert bir cevap verilmesini ve gelişecek olaylar sonucu barış veya savaşa karar verilmesini teklif etti. Sultan Vezir'in bu sözleriyle sakinleşti ve onun planını uygun gördü. Selçuklu elçileriyle iki üç gün süren görüşmeler sonunda onlara güven veren, fakat oyalayıcı sözler söylendi.

Bir müddet sonra Horasan'dan Sultan Mes'ud'a gelen mektublarda (13 Ocak 1037), Türkmenler'in muhtelif yerlere dağılarak akınlar yaptıkları bildiriliyordu. Bu haber Sultan Mes'ud'u çok üzdü, derhal Vezir'i çağırarak Herat'a gitmesini, Hacib Sübaşı ve Horasan ordusuyla birleşmesini ve hazırlıklar tamamlandıktan sonra Türkmenler'in Horasan'dan çıkarılmasını emretti. Vezir emrindeki bin atlıyla Herat'a doğru yola çıktı. Bir müddet sonra Vezir'den gelen bir mektubda (19 Nisan 1037), Horasan'ı Türkmenler'den temizlemek için Sultan'ın yazı Herat'da geçirmesi teklif ediliyordu. Sultan bu fikri kabul etmemiş "Merv ve öteki şehirler askerlerimiz ile doludur. Bu bakımdan Herat'da bulunmamıza hiç lüzum yoktur." diyerek Büst'den Gazne'ye dönmüştü (28 Mayıs 1037). Daha sonra Vezir Gazneli ordusunun hazırlıklarını tamamlayarak ciddi tedbirler aldı, Hacib Sübaşı da Merv'e giderek her tarafa bir şahne gönderdi. Bu alınan tedbirler neticesi Selçuklular Nesa ve Ferave tarafına çekildiler. Sultan Mes'ud bu haberden memnun kalarak son durumu görüşmek üzere Vezir'i Gazne'ye çağırdı.

Öte taraftan Karahanlılar'dan Buğra Han Muhammed Gazneliler aleyhine Selçukluları teşvike devam ediyor ve istedikleri kadar asker göndereceklerini bildiriyordu. Selçuklular'a giden bir Karahanlı casusunun yakalanmasından sonra Sultan Mes'ud ileri gelen devlet adamları ile görüştü ve Karahanlılar'a elçi göndermeye karar verdi. Ebu Sadık isimli bir şahsın başkanlığındaki elçi heyeti 22 Ağustos 1037 tarihinde Gazne'den ayrıldı. Bu elçi heyeti Karahanlı hükümdarları Arslan Han Süleyman b. Yusuf ve kardeşi Buğra Han Muhammed ile birbuçuk yıl kadar süren görüşmelerden sonra görevini başarıyla tamamlamış ve Karahanlılar ile Sultan Mes'ud arasındaki dostluğu sağlamıştı.


Sultan Mes'ud'un Hami Kalesine Seferi


Sultan Mes'ud Karahanlılar'a elçi gönderdikten sonra Hindistan'a bir sefer yapmak istediğini açıkladı. Vezir ve öteki devlet ileri gelenleri Horasan ve lrak·ı Acem'in karışıklık içinde bulunduğu bir sırada Hindistan'a sefer yapmasının doğru olmayacağını belirttiler. Ancak Sultan bu fikirleri ve tavsiyeleri dinlemeyerek Hindistan'a gitmekte kararlı olduğunu gösterdi. Ayrıca bu sırada Şehzade Mevdud, Başkumandan Ali Daye ve Vezir idaresinde bir Gazneli ordusu da Selçuklular'ın çıkaracağı bir olaya hemen müdahale edebilmek için Belh şehrine doğru hareket etti. Bundan sonra hazırlıklarını tamamlayan Mes'ud da Kabil yoluyla Hindistan'daki Hansi Kalesine gitmek üzere Gazne'den ayrıldı (6 Ekim 1037). Gazneli ordusu Hansi'ye ulaştı ve Çavhanlar'ın elinde bulunan bu müstahkem kalenin eteğinde ordugah kurdu. Burası şimdiye kadar zabtedilememiş olması nedeniyle "Bakire" kalesi adını taşıyordu. Gazneli ordusu bu kaleyi kuşattıktan sonra savaşa başladı, fakat kaledekiler şiddetle mukavemet ediyorlardı. Sultan kendi hassa kuvvetlerine bahşiş vererek daha gayretli savaşmalarını sağladı. Nitekim bunun faydası görüldü. Gazneli ordusu tarafından beş tünel kazılması sonucu kale duvarı yıkıldı. Bu suretle içeri giren Gazneli ordusu Hanei Kalesi'ni zabtetti (31 Aralık 1037).

Sultan Mes'ud'un bu seferi sırasında Gazneliler tarafından başka kaleler de zabt edilmiş ve itaat altına alınmıştır. Hanei'den sonra Gazneli ordusu Delhi'nin yirmiüç mil kuzeyinde bulunan Sunipat kalesine yöneldi. Buranın hakimi Cay Dibay kurtuluşu kaçmakta buldu. Sultan'ın emriyle kale yağmalandı ve içinde putların bulunduğu mabetler yıkıldı. Gazneliler ordusu daha sonra Delhi'nin yüz mil kadar doğusundaki Rampur olması muhtemel şehre doğru ilerledi. Buranın hakimi de Sultan'a itaat ettiğini bildiren haber ve hediyeler gönderdi. Sultan onun itaatini ve hediyeleri kabul ederek geriye döndü ve 11 Şubat 1038'de Gazne'ye ulaştı.


Gazneliler'in Talhab Bozgunu


Sultan Mes'ud'un Hindistan gazasında kazandığı başarının sevinci, Horasan'dan gelen haberler nedeniyle çok kısa sürmüştü. Sultan'ın yokluğu sırasında Türkmenler Talekan ve Faryab'ı yağma etmişlerdi. Zarara uğrayan başka yerler de vardı. Belh'de bulunan Gazne ordusunun kış mevsiminde Türkmenler'e karşı harekete geçmesi mümkün olmamıştı. Sultan bu haberi duyunca Hindistan'a yaptığı sefer dolayısıyla pişmanlık duydu. Öte taraftan Şehzade Mevdud ve Başkumandan Ali Daye de Belh'den Gazne'ye dönmüşlerdi (24 Mart 1038).

Selçuklular ile savaşacak olan Gazneli kumandan Sübaşı bu sırada Nişabur'da idi. Ancak bu kumandan Selçuklular ile kesin bir savaşa cesaret edemiyor, aynı zamanda işi ticarete dökerek askerlere sattığı buğdaydan kazandığı paralarla kesesini dolduruyordu. Sultan Mes'ud bu durumu öğrendiği zaman onu azarlayan ve ihtarda bulunan mektublar göndererek savaşa teşvik ediyordu. Nihayet bu baskılara dayanamayan Sübaşı Selçuklular ile bir meydan savaşı yapmak için Sultan'dan izin istedi. Sultan Mes'ud Selçuklular'ın durumu hakkında bilgi aldıktan sonra Hacib Sübaşı'ya bir meydan savaşı için gerekli izni verdi. Sübaşı, Sultan'dan aldığı emir üzerine Nişabur'dan harekete geçti ve Selçuklular ile Serahs cıvarındaki Talhab denilen yerde karşılaştı. İki taraf arasında sabahtan öğleye kadar devam eden şiddetli savaşta Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı ve bütün ağırlıkları Selçuklular'ın eline geçti (1038 yılı Mayıs ayı sonu). Hacib Sübaşı beraberinde ancak yirmi gulam olduğu halde Herat'a gelebilmişti.

Bu yenilgiden sonra Sultan Mes'ud Vezir ile son durumu görüşürken Harezm bölgesinin Şah Melik'e verilmesini öne sürdü. Daha önce de bunu arzulamış olan Vezir bu fikri kabul etti. Böylece Selçuklular'ın baş düşmanı Şah Melik Harezm bölgesine tayin edilerek ondan yararlanılmaya çalışıldı.


Selçuklular'ın Nişabur'u İşgali


Selçuklular Sübaşı idaresindeki Gazneli ordusuna karşı zafer kazandıktan sonra Nişabur'u işgal ettiler. Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yınal, Sübaşı'nın mağlubiyetinden oniki gün sonra Nişabur'a gelmiş ve şehrin teslimini istemişti. Halkın ileri gelenleri yaptıkları toplantı sonucu bir savaşa girişmeden şehri Selçuklular'a teslime karar vermişlerdi. İbrahim Yınal şehre girmiş ve aynı zamanda durumu Tuğrul Bey'e bildirmişti. Böylece Sultan Mes'ud adına okunan hutbe "Sultan ül -muazzam - Büyük sultan" unvanıyla Tuğrul Bey adına çevrildi (Haziran 1038). Bu olaydan on gün kadar sonra da Tuğrul Bey Nişabur'a gelmiş ve Sultan Mes'ud'un tahtına oturmuştu. O şehir halkına son derece adil davranacağı hususunda söz verdi.

Sultan Mes'ud bu durumu öğrenince Nişabur ileri gelenlerine harekete geçtiğini bildiren ve onların maneviyatlarını yükselten mektublar gönderdi. Mes'ud daha sonra Vezir'den Velvaliç şehrine gelerek ordunun ve özellikle hayvanların ot ihtiyacını karşılayacak hazırlıklar yapmasını istedi. Sultan da hazırlıklarını tamamladıktan sonra ellibin kişiye yaklaşan ordusuyla 6 Ekim 1038'de Gazne'den ayrıldı.


Böritegin Üzerine Sefer


Karahanlılar'dan Ebu İshak İbrahim b. Nasr, Ali Tegin - oğulları'nın eline esir düşmüş, fakat buradan kaçmayı başararak Özkend'de bulunan kardeşi Aynüddevle Muhammed'in yanına sığınmıştı. Bu sırada Böritegin ünvanını taşıyan İbrahim orada da kalamayacağını anlamış, muhtemelen kendisine sığınacak yeni bir yer bulmak maksadıyla Gazneli veziri Ahmed b. Abdüssamed'e bir mektup yazmıştı. Vezir de bu durumu Sultan'a bildirerek Böritegin ile dost olmak gerektiğini öne sürdü. Ancak Böritegin, Mes'ud'un verdiği cevabdan memnun kalmıyor, Ali Tegin - oğulları'nın eline düşerse Gazneliler'den bir yardım göremeyeceğini anlayarak bir Türk kabilesi olan Kumeciler'in arasında kaçıyordu. Böritegin daha sonra etrafına üçbin kadar atlı toplayarak Gazneliler topraklar üzerindeki halka zararlar vermeye başladı. Sultan Mes'ud bu haberler üzerine Selçuklular'a karşı yürütülen seferden vazgecerek önce Böritegin meselesini çözümlemek kararını verdi. Böritegin onun bu kararını öğrendiği zaman, Vezir'e mektup yazarak olaylardan habersiz olduğunu ve Mes'ud'un huzuruna gelmek istediğini bildirdi. Sultan ise Böritegin üzerine bizzat yürümekte kararlı idi. Nihayet öteki devlet ileri gelenlerinin ve kumandanların tepkisi üzerine Mes'ud, Sipehsalar Ali Diye'yi onbin kişilik bir kuvvetle Böritegin üzerine Huttelan tarafına gönderdi (26 Ekim 1038).


Sultan Mes'ud da Cüzcan'dan hareket ederek Belh'e geldi ve Başkumandan Ali Daye'yi de bu şehre çağırdı. Çünkü Sultan fikrini değiştirmiş ve Böritegin üzerine kendisi sefere çıkmaya karar vermişti. Nitekim o bu maksadla hazırlıklara girişti ve kış mevsiminin başladığı bir sırada Böritegin'in bulunduğu yönde yürüyüşe başladı. Gazneli askerlerin soğuk ve kardan bu seferde çektiği sıkıntı ve zorluk her türlü tasvirin üstünde idi. Buna rağmen Sultan inadından vazgeçmeyerek yürüyüşe devam ediyor ve iradesiyle her türlü zorluğu yeneceğini düşünüyordu. Fakat bu sırada gelen başka bir haber Sultan'ı daha ileri gitmekten ve bütün askerlerin ölümüne sebep olmaktan vazgeçirdi. Bu habere göre, Çağrı Bey kuvvetli bir orduyla Cüzcan üzerine yürümüştür ve Ceyhun kenarına ulaşarak muhtemelen bu nehir üzerindeki köprüyü yıkacaktır. Sultan Mes'ud bu haberden son derecede telaşa düşerek izlemekte olduğu hareketi değiştirdi. Ayrıca Böritegin de bulunduğu yerden ayrılarak başka bir tarafa gitmişti. Sultan onu yakalamaktan ümidini kesti ve Ceyhun üzerindeki köprünün de yıkılmasından korkarak acele geri döndü ve Tırmiz'e ulaştı (25 Ocak 1039). Sultan'ın geri döndüğünü işiten Böritegin fırsatı kaçırmamış, Gazneli ordusunun ağırlıklarının bir kısmını ele geçirmişti. Mes'ud ise Tırmiz'den ayrılarak Belh şehrine geldi. Bu sırada Çağrı Bey de Faryab ve Şuburgan'a giderek etrafı yağmalamıştı. Bu arada on Türkmen atlısı Sultan'ın Belh'de konakladığı bahçenin yanına kadar gelerek dört Hindli piyadeyi öldürmüşler ve Mes'ud'a ait bir fili de çalıp götürmüşlerdi. Bu olay artık Gazneliler Devleti'nin temellerinin çürüdüğü ve Gazneli askerlerin ve devlet büyüklerinin görevlerinde sorumsuz ve tedbirsiz davrandıkları hakkında halkda mevcut olan görüşleri kuvvetlendirmişti. Nitekim halk "Bu adamlar o kadar gaflet içindeler ki, düşmanları Sultan'ın filini bile götürebiliyorlar." diyerek hislerini belli ediyordu. Sultan Mes'ud bu haber sebebiyle çok üzüldü, fil bekçilerine ağır hakaretlerde bulundu, onlardan filin bedeli olarak yüzbin dirhem alınmasını ve bu olayda ihmali görülen Hindli fil bekçilerinden birkaç tanesinin döğülmesini emretti.


Ulya- Abad Savaşı


Bu olaylardan sonıa Çağrı Bey'in hacibi olan Altı adındaki bir Türkmen emrindeki ikibin atlıyla Belh civarındaki iki köyü yağmalamıştı. Sultan Mes'ud'un gönderdiği Gazneli kuvvetler karşısında Altı ve emrindekiler Ulya - abad'a çekildiler. Bu durumdan haberdar olan Çağrı Bey cesaretlendi ve Şuburgan'dan Ulya - abad'a geldi. Sultan Mes'ud otuz filin de yer aldığı ordusunu hazırlayarak harekete geçti. İki taraf arasında 6 Nisan 1039 tarihinde şiddetli bir savaş başladı. Gazneli ordusunda muhtelif sınıflara mensup askerlerden başka altıbin de saray gulamı vardı. Gruplar halinde yapılan savaşta bir sonuç alınamayacağını anlayan Sultan Mes'ud'un bin gulam ile Çağrı Bey'in emrindeki Türkmenler üzerine hücum etmesi savaşın gidişini değiştirdi. Türkmenler bozguna uğrayarak çöllere çekildiler. Gazneli askerler bu kaçanları takip etmek istedilerse de, Sultan çölde takibin tehlikeli olacağını söyleyerek onları engelledi. Ayrıca o Selçuklu esirlere iyi davranarak serbest bırakmıştı. Mes'ud 14 Nisan 1039'da Belh şehrine döndü.


Böritegin'den Elçi Gelmesi


Bu savaştan biraz sonra Karahanlı Böritegin'den Sultan Mes'ud'un huzuruna bir elçi geldi. Böritegin gönderdiği mektubda hatasını itiraf ediyor ve kusurunun bağışlanmasını rica ediyordu. Bu sırada Çağaniyan bölgesinin hakimi genç yaşta ölmüş ve yerine geçecek erkek çocuk bırakmamıştı. Börtegin de Çağaniyan'daki Kumeciler'in desteğini sağlamıştı. Bu bakımdan Sultan adı geçen bölgenin idaresini Böritegin'e verdi. Sultan'ın maksadı Böritegin'i kendi tarafına çekip, Selçuklular'ın ittifakından ayırmaktı. O Türkmenler ile savaşırken, Maveriünnehir yönünden emin olmak istiyordu. Bu suretle Sultan, Böritegin ile Ali Tegin oğulları'nın arasındaki anlaşmazlıktan yararlanarak birbirleriyle çarpıştıracak, onların Ceyhun'u geçmelerine engel olacaktı. Bu Sultan için uygun bir plan olarak gözüktüyse de tatbikatta o kadar başarılı değildi. Biraz sonra Böritegin Çağaniyan'ı işgal etti. Fakat bu işgal şimdiye kadar Gazneliler'e taraftar ve Türkmenler'e karşı olan Ali Tegin oğulları'nın Sultan'dan nefret etmelerine sebep oldu. Böritegin de, kendisine yaptığı bütün iyi niyet gösterilerine rağmen, Sultan'a güvenemiyordu. Onun fırsat bulur bulmaz, kendisini ezeceğini biliyor, bu bakımdan sahte bir dostluk gösteriyordu. Bir süre sonra Sultan ile Selçuklular arasında yeni bir savaş başlar başlamaz, Böritegin de Selçuklular'ın tarafını tuttu.


Serahs Savaşı



Sultan Mes'ud 12 Mayıs 1039 tarihinde• Serahs'a gitmek üzere Belh şehrinden ayrıldı. Onun emrindeki kırk ellibin kişilik ordu teçhizat bakımından mükemmeldi. Bu Gazneli ordusunun karşısına çıkacak bütün Türkistan ordularını yenebilecek güçte olduğu söyleniyordu. Sultan Ramazan ayının başında (27 Mayıs 1039) Talekan şehrine geldi ve orada iki gün kaldıktan sonra ordusunu düzene sokarak yürüyüşe devam etti. Bu sırada haberciler, Tuğrul Bey'in Nişabur'dan, Musa Yabgu'nun da Merv'den Serahs'a geldiğini bildirdiler. Çağrı Bey de zaten orada idi. Söylendiğine göre Selçuklular'ın yirmibin atlısı vardı. Öte taraftan Sultan Mes'ud daha önce Selçuklular tarafına kaçan Gazneli askerlere de güvenmekte idi. O savaş sırasında bu kaçak askerlerin kendi sancağını görünce geri döneceğini sanıyordu. Çünkü o bunun için para sarfetmişti. Ancak Mes'ud çok geçmeden yanıldığını gördü. İki ordu arasında Talhib denilen yerde başlayan öncü savaşlarında, daha çok Selçuklular tarafına geçen Gazneli askerler Sultan'ın ordusuna karşı çarpıştılar. Onların kendi tarafına geçeceğini sanan Sultan Mes'ud bu suretle aldatıldığını anlamış oldu. Sultan Mes'ud Ramazan ayı sebebiyle kan dökmemek için savaşmıyor, Bayram'dan sonra bir meydan savaşı yapmak istiyordu. Bu sebebten iki taraf arasındaki çarpışmalar Ramazan ayı'nın sonuna kadar sürdü. Bayram'ın ertesi günü Sultan Mes'ud ordusunu tekrar savaş düzenine sokarak harekete geçti, Tuğrul Bey, Çağrı Bey ve Musa Yabgu idaresindeki Selçukluları Serahs çölündeki savaşta bozguna uğrattı (27 Haziran 1039). Mes'ud çekilen Selçuklu kuvvetlerini yarım fersah kadar izledi. Daha sonra da Piri adında bir kumandan idaresinde bir miktar asker Selçuklular'ın peşine gönderildi. Ancak Piri ve emrindekiler korkuya kapılarak görevlerini yerine getirmediler. Onlar ordugahtan biraz uzaklaştıktan sonra uygun bir yerde istirahat ettiler ve geri dönerek kimseyi bulamadıklarını söylediler. Herkes onlara inanmıştı, aslında hakikat hiçte öyle değildi.

Sultan Mes'ud 30 Haziran günü Serahs'a ulaşarak bir su kenarında konakladı. İşte bu sırada Selçuklu öncüleri tekrar göründü, bunlar daha sonra Gazneliler'in kenarında konakladıkları suyun yönünü değiştirdiler. Şimdi Gazneli ordusunu meşgul eden en önemli mesele su bulmak olmuştu. Gazneli kuvvetleri Selçuklular üzerine yürüdü. İki taraf arasındaki savaş ikindi vaktine kadar sürdü, gerek Gazneli ve gerekse Selçuklu ordusundan çok sayıda ölü ve yaralı vardı. Savaştan dönen Gazneli ordusu mensupları galibiyet genellikle Selçuklular'da kaldığından üzgündüler. Ordudaki gizli haberciler ise Sultan'a askerlerin gevşek ve zayıf durumda olduğunu bildirdiler. Ayrıca kumandanlar da ot kıtlığından ve yoksulluktan şikayetçi idiler. Sultan gizlice ordunun içine girmiş ve kumandanların söylediklerini gözleriyle görmüştü.


Gazneliler ile Selçuklular Arasında Geçici Barış


Bu olaylardan sonra Gazneli veziri Sultan'a Selçuklular ile bir andlaşma yapmak fikrini savunmuş, devlet ilerigelenlerinin de katıldığı bir toplantıda uzun görüşmelerden sonra bu fikir kabul edilmişti. Gazneli elçisi olarak Ebu Nasr Zevzeni seçildi. Vezir'den gerekli talimatı alan Ebu Nasr Selçuklular'ın yanına gitti. Selçuklu reisleri elçinin gelişinden sonra toplanarak durumu görüştüler. Neticede onlar da Gazneli Veziri'nin barış teklifini kabule karar verdiler. Bu andlaşma şartları şöyle idi:

1-)Gazneliler geri dönecek ve Herat'a gidecek,

2-)Selçuklular daha önce bulundukları vilayetlerde kalacaklar,

3-)Halka taarruz etmemek ve mallarına el koymamak şartıyla Nesa, Baverd, Ferave ve çevresi Selçuklular'a teslim edilecek.

4-)Selçuklular halen hakim oldukları üç yerden (Nişabur, Serahs ve Merv) çekilecek ve onlara verilen vilayetlere gidecekler,

5-)Gazne ordusu Herat'a çekildiği zaman Selçuklu elçileri de buraya gelecek ve kesin andlaşma işi orada ele alınacaktı.

Selçuklular bu şartları kabul ettikten sonra kendilerine verilmiş olan yerlere doğru çekildiler. Gazneli elçisi ordugahına döndüğü zaman Vezir'e Selçuklular hakkındaki görüşlerini açıklamış, onların bu fırsattan yararlanarak hazırlık yapmayı uygun gördüklerini, Gazne ordusu Herat'a döndüğü zaman eski hareketlerini tekrarlayacaklarını ve Selçuklular'a güvenilmemesi gerektiğini belirtmişti. Buna karşılık Gazneli Veziri de kendisine güvenmekte, o da hazırlık yapacağını ve tedbirler alacağını, Selçuklular rahat durursa Üzerlerine gidilmeyeceğini ifade etmişti. Gazneli ordusu bu geçici barıştan sonra Herat'a ulaştı (Ağustos 1039).

Sultan Mes'ud birkaç gün istirahat ettikten sonra her tarafa öncü kuvvetleri gönderdi. Bunlar görev alanlarına giderek oralarda Gazneli hakimiyetini tekrar sağladılar. Her tarafta vergi memurları yeniden işe başlayarak paralar topladılar. Böylece Sultan Selçuklu işgali altında kalan topraklar üzerinde idari teşkilatı yeniden düzenlemeye çalışıyordu. Mes'ud Herat'a geldikleri zaman Selçukluları karşılayarak taraftarlık göstermiş, isteyerek veya istemeyerek onları övmüş olan kimseleri cezalandırmaya başladı. Nitekim o kendisine nasihat eden şair Mes'ud Razi'yi Hindistan'a sürdü. Çünkü Mes'ud Razi şiirinde "Muhalifler karıncalar idiler, yılan oldular. Yılan olmuş karıncalardan çabuk öç al. Bundan böyle onlara zaman verme, Zira yılan zaman bulursa ejderha olur." demişti.

Sultan Mes'ud Herat'da iken Tuğrul Bey'in Nişabur'a döndüğünü, Çağrı Bey'in Serahs'da kaldığını öteki Türkmenler'in Nesa ve Baverd'e gittiklerini öğrendi. Bu durum Selçuklular'ın andlaşma şartlarına uymayarak işgal ettikleri yerlerden çekilmediklerini gösteriyordu. Sultan Mes'ud Herat'daki hazırlıkların yanısıra Cürcan hakimi Ebu Kalicar ve oradaki görevlilerden Ebu Sehl Hamduy ve Suri'ye mektup gönderdi, Tus ve Nişabur tarafına yürüyeceğini haber vererek onların da Nişabur'da bulunmalarını emrediyor, dünyayı Selçuklular'dan temizleyeceğini bildiriyordu. O Kurban Bayramını Herat'da kutladı (2 Eylül 1039) ve büyük bir merasim yaptırdı. Bayram günü atlı ve yaya askerler bütün silah ve teçhizatları ile meydana geldiler, sözüne güvenilir yaşlılar bütün ömürleri boyunca böyle bir ordu görmediklerini söylediler.

Fakat Selçuklular da boş durmuyorlar, her taraftan gelen mektublara göre, onlar da gelecekteki bir savaş için hazırlanıyorlardı. Bu sırada Selçuklular Karahanlılar'dan Böritegin'e yardımcı olarak onun Ali Tegin oğullarını mağlup etmesini sağlamışlardı. Bu sayede Böritegin'in Maveriünnehr'i ele geçirmesi yakınlaşmıştı. Selçuklular Harezmşah Altuntaş'ın oğlu İsmail Handan ile de dost idiler. Ceyhun nehri her taraftan aşılmış ve Horasan'ı yağmalamak için akın akın insanlar gelmeye başlamıştı. Mektublarda anlatılan bir olay bu devrede Horasan'daki Gazneli otoritesinin nasıl sıfıra indiğini gayet güzel gösterir. Amül'de tek eli, tek ayağı ve tek gözü olan ihtiyar bir kadın gördüler elinde bir kazma vardı. Niçin geldiğini sordukları zaman, Horasan ülkelerinin hazinelerinin yerin altından çıkarıldığını işittim. Biraz da ben götüreyim diye geldim." şeklinde bir cevap verdi. Bu mektubdan çıkan neticeye göre; artık herkes Mes'ud'un idaresinin çökmekte olduğunu anlamış ve ortada otoritesiz kalan Gazneli Devleti'nden birşeyler koparmak istemiştir. Bu durumu anlamayan tek kişi belki de Sultan Mes'ud'dur.


Sultan Mes'ud'un Nişabur'a Yürümesi


Sultan Mesud Gazne'den istediği teçhizat ve askerler geldikten sonra Kasım 1039'da Herat'dan ayrılarak Buşenc'e doğru ilerledi. Onun emrindeki ordu savaş filleriyle, ağırlığı hafif çok sayıda piyade ve atlılardan oluşuyordu. Sultan Buşenc sahrasında ordusunu savaş düzenine soktu. Bu düzene göre; Sultan merkeze, Sipehsalar Ali sağ kanada ve Büyük Hacib Sübaşı da sol kanada kumanda edecekti. Ayrıca bu orduda elli tane seçkin fil vardı. Tuğrul Bey bu sırada Nişabur'da idi. Sür'atle hareket eden Sultan Mes'ud doğrudan Nişabur'a gidecek olursa, Tuğrul Bey'in kaçacağını bildiği için önce Tus şehrine yürüyüp onu şaşırtmak istiyordu. Bu durumda Tuğrul Bey Nişabur'dan daha geç harekete geçecekti. Mes'ud düşündüğünü uygulamak için bulunduğu yerden sür'atle Tus'a doğru ilerledi. Tuğrul Bey ise yol üzerine yerleştirdiği gözcüler vasıtasıyla Mes'ud'un geldiğini ve yolları kapatacağını öğrenerek sür'atle Nesa tarafına çekildi. Bu hususda kendisine şansı da yardımcı olmuştu. Sultan Mes'ud'un rahatsızlanması ve bindiği filin sürücüsünün hayvanı yavaş sürmesi, Tuğrul Bey'e yaramıştı. Daha sonra Sultan sür'atle yürüyüşe devam etti ise de, Tuğrul Bey'i yakalayamadı. Gazneli öncüleri Habuşan kasabasına geldiği zaman, Tuğrul Bey'in buradan biraz önce ayrılmış olduğunu anladılar. Sultan Mes'ud ordusunu Habuşan'da iki gün dinlendirdi ve bu sırada yanına gelen Ebu Sehl Hamduy ve Suri'ye derhal Tuğrul Bey'in ayrıldığı Nişabur'a gitmelerini ve bu şehri zabt etmelerini buyurdu. Onlar gittikten sonra Sultan da atlıar ile Baverd'e bir akın yaptı. Bu sırada Tuğrul Bey Baverd'e gelmiş ve kendisinden önce oraya ulaşmış olan Çağrı Bey ve öteki Türkmenleri bulmuştu. Selçuklular henüz şehri terketmişti ki, Sultan Mes'ud Baverd sahrasına ulaştı. Eğer Gazneli kuvvetleri biraz daha sür'atli hareket etselerdi, Selçukluları yakalamaları işten bile değildi. Selçuklular ise süratle Nesa'ya çekildiler. Ertesi gün Gazneli ordusu Nesa'ya doğru yürüdü. Bütün bölge korku ve heyacan içinde kaldı. Selçuklular bu devamlı takip sebebiyle çok güç durumlara düşmüşlerdi. Sultan Mes'ud birkaç gün Nesa'da kaldı, bu sırada Harezm'de bulunan bir grup asker ve kumandanlar gizlice haber göndererek Sultan'a olan sadakatlarını bildirdiler. Öte taraftan Gazneli askerler hayvanlarına ot bulamadıkları için sızlanmaya başladılar. Bu durumda Sultan Nesa'dan ayrılmak zorunda kaldı ve 16 Ocak 1040 tarihinde Nişabur'a girdi.

Sultan Mes'ud'dan bir süre önce Nişabur'a gelmiş olan Suri, Tuğrul Bey'in oturduğu tahtı parçalatmış ve parçalarını fakirlere vererek yenisini yaptırmıştı. Ayrıca Selçuklular'ın kullandıkları ahırları da yıktırmıştı. Ancak Suri bütün gayretine rağmen yirmi günlük ot toplayabilmişti. Bu sırada Nişabur tamamiyle harab olmuş, sadece birkaç bina ayakta kalmıştı. Şehirde yiyecek namına birşey bulunmuyordu. Açlıktan birçok ailenin bütünüyle yok oldukları görülüyordu. Sıkıntı çeken yalnız halk değildi, Gazneli ordusu da yiyecek ve binek hayvanları için de ot sıkıntısı çekiyordu. Sultan Mes'ud da bizzat ordunun ihtiyacını sağlamakla uğraşıyordu. Ot kıtlığının gittikçe artması üzerine Damğan'a kadar develer yollanarak oradan ot getirildi. Türkmenler de kıtlık ve yokluk içinde olduklarından kendi dertleriyle meşgul idiler, bu sebeble Gazneliler'e ot getirenlere dokunmamışlardı.


Sultan Mes'ud'un Serahs'a Hareketi


Sultan Mes'ud 16 Mart 1040 tarihinde Tus şehrine doğru yola çıktı. O müsait bir sahrada konakladığı sırada; Serahs, Baverd, Nişabur ve çevredeki yol başlarına öncü kıtaları gönderdi. Öte taraftan Selçuklular da harekete geçerek Serahs'a gelmişler ve onlar da öncü birlikler çıkarmışlardı. Her iki taraf da dikkatli idiler. Sultan Mes'ud ordusunu savaş düzenine sokmuştu. Buna rağmen o askerin büyük kısmıyla Selçuklular'ın üzerine yürümüyor, buğdayın gelmesini bekliyordu. Ancak kıtlık hala sürmekte idi. Gazneli kumandanlar ot bulunamadığı için ordunun isyan etmesinden korktular ve durumu Sultan Mes'ud'a bildirerek harekete geçilmesini istediler. Sultan bu teklifi kabul ederek Serahs'a doğru yürüyüş emri verdi (5 Mayıs 1040). Gazneli ordusu bu yolda çok sıkıntı çekti. Sultan ve ordusu 14 Mayıs günü Serahs'a ulaştı. Fakat Gazneliler bu şehirde de umduklarını bulamadılar, yiyecek ve su sıkıntısı burada da devam etti. Serahs'a geldiği zaman sıkıntıların biteceğini sanan Sultan Mes'ud ordunun perişanlığını görünce çok şaşırmıştı. O daha sonra Merv şehrine gitmeye karar verdi ve bu fikrine karşı çıkacakların boynunu vurduracağını söyledi.

Öte taraftan devlet ilerigelenlerinin bütün dikkatine rağmen Gazneli ordusunda çözülmeler başlamış, Sultan ile kumandanlar arasında da komuta meselesi nedeniyle bir huzursuzluk ortaya çıkmıştı. Kumandanlar Sultan'ın kendi şahıslarına karşı göstermiş olduğu küçük düşürücü hareketler sonucu canlarını tehlikede görerek bu duruma üzülüyor ve gereken fedakarlığı göstermiyorlardı.


Selçuklular ile Karşılaşma


Gazneli ordusu 17 Mayıs 1040 tarihinde Serahs'dan Merv'e doğru yürüyüşe başladı. Fakat ordunun bütün fertlerinin maddi ve manevi kuvvetleri tamamen bozulmuştu, hemen hepsi şaşkın ve perişan bir halde idi. Ayrıca yollarda su bulunamadı. Hiç kimsenin şimdiye kadar su kıtlığını hatırlamadığı bu yollarda büyük kaynakların bile kurumuş olduğu görüldü. Bütün bu sıkıntılara rağmen Sultan yürüyüşten vazgeçmiyordu. Serahs'dan hareketin üçüncü günü susuzluk devam ettiğinden çare olarak kuyular kazılmasına karar verildi. Yürüyüşün sürdüğü 22 Mayıs günü birdenbire karşıdan bin Türkmen atlısı ile Gazne ordusundan Selçuklular tarafına geçenlerden oluşan beşyüz atlı göründü. Bunlar ile Gazneliler arasında şiddetli bir savaş başladı. Selçuklu öncüleri Gaznelileri konak yerine kadar izlediler. Sultan Mes'ud Selçuklular'ın savaştaki cesaretini gördüğü zaman bu yürüyüşü yaptığına pişman oldu. O devlet ilerigelenleri ve kumandanlar ile görüşerek bundan sonra ne yapılacağı hususunda onların fikirlerini sordu. Ancak devlet ilerigelenleri yürüyüş hususunda inadçı kararını bildirdiklerinden söz söylemeğe cesaret edemediler. Sultan'ın ısrarı üzerine söz alan Vezir, iş bu duruma geldikten sonra geri dönülemeyeceğini, yoksa neticenin hezimet olacağını ve Merv'e ulaşıldığı zaman işlerin düzeleceğini belirtti. Toplantıda bulunanlar Vezir'in bu fikrini beğendiler, fakat orduda düzensizlik belirtileri bulunduğunu söylediler.

Sultan Mes'ud 23 Mayıs günü ordusunu savaş düzeninde harekete geçirdi. Gazneli ordusu henüz bir fersah mesafe yol almıştı ki, sağdan soldan büyük grublar halinde Selçuklular göründüler ve savaşa başladılar. Gazneli ordusu Selçuklular'ın bu saldırısı karşısında çok yavaş ilerliyebiliyordu. Daha önce Selçuklular'ın yanına geçmiş olan Gazneli askerler Sultan'a ait gulamlar ile konuşarak kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlardı. Gulamların kumandanı Beytoğdı ise Sultan kendisini gücendirdiği için işi hafife alıyordu. Sultan Mes'ud ve öteki kumandanlar iyi çalışıp, savaşarak o gün olması muhtemel büyük bir hezimetin önünü almışlardı. Gazneli ordusu yürüyüşe devam ederek su kenarına ulaştı. Artık hiç kimse de bu savaşın kazanılacağı hususunda ümid kalmamıştı, büyük bir bozgun olacağı anlaşılmıştı. Gazne ordusu savaşmaktan çok bozgundan nasıl kaçacağını düşünüyordu. Bunun için gizlice hızlı koşan dişi develer, kuvvetli atlar hazırlanıyor, mal ve paralar için korku duyuluyor, sanki kıyamet kopacakmış gibi herkes birbiriyle vedalaşıyordu.


Dandanakan Savaşı



Ertesi günü 24 Mayıs 1040'da Gazne ordusu Dandanakan Kalesi'ne doğru ilerlerken Selçuklu kuvvetleri hücuma geçti. Gazneli ordusu bu hücuma rağmen öğleye doğru Dandanakan Kalesi'ne ulaşabildi. Sultan Mes'ud kalenin yanında konaklama teklifini kabul etmeyerek ordusunun su sıkıntısını önlemek için beş fersah ilerdeki havuza gidilmesini emretti. Bu hareket Gazne ordusunun düzenin bozulmasına ve savaşın kaybedilmesine yol açan bir emirdi. Bu sırada üçyüzyetmiş saray gulamı Gazne ordusundan ayrılarak Selçuklular'ın tarafına geçtiler ve daha önce kaçmış olanlar ile birleştiler. Onlar daha sonra şiddetle hücuma geçtiler. Bu hücum; zaten bitik, yorgun ve moralsiz Gazneli ordusunun çökmesine ve etrafa dağılmasına sebeb oldu. Sultan Mes'ud emrindeki birkaç kumandan ve kendisine sadık bir mikdar gulam ile hemen hemen yalnız kalmıştı. Hacib Beytoğdı ve emrindeki gulamlar çöllere kaçarken, Gazneli ordusunda bulunan öteki askerler de her biri bir tarafa dağılmışlardı. Sultan Mes'ud kahramanca savaştı ise de, yanında sonucu değiştirecek sayıda asker yoktu. Neticede yanında kalanların ısrarıyla Sultan Mes'ud da savaş alanını terketti. Selçuklular bir taraftan Gazneli ordusunun ağırlıklannı yağmalarken, diğer taraftan da kaçanları takip ediyorlardı. Bu savaşı kazanmakla Selçuklular kesin bir şekilde devletlerini kurmuş oldular. İki Türk devleti arasındaki bu savaşta talih Selçuklular'a gülmüştü.

Savaş alanını terkeden Sultan Mes'ud önce Merv ovasında bulunan Berkdiz kalesine, daha sonra da Garcistan tarafına kaçtı. Beraberinde kardeşi Abdürreşid, oğlu Mevdud ve devlet ileri gelenlerinden bazıları bulunuyordu. Sultan 31 Mayıs günü Garcistan ve sonra Gur'a ulaşmıştı, nihayet 21 Haziran 1040 tarihinde Gazne'ye geldi. Herkes onu teselli ediyor, Dandanakan mağlubiyetinin nadir olaylardan biri olduğunu söylüyordu.

Öte taraftan Çağrı Bey Belh'e gitmiş ve buranın valisi Altuntak Hacib'den kendisine itaat etmesini istemişti. Sultan Mes'ud Belh'den yardım isteyen mektup ulaştığı zaman, Hacib Altuntaş'ın bin atlı ile gönderilmesini kararlaştırdı. Ancak bu Gazneli kuvveti de Selçuklular tarafından mağlup edilmişti. Bu olaylar olurken Sultan Mes'ud; Hacib Sübaşı, Beytoğdı ve Ali Daye gibi kumandanları tutuklatarak onların mallarına el koymuştu. Sultan, Altuntaş'ın mağlubiyet haberini aldığı zaman, artık gönlü Gazne'den geçmişti. O Çağrı Bey'in Belh'i aldıktan sonra Gazne'ye gelmesinden korkmakta ve bu sebeble Hindistan'a gitmeyi düşünmekte idi. Sultan yine de oğlu Mevdud ve Veziri Ahmed b. Ahdüssamed'i Selçuklular ile mücadele için görevlendirdi. Bu Gazneli ordusu 22 Eylül 1040 tarihinde Belh'e gitmek üzere Gazne'den ayrıldı.



Sultan Mes'ud'un Hindistan'a Hareketi ve Ölümü


Sultan Mes'ud Selçuklular'dan korktuğu için Hindistan'a gitmeyi aklına koymuştu. Bu maksadla hazırlıklara başlayarak kardeşi Muhammed ve dört oğlunu Nagar Kalesi'nden Gazne'ye getirtti (11 Ekim 1040). Sultan kardeşi Muhammed ve oğullarından kendisine muhalefet etmeyecekleri hususunda yeminler aldı. O daha sonra Gazne'deki hazinenin götürülmek üzere hazırlanmasını istedi. Bu işler düzenlenirken annesi, halaları, kızkardeşi ve kızlarına Hindistan'a gitmek için hazırlık yapmalarını bildirdi. Sultan Mes'ud başta annesi, vezir, devlet ileri gelenleri ve kumandanların Hindistan'a gitmekten vazgeçilmesi hususundaki bütün itiraz ve başvuruları kabul etmedi. Ayrıca o oğlu Mecdud'u ikibin atlı ile bölgeyi emniyet altına alması için Multan'a gönderdi. Bundan sonra Mes'ud, babası Mahmud'un muhtelif kalelere yerleştirilmiş olan hazinelerinin Gazne'de toplanmasını emretti. Sultan beraberinde bu hazineler ve harem mensupları olduğu halde muhtemelen 15 Kasım 1040'da Hindistan'a gitmek üzere Gazne'den ayrıldı.

Sultan Mes'ud Sind nehrini geçtikten sonra Mirikale denilen yerde hazineye göz koymuş olan Türk ve Hindli gulamların ayaklanmasıyla karşılaştı. Bunlar hazineyi yağmalayıp paylarını aldıktan başka, ordunun öteki kısmını da isyana teşvik ettiler. Bu suretle devlet ilerigelenlerinin daha önce söyledikleri gibi, Sultan'ın hazineyi beraberine almasıyla doğacak tehlike ortaya çıkmış oldu. İsyan eden Gazneli ordusu Mes'ud'un kardeşi Muhammed'in etrafına toplanarak onu ikinci kez sultan ilan ettiler (21 Aralık 1040). Mes'ud ise Rıbat-ı Marikale'ye gitti ve ertesi günü kendisine sadık kalanlar ile isyanı bastırmaya çalıştı. İki taraf arasındaki savaş sırasında Mes'ud'un bütün gayretleri sonuç vermeyince, tekrar kaleye sığınmak zorunda kaldı. Ancak Muhammed'in taraftarları onu esir almaya muvaffak oldular. Mes'ud zincire vuruldu ve beraberinde, Yusuf Kadır Han'ın kızı olan eşi Sare Hatun olduğu halde Giri Kalesi'ne gönderilerek hapsedildi. Sabık Sultan daha sonra o kalede öldürüldü (17 Ocak 1041).

Sultan Mes'ud sağlam yapılı, güçlü kuvvetli ve cesur bir hükümdardı. Bu özelliklerini muhtelif savaşlarda döğüşkenliği ile ispat etmişti. Fakat devlet idare etmede o babasının akıl ve bilgisinden yoksundu. Kendisine devlet idaresinde doğru yol gösterilmesine rağmen yanlış fikirlerinde inatla ısrar etmesi ölümünü hazırlayan başlıca sebebdi. Ancak o cömert bir hükümdardı ve birçok erdemlere sahibdi. Fakirlere çok sadaka verir ve yardım ederdi. Söz gelişi bir defasında Ramazan ayında fakirlere bir milyon dirhem gümüş para dağıtmıştı.


SULTAN MUHAMMED'İN İKİNCİ SALTANATI


Sultan Muhammed ikinci kez tahta çıkarıldıktan sonra hemen başkent Gazne'ye dönmemiş ve kışı Peşaver taraflarında geçirmişti.

Şehzade Mevdud ise babası Mes'ud tarafından Selçuklular ile mücadele için Belh tarafına gönderilmişti. Mevdud Selçuklular ile yaptığı mücadelede başarılı olamayarak Hupyan kasabasına çekildi. Bu yenilgi üzerine Belh valisi Altuntak Selçuklular'a itaata mecbur kalmış, şehri Çağrı Bey'e teslim ettiği gibi, onun hizmetine de girmişti. Mevdud bu sırada babasının ölümünü ve amcası Muhammed'in tahta geçtiğini haber aldı. O bu durumu öğrendikten sonra intikam almak için derhal amcasının üzerine yürümek istedi. Fakat veziri olan Ahmed b. Abdüssamed onun bu hareketini engelledi ve "Önce Gazne'ye gitmek ve orayı zaptetmek daha doğrudur. Eğer Gazne'yi ele geçirirsek ordu çabuk itaat eder." dedi. Vezir'in bu sözlerini doğru bulan Mevdud beraberindeki askerler ile Gazne'ye geldi. Bütün Gazne halkı onu karşılayarak önce başsağlığı dilediler, sonra da ona tabi olduklarını bildirdiler. Mevdud bütün kış aylarını saltanatı amcası Muhammed'in elinden alabilmek için hazırlıklar yaparak geçirdi. Nihayet Bahar geldiği zaman, o hazırladığı orduyla gayesini gerçekleştirebilmek maksadıyla amcasının üzerine yürüdü.

Öte taraftan Mes'ud öldürülmesinden sonra ordu ve halk nazarında davranışları sebebiyle Sultan Muhammed ve oğullarının itibarı kalmamıştı. Onların askerleri tarafından Peşaver bölgesi yağma edilmişti. Sultan Muhammed kış sonunda bulunduğu Peşaver şehrinden Gazne'yi almak için harekete geçti. Muhammed ve Mevdud'un orduları Kabul nehri vadisindeki Nangrahar bölgesinde bulunan Dunpur denilen yerde (bugünkü Celalabad) karşılaştılar. Bu sırada Sultan Muhammed'in yanında sadece gulamlar ve askerlerden meydana gelen bir ordu bulunuyordu. Her iki taraf da kuvvetlerini düzene koyduktan sonra savaşa başladılar. Bu savaş bütün gün sürmüş, fakat bir sonuç alınamamıştı. Mevdud taht mücadelesini kazanmak için bir çare bulmaya çalıştı. Bu sırada Sultan Mahmud'un oğlu Ahdürreşid, Muhammed ile beraberdi. Mevdud yaptığı bir anlaşmayla onun tarafsızlığını sağlamaya muvaffak oldu. Ertesi günü iki ordu savaş düzeninde yer alarak çarpışmaya başladı. Ahdürreşid sözünü tutarak savaşa katılmadı. Bu durumdan yararlanan Mevdud Muhammed'in ordusunu mağlup etti. Neticede hezimete uğrayan Muhammed'in taraftarları dağıldı (8 Nisan 1041). Mevdud'un adamlarından Ertegin Hacib saray gulamları ile kaçanların peşine düştü, Muhammed taraftarlarından birçoğu öldürüldü ve esir alındı. Sultan Muhammed ve oğulları da esirler arasında bulunuyordu. Muhammed ve oğullarıyla Mes'ud'a isyan edenlerin elebaşları cezalandırıldılar. Bunların bir kısmı ok yağmuruna tutularak, bir kısmı da atların arkalarına bağlanarak öldürüldüler. Bu intikam fırtınasından sadece Muhammed'in oğlu Abdürrahim, isyan sırasında amcası Mes'ud'a gösterdiği hürmet sebebiyle, kurtulabilmişti. Bir rivayete göre; Mes'ud hapsedildiği zaman yeğenleri Abdurrahman ve Abdürrahim amcalarının yanına gittiler. Abdurrahman uzanıp amcası Mes'ud'un başından sarığını aldı, Abdürrahim de sarığı kardeşinden alarak ona çıkıştı ve sarığı öptükten sonra tekrar amcasının başına koydu. İşte bu olay ve amcasına gösterdiği hürmet Ahdürrahim'in hayatını kurtarmıştı.

Mevdud bu savaşı kazandığı yere bir köy ve ribat yaptırarak ona Fethabad ismini verdi, daha sonra muzaffer bir şekilde Gazne'ye döndü (28 Nisan 1041). Bu suretle Muhammed'in üç ay onsekiz gün sürmüş olan ikinci saltanat devresi de sona ermiş oluyordu. Bir süre sonra Muhammed Mevdud tarafından öldürtüldü.


SULTAN MEVDUD'UN SALTANATI


Mevdud Gazne'ye döndükten ve saltanat tahtına oturduktan sonra vezirliği yine Ahmed b. Abdüssamed'e verdi. Ancak Mevdud henüz Gazneliler Devleti üzerinde kesin olarak hakimiyet kuramamıştı. Daha önce babası zamanında Multan'a gönderilen kardeşi Mecdud'un yanında da kuvvetli bir ordu bulunuyordu. Mecdud da babasının öldürüldüğünü öğrendiği zaman sultanlığını ilan etmişti. Bu durumu öğrenen Mevdud onu ortadan kaldırmak için hazırlıklara girişti. Öte taraftan Mecdud da büyük bir orduyla Lahor yolunu takip ederek Gazne'ye doğru ilerliyordu. O Kurban Bayramı (11 Ağustos 104l)'nı Lahor'da kutladıktan üç gün sonra esrarengiz bir şekilde çadırında ölü bulundu. Mecdud'un ölüm sebebi anlaşılamadı. Böylece Hind ülkesinin idaresi de Mevdud'un eline geçiyor ve tek başına Gazneli sultanı oluyordu.


Sistan Olayları


Selçuklular'ın Sistan'a hakim oldukları sırada, Gazneliler'e bağlı bazı şahısların Sultan Mevdud'dan yardım istedikleri anlaşılıyor. Onlar Sultan Mevdud'dan aldıkları orduyla Sistan şehri önüne gelerek konakladılar. Bu Gazneli ordusunun başında Kaymaz el-Hacib bulunuyordu. Sistan'da Selçuklular adına hüküm süren Ebu'l·Fazl kendisine bağlı askerler ile oraya gitti ve Kaymaz ile savaşa girerek Gazneliler'i mağlup etmeyi başardı. Yenilen Gazneli kuvvetleri Gazne'ye döndüler (1041). Sultan Mevdud Sistan'ı tekrar ele geçirmekten ümidini kaybetmemişti. Sultan bu maksadla oradaki taraflarına gizlice mektublar gönderiyordu. Bu durumu öğrenen Ebu'l-Fazl, Sistan'daki Gazneli tarafları ilerigelenlerinden bazılarını tutuklattı. Gazneli bu taraftarların tutuklanması, Sultan Mevdud'u Sistan'a yeni bir ordu göndermeye mecbur etti. Yine Kaymaz'ın kumanda ettiği bu Gazneli ordusu ikibin atlı ile onbin yayadan oluşmaktaydı. Gazneli kuvvetleri 20 Mart 1042 tarihinde Sistan önüne gelerek Ebu'l-Fazl ile savaşa başladılar. İki taraf arasındaki bu savaşı Gazneliler kazandı. Ebu'l·Fazl bu durumda Zerenc kalesine çekilmek zorunda kaldı. Gazneliler adı geçen kaleyi kuşattılar ve bu kuşatma dört ay sürdü. Ebu'l·Fazl Gazneliler'e karşı mukavemet edemeyeceğini anladığı zaman, Horasan'da bulunan Selçuklu Ertaş'dan yardım istedi. Ertaş'ın gelişinden hiç kimsenin haberi olmadı. O bir sabah vakti ansızın şehrin önünde bulunan Gazneli askerlere saldırdı (21 Temmuz 1042). Selçuklu ve Gazneli kuvvetleri tahminen bir saat kadar savaştılar. Ebu'l·Fazl'ın da, beraberinde şehir halkı olduğu halde dışarı çıkarak, Selçuklular'a yardım etmesi, savaşın gidişini değiştirdi. Gazneli kuvvetleri bu mücadelede başarılı olamamış ve çok sayıda kayıp vermişti. Gazneliler'den başlarında Kaymaz'ın bulunduğu çok az kişi Büst şehrine ulaşabildi. Sultan Mevdud'un daha sonra kumandanlarından Tuğrul'u Sistan'a gönderdiğini görüyoruz. Tuğrul emrindeki ikibin atlıyla Büst'den harekete geçti ve yol üzerinde Ebu'l-Fazl'ın kardeşi Ebu Nasr'ı esir aldı. Tuğrul daha sonra Sistan'a geldi (1043 yılı başı) ve halktan birçok kimseyi öldürerek etrafı yağmaladı. Neticede Ebu'l·Fazl onunla mahiyeti kesin olarak anlaşılmayan bir barış yaptı. Böylece Sistan, Sultan Mevdud devrinde Selçuklular'a tabi olarak kalmıştı.


Hindistan Olayları


Sultan Mevdud devrinde Hindistan'da da bazı olaylar oldu. Bunlardan birisinde; m. 1043-44 tarihinde bazı Hindli racalar birleşerek Gazneliler'e karşı harekete geçtiler ve müslümanların elinde bulunan Hansi, Thanesar, Nagarkot ve öteki bazı yerleri geri aldılar. Bu birleşik Hindli ordusu daha sonra Lahor'u muhasara etti. Sultan Mevdud adı geçen şehre yardım için bir ordu gönderdi. Hindliler'in Lahor kuşatması yedi ay sürdü, ancak Hindli liderlerden birinin ölmesi, racaların birbirine girmesine ve kuşatmanın kaldırılmasına sebeb oldu. Racalardan bazıları tekrar Mevdud'a itaat ederken, büyük bir kısmı da ülkelerine çekildiler. Daha sonra 1048 yılında Sultan Mevdud Pencab'daki Hindli asiller arasındaki geçimsizliği ortadan kaldırmak için iki büyük oğlu Mahmud ve Mansur'u Lahor ve Peşaver şehirlerine vali tayin etti. Aynı zamanda Hindliler'in saldırılarını önlemek için kumandanlardan Ebu Ali Kutval de Hindistan'a gönderildi. Ebu Ali bu görevinde başarılı oldu. Mevdud devrindeki bu başarıları Gazneliler'in Hindistan'da sona ermek üzere olan nüfuzlarını yeniden sağlamlaştırmış ve racaların itaatini sağlamıştı.



Gazneli - Selçuklu Münasebetleri


Sultan Mevdud'un bütün arzusu, Selçuklular'ın aldıkları yerleri tekrar ele geçirerek Gazneli Devleti'nin ihtişamını yeniden diriltmekti. Nitekim o Güney - batı hudutlarının korunmasını sağlar sağlamaz, Kuzey - batı Afganistan'da Selçukluları durdurmaya ve geçici olarak geri çekilmeye mecbur etti. Sultan Mevdud Herat şehrini kurtarmış, Ceyhun nehri üzerinde önemli bir köprübaşı olan Tırmiz şehri de birkaç yıl daha onun elinde kalmıştı. O Çağrı Bey'in kızı ile de evlenmişti. Selçuklular ile evlilik bağı olmasına rağmen, Sultan Mevdud Çağrı Bey'in hastalanmasını fırsat bilerek Horasan'ı alabilmek için bu bölgeye bir ordu sevketti. Çağrı Bey ise, Gazneliler ile mücadele için oğlu Alp Arslan'ı gönderdi. Bu sırada Belh şehrinde üslenmiş olan Alp Arslan Gazneli ordusuna hücum ederek birçok kişiyi öldürdü. Ayrıca o Gazneliler'den bin kişi esir edip, birçok ganimet ele geçirerek babasının yanına döndü (Ağustos 1043). Bir süre sonra iyileşen Çağrı Bey beraberinde Alp Arslan olduğu halde Tırmiz Kalesi üzerine yürüyerek adı geçen kaleyi teslim aldı.

Öte taraftan Sistan'da bulunan Ertaş da 1045-46 tarihinde Gazne'yi almak için büyük bir orduyla harekete geçti. Sultan Mevdud da onunla mücadele için bir ordu gönderdi. İki taraf arasındaki savaşı kazanan Gazneliler olmuş, Ertaş hezimete uğrayarak Sistan'a dönmüştü.


Sultan Mevdud'un Ölümü


Sultan Mevdud tek başına Selçuklular'a karşı kesin bir netice elde edemeyeceğini anladığı zaman, çevredeki öteki hükümdarlar ile bir ittifak meydana getirmeye çalıştı. Bir çok müzakerelerden sonra o lsfahan'da bulunan Hemedan'ın sabık hakimi Kakayi ailesinden Ebu Kalicar Gerşasp b. Alaüddevle Muhammed ve Karahanlılar'dan muhtemelen İbrahim b. Nasr ile ittifak yaptı. Sultan Mevdud onlarla birleşmek üzere Gazne'den ayrıldı ise de, az sonra kulunç hastalığına yakalanması onu tekrar adı geçen şehre dönmek zorunda bıraktı. Daha sonra hastalığı şiddetlenen Mevdud 18 Aralık 1049 tarihinde Gazne'de öldü. Böylece Mevdud'un tatbik etmek istediği plan ölümüyle sonuçsuz kalmış oldu.

Sultan Mevdud yirmidokuz yaşında ölmüştü. İyi bir hükümdar olan Mevdud cömertliği ve usta okçuluğu ile tanınmıştı. Onun savaşlarda altın ok kullandığı, attığı ok birisine isabet eder ve bu şahıs ölürse cenazesinin okun altınından elde edilen para ile kaldırıldığı, savaşçı yalnızca yaralanırsa tedavi giderlerinin okun parasıyla karşılandığı rivayet olunmuştur. Sultan Mevdud halka iyi davranarak adaletle hüküm sürdü, böylece dedesi Mahmud 'un açtığı çığrı takip etti.


SULTAN II. MES'UD


Sultan Mevdud öldüğü zaman küçük yaştaki oğlu Mes'ud tahta oturtuldu. Bir rivayete göre II. Mes'ud tahta oturtulduğunda henüz beş yaşında idi. Mes'ud, Mevdud'un Çağrı Bey'in kızıyla olan evliliğinden dünyaya gelmişti. O babasının vasiyeti olduğu ileri sürülerek tahta çıkarıldı. Aslında devlet idaresi Selçuklu prensesi olan annesinin elinde idi. Ancak devlet ilerigelenleri birleşip küçük yaştaki II. Mes'ud'u tahttan indirerek şehzade Ali'yi sultan ilan ettiler (29 Aralık 1049).



SULTAN ALİ B. MES'UD


Ali b. Mes'ud, muhtemelen yerini sağlamlaştırmak için, devlet idaresinde söz sahibi olduğu anlaşılan Çağrı Bey'in kızı olan yengesiyle evlendi. Öte taraftan Sultan Mevdud saltanatı ele geçirdikten sonra amcası Abdürreşid b. Mahmud'u Gazne ile Büst yolu üzerindeki Mendiş kalesinde hapsetmişti. Yine Mevdud veziri Abdürrezzak'ı orduyla Sistan'a göndermişti. Vezir, onun ölüm haberini Mendiş kalesi yakınında almış, derhal oraya giderek ailenin en yaşlı kişisi olan Abdürreşid'i tutuklu bulunduğu yerden çıkarmış ve askeri de ona itaata davet etmişti. Askerler bu davete uyduğu için Abdürreşid'in sultanlığı ilan edildi. Daha sonra Abdürreşid, Vezir ve beraberindeki askerler Gazne'ye yürüdüler. Güçsüz bir şahıs olan Sultan Ali, Abdürreşid karşısında tutunamayacağını anlayarak kaçtı. Bu suretle rakibsiz kalan Abdürreşid Gazneli Devleti sultanı oldu. Sabık Sultan Ali ise yakalanarak bir kalede hapsedildi.


SULTAN ABDÜRREŞİD b. MAHMUD


Sultan Abdürreşid bir rivayete göre, 24 Ocak 1050 tarihinde Gazneliler tahtına oturdu. O akıllı ve fazıl bir şahısdı, ancak bu meziyetlerine rağmen beceriksiz ve cesaretsiz idi. Kendisini tahta çıkarmış olan Nuştegin'i Hindistan ordusuna kumandan tayin ederek Lahor'a yolladı. Nuştegin, Kangra Kalesi'ni Hindliler'den geri alarak Gazneliler'in Hindistan'daki durumunu sağlamlaştırdı.


Tuğrul Bozan ve Gazneli Tahtını Ele Geçirmesi


Gazne Devleti'nin bu sıradaki başarılı kumandanlarından birisi de daha önce Sistan'a gönderilen Hacib Tuğrul Bozan idi. Sultan Abdürreşid, Tuğrul'u başkumandan tayin ederek Selçuklular'ı durdurma görevini verdi. Tuğrul Selçuklular'ı mağlup ettikten sonra Sistan'a yürüyerek onları bu bölgeden de çıkarmak istedi ve Tak Kalesi önüne gelerek burayı kuşattı (10 Kasım 1051). Gazneli ordusu Tak Kalesi'ni kırk gün kuşattı ise de bir netice elde edemedi. Tuğrul bir sonuç alamayacağını anladığı zaman bin atlı ile Sistan (Zerenc) şehrine yürüdü. Öte taraftan Ebu'l-Fazl durumu Herat'ta bulunan Selçuklu Musa Yabgu'ya bildirerek yardım istemişti. Musa Yabgu ordusuyla Sistan önüne geldi, Ebu'l-Fazl da şehirden çıkarak onunla birleşti. Onlar şehre girmek üzere hazırlık yaparlar iken, Tuğrul ve beraberindekiler Musa Yabgu'nun üzerine hücum ettiler. Bu ani hücum karşısında fazla direnmeyen Musa Yabgu hezimete uğradı ve beraberinde Ebu'l-Fazl olduğu halde, kurtuluşu Herat'a kaçmakta buldu. Hacib Tuğrul kaçanları bir süre takip ettikten sonra geri dönerek Sistan şehrini ele geçirdi.

Tuğrul şehre hakim olduktan sonra durumu Sultan Abdürreşid'e bildirerek Horasan'a gitmek ve Selçuklular'dan burayı almak için yardım istedi. Sultan da bir grup atlıyı Tuğrul'a yardımcı olarak gönderdi. Tuğrul bu gelen atlılar ile durumunu sağlamlaştırdıktan sonra Gazneliler tahtına göz dikti ve emrindeki askerler de onun bu arzusuna uyarak Abdürreşid'in tahttan indirilmesini kabul ettiler. Tuğrul da tahtı ele geçirmek için Gazne'ye yürüdü ve şehre yaklaştığı zaman Sultan Abdürreşid'e bir elçi göndererek durumu bildirdi. Abdürreşid yakınları ile Gazne Kalesi'ne çekilmekten başka birşey yapamadı. Tuğrul Gazne'ye girerek Sultan Abdürreşid ve onbir şehzadeyi öldürttü ve böylece Gazneli hanedanında kanlı bir katliam yapmış oldu. Bu katliamdan bir kalede tutuklu bulunan üç şehzade; Ferruhzad, İbrahim ve Şüca kurtulabilmişti. Bu arada Sultan Abdürreşid'in hizmetkarları da hapise gönderildi. Tutuklananlar arasında meşhur tarihçi Ebu'l Fazl Beyhaki de bulunuyordu. Tuğrul, Sultan 1. Mes'ud'un kızı ile de zorla evlenerek Gazneli tahtına oturdu. Ayrıca tarihçiler Tuğrul'u Gazneliler'den gördüğü iyiliklere ihanet etmesi sebebiyle "Kafir-i nimet" ve "Tuğrul el Mel'un" gibi lakablarla kaydediyorlar. Nihayet Sultan Mes'ud'un Türk gulamlarından Nuştegin, beraberinde iki gulam daha olduğu halde, bir fırsattan yararlanarak Gazneli tahtına oturmuş olan Tuğrul'u kılıçla öldürdüler. Bu suretle ölüm sırası gelen üç şehzade de kurtulmuş oldu. Tuğrul'un başı bir sopanın ucuna takılarak Gazne'de dolaştırıldı. Böylece halk onun öldüğüne inandı. Tuğrul'un Gazneli tahtını ele geçirdiği süre, tarihçiler tarafından kırk ila elliyedi gün olarak verilmektedir.

Bu olaydan kısa bir süre sonra Gazneliler'in Hindistan başkumandanı Hırhiz Gazne'ye geldi. O kumandanlar ve şehrin ileri gelenlerini bir araya topladı. Bu toplantının konusu Sebüktegin ailesi'nden hayatta kalan üç kişi; İbrahim, Ferruhzad ve Şüca'dan saltanata en layık olanı seçmekti. Neticede Sultan Mes'ud'un oğlu Ferruhzad üzerinde karar kılındı. Ferruhzad tutuklu bulunduğu kaleden Gazne'ye getirtilerek saltanat tahtına oturtuldu (1052). Hırhiz de ülke işlerinin yürütülmesinde ona yardımcı olacaktı. Ayrıca bir soruşturmadan sonra Sultan Abdürreşid'in katledilmesinde rol oynayanların hepsi öldürüldü.


SULTAN FERRUHZAD


Ferruhzad tahta çıkar çıkmaz bir tehlikeyle karşılaştı. Selçuklular'dan Çağrı Bey, Abdürreşid'in ölümü ve saltanat değişikliğini öğrendiği zaman durumdan yararlanarak Gazne'yi zabtetmek üzere ordusuyla harekete geçmişti. Ancak Hırhiz idaresindeki Gazneli ordusu Büst şehrine kadar ilerleyen Selçuklu kuvvetlerini bozguna uğrattı. Çağrı Bey bu yenilgi sonucu Horasan'a dönmek zorunda kaldı. Sultan Ferruhzad'ın durumunu sağlamlaştırdıktan sonra tekrar Horasan'a sahib olmak istediği anlaşılıyor. Nitekim o bu maksadla büyük bir Gazneli ordusunu Toharistan'daki Selçuklular üzerine gönderdi. Emir Kutbeddin Gülsarıg idaresindeki Selçuklu kuvvetleri bu Gazneli ordusunu karşıladı. İki taraf arasındaki savaşı kazanan Gazneliler olmuş, Selçuklu ordusundan birçok kumandan ve asker esir düşmüştü. Bu yenilgi Alp Arslan'ın babası Çağrı Bey'den Gazneliler üzerine yürümek için izin istemesine sebep oldu. Çağrı Bey oğlunun bu arzusunu yerine getirerek onu hareketinde serbest bıraktı. Gazneliler, Alp Arslan idaresindeki Selçuklu kuvvetleri karşısında yenilgiye uğradılar ve birçok esir verdiler. Bu savaşın ardından iki taraf arasında bir anlaşma oldu. Sultan Ferruhzad elindeki Selçuklu esirlerini ve Gülsarıg'ı, Selçuklular da Gazneli esirleri serbest bıraktılar (1053). Sultan Ferruhzad halkına gayet iyi davranmış ve yedi yıl hüküm sürdükten sonra 4 Nisan 1059 tarihinde otuzdört yaşında kulunç hastalığından ölmüştür. Selçuklular'ın Gazne üzerindeki tesirinin büyüklüğü Gazneli sultanların "Emir ve Melik" gibi kendi normal unvanlarına ilave olarak "el-Sultan el · Muazzam" şeklindeki Selçuklular'ın kullandıkları ünvanları almaları ile gösterilebilir. Bu ünvan da ilk defa Ferruhzad'ın sikkeleri üzerinde görülmektedir.


SULTAN İBRAHİM B. MES'UD


Sultan Ferruhzad'ın ölümünden sonra yerine kardeşi İbrahim geçti. İbrahim 6 Nisan'da Gazne'de tahta oturmuştu. Onun sultan olmasıyla, uzun bir süre devam eden Gazneli • Selçuklu mücadelesi sona erdi. Bu iki Türk devleti arasındaki savaşlara son verilmesine Çağrı Bey de razı olmuş ve iki taraf arasında barış andlaşması yapılmıştı (1059). Bu andlaşma gereğince; İki devlet hakimiyetleri altındaki ülkeleri muhafaza ediyor ve birbirlerine saldırmamayı yükümleniyorlardı. İki taraf arasındaki hudut ise, Afganistan'ın kuzeyindeki Hindikuş dağları oluyordu. Bu andlaşma meşhur tarihçi Ebu'l-Fazl Beyhaki tarafından kaleme alınmış ve yarım yüzyıl kadar yürürlükte kalmıştı.

Sultan İbrahim bu sakin devreden yararlanarak, Selçuklular ile mücadeleden dolayı karışıklık içinde bulunan ülkesini yeniden düzene soktu ve bir dereceye kadar halka refah getirdi. Öte taraftan bir rivayete göre, Sultan Alp Arslan tahta geçtiği zaman Gazne'ye elçiler göndererek İbrahim ile dostluğunu sağlamlaştırmış ve Gazneli topraklarına sefer yapmamıştı. İki devlet arasındaki bu iyi münasebetlere rağmen Sultan Alp Arslan'ın ölümü (24 Kasım 1072) ve yerine oğlu Melikşah'ın sultan ilan edilmesiyle meydana gelen taht değişikliğinden Karahanlılar kadar Gazneliler de faydalanmak istedi. Nitekim çok sayıda Gazneli askeri Melikşah'ın amcası ve Emirü'l-ümera unvanıyla meşhur olan Osman'ın idaresindeki Çiğilkent (veya Sakalkent) şehrine hücum etti. Osman Gazneliler'in bu saldırısına karşı koyamadığı gibi, esir edilerek maiyyetiyle birlikte Gazne'ye götürüldü. Ayrıca onun hazinesi de Gazne'ye nakledildi. Selçuklular'ın bu saldırıya cevap vermek için harekete geçmesiyle, Gazneliler Çiğilkent'i yağmalayarak geri çekildiler.

Öte taraftan Sultan Melikşah amcası Kavurd'un isyanını bastırdıktan sonra Karahanlıları itaat altına almış ve Gazneliler'e karşı harekete geçmişti. Melikşah askerlerini toplayıp hazırlıklarını tamamladıktan sonra Gazne'ye yürüdü ve Herat'ın güneyindeki İsfizar'da konakladı. Sultan İbrahim bu durumu haber aldığı zaman, Melikşah'ı önlemek için, Selçuklu emirlerini kendi tarafında göstermek gibi, psikolojik bir savaş planı düşündü ve kullandığı casus vasıtasıyla bunun tatbikinde de başarılı oldu. Sultan Melikşah eline geçen bu sahte mektubları okuduğu zaman, emirlerinin gerçekten Sultan İbrahim ile ittifak ettiğini sandı ve seferden vazgeçerek Isfahan'a döndü. Sultan Melikşah'ın yarıda kalan bu seferinin yine de faydalı olduğu anlaşılıyor. Sultan İbrahim bu seferden sonra Emirü'l-Ümera Osman'ı serbest bıraktı. Ayrıca iki hanedan arasındaki dostluk, evlilik bağları ile de kuvvetlendirildi.


Hindistan Seferleri


Sultan İbrahim de ataları gibi Hindistan'a seferler yaptı. O önce Güney Pencab bölgesinde Sütlec nehri üzerindeki Şimdi Pak - Patan adıyla bilinen ve Sufi Baba Ferid'in makamının bulunduğu meşhur Acudhan Kalesi üzerine yürüyerek kuşatmadan sonra zabtetti (13 Ağustos 1079). Bu sefer sırasında Sultan, Rupal denilen bir kaleyi de ele geçirmişti. Onun bu sefer sırasında zabtettiği başka bir kalenin de dağlık mıntıkada bulunan Dera Dun olması muhtemeldir. Sultan İbrahim'in Hindistan'da zabtettiği son kale muhtemelen Kuzey · doğu Pencab'da idi. O Kasım 1079'da bu kalenin önüne gelerek orada üç ay kaldı. Gazneli askerler kış mevsiminin şiddetli geçmesi sebebiyle zorlandılar. Neticede bu çekilenler mutlu bir şekilde sona erdi, Sultan İbrahim bu kaleyi zaptederek muzaffer bir şekilde Gazne'ye döndü (muhtemelen 1080 yılı baharı).

Sultan İbrahim'in saltanatı sırasında Gur bölgesinde Abbas b. Şis hüküm sürüyordu. Ancak Abbas'ın Gur halkına zulüm ve işkence yapması üzerine, halkın ileri gelenleri Gazne'ye mektublar göndererek yardım istediler. Sultan İbrahim de bu çağrıya uyarak kalabalık bir orduyla Gazne'den hareket etti ve Gur'a ulaştı. Gur ordusu da Sultan'ın hizmetine girdi ve Emir Abbas'ı ona teslim ettiler. Sultan İbrahim, Emir Abbas'ı Gazne'ye götürerek yerine oğlu Muhammed'i tayin etti. Emir Muhammed zamanında Gur halkı rahatladı, o Gazneli sultanlarına hizmet ve itaat ediyor, söz verilmiş olan malı ve hediyeleri zamanında gönderiyordu.

Sultan İbrahim'in uzun süren hükümdarlığı zamanında Gazneliler Devleti Doğu Afganistan ve Kuzey Hindistan'da parlak günler yaşamıştı. İbrahim adil ve cömert bir sultandı, ilim ve dinin koruyucusu olarak büyük bir ün kazanmış, birçok cami, medrese ve resmi binalar yaptırmıştı. Sultan İbrahim Eylül/Ekim 1099'da öldü, bu durumda onun kırk yıl gibi uzun bir süre saltanat sürdüğü anlaşılıyor. Sultan İbrahim'in kırk kızı ve otuzaltı oğlu vardı. O bütün kızlarını seyyidler ve alimlere vermişti. Kızlarından birisini de meşhur tarihçi, alim ve edib Kadı Minhaceddln Cüzcani'nin atası İmam Abdülhalik ile evlendirmişti.


SULTAN III. MESUD



Sultan İbrahim'in yerine oğullarından III. Mes'ud geçti. O Selçuklu sultanı Melikşah'ın kızıyla evliydi. Mes'ud iyi ahlaklı, adalet ve insaf sahibi bir hükümdardı. Halk tarafından kendisine "Mes'ud-ı Kerim: cömert, büyük Mes'ud" diye hitab ediliyordu. Nitekim bu hitaba uygun olarak Mes'ud Zabulistan ve etraf ülkelerde fazla olan vergi ve haraçları bağışlamıştı. Ülke onun zamanında barış ve güven içinde idi. Sultan III. Mes'ud, oğlu Adud ed · Devle Şirzad idaresinde bir orduyu Lahor'a gönderdi. Hindistan'daki askeri hareket sırasında Hacib Togan Tegin idaresindeki Gazneli ordusu Sultan Mahmud zamanından beri kimsenin ulaşamadığı Ganj nehrinden ileriye geçerek birçok ganimet ile geri döndü.

Sultan III. Mes'ud onaltı yıllık bir saltanattan sonra Şubat · Mart 1115 tarihinde ellidört yaşında öldü. Onun zamanında Gazneliler Devleti; Gazne, Kabil, Büst, Kusdar, Mekran ve Kuzey Hindistan bölgesini içine almaktaydı. Gazneli Devleti birinci derecede Hindistan kıtasında yükselirken, bu hanedan İslam dünyasında dinin öncüsü olarak hürmet görmekte devam ediyordu.


SULTAN ŞİRZAD


Sultan Mes'ud'dan sonra Gazneli tahtına oğlu Şirzad geçti. Bu hükümdarın hayatı hakkında kaynaklarda çok az bilgi vardır. O bir yıl saltanat sürdükten sonra kardeşi Arslanşah tarafından tahttan uzaklaştırıldı (Şubat 1116). Şirzad daha sonra Taberistan'da hüküm süren Bavendiler hanedanına sığındı ve Mekke'ye hacca gitmek istedi. Bu hanedanın reisi Alaüddevle Ali b. Şehriyar onun bir hacc seferi için gerekli bütün ihtiyaçlarını sağlamıştı. Şirzad hacca gittikten sonra tekrar tahtı ele geçirmek istedi ise de kardeşi Arslanşah tarafından öldürüldü.



SULTAN ARSLANŞAH


Şirzad'dan sonra Gazneli tahtına geçen Arslanşah'ın babası Sultan III. Mes'ud, annesi ise Selçuklu sultanı Melikşah'ın kızı Mehd ül - Irak idi. Arslanşah'ın tahta geçerken verdiği mücadele sırasında Şirzad'dan başka, kardeşlerinden bazıları öldürüldü, bazıları da tutuklandı. Bunlardan sadece Germsir bölgesindeki Teginabad Şehrinde bulunan Behramşah kurtulmuştu. "Es Sultanü'l-A'zam" ve "Sultanü'd-Devle" gibi ünvanlar alan Arslanşah 22 Şubat 1116 tarihinde Gazne'de tahta çıktı. Behramşah ise Teginabad'da Arslanşah kuvvetlerine mukavemet etmiş, fakat yenilerek kaçmak zorunda kalmıştı. O önce Sistan'a oradan da Kirman'a gitti ve Kirman Selçuklu hükümdarı 1. Arslanşah (1101-1142)'dan yardım istedi. Melik Arslanşah Behramşah'ı çok iyi karşıladı ve birçok hediyeler verdi. Ancak Arslanşah yardım hususunda başka bir meliki, Sencer'i tavsiye etti. Behramşah daha sonra Melik Sencer'in huzuruna Merv şehrine giderek yardım istedi. O bu sırada "Horasan Meliki" olan Sencer'e kendisini sevdirmesini bildi. Ayrıca Arslanşah annesi Mehd ül - lrak'ı küçümseyerek kötü davranmıştı. Melik Sencer bu durumda bizzat Gazne'ye yürümeğe ve Behramşah'ı tahta oturtmaya karar verdi (1116). Arslanşah bunu duyunca Selçuklu sultanı Muhammed Tapar'a haber gönderip kardeşi Sencer'den şikayetçi oldu. Sultan Muhammed de kardeşi Sencer'e elçi gönderip Arslanşah ile anlaşmasını ve ülkesine saldırmaktan vazgeçmesini istedi. Bununla beraber gönderdiği elçiye: "Eğer Sencer'i Arslanşah'a karşı harekete geçmiş veya sefere çıkmağa hazır vaziyette görürsen ona sakın mani olma. Bu mektubu da ona tebliğ etme. Çünkü böyle bir davranış onu zayıf düşürür, aciz gösterir ve geri dönmez. Halbuki kardeşimin dünyaya hakim olması benim için daha iyidir." dedi. Elçi Sencer'in yanına varınca, onun askerlerinin Gazne seferi için hazırlanmış olduğunu gördü. Böylece Sencer hazırlıklarını sürdürürken, Emir Üner kumandasında bir öncü birliğini Gazne'ye gönderdi. Behramşah da bu öncü kuvvetinde bulunuyordu. Bu Selçuklu ordusu önce Büst şehrine uğradı ve Sistan hakimi Taceddin Ebu'l-Fazl da onlarla birleşti. Sultan Arslanşah bu haberi duyduğu zaman kalabalık bir orduyla harekete geçti.

İki taraf arasında Büst civarında yapılan savaşta, Selçuklu ordusu galip gelmiş ve Arslanşah Gazne'ye dönmüştü. Arslanşah bu olaydan sonra barış girişiminde bulundu ve yardımcı olması için annesini kiyüzbin altın ve öteki hediyeler ile Sencer'e gönderdi. Fakat Mehd ül · Irak davranışları yüzünden oğluna düşmandı. Bu bakımdan Sencer'in kalbini kazanacağına yangına körükle giderek onu Arslanşah aleyhine kışkırttı.

Öte taraftan Melik Sencer de hazırlıklarını tamamlayarak Gazne'ye doğru ilerledi ve bu şehre ulaştı. Arslanşah otuzbin atlı ve pek çok yaya asker ve yüzyirmi filden meydana gelen bir orduya sahibti. Selçuklu ve Gazneli kuvvetleri şehirden bir fersah uzaklıktaki Şehrabad sahrasında karşılaştılar. Neticede Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Sultan Arslanşah Hindistan'a çekilmekten başka çare bulamamıştı. Melik Sencer 25 Şubat 1117 tarihinde Gazne'ye girdi ve Behramşah'ı vassalı olarak Gazneliler Devleti tahtına oturttu. Daha sonra Behramşah ile Sencer bir andlaşmaya vardılar. Buna göre; Behramşah hutbeyi sırasıyla önce Abbasi halifesi, Selçuklu sultanı Muhammed Tapar ve Melik Sencer adına, sonra da kendi İsmine okutmayı, ayrıca Sencer'e yıllık ikiyüzellibin dinar vergi ödemeyi kabul etmişti. Bu suretle Sencer Selçuklular'ın bir rüyasını gerçekleştirmiş oluyor ve ilk defa Gazne'de Selçuklu sultanı adına hutbe okunmasını sağlıyordu. Sencer Gazne'de kırk gün kalarak 6 Nisan 1117 tarihinde bu şehirden ayrıldı ve Horasan'a döndü.

Sultan Arslanşah ise saltanat mücadelesine devam edebilmek için Hindistan'a kaçmış ve oradaki valisi Muhammed·i Ebu Halim'den yardım almıştı. O Sencer'in Gazne'den ayrıldığını duyduğu zaman, Hindistan'da topladığı kuvvetler ile Behramşah'a hücumetti. Behramşah ona karşı koyacak kuvvet ve kudrette değildi, bu sebeble Bamiyin kalesi'ne sığınarak Sencer'den yardım istedi. Sencer Behramşah'ı desteklemek için Belh şehrinden tekrar büyük bir ordu gönderdi (1117). Gazne'ye hakim olan Arslanşah kardeşi Behramşah'ı yakalamak için harekete geçti ise de, yardıma gelen Selçuklu kuvvetleri önünde bir kez daha yenilgiye uğrayarak kaçtı. Selçuklu kuvvetleri onu izleyerek yakaladılar. Behramşah önce Arslanşah'ı hapsetti, sonra serbest bıraktı. Fakat Arslanşah rahat durmamış ve tahtı ele geçirmek için gizlice bazı çalışmalarda bulunmuş olmalıdır. Behramşah bu durumu anlayarak Arslanşah'ı öldürttü (Eylül · Ekim 1118).

Arslanşah gayet cesur ve savaşçı bir hükümdardı. Fakat talihin karşısına Sencer gibi ondan daha yetenekli bir şahsiyeti çıkartması, uzun müddet saltanat sürmesini engellemişti.


SULTAN BEHRAMŞAH B. III. MES'UD


Behramşah Gazneliler tahtına geçer geçmez, Arslanşah taraftarı olduğunu gördüğümüz Hindistan valisi Muhammedi Ebu Halim isyan ve ona itaati reddetti. Bu haberler Gazne'ye ulaştığı zaman, Behramşah derhal hazırlık yaparak büyük bir orduyla Hindistan'a gitti. O 11 Ocak 1119 tarihinde Lahor'da yapılan savaşta Hindistan valisini mağlup ve esir etti. Ancak Behramşah, Muhammed'in muktedir ve tecrübeli bir şahıs olduğunu anlayarak onun suçunu bağışladı ve tekrar görevine iade ettikten sonra Gazne'ye döndü.

Sultan Behramşah'ın Hindistan'dan ayrılmasından sonra Muhammed-i Ebu Halim tekrar faaliyete geçti ve Sevalik (Batı Pencap) eyaletindeki Bhira yakınındaki Nagor'da bir kale yaptırdı. O Arap, Fars, Afgan ve Türk Halaçlar'dan oluşan büyük bir ordu topladı. Muhammed'in isyankar tutumuyla ilgili haberler Gazne'ye ulaşmakta gecikmedi. Behramşah onbin kişilik atlı ordusuyla Hindistan'a yürüdü, İndus'u gemilerle geçerek Multan'a ilerledi. Vali Muhammed ise Multan cıvarında Kikyur denilen, geniş bir çayırlık ile çevrelenmiş, bir köyde ordugah kurmuş ve bu arazinin bir kısmını sular altında bırakmıştı. Böylece su altında kalan arazi onun Behramşah'ın ordusuna hile yapabileceği bir bataklık oldu. Sultan Behramşah ordusunu savaş düzenine koydu. Asi Muhammed Gazneli ordusunun merkezine hücum etti. İlk hücumun hemen başında Gazneli ordusu Muhammed'i ve onun öncü kuvvetlerine kumanda eden oğullarından birkaçını mağlup ettiler. Ayrıca Muhammed'in bataklık yaparak Sultan'ın ordusunu tuzağa düşürmek için hazırladığı arazi, ani bir fırtınanın patlaması ve onun ordusunu bu yöne sürüklemesi sonucu asi kuvvetlere mezar oldu. Muhammed'in ordusunun büyük bir kısmı bu bataklık tarafından yutuldu. Sadece Sultan Behramşah'a hizmet etmek isteyen Muhammed'in oğullarından İbrahim ve onun ahfadından olanlar bir zarar görmeden kaçabildi. Muhammed ve on yedi oğlu savaş meydanında öldüler (1119). Sultan Behramşah bu asileri cezalandırdıktan sonra Hüseyin b. İbrahim Alevi adındaki bir şahsı Hindistan valisi tayin ederek Gazne'ye döndü.

Sultan Behramşah 1119 yılından 1134 tarihine kadar sakin ve refah içinde bir saltanat sürdü. Bu son tarihten sonra Behramşah, 1118'de Selçuklu sultanı olan Sencer'in itaatinden çıkmış ve daha önce ödemeyi kararlaştırdığı ikiyüzellibin dinarı ödememişti. Ayrıca Sultan Sencer'e onun halka kötü davrandığı ve mallarına el koyduğu bildirildi. Sultan Sencer Ağustos · Eylül 1135 tarihinde Merv şehrinden harekete geçerek Gazne'ye doğru ilerledi. Selçuklu ordusu Büst şehrine ulaştığı zaman kış bastırdı. Behramşah muhtemelen kışın sert geçmesi sebebiyle Sultan Sencer'in gelebileceğini düşünmemiş ve savaş hazırlığı yapmamıştı. O Sultan Sencer'in Gazne cıvarına ulaştığını haber alınca korktu ve elçiler göndererek itaatsiz davranışından dolayı özür diledi. Sultan Sencer huzuruna gelmesi şartıyla onun bu isteğini kabul etmişti. Ancak Behramşah, Sencer ile buluşmaktan korkarak maiyyeti ile birlikte Hindistan'a kaçtı. O Sultan Sencer'in kendisini cezalandırmasından korkmuştu. Sencer bu olaydan sonra hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Gazne'ye girdi ve Behramşah'ın bütün hazinesine ve servetine el koydu. Behramşah Hindistan'dan Sencer'e yazdığı mektubda özür diledi ve korktuğu için huzuruna gelmediğini ifade etti. Sultan Sencer, Behramşah'ın samimiyetine inanmış ve Gazneliler Devleti'nin idaresini tekrar ona vermişti. Böylece Behramşah Gazne'ye dönmeye ve tahtına oturmaya muvaffak oldu.


Gazneli  Gurlu Mücadelesi


Öte taraftan Gur Devleti'nde saltanat mücadelesi başlamış, bu sırada kardeşlerine kızan Kutbeddin Muhammed Gazne'ye Behramşah'ın yanına kaçmıştı (1148). O Behramşah'ın kızkardeşi ile de evliydi. Kutbeddin Muhammed'in Gazneli Sultanı'nın yanına geliş sebebi olarak çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür. Bir rivayete göre, Kutbeddin Fartazkuh'da durumunu sağlamlaştırdıktan sonra büyük sultanlar gibi hareket etmeye başlamış ve Gazne'ye hakim olmak istemişti. Sultan Behramşah bu niyetini öğrendiği zaman onu Gazne'ye çağırdı. Kutbeddin Muhammed Gazne'ye geldikten sonra etrafa bol para dağıtarak halka kendisini sevdirdi. Onu kıskananlardan bir grup bu durumu Behramşah'ın kulağına ulaştırarak "Sultan'a ihanet ediyor ve isyan için bol para dağıtıyor" demişlerdi. Bu sözler Behramşah'ı etkilemiş ve Kutbeddin'den şüphelenerek onu zehirletmişti. Kutbeddin Muhammed Gazne'de gömüldü. Gazneli hanedanı ile Gurlular arasındaki derin nefret ve düşmanlığa bu olay sebep olmuştu.

Gurlu Seyfeddin Suri bu haberi aldığı zaman, büyük ordular topladı ve beraberinde küçük kardeşleri Bahaeddin Sam ve Alaeddin Hüseyin olduğu halde Kutbeddin'in intikamını almak için Gazne'ye yürüdü. Sultan Behramşah onların harekete geçtiğini duyunca Gazne'ye tabi yerlerden biri olan Kurraman (-Kurram, Pakistan'ın Kuzey · batı hudud bölgesinde)'a kaçtı. Böylece Gurlular hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Gazne'yi ele geçirdiler (Eylül/Ekim 1148). Suri "sultan" ünvanı alarak Gazneliler tahtına oturdu. O sultan ünvanı alan ilk Gurlu oluyordu. Suri Gazne şehrinde kendisini emniyette hissedince, Gur'un idaresini kardeşi Bahaeddin Sam'a verdi. Gazneli Devleti emirleri de ona itaat etmişlerdi. Suri de onlara bağışlarda bulundu. Kış mevsimi geldiği zaman, Suri herkesin kendisine itaat ettiğine güvenerek kardeşleri Bahaeddin ve Alaeddin ile Gurlu emirlere ülkelerine dönmeleri için izin verdi. Onun yanında daha çok Gazneli memurlar görev yapmaktaydı. Kış ve soğuk şiddetlendiği zaman, Gur yolları kar yüzünden kapanmıştı. Gazne halkı Gur'dan yardım gelmesinin mümkün olmadığını anlayınca, Gazneli hanedanına olan sevgisini gösterdi. Onlar gizlice Behramşah'a mektublar göndererek Gazne'ye çağırdılar. Sultan Behramşah bu mektublardaki çağrıya uyarak Afganlar ve Halaçlar'dan topladığı bir orduyla Kurraman'dan Gazne'ye yürüdü ve Suri'ye hücum etti. Savaşı kaybeden Suri, Veziri Mecdeddin Musevi ve yakın adamları ile Gur'a doğru kaçmaya çalıştı. Ancak Behramşah'ın suvarileri onları yakalayarak Gazne'ye getirdiler. Suri ve Veziri burada öküz (veya eşeğe) bindirildiler ve aşağılayıcı bir şekilde şehirde dolaştırılarak halka teşhir edildikten sonra asıldılar (19 Mayıs 1149).

Seyfeddin Suri'nin yokluğu sırasında Gur'u idare eden kardeşi Bahaeddin Sam, onun idam edildiğini öğrendiği zaman intikam almak maksadıyla Gazne üzerine yürümek için bir ordu topladı. Fakat o daha yolda iken çiçek hastalığına yakalanarak öldü. Onun yerine Gur tahtına geçen kardeşi Alaeddin Hüseyin kardeşlerinin intikamını almayı bir vazife bildi ve büyük bir ordu toplayarak Gazne'ye doğru harekete geçti. Sultan Behramşah onun niyetini öğrendiği zaman Gazne ve Hindistan'dan büyük ordular topladı ve Teginabad (Bugünkü Kandehar bölgesi)'a ilerledi. İki taraf orduları Zemindaver ovasında karşılaştılar. Gurlu piyadelerin kalkanlarını birleştirerek kendilerini koruyucu bir duvar meydana getirmeleri taktiği, Gazneli ordusundaki filler karşısında başarılı oldu. Ayrıca Harmal adını taşıyan iki Gurlu savaşçı Gazneli ordusundaki filler ile döğüşürken büyük kahramanlıklar gösterdiler. Gurlular'ın hücumu sırasında Behramşah'ın, asrın savaşçısı olarak vasıflandırılan oğlu Devletşah öldü. Bu olay Gazneli ordusunun düzeninin bozulmasına sebeb oldu. Behramşah da bu büyük darbe karşısında yerini muhafaza edemeyerek çekildi. Alaeddin Hüseyin onu Gazne'ye kadar takip etti, Gazne önünde yapılan üçüncü savaş sonunda da yenilgiye uğrayan Behramşah için Hindistan'a kaçmaktan başka çare kalmamıştı.

Alaeddin Hüseyin Gazne'yi hücumla zabtetti, intikamı ise müthiş oldu, şehri tahrib ederek halkı kılıçtan geçirdi. Gazne yedi gün yedi gece ateşe verildi. (1151). Alaeddin Hüseyin bu davranışı sebebiyle tarihlerde "Cihansız - Dünyayı yakan" lakabıyla anılmıştır. Ancak o Gazne'yi elinde tutmaya çalışmadı. Çünkü Büyük Selçuklu sultanı Sencer onu batı tarafından tehdit etmekte idi. Bu sebeble Alaeddin Gur'a çekildi ve bu dönüş sırasında Gazneliler'in büyük merkezlerinden biri olan Büst şehri de onun gazabına uğradı.

Sultan Sencer'in Haziran 1152'de yapılan savaşta Alaeddin Hüseyin'i mağlup ve esir etmesi, Behramşah'a yeniden Gazne'ye sahip olmak fırsatını verdi. O Hindistan'dan harekete geçerek tekrar Gazne'ye hakim oldu (1152). Sultan Behramşah bir müddet daha hüküm sürdükten sonra 1157 yılı başında Gazne'de öldü. O adil ve güzel ahlaklı bir hükümdardı.


SULTAN HUSREVŞAH


Behramşah'ın ölümünden sonra yerine oğlu Husrevşah Gazneli tahtına geçti. Bu sırada Gurlular Gazne Devleti'ni sıkıştırmaya devam ediyorlardı. Artık Gurlular İslam dünyasında önemli bir kuvvet haline gelmişler ve sür'atle yükselmeye başlamışlardı. Gerçekten de Gazneli Devleti'nin çökmesi ve Sultan Sencer'in Oğuzlar tarafından esir edilmesinin (1153-1157) sebep olduğu karışıklık ve otorite boşluğu, Horasan'da Gurlular'ın hakimiyet sahalarını genişletmelerini kolaylaştırmıştı. Gurlular Büst, Zemindaver ve Teginabad şehirlerini Gazneliler'in elinden aldılar. Husrevşah zayıf bir hükümdardı, Gurlular'ın bu baskısına dayanamayarak Gazne'yi terk etti ve Lahor'a çekildi. Bundan sonra Gazneli hükümdarları varlıklarını ancak Lahor'da devam ettirebildiler. Nitekim Husrevşah Lahor'da vefat etti (1160). O da adil ve halkına iyi davranan bir hükümdardı, hayır yapmayı ve hayır sahiblerini severdi.



SULTAN HUSREV MELİK VE GAZNELİ DEVLETİ'NİN SONU


Husrevşah'dan sonra oğlu Husrev Melik Gazneliler Devleti tahtına oturdu. Onun hakimiyet sahası Pencab bölgesi idi. Husrev Melik de bu devrede Gazneliler Devleti'ni yıkılmaktan kurtaracak bir karaktere sahip değildi. Her yerde Türk ve yerli emirler ona yüz çevirerek bağımsız hareket etmeye başlamışlardı. O ise eğlence ve içki içmekle meşgul idi. Öte taraftan Gazne'ye hakim olan Gurlu Gıyaseddin Muhammed buraya Muizzeddin Muhammed'i yerleştirmişti. Muizzeddin Muhammed 1181/2 tarihinde Lahor kapıları önünde göründü ve Husrev Melik'in oğlu Melikşah'ı esir alarak geri döndü. Muhammed'in bu davranışından ve kuvvetli bir kabile olan Hokarlar'ın arazisine girerek Sialkot kalesini bir hareket üssü haline getirmesinden sonra (1185), Husrev Melik birşeyler yapmak gereğini hissetti ve adı geçen kabile ile birleşerek Sialkot'u geri almaya çalıştı. Fakat Cammu Racası'nın Husrev Melik aleyhine dönerek Gurlu Muhammed'in tarafına geçmesi, Husrev Melik'in hareketinin başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep oldu. Muhammed ise tekrar Lahor önünde göründü ve bir hile ile Husrev Melik'i esir etti. Muizzeddin Muhammed bu suretle Lahor ve Pencab'a hakim olarak Gazneliler Devleti'ne son verdi (1186).

Talihsiz Gazneliler sultanı oğluyla önce Gazne'ye, sonra da Gurlular'ın başkenti olan Firuzkuh'a götürüldü. Bu sırada ikisi de istemeyerek yola çıktılar, Peşaver'e vardıkları zaman şehir halkı onları karşılayıp ağırladılar ve hayır duada bulundular. Bu olay Gazneliler hanedanının hala sevildiğini, halkın onlara taraftar olduğunu gösteren bir işaretti. Gur hükümdarı Gıyaseddin Muhammed ise Husrev Melik'in Garcistan bölgesindeki Balarvin kalesine götürülmesini emretti. Husrev Melik oğlu Behramşah ile beraber orada öldürüldü (1191). Bu suretle büyük Gazneliler Devleti'nin son temsilcisi de ortadan kaldırılmış oldu. Bir kaynağın ifadesiyle "Gazneli hükümdarları ahlak ve yaşayışları itibarıyla en güzel hükümdarlardandır. Özellikle Sultan Mahmud'un ahlak ve yaşayışı çok güzeldi ".

Bu Türk devletine şan ve şöhret sağlayan başlıca tarihi gerçek, kuzeyden gelen Türk kütleleri vasıtasıyla Hindistan'ın fethini sağlaması ve bu kıtada İslam dininin yayılmasında önderlik yapmış olmasıydı.



GAZNELİLER DEVLETİ TARİHİ

Prof. Dr. ERDOĞAN MERÇİL 


28 Ocak 2024 Pazar

Mevlana Müze ve Camii / Konya

 


Mecusilik ve Sâbiîlik

 




İran ve Irak yöresinde tarih boyu birçok dini gelenek varlığını sürdürmüştür. Bunlardan önemli bir bölümü tarihi süreçte yok olmuş bir kısmı ise varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Bu yörede yaşamakla birlikte zamanla yok olan inanç sistemleri arasında kuşkusuz Maniheizm ve Mitracılık gibi geleneklerin önemli yeri vardır. Bu her iki gelenek de bu yörede ortaya çıkmakla birlikte kısa sürede İran ve Irak sınırları dışında yayılma fırsatı bulmuştur. Mitracılık Anadolu’yu geçerek Yunan, Roma ve Kuzey Afrika’da yayılmıştır; Maniheizm ise henüz kurucusu Mani’nin yaşamı esnasında Suriye, Anadolu ve Orta Asya içlerinde yayılmaya çalışmıştır. Öyle ki zamanla Atlas Okyanusundan Çin’e kadar bir alanda yaygınlık kazanmış, hatta 8. Yüzyılda Uygur Türklerinin resmi dini haline gelmiştir.

Günümüzde İran ve Irak coğrafyasında yaşamakta olan en önemli dini gelenek İslâm’dır. Miladi 7. Yüzyıldan itibaren İslâm egemenliği altına giren bu bölgede kısa zamanda Müslümanlar çoğunluk haline gelmişlerdir. Günümüzde Müslümanlar yanında bu yörede çeşitli Hıristiyan gruplar, Yahudiler, Mecusi ya da Zerdüştiler ve Sabiiler de yaşamaktadırlar. Ayrıca Yezidiler gibi çeşitli senkretik topluluklar da varlığını devam ettirmektedir. İslâm dışı yaşayan dini gelenekler arasında özellikle Mecusilik ile Sâbiîlik dikkat çekicidir.


MECUSİLİK


Zoroastrianizm ya da Zerdüştçülük ve inanç sisteminde önemli yer tutan ateş kültünden dolayı “Ateşperestlik” olarak da adlandırılan Mecusilik, Eski İran kökenli bir dinsel gelenektir. Bu inanç sistemi büyük ölçüde bağlılarını kaybetmiş olsa da Mecusilik bugün hâlâ yaşayan bir din olarak varlığını devam ettirmektedir. İran’da yaşayan Gabarlarla Hindistan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde varlıklarını sürdüren Parsiler, Mecusi geleneğinin temsilcileridirler.

Mecusi ismi, Eski İran geleneğindeki bir toplumsal sınıfı ifade eden Mecuş’tan gelmektedir. Persler döneminden itibaren bu yönetici-rahip sınıf mensupları, başta Anadolu olmak üzere çeşitli bölgelerde oluşturulan kolonilerde yerleşmişler ve onların temsil ettiği inanç sistemi zamanla yerli halk tarafından Mecusilik olarak adlandırılmaya başlanmıştır.



KURUCU ŞAHSİYET: ZERDÜŞT


Zerdüşt’ün yaşadığı zaman konusunda çeşitli tartışmaların varlığı bilinmektedir. Zerdüşt’e atfedilen Gathalardaki ifadelerle Vedalar arasındaki benzerlikten hareketle bazı günümüz araştırıcıları Zerdüşt’ün MÖ 1600-1400 arasında yaşamış olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadırlar. Diğer taraftan yaygın İran geleneği Zerdüşt’ün Büyük İskender’in İran Seferinden (MÖ 258) 258 yıl önce yaşamış olduğunu var saymaktadır. İran kaynakları Zerdüşt döneminde onun öğretilerine tabi olan kral Viştaspa’dan bahsetmektedir. Viştaspa’nın Büyük Darius’ün babası olan Histaspes ile aynı kişi olduğu kabul edilirse Zerdüşt MÖ 7.-6. yüzyıllarda yaşamış olmalıdır. İran geleneğinde Zerdüşt 77 yıl yaşamıştır. Bu durumda onun MÖ 630/628 – 553/551 yılları arasında yaşamış olduğu söylenebilir.

Genelde Zerdüşt’e atfedilen Gathalardaki sınırlı bilgiler dışında Zerdüşt’ün yaşamıyla ilgili fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Zerdüşt’ün annesi Dugdova, babası ise Poyruşaspa’dır. Babasının bir rahip olduğu söylenir. Yirmi yaşlarında evlenen Zerdüşt’ün bu evliliğinden İşatyastra adındaki bir oğlu ve üç kızı olmuştur. Mecusi kaynaklarına göre çocukluğundan itibaren sürekli bir arayış içerisinde olan Zerdüşt, 20 yaşına geldiğinde önemli değişikler yaşamaya başlamış; sık sık dağlara ve ıssız yerlere çekilerek inziva yaşantısı sürmeye çalışmıştır. 30 yaşındayken, ibadet amacıyla nehirden su alıp çıkarken aniden kıyıda Tanrının meleği Vohu Manah kendisine gelmiştir. Vohu Manah ona bu ilk karşılaşmada ilk vahiyleri iletmiş ve kendisini ruhsal olarak Ahura Mazda’ya götürmüştür. Bu vahiy tecrübesini ileride diğerleri izlemiş ve Zerdüşt, yaşadığı dönemin çoktanrıcılığına karşı tek tanrı inancına dayalı bir öğretiyi insanlara yaymakla görevli olan bir elçi olarak faaliyetlerine başlamıştır.

Faaliyetlerinin başlarında Zerdüşt’ün fazla başarılı olmadığı; aksine içinde yaşadığı toplum tarafından tepkiyle karşılandığı anlatılmaktadır. Öyle ki otuz yaşındaki ilk vahiy tecrübesinden sonra başladığı inancı yayma çabalarında ilk on yıl içerisinde yalnızca kuzenini kendisine inandırabilmiş olduğu söylenmektedir. Bunun üzerine o, bulunduğu bölgeden ayrılarak daha doğudaki kral Viştaspa’nın ülkesine göç etmiş ve orada çalışmalarını sürdürmüştür. Bu yeni yerleşim merkezinde Viştaspa’nın, Zerdüşt’ün öğretilerini kabul etmesi yeni din için tam manasıyla bir dönüm noktası olmuştur. Zerdüşt, kral Viştaspa ile yakın ilişkiler kurmuş ve onun maiyetiyle birlikte dine girmesini sağlamıştır. Bundan başka o, kraliyet hanedanıyla akrabalık ilişkileri de kurmuş ve kız kardeşini kralın danışmanlarından biriyle evlendirmiştir. Kendisi de kralın bir diğer danışmanının kızıyla evlenmiştir. Böylelikle Viştaspa’nın yanında güçlü bir yer edinen Zerdüşt, inanç sisteminin yayılması için yoğun bir çabaya koyulmuştur. Bu savaşların birisinde komşu Turanlıların Viştaspa’yı ve ordusunu yenmesi bir bakıma Zerdüşt’ün de sonu olmuş ve bu savaşta ölmüş ya da öldürülmüştür.

Zerdüşt’ün yaşamına ait Mecusi kaynaklarında –özellikle de sonraki dönemlere ait Pehlevice metinlerde- birçok menkıbe anlatılmaktadır. Buna göre örneğin annesi 15 yaşındayken Zerdüşt’e mucizevî şekilde hamile kalmıştır. Onun doğumuna bütün âlem sevinmiş, yeryüzünü neşe kaplamış ve insan şeklinde serbestçe dolaşan şeytanlar yeraltına kaçmışlardır. Yine buna göre Zerdüşt gülerek doğmuş, yüce tanrı Ahura Mazda ile konuşmuş, Ehrimen’den yüz çevirmiş ve kutsal ateşi bulmuştur. O, rahiplik, savaşçılık, çiftçilik, tabiplik ve sanatta da eşsiz bir üstünlük göstermiştir.



TARİHSEL GELİŞİMİ


Mecusiliğin tarihsel gelişimini birkaç dönemde ele almak mümkündür. Zerdüşt’le başlayan ve tek tanrı Mazda tapıcılığını ön plana çıkaran ilk inanç dönemi monoteizm içeren bir dönemdir. Bu dönemde çok tanrıcılığa ve pagan kült ve ritüellere karşı çıkılmış; peygamber Zerdüşt’ün yüce tanrı Ahura Mazda’dan aldığı vahiyler doğrultusunda öğretiler savunulmuştur. Bu dönemde din evrensel boyutta yayılma temayülü göstermiştir. Özellikle Daryüs zamanında İran sınırları dışında Anadolu ve Avrupa’da Zerdüştçülük yayılmaya çalışmıştır. Bu döneme ait bazı İranlı krallar Kitabı Mukaddes’te de geçmekte, örneğin kral Cyrusi tanrının “çobanım” ve “mesihim” iltifatına mazhar birisi olarak İşaya kitabında anılmaktadır (İşaya 44:28, 45:1). Ahura Mazda’nın tek tanrı olarak ön plana çıktığı bu monoteist dönemdeki dinsel yapı aynı zamanda Mazdaizm olarak da adlandırılır.

Persler zamanında Zerdüştçülüğün yayıldığı geniş alanlarda Zerdüşt’ün öğretilerinden yer yer ayrılmış olan bazı heretik ekollerin ortaya çıktığı görülür. Ahemenidler döneminde imparatorluğun Batı bölgelerinde kurulan ve Hıristiyanlığın başlangıcına kadar varlığını sürdüren çeşitli kolonilerin rahip sınıfı olan Magianlar (Mecuş) bunlar arasındadır. Yunan kaynaklarında Zerdüştçülüğün Ortodoks olmayan taraftarları diye tanımlanan Magianlar, Zerdüşt’ün öğretileriyle yaşadıkları bölgenin inanç ve gelenekleri arasında senkretik bir yapı oluşturmuşlar ve daha çok astroloji ile uğraşmışlardır.

Sasaniler döneminde Mecusilik düalist yapısıyla dikkati çeker. Bu dönemde iyi ve kötü düalizmine dayalı teolojik doktrinler genel kabul görmeye başlamış ve Mecusiliğin sözlü geleneği yazıya geçirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde, özelikle MS 272’de imparatorluk başrahibi Kartir’in göreve gelmesiyle Mecusilik resmi din ilan edilmiş ve imparatorlukta yaşayan diğer din mensuplarına yönelik bir takibat başlatılmıştır. Yine bu dönemde Mecusilik Sasanilerin siyasal ve askeri gücüne paralel olarak İran dışında Irak, Bahreyn, Umman ve Yemen gibi bölgelerde yöneticilerin dini olarak da yayılmış, hatta Batı Hindistan ve Çin’de de Mecusi topluluklar oluşmuştur.

Sasanilerin yıkılması ve İran’ın İslâm egemenliğine girmesiyle birlikte Mecusilik hızla gerileme sürecine girmiştir. Müslüman yöneticiler Mecusilere Zımmi muamelesi yapmıştır. “Onlara Ehli Kitab gibi muamele yapın” diyen Hz. Muhammed’in bizzat kendisi Yemen ve Hecer Mecusilerine bu muameleyi yapmıştır. Hz. Muhammed, onların kadınlarıyla evlenmemek ve kestiklerini yememek kaydıyla cizyeye bağlanmasına izin vermiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde zaman zaman Mecusilere karşı takibatlar yapılmış, ateşgedeler yıkılmış ya da mescide dönüştürülmüştür. Nitekim Mecusilerin bazıları İran dışına, özellikle Hindistan’a göç etmek durumunda kalmışlardır. 1600’de Parsi rahip Bahman tarafından yazılan Kıssa i Sancan’a göre, Müslümanların İran’ı fethi üzerine yaklaşık 100 yıl dağlarda saklanmış olan Mecusiler, daha sonra İran körfezini geçerek Hindistan’ın batı sahilinde bulunan Gujerat’a gelmiş ve buradaki yöneticilerin, dinsel inançlarını açıklamak, silah taşımamak, yerel Hint elbiseleri giymek ve evlilik törenlerini akşamları yapmak şartlarını kabul ederek yerleşmişlerdir. Yeni yerleşim bölgelerinde Parsîler (Parsîk) olarak tanınan Mecusiler, zamanla yerel kültür ve geleneklerden etkilendiler. 18. yüzyılda kaleme alınan Kıssa i Zarduştan i Hindustân’a göre, Gujerat Parsi toplumu zamanla farklı yerleşim merkezlerinde müstakil cemaatler halinde gelişmiş ve böylelikle her biri bir rahip grubunun idaresi altında olan 5 ana bölgeye (panth) ayrılmıştır: Sancaralar, Bhagaryanlar, Godavralar, Bharuchalar ve Khambattalar.

İslâmi dönem Mecusi dinsel literatürünün derlenmesi açısından da önemlidir. MS 9. yüzyılda Denkard, Bundahişn, Pendname i Zartuşt ve Datistan i Menok i Hrat gibi Pehlevice metinler derlenmiştir. Yine bu dönemde çeşitli Mecusi ekolleri de ortaya çıkmıştır. Örneğin Şehristani, Mecusilerin Keyûmartiyye, Zurvaniyye, Zarâdaştiyye ve Seneviye gibi fırkalarından, Abdulkahir el-Bağdadi ise Zervaniyye, Messihiyye, Hurremdiniyye ve Bihaferidiyye gibi ekollerinden bahseder.

Zerdüşt hayattayken, inancını Tacikistan ve Belucistan’ı da içine alan Harezm bölgesinde yayma fırsatı bulmuştur. Zerdüşt’ün ölümü sonrası ise onun öğretileri İran genelinde hızla yayılmaya başladı ve kısa zamanda İran’ın yaygın dini haline geldi. Yeni dinin sağladığı dinamizmi de arkasına alan Daryüs, imparatorluk sınırlarını hızla genişletti. Özellikle Perslerin Asur ve Babil imparatorluklarının mirasına konmasıyla Zerdüştçülük buralarda da yayılmaya başladı. İlerleyen dönemde Hindistan’dan Anadolu ve Avrupa’ya, Horasan bölgesinden Arap yarımadasına kadar oldukça geniş bir bölgede taraftar edinen yeni din, doğal olarak yavaş yavaş kendi özgün teolojik doktrinlerini kaybetmeye ve yayıldığı bölgelerin yerel inanç ve gelenekleriyle kaynaşmaya başladı. Farklı yerel geleneklerle bu karşılıklı temas ve birbirinden etkileşim süreci, sonunda, Zerdüşt’ün öğretilerinin irtibatta olunan geleneksel dinler ve kültürler çerçevesinde yorumlanarak Zerdüştçülüğün senkretik bir dinsel gelenek şeklinde ortaya çıkmasını sağladı. Örneğin bu süreçte, Zerdüşt ve ilk taraftarlarının politeizmle mücadele kapsamında karşı çıktıkları ve ortadan kaldırılmasına çalıştıkları eski İran’ın Mitra kültü yeniden adapte edildi; ışık ve güneş tanrısı Mitra Zerdüştçü öğretilere uyarlandı. Mitra kültünü ön plana çıkaran Mitraizm, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında Roma imparatorluğunda da kendisine önemli ölçüde taraftar buldu. Günümüz Mecusileri büyük oranda Hindistan’da ve başta ABD ve Kanada olmak üzere çeşitli Batı ülkelerinde yaşamaktadır. 20. yüzyılda önemli miktarda Parsi başta İngiltere ve Kanada olmak üzere çeşitli ülkelere göç etmişlerdir. Günümüzde Parsi diyasporası yaygın olarak Londra’da bulunmaktadır. Bütün dünyadaki Parsilerin toplam sayısı ise 100.000 civarındadır


AVESTA


Mecusiliğin kutsal metni Avesta’dır. Birkaç ana bölümden oluşan Avesta’nın bölümleri; Yasna, Visperad, Yaşt, Videvdat (Vendidat) ve Hurda Avesta (Küçük Avesta) olarak adlandırılır. Bu bölümler arasında en eski metinler 72 kısımdan oluşan Yasna’da bulunur. Yasna’nın 16 kısmı, geleneksel olarak Zerdüşt’ün kendisine atfedilir ve bunlar Gathalar (ilahiler) diye adlandırılır.

Mecusi geleneği orijinal Avesta’nın, kral Viştaspa tarafından 12.000 öküz derisi üzerine altın mürekkeple yazıldığını (ya da yazdırıldığını) ve bunun iki nüshasından birisinin Şiz kraliyet hazinesine, diğerinin ise Stakhr arşivine konulduğunu kabul eder. Bu inanışa göre, Stakhr nüshası Büyük İskender’in İran’ı istilası esnasında (MÖ 4. yüzyılda) çıkan yangında yok olmuş; Şiz nüshası ise ele geçirilerek Yunancaya çevrilmiştir. Bu orijinal Avesta metninden ancak üçte birlik bir kısım hafızalarda kalarak sonraki dönemlere aktarılmıştır. Yine geleneğe göre, yazılı fragmentleriyle hafızalarda kalan sözlü malzemeden hareketle Avesta’nın yazılı bir nüshasının derlenmesi çalışmaları Arsakid kralı Valkaş (MS 51-75) ve Sasani hanedanının kurucusu Ardeşir Papakan (MS 226-241) tarafından başlatılmış; neticede kral II. Şapur (MS 310-379) döneminde derleme tamamlanmıştır. Diğer taraftan yapılan araştırmalar ise, elimizdeki yazılı Avesta metninin MS 4. yüzyıl öncesine gitmediğini göstermektedir.

Avesta, muhtevası itibarıyla MÖ 7. yüzyıl ile MÖ 4 veya 3. yüzyıl arası bir dönemi kapsamaktadır. Sasaniler dönemiyle ilk İslâmi dönemlerde birçok Pehlevice metin yazılmıştır. Mecusi rahiplerince yazılan ve adeta Avesta’nın yorumu olan bu metinler, genel olarak Zend adıyla adlandırılmaktadır. Bu metinler, genellikle Sasanilerin son yüzyıllardaki teolojik görüşlerini yansıtırlar. Pehlevice metinlerin çoğu ise MS 9. yüzyıla aittir. Bunlar arasında Avesta’nın kayıp kitaplarının bir özetiyle Zerdüşt’e dair çeşitli efsanelerin yer aldığı Denkard ile evrenin yaratılışıyla ilgili kozmogonik bir metin olan Bundahişn oldukça önemlidir.


İNANÇ ESASLARI


Mecusiler, inanç sistemlerinin tarihin en eski hatta ilk evrensel tektanrıcı dinsel geleneği olduğunu sıkça vurgularlar. Örneğin Mecusiliğin günümüzde Hindistan’daki temsilcisi olan ve buradan dünyanın çeşitli ülkelerine göç ederek diyaspora yaşantısı süren Parsiler, Mazdayasna olarak adlandırdıkları yüce varlık Ahura Mazda’nın her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten tek rab olduğu inancına sahiptirler. Ayrıca onlar Zerdüşt’ün peygamberliğine, vahye, ruhun ölümsüzlüğüne, haşre, hesaba ve öte dünya (cennet ve cehennem) yaşantısına da inanırlar.

Bununla birlikte tanrı inancı açısından tarihin çeşitli dönemlerinde monoteizmden politeizm ve düalizme kadar farklı inanç özellikleri Mecusi geleneğinde kendisini göstermiştir. Örneğin Gathalarda gözlemlenen erken dönem Mecusiliğinde, evrensel bir monoteizm dikkati çekmektedir. Peygamber Zerdüşt, başlangıçtan beri var olan bir tek üstün gücün, Ahura Mazda’nın üstünlüğünü savunmuştur. Ahura Mazda her şeyi bilen, mutlak iyi ve mükemmel olan tanrıdır. Bu düşüncesiyle Zerdüşt, yaşadığı dönemde İran’da yaygın olan naturalistik politeizmi reddetmiş; politeist gelenek içerisinde oldukça önemli olan Mitra gibi tanrısal varlıklara inanç sisteminde yer vermemiştir.

Zerdüşt bütün varlıkların Ahura Mazda’dan zuhur ettiğine inanmaktaydı. O, var oluşun başlangıcını yüce tanrıdan zuhur eden ya da onun tarafından yaratılan 7 asli ilahi varlıkla açıkladı. Ahura Mazda öncelikle kendisinin kutsal ruhu Spenta Mainyu ile diğer 6 ilahi varlığı yarattı. Ameşa Spenta (kutsal ölümsüz) olarak da adlandırılan bu altı yüce varlık; Vohu Manah (iyi düşünce), Aşa Vahişta (iyi gerçek), Spenta Armaiti (iyi sadakat), Khşatrha Vairya (cazip hükümranlık), Haurvatat (bütünlük) ve Ameratat (ölümsüzlük)tür. Bu ilahi varlıklar, aynı zamanda Bilge Rab Ahura Mazda’nın soyut veçheleri olarak da görülürler. Bunlardan sonra ise diğer ilahi varlıklar, yani Apam Napat, Sraoşa, Aşi ve Geuş Urvan gibi varlıklar var olmuştur. Bu diğer ilahi varlıklar Yazatalar ya da “tapınmaya değer varlıklar” olarak da nitelenir. Adeta bir südûr süreciyle Ahura Mazda’dan tezahür eden bütün bu ilahi varlıklar bir bakıma yüce tanrıyı çevreleyen melekler konumundadır.

Zerdüşt, iyilikle (aşa) kötülüğün (drug) metafizik boyutta değil ahlaki boyutta var olduğunu düşünmüş ve kendisinden tezahür eden varlıklar içinden kötülüğe ve yalana yönelişler nedeniyle kötülüğün ortaya çıktığına inanmıştır. Kötülük ve yalana rağbet eden ruhlar, Ahura Mazda’nın düşmanları olarak görülmüştür. Kötü olan ruhlar arasında en başta geleni Angra Mainyu’dur. Kötü karakterli ruhlara verilen genel bir ad olarak Daevalar (devler) terimi kullanılmıştır. Diğer taraftan Ahuralar ismi ise, hakikati yani Aşa’yı tercih eden ve doğru karakter taşıyan ruhlar için kullanılmıştır.

Zerdüşt’ün kurmaya çalıştığı bu tek tanrıcı inanç sistemi fazla başarılı olamamış; doğa tapınmacılığına dayalı Mitraik politeist geleneği tam anlamıyla alt edememiştir. Öyle ki Ahemenidler döneminde yüce tanrı Ahura Mazda ön plana çıkarılmış; fakat sonradan Baga diye bahsedilen diğer tanrısal varlıklardan da vazgeçilmemiştir. Böylelikle Zerdüştçü rahipler, vaaz ve dinsel uygulamalarında Zerdüşt tarafından bahsedilen meleksi ilahi varlıklarla birlikte geleneksel İran politeizminin Mitra ve Anahita gibi tanrısal varlıklarına da yer vermişlerdir. Ayrıca sonraki döneme ait kaynaklarda Ahura Mazda’nın karılarından bahsedilmiş; bundan başka o, Vohu Manah ve Armaiti’nin babası olarak nitelenmiştir.

Sonraki dönemlerde Zerdüştçüler arasında kötülük problemini açıklama konusunda bazı kesimlerce monist yaklaşımlar tercih edilmeye başlandı. Aslında iyi ve kötü talihin dağıtıcısı olarak kaderin efendisi ve zamanın kaynağı olan ilahi varlık olduğuna inanılan Zürvan’ın, yani zamanın ezeli ve ebedi bir güç olarak her şeyi var ettiği düşüncesinden hareketle iyi ve kötü karşıtlığının metafizik düzlemdeki temsilcileri olarak kabul edilen Ahura Mazda (Ohrmazd) ile Angra Mainyu’nun (Ehrimen’in) Zürvan tarafından yaratılan iki kardeş oldukları ileri sürüldü. Böylelikle Zürvanist monizm, geleneksel Mecusi düalizmi öncesi Zerdüştçüler arasında heretik bir akım olarak ortaya çıktı.

Mecusiliğin dikkat çekici özelliği olarak bilinen Ahura Mazda ile Angra Mainyu düalizmi ise Sasaniler dönemi ve sonrası ortaya çıkmıştır. Her ne kadar daha önceki dönemlerde de düalizmin referansı olabilecek inanç ve düşünceler var idiyse de Mecusi düalizminin sistematize edilmesi bu dönemde olmuştur. Pehlevice Mecusi metni Bundahişn bu düalizme dayalı var oluşu açık bir şekilde anlatır. Buna göre başlangıçtan itibaren iki asli tanrısal varlık vardır. Bunlardan Ohrmazd, kudret ve iyiliklerle çevrili ışık dünyasında yaşıyor; Ehrimen ise karanlıklarla çevrili olan derin çukurlarda kana susamış bir halde yaşıyordu. Her iki tanrısal varlık da kendi alemlerinde bir dizi yaratma eylemi gerçekleştirdiler. Böylelikle Ohrmazd, zamanı, ilahi varlıkların özünü, Ameşa Spenta’yı ve diğer ilahi varlıkları yarattı. Ehrimen de benzer şekilde kendi ruhsal varlığıyla 6 kötü varlığı ve diğer kötü/şeytani varlıkları yarattı. Sonra Ohrmazd dünyayla ilgili olarak göğü, suyu, yeri, bitkileri, sığırı ve insanı yaratırken; Ehrimen canavarları ve benzeri kötü varlıkları yarattı. Görüldüğü gibi bu düalizmde, her ikisi de yaratılmamış olan, bütün iyiliklerin yaratıcı ve sorumlusu bir iyi tanrı ile bütün kötülüklerin yaratıcısı ve sorumlusu bir kötü tanrının varlığı esas alınmakta; bu iki güç ve onlara bağlı Aşa ile Drug arasında çetin bir mücadelenin var olduğu kabul edilmektedir.

Ahura Mazda yaratmayı iki aşamada tamamlamıştır. O, önce her şeyi ruhsal (menog) sonra da maddi (getîk) olarak var etmiştir. Varlıkların maddi olarak ortaya çıkmasıyla iyi-kötü savaşı aktif hale gelmiştir. Öyle ki Mecusi inancına göre, Ehrimen metal alemini yararak su yoluyla yeryüzü dünyasına çıkmış, buradaki bazı bölgeleri çöle çevirmiş, Ahura Mazda tarafından yaratılan ilk insan ile boğayı öldürmüş ve kutsal ateşi duman ile kirletmiştir.

Mecusilikte yeryüzüyle ilgili yaratılış Ahura Mazda’dan südûr eden 7 asli varlıkla da ilişkilendirilir. Bu asli varlıklardan Vohu Manah sığırın, Aşa Vahişta ateşin, Khsatra Vainya metallerin, Spenta Armaiti yeryüzü tabakasının yani toprağın, Ameretat bitkilerin, Haurvatat ise suyun efendisi olarak görülür. Son olarak insanın ise Ahura Mazda’nın ruhsal varlığı olan Spenta Mainyu’nun koruması altında olduğuna inanılır.

İnsanın yaratılışı konusunda Mecusilik, Ahura Mazda’nın önce ilk prototip insan olan Gayomart’ı yarattığını düşünür. Gayomart, Ahura Mazda ile Spendarmat’ın yani yeryüzünün oğlu olarak tanımlanır. Daha sonra öldürülen Gayomart’ın tohumları/zürriyeti yeryüzüne dökülmüş ve bundan Adem’le Havva’ya tekabül eden ilk insan çifti olan Maşye ile Maşyâna doğmuştur

Mecusilikte kozmik zaman tıpkı Sâbiîlik ve Maniheizmde olduğu gibi üç döneme ayrılır. Bunlardan ilk zaman yaratılış dönemini içermektedir. Tanrı yeryüzünü, yeryüzündeki varlıkları, insanı ve yaratıcı iyiliğin sembolü olan boğayı bu dönemde yaratmıştır. İkinci zamanda kötü tanrı Angra Mainyu’nun saldırısı gerçekleşmiş ve ondan kaynaklanan kötülük yeryüzüne karışmıştır. Bu İkinci dönem iyilikle kötülük arasındaki aktif mücadele dönemidir. Bu dönemde insan, Angra Mainyu ve beraberindeki Daevalar ve diğer karanlık güçlere karşı Ahura Mazda’ya Ameşa Spentalara ve diğer iyi güçlere (Yazatalara) yönelerek korunup kurtulabilir. Bu dönemin sonunda iyilikle kötülük arasında son bir savaş yapılacak ve kötü güçler alt edilecektir. Üçüncü ve son dönem ise kötülüğün yok edileceği ve adeta yeniden ilk döneme dönüleceği restorasyon ya da iyilikle kötülüğün birbirinden ayrılma dönemidir. Kötülüğün egemenliğinin ebediyen ortadan kalkacağı bu dönemde insanlar ebediyen mutlak iyilik içinde yaşayacaklardır.

Mecusilikte dünyanın gidişatı, var oluştan kıyamete kadar süre açısından birbirine eşit dört devre ayrılır. Toplam 12.000 yıllık bu dört devirden sonuncusunda Zerdüşt peygamber olarak yeryüzüne gönderilmiştir. Zerdüşt, Gathalarda kendisini Manthra, yani peygamber olarak tanımlamıştır. Aynı nitelemeyi Zerdüşt sonrası yaşayan bazı Mecusi ileri gelenleri de kendileri için yapmışlardır. Dolayısıyla Mecusilikte peygamberliğin Zerdüşt sonrası da devam edeceğine inanılmaktadır. Dördüncü dönem ahir zamana tekabül etmektedir. Bu zamanın sonlarına doğru kurtarıcı Saoşyant gelecektir. Zerdüşt’ün soyundan olan ve bir bakireden doğacağına inanılan Saoşyant’la yeryüzünde iyiliğin egemenliği tekrar tesis edilecektir.

Ölüm sonrası ruh, ilahi aleme, sırasıyla yıldızları, ayı ve güneşi geçerek ulaşmak durumundadır. Ayrıca ruh, dünyada sergilemiş olduğu inançlar ve davranışlar açısından sorgudan geçirilir. Sraoşa, Mitra ve Raşnu tarafından yapılan bu sorgulamada kişinin amelleri bir terazide tartılır. Bu terazi adeta bir köprü gibidir. Şayet kişinin iyilikleri ağır basarsa Çinvat adı verilen bu “ayrışma köprüsü” genişler ve kişi oradan yukarıdaki cennete gider. Ama günahları ağır basarsa o zaman da köprü adeta bir bıçak ağzı gibi daralır ve kişi aşağıdaki cehenneme düşer. Bedeninden ayrılarak cennete giden ruhlar orada güzel bir kız suretindeki kendi eşiyle buluşup birleşir. Zira Mecusi inancına göre yeryüzündeki her canlının ilahi alemde bir sureti ya da eşi vardır. Fravaşi öğretisi olarak da bilinen bu inanca göre, yeryüzündeki maddi varlık geçicidir; aslolan ruhun ilahi alemdeki bedeniyle birleşmesidir. Cehennem bir arınma yeridir; Angra Mainyu tarafından yönetildiğine inanılan bu mekanda arınan ruhlar da sonra cennete gideceklerdir. Zamanın sonunda metal eriyiğinden oluşan bir nehir dünyaya akacak ve herkes bu nehirden geçmek zorunda olacaktır. Bu nehir, iyiler için adeta ılık bir süt gibi olacak kötüleri ise yok edecektir. Nihayet bu nehir cehenneme de dökülecek ve oradaki Angra Mainyu’yu da yok edecektir.

Mecusilikte önemli bir kült objesi olan ateşle ilgili inanışlar ve uygulamalar oldukça önemlidir. Yedinci yaratılışla özdeşleştirilen ve ilahi varlıklardan Aşa Vahişta tarafından korunduğuna inanılan ateş, tanrı tarafından yaratılan saf, temiz ve iyi bir varlık olarak görülür. Bu nedenle erken dönemlerden itibaren ateş Mecusi tapınaklarında önemli bir yer tutar. Özellikle Sasaniler döneminde ortaya çıkan ikonaklazm hareketinde tapınaklardan temizlenen tanrı suretlerinin yerini kutsal ateş almış ve ateşin ibadet esnasında kullanımı yaygınlaşmıştır. Ateş motifi eski İran paralarında da kullanılmıştır. Mecusilikte ateş bir tapınma objesi ya da bir tanrı değildir; tanrısal saflığın, temizliğin ve iyiliğin bir sembolüdür. Bu nedenle Mecusilikte ateşle ilgili temizlik kurallarına riayet etmek oldukça önemlidir. Örneğin ateşe çöp ve benzeri kirli/pis şeyler atılmaz, ateş kirletilmez. Ateşte kullanılan yakıtların temiz ve kuru olmasına özel bir itina gösterilir.

Mecusi tapınaklarında farklı kategoride sınıflanan ateşler de vardır. Bunlardan Ataş Vahram (Bahram) tapınakta 24 saat yakılı tutulan önemli bir kutsal ateştir. Bunun dışında önem açısından daha alt derecede olan çeşitli ateşler de bulunmaktadır. Tapınakta yanan ateş; tapınaktaki özel bir bölmede bir yükselti üzerinde bulunan bir kap (Ataş-dan) içinde bulunur. Kutsal ateşin önünde yapılan dualar esnasında rahipler, nefeslerinin ateşi kirletmemesi amacıyla yüzlerinde peçe benzeri beyaz bir örtü bulundururlar.


TEMEL İBADETLERİ


Mecusiliğin ahlak sistemi özünü “humuta, hukhta, huvarşta” yani iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranış esasına dayalıdır. Beş vakit dua Mecusiliğin günlük ibadetleri arasında oldukça önemlidir. Güneş doğarken, öğlen tepedeyken, öğleden sonra, güneş batarken ve gece olmak üzere bu beş vakitte her Mecusi güneşe, ışığa ya da ateşe dönerek dua okur. Dua öncesi İslâmdaki abdeste benzer bir temizlenme ibadeti yapılır. Bunun için öncelikle yüz, sonra eller ve ayaklar yıkanır; bu arada kutsal kuşak (kutsi) çözülür. Dua esnasında yeniden bu kuşak bağlanır.

Doğum, evlilik ve cenaze törenleri dini olaylar olarak değerlendirilir. Doğum sonrası bebek tapınağa götürülür ve rahip tarafından ağzına kutsal hom suyu verilir. Evlilik (nikah) törenini de rahip yönetir.

Mecusilikte her çocuk 15 yaşına geldiğinde kendisi için bir çeşit dine giriş (inisiyasyon) töreni sayılabilecek bir tören düzenlenir. Navcot olarak adlandırılan bu törende çocuklar dualarla dini elbiseler giyinip, kutsal kuşak Kusti’yi takarlar. Üç kez bele dolanan ve önden ve arkadan bağlanan bu kuşağı erkek ve kadın dindar Mecusiler her zaman bağlarlar.

Mecusilikte yılın çeşitli aylarına dağılmış vaziyette bir dizi kutsal gün ve bayram bulunmaktadır. Yıllık olarak kutlanan 7 büyük bayramdan en önemlisi No Ruz (Nevruz) adı verilen yeni yıl bayramıdır. No Ruz tabiatın dirilişi anısına kutlanan bir çeşit bahar bayramıdır. Güneş takviminin ilk ayı olan Fervardin’in ilk gününde (21 Mart) bahardaki gündüz-gece eşitliği döneminde kutlanmaya başlanan Nevruz efsanevi İran kralı Cemşid’le ya da Zerdüşt’le ilişkili olarak görülür. Nevruz ateşin efendisi Aşa Vahişta’ya atfedilmiştir. Nevruz kutlamalarında sonbaharla birlikte yeryüzünden ayrılan bitkilerin ve suların koruyucusu ilahi varlık Rapitvan’ın ilkbaharda yeniden yeryüzüne dönüşü de kutlanmaktadır. Diğer altı bayram ise genel olarak Gahambar adıyla bilinir. Bu bayramlar Ahura Mazda, Ameşa Spentalar ve onlar tarafından var edilen ya da korunan kutsal yaratıklar adına kutlanır. Bunlardan başka sonbaharda hasat zamanı kutlanan Mehregan (Mihrican) da önemli bir bayramdır. Mecusilikte erken dönemlerden itibaren özel olarak bazı bitki sularından elde edilen ve süt ile karıştırılan Haoma içeceği de önemli bir işleve sahiptir. Kutsal metinlerde Haoma içeceğinin kişiye ölümsüzlük kazandırdığı belirtilir. Zerdüşt kanlı kurbanın yerine Haoma içeceğini ve kişinin ibadetlerine bir şahit olarak da ateş sembolizmini kullanmıştır.

Çok eski dönemlerde ölü gömme adetinin varlığını gösteren işaret bulunmakla birlikte sonraları Mecusilikte tıpkı Tibet Budistlerinde olduğu gibi cesetlerin açıkta bırakılarak etlerin vahşi hayvanlar ve kuşlarca yenilmesi adeti yaygınlaşmıştır. Mecusilerce ruh bedenden ayrıldıktan sonra ceset kirli sayılır ve onu toprağa gömmek, suya atmak ya da ateşte yakmak suretiyle temiz olan toprağı, suyu veya ateşi kirletmesine izin verilmez. Bunun yerine eski dönemlerde ıssız dağ başlarında, yakın zamanlarda ve günümüzde ise Dakhma ya da Sessizlik Kulesi’nde ceset açık alanda taş bloklar üzerine yatırılır ve üzerindeki elbiseler tamamen çıkartılarak açığa bırakılır ve akbabalar gibi vahşi hayvanlarca cesedin yenilerek yalnızca kemikler kalıncaya kadar bu şekilde bırakılır. Mecusilikte cesede yalnızca cenaze taşıyıcıları gibi bazı özel kişiler yaklaşabilir; bu kişilerin de özel bazı arınma ayinlerini yapmaları gerekir.

Mecusilikte temizlik kuralları oldukça önemlidir. Ateşle ve su ile ilgili kurallar oldukça önemlidir. Suyu ya da çeşme, dere veya göl gibi su kaynaklarını kirletmek günah sayılır. Hatta su, kirli ya da pis şeye doğrudan temas ettirilmez. Eski dönemlerde Mecusiler kirli şeyleri temizlemek için üçlü bir metot uygularlardı. Buna göre kirli bir şey önce sığır sidiğiyle yıkanır, ardından da toprak veya kumla silinip kurulanırdı. Ancak bundan sonra o şey su ile yıkanarak durulanırdı. Benzer temizlik kuralları toprak için de geçerlidir. Mecusilikte kan, nefes, tükürük ve benzeri vücuttan çıkan şeyler kirlenme unsuru olarak kabul edilir ve bu bağlamda adet gören kadınlar toplumdan tecrit edilir; hatta bazen bunların normal günlük işlerini yapmaları da yasaklanır. Hindistan Mecusileri dini ayinlerinde kullanılmak üzere kılları tamamıyla beyaz olan bir boğa (varaysa) beslerler. Bu boğa, kesilmek için değil, hom suyunu süzmeye yarayan eleğin yapımında kullanılan kuyruk kılları için beslenir. Ayrıca onlar domuz ve sığır eti yemezler ve tek evlilik yaparlar. Zorunlu olmadıkça boşanmayı uygun görmezler.



Mecusilikte Din Adamları ve Mabet


Mecusilikte çeşitli rahiplik sınıfları var olmuştur. Bunlardan en önemlisi Mecuş ya da Meci denilen rahip grubudur. İran imparatorlukları hakimiyeti altındaki Batı bölgelerinde yerleşik Mecusi kolonilerinde etkin olan Meciler eski Yunan gibi Batı dünyasında Mecusiliğin bu adla adeta özdeşleşmesine neden olmuşlardır. Bunlardan başka rahipler hiyerarşisi içinde Erbad (Herbad), Mobad (Magbad) ve Bagnapad gibi rahip grupları da dikkati çekmektedir. Bunlardan Mobadların ateş tapınaklarındaki baş rahipler oldukları bilinmektedir. Hindistan’da yaşayan Parsiler, rahiplik hiyerarşisinde sıradan rahiplere Mobed, başrahiplere ise Dastûr adı verirler. En yüksek dereceli rahipler ise Dastûrân Dastûr olarak adlandırılır. Diğer taraftan Kadmîler grubu din adamları için Molla ismini kullanırlar. Mecusilikte rahiplik babadan oğula geçen bir sistemle devam ettirilmektedir. Rahiplerin giysileri başa takılan külah benzeri bir başlık, bir elbise, ağzı kapatacak şekilde yüze takılan bir peçe ve bir kuşaktan oluşmaktadır. Bu giysiler beyaz olmak zorundadır; zira temizlik ve saflığı simgeleyen beyaz rahip rengi olarak bilinir. Rahipler cenaze ve evlenme törenleri, inisiyasyon ayinleri ve benzeri törenleri idare ederken bunun karşılığında belirli bir ücret alarak geçimlerini sağlarlar.

Erken dönem Mecusiliğinde tapınmak amacıyla kullanılan kutsal mekanlar ya da sunak yerleri (atlarlar) fazla görülmemektedir. Ancak zamanla özellikle Mecusiliğin toplumda yaygın egemen bir din haline gelmesiyle tapınaklar ve sunak yerleri oluşturulmaya başlanmıştır. Ataşgede adı verilen ve içerisinde kutsal ateşin yakılı olduğu tapınaklar İran’ın dört bir tarafında inşa edilmiştir. Ateş tapınakları genellikle iki bölümden; kutsal ateşin yakılı tutulduğu bir özel kısım ile inananların dini ibadetlerini yerine getirdiği daha büyük bir kısımdan oluşmaktadır. Sasanilerin yıkılışı sonrası ataşgedeler hızla yok olmuştur. Bugün İran, Azerbaycan ve Hindistan’da çeşitli Ataşgedelerin var olduğu bilinmektedir. Parsi tapınağı Dar ı Mihr ya da Agyari olarak adlandırılır. Tapınakta kutsal ateşin bulunduğu mekanı ifade eden Adaran ile törenlerin yapıldığı İzişngâh bulunur. Tapınaklardaki ateşler, kutsiyet derecesine göre 3 grupta toplanır. Bunlardan en kutsalı Ataş Bahram’dır. Bunlar, en yüce ateşler olarak değerlendirilir. Ataş Adaran olarak adlandırılan tapınak ateşi ise ikinci derecede kutsaldır. Ataş Bahram ve Ataş Adaran’a yalnızca rahipler dokunabilirler; sıradan halkın dokunması yasaktır. Son sıradaki ateş ise Ataş Dadgah olarak adlandırılır. Bu ateş, tapınaklar yanı sıra evlerde de tutulabilir Bu her üç ateşle Parsi olmayanların temas kurmalarına ise kesinlikle izin verilmez.



SÂBİÎLİK


Kur’an’ın üç ayetinde (Bakara 62, Maide 67, Hac 17) diğer bazı dini gruplarla birlikte Sâbiîlerden de isim olarak bahsedilir. Ancak bu ayetlerde Sabiilerin kim oldukları, nerede yaşadıkları ve hangi özelliklere sahip oldukları gibi konulara değinilmez. Çeşitli hadis metinlerinde de Sabii teriminin kullanıldığı bilinmektedir. Ancak bu metinler incelendiğinde bu terimin bir cemaat ismi olmaktan öte, “dönek” anlamına bir sıfat olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Sâbiî isminin Kur’an’da kullanılıyor olması bu dini grubun, Kur’an’ın nazil olduğu dönem Arap toplumunca biliniyor olduğuna işaret etmektedir.

Tedvin dönemi olarak adlandırılan dönemde Sâbiîlerin kim olduklarına dair çeşitli spekülasyonların İslâmi eserlerde yer aldığı bilinmektedir. Bunun en önemli nedeni Halife Me’mun döneminin sonlarından itibaren Harranlı yıldız ve gezegen tapıcılarının zimmilik statüsünü devam ettirebilmek amacıyla “es-Sâbiî el-Harranî” ismini adapte etmeleridir. Harranlı politeist ve paganların yaklaşık Miladi 922 yılından itibaren bu şekilde Sâbiî ismini adapte etmeleri, İslâm dünyasında Sâbiîlerin kim oldukları konusunda bir karmaşaya da neden olmuştur. Bu tarih sonrası İbn Nedim ve Biruni gibi çeşitli Müslüman yazarlar Sabiilerin Vasıt (ya da Bataklık) Sâbiîleri ve Harran Sâbiîleri şeklinde ikiye ayrıldıklarını; bunlardan birinci grubun gerçek Sâbiîler olduğunu ve diğer gruptan her anlamda farklı olduklarını belirtmişlerdir. Ancak ilerleyen tarihsel süreçte Harran Sâbiîleri olarak adlandırılan grup içerisinden birçok filozof ve bilim adamı Bağdad ve Basra gibi merkezlerde meşhur olmuş ve bunlar aracılığıyla Harraniler Sâbiî ismi altında hep ön plana çıkmıştır. Bu da doğal olarak Müslüman yazarların eserlerinde onların ön plana çıkmasına neden olmuştur.

Sâbiîler kendi dinlerine mensup olan sıradan cemaat üyelerini Mandayye (Mandenler, bilenler ya da arifler) diye adlandırırken, cemaat içerisinde ilmi ve otoritesiyle ayrıcalıklı yere sahip olan kimselerle atalarını ise Nasurayye (Nasuralar, doğru inancı koruyup gözetenler) olarak adlandırırlar. Bu arada onlarla ilgili kullanılan Sâbiî (Subbâ, Subbî, Sâbiûn) ve Sâbiîlik terimleri, Sâbiîlerin kendilerince kullanılan bir isim olmaktan ziyade, Arap komşularınca nehirde boy abdesti almak ayininden hareketle onlar için kullanılmaktadır. Sabilerce kutsal metin ve ibadet dili olarak kullanılan ve Aramicenin diyalektlerinden biri olan Mandencede bilgi, hikmet anlamına gelen “manda” teriminden türetilen Mandayuta, Sâbiîliği ifade eden ve Sâbiîler arasında yaygın olarak kullanılan bir terimdir. Bu terimden hareketle Batılı araştırıcılar Sabiîliği Mandeizm olarak isimlendirirler. Sami dillerdeki Nasara (İbranca ve Mandence nasara, Akadca nasâru, Arapça nazara, “korudu, gözetti, muhafaza etti”) fiil kökünden gelen Nasaruta ise, Sâbiî literatürü içerisinde erken dönemlere ait metinlerde Sâbiîlik için kullanılan ve Nasuraizm anlamına gelen bir isimdir.

Sâbiîler, genellikle güney Irak’ta Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerle Basra ile Bağdat gibi büyük şehirlerde ve İran’da Karun nehri boyunca yer alan yerleşim birimlerinde yaşarlar. Ayrıca başta İsveç, Danimarka, ABD, Avustralya ve Kanada olmak üzere birçok Batı ülkesinde yaşamlarını sürdüren irili ufaklı Sabii cemaatleri bulunmaktadır. Sabiilerin dünya genelindeki nüfuslarının 80 ila 100 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.


TARİHSEL GELİŞİMİ


Her ne kadar Sâbiîler, kendi dinlerinin Hz. Adem’le birlikte başlayan bir “ilk-din” olduğunu iddia etseler de Sâbiîliğin tarihçesi gerçekte günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlar. Sâbiîlik MÖ son iki yüzyıl içerisinde Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut olan heterodoks Yahudi akımları içerisinde filizlenmiştir. Sâbiîler tarafından “büyük bir önder” ve “bir ışık peygamberi” olarak adlandırılan Hz. Yahya da büyük ihtimalle Nasuralar cemaatiyle ilişki içerisindeydi. Hz. İsa’nın çağdaşı olan Yahya, Yahudi toplumunun bir üyesi olarak doğmuştu. Ancak sonradan bir peygamber olarak Yahudiliğe karşı çıkmış ve Kudüs dışında kendi cemaatini kurmuştu. Yahya’nın faaliyetleri resmi Yahudilik taraftarlarını telaşlandırmıştı. Birçok eziyet ve işkenceden sonra Hz. Yahya, başı kesilmek suretiyle idam edildi ve taraftarları sıkı takibat ve katliama tabi tutuldu. Bu katliam olayına Sâbiîler kutsal kitaplarında geniş yer verirler. Ginza’nın ifadesine göre Yahudiler, başta 365 ileri gelen olmak üzere binlerce Nasurayı (Sâbiîlerin atalarını) katlettiler. Katliamdan kurtulanlar ise, zamanın Arsakid kralı himayesinde kuzey Mezopotamya’ya doğru kaçtılar. Sâbiî kutsal kitapları bunların sayısının 60.000 civarında olduğunu vurgular. Bir müddet sonra Nasuralar/Sâbiîler buradan güney Mezopotamya’ya göç ederek buraya yerleştiler. Mecusiliğin İran’da resmi din olarak kabul edildiği MS 3. yy’ın ilk yarısına kadar Sâbiîler bu bölgede altın çağlarını yaşadılar. 7. yy’da Irak’ın Müslümanlarca fethedilmesi üzerine, diğer yöre halkı gibi Sâbiîler de zimmi statüsüyle İslâm hakimiyeti altına girdiler.

Sâbiîler, değişik inanç ve kültür mensubu çeşitli halklarla komşuluk ilişkileri içerisinde yaşadılar. Doğal olarak zamanla bu geleneklerden çeşitli alanlarda etkilendiler. Kendi asli Yahudi kültürleri yanı sıra İran dinlerinden (ölü ile ilgili bazı törenler, ayin yemekleri ve yıldızlarla ilgili çeşitli tasavvurlar konusunda olduğu gibi), Babil-Asur dininden (sihir ve büyü formülleri ve benzeri) ve Hıristiyanlıktan (Pazar gününün kutsallığı gibi) çeşitli unsurları adapte ettiler. Bu arada Filistin’deki katliam ve takibat nedeniyle Yahudilere karşı birçok polemik geliştirdiler ve zamanla Yahudilikten iyice uzaklaştılar.



KUTSAL METİNLERİ


Sâbiîlerin kutsal kitapları yazılı metinler ve sır metinleri şeklinde iki ana grupta toplanabilir. Yazılı metinler de kendi aralarında temel kutsal kitaplar, esoterik (gizli) özelliğe sahip metinler, divan, şerh ve tefsirler, astrolojik metinler ve büyü ve sihir yazmaları şeklinde çeşitli gruplara ayrılabilir. Sâbiî kutsal kitapları arasında en önemli yeri oluşturan temel kitaplar Ginza, Draşya d Yahya ve Kolasta’dır. İki ana kısma (Sağ Ginza ve Sol Ginza) ayrılan ve “hazine” anlamına gelen Ginza yaklaşık 600 sayfadan oluşur. “Adem’in Kitabı” diye de adlandırılan bu kutsal kitap, çeşitli dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası hayat ve benzeri konuları ihtiva eder. Draşya d Yahya (Yahya’nın Öğretileri) ise adından da anlaşılacağı gibi, büyük ölçüde Yahya’yı ve öğretilerini konu alan bir kitaptır. Kolasta (Kolleksiyon ya da Övgü) ise gusül, ayin yemekleri ve benzeri ibadetlerle ilgili dua ve uygulamaları konu alan bir günlük ibadet kitabıdır.

Yalnızca rahipler ve rahip adaylarınca kullanılmasına izin verilen esoterik kitaplar çoğunlukla teolojik konularla çeşitli mitolojik tasavvurları ele almaktadır. Astrolojik metinler ise gelecekle ilgili kehanette bulunma, eksorsizm (kötü ruhları ve cinleri kovma) ve doğum, ölüm, yeni yıl ve evlenme gibi durumlarda ilgili kişinin ve günün ad, saat ve tarihiyle ilgili - ebced hesabına benzer yolla- çeşitli astrolojik hesaplar yaparak ilgili olayları yorumlama konusunda bilgiler veren metinlerdir.

Sâbiîler kutsal kitaplarının, -özellikle temel kitaplarla yalnızca rahiplerin okumalarına izin verilen esoterik metinlerin- yaratılışta yüce Tanrı tarafından ilk insan Adem’e vahy olunduğuna inanırlar. Sâbiî literatürü üzerinde yapılan çalışmalar, bu literatürden en azından bir kısmının MS 2. ya da 3. yüzyılda derlendiğini ortaya koymaktadır.

Kutsal metinlerin yazılı olduğu dil Aramcanın doğu lehçelerinden birisi olan Mandencedir. Günlük hayatta Arapça konuşan Sâbiîler, bu dili anlamadan sadece ibadet dili olarak kullanırlar. Bu dili okuyup yazabilme ayrıcalığı ise yalnızca rahiplere aittir. Bununla birlikte günümüzde Sabiîler – örneğin İran’daki cemaat- kendi dillerini okuma yazma düzeyinde öğrenme/öğretme ve günlük bir dil olarak kullanma konusunda bazı çabalar içerisindedirler. Bu amaçla Mandence eğitim veren bazı okullar kurulmuştur.


TEMEL İNANÇ ESASLARI


Baştan sona Sâbiî öğretilerine metafizik ve içinde yaşanılan evren düzleminde kabul edilen bir düalizm egemendir. Yalnızca ahlaki düzlemde bir düalizmden farklı olan bu anlayış Gnostik Düalizm olarak da nitelenebilir. Bu dualizme göre bir tarafta ışık ve nur alemi, diğer tarafta ise karanlık alemi bulunur. Işık aleminin başında “Yüce Hayat”, “Kudretli Ruh” ve “Yüceliğin Efendisi” gibi isimler de verilen Malka d Nhura (Işık Kralı) bulunur. Işık aleminde yüce varlık Malka d Nhura’nın etrafında sayısız nurani varlık bulunur. Uthria (zenginler) ve Malkia (krallar) diye adlandırılan bu varlıkların görevi, Malka d Nhura’yı takdis ve tesbih etmektir. Işık alemi ve bu alemin varlıkları kötülükten tamamıyla münezzehtirler. Bu alem yokluk, eksiklik, fanilik ve yanlışlık gibi sıfatlardan da tamamıyla uzaktır. Sâbiî kutsal kitaplarında, yönlerden kuzeyde olduğuna inanılan Işık aleminin düzen, varlık ve verimliliği sembolize eden Hayat (Hayye) prensibinden oluştuğu ifade edilir. Böylelikle hayat prensibi bütün Sâbiî teolojisine baştan sona hakimdir.

Düalizmin diğer kanadını oluşturan karanlık alemi de ışık alemi gibi benzer bir yapılanmaya sahiptir. Işık aleminin hayat prensibinden oluşmasına karşılık, karanlık alemi yokluk, eksiklik ve düzensizliği sembolize eden kaos ya da “Kara Su”dan oluşmuştur. Yönlerden güneyde olduğuna inanılan alemin başında zaman zaman Ur ya da “Büyük Canavar” diye de adlandırılan Malka d Hşuka (Karanlık Kralı) bulunur. Malka d Hşuka, karanlık alemindeki sayısız kötü varlığın yaratıcısı ve yayıcısı olarak nitelenir. Birçok olağanüstü nitelik ve güçlere sahip olan bu varlık, kötü ve karanlık vasıfların tümüne sahiptir. Malka d Hşuka’nın etrafında sayısız kötü varlık, devler, şeytanlar, kötü ruhlar, canavarlar ve benzeri varlıklar bulunur. Bu varlıklara ilaveten karanlık alemi içerisinde bir de düşmüş ışık varlıkları vardır. Bunlar kötü varlıklarla işbirliği ya da ezeli bir takdirin (kaderin) bir tezahürü olarak karanlık alemine atılmış varlıklardır. Bunların başında Ruha isimli bir dişi figür gelir. Ruha, özellikle alemin ve insanın yaratılışı mitolojisinde kötü varlıkları harekete geçirmesi konusunda Malka d Hşuka’yı kışkırtan bir varlık olarak nitelenir. Ayrıca ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma aracı varlıklar olan Yuşamin, Abatur ve Ptahil (maddi alem ve insanın yaratıcısı) gibi figürler de karanlık alemine atılmış varlıklar arasındadır.

Karanlık alemi, yapısı gereği kaos ve düzensizlik halinde Kara Su’dan oluşmuştur; hayat ve verimlilik unsurları taşımadığından düzenli hiçbir şey var edemez. Dolayısıyla Karanlık Kralı, ışık alemi varlıklarını ele geçirip tutsak etme planları kurmaktadır. Durumdan haberdar olan Işık Kralı ise buna karşı çeşitli tedbirler almaktadır. Nitekim, ışık elçisi Manda d Hayye’yi özel görevle gizlice karanlık alemine gönderir. Manda d Hayye, yanındaki kutsal silahlarıyla Karanlık Kralı’nı yakalar ve zincire vurur. Ancak sonradan ışık aleminde yaşayan bazı ışık varlıkları, kendilerinin dışındaki alemleri ve varlıkları merak ederek ışık alemiyle karanlık alemi arasındaki perdeleri aralar ve Kara Su’ya (karanlık alemine) bakarlar. İşte onların bu merakı ışık aleminden düşüşün ya da atılışın başlangıcı olur. Işık aleminden atılan varlıklardan her biri sonradan hatalarını anlayıp, tekrar ışık alemine dönmek isterlerse de onların bu isteği ilahi kader gereği kabul edilmez. Ancak maddi alemin (kainatın) varlığına son verildiğinde bunlar günahlarından temizlenerek tekrar ışık alemine kabul edileceklerdir.

Evrenin yaratılışı açısından özellikle Yuşamin, Abatur ve Ptahil’in düşüşleri çok önemlidir. İkinci Hayat, Üçüncü Hayat ve Dördüncü Hayat olarak da adlandırılan bu üç varlık, ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma temas kurma ve aracılık yapma görevini üstlenirler. Bir başka açıdan bu üç varlık, yaratılışla ilgili karanlık alemine düşüşün üç aşamasını oluştururlar. Bir diğer ifadeyle Yuşamin ve Abatur’un durumunda karanlık alemine düşüş tam olarak gerçekleşmez; ancak Ptahil ile düşüş tamamlanmış olur. Ptahil kendisinde bulunan ışık parçacıklarıyla kara sular içinde kendisine ait bir dünya yaratmaya çalışır; ancak bunda başarılı olamaz. Daha önceden karanlık alemine atılmış olan ve Ptahil’in bu çalışmalarını gören Ruha, Karanlık Kralı büyük canavar Ur’la işbirliği yapar, onun zincirlerini çözer ve ikisi birlikte Ptahil’e dost görünerek onu maddi alemi yaratma işinde teşvik ederler. Zira, niyetleri Ptahil’in yaratacağı dünyaya sonradan hakim olmaktır. İlk girişiminde başarılı olamayan Ptahil, Işık Kralı’na yardım etmesi için yalvarır. Bu arada ileriye dönük planlarını gerçekleştirme yönünde dişi figür Ruha ile Karanlık Kralı birleşirler ve bundan kötü varlıklar olan 7 gezegenle 12 burç doğar. Ptahil’in yalvarmaları karşısında Işık Kralı ona hayat nurunu verir ve Ptahil bununla kara sularda dünyayı yaratır. Bu dünyanın maddi yönleri kara sudan, hayat ve verimlilik taşıyan yönleri ise hayat nurundan oluşur. Bu yaratılış tamamlandığında kötü güçler kara suyla birleşen hayat nurunun (ışık varlığının) kaçmaması için bu dünyanın etrafına kendi çocukları olan 7 gezegen ve 12 burcu yerleştirirler. Böylelikle Ptahil’in dünyası tamamıyla gözetim altına alınmış olur.

Demiurg Ptahil, hiç olmazsa dünyada kendisine vekalet edecek bir varlık oluşturmak ister ve insanı yaratmayı planlar. Ancak, kötü güçler yine onu kandırmayı başarırlar ve onunla bu konuda da işbirliği yaparlar. Böylelikle insanın maddi yönünü oluşturan ceset, Ptahil tarafından yaratılır. Ancak bu yaratma işi başarısızlıkla sonuçlanır; zira yaratılan varlık hayat unsurundan yoksun, dolayısıyla cansızdır. Ona can vermek için kötü güçler türlü yollar denerler, fakat bir türlü başarılı olamazlar. Sonunda Ptahil, yüce Işık Tanrısına yalvarır ve kendisine yardım etmesini ister. Bu seslenişe cevap olarak Işık Kralı, insanın ruhunu ışık aleminden yeryüzüne indirir ve bir ışık elçisi (Manda d Hayye) aracılığıyla cansız bedene yerleştirir.

Adem, inanan bir insandır. Zira yüce Tanrı insanı kötü varlıkların eline bırakmamış; ruhun bedene konuluş anından itibaren onu eğitmesi için Manda Hayye’yi ve onu korumaları için de üç ilahi muhafızı (Hibil, Şitil ve Anuş’u) yeryüzüne indirmiştir. Böylelikle ilahi yolu tanıyan ilk insan yüce Işık Kralı’na itaat eden bir varlık haline gelmiştir. Ayrıca Adem’in yeryüzünde yalnız kalmaması amacıyla Havva da yaratılmıştır.

Sâbiîlere göre kurtuluş yalnızca ruh için geçerlidir; zira beden bu süfli dünyaya aittir. Ruhun kurtuluşu ise beden hapishanesinden ve dünyadan kurtulmasına bağlıdır. Kurtuluş için ruhun gerekli olan şeyleri yapması, yani doğru inanç ve ibadetlere bağlanması gerekir. Ancak bu bile kurtuluş için yeterli değildir. Zira Sâbiî düşüncesine göre kurtuluşun tek yolu ilahi kurtarıcı bilgiye (buna manda, yani “hikmet” ya da “kutsal bilgi” denir) sahip olmaktır. Bu bilgi ise kazanılan veya öğrenilen bir bilgi değil, bahşedilen verilen bir bilgidir. Bu kurtarıcı bilgiye sahip olmak için insanın yapması gereken şey, bu bilgiyi alabileceği uygun ortamı hazırlamaktır. İşte bu da doğru iman ve ibadetlerle mümkündür. Doğru inanç ve ibadetleri izleyen bir ruha kurtarıcı bilgi ilahi kurtarıcı (redeemer) tarafından iletilir. Bu bilgiye sahip olan ruh, bu süfli alemden tamamıyla temizlenerek ilahi nur alemine, yüce Işık Kralı’nın katına yükselir. Böylelikle kurtuluş gerçekleşmiş olur.

Sâbiîler, ilk insanın yaratılışından kıyamete kadar dünyanın yaşını 480.000 yıl olarak hesaplarlar. Bu süre 4 döneme ayrılır. Sâbiîlere göre dördüncü dönemin son 2000 yılı, yani Nuh’tan 6000 yıl sonra Kudüs’ün kuruluşuyla başlayarak dünyanın sonuna kadar devam edecek olan süre ahir zamanı temsil eder. Ahir zaman kötülük, zulüm, fitne ve savaşların gittikçe arttığı bir dönemdir. Mehdi Praşay Ziva (“son savaşçı” ya da “son kral”) ortaya çıkar ve yeryüzüne hakim olur. Mehdinin döneminde bütün ahlaki kötülüklere son verilir; savaşlar, fitneler ve zulüm kaybolur. Yeryüzü hayatı sonunda genel bir kıyametin olacağına inanırlar. İnsanlar öldüğünde ruhları dünyayı çevreleyen ve bir bakıma gözetim evi görevini ifa eden 7 gezegenden sırasıyla geçerek Abatur’un terazisine ulaşır ve oradan ışık alemine doğru yükselirler. Ölen kişi eğer inanan bir kimseyse bunun ruhu şimşek hızıyla bu gözetim evlerini geçer ve ışık alemindeki cennete (Mşunai Kuşta’ya) ulaşır. Ancak ölen kişi inanmayan ya da günahkar olan bir kimseyse bunun ruhu bu gözetim evlerinde takılır ve işkenceye tabi tutulur. İşte genel hesapta kıyametle birlikte yeryüzünden kurtarılan günahkar ruhlarla daha önceden yeryüzünden ayrılmakla birlikte günahkarlıkları nedeniyle gözetim evlerinde alıkonup eza ve işkence çeken ruhlar, Abatur’un terazisinde tartılarak yargılanacak ve günahlarını çekmek üzere bir çeşit cehennem olan Suf Denizi’ne atılacaktır. Günahları sona erdiğinde bu ruhlar da tekrar ışık alemine alınacaktır.


TEMEL İBADETLER


Sâbiîler ibadetlerini evlerinde ve belirli durumlarda Mandi adı verilen bir yapının önünde bulunan havuzda ve havuz kenarında yaparlar. Mandi, genellikle bir nehir kenarında kuzeye doğru yapılmış, güney tarafında bir kapı bulunan penceresiz, küçük ve basık bir kulübeden ibarettir. Bu yapının güneyinde nehirden bir kanalla açılan ve diğer bir kanalla nehre tekrar bağlanan küçük bir havuz bulunur.

Sâbiî ibadetleri arasında en önemli olanı boy abdesti ya da vaftizdir. Masbuta, tamaşa ve rişama şeklinde üç çeşit dini yıkanma/temizlenme ayini vardır. Boy abdesti ya da tam vaftiz olarak da adlandırılan masbuta, rahip gözetiminde bir akarsuya dalıp çıkmak şeklinde yapılmaktadır. Bu yıkanma ibadetinin her Sâbiî tarafından haftada en az bir kere Pazar günü yapılması zorunludur. Tamaşa ise dini kirlenmeler sonrası bir Sâbiînin rahibe gereksinim duymaksızın kendi başına nehre üç kez dalıp çıkması şeklinde yaptığı gusüldür. Üçüncü dini yıkanma/temizlenme türü olan rişama ise İslâmdaki normal abdeste benzer bir ibadettir. Dini yıkanma ibadetinin mutlaka bir akarsuda ya da akarsudan açılan kanallarda yapılması gerektiğine inanırlar. Onlar, akarsuları ilahi ışık alemiyle ilişkili olarak görür ve onları Mia d Hayye (hayat suyu) diye adlandırırlar.

Sâbiîlikte ayin yemekleri törenleri de önemli yer tutar. Bunlardan en önemli olanı masiqta adı verilen törendir. Bu tören ölen bir kişinin ruhunun gözetim evlerinden (7 gezegenden) hızla geçerek ışık alemine ulaşması için yapılır. Rahip gözetiminde çeşitli özel yemekler hazırlanır ve bunlar vaftiz, dua ve benzeri ayinler eşliğinde yenilir. Ölüm olayı dışında ata ruhlarını anma, rahipliğe giriş töreni ve mabedin temizlenmesi gibi sebeplerle de ayin yemeği merasimleri düzenlenir. Kuzeye dönerek yapılan günlük dua ayini vardır. Sâbiîler günün belirli saatlerinde (Ginza’ya göre 3 kez gündüz, 2 kez gece) yüce Işık Kralı’na dua ederler. Ayin yemeklerine hazırlık aşamasında güvercin ve koç kurban ederler. Bu kurbanlar ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade ayin yemeği törenlerinin bir parçasıdır. Kurban hayvanı ancak bir rahip tarafından kesilebilir. Rahip kurban sırasında kuzeye döner.

Sâbiî geleneği yılın çeşitli gün ve saatlerini uğursuz (mbattal) olarak adlandırır ve Sâbiîler o zamanlarda iş yapmamaya, dışarı çıkmamaya gayret ederler. Öte yandan belirli günlerde de bayram yaparlar. Bayramlar arasında en önemli olanı bir çeşit bahar bayramı olarak kutladıkları beş günlük Panja ya da Parvania bayramıdır.


Sabii Din Adamları ve Mabet


Sâbiîlikte teorik olarak vücutça kusursuz ve sağlam olan ve soyunda bir zındıklık ya da dinden dönme olayı olmayan herkes rahip olabilir. Ancak pratikte rahiplik babadan oğula geçen bir meslek şeklinde algılanmaktadır. Rahip olacak kişinin evli olması ideal olarak görülen bir durumdur. Rahiplikteki en üst tabakaya “Riş ama” adı verilir. Bu görev yalnızca dini anlamda değil siyasal anlamda da Sâbiî toplumunun liderliğini ifade etmektedir. Ganzibra’lık ise yöresel baş rahiplik görevine tekabül etmektedir. Normal rahiplere Tarmida, yardımcı rahiplere ise Aşganda adı verilmektedir. Sâbiî cemaati içerisinde Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir dine kabul töreni yoktur. Sâbiî bir ailede doğan herkes cemaatin doğal üyesi kabul edilir. Kutsal kitaplarda açık bir ifadeye rastlanmamakla birlikte dışarıdan bir kimsenin (Sâbiî bir anne babadan doğmuş olmayan bir kişinin) Sâbiî olması mümkün değildir. Her Sâbiînin bir dünyalık ismi, bir de gizli dini ismi olmak üzere iki ismi vardır. Dini isimler çocuğun doğumunda rahiplerce çeşitli astrolojik hesaplamalar yapılarak tespit edilir. 




YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ

27 Ocak 2024 Cumartesi

İLMİHAL-14 / NAMAZ-9

 


BAYRAM NAMAZI


Bayram namazı, biri ramazan bayramında diğeri kurban bayramında olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rek`atlık bir namazdır. Bayram namazı Hanefî mezhebinde, cuma namazının vücûb şartlarını taşıyan kimselere vâciptir. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre müekked sünnet, Hanbelîler'e göre ise farz-ı kifâyedir.

Bayram namazının sıhhat şartları, Hanefîler'e göre, hutbe hariç, cuma namazının sıhhat şartları ile aynıdır. Sadece hutbenin hükmü bakımından aralarında fark vardır. Yani cuma namazında hutbe sıhhat şartı olduğu halde, bayram namazında sünnettir. Yine hutbe cuma namazında namazdan önce, bayram namazında ise namazdan sonra okunur.

Şâfiîler'e göre kadınlar da bayram namazı ile yükümlüdürler. Şu var ki bu namazın cemaatle kılınması şart olmayıp, münferiden de kılınabilir, fakat camide cemaatle kılınması daha faziletlidir.

Bayram namazının diğer namazlardan kılınış bakımından farkı, bunun her rek`atında üçer fazla tekbir olmasıdır. Bu fazla tekbirlere "zâit tekbirler" denir. Bu ilâve tekbirler vâcip olup birinci rek`atta kıraatten önce, ikinci rek`atta kıraatten sonra alınır. Tekbirle birlikte eller kaldırılır ve yanlara bırakılır (ref` ve irsâl). İlk rek`atta iftitah tekbirinden sonra eller bağlanır (itimâd) ve "Sübhâneke" okunur. Bundan sonra imamla birlikte zâit tekbirlere geçilir. İmamın tekbiri diğer tekbirlerde olduğu gibi sesli, cemaatin tekbirleri ise alçak sesle olur. Allahüekber denilerek eller kaldırılır ve yanlara salınır, üç kere "sübhânellah" diyecek kadar beklendikten sonra yeniden tekbir alınır; aynı şekilde eller kaldırılır, yanlara bırakılır ve biraz beklendikten sonra bu rek`attaki zâit tekbirlerin sonuncusu olan üçüncü tekbir alınır ve bu defa eller bağlanır. Cemaat susar, imam gizlice eûzü ve besmele çektikten sonra açıktan okumaya başlar. Fâtiha'dan sonra bir sûre daha okur, rükû ve secdeden sonra ikinci rek`ate kalkılır. İkinci rek`atta imam, Fâtiha ve arkasından bir sûre okuduktan sonra üç defa tekbir alınır ve eller yanlara salıverilir. Dördüncü tekbir rükûa geçiş tekbiri olup bu tekbirle rükûya gidilir ve namaz tamamlanır.

Diğer mezheplerde tekbir sayısı ile ilgili farklı uygulamalar da vardır.

Namazdan sonra imam minbere çıkar ve hiç oturmaksızın hutbe okur. Cuma hutbesindeki hamdü senâya bedel olarak bu hutbede, Allâhü ekber, Allâhü ekber; lâ ilâhe illellâhü vallâhü ekber. Allâhü ekber ve lillâhi'l-hamd der, cemaat bu tekbirlerde imama eşlik eder. İmam, cuma hutbesinde olduğu gibi, hutbeyi iki hutbe yapıp arasını kısa bir oturuşla ayırır.

Bayram namazına giderken yolda tekbir getirilir. Bu tekbirler ramazan bayramında sessiz, kurban bayramında ise açıktan yapılır. Camiye varıldıktan sonra her ikisinde de namaz vaktine kadar hep birlikte tekbir alınır. Camide vaaz ediliyorsa oturup sessizce dinlenir.

Bayram namazının vakti, güneşin doğuşu sırasındaki kerâhet vaktinin çıkmasından sonradır. Bir mazeret sebebiyle bir beldede bayram namazı birinci gün kılınamamışsa, ramazan bayramı 2. gün, kurban bayramı ise 2. gün yine kılınamazsa 3. gün kılınabilir. Ancak bayram namazı özürsüz olarak terkedilmişse artık kılınmaz, kurban bayramı ise kerâhetle birlikte 2. veya 3. gün kılınabilir.

Bayram namazının ilk rek`atına zâit tekbirlerin alınmasından sonra yetişip imama uyan kimse, iftitah tekbirini aldıktan sonra Sübhâneke okumaz, hemen zâit tekbirleri alır. Eğer imam rükûda iken yetişmiş ise bu takdirde, ayakta tekbir alıp imama iktidâ eder ve hemen rükûa gider ve rükû tesbihlerinin yerine zâit tekbirleri ellerini kaldırmaksızın orada yapar. Yetiştiremezse zâit tekbirler ondan düşmüş olur. İmama ikinci rek`atta yetişmiş olan kimse ise imam selâm verdikten sonra, kılamadığı birinci rek`atı kazâ etmek için kalktığında zâit tekbirleri kıraatten sonraya bırakır.


Teşrik Tekbirleri


Peygamberimizin, kurban bayramının arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın 4. günü ikindi namazına kadar, ikindi namazı da dahil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dair rivayetler bulunmaktadır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre arefe günü sabahından bayramın 4. günü ikindi namazına kadar 23 vakit, her farzın selâmından sonra teşrik tekbiri getirmek, kadın erkek ve seferî mukim ayırımı olmaksızın her mükellefe vâciptir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş budur. Teşrik günlerinde kazâya kalan namaz, yine o günlerde kazâ edilirse teşrik tekbirlerini de kazâ etmek gerekir. Bunun dışında teşrik tekbirleri kazâ edilmez.

Ebû Hanîfe'ye göre ise bu tekbirler, kurban bayramının arefe gününden 2.gün ikindi namazına kadar sekiz vakit, cemaatle kılınan farz namazlardan sonra vâciptir. Dolayısıyla bu vâciplik cemaate katılması gerekmeyen seferî ve mukim kişiler için söz konusu değildir.

Teşrik tekbirleri, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre sünnet, Mâlikî mezhebine göre ise menduptur.




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-13

 Ahmed bin Musa



(d.?-ö.878) sistem mühendisliği ve sibernetik ilminin öncülerinden aynı zamanda matematik ve astronomi alanında eserler veren Müslüman bilim adamı.


Hayatı


Babası Musa bin Şakir’dir. Çocukluğundan beri ilimle uğraşmış özellikle mekanik ilmine ilgi duymuştur. Kardeşlerinin ve babasının ilim adamı olması, zamanını ilim öğrenmeyle geçirmesi ve halife Memun tarafından korunması onu ilim sahasında daha da yükseltmiş devrinin büyük matematik ve astronomi bilginlerinden biri olmasını sağlamıştır.

Halife Memun’un astronomu olan Yahya bin Ebu Mansur’dan dersler almıştır. Kardeşleri Muhammed ve Hasanla birlikte yıldızları diğer gök cisimlerini bunların doğuş ve batışlarını inceledi bu incelmelerinin sonucunda yıldızların doğuşu, batışı aynı zamanda onların resimlerini gösteren mükemmel bir cihaz yaptı ve bu görenleri hayrete düşüren bu cihazı Samarra Rasathanesi’nin önüne koydu. Bu cihazı gören İbnı Habban el-Taberi hayretini gizleyememişti. Bu cihaz bakırdan olup su kuvvetiyle çalışmaktaydı ve yıldızların resmini, ismini ayrıntılı bir şekilde hiç kimsenin müdahalesi olmadan gösterebiliyordu. 

Ahmed bin Musa astronomi ilminin yanı sıra özellikle mekanik ilmiyle ilgilendi yüzlerce büyüklü küçüklü alet yaptı bu aletlerin içinde otomatik su kapları, kandiller, izafi ağırlık ölçen aletler ve günümüzde hala kullandığımız aletleri tasarlamıştır. Teknik sahada ne kardeşleri ne de başka bir alim ona yetişebilmiştir.

Ahmed bin Musa, kardeşleriyle birlikte Halife Memun tarafından, daha önce Sabit bin Kurra’nın, dünyanın çevresini doğru ölçüp ölçmediğini kontrol etmek için görevlendirilir. Üç kardeş, Sincan’da ve Kûfe’de yaptıkları ölçümler ve hesaplar sonunda, Sabit bin Kurra’nın bulduğu rakamı bulurlar.

Ahmed bin Musa gerek mekanik alanında gerek astronomi alanındaki mükemmel çalışmalarıyla devrinin en büyük bilim adamlarından biri olduğunu göstermiş ve mekanikte çok kıymetli eserler vererek kendisinden sonra gelecek olan Cezeri gibi daha nice alimlere öncülük etmiştir.

Ahmed bin Musa Miladi 878 yılında vefat etmiştir.


Eserleri


Kitabul Hıyel (Sistem mühendisliği ve mekanik alanında yazılmıştır.)

Sabit yıldızlar küresinin dışında dokuzuncu kürenin bulunmadığının geometrik ispatı.

Sanad bin Ali’ye sual.

Kendi kendine müzik yapan aletler





Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak