20 Ocak 2024 Cumartesi

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-12

 



El-Farabi 


(d.870 Farab- ö.950 Şam)

Asıl adı, Muhammed bin Tarhan bin Uzlug olan ve Batı kaynaklarında “Alpharabius” adıyla anılan Farabi, Farab (Otrar kenti)’da doğduğu için Farabi (Farablı) diye anılır. İlk öğrenimini Farab’da, medrese öğrenimini Rey ve Bağdat’ta gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptığı yıllarda tanıştığı Yuhanna bin Haylan’la birlikte Aristoteles’in yapıtlarını okuyarak gezimciler okulunun ilkelerini öğrendi. Halep’te Hemedani hükümdarı Seyfüddevle’nin konuğu oldu.

Farabi’yi anlatan kitaplar, İslam aleminde Ebul Hasan el-Beyhaki, İbn-el-Kıfti, İbn bu Useybiye, İbn el-Hallikan adlı yazarlar tarafından Farabi’nin ölümünden birkaç yüzyıl sonra gerçekleştirildi. Ama bu yapıtlar, birer araştırma olmaktan çok, Farabi’yle ilgili söylenceleri derliyor, bir felsefeciyle değil, bir ermişi açıklıyordu.

870-950 yılları arasında yaşamış olan bu İslam düşünürü Fars asıllıdır. Sistemi Aristoteles mantığına dayanan akılcı bir metafizikten oluşan, Aristoteles’in sistemini Plotinos’un görüşleri yardımıyla, İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışan Farabi, Tanrı’nın varoluşunu kanıtlarken, Aristoteles’in akılyürütme çizgisini takip etmiştir. Ona göre, bu dünyadaki nesneler hareket etmekte, değişmektedirler. Dünyadaki nesneler hareketlerini bir ilk Hareket Ettiriciden almak durumundadırlar. Bu ilk Hareket Ettirici ise, Tanrı’dır. Farabi, varlık anlayışında, mümkün ya da olumsal varlıklar adını verdiği nesneler ile Tanrı arasındaki farklılık ve ayrılığı, mümkün varlıkların Tanrı’dan, ilk varlıktan sudur ettiklerini söyleyerek açıklamaya ve temellendirmeye çalışır.

Aristotales’in ortaya attığı madde ve suret kavramını hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen, eşyanın oluşumunda, yani yaradılışta madde ve sureti iki temel ilke olarak gören Farabi’nin fiziği de, metafiziğe bağlıdır. Buna göre, evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava, ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır. Söz konusu dört öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde bulunduğumuz evreni (el-alem) oluştururlar.

Farabi, ilimleri sınıflandırdı. Ona gelinceye kadar ilimler trivium (üçüzlü) ve quadrivium (dördüzlü) diye iki kısımda toplanıyordu. Nahiv, mantık, beyan üçüzlü ilimlere; matematik, geometri, musiki ve astronomi ise dördüzlü ilimler kısmına dahildi. Farabi ilimleri; fizik, matematik, metafizik ilimler diye üçe ayırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi.

Hava titreşimlerinden ibaret olan ses olayının ilk mantıklı izahını Farabi yaptı. O, titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını deneyler yaparak tespit etti. Bu keşfiyle musiki aletlerinin yapımında gerekli olan kaideleri buldu. Aynı zamanda tıp alanında çalışmalar yapan Farabi, bu konuda çeşitli ilaçlarla ilgili bir eser yazdı.

Farabi insanı tanımlarken “alem büyük insandır; insan küçük alemdir.” Diyerek bu iki kavramı birleştirmiştir. İnsan ahlakının temeli, ona göre bilgidir; akıl iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır.

Farabi’ye göre, ilk varlık, Tanrı, varlık taşkını yoluyla evrendeki bütün varlık düzenini ‘doğal bir zorunlulukla’ meydana getirir. Evren Tanrı’nın değerine hiçbir şey katmaz. Yetkin bir varlık olan Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Tanrı’yla evren arasındaki ilişkiyi, evrenin Tanrı’dan sudur, türüm yoluyla ve zorunlulukla çıktığını söyleyerek açıklayan Farabi’ye göre, evren aynı zamanda Tanrı’nın sonsuz cömertliğinin bir sonucudur. Tanrı, Farabi’nin sisteminde herşeydir. Tanrı seven, sevilen ve sevgidir. O bilen, bilinen ve bilgidir. Tanrı herşey olduğuna ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadığına göre, Farabi bu noktada, mümkün varlıkların varoluşları için, Tanrı’nın yalnızca kendisini konu alan bilme faaliyetine başvurur. Buna göre, yaratıklar, Tanrı’ya en yakın ‘akıllar’ halinde Tanrı’dan çıkıp varlığa gelirler. Onun sudur, türüm anlayışına göre, Tanrı’nın kendi tözünü bilmesinden birinci akıl doğar; bu aklın Tanrı’yı bilmesinden ise, ikinci akıl türer. Böylelikle, ortaya sırasıyla 10 akıl çıkar; onuncu akıl, etkin akıldır (aklı faal). Birinci aklın varlığı, Tanrı dolayısıyla zorunlu, ama kendi özünde mümkündür; ilk akıl, kendini bu niteliğiyle bildiği için, onun maddesinden birinci gök katı, formundan da (suretinden de) o gök katının ruhu sudur eder. Böylelikle on akıldan her birinin karşılığı olarak bir gök katı türer. Madde de Tanrı’dan sudur etmiştir. Belirsizlik demek olan madde, Tanrı’ya en uzak olan varlıktır.

Etkin Akıl insan ruhunun da nedenidir. İnsan anlayışında, Farabi insanın ruh ve bedenden meydana geldiğini söyler. Bedenin yetkinliği ruhtan, ruhun yetkinliği ise akıldan kaynaklanmaktadır. Ruhun başlıca görevleri eylem, anlama ve algılamadır. Ona göre, bitkisel, hayvani ve insani olmak üzere, üç tür ruh vardır. Bitkisel ruhun görevi, bireyin yetişme ve gelişmesi ile soyun sürdürülmesi, hayvansal ruhu görevi iyinin alınıp kötüden uzak durulması, insani ruhun görevi ise güzelin ve yararlının seçilmesidir. Farabi ahlak anlayışında, insanın akıl yoluyla iyi ve kötüyü ayırt edebileceğini savunur. İnsan için amaç mutluluk, en büyük erdem de bilgeliktir. Farabi’ye göre, en yüksek iyi olan mutluluk, etkin akıl ile birleşmek yoluyla gerçekleşir. Zira, insan kendisini anlamak için evreni anlamak, evreni anlamak için de evrenin amacını kavramak durumundadır. Evrenin esas ve en yüksek amacını anlamak, insan için gerçek mutluluktur.

İnsanın kendisini ve evrenin amacını anlamaya kalkışması ise, bilim ve felsefe yapmakla ilgili bir şeydir. İnsan aklının en yüksek düzeyde yetkinleşmesi, insan aklını Etkin Akıl’a yaklaştırır. Etkin akıl insan aklının yönelebileceği en yüksek hedeftir. Etkin akıl’a ulaşmak, bu dünyada Gerçek, Doğru, İyi ve Güzeli ortaya çıkaran felsefe, bilim ve sanatla uğraşmak yoluyla olur. Böylelikle, insan ruhunu temizler, saflaştırır. İşte, bu, insan için ölümsüzlükle eşanlamlıdır. Bu yol Tanrı’ya yöneliş, Tanrı’ya varış yoludur. Bu ise, insan tadabileceği en yüksek mutluluktur. Farabi’ye göre, etkin akıl’a yönelmek durumunda olan şanslı insanlar filozoflar, bilim adamları, peygamber ya da gerçek yönetici ve sanatçılardır. Demek ki, doğrulara ulaşan filozof ve bilim adamı, iyilikler meydana getiren gerçek yönetici, güzellikler yaratan sanatçı, ona göre, birbirlerinden çok farklı olmayan insanlardır.

Filozof ve bilim adamı gerçeği ve doğruyu, bilimsel yöntemle tanır. Yani, o etkin akıl’a kendi yolundan giderek varır. Peygamber ve gerçek yönetici gerçeği ve doğruyu, vahiy yoluyla bilir. Yani, o da etkin akıl’a kendi yolundan giderek ulaşır. Farabi’nin bu düşüncesine göre, bilim, din ve felsefe, birbirlerini ortadan kaldırmak yerine, birbirlerini tamamlayan disiplinlerdir. Onlar yalnızca aynı gerçeğe ve doğruya, etkin akıl’a ulaşmanın farklı yollarıdırlar.


Farabi’nin felsefesi özetle şudur: İslam felsefesine zihinciliği getirmekle kalmamış, bu felsefenin ilk kez kapılarını açan da kendisi olmuştur. O, metafiziğe mantık yoluyle ulaşmış, İslam diniyle felsefe arasında sıkı bir ilişki kurmuştur. (Cemil Sena)


Bazı Eserleri


Et-Ta’limü’s-Sani ve İhsâu’l-Ulûm (İlk İslam Ansiklopedisi)

El-Medinetü’l-Fazıla (Fazilet Şehri: Toplumun İlkeleri Üstüne Kitap)

Es-Siyaset-ül Medeniyye

Risale fi Ma’anü’l-Akl (Aklın Anlamları)

İhsa el-Ulûm musiki el-Kebir (Büyük Müzik Bilimlerin Sayımı)

Kitâb El Mûsiki El Kebir Kitāb al-Musiqā al-Kābir)

Kitâb Fi’l Mûsiki

El Müdhal Fi’l-Mûsiki

Kitâb Ustukısat

İlm El-Mûsiki

İhsa’el-Ulûm

Kitab Fi’lhsâ’el-İkâ

Kitabü’l-Mûsiki

Kitâb At Advar

Kitabül-Farab


Bazı Sözleri


“Hiç bir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü, nedenin kendisi, oluşandan öncedir.”

“Hiç bir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, var olmazdı.”

“Erdemlerin en büyüğü bilimdir.”

“İnsan, bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazen de bu güzel işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış olur. Böyle yapılan işler, mutluluk getirmez.”


El-Farabi’nin Hayatı, Felsefi ve Sosyo-Politik Görüşleri


Aristo’nun derin bilgiç çalışmacısı, matematikçi ve doktor olarak ün kazandı. Aristo’nun ve yeni platoncuların çalışmalarının Suriye’li çevirmen ve yorumcularıyla daha yakından tanışmak için Bağdat, Şam, Harran ve Halep’i ziyaret etti.

Yakın ve ortadoğunun ilerici düşünürleri, Aristo’ya büyük bir saygı ile davrandılar. İslâm skolastiği, büyük Yunan filozoflarının metinlerini yanlış anladı. Öyle ki yeni platoncuların ruhunda, yalnızca mantık yorumlandı. Bartold şöyle yazar: “Platon ve Aristo’nun öğretisi (yeni platonculukta sonraki gelişmesiyle) açık fark tamamen oluşmadı; Aristo tarafından gerçekte Platon’un öğretisini tekrar eden teoloji yazıldı.”


El-Farabi, gerçek Aristo’yu tanıdı ve felsefenin gelişme yolunu aristotelesçilik tarafına çevirmeyi amaç edindi. Onun çeşitli yorumcular tarafından ileri sürülen mistik katmanlardan Yunan düşünürlerin öğretisini serbest bırakmayı başardığını söylemek gerekir. Ona henüz hayattayken ortadoğuda “İkinci Aristo” adını vermeleri bir tesadüf değildir.

El-Farabi’nin mirası son derece büyük ve çeşitliydi. O zamanlar tanınmış bütün bilimadamlarının yanısıra ahlâk, politika, psikoloji, doğa ve müziği öğrendi. Ama ilk sırada felsefe ve özellikle mantık vardı. Onun mantık alanındaki çalışmaları, kendisine yakındoğunun bütün ülkelerinde geniş bir ün kazandırdı.

El-Farabi, henüz bazılarını tanıdığımız doğa bilimleri ve felsefe tarihi alanında yaklaşık 100 eser yazdı. Felsefi çalışmalarının önemli bir kısmı, Aristo felsefesinin öğrenimiyle bağlantılıdır. Yeni platoncu Porfiri’nin “İsagog”unun yorumu da ona aittir. Bütün bu çalışmalar, El-Farabi’nin dikkatini Platon ve yeni platoncuların idealizmine değil, Aristo’nun ansiklopedik mirasına ayırmasıyla oluşur.

Ama El-Farabi’nin hareketleri, yalnızca yorumla sınırlanmadı; çok sayıda orijinal çalışmalar da yaptı. En ünlüsü, onun öğretisinin bütün özünü kısa bir biçimde anlatan “Aklın İnci Tanesi” adlı küçük tezidir. Platon’un devlet hakkındaki çalışmalarını etkisiz kılmayan “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi de büyük ilgi uyandırır. Bunda yazar, devletin oluşumu ve sosyal eşitsizliğin nedenleri gibi önemli sorulara cevap vermeye çalışır.

“Cevher”, “Zaman”, “Boşluk”, “Platon ve Aristo Felsefesinin Tekliği” tezleri de ona aittir. “Galenos’a Karşı” ve “İon İelopeneski’ye Karşı” adlı eserlerinde Galenos ve İon’u eleştirerek ve Aristo’yu savundu.


El-Farabi, “Gökyüzünün Hareketi” adlı çalışmasını ve psikoloji alanında “Ruh Hakkında”, “Ruhun Gücü Hakkında”, “Çokluk ve Teklik Hakkında”, “Akıl ve Bilinç” tezlerini de yazdı. Bu eserlerin bir kısmı Latince’ye çevrildi ve XVII. yy.a kadar geldi. El-Farabi, yakındoğuda ünlü olan müzik eserleri de verdi.

El-Farabi’nin felsefi görüşlerinin analizi için, onun biliminin bölümlerini incelemek gerekir. El-Farabi şöyle yazar: “Bütün bilimlerin başı olarak eşyalara isim veren, yani cevher kazandıran dilbiliminin olduğunu iddia ediyorum. İkinci bilim gramerdir: O, belirtilen eşyalara nasıl isim verileceğini, konuşma ve sözün nasıl oluşacağını, cevher durumunun ve bu sonuçtan çıkan aksanın nasıl ifade edileceğini öğretir. Üçüncü bilim mantıktır: O, mantık figürlerine göre bilinmeyeni bilmemiz ve neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamamız sayesinde onlardan yargı çıkarmak için hikâye cümlelerinin nasıl kullanılacağını öğretir. Dördüncü bilim şiirdir.” Sonra El-Farabi öğretim bilimlerini sayar:

Sayı bilimleri (teorik ve pratik), Geometri,

Seyir bilimi, Astroloji, Ağırlık bilimi

Beşinci bilim, fiziksel cisimler ve olayların (fiziksel cisimler gök, toprak ve onların arasında bitkiler ve hayvanlardır) bilimi olan fiziktir. Onda doğal ahengini sürdüren 7 kısım vardır: Gök, toprak, ölüm, mineraller, bitkiler, hayvanlar ve ruh. Altıncı bilim, üç kısımdan oluşan metafiziktir :

Gerçek eşyalarla oluşan gerçek dünyanın incelenmesi,

Özel teorik bilimlerde kanıt prensiplerinin incelenmesi,

Cisimden oluşmayan ve cisimde son bulmayan gerçek nesnelerin incelenmesi.

Yedinci bilim, çeşitli hareket tiplerini ve insan isteklerinin hareketlerini, hareketi oluşturan ve gelenekleri kullanan belirli amaçları inceleyen devlet bilimidir. Bu bilim iki kısımdan oluşur:

Mutluluğun belirlenmesi,

Karakter özelliklerinin, hayat ve hareket yapısının belirlenmesi.

Sekizinci bilim Müslümanlık hakkı ve dokuzuncu bilim de ilahiyattır.”

El-Farabi’nin ileri sürdüğü bilimlerin sınıflandırılması, Aristo’nun incelediği tarzın aynısıdır. Aristo’nun bilim sınıflandırmasını güçlü bir şekilde destekleyen El-Farabi, tarihi duruma göre Müslümanlık ve ilahiyat bilimlerini içine alır. Bu, en şiddetli fikir savaşı halini alanların çevresinde felsefi problemler içinde, Yunan okullarında doğa bilimleri örneğinde temelde çözümlenen, yakın ve ortadoğu ülkelerinde de İslâm dinine göre çözümlenen tek ve genel problem olmasıyla açıklanır.

Filozoflar, o zamanlar Allah’ın doğayı, nitelikleri ve onun hayat ilişkisi hakkında sert bir şekilde tartışıyorlardı. El-Farabi, bu konuda hangi durumu tutuyordu?

El-Farabi, her varlığı iki tipe ayırmıştır. Şöyle yazar: “Varlıklar, iki tipten oluşur. Birinci tipe, varlıkları gereksiz olmayan özden çıkan maddeler aittir. Bu tip maddeler «olası gerçek» adını alırlar. Diğer tipe, daima ve gerekli varlıkları ortaya çıkan özden oluşan maddeler aittir. Bu tip maddeler «gerekli gerçek» adını alır.” Olası gerçek nedir?

El-Farabi, var olmak için neden olması gerektiğini; eğer bir şey var olacaksa, kesinlikle diğerinin yardımıyla olacağını söyler. Işık, gerçekte sadece güneş olduğunda var olur. O, güneş varsa var olabilir, ama kendi doğasında gerekli varlık olmaz. Eğer güneş varsa, o zaman ışık kesinlikle var olur. Bu olası varlık, birinci nedenin varlığını gösterir, zira olası maddeler sürekli zorunluluğa, yani birinci varlığa gelir. Demek ki olası maddelerin amacı, sanki uzak değilmiş de, ona varlık verene gerekliymiş gibidir. Çünkü maddeler, kendi kendine varlık veremez; onlar için sürekli onlara varlık veren kesin bir varlık olmalıdır.

El-Farabi mutlak varlıktan ne anlıyordu? Filozof şöyle cevap verir: “Doğasıyla belirtilen varlık, eğer var olmayan olarak farzedilirse, bu soyuttur. Onun varlığı, onun dışında olamaz. O, maddelerin varlığı için birinci neden olur.”

El-Farabi, mutlak varlıktan soyut varlık, yani nedensiz varlık, her tür eksiklikten özgür, en değerli ve en eski varlık, her tür madde ve biçimden bağımsız olarak tanımladığı Allah’ı anlıyordu. “O, sentezle olmaz. Allah tektir ve O’nun ortağı yoktur. Eğer tek olmasaydı, o zaman diğerleri hayatın mükemmelliğinde ona benzerlerdi; ama bu mümkün değil; O, bir yönden farklıdır. Bu bakımdan onlardan her biri diğerinden farklıdır, onların varlığının parçasını oluşturur, öyle ki onlarda genel olan diğerinde özeldir. O zaman parça (sentez) birliği olurdu, bu da imkânsızdır. Allah sadece olur, onu belirlemek (sınırlamak) mümkün değildir, zira belirleme sentezdir.” Allah, El-Farabi’ye göre yarattığı dünyadan uzaktır. El-Farabi, Aristo’nun, Allah’ın kendi varlığı dışında kalan ayrıntılarını bilmediği düşüncesini benimsedi.

Bu şekilde felsefenin genel sorununu ideolojik ve teolojik ruh içinde çözen El-Farabi, sonradan çözümünü ilk baştaki kararında değişiklik yapan ve idealist karardan ayrılan, teolojik katmanlar kütlesi arasında materyalist fikirlerini gerçekleştiren kayıtlar ve yorumlarla donattı.

El-Farabi, bütün hayat sistemini Yunanistan’ın eski filozoflarının benimsediği teoriye uygun olarak kurar. Hayat, birbirini tamamlayan, yıldızların gösterdiğinden daha uzak karesel biçimli gökyüzünün bileşimidir. Geri kalan gök yüzlerinden her biri, gezegenlerden birini içine alır. Dünyanın sekiz gökyüzünün hepsi merkezindedir. El-Farabi, bu sisteme hareketsiz yıldızların gökyüzünde yayılan gökyüzünü ekledi ve ona ilk gökyüzü dedi. Aristo, göğün hareket nedeninin Tanrı olduğunu söylüyordu. “Her gökyüzü akla, her hareketsiz gezegen de akıllı ruha sahiptir.”

El-Farabi, gök yüzlerinin hepsini, onların hareket etmesini düzenleyen bir ruhu olduğunu sanıyordu. Bu ruhlar, gücünü göğün aklından alır, zira bütün akıllar, güçlerini hareketin ilk uyarıcısından alırlar. El-Farabi şöyle der: “Daha gökyüzünün ve yıldızların hareketinde herhangi bir rol oynamayan onuncu hareket bilinci vardır. Hareket bilinci, ayın yörüngesinde bulunan, yani varlık ve yokluk dünyasının yörüngesinde olan dünya anlamına gelir. Bu bilinç bir taraftan dünya ruhlarının varlık nedeni, diğer taraftan dört temel elementin (yani suyun, havanın, ateşin ve toprağın) gökyüzü yardımıyla varlık nedeni olur. Gökyüzünün hareketinden ve onlardan birinin diğeriyle ilişkisinden çeşitli oranlarda ve karakter bakımından çeşitli hareketlerle karışan dört element ve sonuçta beden oluşur. Dört elementten oluşan beden, onun tarafından hareket yeteneği veren sıcak ve soğuk gücüne, bir de onun tarafından hareketi kavrama yeteneği veren nemlilik ve kuruluk gücüne sahiptir.”

El-Farabi’ye göre bütün beden, ilk madde ve biçimden oluşur. Biçimin temeli, biçimi taşıması için yaratılan maddedir. Madde, değişim ve gelişimi içinde ilk nedenden bağımsız ve sonsuzdur. Burada El-Farabi, Aristo’nun ebedi dünya teorisini izlemiştir. Ama İslâm dogmasının sınırlarını aşmamak için, Aristo’nun dünyanın ebediliği teorisini, dünyanın yaratılması dini öğretisiyle uzlaştırmayı denemiştir.

El-Farabi’ye göre dünya, gerekli bir sıra halinde basamaklar yoluyla biçim ve maddenin oluştuğu ilahi bir yerdir. El-Farabi, Tanrı’yı doğanın kendi kendine, onun süreçlerinin ise karakter bakımından doğal olduğunun altını çizerek ilk nedenden dünya yapısı olarak farzeder. Maddenin, biçiminin değişmesine rağmen sürekli bir temeli olduğunu söyler.

Bu şekilde El-Farabi’nin felsefesinin başlangıç prensipleri, doğa olaylarının açıklanmasında acıyı ve Tanrı’nın mutlak kudretini dogmatik olarak örnek göstermekten ileri gitmeyen İslâm skolastiğine karşı yönelmiştir.

Dünya, El-Farabi’ye göre maddi cisimlerden oluşur: Ateş, su, toprak ve onlarla aynı türden buhar, alev, taşlar ve onlarla aynı tür cisimler, bitkiler, hayvanlar. Akıldan yoksun ve akıllı canlılara doğal cisimler adını verir.

El-Farabi’ye göre ilk elementlerin çeşitli karışımları, evreni biçimlendirir. El-Farabi şöyle der : “Bu şekilde gök cisimlerinin hareketi, bu oluşumların birbirine etkisiyle birleşir ve bu birleşimden büyük diğer karışımların ve birleşimlerin çokluğu ortaya çıkar. Bu karışımların her tipinde çok sayıda bireysel cisim oluşur. Gök alanı altında bulunan doğal cisimlerin varlığının nedenleri bunlardır.”

El-Farabi, bütün doğa olaylarını, doğa kanunlarından yola çıkarak açıklamaya çalışır. Şöyle yazar: “Bütün gök cisimleri, özellikle harekete geçmeleri sayesinde genel bir doğaya sahiptirler.”

Bilimadamı, bütün doğa olaylarının nedenlerini gök cisimlerinin yer değiştirmelerinde arayan astrologları eleştirir. Sanki bazı yıldızların mutluluk, diğerlerinin de mutsuzluk getirdiği düşüncesini yanlış sayar. Gökyüzünün doğası her yerde ayrıdır. Onun fikrine göre sadece astronomi ve matematik gerçek bilgiler verir. El-Farabi, Aristo’nun “Ahlâk” eserinin yorumunda en yüksek yararın, sadece bizim dünyamızda olduğunu yazar.

El-Farabi’nin akıl öğretisi büyük ilgi çeker. “Akla Dair” adlı tezinde, ilahiyatın rasyonalist ruhunun oluşumu olarak insan aklını inceler. “Ruh sadece o zamana kadar ihtimal durumunda olan harekete yönelir, sonuncu ise gerçeğin varlığında oluşur. İhtimalin gerçeğe bağımlılığı, insan aklının özünü karakterize eder.” Bu durum, El-Farabi’yi faal insan aklını insanın sağlıklı düşünceye sahip olması ve aklını iyiyi kötüden ayırmak için kullanmasına göre kavramaya götürür.

El-Farabi şöyle yazar: “Eğer insan, teorik düşünce yeteneğinin sonucuyla mutluluğu kavrasaydı, önüne belli bir amaç koyar, hırsı doğuran gücünün etkisi altında ve düşünce yeteneğinin sonucuyla, tasavvur ve duygu gücünün sonucuyla yeterlilik için gerekeni yapar, sonra da hırsı doğuran, gücünü yöneten organlarının sonucuyla bu hareketleri gerçekleştirdi. O zaman insanın bütün hareketleri erdemli ve harikulâde olacaktır.”


El-Farabi, kavrama teorisi sorunlarıyla da uğraşıyordu. Bilimin, dünyayı kavrama aracı görevi yaptığını söyler. Bilimleri, teorik ve pratik olarak ayırır. Teorik olanlar mantık, doğa bilimleri, metafizik; pratik olanlar da ahlâk ve politikadır. Bilim üç temel elementi içerir: Tam konu, inanılır gerçekler ve kanıt. Bunlar, üç kaynağa sahiptir: Duyu, akıl organları ve akıl olgunluğu. Duyu ve akıl organları yardımıyla dolaysız bir kavramaya erişilir. Akıl olgunluğu ise, cisimlerin temelini korumaya imkân verir. Onun fikrine göre gerçek bilim, akıl olgunluğunda kurulur.

El-Farabi,  mantıkta  gerçeği  yalandan ayırmak için gereken silahı gördü. Mantık öğrenimini bu nedenle son derece değerli sayıyordu. “Mantık, aklın temelidir; çünkü inanç yolunda gider ve hatalardan sakınır. Mantık, sentaksın dile ait olduğu gibi akla aittir.”

Mantık, El-Farabi’ye göre gerçekle ilişkisine bağlı olarak iki kısma ayrılır. Birinci kısım kavrama ve belirleme teorisini içerir, ikinci ise hüküm, sonuç ve kanıt teorisidir.

Gerçek hükümler için temel olmak üzere bilimadamı, belirli bir durumdan sonuç ve kanıt süreci yoluyla geçmenin gerekli olduğunu söyler. Mantığın amacı, kanıtları öğrenmektir; çünkü kanıt, gerekli bilgiye ulaştırır. El-Farabi, “kanıt teorisinde gerçek için bilime doğru yolu gösteren mantığın metodolojisi” der.

El-Farabi, mantığın en yüksek prensibi olarak karşıtlık kanununu gösteriyordu. Bu kanuna göre her durumun adalet ve gerekliliğinin ve aynı zamanda karşıt adaletsizlik ve imkânsızlığının bir algılama parçasında açık olduğunu söyler. El-Farabi’ye göre “tek ve aynı madde var olmaz ve tek aynı zamanda var olmaz”. Sonraki bütün bilimlerin öğrenimi ve doğru düşünmesine yardım eden bilim olarak mantığa ve bu arada felsefeye bakış, o dönem için cesur ve ilerici sayılırdı.

El-Farabi’nin kavrayış teorisiyle ruh öğretisi psikolojisi, sarsılmaz olarak birbirine bağlıdır. Düşünürün açık materyalist durumları, idealist ve teolojik görüşleriyle birleşir.

Ruh hakkındaki fikirlerinde El-Farabi, idealist ve materyalist bakış açısına, bilimsel ve dini olarak sorunların çözümüne tercih yaparak doğrudan karşıt fikirleri birleştirir. Gökyüzü ve dünya, El-Farabi’ye göre çeşitli ruhlara sahiptir. Yıldızlardan her biri, kendi ruhuna sahiptir. Ayrıca ruh; hayvanlara, bitkilere ve insana özgüdür.

İnsan ruhunu belirleyen El-Farabi şöyle yazar: “İnsan, bütün hayvanlardan farklı özellikleriyle ayrılır; çünkü onda gücü ortaya çıkaran, madde organları yoluyla hareket eden bir ruh ve bunun dışında madde organları olmadan hareket eden bir güç vardır; bu güç akıldır. Yukarıda belirtilen güçlere, onlardan her biri için görev gücü olan beslenme, büyüme ve çoğalma gücü dahildir. Kavrama güçlerine dış güçler ve iç duygu, özellikle hayâl gücü, tahmin gücü, hafıza gücü, düşünce gücü ve vücudu harekete geçiren hareket güçleri, ihtiras ve nefret dahildir. Saydığımız bu güçlerden her biri belli bir organ yardımıyla hareket eder, aksi takdirde iş olmaz. Bu güçlerden biri bile maddeden ayrı gerçekleşmez”.

Burada El-Farabi, ruhun kavrama ve gelişimini maddenin hareketiyle şartlandıran materyalist bir pozisyondadır. İlk olarak ruhu ve önceki bedeni ortaya koyduğunda, Platon’un da bu konuda yazdığını sanarak Platon’un ruh öğretisine karşı çıkar. El-Farabi şöyle yazar: “Ruh, Platon’un iddia ettiği gibi bedenden önce oluşmaz.” Platon’un öğretisine karşı eski düşünürlerden Stoy, Zenon, Hrizip’in bilindiği gibi ruhun bedeni sevmediğini ve öbür dünyada bir yerde doğana kadar haberi olmadığını, aynı zamanda bedenle doğduğunu saydıklarını ileri sürer. Bu nedenle El-Farabi, ruhun iki duruma sahip olamayacağını ve bir bedenden diğerine geçemeyeceğini düşünür. El-Farabi şöyle yazar: “Ruh, ruhun geçiş öğretisi taraftarlarının desteklediği gibi bir bedenden diğerine geçemez.”

El-Farabi’nin ruh öğretisinin belirli durumu, ölümden sonra ruhun kaderi sorunudur. Bu sorun, ortaçağ döneminde en keskin sorundu; onun çevresinde sert tartışmalar yürütülmüştür. Bu soruna felsefi yaklaşım ve İslâm’ın dogmatik hedefleri arasında manevra yapan El-Farabi, idealizm ve materyalizm arasında tereddüt etti. Ancak sonuçta bu konuda materyalist pozisyonda kaldı.

Bu konuda büyük Arap ortaçağ düşünürleri İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd’ün söyledikleri en değerlileri olmaktadır.

İbn-i Tufeyl “Hayy ibn-i Yekzan”ın önsözünde şöyle der: “Ebu Nasır’ın bize ulaşan yazıların büyük kısmı mantık hakkında; felsefeye değinen eserlerinde şüpheli yerleri çok. «Mükemmel Topluluk» eserinde kötülerin ruhunun daima ölümünden sonra sonsuz karanlıklarda olacağını iddia ediyor; sonra açıkça politikada onların kurulduğu ve var olmayan duruma geçtiğini, sadece iyi ve mükemmel ruhların ebedi olduğunu gösteriyor. Ahlâk yorumunda insan mutluluğunun bazı tasvirlerini verir, sadece bu hayatta ve bu yerleşimde gösterir; sonra bundan dolayı daha birkaç söz ve düşünceler ekler: «Bundan bahseden bütün diğerleri, eskilerin uydurmalarıdır». Daha sonra iğrenç fikirleri ve sözde kavrama gücüyle olan ve ona felsefeyi üstün tutan, maddeye erişen, bize gereksiz şeyler verenleri destekleyen egemenliği gösterir.”

İbn-i Rüşd “Materyalist Bilinç ve Gerçek Bilinçle Bağlantısı” adlı tezinde, El-Farabi’nin ruhun ölümsüzlüğü reddettiğini ve insanın azami mutluluğa teorik bilimi bilme ve anlama yardımıyla erişebileceğini yazar. Ancak insanın maddeden ayrı öz olmasını savunan her şey, masal tipinden daha fazla bir şey değildir.

Bu şekilde El-Farabi’ye göre ruh, vücudun önünde meydana gelmez, onunla aynı zamanda ortaya çıkar ve yok olur.

El-Farabi’nin öğretisinin önemli bir kısmı da, onun, ruhun maddenin gelişim düzeyine karşılıklı bağımlılığı düşüncesidir. Ona göre hayatın ilk aşamalarında madde, ruhun bitkisel ve hayvansal daha az mükemmel biçimlerinin taşıyıcısıdır. Sadece maddenin gelişiminin sonraki aşamalarında akıllı ruhun taşıyıcısı olur. El-Farabi’ye göre akıllı ruh, sadece insana özgüdür. İnsan, hayvanlardan ayrı olarak ayırıcı niteliklere sahiptir; onda ruh vardır, ondan da vücut organları yardımıyla hareketi oluşturan güç çıkar. Ama El-Farabi, insanda vücut organları yardımıyla hareket edenden daha fazla hiçbir şey olmadığını, bu gücün de akıl olduğunu söyler.

Aristo’dan sora El-Farabi, akıl gücünün iki kısmı olduğunu söyler: “İnsanın bilgiye hakim olabilmesi yoluyla teorik ve insanın meslek ve zanaatlara hakim olması yoluyla pratik akıl gücü.” Bu şekilde akıllı ruhun temel fonksiyonu, El-Farabi’ye göre dünya anlayışı olur. Ancak insanın aklı, organların duyguları göstermesinin temelinde maddeyi kavrar ve kendi içeriğini tamamlar.

El-Farabi, insanın bütün hareketlerinin akıl ve yapıcı aktif faaliyetle yönetildiğini söyler. Bu nedenle ne cenneti ne de cehennemi kabul eder. İnsanı hareketiyle bağlayan bilimadamı, inancın temel durumlarını şüphe altına koydu ve doğa bilimlerine, felsefeye hakettiği yeri verdi. El-Farabi, inancı bilgiden ayırmadan insan sürecinin mümkün olmadığını sezdi. Yalnız bu, onun bilimsel bilgileri ve insanın biçimlenmesinde felsefeyi önceden sezerek çağdaşlarından daha yüksekte olduğunu gösterir.

Diğer eski filozoflar gibi El-Farabi de, felsefeyi beşeri bilimlerin bütün taraflarını kuşatan tek bir bilim sanıyordu. Bu nedenle ahlâk ve politika kitaplarında mantık, psikoloji, metafizik ve fizik bölümlerine rastlanır. Ama bundan açıkça görülüyor ki politik öğreti hakim durumdadır. El-Farabi’nin temel eserleri “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi, “Politikaya Dair”, “Devlet politikası”, “Mutluluğa Erişme” ve “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezidir.

El-Farabi, ahlâk alanında birçok eser yazdı; fakat bunların çoğu kayboldu. Onun dediğine göre, mantığın insan anlayış prensiplerini açıklamasına uygun olarak ahlâk, insan hareketinin temel kurallarına sahip olmalıdır. Teologlardan ayrı olarak El-Farabi, sadece insan aklının neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verdiğini iddia eder. Bilimadamı, insan aklının önemli yeteneklerinden biri olarak önseziden söz eder. Ama doğru bir şekilde önceden sezmek için, öncelikle bilimsel bilgilere sahip olmak gerektiğine, çünkü kehanetin doğuştan bir hediye ve mistik içgüdü olmadığına dikkat çeker.

El-Farabi, ahlâkın başlıca amacı olarak Platon’un cumhuriyetinde anladığı mutluluğa erişme yolunu öğrenmek sayıyordu. “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezi de, mutluluğun insan isteklerinin son amacı olduğunu yazar. İnsanın heveslendiği her şey iyi ve azami derecede mükemmeldir. Mutluluk, yüksek bir yarara sahiptir; insan ne kadar bu yarara erişmek isterse (özündeki güçte), bu mutluluk da o kadar tam olacaktır.

El-Farabi, insan hareketlerinde ne övgü ne de sitem görevi yapan bir sistemin bulunduğunu söyler. Mutluluk denen şeye, iyi ve övülecek hareketler yaparak erişilebilir. İnsan iyi harekette özgürdür. Bu, yeteneğe dönüşebilen potansiyel bir ayırıcı niteliktir.

El-Farabi, övülecek huyların ve ayıplamaya değer huyların kazanıldığını pratikte öğretir. İnsanda övülecek huylar olmayabilir, ama onları alışkanlık yardımıyla taşıma durumundadır. İyi hareket orta derecede bir harekettir, zira ruha ve vücuda ölçüsüzce zarar verir. Ama orta derecede hareket bilgisine nasıl ulaşılır?


El-Farabi “hareketin zamanını, hareketin yerini hesaba katmak, hareketi gerçekleştiren kişiliği, onun amaçlarını, niyetini dikkate almak, bütün bu şartlarla birleşimde araç ve hareketi kullanmak” gerektiğini söyler. Övülecek hareketleri gerçekleştirmeye uygun en önemli spesifik nitelikler, sert bir kararlılık ve doğru belirlemedir. Doğru belirleme, insanın algılayabileceği bilgiyi verir. Algılayabilirlik iki kategoriye ayrılır:

Kendi doğasında algılanabilir, ama gerçekleşmez; örneğin dünyanın sadece Allah tarafından yaratıldığı,

Algılanabilir ve gerçekleşebilir; örneğin aileye itaatın iyi olduğunun bilinmesi.

Bu iki bilgi tipi (teorik ve pratik), insanın mutluluğa erişmesi yoluyla felsefeyi oluşturur.

“Mutluluğa Erişme” kitabında El-Farabi, insan davranışlarının dört kategorisinden söz eder: Teorik yeterlilik, entellektüel yeterlilik, ahlâki yeterlilik ve pratik uğraşı.

El-Farabi, en baştan beri insana gelen, onun nasıl ve nereden aldığını hissetmediği ve bilmediği şeyler arasındaki bilgiye teorik yeterlilik der. Bunlar ilk bilgiler, yani algının ilk temelidir. Ama onların içinde düşünme, araştırma ve öğrenme yoluyla oluşan bilgiler de vardır. Bu son bilgilerin temeli mantık olur.

Bütün varlıkların çok çeşitliliğinin temelinde, El-Farabi’ye göre sayı ve ölçü kategorisini kapsayan öğretici bilimi öğrenen ölçü ve sayılar yatar. Buna seyir bilimleri, hareketli kütleler, gök cisimleri, müzik, ağırlıklı uyum yeteneği bilimleri yakındır. Ondan sonra fizik, yani maddeleri oluşturan, cisme özgü, dünyadan ve eşyadan ibaret, çeşitli cisimlerde yerleşen cisim bilimi yer alır. Bir de iki bilim arasında orta derecede bilim vardır: Fizik ve metafizik; bunlar ruhu, aklı ve algıyı inceler.

El-Farabi’ye göre insan, başka insanın yardımı olmadan, yalnızlık içinde bütün mükemmelliklere erişemez; insan, diğer insanlarla komşuluğa ve birliğe gerek duyar. El-Farabi, insanı beşeri ve toplumsal bir canlı olarak tanımlar.

El-Farabi, asıl amaçlar içinde en yararlı olanları inceleme imkânı veren şeylere entellektüel meziyetler diyordu. Entellektüel devlet meziyeti, temel kanunları belirlemeye yetenekli olmaya en yakındır. Entellektüel meziyetler, teorik meziyetlerden ayrılmaz. Ahlâki meziyetler, iyiye heves amacına sahip olan şeyleri içerir. Bu meziyetler, entellektüel meziyetlerden sonra oluşur.

Pratik meziyetler ve pratik bilimlerde kastedilen, El-Farabi’nin düşüncesine göre ona iki yolla gelebilir: Onlardan biri inandırıcı düşünceler ve uyarıcı düşüncelerde son bulur; ikinci yol ise zorlama yoludur.

“Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” ve “Devlet Politikası” eserlerinde El-Farabi, ortaçağ yakın ve ortadoğusunda ilk olarak felsefe yardımıyla sosyal karşıtlıkların kemirdiği feodal toplumun politik ve ahlâki durumunu düşünmeye çalışır. İnsanların son amacı olarak namuslu işler yardımıyla mutluluk meziyetini sayıyordu. Ama namuslu insan, diğer insanlarla ortak olmadan yalnızlık içinde oluşamaz. Diğer insanlarla heves ettiği ilişkide bulunması, her insanın doğuştan özelliği olur. Her insan, bu mükemmelliğe erişmek için diğer insanların komşuluğuna ve onlarla birliğe gerek duyar. Bu nedenle insan, onun karşılıklı işbirliğiyle birleşen özel ve doğal özelliklerini oluşturması için mükemmelliğe erişebilir.

El-Farabi şöyle der: “Her insanın kendi varlığı ve en yüksek mükemmelliğe erişmesi için yalnızlığına neden olmayacak ve isteklerini denediği toplumdan ayrı olarak ona erişen her insanın topluluğunda gerek duyduğu erişme için pek çok şeye gerek duyar. Bu bakımdan her insan diğeriyle ilişkisi bakımından tam olarak böyle bir durumdadır. İşte bu nedenle onun varlığı için gerekli payı herkesin diğerine verdiği, insanların birbirine yardım birliği yoluyla insan doğasında ayırdığı mükemmelliğe erişebilir. Bu, toplumun bütün üyelerinin faaliyeti toplu olarak onlardan her birine varlığa ve mükkemmelliğe erişmesi için gerekli her şeyi verir. İşte bu nedenle insan bireyleri çoğaldılar ve yerleşim bölgeleri oluşturdular. Sonuçta insan toplumları ortaya çıktı. Bazıları tam bir toplum, diğerleri ise tam olmayan toplumları oluşturur. Bu bakımdan tüm toplumlar üç tipten oluşur:

Büyük, orta ve küçük.” Bu şekilde insanların birliği bütün değil, orta olur. Hayatta, mutluluğun oluşmasından mükemmelliğe erişme amacı oluşur.

El-Farabi, insan toplumlarının birbirinden ayrılabileceğini anlamıştır. Onların arasında tam ve tam olmayanlar vardır. Tam toplumların üçü bilinir: Büyük, orta ve küçük. Büyük toplum, “toprağa yerleşen bütün insanların toplumunun bütünü”, orta toplum “herhangi bir halktan oluşan toplum”, küçük toplum ise “herhangi bir halkın yerleştiği yerlerde herhangi bir şehrin yerlilerinden oluşan toplum”dur.

El-Farabi, o dönemde kabul edilen insanların idealist hayat çeşitliliği yorumundan uzaklaşmaya çalıştı. “Devlet Politikası”nda halkın iki doğal gruba ayrıldığını yazar: “Doğal kurallar ve doğal özellikler, bir üçüncü şey de dildir”. Doğal kural ve özellikler, onun fikrine göre, halklarda herhangi bir coğrafi çevrenin etkisi altında ortaya çıkar. El-Farabi’nin bu düşünceleri, bilindiği gibi El-Farabi’nin güçlü etkisi altında olan filozof ve sosyolog İbn-i Haldun tarafından derinleştirilerek geliştirildi.

Toplumsal birliklerin çeşitli tiplerini ve halklar arasındaki çeşitliliği inceleyen El-Farabi, toplum yapısını da ayrıntılı olarak temellendirir. Toplum, ona göre namuslu ve namussuz olarak ayrılan çeşitli gruplardan oluşur. En iyi grup, namuslu şehirdir (gruplar “şehir” olarak adlandırılmaktadır).

El-Farabi, hayat biçimini ve çağdaş toplumun çeşitli sosyal tabakalarının hareketlerini ayrıntılı olarak analiz eder. Onun düşüncesine göre namuslu şehir olan sosyal feodal devlet yapısı yönünde sempatisi vardır. Ancak tedbirli bir düşünür olarak, çağdaş devlet yapısının içinde emek yığınlarının yaşadığı bağımsız şehre bağlı olduğunu anlıyordu.

Değişim şehrinin sakinleri, kâr ve zenginlik için birlik amacındadır. Onlar, bu zenginlikten başka bir şey için yararlanmazlar; ama zenginlik, kendi kendine hayatlarının amacı olur. El-Farabi, bu şehirde yağma ve hile olmadan davranılmadığını niteler. Şehrin sakinleri tüccarlar, tefeciler ve satıcılardır. Bunlar üretim işiyle uğraşmazlar, dolaylı üreticilerin emek ürününün alım ve satımını yaparak yaşarlar.

El-Farabi’nin eleştiriye uğrattığı şehirler içine “alçaklık ve mutsuzluk” şehirleri de dahildir. “Alçaklık ve mutsuzluk şehrinin sakinlerinin yerine duygu ve hayâl güçlerini harekete geçiren zevklere ve neşe uyandırmaya heveslendikleri ve bütün tip ve oluşumlarında eğlenceyle teselli buldukları insanlar olduğunu yazar.

El-Farabi, parazit hayat biçimi getiren, sarhoşluk, işsizlik ve zevklere teslim olan feodal toplum temsilcilerinin kusurlarını ortaya çıkarır. El-Farabi’nin sempatisi, “gerekli şehir” yönündedir. O, bu şehrin sakinlerine acımasına rağmen onları, gerekli ve gereksiz şeylerden kurtarmanın köklü yollarını gösterememiştir.

Çağdaş toplumun tabakalarını ayıplayan El-Farabi, “yönetim hırsı olan şehirde onların okuması, yemesi, ün kazanması, söz ve işle yabancıların ve diğerlerinin önünde görkem ve parıltıya erişmesi için birbirine yardım etmeye hevesli sakinlerin şehri olduğu”nu, onların “bunu yapmaya çalıştıkları ölçüde bu başarıya erişecekleri”ni yazar.

Hakimiyetsever şehir, diğerlerinin onlara boyun eğmesi, onların ise hiçkimseye boyun eğmemesine heveslenen şehirdir; onların gücü, sadece zaferi elde edecek mutluluğa erişmeye yönelmiştir. Şehvetperest şehir, sakinlerinin hepsinin istediklerini özgürce yapabildiği, ihtiraslarını hiçbir şeyle frenlemedikleri şehirdir. Cahil şehirlerin efendileri, bu şehirler gibidir. Hepsi şehri yönetme işini, kendi tutku ve eğilimlerinden memnuniyet duymak için yaparlar. Cahil şehirlerin sakinlerinin uğraşıları, onların hayatının amacı olarak incelenebilir ve bizi yükseğe çıkaran her şeyi oluşturur.

El-Farabi; yolunu sapıtmış, doğru yoldan çıkan şehre karşı gelir. “Yolunu sapıtmış şehir, bu hayattan sonra mutluluk olacağına inanan şehirdir. Ama onun düşüncelerinin değiştiğini, onun şimdi büyük ve üstün güçlü Allah’a, ikinci oluşumlara ve din için görev yapmayan, bütün eşyaların biçimine de benzer olarak kabul edilmeyen ayıp düşüncelerin hareket halindeki aklına sahiptir.”

Yolunu sapıtmış şehrin sakinlerinden söz eden El-Farabi, mistik sufizm felsefesinin temsilcilerini dikkate alır. Sufistleri yargılar ve faaliyetin entellektüel anlayışını, sosyal hayata aktif katılımı insanın yüksek mükemmelliği sayar, aynı zamanda insan hayatının öldürme zevki ve kendine mistik eziyet yoluyla Tanrı’ya kavuşmak için “vücut hapishane”sinden ruhu özgür bırakmak düşüncelerini görmüştür.

Gördüğümüz gibi El-Farabi, çağdaş toplumun yapısını ve devletin yayılması için tanrısal irade kullanımı amacıyla değil, kendi alçak ihtiraslarını kullanmak için hakimiyetini kullanan halk tabakalarına umut bağlayan bütün sorumluluğu akıllıca analiz eder. Ama yetersizlikleri eleştirirken, asla feodal düzene karşı çıkmaz. Tersine, feodal düzeni güçlendirmek için yol araştırır.

El-Farabi, kendi politik teorisinde dönemin sert sorunlarını, her şeyden önce de toplum devlet ilişkisi sorununu ele alarak çözdü. Bu teorinin hareket kategorisi, bütün insanlarda aynı derecede yayılmış, yapısal aitliklerinden bağımsız tanrısal oluşum olan genel faydadır. Genel faydanın yayılması, devlet egemenliği ve kanun düzeninin amacı olur. İnsan isteklerinin yerel ve sosyal yapısı için devleti örgüt olarak ayırarak belirleyen bilimadamı, sadece bu örgütün oluşumunu ve gelişim düzeylerini değil, insan faydasına erişmenin sosyal yollarını da öğrenmeyi gerekli sayıyordu.

El-Farabi’ye göre insan yararının yayılışı, namuslu şehrin varlığına esas olarak bağlıdır. Böyle devlette insanın hareketi, İslâmi emir ve dogma çerçevesiyle sınırlanmaz. Burada yaratıcı aktiflik, maddelerin var olan durumu ve gelecek olaylar olarak herhangi bir zaman anlamaya imkân veren basiret ve sezgiye sahip bilimsel anlayış okutulur. Ancak El-Farabi, insanın sadece anlayış, zekâ ve ahlâk keskinleştirmesi için gerekenlere erişemeyeceğini iddia eder. El-Farabi’ye göre diğer insanlarla birlik ve karşılıklı ilişki içinde gereken toplumsal öz insandır. El-Farabi, ortaçağ döneminde Aristo’nun toplumsal öz olarak insan düşüncesini yeniden kurmuştur.

El-Farabi, her iyi şeye, gerçekten isteğe ve özgür seçime göre erişildiğini söyler. İlgi ve isteklerini birleştiren insanlar dürüst şehri oluştururlar. İnsanların birleştiği şehrin gerçek mutluluğu elde etmek için karşılıklı yardıma sahip olduğunu, insanların mutluluğa erişme amacıyla birbirine yardım ettiği toplumun da dürüst şehir ve dürüst bir topluma sahip olduğunu yazar. Mutluluğa erişme amacıyla yardım eden bütün şehrin insanları, dürüst bir halka sahiptir. Bu şekilde bütün dünya, eğer halklar, onun nüfusu mutluluğa erişmek için birbirine yardım ederse dürüst kalacaktır.

Bununla beraber El-Farabi, feodal hiyerarşik merdivenin herhangi bir basamağında bulunan toplumun üyesi olan insanı ortaya koyar. Hiyerarşik merdivenin çeşitli basamaklarında bulunan toplum üyelerini düşünür; çünkü bu, onlar arasındaki karşılıklı ilişki ve karşılıklı bağlantıyı düzenleyen belli bir düzen ve sistemin tek oluşumuna erişmek için gereklidir.

Dürüst devletten söz eden El-Farabi, devleti, Platon gibi tek bir merkezden yönetilen bütünlük içinde her organa özgü spesifik fonksiyonların olduğu insan vücuduna benzetir. “Dürüst şehrin yaşama özünün varlığını korumak ve onu daha bütün yapmak için birbirine bütün organların yardım ettiği çağdaş sağlıklı bir vücuda benzer. Vücut organları, doğayı ve yetenekleri bakımından birbirine üstün olarak aralarında ayrılırlar (başlıca organ olan kalp ve görev bakımından kendisine yakın organlardan oluşur). Bunların her biri, doğasından belli bir yetenek verilmiş başlıca organ ve diğer organların tek amacıyla uygun faaliyetini gerçekleştiren bir yardım ve belli bir yetenekle verilir. Hiçbir şeyin yönetmediği başlıca organla bağlantılı olan organların amaçlarına uygun hareket edenlerin yardımıyla bu organlar, ikinci düzeyde olur, bir de ikinci düzeyde bulunan organların amacına uygun kendi görevini yapan organlara varıncaya kadar gerçekleştirir, ama soyut olarak hiçbir şeyi yönetmez. Şehir birliğinin üyeleri, birbirleri arasında kendi durumuna göre üstün doğaları bakımından ayrılırlar.”

El-Farabi’ye göre dürüst şehirde, feodal hiyerarşik merdivenin çeşitli üyelerinin bulunduğu emir altında olan bölümler vardır. “Şehirde belli bir insanın ve düzey bakımından bu bölüme yakın diğer insanların bölümü olduğunu, kendi durumu ve yeteneklerine göre hepsinin başlıca amacını takip eden hareketleri gerçekleştirdiği”ni yazar. “Onlar, ilk düzeyde bulunurlar. Bunların daha altında, ilk amaca uygun hareket eden ve ikinci düzeyde uğraşan diğer insanlar vardır. Sonra bu şekilde son amaca uygun hareket eden insanlar gerekir. Bu son amaca göre hareket eden ve görev yapanlara kadar şehir birliğinin çeşitli üyeleri düzene göre yerleşir, ama görev yapamazlar. Onlar alt düzeyde ilgilenirler ve en alt durumun insanları olurlar.”

El-Farabi, insan organizmasının faaliyetine kıyasla hiyerarşik merdivenin şemasını kurar. Halkı, kalbin hareketine kapanılmaz derecede bağlı, devletin başı olarak anladığı yönetimde tamamlanan temel fonksiyonu olan organlara benzetir.

El-Farabi, sadece toplumda insanlar arasındaki eşitsizliği görmekle kalmıyor, bir de onu eleştiriyordu. Bu bakımdan bilgili yöneticinin yardımıyla dürüst devlette bütün insanların, toplumsal durumlarına bağlılıkları dışında kendi mutluluklarını bulabileceklerini, zira bu devletin düşünce ve anlayışa istekli insanlar tarafından yönetileceklerini seziyordu. Bilge idareci ve bilge insanların yokluğunu, devlet için en büyük yoksulluk sayıyordu.

Dürüst devletin oluşumuna, her şeyden önce yetenekli, akıllı, iradeli müşfik bir bilimadamı olarak inanıyordu. Dürüst şehrin lideri, onun fikrine göre “doğadan ayrı olarak ona söylenen her şeyin söylenenleri dikkate alarak işler yolundaymış gibi anlamayı ve ortaya koymayı; hafızasında hiçbir şeyi unutmadan anladığı, gördüğü, duyduğu ve kavradığı her şeyi iyice korumayı; aklıyla her şeyin en küçük ayrıntısını farkederek, bu işaretin öğretinin ve anlayışın sevgiyi kabul etmeyi gösterdiğini hızla benimseyen, öğretimde yorulmadan, bu emekle birleşen bunu kolayca kavrayan, gerçeği, adaleti ve onun savaşçılarını sevme, ona erişen yalandan nefret etme, adaletsizlik ve onların adil olma üzerinden ilerlediği tiranlarden nefret eden, ama maymun iştahlı olmayan ve adaletin kişileri önünde ısrar etmeyen, inatçı olmayan, ama her tür adaletsizlik ve alçaklığın önünde tamamen azimli olma, korku ve cesaretsizliği bilmeyen, cesur ve önemli olmayı gerekli sayan bir yeteneği olan kişidir.”

Dürüst devlet ve bilgili yönetici teorisinin idealist temeli vardı. Bu, erken ortaçağ döneminin sosyolojik ve ahlâki düşüncesinde ileri bir adımdı. El-Farabi, bu düşüncelerin oluşmasına engel olan her şeyi eleştiriyordu. Asgari gelişmenin bilimsel ve felsefi bilimlere değer vermeyen nezaket, hırs, açgözlülük ve zorbalığın hakim olduğu devlete erişme olduğunu söylüyordu. Filozof, hırsla toplumun ruhsal gücünü yıkan, insanların hırs ve yağmacılığında temellenen kendi devletini kuran feodal yöneticilerin despotluğuna karşı çıktı. Böyle bir devlet, onun fikrine göre cahil kaba, namussuz insanların hırsı yoluyla yönetir. Onlar sadece zenginlik, hakimiyet ve zevke değer verirler. Dini düşünceler yoluyla böyle insanlar geri kalan halk üzerinde egemenlik kurmayı denerler. Adaletin yıkıldığı namussuz devlette tiran kurulur, bilimler ve felsefi bilimler söner, obskurantizm kaçınılmaz olarak zafer kazanır.

Namussuz devletten söz eden El-Farabi, ortaçağ döneminde ilk olarak Abbasi halifesinin sosyal karşıtlığını gösterdi ve onları teorik olarak açıklamayı denedi. El-Farabi, kötünün eninde sonunda ezileceğine ve dünyada iyi başlangıçların galip olacağına inanıyordu. Onun sosyal fikirleri, oldukça ilerici ve insancıldır. Feodal zulüm ve savaş döneminde toplum fikirlerini hırs olmadan ve bütün dünya halkları arasındaki barışçıl ve dostça ilişkilerin fikirlerini cesurca ileri sürdü.

Bilimadamı olarak El-Farabi, gerçekten sosyal fikrine erişmek için doğru yolu bulamadı. Ama İslâmi dönemde yeni sosyal fikrin ileri sürülmesi oldukça cesur ve ilericiydi. Bu nedenle fikirler, doğu halklarının felsefi düşüncesinin gelişimine, ayrıca İbn-i Sina, İbn-i Bacce, İbn-i Rüşd, Nizami ve İbn-i Haldun’un dünya görüşünün biçimlenmesine büyük etki etti.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

19 Ocak 2024 Cuma

HiNDİSTAN'DA TARİH KONUSUNDAKİ METAFİZİK ve KİŞİSEL GÖRÜŞLER

 




HİNDİSTAN tarihi binlerce yıl öncesine kadar uzanır. Fakat yine bundan bize kadar erişebilen! çok azdır. Hint edebiyatının en güzel eserleri, din ve felsefe konularını işlemiş olanlardır. Mahabharata, Ramayana ve Purana'lar gibi büyük destanlar Vyasa'ya ait olduğu sôylenen çok eski geçmişe uzanan bır Sanskrit efsanesi. 200.000 mısralık 18 şarkıyı kapsar. Korva'ların Pandava'lara karşı yaptıkları sıvaşı anlatır. En önemli kişisi Krişna'dır, Karşı karşıya gelen iki ordu birbirini kırmaktadır (Bagavat Gila bölümü bu olayı anlatır). Din, felsefe ve yogaya ait kavramlarla doludur, Geçmiş ve çağdaş Hint düşüncesi konusunda değerli bir belgedir.

Çeşitli devirlerde çeşitli dillerde yazılmış halk içinde çok yaygın kutsal Hindu efsanelerine verilen ad Sanskritçedir. Şiirleri; felsefe din, tarih, ahlak ve özeIlikle metafizik VP. yoga'yla ilgili konuları işler.


Dinsel Hint edebiyatında 36 eserin bütününe verilen ad. Bu tarihsel bir kaynak olabilmek niteliğini göstermekle beraber, konuları büyük ölçüde din, ahlak ve mitolojidir. Tarihinin en büyük döneminde, Hindistan'ın aydın kitlesi tarihten çok dinle ilgilenen brahmanlardı. Moğol imparatorluğu devrinde, Müslümanların etkisiyle tarihsel yazılarda büyük gelişme görüldü. Fakat tarih ile ilgilenenler imparatorluk ve prens saraylarına bağlı olduklarından, eserleri yöneticilerin yaşantıları ve savaşlarıyla ilgili konuları işliyordu.

Hindistan'da tarih üzerine ciddi araştırmalar ancak geçen yüzyılda başlamıştır. Başlangıçta ingiliz bilginlerince ele alınan konu, daha sonra Hintli bilginlerin çalışma konusu olmuştur. Bu bölümde Hint halklarının tarihinden çok, Hintlilerin tarih karşısındaki tutumu noktası işlenecektir.


Hintlilerin tarihe verdikleri anlam ya da anlamlar nedir?


Purana'lar ve Mahabharata devri bir tarih kavramını öngörmektedir. Her dönemin dört yuga'sı (devir) vardır. Krita (Altın Devri) diye adlandırılan ilk devirde herşey eksiksizdir. Treta diye adlandırılan ikinci devir iyi huyların zayıflamaya başladığı devirdir. Dvapara diye anılan üçüncü devirde hastalık ve günah görülür, dış yaşantıya ait töreler ve kurallar şekillendirilmiştir. Kali adı verilen son devir, üzüntü ve acıyla doludur. Din, bir kenara itilmiştir. Bu devir de sona erince, herşey Brahma'nın varlığında eriyecek ve herşey yeniden başlayacaktır.

Bu hal sonsuzluğa dek sürüp gidecektir. Bugün Kall yug devrini yaşanmaktadır. Hint mitolojisi Tanrıların cisimleşmesi konusunda sayısız hikayelerle doludur. Bu hikayeler içinde en çok bilinenler, bu cisimleşmenin amacının, Tanrıların insanlara yardım etmesi, insanların tarihini etkilemesi amacını güttüğünü belirtmektedir.

Bagavad Gita'da Tanrı der ki: “Çağlar boyunca, dürüstleri korumak, kötüleri cezalandırmak ve kanunlara güçlülük kazandırmak için yeryüzüne indim.”

Hint düşünürler!. Hint mitolojisinde Tanrıların cisimleşmesi konusunda bir çok mit ve efsaneye rastlamışlardır. Fakat bu düşünürlerden hiç biri, Bagavad Gita'nın yukarıda tekrar edilen bu sözlerini, tarih yönünden ne şekilde ele alınıp işleneblleceği konusu üstünde durmamışlardır. Ne dört döneme bölünmüş bir devri sürecin evrensel kavramı, ne de Tanrıların cisimleşmesi fikri Hintlilerin tarih karşısındaki tutumlarını etkiliyememişti.

Uzun Hint tarihinin çok az sayıda belgeye sahip bulunması, bazı düşünürleri Hintlilerin Tarih anlayışı yoktur demeye vardırdı. Hintlilerin tarih felsefesi doğuracak nitelikte yazılar bırakmamış olmaları, onların bir tarih felsefesiine sahip olmadıkları anlamına gelmez tabii. Bugün olduğu gibi geçmişte de Hintlilerin tarih karşısında kesin bir tutumları vardı. Felsefe ve din konusundaki yazılarında olduğu gibi yaşantıları ve inançları boyunca da bunun açıkça ifade edilmekte olduğunu görebiliriz. Hindu dininin ilk zamanlarında, Hindular mutlu bir hayatı sürdürüyorlardı. Kişiler arasındaki ilişkiler, maddi dünyaya bağlılık ve din kuruluşları bu hayatı bütünü ile dolduruyordu. Bunun, başka bir hayat içinde aynı şekilde sürüp gideceğine inanılıyordu. Hinduların gelecek konusundaki düşüncelerinin özü buydu. Rita sözü ile belirlenen bu kavram, Çin'in Tao'sunun taşıdığı nizam ve düzenlilik anlamından farksızdı. Bunu üç noktada açıklayabiliriz: a-) mevsimlerin birbirini izlemesi, bitkilerin filizlenmesi, büyümesi, meyvaya geçmesi ve ölümü, gök cisimlerinin eylemi gibi maddi dünyanın birlik gösteren süreçleri. b-) toplumda hüküm süren düzen, törel hukuk, c-) insanların tanrısal varlıklarla ve din kuralları ile sürdürdükleri dengeli ilişkiler.

Rita kavramının daha sonra karma kuralı'nda da devam ettiği görülen bir anlamı vardır.

Upanişadların derlenmiş olduğu devir, dünyadaki yaşantı konusunda fazlasıyla karamsardı. Şimdiye kadar hiç kimse bu değişikliğin nedenini açıklayamamıştır. Tarih, bir anlamla bezenmiş bir olgu olarak değil; kaçınılması gereken bir unsur olarak görülüyordu,

Oğlu adına tahttan çekilen bir hükümdar bu konuda şunları söylüyordu: “Bu pis kokan, kaynakları günden güne tükenen, et, kemik, deri, ilik, kan, ter, göz yaşı, tükürük dışkı, sümük dolu bedende: size sorarım, isteklere tam olarak karşılık verebilecek olan şey nedir? Arzu, hiddet, korku, yorgunluk, açlık, kuruntu, istek, yaşlılık, ölüm, hastalık dolu bedende; size sorarım, isteklere tam olarak karşılık verebilecek olan şey nedir? Bu samsara'da kör bir kuyuya düşmüş kurbağadan farkım yok”

Upanişad'lar, ölüm ve ötesiyle çok yakından ilgilenmektedir, Kişinin tarihi ölümle sona mı eriyor? Kata Upanişad'da Najitketas'ın üç dilekte bulunuşunu anlatan hikayede, Najitkestas son isteğini şöyle anlatıyordu: “Kişi öldüğü zaman, bazıları 'o hala var' derken, bazıları da 'o yokoldu' der. Ben bunun hangisinin doğru olduğunu bilmek istiyorum,”

Bunu öğrenmek yerine kendisine paha biçilmez hazineler bağışlanmak istenen Najitketas, geçici olmaları nedeniyle bunları reddeder: “Bu bilgi, herşeyiyle yetkin bir yaşantıyla bile aynı teraziye konulamaz.”

Najitketas  sonunda  istediği  cevaba  kavuşur:

“Dünya bundan ibarettir diyen bilinçsiz kişi, sayısız doğumlar ve ölümler yaşayacaktır. Bilge, doğmadığını bildiği için ölmeyecek. O, ruh olarak ölümsüzdür, sonsuzdur,”

Deneysel tarih, isteklerin beldesidır. Bütün bunlardan arınmak gerekir. Gerçek brahman ne oğul, ne de zenginlik Ister. Öğrenmekten, çile çekmekten de, çile çekmemekten de usandığı olur. Arzulamayan arzusu kalmayan, bundan arınan, arzusu tatmin edilmiş, arzusu Ruh olmuş kişiyi, Hayat bırakıp gitmez.

Brahma olarak, Brahma'ya kavuşur. ve yüreğini dolduran arzulardan arınan ölümlü kişi, ölümsüzleşir.

Tarih geçicidir. Bazı düşünürler zaman konusunu ele almışlardır. Hayale dalmış zavallılar! Zamanın hem bir şekli vardır, hem de şekilsizdir. Yaratılan herşey, zaman içinde akıp gider. Zaman içinde gelişir ve zaman içinde yokolur.

Ayrıca geçici olanın bir anlamı yoktur. Anlam, sonsuz olandadır. Tarih, bir kurtuluş getirmez. Kurtuluşa, ondan kaçmakla varılır. Tarih konusundaki bu karamsarlığın, Hindistan'daki büyük yığınlar ne ölçüde paylaşılmış bir tutum olduğunu kestirebilmek mümkün değildir. Yalnızca küçük bir azınlık. arzuların yok olduğu bir ruh yetkinliğine erişebilmişti ya da erişebilmek çabasındaydı.

Çileci öğretinin (asetizm) ileri sürdüğü fikirleri açıklamak kolay değildir. Günlük yaşantı boyunca öğütlerine bağlı kalmak daha da güçtür. Her an, şu ya da bu şekilde, din konusunda dikkatli ve titiz davranmak, tarih boyunca Hintlide görülen bir özelliktir.

insanların günlük yaşantıları üstüne etki yapan başka düşünce akımları da vardı. Ruhun başka bir beden içinde tekrar yeryüzüne dönmesi öğretisi, Hintlinin tarih karşısındaki temel tutumunun kişiselciliğini açıkça belirlemektedir: "Benlik bir yaşam dizisinden geçer. Kişinin sayısız yaşamları boyunca dış dünya ve diğer kişilerle ilişkileri ne olursa olsun. Ruh, bütün arzuların yokolduğu aşamaya varacaktır. Bu noktaya varmamak, varmak için çaba göstermemek; yaşantıların anlamından çok şey kaybettiriyor. Karamsarlıklara rağmen. bir çok yaşantı başarılı deneylerden geçmiştir.

Hinduizm tarih karşısında sosyal örgütlenme açısından değişik bir tutum izlemektedir. Hindu toplumunun çeşitli kastlardan meydana gelmiş olması, her üyesine özgül bir görev yüklemekteydi. Kişinin bu görevini yerine getirirken amaca yaklaşmakta olduğunu tespit etmeye hakkı vardı. Toplumsal hayata katılmak geçici ve bağıntılı bir yaşantıydı. Bütün bir kuruluş olarak toplum tarihin anlamının bulunduğu yer niteliğinde görülüyordu.

Hindistan'da hiç bir inanış Karma kuralı gibi ne böylesine yayılmış, ne de bu kadar çok sayıda taraftar toplamıştı. Karma kuralı, bütün Hint felsefe okullarınca Budizmden Cayenizme kadar bütün mezheplerce benimsenmişti. Sikhlerin Büyük Sahip kavramında da bu inanışın yeri vardı. Genel bir çizgi içinde anlatmak gerekirse. Katma kuralı .. kişi ektiğini biçer.. der. Bu öğreti, kişi yaşantısının törel bir belirtisidir. Rita kavramının birincisine bakarak tercih olunan diğer anlamı da budur. Karma kuralı, kişinin yaşamının mutlak adalet ilkelerine uygun olarak sürüp gittiği inancının da bir ifadesidir.

Karma kuralı tek bir yaşantı boyunca gerçekleştirilemez. Sayısız doğuşlar, elde edilen sonuçları, bir yaşantıdan diğerine aktarırlar. Karma kuralı, kişinin tarihinde illiyet zinciri kavramının kabul edilmesini istemektedir. Hint'de illiyet kavramı, Batı'da olduğu gibi maddeye dayanarak gelişmemiştir. Karma kuralı, Batılıların sandığı gibi, mekanist bir belirlilik getirmemektedir. Hint öğretisi, ruhsal bir gelişmenin olabileceğine, bu yol ile amaca ulaşılabileceği inancına bağlıdır. Kişi, ruhsal tarihi içinde bütünüyle özgürdür. Değişik ekenin hasadı değişik olur. Ekme eylemi, geçmiş ekimlerce belirlenmiş olabilir. Fakat bu eylemler. geçmiş eylemlerin bir sonucu değildir. Ruhsal özgürlük kavramı, temel bir kavramıdır. Bunun böylece kabul edilmesi kişinin kendi tarihi içindeki sorumluluğunun ne olduğunun değerlendirilmesi bakımından yararlı olmuştur. Kişinin maddi dünya ve diğer kişilerle olan ilişkilerinde mutlu olup olmaması kendi davranışı ile yakından ilgilidir.

Batılıların anlayışına göre: tarih, kavram olarak geçmişi düşündürür. Hindular geçmişle ilgilenmezler. Onların gözünde tarih, şimdi yaşanılan «elsimteme» ile bunun gelecekteki devamıdır. Tarih kavramı, aşrama (kişinin yaşantısının geçtiği yer) açısından bakıldığında bu anlamı taşımaktadır. En yüksek kasta mensup kişi, tarihini dört ayrı döneme ayırmak zorundadır: Brahmaçarya denilen birinci dönem, eğitim ve geleceğe hazırlanma dönemidir. Dinsel ve törel tutumunu sıhhatli oluşu sayesinde edindiği bilgilere dayandıracağı için Brahmaçarya dönemi süresince kişi sıhhatini korumaya çalışacaktır. Griasta diye adlandırılan ikinci dönem, kişinin sosyal görevlerini yerine getirdiği toplumsal hayattan ve kültürden yararlandığı dönemdir. Vanaprasta, sosyal yaşantıdan ve dünyaya ait arzulardan yavaş yavaş kopma ve kurtulma dönemidir. Bu, “ormanda yaşama” devridir. Vanaprasta, son aşama olan aşranj'a varmak için geniş bir hazırlığın yapıldığı dönemdir. Son dönem olan sanniyasa ruhsal yücelme adına dünyadakı hayattan çekilmedir. Amaca yönelten ve kendi içlerinde bir değer taşıyan bu dönemlerden geçmek ve bütün zorunluluklarına uymak gerekir. Hiç bir kişi bir yaşantı süresi içinde bütün bu dönemlerden geçemez. Geçmiş devirler Hindularının büyük çoğunluğu, üçüncü döneme erişmemişlerdir. İlk iki dönen önceki yaşantılar süresi içinde aşılmışsa, kişi üçüncü dönemi yeni bir hayat içinde uygulamaya başlayabilir.

Dördüncü dönem olan sanniyasa'nın kişiselci amacı, kişinın mokşa haline, kurtuluşa ve büyük mutluluğa erişmesidir.

Hayata karşı tutumlar purusharta olarak adlandırılır. Su tutumlar pavritti (sahip olmak için peşini kovalama) ve nivritti (el çekmek) 'dir. Panitti'nin konusu, dharma ve kama'dır. Dharma, ahlaklılık ve dinsel geleneklerin uygulanmasıdır, Kama da güzel sanatlar ve cinsel aşk ile tatmindir.


Nivritti, Vanaprasta ve Sanniyana dönemlerini kapsar.


Kişisel tarih ile toplumsal tarihin başka özellikleri de vardır. Bunlar sırasıyla tamasik, rajasik ve sattvik'tir. Tamasik, kişisel ve toplumsal anlaşmazlığın, itici ve kontrolsüz olan özelliğidir. Rajasik. idari ve askeri iradenin uyguladığı zor ile kontroldür. Sattvik, kişi için bütün huzur, toplum için de evrensel dengedir. Sattvik, eksiksiz bilgi ile yürütülen ruhsal oluşumu da beraberinde getirir. Tarih, tamasik'den rajasik'e, ondan da sattvik'e doğru gelişecektir.

Hintlinin tarih karşısındaki tutumu, kişiselci olmakla beraber bencil değildir. Hindular, Sudisiler, Gayenler ve Sikhler için de aynı şey söylenebilir.

Çeşitli Hint kastlarına düşen görevlerin toplumsal bir anlamı vardır. Fakat bunların önemi, uygulanışının kişinin ruhsal gelişimi için gerekli olmasındadır. Bu nedenle, ahlakın genel kurallarını uygulamak ve niteliklerini geliştirmek gerekir. Dostluk duygusunun değeri, onu besleyen kişi için gerçek ve özünlü bir değerdir. Diğer kişiler, bu dostluk ifadesinde kendi yapmış oldukları iyiliğin etkisini hissederler. Karma kuralı, bir ölçüde etkisini toplumsal ilişkiler ardından gösterir.

Hinduizmln başlangıcından beri Hindistanda dinsel gelenekler ailede olsun tapınaklarda olsun sürekli olarak uygulanmıştır. Din kuruluşu, Hinduların gözünde tarihin taşıdığı anlamın bir parçasıdır, Din, Tanrı ile bir alış veriş, bir huzur ve sevinç deneyidir. Hindular felsefeler, Hindunun tarih içinde ve tarih karşısında ki tutumu konusunda aslından çok farklı olan bir fikir vermektedir.

Din kuruluşuna verilen önemin belirtilmesi, kişiyi amaca ulaştıran üç yolun kapsamını daha iyi anlamak bakımından yararlıdır. Bu üç yol, seçim yapan kişinin onlara verdiği değere göre çeşitli şekillerde sıralanır, Düşünürler ile iç dünyalarına dalmış olanlar, 'jnana marga' (bilgi yolu)yı en başta sayarlar. Enerjikler karma marga (eylemlilik yolu}yı, duyarlılar baktı marga (sofuluk yolu)yı birinci olarak kabul ederler. Genellikle kişi, eğilim ve mizacı bu yollara değişik değerler tanısa bile, bütün bu yolları izleyebilmek çabasındadır. Amaca yönelen bu yollar, kişiye tarih içindeki anlamını verir. Bilgi, eylem ve sofuluk kavramları hem dar, hem geniş, anlamda ele alınabilir.

Hint tarihi boyunca bunlar, dar anlamları ile kabul edilmiştir. Bilgi, Hindu öğretilerini bllmekti; eylem, kastların kendilerine düşen görevi uygulamalarıydı; sofuluk, dinin geleneksel kuralları içinde uygulanmasıydı.

Bu kavramların geniş anlamları içinde ele alınması aslında, Hinduizm felsefesine daha uygun düşmektedir. Bilginin derinlikle izlenmesi, ruhsal bir tatmin yaratır; dikkati küçük şeylerle dağıtmaz ve huzur verir. Tarım, endüstri, ticaret, güzel sanatlar gibi çeşitli konularda eylemliliğe sahip olmak, bencil konularla ilgilenmekten kurtulmaya ve yaşantıyı zenginleştirmeye vardım, Sofulukta Tanrı'ya bağlılık, herkese karşı sevgi duymak, kişiye derin bır haz ve neşe verir. Kişisel benlik, iyi olan herşeyle birleşir. Bu üç yol, bu anlam içinde ele alındığında tarihte anlamı olan herşeyi kapsar.

Hindular, Tanrı ile konuşmaya gelen birer kişisel ruh olarak dua ederler. Bu anlayış, Hindu dinini, Hindu felsefesinin çeşitli yönlerinden bütünüyle ayırır.

Onun _teist_ (Tanrıcı) niteliği vardır. Tarihin kişisel olmayan süreci olarak ele alınan Karma Kuralı'nın tanrısal bir kaynaktan geldiği kabul edilmektedir. Dua, özgür bir davranıştır. Etkisi, dua eden üstünedir. Ruhsal bir gelişmeye varabilmek amacıyla kişi, tanrısal lütfu dilemek için dua edebilir. Hinduizm'de dua, Tanrı'nın bir yardımıdır. Tanrısal bağışlama kişiyi, iyi sonuçlar verecek davranışlara yönelmeye ve bunları uygulamaya götürür. Benliği, içten etkiler. Bağışlaması ile Tanrı, kişinin tarihi üstünde etkili olur.

Tarihinin çeşitli devirlerinde, Hindistan'ın değişik bölgelerinde türlü adlarla anılan Tanrı, evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmişti. Yaratılışın süreçinin sembolü, kadın ile erkeğin (sakta ve saktl) birlikte hareketiydi. Sakta ve saktı kavramları, Çin felsefesinin yin ve yang'ını andırıyordu. Türler arasındaki ilişkilerde kutsal bir yön vardı. Bir çok Hint tapınağında ve tapınakların yakınında cinsel sembollere sık sık rastlanır. Dini evlenme töreni, karşılıklı iki cinsi evrensel kuşaklar ilkesine bağlıyordu. Eşlenme sevinci, Yaratılış içindeki Tanrısal neşe fikrine güç veriyordu. Lila, eğlenceyi, zengin hayali, Tanrının eşsiz sevimliliğinin belirtisiydi. Tanrısal Lila'nın kabul edilmesi, karamsar eğilimlerin doğumuna engel olur. Vastyayana 'nın Kama Sutra'sında ve buna benzer diğer eserlerde de belirtildiği gibi, arzu, güzel sanatlar, şarkı, aletli müzik, resim, heykel, mimari din tarafından tanınmış ve kutsallaştırılmıştır. Bunlardan bazılarının Tanrının belirttiği ölçüde bir tarih anlamı taşıdıkları savunuluyordu.

Bagavad Gita, insanları, tarih içinde Tanrı'nın en üstün olduğunu kabul etmeye ve O'nun iradesine boyun eğmeye çağırıyordu. Bu öğretinin Hindu düşünce ve yaşantısında, diğerlerine kıyasla daha derin ve daha geniş bir etkisi olmuştur. Bagavad Gita, Hindu öğreti ve fikirlerinde bulunan İkilemin nasıl yenilebileceğini belirtmektedir. Amaca, Upanişad'ların da kaydettiği gibi isteklerden arınarak varılabileceği gibi, dünya deneylerine Tanrı'nın katkısının ve sevincinin etkisiyle de varılabilir. Sözü edilen ikilem, bu iki fikir ve öğreti arasındadır, Kişinin tarihinin amacı, yetkin bir duruma erişebilmektir. Bu noktaya varabilen, artık tekrar doğmayacaktır. Beklenen son, yalnızca budur. Bundan başka son yoktur. Iyi davranışlar da, kötü davranışlar gibi bir sonuca varır. Kötü davranışlar devam ettikçe, ruh göçü de devam edecektir.

Bazı Upanişad'ların sözünü ettiği arzusuzluk, her çeşit eylemin durması anlamına da gelir. Fakat böyle bir anlayış, tanrısal yapıtlara katkı ve sevgiyi reddeden bir tutuma götürebilir. Bagavad Gita, bu ikilemi bağlı olmama öğretisiyle çözümlemektedir. Bu kavram, Batı'da yalnış bir şekilde ifade edildiği gibi “ilgisizlik “ anlamında değildir. iyi sonuçlara götüren davranışlarda bulunmak gerekir. Ama bu davranışlar “meyveyi yalnız ben toplayayım”  diyen bencil bir istekle olmamalı ve Tanrı için yapılıyormuş diye kabul edilmelidir. Bu işin, yiyeceğin, bağışların, kırgınlıkların nasıl olursa olsun, onları bana sun sözleriyle açıklanabilir. Tarih içinde iyııik adına yapılan bütün çabalar, tanrısal görevlerin uygulanışı olarak kabul edilmektedir.

Bagavad Gita karşı karşıya gelmiş iki ordunun hikayesiyle başlıyor. Savaşın olup olmayacağı soruluyor. Tartışma sonucu - o halde, savaşalım! .. - deniliyor.

Fakat savaş -Tanrı'ya doğruymuş gibi- sürdürülmelidir. Bu, iyilik için demek anlamındadır. Savaşçının ruhu savaşta ölmez. Öldüren öldürmeyi, ölen de ölmeyi düşünürse, ikisi de Bir şey anlamıyor demektir. Öldüren öldürmeyi düşünmüyorsa, karşısındaki ölmez. insanın öz gerçeği olan ruh öldürülemez. köydeki savaşçılar gibi, bütün insanlar tarih boyunca, iyi ve Tanrı'ya yönelen davranışlarda bulunmalıdır.

CAYENLER, kendi dinlerinin Brahmanizmden önce doğmuş olduğunu iddia ederler ve yirmidört Tirtankara'dan çoğunu en eski geçmişte yaşamış olduklarını savunurlar, Batılı bilginler, bunlardan son ikisinin -Parsvanata ve Mahavira'nın- tarihsel ve gerçek bir yaşantıları olduğunu kabul etmektedirler. Önceleri oldukça yaygın olan Cayenizm, şimdi yalnızca küçük bir grubun inanışı olarak sürüp gidiyor. Ancak gerçeğin efektif özelliğini bildikten sonra tarih karşısında bir tutum izlenebileceğini savunmak Cayenizme metafizik bir özellik kazandırmaktadır.

Cayenizm, tarih içindeki olaylarla ilgilenmez. Sistem olarak ya da süreçlerinin düzenliliği bakımından maddi dünyayı göz önüne almaz, dünyanın yaratıcısı Tanrı fikrini tanımaz. Cayenler, altın, gümüş mücevherat heykel! ile çok güzel yapılar bırakmışlardır ama tarih ile bağıntılı olan hiç bir kültürel değerle ilgilenmemişlerdir. Tarihlerini yansıtmak kaygısında değildiler. Fakat bütün bunlardan, Cayenizmin tarihin anlamı konusundan uzak kaldığı sonucunu çıkarmak doğru olmaz. Cayenlerin bu konudaki tutumları, kişiselcidir. Tarih, kişilerin hayatıdır. Kişi, yalnızca toplumu meydana getiren bır unsurdan ibaret değildir. Kişi, metafizik alanda kaynağı olmayan ve sonsuza kadar yaşayacak olan saf ruhtur.

Karma Kuralı'nın da söylediği gibi, kişi ektiğini biçer ve yetkin oluncaya kadar defalarca doğar. Karma maddesi, ruhu sürekli olarak bir kısıtlılık ve başkaldırma halinde tutar. Tarih, ruha yönelen Karma maddesinin akışının durulduğunu görecektir. Tarih ancak, kişinin  “saf ruh” olarak eksiksizce kendi kendisinin bilincine vardığı zaman gerçekleşebilecektir. Cayen, tarih içinde evrensel iyilik olarak kabul olunan ahimsa (öldürmemek) ilkesine uyacaktır. Cayenizme çok bağlı olanlar, rahip ya da rahibe olurlardı. Olağan tarih ile ilgilerini keserlerdi. Cayenizmin amacı tarihin dışına çıkmak, tarihten kaçmaktır.

Budizmin doğduğu ve yayılmaya başladığı devirde, Upanişad'ların büyük serbestlikle savunduğu karamsarlık, en yüksek noktasındaydı. Acı, Buddha'nın düşüncelerinin ana teması olmuştu. Onun öğretilerini uygulayanlar rahip ve rahibe olmuşlardı. ilk vaazı olarak kabul edilen söylevinde Buddha (M. Ö. 563 - 438) der ki: Doğum acılıdır, yaşlılık acıdır, hastalık acılıdır ve ölüm, acıdır. Üzüntü, yakınma, çırpınış ve ümitsizlik de acıdır. Hoşa gitmeyen şeylerle ilişki, acıdır, istediğini elde edememek, acıdır!

Yaşantıyı dolduran acıların neler olduğunu birer birer saydıktan sonra, bunların nedenlerini de açıklar ve kurtuluş yolları gösterir. Acıların nedeni; karşı durulmaz bir istek, defalarca yaşantıya döndüren, yetkinliğe bir türlü ulaştırmayan bir “susuzluk”tur. Hazzın şunda ya da bunda aranması! ihtiras susamışlığı. Varolmama susamışlığı ... Acıdan kurtuluş bu «susamışlığın» hiç bir iz kalmamacasına bitip tükenmesindedir. Buna ancak hiçbir şeye bağlı olmamakla ulaşılabilir. Amaç Mutlak Huzur olmakla beraber, Buddha tarih karşısında eylemsiz, sekinci bir tutum yerine; dürüst görüşler, dürüst niyetler, dürüst söz, dürüst ilgi, dürüst düşünce,. öğüdünü veriyordu. Bu öğreti, Profanlar tarafından olduğu gibi, rahip ve rahibelerce de benimsenmişti. Gotama, öğretisini aşağı, bayağı, basit ve gereksiz ihtiraslar yaşantısı ile “acılı, haysiyetsiz bir yaşantı olan kendi kendine eziyet eden” çile yaşantısı arasında orta bir yol olarak nitelendiriyordu. Bu öğreti, Profan açısından, hayatın her anında huzurla iyilik için çaba harcamak anlamında bır düşünce akımı idi. Buddha, dünya yaşantısından uzaklaşma taraflısıydı.

Bir zaman sonra Buddha'nın çevresinde bir rahip tarikatı oluştu. Buddha, bir rahibe tarikatının da kurulmasını istedi. Manastır, tarihi boyunca Budizmin özelliği olan bir kurum olmuştur. Budizmin kişiye öğütlediği, amacın, tarih dışına kaçma olduğu söylenebilirdi. Daha sonra doğan bir düşünce okulu olan Mailsyana'ya göre, geçicinin ülkesi olan samsara (tarih) nirvana'nın benzerı idi. Nirvana'nın tek farkı, yalnızca tarih içinde bulunmasıydı.

Budist tutum, Hinduizm ve Cayenizmde de olduğu gibi kişiselcidir. Tarih, sürdürdükleri sayısız hayat ile yetkinliğe ulaşıncaya kadar defalarca yaşantıya dönen kişilerin tarihidir. Buddha'nın savunduğu “illiyet zinciri öğretisi” karma kuralı'na uygun düşmektedir. Kötü davranışların sonucundan kurtuluş olamaz. Kişi, tarihinin akışını değiştirme yeteneğine ve özgürlüğüne sahiptir. Bu kavram olmasaydı, öğretinin ileri sürdüğü fikirler boşuna olacaktı.

Gerçekten Buddha, kişinin amacının gerçekleşmesinin yalnızca kendisine bağlı olduğunu söylüyordu. “acılı Söylev” adı verilen bir konuşmasında: Kendi kendinizin sığınağı olun! Sığınağı dışarıda aramayın demektedir, Gerçek ruh kavramını kabul etmediği için, Budizmin kişiselci olamıyacağını iddia etmek yanlış olur, “Ruh yok” öğretisi ilkel Budizmde geniş olarak yer almıştır. Buddha'nın bu öğreti taraflısı olduğunu gösterir yazıları vardır. Fakat, bir çok geçmiş ve çağdaş düşünürün sandığı gibi, Buddha öğretisinin objektifinde kişisel ruhun gerçekliğini kabul ya da reddeden bir nokta yoktur. Kabul etmek de, reddetmek gibi yanlış kavramlara vardırabilirdi. Buddha, “acı" sorununun deneyler ardından ortaya çıkmakta olduğunu savunur, bu konunun ele alınmasını isterdi. Budizm tarihi boyunca, rahipler, rahibeler ve Profanlar birer «kişi» olarak kabul edilmişlerdir Ruh yok teorisi taraflıları, başka dillerde karşılığı ancak ben sözcüğü ile verilebilecek bir terimi kullanmak zorunluğundaydılar. Sang'ya (komünote: Dinsel topluluk) verilen önem bu kişisellikle çelişki halinde değildir. Komünoteye kabul töreninde, rahip çömezi şu sözleri tekrar ederdi: Buddha'ya sığınıyorum, dhamma'ya (öğreti) , komünoteye sığınıyorum .

Buddha, öğreti ve komünote üç destektir. Sans'da, bir rahip diğerine öğütleri ve bildikleriyle yardımcı olur. Buna bakarak. kişinin objektifinin komünote içindeki “en yüce” iyiye hizmet etmek olduğunu çıkarmak doğru bir yargı değildir. Komünote Içinde işbirliği bir amaç değil bir araçtır.

Budizmin ilk şekline Hinayana denirdi. Budizmin, Hindistan dışında bütün Uzakdoğu'ya yayılan daha sonraki şekil Mahayana diye tanınmıştı. Bu Iki öğreti arasında temel benzerlikler vardır. Mahayana özel bir tarih anlayışına sahipti. Hinayana Budizminde dikkat, rahip ve rahibeler üstündeydi. Bir kitle dini niteliğinde olan Mahayana daha sonraları Hinduizmin tanrıları olarak kabul edilen Buda ve Bodisalva'lara önem veriyordu. Mahayana Budizmi, başkasının kurtuluşu fikrini işliyordu. Bodisatva kavramının ideali, yaratılmışların hepsini kurtarmaktı. M. S. VII. yüzyıl Budizminin temsilcisi olan Santideva: “Defalarca dünyaya gelerek, Budaların ve duaların desteğiyle bütün erdemlere sahip olmak için çaba harcayacağım. Sonunda, yaratılmış olan herşeyin acılarını dindiren bir merhem olacağım” diyordu. Bu düşünce, Budizmin kişiselciliğini aşıyordu.

Budizm, tarihin önemli bir şekilde etkilendiği fizik dünyanın özelliği ile süreçlerin düzenliliğini bir kenara atmıştı. Dünyanın yaratıcısı olarak Tanrı da düşünceye konu edilmiyordu. Budizm dünya yaşantısından uzaklaşmayı öğütlerken, dünyanın kültürel değerlerine karşı da büyük bir ilgisizlik gösteriyordu .

“İlliyet zinciri” öğretisi, bır bütün olarak dünyaya değil, kişilerin deneylerine uygulanıyordu.

Budizm, sanatın çeşitli kolları arasında özellikle resim, heykelcilik ve mimariyi dine hizmet yönünde daima desteklemiştir. Budistler, Buddha'nın efsanevi tarihi ile onun düşüncesini yayanların tarihine büyük bir ilgi göstermişlerdir. Aslında tarih ile ilgileri genellikle çok azdı. «Geçmiş, yok olmuştur. Tarih, gelecektedir. Gerçek bir anlamı olan tarih, yaşanılan anda ve zaman boyutlarının nirvana'ya varma oranı içinde gelecektedir. diyorlardı.

Budizm'de bir dhamma (öğreti) olmasına ve bütün tarihi boyunca çeşitli felsefe şekilleri geliştirmiş olmasına rağmen, Budizm, kavram olarak Inançtan çok bir hayat anlayışıdır. Yaşantı ya ait ayrıntılı çizgiler, felsefi düşüncelerden daha çoktur. Getirdiği kurallar olağan tarih ile ilişkisi olmayan bir hayat tarzı için geçerliydi. Bu kuralların amacı, klşiselciydi. Fakat bunun yanında, amaca varmak için öğütlenen yollar, bencillikten uzaktı. Budizm, insan olsun olmasın, yaşayan her şey için sevgi beslenmesini istiyordu. Budizmin bir din olarak kabul edilmesinin nedeni, Tek Kudret kavramına olan ihtiyaçtır. Mahayana, çok kısa bir zamanda Hindistan'daki en yüce tanrısallıklardan ayırdedilemiyecek bir kavrama erişti. Bu kavram nirvanaya yanlız defalarca yaşantıya dönmek çemberinden kurtulma anlamını değil, üstün mutluluk anlamını da veriyordu. Budizm ile ilgilenen ilk Batılılar ise, nirvana'nın bütün olarak yok olma anlamında olduğunu söylemekle, bunu bütünüyle kavrayamamış olduklarını göstermişlerdir. Büyük çoğunluk, sayısız yaşantılardan geçtikten sonra amaca erişebilirdi. Budist yazıtlar, amaca sürdürülen yaşantı ile varılabileceğini yazmaktadır. Uzak bir gelecekte bulunamayan bir amaç, o anda el altında bulunabilir.

Hindistan'da Budizm bin yıla yakın bir süre boyunca yayıldı ve gelişti. Fakat, kayboluşu çok kısa bir zaman içinde oldu. Bu düşüşün nedeni şimdiye kadar tatmin edici bir açıklığa kavuşmamıştır. Çok sayıda kişinin rahip ve rahibe olarak toplumsal yaşayıştan uzaklaşmaları, belki de sosyal hayatı sarsacak bir durum yaratmıştı. insanlar tarihten kaçamazlardı. Bu nedenle, Budizmin karamsar kanılarına karşı bir tepki başlamış olabilirdi. Kastlar sistemi taraftarları, Budizmin hiç sözünü etmediği bu sistemi kabul ettirerek, ondan daha üstün bir duruma geçmiş de olabilirlerdi. Ne olmuş ise olmuştu. Hinduist tapınaklar birer birer canlanmaya başladı. Herşeyin yaratıcısı olan Tanrı fikri yeniden güç kazandı. Tanrı'nın, insanların tarihini etkilediği düşüncesi canlandı ve uzun yıllar boyu uykuda olan dinsel heyecanlar şahlanıp yüceldi.


Hindistan'da belirli şekilde gelişen bir sistematik felsefi düşünce, Budizmin düşüşünün önemli bir nedenidir. Budizmin son zamanlarında geliştirmiş olduğu metafizik kavram çeşitli şekillerde eleştirildi. Bu eleştirileri çoğunlukla Hindu düşünürler yapıyor ve Budizme karşı kendi sistemlerini savunuyorlardı. Bunlar arasında Şankara, önceden olduğu gibi o devirde de aydın Hindular arasında pek çok taraftarı olan Advaita Vedanta'yı savunmuştu. Şankara ve öğrencileri, devlet yönetimini ellerinde tutan Hindularca da desteklendi. Onların yardımı ile, memleketin önemli bölgelerine math'lar (manastır) kurdular. Hindu svami'lerin Avrupa ve Amerika'da tanıttıkları Hinduizm, Şankara'nın Advaita Vedanta'sının görüş açısı ve terminolojisi içinde ifade edilmiştir. Hindistan'daki çağdaş tarih anlayışının da bu düşüncelerin etkisi altında bulunduğunu kabul etmek gerekir.

Advaita Vedantanın temel ilkesi, ikilikçi olmayan (non dualist) bir gerçektir. Yalnızca Brahman (Mutlak) gerçektir ve yine yanlızca o sonsuzdur. Fakat iki çeşit Brahman kavramı vardır: Hiçbir niteliği olmayan nitguna Brahman ve bütün niteliklere sahip olan saguna Brahman. Nitguna Brahman dikkat çeker özellikte olmakla beraber. tarihin anlamı açısından üzerinde durulması gereken saguna Brahman'dır .

Nitguna Brahman kavramı, Brahman gerçekliği Ile deneysel tarihi meydana getirdiği söylenen herşeyin gerçek olmadığı anlayışını kapsar. Fizik dünya ve kişiler. Bütün bunlar maya'nın (kuruntu, hayal) etki alanındadır. Kişilerin yaşantısı, birbirine bağlı olarak, bir düşten farksızdır. Bu yaşantıların hiç bir temel anlamı yoktur. Amaç, maya'dan kurtulmaktır. En büyük yanlışlık, maddi dünyayı gerçek olarak kabul etmek ve haz duymanın bu dünya ile ilişkisi olduğuna inanmaktır. Fakat bu açıdan Şankara'nın Advaitizmi önemli bir çok güçlükle karşılaşmaktadır.

Nirguna Brahman bilincine nasıl ulaşılacaktır? Bunun, duyusal deneyin sağlıyacağı doğrudan ilişkiler yoluyla olması sözkonusu edilemez. Çünkü duyusal deney, hiç bir gerçeğe ulaştırmamaktadır. Bu bilince, gidimli (discursit) düşünce ile varmak da mümkün değildir. Çünkü onun dayanacağı veriler de kuruntudan çıkmaktadır. Düşünce ise özüyle, soyut fikirler çerçevesini aşamaz. Nirguna Brahman, doğrudan sezgi ile, onu arayanda doğması ile bilinebilir. Doğrudan sezgiye, yoga uygulaması ile varılan .. bilinçüstü trans hali içinde ulaşılabilir. Kişiler, bunu gerçekleştirebilme ölçüsünde tarihten kaçabilirler. Nirguna Brahman kavramı, tarihin anlam ya da anlamlarına yönelme imkanlarını bütünüyle bir kenara atmaktadır.

Fizik dünya, kişi ve tarih deneyleri yalnızca maya (kuruntu) ise, burada bir soru belirir: Kuruntu yüzünden acı çeken kimdir? Şankara'nın advaitizmi buna bir tek karşılık veriyor: Brahman! Fakat nirguna Brahman bütün niteliklerden, kuruntu yüzünden acı çekmek niteliğinden de arınmıştır. Onun açısından kuruntu, bir hiçtir. Bu kavram, deneysel olan herşeyin reddine götürür. Öte yandan kuruntunun avidya'dan (bilinmeyen) doğduğu söylenir. Bunun hemen arkasından şöyle bir soru gelmektedir: Bilinmeyenin konusu nedir? Brahman'dır. Çünkü Brahman, benzeri olmayan tektir. Genellikle, sezgili bilinç yoluyla, Brahman'ın bilincine varılmamasının üstesinden gelinebilir. Bilmezliğin tek kaynağı olan Brahman'ın, bilmezlikten arınmış olması gerekir. Advaltistin düşüncesine göre: Brahman, bilmezlikten etkilenmez, çünkü bilmezlik kendi içinde bir hiçtir. Dünya ve tarih olayları gerçekliğinin savunulmasında yararlanılan bilmezlik, olumlu bir tutum içinde ele alınırken, advaitizm gözünde bir hiç olur. Bütün bu güçlükler, tarihe katkıda bulunanların nirguna Brahman'ı genellikle önemsememiş olmasından doğmaktadır. Bu fikir aslında onların da düşüncelerinin derinliğinde durmakta ve dalıp gittikleri zaman kendini hissettirmektedir.

Advaitist konuşmacılar, dinleyicilerine hitap ederken, Advaita'nın vedantizmine karşıt olarak, diğer Hindu mezheplerinin propagandacıları gibi, her kişiye ayrı ayrı hitap ederlerdi. Brahman, bütün nitelikleri ile saguns'dır. Brahman, Bir'dir; ikincisi yoktur ve herşey Bir'in içindedir. Hayal alemi olarak beliren tanrısal yaratılış maya, yani, tanrısal zekanın eğlencesi olarak kabul edilirdi. Bu, bir insanlar tarihi fikrini kapsamaktadır. Bu kavram ise, taraftarlarının ancak pek azının gözüne çarpan bir güçlük ifade etmektedir. Brahman, sonsuz yetkin olarak, her çeşit tartışmada her iki tarafı da tutmak zorunluluğundaydı. Savaşlar sırasında. saldıranlar da. saldırılanlar da Brahman'ın ifadesiydi. Çelişmelerde Brahman. iki tarafı da tutandır.

Advaitizm, Brahman'ın yaratma ve yoketme yoluyla tarihe anlam ya da anlamlar veren bir amaca yöneldiğini ileri sürmekteydi. Advaita  vedantistleri.

Bugünün Hindistan'ında saguna Brahman kavramı ile. Batılıların uygarlık dedikleri kavramın karşısına çıkmaktadır. Fakat nirguna Brahman ile saguna Brahman arasındaki uyarlık nedir? Nirguna Brahman kişinin tarih içinde ve dünyada bir görevi olduğunu söyler. Saguna Brahman ise, “tarih ve dünya kuruntusundan arınmak gerekir” der, Bu iki fikri birbiriyle nasıl bağdaştırabiliriz?

Çağdaş yaşantının zorunlulukları yanında, Batı dünyası ile sıkı ilişkiler sonucu, Advaita vedantizminin savunucusu olan bazı düşünürler. Hinduizmin tarih karşısındaki özellikle kişiselci tutumunu terk etmeye ve Hinduizmi tam anlamı ile toplumsal bir tutum olarak göstermeye yönelmişlerdir. Bu düşünürleri, yaptıkları savunmayı şöylece özetleyebiliriz: Er geç Brahman'ın varlığında eriyecek olan kişi, diğerlerinden farksızdır. Diğerlerini severken kendini de sevmiş olur. Demek ki ideal sonuç olarak evrenseldir. Çağdaş Hint tarihinde “toplum” konusundaki bu ısrarlı tutum, önemli ve sözü edilmeye değer niteliktedir, Fakat advaitizm, en koyu bencilliği de aynı güçle doğrulayacak bir savunmayı da ifadelendirebilir, Zira mademki kişi Brahman'dan farksızdır, bütün hazlar ve bütün acılar gerçek “Ben” olan Brahman tarafından hissedilmelidir. Bu noktadan itibaren en bencil bir şekilde: Mademki diger kişiler de 'ben'im; yalnızca kendimi severek de, diğerlerini sevmiş olabilirim, denilebilir. Advaita Vedanta'da kişinin kendi kurtuluşu yönündeki gelişimi her ne kadar toplumsal bir değer taşıyorsa da Hindular için tarihin anlamının toplumsal bir amaçta olduğunu belirten bir kavrama rastlanmıyor.

Şankara'nın advaitizm öğretisini açıklamasından çok kısa bir süre sonra, çeşitli düşünürlerce eleştirilmeye başlandı. Bu düşünürler arasında en önemlileri Ramajuna ve onun Vişistadvaita düşünce okulu. Madvaçarya ile Dvaita düşünce okuludur. Advaitizm, özellikle, Şankara'nın manastırlarına yerleşmiş olan rahiplerce yayılmıştır. En önemli şeyin bilgi yolu olduğunu, ancak bilgi ile amaca ulaşılabileceğıni savunuyorlardı. Vişistadvaltistler ve dvaitistler daha çok sofuluk ve eylem yolu ile Ilgileniyorlardı. Advaitizmi, Şankara ve öğrencilerinin derin düşünceye daima yerine pratik bir yaşantı tarzını savunarak eleştiriyorlardı. Vişistadvaltistler. herşeye rağmen advaitisttiler. İnançlarına göre iki değil tek bir gerçek vardı: Ruh! Böylece nirguna Brahman olarak Tanrı fikrini reddettiklerini sanıyorlar, fakat kişisel ruhları, advaitizmin mahkum ettiği bir yol ile açıklıyorlardı: Bir dış dünya ve gerçek kişisel ruhlar vardır. Vişistadvaistlerin tarih karşısındaki tutumları fazlaca karamsar değildi. Dine katkıda bulunmak. neşeyle tanrısal olana katılmak demekti. Vişistadvaitistlere göre: ulaşılmak istenen amaç, Tanrı ile bir olmak değil, O'nunla beraber olmaktı. Advaltistler gibi. insanların dünya şartları içinde tam anlamı ile tatmin olabileceklerine İnanıyorlardı. Tanrı tarihin içindeydi. kulları ile kişisel bir ilişkisi vardı. Vişistadvaitizm, töreleri olan duygulu bir dindi. Kişinin tarihindeki anlamı araçsızdı. doğrudandı. Vişistadvaitist. kastlar sistemine uyardı: tutumu kişiselciydi ve yüce mutluluğa erişmek amacıyla sürekli bir çaba içindeydi. Buna rağmen, dininin kültürel şekilleri nedeniyle, sosyal kavramları advaitistlerinkinden daha gelişkin değildi. Bu yönde, Vişistadvaista'nın tarih sorunu karşısındaki tutumu bir çok bakımlardan Hintli kaynaklardan gelmeyen tanrıcı (telst) dinlerinkine benzer nitelikler taşımaktadır. 

Advaitistler madde gerçekliğinin ruh gerçekliğinden çok değişik bir' özelliğe sahip olduğunu söylüyorlardı. Kişiler, defalarca yaşantıya dönme devrinden sonra ulaştıkları aşamada da özelliklerini korumaktaydılar. Advaitistler bu noktada vişistadvaistlerden farklı olmamakla beraber, onlara bakarak daha kesin bir ifade tarzları vardır.

Diğer düşünce okullarının Hinduist Hindistan üstünde önemle belirtilecek bir etkisi olmamıştır. Bunlar içinde yanlızca Carvakas'lar çeşitli eleştirilere konu oldukları için çağımıza kadar uzanabilmiştir. Bütün bu okullara göre; tarihin anlamı, fizik bir organizma olarak yaşamak deneyinden ibarettir.

Maddecilik akımı, Hindistan'da çok tutulmamıştır. Şankara felsefesinin çeşitli şekilleri madde, ruh ve ruh çokluğu ayırımı konusunu işler. Tarih konusunda ileri sürdükleri ise, Şankara'nın Advaita Vedanta'sı dışında kalan bütün diğer düşünce okullarının görüşlerinden farksızdır.

insanın tarihsel yaşantısı konusundaki karamsarlık, Hindistan'da çok yaygındı. Fakat öte yandan, Hinduizm, Budizm, Cayenizm ve Sikh dini vardıkları sonuç bakımından karamsar değildiler. Bütün bu düşünce okulları, yetkinliği ve huzura kavuşmayı savunmuşlardır. Hinduların amacı, yalnızca kuruntu ve bilmezlikten arınmak, acıdan kurtulmak değildir: Sat, şit ve mand'dır (gerçek, mutluluk görünümü ve mutluluk). Budistlerde amaç, huzur ve nirvana neşesine kavuşmadır. Cayenlere göre: yetkin tinsellik, Sikh dini için de Tanrı aşkıyla sonsuz heyecandır. Uli kavramı içinde Hinduizm, olağan tarihin deneysel olaylarına katkıda bulunulmasını kabul eder. Sikhler de, yalnızca dünya işlerine dalmanın tehlikelerin! bilmekle beraber, Çile yaşantısını ve manastır hayatını kötüleyip reddetmişlerdir.


DIŞ ETKENLER, Hint toplumlarının tarih karşısındaki tutum ve görüşlerini bir ölçüde değiştirmesine yardımcı olmuştur. Müslüman hükümdarlar, özellikle büyük Moğol İmparatorları, kendi dinsel kavramlarını halka kabul ettirdiler.

Iran'dan gelen Zerdüşt dini, manastır hayatını tanımıyor ve reddediyordu. Hindistan'da Batılı anlamda ilk olarak ticaret ve endüstriyi Zerdüştler geliştirmiştir. Onların bu yolda kazandıkları başarı, Müslüman ve Hınduları da Batı uygarlıklarının sağladığı imkanlar ile ilgilenmeye zorlamıştı. iran asıllı yöneticiler Batı'nın siyasal fikirlerinin ilk savunucuları olmuştur.

Hristiyan dinini aydın hindular arasında kabul eden yok denecek kadar azdı. Fakat Hindistan'da propagandası yapıldığı bir kaç yüzyıl boyunca bazı konularda etkili olmuştur. Misyoner kolejler, Batı kültürünü tanıtmak yönünden yararlı olmuştur. ingilizler de, yönetimi doğrudan doğruya ellerinde tuttukları bölgelerde üniversite ve yüksek okullar kurmuşlardı. Bundan sonra Batı ile sürekli ilişkinin devam ettiği bir 'sulh ve sükün devri' başladı. Bütün bu olagelen olayların etkisiyle hindu yöneticilerin tarih karşısındaki tutumları değişti. Avrupa ve Amerika'da öğrenim görerek memleketlerine dönen genç hindular, bu değişimi güçle ve inançta destekliyorlardı. Bugün, Batı'nın anladığı kişisel ve sosyal gelişim kavramları içinde düşünen bir çok hindu vardır. Fakat bunun yanında, hinduların geleneksel tarih görüşlerini bütünüyle terkettiklerini söylemek yanlış olur. Batı kültürü ile yetişmiş yöneticiler, gelişme yolundaki bir uygarlık isteklerini, hinduist düşünce tarzı ile bağdaştırmaya çalışmaktadırlar.

S. Radakrişnan'ın eseri, bu eğilimin güzel bir örneğidir. Radakrişnan, Batı felsefesini derinliğine araştırmaya girişti. Dünya ölçüsündekı çağdaş yaşantının temel sorunlarına eğilen bir Hinduizm açımlaması şeklini ortaya attı. Bu eserin hinduist düşünce akımlarını nakletme tarzı üzerindeki eleştirileri bir yana bırakarak. Radakrişnan'ın tarih ile ilgili fikirlerini ele almak bu kitabın konusuna daha uygun düşecektir .

“Hinduizmin Hayat Görüşü” isimli eserinde özellikle tarih konusunu işlemiştir. Radakrişnan nirguna Brahman kavramının tartışmasına girmekten kaçınır ve eseri, niteliği tam olarak belirtilemiyen bir “Tanrı” terimini sürdürür.

Hinduizm, Radakrişnan'ın ifadesiyle, özgül bir düşünce olmaktan çok, bir yaşantı tarzı öğütlemesidir. Hinduizm, kesin bir tutum değil, bir eylemdir. Bir sonuç değil, bir süreçtir. Bir defaya özgü bir açıklama değil, sürekli olarak gelişen bir gelenektir. Geçmişteki özellik, hinduizmin modern dünyanın düşünce alanında olduğu gibi! tarih alanında da ortaya çıkardığı zorunluluklara göğüs gerebilecek nitelikte olduğunu göstermektedir ve buna inandırmaktadır. Hinduizm, en geniş sistemlere yönelmektedir. Hinduizm, "geçici ve görülen dünyanın, sonsuz şekilleri içinde görünmeyen sonsuz ruh'a dayandığını ve onda destek bulduğunu kabul ediyor. Bu kavram Radakrişnan'a uygarlığın iyi yönlerinin yayılması için harcanan çabaya taraftar olma cesaretini vermektedir.

Yaşantı için gerekli olan değişikliklerin kökü, insanlarda ve sosyal topluluklardadır: Her insanın, her topluluğun, her milletin saygıya değer bir kişiliği vardır. Toplum içinde geliştirilen reformlar bu kişiliği korumak ve bunun geçmişle birlikte sürekliliğini sağlamak zorundadırlar. Dünyayı, bir kuşağın hayatı süresi içinde değiştirmek isteyenler, başarısızlığa uğrayarak cezalarını bulacaklardır: Tanrı'nın değirmeni tarihi yavaş yavaş öğütmektedir. Hinduizm, Radakrişnan'ın eserinde anlatıldığı gibi, gelişmenin akışının zorlanabileceğine inanmaz. Hepimiz bütün ırkların kendi özelliklerini ve en iyi yönlerini kaybetmeksizin birleşip kaynaşacağı bir dünya yaratmak için çaba harcamalıyız. Siyasal ideal olarak dünya, tek bir uygarlığa sahip ve tek bir iradeye bağlı bir imparatorluk olarak düşünülemez. Aksine, düşünce ve hayat tarzları gelenek ve kuruluşları değişik özgür milletlerin, en kıymetli özellikleriyle katkıda bulundukları barış, düzen ve ahenk içinde bir kardeşlik birliğidir .

Burada sosyal nitelikler ön plana geçmektedir. Radakrişnan, taraflısı olduğu Hinduizme sadık kalarak toplumsal tarih kavramını bir kenara itiyor: Kişinin boyutlarını, toplumun ihtiyaçları ile kısıtlamamak gerekir. Kişi yalnızca kültürünün bekçisi, vatanının koruyucusu ve zenginliklerin üreticisi değildir. Toplumsal etkililik, insanın tabiatındaki ruhsalın değerlendirilmesinde bir ölçü olamaz.

Temel amaç, kişinin ruh olarak yetkinliğidir. Kişi, geçici olanda sonsuzun ifadesini görebilmeli ve ona vardıracak yolu aramalıdır. Kişinin bu konuda ruhsal özgürlüğü vardır. Radakrişnan, karma öğretisinin ileri sürdüğü gibi: geçmiş, bugünün kurallarını şekillendiriyorsa, kişi, bir çok olabilir arasında haldeki davranışını serbestçe seçebilmek niteliğine sahiptir.

Hinduizm: Radakrişnan'ın görüşü açısından, tarihsel değerlerin olumlu bir ölçüye vurulmasını istemektedir. Fakat Radakrişnan'ın eserinde Advaita Vedanta'ya ait bir takım unsurların bulunduğunu kaydetmek yerinde olur: Eylem, tarihsel sürecin bir özelliğidir. Öte yandan yetkin hiç olduğu için, hiçbir şey onu eylemli kılamaz; yetkin, tarihsel olamaz.

Radakrişnan mademki tarihsel süreç bir hiçtir ve bizler de kişi olarak varılamıyacak nitelikte bir ideale adanmış değiliz; o halde tarihsel sürecin bir noktasında yetkinliğe erişmek zorunluğundayız. Bizi yetkinliğe vardıracak olan an, tarihsel kişiliğimizin değişime uğradığı, samsara'dan (defalarca yaşantıya dönmek) bütünüyle kurtulduğumuz andır. Tarih, bir düşüncenin gerçekleşmesidir. Biz bu gerçekleştirmeye her geçen gün biraz daha yaklaşıyoruz. Moşka, kişilerin düşüncelerinin gerçekleşmesidir. Yetkinliğe ulaşılmakla tarihsel hayatlar son bulur. Evren'in yetkinliği gerçekleşince, özgürlüğe kavuşan kişiler Mutlak'ın sessizliğine gömülecekler demektedir.

Radakrişnan devri görüşünü açıkladığı bir bölümde şöyle diyordu: “Dünya tamlığını” kendi kendisini yıkmakla (otodestrüksiyonl gerçekleştiriyor. Bu yol ile de yeni bir hazin olay başlar ve bu, kuşaklar boyunca sürüp gider.



ALBAN G. WIDGERY

Tarih Boyunca BÜYÜK ÖĞRETİLER

Türkçesi : Gülçiçek SOYTÜRK

Ertuğrul Gazi Türbesi / Söğüt / Bilecik

 


18 Ocak 2024 Perşembe

DÎNİ SÖZLÜK “L”

 


LA'B:


Oyun, boş şey. Oyun ile boş yere vakit geçirme.


Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:


Biliniz ki, dünyâ hayâtı elbette la'b ve lehv (eğlence) ve zînet yâni süslenmek ve tefâhür yâni öğünme ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)


Dünyâ hayâtı la'b ve lehvdir. Allah'tan korkanlar için âhiret hayâtı elbette hayırlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz. (En'âm sûresi: 32)


Kıyâmet günü makbûl olanlardan, kurtulanlardan olmak istiyorsanız, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iyi işleri yapınız. Sünnet-i seniyyeye yâni Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin yoluna sarılınız! Bu yola uymayan hiçbir şeyi yapmayınız. Eshâb-ı kehf, (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâin) her tarafı fitne kapladığı zaman, bir hicret yapmakla yüksek dereceye kavuştular. Siz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetisiniz. Ömrünüzü lehv ve la'b ile ziyân etmeyiniz! Çocuklar gibi top oynamakla vaktinizi elden kaçırmayınız. (İmâm-ı Rabbânî)


LAĞV YEMİNİ:


Geçmiş birşey için zan ile boş yere yapılan yemîn. (Yemîn)


LAHD (Lahid):


Kabir kazıldıktan sonra, kabrin taban sathından kıble cihetine kabir boyunca, içine ölü sığacak kadar genişlik ve derinlikte kazılan yer.


Beşikten lahd'a kadar ilim öğreniniz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)


Meyyit (ölü), lahd içine, sağ yanı üzere konur. Şak yapılmaz, yâni kabir kazıldıktan sonra ortasına çukur açıp; meyyit buraya konulmaz. Toprak çürük, nemli ise, erkeği lahdin veya doğruca kabrin içine tabut ile koymak câiz olur. Toprak kuru ve sağlam ise, erkeği tabut ile gömmek mekrûh olur. Kadınları her zaman tabut ile gömmek efdaldir (daha iyidir). (İmâm-ı Rabbânî)


Götürüp lahde koysalar, arkaya bakmadan dönseler 

Süâllerimi sorsalar, bilmem hâlim nice olur.

(Ahmed Yesevî)


LÂHİK:


1. Namaza imâm ile berâber başladığı hâlde, kendisine uyku, gaflet veya benzeri bir sebebden dolayı abdest bozulması hâli ârız olup da (meydana gelip de) namazın tamâmını veya bir kısmını imâm ile kılamayan kimse.


Lâhik, imâma uyan cemâat gibi hareket eder. Kaçırdığı rek'atleri kendi başına kılarken imâma uymuş gibi davranır. Bunun için kendi başına kıldığı rek'atlerde, üzerine sehv secdesi (yanılma, unutma secdesi) gerekecek bir yanılma olsa, bundan dolayı sehv secdesi yapmaz. (İbn-i Âbidîn)


Lâhik olan kimse, cemâati terk ettikten sonra eğer dünyâ kelâmı söylememiş ise, imâmın ardında gibidir. Lâkin, câmiden çıktıktan sonra, pek yakın yerden abdestini almalıdır. Çok ileriye giderse, namazı bozulur diyen âlimler vardır. (Kutbüddîn-i İznikî)


Namazda imâma uyanlar dört çeşittir. Bunlar; müdrik (iftitah yâni başlama tekbirini imâm ile birlikte alan), muktedî (iftitâh tekbîrine yetişemiyen), mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhiktir. (Kutbüddîn-i İznikî)


2. Kavuşan, ulaşan, yetişen.


Peygamber efendimiz, bir kabir yanında hazır oldukları vakit; "Dünyâ ve âhiret selâmeti, müslümanlardan ve mü'minlerden bu kabirde bulunanların üzerine olsun. Biz inşâallah size lâhik oluruz. Siz bizden evvel göçtünüz. Biz de, size tâbi olup, sonradan varırız. Yâ Rabbî! Bizi ve bunları mağfiret et ve günâhlarımızı affet" buyururdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)


LAHN:


Hatâ etmek, doğrudan sapmak. Çoğulu elhândır.


1.Tecvîd ilminde, tecvîd kâidelerine uymamaktan doğan okuyuş hatâsı. Fıkıh kitablarında namaz kılanın namazın farzlarından olan kırâette yaptığı hatâ zelletül-kârî adı altında incelenmiştir.


Lahn, dört şekilde olabilir: Birinci şekil i'râbda hatâdır. Yâni harekelerde ve sükünde olabilir. Meselâ, şeddeyi hafif okur veya medleri (uzunları) kısa okur veya bunların aksini yapar. İkinci şekilde, harflerde olur; harfin yerini değiştirir veya harf ilâve eder, yâhut azaltır. Veyâhut harfi ileri geri alır. Üçüncü hatâ, kelimelerde ve cümlelerde olur.Nihâyet, vakf ve vaslde hatâ olur. Yâni duracak yerde durmaz, geçer. Geçecek yerde durur. Bu dördüncü şekil hatâda, mânâ değişse de bozulmaz. İlk üç şekilde, mânâyı değiştirip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namazı bozar. (İbn-i Âbidîn)


Lahn; bir hafi, başka harf okumak şeklinde olursa, harfler çok farklı ise, bozar. Meselâ, sat yerine ta söylemek, sâlihât yerine tâlihât okumak. İhlâs sûresinde Ehad yerine ehat demek gibi. Harflerin farkı az ise, çok âlimler, mânâ değişirse, eğer bilerek okudu ise, bozulur; ağzından kaçtı ise, bozulmaz dediler. Dat yerine zı demek, sin yerine sat, te yerine tı demek gibi. Fetvâ böyle ise de, ihtiyâtlı olmak lâzımdır. Dâllîn yerine zâllîn böyledir. Kelimeyi değiştirince, mânâ bozulursa, Kur'ân-ı kerîmde benzeri bulunsa da bozar. Mânâ değişmezse, bozmaz. (İbn-i Âbidîn)


  1. Tegannî, sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp, yükselterek, çeneyi oynatarak okumak.


Lahn ve nağme (vezinli ses) bulunmayan güzel sesi dinlemek mutlaka mubahtır, mahzuru yoktur. Sıkıntı gidermek için nağme ile kendi kendine okumak câiz diyenler vardır. Fakat başkalarını eğlendirmek veya para kazanmak için okumak haramdır. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)

Lahn yaparak, tecvîdi, Kur'ân-ı kerîmi, şartlarına, usûlüne uygun olarak okumayı bozmak bid'at, dinde sonradan çıkan bir şey olup, dinlenmesi de büyük günahtır. (Abdülganî Nablüsî)


Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı lahn ile okumak icmâ ile yâni müctehid âlimlerin sözbirliği ile haramdır. (Seâdet-i Ebediyye)


Lahn ile tegannî ederek okuyan imâmın arkasında kılınan namazı iâde etmek lâzımdır. (İbrâhim Halebî)


Namaz vakitlerini bilmeyen, tegannî, elhan ederek okuyan kimse, ezan okumaya ehil değildir. Böyle kimseyi müezzin yapmak câiz değildir. (Bezzâziyye)


Lahn-ı Celî:


Açık ve herkesin bildiği tecvîd hatâsı.


Lahn-ı celî harflerde veya harekede yâhut sükunda olur. Meselâ tı harfini dal, sad'ı sin okumak lahn-ı celîdir. (İbn-i Âbidîn)


Lahn-ı Hafî:


Gizli hatâ olup, ancak tecvîd ilmi ile uğraşanlar bilir.


Lahn-i hafîde mânâ bozulmaz. İhfâyı, iklâbı vb. yapmamak, kalın okunacak yerde ince, ince okunacak yerde kalın okumak, uzatılacak yerde kısa okumak, kısa okunacak yerde uzatarak okumak gibi. (İbn-i Âbidîn)


LÂİM:


Levm eden, kınayan, iyi ve güzel bulmayan.


Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:


Ey îmân edenler! Dinden çıkarsanız Allahü teâlâ sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler. Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir lâimin levminden korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir ihsânıdır ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsânı bol olan, (her şeyi) çok iyi bilendir. (Mâide sûresi: 54)


Siz Allahü teâlânın hadlerini (cezâlarını) yakın ve uzak olan herkes hakkında dosdoğru infaz ediniz (uygulayınız). Sakın hiçbir lâimin kınaması sizi Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekten alıkoymasın. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)


LAÎN:


Lânet edilmiş, kovulmuş. Allahü teâlânın rahmetinden mahrum olan şeytân. (Lânet)


LAKAB:


Bir kimseyi övmek veya yermek (kötülemek) için takılan adlar.


Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:


Ey îmân edenler! Bir takım kimseler diğerleri ile alay etmesin. Olur ki, alay edilenler, Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da, diğer kadınlarla alay etmesinler! Olur ki, alay edilen, eğlenceye alınan kadınlar, onlardan daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayınız ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Bir kimse îmân ettikten sonra, fâsıklık ne çirkin bir addır. Kim ki bu yasak edilen şeylerden tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir. (Hucurât sûresi: 11)


Müslüman bir kimseye kötü lakap takmak veyâ takılan kötü lakabla onu çağırmak dil âfetlerindendir. İyi lakabla çağırmakta bir beis, sakınca yoktur. (İmâm-ı Birgivî)


LAKÎT:


Geçim sıkıntısı veya nâmus korkusu (zinâ ithamlarından kaçınmak) için terkedilmiş, bir yere bırakılmış çocuk.


Lakîti terketmek günâh, görünce alıp ölümden kurtarmak şehirde sünnet, tenhâ yerde ise farzdır. Kuyuya düşen âmâyı (körü) kurtarmak da böyledir. Dâr-ül İslâm'da (İslâm diyârında) bulunan çocuk, hür ve mü'min olur. Lakît için, bu benim çocuğum diyen bir adamın sözü kabûl edilir. Kadın söylerse iki şâhid istenir. İlim öğretilir. Sonra san'ata verilir. Hükûmetten izin almadan sünnet ettirilmez, malı satılamaz. Hükûmetten izinsiz yapılan masraflar, çocuğa teberrû yâni hediyye olur. (Kâşânî)


LA'NET (Lânet):


Bedduâ; bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemek.


Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:


Allahü teâlâ ve Resûlüne eziyyet edenlere, dünyâda ve âhirette de lânet olsun. (Ahzâb sûresi: 57)


Ben, lânet etmek için, insanların azab çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni Hanbel)


Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet olsun. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)


Bir kul, herhangi bir şeye lânet ederse, o lânet semâya yükselir. Fakat göklerin kapısı bu fenâ söze karşı kapanır; yere iner, onun da kapıları kapanır. Sonra sağa sola başvurur, girecek yer bulamayınca, lânete müstehak olana gider. Eğer lânete lâyık değilse, bu defâ lânet edene rücû eder (döner). (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)


Ey oğul! Hiç kimseye lânet etme. Zîrâ lânet eylediğin adam, lânete müstehak değil ise, yaptığın lânet sana döner. Hayvanlara dahi lânet etme. Zîrâ, melekler sana lânet ederler. (Süleymân bin Cezâ)


Her kim bir binek ve yük hayvanına, lânet olsun derse, o hayvan (hal diliyle) der ki: "Âmin, lâkin yüce Allah'a hangimiz daha fazla âsî ise, lânet onun üzerine olsun." (Fudayl bin Iyâd)


LÂŞE:


Leş. Kendiliğinden ölmüş veya İslâmiyet'in emrine uygun olmayarak kesilmiş veya öldürülmüş hayvan ve böyle hayvanın eti.


LATÎF (El-Latîf):


1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Lütf ve ihsân edici, dâimâ güzel muâmelede bulunan.


Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:


Gözler O'nu idrâk edemez. Ama O, gözleri idrâk eder. O latîftir, (her şeyden)


haberdârdır. (En'âm sûresi: 142)


Allah kullarına çok latîftir. Kimi dilerse onu rızıklandırır. Kuvvetli, güçlü ancak O'dur. (Şûrâ sûresi: 19)


Allahü teâlânın rahîm, hakîm ve latîf olduğuna inanmak, tevekkülün esaslarındandır.


O'nun inâyeti (yardımı), şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka, yarattığına yetişir.

Kullarına olan merhameti, iyiliği; bir ananın yavrusuna olan merhâmetinden daha çoktur.


Lütfu, merhameti o kadar çoktur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şekilde yaratmıştır. (İmâm-ı Gazâlî)


El-Latîf ism-i şerîfini söylemeye devâm edenin üzüntü ve elemi gider, rahat ve huzur bulur. (Yûsuf Nebhânî)


2. Yumuşak, hoş, güzel, nâzik.


Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl bir nazar, Gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.

(M. Sıddîk bin Saîd)


3. Gözle görülmeyen.


Melekler cismdir, latîftir. Gaz hâlinden de daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridirler, akıllıdırlar, insanlardaki kötülükler meleklerde yoktur. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)


LATÎFE:


1. Hoş, tatlı söz, şaka.


Arkadaşlarınıza latîfe yapınız. Onlarla edebli ve hoşça vakit geçiriniz. Kalb kırmayınız. Lâkin şunu biliniz ki, bir topluluğu güldürenlerde hayır yoktur. (İmâm-ı Mâverdî)


Latîfenin fazlası iyi görülmemiştir. Çünkü, latîfenin çokluğu gülmeyi artırır. Çok gülmek kalbi öldürür, heybeti giderir. Böyle latîfelerden sakınmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)


Resûlullah efendimiz latîfe yapmış ve söylemiş, latîfeleri hep hak üzere ve fâideli olmuştur. (Muhammed Hâdimî)


2. Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her biri.


Âlem-i emrde bulunan beş latîfenin insanda birer sûreti, benzeri vardır. Bu beş latîfeye kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ isimleri verilmiştir. Evliyânın çoğu bunları birbirinden ayırmamış ve hepsine rûh demişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

Osmanlı Padişahları Tarih Şeridi Bahçesi / Bilecik

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak