15 Ocak 2024 Pazartesi

RECONQUISTA'NIN BAŞARIYA ULAŞMASININ SEBEPLERİ, MÜSLÜMANLAR İLE HIRİSTİYANLAR ARASINDA MEDENi, SOSYAL, EKONOMİK, TİCARi VE KÜLTÜREL İLİŞKİLER -4

 

Müslümanlar İle Hıristiyanlar Arasında Ekonomik ve Ticari İlişkiler



1. Tarım Alanındaki İlişkiler


Medeniyetin her alanındaki gelişmelerde olduğu gibi, Endülüs tarımındaki ilerlemelerin başlaması da Endülüs Emevileri dönemine tekabül eder. Özellikle, III.Abdurrahman zamanından itibaren Endülüs'ün Avrupa'da en kalabalık ve en müreffeh ülke durumuna yükseldiği gerçeği, pekçok modern araştırmacı tarafından ortaya konmuş bir gerçektir. Tabiat ve iklim şartlarının çeşitliliğiyle Endülüs Yarımadası, zirai ürünler bakımından kendine yetecek üretimi gerçekleştirme imkanlarına sahipti. Bu sebeple, tarım ürünlerinin muhtelif olması, geliştirilen tekniklerle yıl boyunca sebze ve meyve üretiminin artırılması çalışmaları, ülkede kendine yeterli bir tarım ekonomisini doğurmuş, hatta üretim fazlası mahsulat Hıristiyan İspanya devletlerine ihraç edilmiştir.

Endülüs devletinin, tarım ürünleri bakımından kendine yeterli olması, bir başka açıdan bakıldığında İberya gibi stratejik bir konumda, bağımsız ve güçlü bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesinin de bir gereği sayılmalıdır. Çünkü, içte ve dışta devleti ciddi şekilde etkileyen düşman unsurlar mevcuttu. İçerde Müvelled isyanları, dışta İspanyol Portekiz Reconquista savaşları, Reconquista'ya sürekli silah ve moral destek sağlamakta olan Fransızlar ve Avrupalılar; doğuda Abbasiler ve özellikle Afrika' da Fatımiler, Endülüs devletini çepeçevre saran belli başlı büyük tehdit kaynaklarıydı. Böylesi bir konumda ve Ortaçağ uluslararası siyaset anlayışı içinde, vatandaşlarını yeterli gıda kaynaklarına sahip kılma başarısı Endülüs'e has üstünlüklerden birisi olarak değerlendirilmelidir.

Devletin gelirini artırmak ve halkın refahını temin etmek maksadıyla ülkenin potansiyel zenginlik kaynaklarının değerlendirilmesi, Endülüs'te zorunlu bir devlet politikasıydı. Bu sebeple, Endülüslü yöneticiler toprakları ıslah ettiler, ülke endüstrisini oluşturacak iş ve zanaat alanları oluşturdular. Yurtiçi ve yurtdışı ticareti geliştirmenin alt yapısını hazırladılar. Endülüs'te zirai faaliyet ve kullanılan yöntemler, çağın diğer ülkelerinde olmadığı şekilde gelişmiş durumdaydı. Bu hususta bazı araştırmacılar şu tespiti yapmışlardır: "Ziraat şartları, iklim, toprak, bitkilerin ve hayvanların yetişme şartları titizlikle incelendiğinde görülecektir ki, Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın antik veya medeni milletlerinden hiçbiri Endülüslüler kadar mükemmel, doğru ve bütün ihtiyaçları karşılayan bir köy kanunları mecmuasına sahip olmamıştır. Dünyanın başka hiçbir devleti, ustaca hazırlanmış olan kanunlarıyla ahalisinin zekasını, faaliyetini memleketinde sanayiin ve tarımın gelişmesini Endülüs kadar temin edebilmiş değildir".

Endülüslüler en güzel atlara, koyunlara ve en güzel sebze meyve bahçelerine sahiptiler. Haşerelerle mücadeleyi, gübrelerin nasıl kullanılacağını bilirlerdi. Ağaçları aşılamada ve yeni türler çıkarmak için bitkileri karıştırmada uzmandılar. Bu bilgileri ve çalışmaları sayesinde, kendi zamanlarına dek düşük tarımsal ürün toprakları olmuş alanlar çok büyük nüfusları besleyebiliyordu. Bu sebeple, tarım ve sulama teknikleri konusunda da Endülüslülerden lspanyalılara pek çok bilgi naklinin gerçekleştiği tespit edilmiştir. Mesela sulama teknik terimlerinden İspanyolca "noria" Arapça "naure" den, "acequia" "sakıye"den ve "accadus" "kadus"tan gelmektedir.


Müslümanlar pirinç, pamuk, şeker kamışı, dut, hurma; gül, şeftali, kayısı, portakal, nar gibi meyve çeşitleri yanında, zirai çiçekler ve sebze çeşitlerini Doğu'dan Endülüs'e getirmiş ve orada bu mahsullerin üretimini yaygınlaştırmışlardır. Daha sonra bu ürünler Müslümanlardan lspanyalılara, onlardan da Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Bu ürünlerin lspanyolca'daki isimleri de bu gerçeği kanıtlar niteliktedir. Mesela, "albaricoque" "berkuk"tan ve "limon" "Leymun" dan gelen isimlerdir.

Endülüs'te durum böyleyken, merkezi lspanya'da temel gelir kaynağı ise hayvancılıktı. Hıristiyan şehirlerinde, yarım düzine çoban tarafından koca bir şehir halkının hayvanları bakılabiliyor, çobanlar bu işe bakarken Hıristiyan askerler Endülüs'ü tahrip ve işgal etme imkanı buluyorlardı. Bir Müslüman saldırısı anında hayvanlar koruma altına alınabiliyor, ancak kale dışındaki arazide kalan mahsulün korunması mümkün olmuyordu. Bu sebeple, özellikle koyunculuk temel geçim kaynağını teşkil ediyordu. VII./XIII. yüzyılın sonlarına kadar, sığır ve koyun sürüleri yılda iki kez Duviru vadisinde yazlık meralarda gezdiriliyordu. Bölgenin kışlık meraları ise, Vadiane nehrine kadar olan yerlerdi.


Zenaat ya da Endüstri Alanındaki İlişkiler


Endüstriyel alanda, zamanın diğer devletlerine oranla Endülüslülerin daha ileri bir düzeyde bulundukları tespiti yaygın olarak bilinmektedir. Doğu İslam dünyasının bu konudaki birikimlerini de kendilerine katmışlardır. Mesela, suyun düşüşünden güç elde edimini Endülüslüler biliyorlardı. Modern dünyada elektrik üreten tribünlerde kullanılan bu teknikten, o zaman değirmen gibi yerlerde yararlanılmaktaydı.

Kuyulardan su çıkarmada da özel bir teknik geliştirmiş olan Endülüslüler, ekili alanlara su nakli için düzenli su kanalları ve dağlardan şehirlere su indirmek için de kurşundan borular döşeyerek bti işleri sistemli hale getirmişlerdi. Yer altı kaynak ve madenleri bakımından, Endülüs'ün bütün şehirleri farklı birer çeşit sunmaktaydı. Buna bağlı olarak, hammadde sorunu bulunmayan imalat atölyeleri Endülüs dışındaki rakiplerinden çok ileri seviyede üretim gerçekleştirebiliyorlardı. Demircilik ve harp silahları imalatı bakımından Kurtuba, Tuleytula ve Mecrit önde gelen merkezlerdi. Ticaret ve savaş gemileri el-Meriye, Lakant ve Tarrakune ile Yabise adasında imal ediliyordu.

Donanma için gemiler, Daniye ve Turruşe gibi önemli liman kentlerinde inşa ediliyordu. Dokumacılıkta ise, yine el- Meriye şehri önde geliyordu. Burada elbiselik kumaşlar ile halı ve kilim dokuma tezgahlarının sayıları yüzleri buluyordu. el-Meriye' den sonra Kurtuba, Gırnata, Besta ve Maleka dokuma hususunda önde gelen merkezlerdi. Kağıt üretimine gelince, bu konuda Şatıbe ve Belensiye isim yapmıştı. Endülüs'ün endüstrideki parlak seviyesi, Muvahhidler'in sonlarına doğru Kurtuba, İşbiliye, Maride ve el-Meriye gibi merkezlerin İspanyol işgaline uğramasıyla, Gırnata gibi dar alanda da olsa kendini göstermeye devam etmiştir.

Endülüs'te durum böyleyken, Hıristiyan İspanya devletlerinde de demir ve altın gibi kıymetli madenler bulunuyordu. Özellikle, Kastilya başkenti Burgos silah imalatında önde geliyordu. Dokuma tezgahları da mevcuttu. Ancak, endüstri kolları ile zenaatkar bakımından çok fakir ve az gelişmiş bir durumdaydılar. Endülüs'ün ileri seviyesi, her açıdan İspanyalıları cezbetmekteydi. Mesela, İspanyol aristokrat sınıfı mensubu kadınlar, Endülüs'ten sipariş ettikleri ipek ve kıymetli kumaşları getirecek Yahudi tüccarlar ile Hıristiyan diplomatik elçilerin dönmelerini sabırsızlıkla bekliyorlardı.

Endülüs'ün Tuleytula şehri, endüstrinin her dalında olduğu gibi, özellikle dokumacılıkta ileri bir merkez İdi ve İspanyalıların eline geçtikten sonrada durumunu muhafaza etmişti. Çünkü, sayıları yaklaşık on bin olduğu rivayet edilen dokuma usta ve işçileri yerlerinden ayrılmamışlardı. Tuleytula'nın dokumacılıktaki üstünlüğünün kaynağı ise, yakınındaki Pirene dağlarında bulunan kilometrelerce otlak ve yaylalarda yapılan küçük baş hayvancılıktı. Yani, hammadde buradan temin ediliyordu. Dericiler, dokumacılar, boyacılar, attarlar, tatlıcılar, vb. sokak isimleri, Tuleytula'nın endüstrideki öncü konumunu simgeleyen taraflarından birisiydi. Gelişkin haliyle İspanyalıların eline geçen şehir, Endülüs-İslam endüstriyel birikiminin Hıristiyanlara intikalinde aracılık etmiştir.

İspanya'da Hıristiyan seçkinlerin giyecekleri, kadınların takıları, papazların süslemeli elbiseleri, kralların giysi ve dekorasyon malzemeleri ve çocukların oyuncakları gibi eşyalar, ya Endülüs'ten ithal ya da Müslümanları taklit ederek imal ediliyordu. İspanyalılar arasında endüstri ve ticaretin geri kalış nedeni olarak, halkı toplumsal ve ekonomik sefalete mahkum eden feodalite gösterilmektedir. Bu düzende krallar, din adamları ve şövalyeler, toprağın sahipleri olarak Müslümanlar ile yapılan savaşlar için para bulmak maksadıyla halkın ürününe ağır vergiler koyuyorlardı. Ayrıca içki, kumaş, balık ve kereste gibi kıymetli ticari metaın ticareti de din adamlarının tekelindeydi. Başkalarının bu alanda ticaret yapması yasaktı. İşte bu tür etkenlerin İspanya' da endüstri ve ticaretin geri kalmasına yol açtığı belirtilmektedir.


Ticaret Alanındaki İlişkiler, Ticaret Merkezleri ve Ticaret Yolları


Tarım ve endüstride Endülüs'e oranla geri kalmış bulunan Hıristiyan İspanya devletleri, özellikle barış zamanlarında Endülüslüler ile büyük ölçekli ticari faaliyet içine giriyorlardı. Gariptir ki, her savaşı büyük bir ticari hareket takip ediyordu. Hatta bu ticaret, daha savaş meydanlarında başlıyordu. Şöyle ki, özellikle Yahudi tüccarlar savaşa giden orduların peşine takılır, savaş biter bitmez askerlerin ele geçirdikleri her türlü mal ve köleleri ucuza kapatırlardı. Bu tür ticaret, Endülüs ve İspanya ordularının taciz, akın ve kuşatma gibi talan veya ganimet kazanımıyla sonuçlanma ihtimali yüksek olan her türlü harekatları için geçerliydi. Çünkü, savaşa katılan her askerin hangi dinden olursa olsun, amacının en azından bir bölümünü ganimet elde etme fikrinin işgal etmesi doğal sayılmalıdır. Elde ettiği ganimet eşyası veya köleleri ise, sefer sırasında taşıma ve muhafaza etmenin güçlüğü dikkate alındığında, bu alanda gerçekleşen ticaretin önemi daha kolay anlaşılabilir.

Endülüs ve İspanya güçlerinin, zaman içinde birbirlerinden cizye ve haraç aldıkları da vakidir. İster cizye ve haraç vergilerini almak, isterse barış görüşmeleri yapmak amacıyla olsun, karşılıklı gidip gelen elçiler, İspanyol zenginlerinin ısmarladığı eşyaları da satın alarak geriye dönerlerdi. Endülüs'ün endüstriyel alandaki üstünlüğü, bütün İspanyalılar ve hatta Avrupalılar tarafından teslim edilen bir gerçekti. Çünkü, Hıristiyan dünyasında aranan ve tercih edilen, Endülüs'te üretilen mallardı.

İberya Yanmadası'nda taraflar arasındaki ticaret, özellikle Endülüs sınır ve sahil bölgelerindeki el-Meriye, Daniye, Turruşe ve Tarrakune, İspanyalıların ise Berşelune, Üşbune ve Şente Yakub gibi önde gelen şehirlerinde canlı durumdaydı.

Mesela, Terşulune Endülüs ile İspanya devletleri arasındaki coğrafi konumu itibarıyla iki tarafın malları için doğal ve büyük bir pazar durumundaydı. Endülüs' ten ipek, yün kumaşlar ve deriler oraya gelir, buradan da İspanya ve diğer Akdeniz ülkelerine ihraç edilirdi. Hıristiyan İspanya devletleri, Avrupa ve diğer Akdeniz ülkeleriyle yapılan ticaretin Endülüs'ün ülke zenginliğine büyük katkılar sağladığı gerçeğini kaynaklardaki kayıtlardan anlamaktayız.

Berşelune'den sonra önemli bir ticaret merkezi de, Hıristiyan ve Müslümanların sahillerine yakın konumda bulunan Meyurka adasıydı. Burası da taraflar arasındaki ticaretin canlı olduğu bir yerdi. Endülüs'ün üçüncü ticaret merkezi ise, Sarakusta idi. Bir sınır eyaleti olan şehir, Hıristiyan İspanya devletlerine komşu olması, içinden geçen İbru nehrinin krallık şehirleriyle bağlantıyı kolaylaştırması, ayrıca doğudan gelen ticari malları karşılayıp Kastilya, Aragon ve Navar bölgelerine ihraç ederek büyük gelir elde eden Tarrakune ve Turruşe gibi iki önemli liman bölgesine sahip olmasıyla, bu alanda ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştu. Sarakusta şehri, bu özelliğinden dolayı Hıristiyan Mürtezika askerlerini kendine cezbeden bir refah yurdu durumundaydı. Özellikle, Muvahhidler zamanında Gırnata, Mürsiye ve Ceyyan şehirleri pazarları ya da ticaret fuarlarıyla meşhurdu.

Endülüs ile İspanya arasında gerçekleşen ticaretin konusunu büyük oranda köleler teşkil ediyordu. Köle tüccarı olarak ün yapan Yahudiler, Pireneler bölgesi Fransızlar'ından, Slav asıllılardan, Galicialı ve İspanyalılardan elde ettikleri sayısız köle ve cariyeyi Endülüs'ün Kurtuba ve İşbiliye gibi müşterisi bol pazarlarına getirirler, bunları halife, emir ve zengin eşraf takımına büyük paralar karşılığı satarlardı. Getirdikleri mallara doyum olduğu zamanlarda ise, Endülüs'ten doğu şehirlerine yönelirler ve mallarını oralarda satarlardı.

Söz konusu bölgelerden Yahudi tüccarların getirdiği cariye ve kölelerden büyük bir kısmı da, Endülüs'ün yüksek bürokrat ve zenginlerince, kendilerine yaranmak maksadıyla halife ve emi'rlere hediye edilirdi. Taraflar arasında köle, kumaş ve halı gibi mallardan başka saray, konak, mescit, medrese ve hamam gibi yapıların inşasında kullanılmak üzere taş, mermer ve kereste gibi yapı malzemeleri de ticarete konu olmaktaydı.

VI./Xll. ve Vll./XIII. yüzyıllarda artan ihtiyaçları kendinden karşılayamaz duruma gelen Afrika ile Avrupa arasında ticari ilişkiler artmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmıştı. Bu sebeple, bu dönemler Avrupa'da yeni bir ticari hayatın başlangıcını teşkil etmektedir. Kıtalar arası ticarette geçiş yolu ise, Endülüs ile İspanya idi. Yani, Endülüslüler ile İspanyalılar bu aradaki ticari hareketin tam ortasında yer almışlar ve etkili role sahip olmuşlardı. Avrupa ile ticaret, özellikle Pisalı, Cenovalı, Marsilyalı, Katalonyalı ve Venedikli tüccarlar vasıtasıyla gerçekleşiyordu.

Endülüs ile İspanya tarafları arasında cereyan eden ticaretin takip ettiği yollar çok sayıda ve çeşitliydi. Öncelikle, İberya Yarımadası'nı baştanbaşa saran nehirler, Endülüs'ün doğusunu batısına, batısını da İspanya'ya bağlayan önemli ticaret yollarıydı. Tacu nehri, Şukar nehrinin kolları ve Mürsiye vadisi, çeşitli kollarla Vadi'l-Kebir ve Vadi Ane nehirlerine bitişir. Bütün bu nehirlerden bazıları Akdeniz'e,  diğer bazıları da Atlas Okyanusu'na dökülür. Ancak, hepsinin kaynağı birdir ve bu kaynak, Endülüs'ün ortasında yer alan Şarat dağlarıdır. Kaynağından dallanan nehirler, daha ilerde karşılaşarak yeniden birleşirler ve böylece doğal ulaşım yolları oluşurdu. Med-cezir olayının da yardrmıyla bu nehirlerde yüzen ticari tekneler, taraflar arsında değişime konu olan malları taşırlardı.

Nehir yolları ağına ilaveten, İberya Yarımadası'nda ticaret için karayolları da vardı. Aslında İberya Yarımadası'ndaki yollar, Roma döneminde mevcut olanlardı. Bunların en büyük ve önemli olanı, Kurtuba'nın kuzey krallıklarla bağlantısını sağlayanıydı. Kurtuba'dan başlayan yol Tuleytula'ya, oradan İbru nehri havzasındaki Vadi'l-Hicare'ye, burada ikiye ayrılarak birisi Kalahürre ve Nahre istikametinden Navar'ın başkenti Benbehine'ye, oradan da Kastilya'nın Elbe ve'l-Kıla' bölgesine ve buradan Asturias'a; diğer kol ise, güney yönünde ilerleyerek Berşelune bölgesiyle ticaretin yoğun olduğu Sarakusta ile Laride'ye çıkar.

Kurtuba'dan başlayan ikinci önemli yol Ma'den, Kuriye, Şelemenka, Semmilre ve Cıllikıye içlerine, buradan bir kol Kuriye' den doğu yönüne ayrılarak Talebire üzerinden Tuleytula'ya, buradan da Şelemenka yönüne gider ve tekrar ana yol ile birleşir. Kurtuba'dan çıkan üçüncü yol ise, güney yönüne inerek Gırnata'ya uğrar, sonra kuzey doğuya tırmanarak Mürsiye, Belensiye, Turruşe ve Sarakusta'nın en kuzeyinde yer alan Laride'ye varır.

Ticaret için kara ve nehirden başka, deniz yolu da kullanılıyordu. Deniz yolları, Endülüs'ün sınır bölgeleri ve sahil şehirlerini doğuda Berşelune, batıda Cıllikıye ile birleştirirdi. el-Meriye, Kartacene, Lakant ve Daniye limanları Berşelune bölgesine; İşbiliye, Leble ve Şenterin sınır bölgeleri de Cıllikıye bölgesine deniz yoluyla bağlantı kurma imkanı sunuyordu. Bütün bu nehir, kara ve deniz yollarında savaş vakti savaş, sulh zamanı da ticaret vasıtaları seyrederdi.

Ticaret merkezleri ve ticaret yollarına konu olan ticaret mallarına gelince, artışı Muvahhidler dönemine denk gelen Avrupa-Afrika ticarette Afrika' dan alınan mallar, başta bakır olmak üzere maden, yün, şap, yağ, deri, balmumu ve kurutulmuş meyveydi. Tahılları, pamuğu ve silahları da meşhurdu. Fas ve Kurtuba derileri, Vl./XII. yüzyıldan itibaren Normandiya ve İngiltere' de büyük rağbet görmekteydi. Denizlerde görülen korsanlıklara karşı, taraflar arasında çeşitli zamanlarda anlaşmalar yapılmış ve böylece ticaret yollarının güvenliği temin edilmişti. Sonuçta, Murabıtlar ve özellikle Muvahhidler dönemlerinde Afrika-Endülüs-Avrupa arasında cereyan eden ticari münasebetler artmış ve düzenli bir şekle bürünmüştü. Muvahhidler'in uzak ülkelerle olan ticaretinde ise, İtalyanlar aracılık ediyorlardı. Muvahhidler'in Anadolu ile de bazı ticari ilişkileri olduğu düşünülebilir. Bunun delili, 1275 tarihinde Konya' da bulunan Mağribiler Camii'dir.



Sikkeler


Endülüs ile İspanya devletleri ve diğer Hıristiyan devletler arasında gerçekleşen ticaret hareketinde, mal değişimine esas teşkil edecek bir paraya ihtiyaç vardı. İlk dönemlerde Endülüs sikkeleri, mahalli sikkelerden şekil ve nakış bakımından etkilenmişlerdi. Ancak, bağımsız bir devlette olması gerektiği gibi zamanla orijinal şekline kavuştu. Dinar ve dirhem çeşitleriyle İberya Yarımadası' nın her bölgesindeki iktisadi muamelelerde asıl ve değerli para olarak asırlarca kullanıldı.

Endülüs'ün valiler döneminde kullanılan sikkeler üzerinde İslami içerikli Latince cümleler yer alırken, 716 yılından sonra Latince ile birlikte Arapça, 720 yılından itibaren ise, sikkeler üzerinde sadece Arapça kullanılır oldu. Son zamanlarda, Navar'ın Estella mıntıkasında Endülüs Emevi Emirleri döneminde Kurtuba darphanesinde basılmış ve Dımaşk Emevileri'nin sikkesine çok benzer tarzda Endülüs sikkeleri bulunmuştur. Bu, aynı zamanda o bölgelerde ticaret yapıldığına, alış verişte Endülüs parasının kullanıldığına da kanıt olmaktadır.

Doğu İslam dünyasından siyasi ve dini anlamda Endülüs'ün tam bağımsız hale geldiği Endülüs Emevileri'nin Hilafet döneminde, IIl.Abdurrahman tarafından altın para bastırıldı ve bu Endülüs parası İberya Yanmadası'nın en kıymetli parası haline geldi. Mülukü't-Tavaif dönemindeki sikkeler, daha çok hilafet döneminin devamı niteliğinde olmuş, Hişam el-Müeyyed parası olarak bilinen Emevi parasına bazı emirler kendi adlarını da ilave etmişlerdi. Hıristiyanlar ile ilişki ve ticarette, yine Endülüs parası bu dönemde de esas mübadele unsuru olmuştu. Daha sonra Murabıtlar'ın gelişiyle birlikte 486 (1093) tarihinden itibaren Murabıt sikkeleri Endülüs'e hakim olmaya başladı. "Maravedi" adıyla da anılan ve aslı dinar olan bu madeni paranın bir yüzünde kendi hükümdarlarının isimleri "Emiru'l-Müslimin" unvanıyla, diğer yüzünde ise Abbasi halifesinin ismi "İmam" unvanıyla yer alırdı. Murabıtlar'ın Kuzey Afrika'da yeni altın madenlerine sahip olmalarıyla birlikte, sikkelerinin değeri de arttı ve ülke dışında da kullanılır hale geldi. Hatta Kostantiniye'ye bile ulaştığı rivayet edilir. VII.Alfonso'nun bu sikkenin Tuleytula darphanesinde bir taklidini bastırması, mezkur paranın bütün İspanya topraklarında, özellikle de Kastilya'da kullanıldığına işaret sayılabilir. Ayrıca, VII.Alfonso' dan önce VI.Alfonso ve daha sonra gelen VIII.Alfonso gibi bazı İspanyol kralları da üzerinde Arapça yazılarla kendi adlarına sikke bastırmışlardı. Kastilya-Leon kralı VIII.Alfonso (1158-1214), Murabıt sikkelerini kendi ülkesinde kullanmış ve üzerine Hıristiyanlıkla ilgili bazı kelimeler yazdırmakla birlikte, Arap harfleriyle yazılı bazı cümleleri olduğu gibi yerinde bırakmıştı. Bu sikkelerin daha sonra Aragon kralı III.Alfonso (1285-1291) tarafından benimsenen şeklinin bir yüzünde kral için "Emiru'l-Karulikin" (Katoliklerin kralı), diğer yüzünde Papa için "İmamü'l-Bieti'l-Mesihiyye" unvanları yer alıyordu. Muvahhidler'in Endülüs'e hakim olmalarıyla birlikte kullanılan sikke türlerinde, Endülüs'te pek fazla değişiklik olmadığı sanılmaktadır. Ancak, Muvahhidler'in merkez topraklarında kullanılan sikkeler değişmişti. Dört köşeli şekilde darp edilen Muvahhid sikkelerinin ağırlık ve değer bakımından Murabıtlar'ınkine nisbetle daha düşük olduğu bilinmektedir. Hıristiyanlar Muvahhid dinarını kullanırlar ve onu Dobla diye adlandırırlardı.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

Şeyh Edebalı Türbesi ve Külliyesi / Bilecik

 


Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-11

 


El-Razi



El-Razi (tam adı: Ebu Bekir Muhammed ibn Zekeriye el-Razi, Latince: Rhazesa ya da Rasis; d. 865 Rey - ö. 925), Fars simyacı, kimyager, hekim, filozoftur.


Fars kökenli olan Ebu Bekir el Razi doğduğu şehir olan Rey’de felsefe, matematik, doğa bilimleri ve astronomi eğitimi yaptıktan sonra Bağdat ve başka İslam şehirlerinde öğrenimini tamamladı.


Daha sonradan da Tıp öğrenimi gördü. Rey ve Bağdat hastanelerinde başhekim olarak çalışan Razi’nin eserlerinin hemen hemen hepsi Latinceye çevrilmiştir. Tıp alanında yazdığı “el-Havi” adlı ansiklopedi 17. yüzyıla kadar en önemli başvuru kaynağı olmuştur. Ebu Bekir el Razi’nin önemi İslam dünyası içinde ilk defa doğa felsefesini savunan kişi olmasıdır. İS 750 yılından sonra Pers kültürünün katılmasıyla kozmopolit bir hal alan İslam her alanda ilerleme kaydetmeye başlanmıştır. Bu dönemde birçok İslam şehrinde büyük kütüphaneler kurulmuştur. Bunlar aynı zamanda araştırma merkezleriydi. Antik çağa ait birçok kitabın çevirileri yapılmıştır. Antik çağda Thales’le başlayıp gelişen doğa felsefesinin İskenderiye kütüphanesinin yakılmasıyla kesintiye uğramasından sonra İslam uygarlığı içinde tekrar doğuşu Ebu Bekir el Razi ile olmuştur. Bunun yanı sıra Aristoteles ve idealizm felsefesinin takipçisi Farabi’yi ve idealizm ve doğa felsefesini birleştirmeye çalışan İbni Sina’yı önemli isimler arasında sayabiliriz. Ebu Bekir el Razi İslam içindeki önemli akımlarla çatışmaya girmiş ve İslam uygarlığı içinde Thales benzeri bir gelenek kuramamıştır. Daha sonraları Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin sonucu olarak bu gelişme durmuştur. Bilhassa Moğol istilası bu elde edilen gelişmelere büyük darbe vurmuştur. Sadece Sivas kütüphanesinin yakılmasında 250.000 kitap yok olmuştur. Bu dönemde İslam uygarlığının en önemli başarısı Budistlerden aldıkları rakamlarla antik dönem eserlerden elde ettikleri geometriyi sentezleyerek analitik geometri ve cebiri geliştirmeleridir. İspanya’daki Endülüs uygarlığı aracılığıyla bilhassa İbni Rüşd ve diğer bilim adamlarının eserlerinin Latinceye çevrilmesi Bertrand Russell’ın deyimiyle Avrupa uygarlığının doğuşu olmuştur.


Başlıca eserleri


el-Hâvi (20 cilt), 907, (Latince başta olmak üzere 11 dile çevrilmiştir. Döneminin tıp alanındaki en ayrıntılı ve bilgi içeren ders kitabıdır.)


Kitabul-Mansur, 920,



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

YAHUDİLİK

 


Yahudilik İsraillilerin, ya da İbranilerin, ya da Yahudilerin dinidir. İsrailliler Batı semitleri arasında sınıflandırılmış bulunmaktadırlar.

İsrail sözü savaşan Tanrı ya da Tanrı'ya karşı güçlü anlamına gelmektedir; yaptığı savaştan sonra Yakup'a bu ad verilmiştir (Tekvin, XXXII, 28). On iki kabilenin hepsi ortaklaşa İsrail (Çıkış 111, 16) adını almışlar, Süleyman'dan sonra Kuzey Krallığını ya da İsrail'i oluşturan kabileler de bunu korumuşlardır. Kişilere ve dile de uygulanan İbrani deyimi, (Öteyanın insanları anlamına olan) Hibri sözünden gelmektedir: Kenan ülkesinin yerlileri, nehirin öteki kıyısından gelmiş olan göçmenleri böyle adlandırmaktaydılar. İbranice Yahudi sözü ise Güney Krallığı ya da Yahuda ülkesinin halkını göstermekteydi; sonradan bu söz, kavmin tümü için kullanılmaya başlanmıştır. Greko -romen döneminden başlayarak kişileri göstermek için öncelikle bu terim kullanılmaktadır.

Yahudiliği incelemek için ilkin İsraillilerin girişlerinden önce Filistin'deki dinsel durumun ve Filistin'e yerleşmeden önce İsraillilerin durumlarının ne olduğunu bilmek; Musa ile ondan sonra gelenlerin, daha sonra öbür Peygamberlerin etkinliklerini gözden geçirmek, tarihsel dönemde kavmin beslediği inançları çözümlemek; son olarak Hristiyanlığın ortaya çıkışından günümüze değin İsrail'in geçirdiği gelişmeyi izlemek gerekir.

Yahudilik üzerine başlıca belge, İsrail'in kutsal kitabı olan Eski Ahit'tir. Bu Ahit sözünü ortaya atan, Hristiyan kilisesi olmuştur; Ahit, İttifak sözünün yanlış olarak çevrilişidir: Söz konusu olan, Tanrı ile İnsanlık arasındaki ittifak'tır.-Eski Ahit, Kutsal Kitap (Kitab'ı Mukaddes)ın birinci bölümüdür; bunun ikinci bölümünü ise Hristiyanların Yeni Ahit'leri, yani İncil oluşturmaktadır.

Eski Ahit'i meydana getiren kitaplar İbranice yazılmıştı; bunların kimi parçaları da Asya'nın Yakındoğusunda çok yaygın bir dil olan aramice ile yazılmış bulunmaktadır.


Eski Ahit'i oluşturan yazıların resmen derlenmiş biçimine, Eski Ahit'in Şeriat Kitabı adı verilir. Massoretik denen ve İbranice olan geleneksel nüsha, M.S. VII. ve X. yüzyıllar arasında yazılmıştır; adına Yahudi Şeriat Kitabı denen kitabı oluşturur ve Yahudi Sinagogunun M.Ö. I. yüzyıla doğru İbranice metnine sahip olduğu kitapları içerir. M.Ö. 150 yıllarına doğru bu metinlerin çoğu, İbraniceyi bilmeyen Mısır Yahudileri için Yunancaya çevrilmiş bulunmaktaydı; bu çevirinin birlikte çalışan yetmiş kişi tarafından yapıldığı söylentisi vardır: Bu yüzden de bu nüshaya Yetmişlerin çevirisi adı verilmiştir (Eski Ahit'ten parçalar İncil'lerde genel olarak bu ad altında anılır). Bir de Roma Katolik Şeriat Kitabı vardır ki Kutsal Kitabın Vulgate diye adlandırıan (ve M.S. 400 yılına doğru bitirilmiş olan) çevirisine dayanmaktadır, ayrıca bir de Protestan Şeriat Kitabı vardır. Bu Şeriat Kitapları arasında birtakım değişikliklere raslanmaktadır. Yahudi ve Protestan Şeriat Kitapları, Katolik Şeriat Kitabı'nın kabul ettiği kimi Kutsal Kitapları kabul etmemektedir ki, örneğin Tobyas'ın ve Judith'in kitapları bu aradadır.

İbranice Kutsal Kitap'ın hiçbir özgün elyazması korunmuş değildir; Delaporte'un yazdığına göre "antik çağdan kalma tek-tük parçalar ancak son zamanlarda bulunmuştur." Elimizdeki en eski Ibranice Kutsal Kitap elyazmaları M.S. X. yüzyıldan daha eski değillerdir. Buna karşılık Yunanca çeviri ile Latince çevirinin çok daha eski elyazmalarına sahip bulunmaktayız. Ayrıca Süryanice bir çeviri ile adına Pescuitto (sade metin) denen çeviriyi de saymak gerekir, bugün buna M.S. II. yüzyılın sonuna doğru başlandığı sanılmaktadır. Son olarak da piskopos Ulphilas'ın (M.S. IV. yüzyıl) Gotça çevirisi vardır. Salomon Reinach'a göre piskopos Ulphilas "Got" ların böyle örneklere gereksinimleri olmadığını düşünerek, birçok savaşların öykülerini bu çeviriden çıkarmıştır."

Bütün bu metinler arasında oldukça büyük sayıda değişiklikler varsa da bunlar, metnin anlaşılması bakımından ortaya pek öyle ciddi güçlükler çıkarmamaktadırlar.

Hristiyanlık çağının başlangıcında Eski Ahit'te Şeriat Kitabı (ya da Tevrat), Peygamberler gibi bölümlerle Kutsal yazarlar tarafından yazılmış başka bölümlere rastanmaktaydı.

Şeriat Kitabı (Tevrat), Musa'ya mal edilen beş kitaptan oluşmuştu: Tekvin, Çıkış, Sayılar, Levililer, Tesniye (İkinci Şeriat Kitabı).

Yunanlılar bu topluluğu Beş Kitap (Pentateuque) diye adlandırmışlardı. Bugün bunlara Yeşu'nun Kitabı da eklenerek Eski Ahit'in birinci bölümü Altı Kitap (Hexateuque) adıyla anılmaktadır.

Eski Ahit'te ayrıca Peygamberlerin Kitapları ile çeşitli başka metinler de vardır: Neşideler Neşidesi (ya da Türküler Türküsü) çok güzel bir aşk türküleri topluluğudur bunlar; Mezmurlar çoğu zaman görkemlidir; ayrıca Meseller (Atasözleri) Kitabı, Eyub'un Kitabı; Vaat Kitabı vd. de vardır.

Birçok düşünürler Kutsal Kitapta Tanrı Kelamı'nı görmüşlerdir ve hala da görmektedirler. Merano Ruhani Kurulu 1546'da Eski Ahit de dahil olmak üzere Kutsal Kitap'ın Tanrı tarafından ilham edildiğinden kuşku duyulmasını yasak etmiştir. Yahudi Sinagogu ile çeşitli Hristiyan kiliseleri Kutsal Kitap'ın gerek "söylenip yazdırıldığını", gerekse herhalde "Tanrı tarafından ilham edildiğini" şimdi bile kabul etmektedirler. Kimileri bu ilhamın yalnızca din ve ahlakla ilgili bölümlerle sınırlandırılmasını ileri sürmekteyseler de bu tez katolik kilisesi tarafından reddedilmiştir.

Bununla birlikte sayıları gittikçe artmakta olan bilginler, genel olarak Kutsal Kitap'a ve özel olarak da Eski Ahit'e ötedenberi edebi ve tarihsel çeşitli metinleri incelemek için kullanılması adet olan eleştirme yöntemlerini uygulamaktadırlar.

Daha XVII. yüzyıldan başlayarak büyük Hollandalı filozof Spinoza (1632-1677), 1670'de yazdığı dinsel ve politik konular üzerindeki kitabında, Kutsal Kitap'ın içerdiği çok sayıdaki birbirini tutmaz şeyler üzerine dikkati çekmekte, bu birbirini tutmazlıkların çok göze batar olduklarını belirterek hahamlarla alay etmekteydi ve Spinoza' nın Yahudi olduğunu da unutmamak gerekir.

Yine bu eleştirme ve inceleme çalışmalarının büyük öncüllerinden olan Fransız yazarı Richard Siman 1678'de yayınladığı "Eski Ahit'in eleştirimsel Tarihi" adlı yapıtında Musa'ya mal edilen ve içinde kendisinin ölümünün de söz konusu edildiği ilk beş kitabın onun tarafından yazılmış olamayacağını meydana koymaktadır.

XVIII. yüzyılda Jean Astruc adlı Fransız hekimi daha önce de ortaya atılmış olan çok önemli bir varsayımı çok açık biçimde meydana koymaktadır: Beş Kitap'ın yazarı veya yazarları iki ayrı öyküyü birbiriyle karıştırmaksızın, yanyana koyarak anlatmışlardır: Bu öykülerden birinde Tanrı Elohim (Eloh, mh; Elohim, nathlan; yani ruhların tümü; çünkü çoğul olan bu sözden sonra gelen fiil, tekildir) diye adlandırılmaktadır; öteki öyküde ise Tanrı Yehova (yani Varolan) diye adlandırılmış bulunmaktadır.

Elohist diye adlandırılan metin Tekvin'in ilk bölümü ile II. bölümün ilk üç ayetini içine almaktadır. Yehova metni diye adlandırılan metin ise II. bölümün dördüncü ayetinden başlamaktadır.

İki öykünün arasındaki ayrılıklar bundan da anlaşılmaktadır. Elohist metinde insanın yaratılışı bitkilerin yaratılışından sonra gelmekte, Yehova metninde ise insan, bitkilerden önce yaratılmaktadır. - Elohim insanı kendi suretinde yaratarak onu, aynı zamanda "erkek ve dişi" yaratmaktadır. Yehova ise ilkin erkeği yaratmakta, sonra: "erkeğin yalnız olması iyi olmaz; bir de ona uygun kadın yardımcı yaratacağım" diyerek erkeğin kaburga kemiğinden kadını yaratmaktadır. - Ozel olan nokta şudur ki Elohist metinde Adem'in günahı hakkında hiçbir şey yoktur, bundan ancak Yehova metninde sözedilmektedir. Şurası da dikkate değer ki aziz Paulus'un "İsa'nın insanlığın günahlarını bağışlatmak için kendini feda ettiği" yolundaki kuramını (Redemption) üzerine kurmuş bulunduğu bu Adem'in günahından ne Peygamberler'de, ne Mezmur'larda, ne de İnciller' de sözedilmektedir.

Astruc'ün kurmuş olduğu yöntem sonradan daha birçok eleştirmen tarafından da uygulanmıştır. Los'un yazdığı gibi "bu büyük çaba sonucunda birtakım sonuçlara varılmıştır ki bunlar ana çizgileri bakımından bugün hemen hemen oybirliği ile kabul edilmiş bulunmaktadır."

Beş Kitap'ın yazılmasında yalnız Elohist Okul'la Yehavo okulu' nun değil, üçüncü ve dördüncü ayrı okulların da yardımının geçtiği böylece anlaşılmıştır: Üçüncü okul özellikle Tesniye (İkinci Şeriat Kitabı, Deuteronome) yi meydana getirmiş olduğundan, bu yüzden deuteronomiste Okul diye adlandırılmaktadır; son olarak bir de Rahipler Okulu diye adlandırılan dördüncü okul vardır ki eski töreleri yasalaştırıp arıtmak amacını gütmektedir ve adına Ruhani Okul denmektedir.

Peygamberlerin Kitapları muhtemelen peygamberlerden ya da bunların çok yakın müritlerinden çıkma parçaların yanıbaşında, sonradan eklenmiş parçalar da içermektedir.

Diğer yapıtlar ise çok değişik başka yazarların olup, çoğu zaman bunları kendilerine mal etmek gelenek halini almış kimselere ait değildir. Örneğin, Neşideler Neşidesi kesinlikle Süleyman'ın yapıtı değildir.

Görüldüğü gibi, tarihsel eleştirme Kutsal Kitap'ın bütün öteki dinlerde raslanan kutsal metinlerden esaslı biçimde ayrı olmadığını, onlar gibi bunun da insan elinden çıkma olduğunu meydana koymuş bulunmaktadır.

Eski Ahit'in çağcıl tarihsel eleştirmenin verileri sayesinde yorumlanmış olan kimi parçaları, Filistin'in, ya da Kenan ülkesinin İsrailliler gelmezden önceki durumunu az çok sezmek ve anlamak olanağını bize vermektedir. Bu konuda özellikle 1890'danberi Filistin'le Fenike'de yapılan kazılarda bulunan arkeolojik ve epigrafik belgelerden özellikle yararlanılmaktadır: Çünkü her iki ülke aynı uygarlığa sahiptirler ve günümüzde Fenikeliler, Kenan ülkesinden çıkma sayılmaktadırlar.

Görünüşe göre Filistin'de ilkin yerli halk; sonra semitik kökten olup toprağa bağlı bulunan eski göçebeler; son olarak da diğer insan grupları oturmuşlardır: Örneğin, Filistinlilerin Ege Denizinin kıyılarıyla adalarından kovulma Egeliler oldukları sanılmaktadır.

Filistin' de Totemizm'den kalmış olmaları muhtemel izlere raslanmıştır. Klanlar ve halk toplulukları (eşek, koyun, yavru arslan, sırtlan, ceylan, çaylak gibi) hayvan çeşitlerine ait adlar taşımaktaydılar, ki Tekvin'de ve Hakimlerde buna dair kayıtlar görülmektedir. Kenan ülkesi halkı yiyecek bakımından da bazı yasaklara saygı göstermekteydiler: Tarihsel çağdan beri murdar ya da kutsal, fakat herhalde tabu (yasak) sayıldığı için, domuz eti yemekten kaçınıyorlardı; oysa ki semitik öncesi çağda bu hayvanın eti serbestçe yenilmekteydi.

Animizm (örneğin Karmel ve Hermon gibi) dağları; pınarları, ırmakları, dikili taşları, (ki bunlar birer "fallüs" biçiminde yorumlanmış, fakat bu yorum da itiraza uğramıştır); Nablus yakınındaki Kahinler Ağacı gibi ağaçları kutsal saymaya sevkediyordu.

Kutsal nesnelerle süslenmiş mübarek yerler vardı. Tesniye yani İkinci Şeriat Kitabı bu gibi yerlerin yıkılmasını emrederken, buraları tam tamına da tanımlamaktadır:

"Mülklerini alacağınız ulusların yüksek dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde ve bütün yeşil ağaçlar altında Tanrılarına tapındıkları bütün yerleri kesinlikle yıkacaksınız; ve onların mezbalılarını yıkacaksınız ve dikili taşlarını parçalayacaksınız ve onların aşerlerini (kutsal direk veya kazık) ateşte yakacaksınız ve tanrıların oyma putlar'ını baltalayacaksınız ve o yerden adlarını yokedeceksiniz."

Gezer'de toprağın altından, henüz ayakta kalmış sekiz monolit (yekpare taş) sırasından oluşan kutsal bir yer çıkarılmıştır. Lods'un "Israil" adlı yapıtında yazdığına göre Gezer'deki bu sütunların çevresinde "içinde yeni doğmuş çocukların iskeletleri bulunan birçok küpler bulunmuştur. Bu iskeletlerden ikisi dışında, görünüşe göre hiçbirisi sekiz günlükten yaşlı değildi. Bu yeni doğmuş çocukların hep aynı yaşta olmaları bu cesetlerin, o yerin tanrısına kurban edilmiş ilk doğan çocuklara ait bulundukları düşüncesini uyandırmaktadır." Yine Lods'a göre "bu gibi buluşlar, Kenan ülkesindeki dinin belirli niteliklerinden birinin de insanların ve özellikle çocukların kurban edilmekte olduğu" yolundaki savı doğrular türdedir:

"Yeni bir ev kurulduğu zaman insanlar kurban ediliyordu. Bunda güdülen amaç da ya yapıya ruhsal bir koruyucu, uyanık bir bekçi, yani kurbanın ruhunu sağlamak, ya da o yerin perisinin mülküne el uzatmak gibi bir eylem işlenmiş olduğu için bu periyi yatıştırmaktı."

İlk semitlerin gelişlerinden - ki bu geliş Hristiyanlık çağından önceki III. binyılın ortaları olarak saptanmış bulunmaktadır- önce en ilkel kavimler bile ölülerini yakmaktaydılar. Sonradan ölüler gömülmeye başlandı. Ölülerin öte dünyada yaşadıklarına inanılmakta olduğu, bunlara armağanlar sunulmasından anlaşılmaktadır.

Animizmin yanısıra, her zaman olduğu gibi, büyücülük de yapılmaktaydı. Nitekim muska yerine geçen ufak tefek eşya; yaşam sıvısı olan kan renginde kırmızı mücevherlerle mavi mücevherler de bulunmuştur (Bu mavi renk, özellikle zararlı sayılan mavi gözlerin uğursuzluk etkisine karşı savaş için bir "benzeriyle tedavi" aracı olarak kullanılmaktaydı).

Animizm geniş bir etkiyi korumakla birlikte, çoktanrıcılıkla sonuçlanmıştı. İbraniler Kenanlılarla ilişkiye girdikleri sırada bu sonuncuların tapınışı Baallerle Astartelere yönelmekteydi.

Baaller yerli tanrılardı; örneğin Baal Zebul, sineklerin tannsıydı ve görevi de belki onları uzaklaştırmaktı. Nitekim ünlü bir şeytan olan Belzebuth'un adı da buradan gelmektedir. Bu Baallerin çoğu, bolluk saçan bir pınarın perileri ve tarımcıların koruyucuları olsa gerekti.

Astarteler ise aslında bolluk ilkesinin çeşitli yönleriydi. Onun için de bu ad, "tanrı" sözüyle eş anlamda bir çeşit "cins adı" haline gelmişti." Birçok tanrılara ancak kimi bölgelerde tapınılmaktaydı; örneğin, buğday tanrısı olan Dagon, Filistinlilerin benimsedikleri yerli bir tanrıydı.

İsrailliler Kenan ülkesine gelince bura halkının ahlaksızlığından utanç duydular. Ana-babaya saygı gösterilmiyor, çocuklar kurban ediliyor, her yanda hayasızlık ve cinsel sapıklıklar hüküm sürüyordu. Nitekim Kutsal Kitap'ın Levililer bölümü bu iğrenç şeylere karşı çıkmaktadır. Ayrıca yine bu bakımdan Tekvin' de Nuh'un oğullarından biriyle ve Sodom ve Gomorra ile ilgili bir takım öyküler vardır.

Bununlar birlikte Kenan ülkesine girmiş olan İsrailliler aralarına karışacak oldukları Filistinlilere başka bakımlardan çok yakın durumdaydılar.

Filistin'e yerleşmelerinden önceki dönemde İsrailliler çoğu kez  Musa'dan önceki İbraniler diye adlandırılır.

Sanıldığına göre bunların törelerinden ve inançlarından çoğu Müslümanlıktan önceki Araplarınkine benzese gerekti.

Musa'dan önceki bu İbraniler çadırda yaşayan, hayvan yetiştiren göçebe Semitlerdi. Kabilelere ayrılmış bulunmaktaydılar. Her kabile de birkaç aileyi içeren klanlara bölünmüş durumdaydı.


Önceleri soy ana tarafına bağlıydı: Çocuklar analarının klanına giriyorlardı. Yüzyıllar boyunca ana, çocuklarının adını seçmek hakkını elinde tuttu. Çoğu kez kadın ana-babasının yanında oturuyor, kocası da arasıra gelip onu görüyordu. Örneğin, Kutsal Kitap'ın Çıkış bölümünde yazılı olduğuna göre Musa Midyanlı bir kadınla evliydi, kadın da oğullarıyla birlikte kendi ülkesinde kalmıştı. Kesin olan şu ki, çadırın sahibi, kadındı; kocası da onun yanına gelip oturabilirdi. Nitekim Tekvin'in Yehova Metni'ne göre "Erkek anası ile babasını bırakacak ve karısına bağlanacaktır.

Irkın çeşitli dallara ayrılışından önceki, çok eski olması gereken bir çağda, soyun kadın tarafına bağlı olması yerine, erkek tarafına bağlı olması yöntemi geçti. Toplum ataerkil hale geldi. Bunun üzerine kadın, kocasının malı oldu: Koca, eşinin efendisi, baal'i idi; koca eşini babasından ve erkek kardeşlerinden satın alıyordu. Çok eski zamanlarda babanın çocuklarını, üvey çocuklarını, torunlarını mahkum etmeye ve öldürmeye hakkı vardı, bunu da Tekvin'de görüyoruz. Fakat sonradan bu hak, İkinci Şeriat Kitabı (Tesniye, Deuteronome) ile sınırlandırıldı. Kutsal Kitap'ın Çıkış ve Nehemya bölümlerinde belirtildiğine göre baba yine de oğullarıyla kızlarını köle gibi satabilmek hakkını elinde tuttu.

Klanın tüm üyeleri kendilerini aynı kandan saymaktaydılar; kendi aralarında birbirlerini kardeş diye çağırıyorlar ve bu kanın aracılığına büyük önem veriyorlardı.

Klana giriş sünnet işlemiyle oluyordu, sünnetin amacı, delikanlıyı evlenmeye yeterli bir erkek haline getirmekti. Nişanlı anlamına gelen söz aynı zamanda sünnetli anlamına da gelmekteydi. Nitekim Tekvin'de Yakup'un oğullarının, kendi kızkardeşleriyle evlenmek isteyen Kenanlı bir prensi sünnet olmaya zorladıklarını görmekteyiz. Sünnet işlemi ilkin ergenlik çağında yapılmaktaydı; daha sonraları ise çocukluktan itibaren uygulanmaya başlandı.

Sünnet herhalde tunç çağından da önce varolan çok eski bir yöntemdi; çünkü sünnet işlemini yapmak için İbraniler taştan bıçaklar kullanıyorlardı. Afrika'da eskidenberi uygulanmakta olan bu yöntem görünüşe göre İbranilere Mısır'dan gelmiş olsa gerektir: İbraniler de bunu çevrelerindeki insanların yargılarından çekindikleri için, Mısırlılar tarafından hor görülmemek üzere benimsemişe benzemektedirler. Asurlular, Babilonyalılar ve Persler gibi hiç sünnet olmayan kavimler karşısında, İsrailliler sonradan da sünneti sürdürdüler. Bu yöntem hem ulusal, hem dinsel bir ayırıcı belirti niteliği edindi. Bütün öteki ulusal töreler gibi, bu da Yehova'nın bir buyruğu sayıldı. Kutsal kitap'ın Tekvin, Yeşu ve Çıkış bölümlerinde de belirtildiği gibi sünnet "Yehova ile kavmi arasındaki antlaşmanın bir göstergesi haline geldi."

Klanlar ve kabilelerden oluşan ilkel İsrail toplumunun, bu terimin tam anlamıyla, Totemik bir toplum olup olmadığını soruşturanlar 'da bulunmuştur. Görünüşe göre bu toplumda çok sayıda Totemizm izlerine rastlanmaktadır. Kimi gruplar hayvan ya da bitki adları taşımaktaydılar: Nitekim Lea'nın oğulları geyik, Rahel'in oğulları koyun adını almışlardı.

Kirli ya da kutsal, fakat herhalde yasak (tabu) olan kimi hayvanların eti yenmemekteydi. Nitekim Kutsal Kitap'ın Yehova metni'nde kirli ve temiz hayvanlar arasındaki bu ayrım belirtilmektedir.

Musa'dan önceki İbranilerde de Animizme raslanmaktadır. Kimi ağaçlar ruhların konutu halindedir; göçebeler için değeri çok büyük olan vahalardaki kimi pınarlarla kimi dağlar, özellikle Sina dağı da öyledir. Sina dağına, Melanezyalıların mana'sına kıyaslanabilecek bir güç sinmiştir (İbranice el sözü bu terimin tam karşılığı sayılmaktadır). Nitekim Musa, oturduğu yerin çevresine bir sınır çekmek zorunda kalmıştı: İnsan olsun hayvan olsun bu sınırı aşan canlı bir varlığın, taşıdığı -dışkutsal (profane) varlıklar için öldürücü olan- kutsal akızı (seyyaleyi) başkalarına geçirmesin diye, uzaktan taşla ya da okla öldürülmesi gerekirdi.

Tüm öteki kavimlerde olduğu gibi Musa'dan önceki İbranilerde de Animizmin yanısıra büyücülük vardı. Nazar değmesine, lanet ve bela okumanın, aşk iksir ve meyvelerinin etkinliğine inanılıyordu. Taklitçi büyücülük yapılmaktaydı: Örneğin Yeşu savaş süresince kargısını, Musa da asasını düşmandan yana yönelterek kendi taraflarının zaferini sağlamaktaydılar. Bir oğlağı anasının sütünde pişirmenin eskidenberi yasak oluşu keyfiyeti de açıklamasını duygudaşlı (sympathique) büyücülükte bulmaktadır: Çıkış'a göre bu, "hem sütünü veren, hem de oğlağı doğurmuş olan keçiye iki katlı acı çektirmek olur ve hatta belki de onun sütünün kesilmesine yol açabilir."

Lods'un "İsrail" adlı yapıtında yazdığına göre "büyücülük düşünüş biçimi en eski çağlarda bile İsrail düşünüş biçimini yaratan yöntemlerden biriydi; nitekim bu, genel olarak tüm Antik çağ kavimleri için de böyle olagelmiştir."

İlkel çağdaki İsrailliler de ölülerin öte dünyada yaşadıkları hakkında insanlığın beslemekte olduğu genel inançları paylaşmaktaydılar. Ölüler başka bir dünyada Şeol'da yaşamaktadırlar; kendi soylarından gelme kimselerin yazgılarına da ilgi duymayı sürdürmektedirler. Rahel'in gömüldüğü yer olan Rama'da Yeremiya: "inleme ve acı ağlayış" duyar; zira "Rahel çocukları için ağlamaktadır ve kendisini avutmalarını istememektedir.

İşaya'ya göre Babilonya kralı ölüler arasına indiğinde bunlar onu şu alaylı sözlerle karşılamaktadırlar: "Görkemin ve santurlarının gürültüsü ölüler diyarına indirildi. Şimdi ise senin üzerini kurtlar, böcekler kaplamış bulunuyor!"

Ölüler insanüstü bir güç ve bilgi edinirler, ruhlar (elohimler) haline gelirler. Eski Ahit, Saul'un isteği üzerine Samuel'i bir falcı kadına başvururken gösterdiği sırada, tam tamına bu elohim sözünü kullanmaktadır.

Görünüşe göre. bir atalara tapınış, özellikle kahramanlara ve Lods'un yazdığı gibi: "özellikle geniş bir mana'ya sahip oloğandışı kişilere" tapınış varolagelmiştir.

Toprağa bağlı olan Kenanlılar yerli Baal'lere tapınırlarken, göçebe İbraniler de gezginci grupların koruycuları olan elohim 'lere tapınmaktaydılar. 

Tapınışta herhalde tarihsel çağdan sonra da yürürlükte kalmış olan bir takım davranışların varolması gerekirdi. Tanrısal varlıklarla temasa gelmeden önce temizlenip arınmak, yani yıkanmak, kadınlarla ilişkiden kaçınmak, urba değiştirmek gerekirdi. Çünkü urbalara o çevrenin ruhsal güçleri sinmekteydi; bu yüzden de urbalar gerek kutsal çevreye düşmanca seyyale sızıntıları getirmek, gerekse dışkutsal çevreye burası için zararlı olacak bir miktar tanrısal seyyale (fluide, akız) götürmek gibi bir tehlike yaratmaktaydılar. İbrani, Sina gibi kutsal bir yere girerken ayakkabılarını çıkarıyor ve elohim' lerden birini görerek ölmemek için yüzünü örtmüş olarak ilerliyordu.

Bu temizlenme, arınma yöntemlerinin dışında olarak, tapınışta birtakım övücü bağırışlar, danslar, kurbanlar, şenlikler de vardı.

Lods'a göre Fısıh, yani Yahudi paskalyası "çok eski bir semitik bayram olsa gerekti." Belki de bu şenlik "sürünün ilk doğan kuzularının kurban edildiği gün kutlanıyordu:". Kenan ülkesine girdikleri zaman Ibranilerin dinleri işte bu haldeydi ve birçok bakımlardan Filistinlilerin dinlerine benziyordu. Bu koşullar altında İsraillilerin burada oturanların tapınışını benimsemek arzusuna kapılışlarının ve daha sonra da daha gelişmiş bir tektanrıcılığın temsilcilerinin, eski yöntem ve anlayışlara dönüşle sık sık savaşmak zorunda kalışlarının nedeni kolayca anlaşılır.

İbraniler Kenan ülkesine girmezden önce Babilonya ve Mısır'la temas halinde bulunmuşlardı. Tekvin'in XII. bölümünde İbrahim'in Babilonya'daki Ur' dan yola çıkarak Kenan ülkesinden geçip Mısır'a gittiğini görmekteyiz. Yine Tekvin bize, İbrahim'in torunlarından biri olup İsrail diye adlandırılan ve oğullarından Yusuf adlı olanı dolayısıyla ailece Mısır'a yerleşip bir firavunun başbakanlığını yapan Yakup'un öyküsünü anlatmaktadır. Daha sonra, zulüm gördükleri ve hükümdarın yapıları için angaryaya ve tuğla yapımına zorunlu tutuldukları için, Israilliler, içlerinden Musa adında birinin önderliği altında oradan kaçmışlardır.

Kutsal Kitap'ın bize öğrettiğine göre Musa çocukken bir sepete konulup nehrin üzerine bırakılmış, Firavunun kızı tarafından kurtarılmış, hükümdarın sarayında büyütülmüştür. Bir Yahudiye kötü davranan bir Mısırlıyı öldürdüğünden çöle sığınmış, çölde Tanrı ona alev alev yanan bir çalı ortasında görünmüş, ona kavmini kurtarmak ve bu kavmi götürüp "adanmış toprak" a yani Kenan ülkesine yerleştirmek görevini vermiştir. Bunun üzerine İsrailliler Mısır'dan ayrılmışlardır: Bu, huruç, yani Mısır' dan çıkıştır. İsrailliler bir bulutla bir ateş sütununun kılavuzluğu altında çöle girmişler, burada kırk yıl geçirmişlerdir. Sina'ya geldiklerinde Musa Tanrı'dan On Buyruğu alıp, İbraniler Kenan ülkesine yerleşmezden önce bu buyrukları onlara bildirmiştir.


Musa'ya maledilmesi gelenek haline girmiş olan On Buyruk, dinsel edebiyatın güzel bir sayfasını oluşturmaktadır ve şöyledir:

"Seni Mısır diyarından ve kölelik evinden çıkaran Tanrın Yehova benim. Karşımda benden başka tanrıların olmayacaktır.

Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın ya da aşağıda yer'de olanın, ya da yerin altında sularda olanın hiç tasvirini yapmayacaksın. Onlara secde etmeyeceksin ve onlara tapınmayacaksın; çünkü senin Tanrın olan ben Yehova, kıskanç bir Tanrıyım: Babaların günahını üçüncü kuşak üzerinde ve dördüncü kuşak üzerinde çocuklarında cezalandıran, buna karşılık beni sevip buyruklarımı tutanlara bin kuşak ötesine dek inayette bulunan Tanrı benim.

Yalanı doğru göstermek için Tanrın Yehova'nın adını boş yere ağzına almayacaksın; çünkü Yehova yalanı doğru göstermek için kendi adını ağzına alanları cezasız bırakmaz.

Sebt gününü kutlamak için onu aklında tut. Altı gün alışacaksın ve tüm işlerini yapacaksın; fakat yedinci gün Tanrıya ayrılmış bir dinlenme günüdür; sen ve oğlun ve kızın ve kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan konuğun o gün hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Yehova gökleri, yeri ve denizi ve onlarda bulunan tüm nesneleri altı günde yarattı ve yedinci gün dinlendi; bunun için Yehova yedinci günü kutsal kıldı ve onu kutsadı.

Babana ve anana saygı göster, ta ki Tanrın Yehova'nın sana verdiği toprakta ömrün uzun olsun.

Adam öldürmeyeceksin.

Zina işlemeyeceksin.

Soydaşına karşı yalan tanıklık etmeyeceksin.

Soydaşının evine tamah gözüyle bakmayacaksın. Komşunun karısına, kölesine, cariyesine, öküzüne, eşeğine ve onun malı olan hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin."

Musa'nın bir efsane kişisi olup olmadığını soranlar da bulunmuştur. Çocukken nehir üzerine bırakılışından başlayarak, yaşamında birçok efsanevi ayrıntı vardır. Beri yandan 10 Buyruk'u bugünkü biçimiyle onun yazmış olması olanaksızdır. Bu 10 Buyruk'tan anlaşıldığına göre "bir kavim vardır, öküzlere sahiptir, bu öküzler tarlalarda çalışmaktadır; ayrıca bu kavmin evleri, kapıları, yani surla çevrili kentleri vardır. Şu halde söz konusu olan, tarımla geçinir oturgan bir kavimdir. 10 Buyruk'taki düşünceler ve terimler tam tamına (VII. yüzyılda yazılmış olan) İkinci Şeriat Kitabı (Tesmiye) nin ve hatta (VI. ya da V. yüzyılda yazılmış olan) Ruhani Kurallar'ın konuşma ve düşünme tarzını andırmaktadır." Demek ki On Buyruk eski metnin içine sonradan sokulmuştur.

Lods bu konuda şunları yazmaktadır:

"On Buyruk İsrail edebiyatında ancak VII. yüzyıla doğru ortaya çıkmış bulunmaktadır. Zaten içeriği de gözönüne alınırsa, o çağın düşüncelerini ve kurumlarını yansıtmakta olduğu görülür. İlke olarak, tıpkı İşaya'nın Kitabı'nın ikinci bölümünde ya da göçten sonraki Mezmurlar'da olduğu gibi, tapınmada her türlü tasvir, suret kullanılmasını yasak etmektedir; oysa eski İsrail'de bunların kullanılması meşru, mübah sayılmaktaydı ... On Buyruk, haftada bir gün dinlenme adetini yerleşmiş sayar gibi görünmektedir; kesin olan şu ki, tek anmış olduğu bu kutsal güne, bu günün ancak göçten sonra edinmiş olduğu, özel bir önem vermektedir... Çıkış'ın XX. ve İkinci Şeriat Kitabı'nın V. bölümlerindeki On Buyruk, ahlaksal ve toplumsal ödevler üzerinde özellikle durmaktadır ... Bu da peygamberlik hareketinin özellikle başlangıcındaki, önemli niteliklerinden biridir ... On Buyruk VIII. ve VII. yüzyıllar peygamberlerinin vaızlarının, artık silikleşmiş olan bir yankısıdır."

Bu önemli sakıncalar görüldükten sonra, yine Lods'un dediği gibi "Musa'nın kişiliği tümüyle efsaneleşmiş tanrısal bir tasvir, bir suret gibi ortadan yokedivermek de yerinde olmaz." Musa'nın kişiliğini ve yaptıklarını birkaç yüzyıl sonraki belgelerin yardımıyla ortaya koymak zorunluluğunun varlığı kabul edilmekle birlikte bu peygamberin tarihen varolduğunu doğrulamak olasıdır.

Bu güçlü kişinin başardığı iş, ulusal bir din kurarak İsrail kabilelerini gerçek bir kavim halinde birleştirmek olmuştur.

Yine Lods'un dediği gibi "Yehova İsrail'in tanrısı, İsrail de Yehova'nın kavmi olacaktır. Çok sık yinelenen bu formül, Musa'nın eylemlerini yöneten temel düşünceyi açıklar gibi görünmektedir."

Muhtemel olarak Hristiyanlık çağından önceki XIV. yüzyıl dolaylarındadır ki İsrailliler Kenan ülkesine yerleşmişlerdir.

Bunun üzerine artık göçebe bedeviler olmaktan çıkarak toprağa bağlı çiftçiler olmuşlar, çadırı bırakıp birer ev edinmişlerdir. Rençber haline gelmişler, türlü tarım çeşitleri arasında meyva ağaçları yetiştirme işiyle de ilgilenmişlerdir.

Göçebe iken İsrailliler kutsal varlıklar olarak ruhlara, elohim'lere sahip bulunmaktaydılar. Musa bu elohim'lerden birini, "Sina elohim'i Yehova'yı" tüm kabilelere benimseterek bunları birleştirdi. Sina kutsal bir dağ, bir volkandı. Yehova İsraillilere çölde geceleyin bir ateş sütunu, gündüzün ise sütun halindeki bulutlar olarak göründü: Bunlar da bir volkanın belirli nitelikleridir. Sina dağının elohimi ateş, yıldırım, depremle ilişki halindeydi. Yehova Musa'ya "bir çalının ortasındaki alevin", ateş halinde yayan bir çalının içinde göründü. Gök gürültüsü ise "Yehova'nın sesi" idi.

Fakat Sina'nın gök gürültüleri çıkaran ve göçebe kabileleri koruyan tanrısı ile, o zamana dek Baal'lerin araya girmesiyle sağlanan Kenan ülkesi ürünlerinin bolluğu arasında hiçbir bağ yoktu. Israillilerin de o sıralarda bütün göçmenlere zorlanan bir adete boyun eğmeleri doğaldı: Bu ise kendi atalarının tanrılarına tapınmaktan vazgeçmemekle birlikte, yerli tanrılara tapınmaktan ibaretti. Onların da başlangıçta aynı zamanda ya da sıra ile, toprağın sahipleri ve tarlaların koruyucuları olan Baal'Ierle, ulusun koruyucusu olan Yehova' ya tapınmış olmaları olasıdır.

Sonraları daha ateşli bir inanca konu olan ve daha birleşik bir kavmin sinesinde daha gururlu bir hale gelen Yehova, Baal'lere baskın çıktı, onlar da daha dağınık gruplar tarafından daha az ateşli bir tapınışa konu olmaya başladılar.

Derken Yehova, Baal'leri yuttu, onların "hazret, efendi" anlamına gelen unvanlarını aldı ve bu unvanlar, çoğu zaman onun adına eklenmeye başlandı. Onların sıfat ve görevlerini de ellerinden aldı, bereketli yağmurla kuraklığı kendi arzusuna göre dağıtan bir tanrı sayılmaya başlandı: Bundan böyle tarım işlerinin başarı sağlaması için ona yalvarılır, Kenanların tapınakları, kutsal yerleri ona ayrılır oldu.

Böylece Kenan ülkesine yerleşen Yahudiler nezdinde üstün gelen dinde İsrail'in kendi nüfuzu, sonuçta eski Filistin'inkinde daha güçlü olarak ortaya çıkmakta, yani elohim Baal'i yenmektedir.


Bundan böyle artık orada tek tanrıya tapınış (monolatrie) vardır. Fakat tek tanrıya tapınış, tektanrıcılık değildir. Daha sonraki bir çağa (Hristiyanlıktan önceki VII. ya da VI. yüzyıllara) değin İsrailliler öteki kavimlerin de yerinde olarak tapındıkları başka ulusal tanrılar varlığını rahatlıkla kabul ettiler.

Buna göre, Lods'un bulduğu şaşırtıcı bir formüle bakarsak, "tek tanrıya tapınış da çoktanrıcılığın bir biçimidir."

Acaba o zamanki İsrailliler kendi tanrılarını zihinlerinde nasıl canlandırıyorlardı?

Yehova, Musa'nın bir sorusuna şöyle karşılık veriyor (Çıkış, 111, .13-14: "Ben, ben olanım". Lods'a göre, bu yanıtta "bir karşı çıkış niteliği görenler olmuştur. Zira Israil tanrısının özüne, içyüzüne varılamaz ve bu, böyle kalmalıdır." Yehova ayrıca "İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un tanrısı" diye de adlandırılmaktadır. Bu tanımlamalar, yanları sıra daha derin bir çözümleme yapılmazsa oldukça yetersiz kalırlar.

Sina Dağı volkanının tanrısı Yehova'yı doğacı (naturaliste) biçimde anlayış, yerini yavaş yavaş animist ve insanbiçimci (antropomorfik) bir anlayışa bıraktı. Görünüşe göre Yehova'nın bir çeşit ruhsal cisim'i vardır; herhalde kendisi insanınkine benzer organlara, gözlere, kulaklara, ağıza, burun deliklerine, ellere, bir yüreğe, bağırsaklara, uzun ya da kısa (sakin ya da heyecanlı) bir soluğa sahiptir. Özellikle bir insanınkine benzer düşünce ve duyguları vardır ve hakaret gördüğü zaman gösterdiği öfke bu aradadır.

Yehova'nın o çağdaki en belirli niteliği ulusal bir tanrı oluşudur.

Yabancı kavimlerle olan ilişkilerinde İsraillileri hep destekler. Ne İbrahim'i ne de İshak'ı, Firavun'la Abimelek'i yalan söyleyip aldattılar diye ayıplamaz. Mısır'dan çıkış sırasında kavmine hırsızlık yapmasını öğütler (Çıkış, III, 21-22):

"Ve gittiğiniz zaman eli boş gitmeyeceksiniz. Her kadın komşusundan ve evindeki konuktan gümüş eşya ve altın eşya ve giyecekler isteyecek ve oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla süsleyeceksiniz. Ve Mısırlıları soyacaksınız."

Ulusal Yehova, savaşçı bir Tanrıdır. Lods bunu şöyle anlatmaktadır:


"İsrail'in ulusal savaşları Yehova savaşları diye adlandırılmaktadır. Ulusun düşmanları, ulusun tanrısının düşmanlarıdır. İsrailli savaşçılar onun yardımcılarından başka kimseler değillerdir (Hakimler, V, 23). Yehova'nın kendisi ordunun ortasında yer alır (İkinci Şeriat Kitabı, XXIII, 15,) ya görünmez bir haldedir, ya da "Ahit Sandığı" gibi maddi bir nesne biçiminde yer almaktadır."

Ulusal Tanrı kendinden olanları, hatta bunlar yabancılara karşı en büyük adaletsizlikleri işledikleri zaman bile, hiç yüzüstü bırakmadığına göre, İsraillilerin nasıl olup da kimi zaman savaşta yenildiklerini insanın sorası gelir. Bunun açıklaması şöyledir: Çünkü İsrail Yehova'yı gazaba getirmiştir. Bunun üzerine Yehova İsrail'i cezalandırmak üzere onu düşmana karşı korumamış, düşman da Tanrının öç almasına alet olmuştur.

Savaş hali dışında Y ehova kavmine her çeşit nimetleri bahşeder. Ona toprağa rahatça yerleşmek, iyi ürünler elde etmek, kalabalık bir nüfus edinmek olanağını bağışlar. Toprak sahibi yaşlı kimselere (partiarche'lara) yerdeki toz taneleri, deniz kıyısındaki kum taneleri ya da gökteki yıldızlar kadar bol bir soy sopa sahip olacak!arını vaadeder.

İsrail sosyal örgütlenişini ve kutsal bir niteliği olan hükümdarın atanması işini Yehova'ya bağlar. Kral, Yehova'nın sevgili kulu, rahiplerin başıdır. Örneğin Davut, ruhani urbalar giymiş olduğu halde "Ahit Sandığı" önünde danseder.

On Buyruk'u Musa'ya ileterek Yahudilere ahlaksal yasalarını vermiş olan Yehova'dır. Çünkü o aziz bir tanrı, bir adalet tanrısıdır: Her türlü adaletsizlik, yalan yemin, dullara ve yetimlere yapılan haksızlık karşısında çok büyük bir öfke duyar. Onlardan birinin, örneğin bir hükümdarın işlediği suç için yakınlarını, torunlarını, kimi zaman tüm bir topluluğu cezalandırdığı olur. Fakat dindar insanları bin kuşak sonraki torunlarına dek kutsadığı da görülmüştür.

Bu tanrıya birkaç çeşit tapınış vardır.

Daha başlangıçtan itibaren, tanrının içinde bulunduğuna inanılan Ahit Sandığı'na tapınılır. Bu Ahit Sandığı öylesine mana ile doludur ki, dindar bir İsrailli düşmesin diye ona dokunduğu zaman, yıldırımla çarpılmış gibi düşüp ölmüştür (1 Samuel, il, 67). Buna karşılık çok daha sonra, yani M.Ö. VII. yüzyıldan itibarendir ki Süleyman tarafından sarayının tapınağı olarak yapılmış bulunan Yeruşalim (Kudüs) tapınağı ulusal dinin merkezi Yehova'nın tek meşru ve kutsal evi sayılmaya başlanmıştır.

Halk haftanın yedinci günü çalışmayarak Sebt gününü kutlamaktaydı. Kökünü Kenan ülkesinden alan tarım şenlikleri kutlanmaktaydı: Ekinler biçilmeye başlandığı zaman Hamursuz ekmek bayramı yapılıyordu; ürün devşirilmeye başlanınca hasat, ya da ürün devşirme bayramı ya da haftalar (yani tahıl hasadının sürdüğü yedi hafta) bayramı kutlanıyordu (nitekim ellinci gün anlamına olan sonraki Pentikos adı bu yedi hafta'dan gelmedir); bağbozumu sırasında yine ürün ya da haymeler, çadırlar bayramı kutlanmaktaydı. Yehova'ya tapınan göçebelerin koyunların kırkılması ve Fısıh gibi tarımsal bayramları bir süre için ikinci plana düştü. Fısıh bayramıysa Yehuda ülkesinde ancak VII. yüzyılda yeniden saygınlık edinmeye başladı.

Bununla birlikte İsraillilerin Hakimler diye adlandırılan en dindarları, yani ilkpeygamber'leri kavmin en eski törelere ve örneğin . eski tanrılara tapınışa dönmelerini önlemek için çoğu kez savaşmak zorunda kalmışlardır. Nitekim Krallar Kitabı (I, XVIII) ndaki bir öykü, Ahab'la Izabel'in Baallere tapınışı yeniden kurduklarını, bunun üzerine peygamber İlya'nın Yehova'ya yalvarıp kendi tapınağının kurban kesim yerine göklerin ateşini indirdiğini, beri yandan dört yüz elli Baal rahibinin de aynı mucizeyi elde etmek üzere kendi Tanrılarına boş yere yalvardıklarını anlatmaktadır (Şu da var ki aynı yapıtın başka bölümleri bu öyküyü doğrulamamaktadır ve bu olay bugün artık tarihsel bakımdan asılsız sayılmaktadır).

Sofu İsrailliler kimi büyücülük yöntemleriyle savaşmaktaydılar. Nitekim Çıkış (XX,18) ta: "Hiçbir büyücü kadını yaşatmayacaksın" diye yazılıdır.

Kimi inananlar ölülere yapılan geleneksel tapınışı da bu yüzden hoş görmemişler, bunu "İsraillilerin tapınışına tek hakkı olan Yehova'a bir hakaret" saymışlardır. Bunlara göre "ölüler hiçbir şey yapamazlar, hiçbir şey bilmezler; aşağı yukarı tam bir yokluk içindedirler." işte yalnız bu nokta çoktanrıcı tek tanrıya tapınış (monolatrie polythciste), eski Animizm'le çatışma haline gelmiştir.

Fakat M.Ö. VIII. yüzyıldan başlayarak bu çoktanrıcı tek tanrıya tapınış gittikçe daha çok tektanrıcılığa doğru yönelmeye başlamıştır.

Bu gelişime bir tür duygusal mantık egemen olmuştur. İsrailliler için Yehova, öteki ulusal tanrılara göre çok daha güçlüdür. Nitekim İlya tarafından yapılıp başarı ile sonuçlanan bir denemeyi daha önce anmıştık. Filistinlilerin eline geçen Ahit Sandığı, Tanrı Dagon'u kendi öz tapınağının içinde bile küçük düşürmüştü (1. Samuel, 4-5) - Böyle güçlü bir tanrının gerçek tanrı, tek tanrı olmadığını kim bilebilir? - Çünkü öteki tanrılar ancak görünürde bu niteliğe sahiptirler, ya da şeytani bir takım varlıklardır.

Israilli bu güçlü tanrı tarafından hatta yabancı bir ülkede bile korunduğunu hisseder. Başına gelen mutlu ya da mutsuz her işi Yehova'nın lütfuna ya da öfkesine yorar. Yehova'nın gücü Devletin sınırlarını aşar, evrensel bir kapsama erişir. Sofu bir İsraillide her zaman ve her yerde yalnız Yehova'ya bağımlı olduğu duygusu gittikçe daha çok yer eder. Bu İsrailli düşünceleri bakımından çoktanrıcıdır ama duyuş ve davranış biçimi bakımından hemen hemen tektanrıcı hale gelmiştir.

Kimi İsrailliler tanrılarını yüceltmek için X. ve VII. yüzyıllar arasında bir takım efsaneler düzmüşlerdir ki bunlar sonradan kutsal kitaplarının başlangıcında yer almıştır: Bunlar dünyanın ve insanın yaratılışı, Cennetin kayboluşu, tufan efsaneleridir. Bu efsanelerin ögelerinden çoğu İsrail'in ilişkide olduğu Mısır ve özellikle Babilonya gibi ülkelerden alınmadır ama Yahudi zihniyet ve törelerine uydurulmuştur. Tekvin'in birinci bölümünün yazarı ilk kargaşayı çok büyük bir su baskinı gibi düşünürken, Yehova metninin yazarı bunu çorak bir çöl gibi düşünmektedir. Çünkü verim ve bolluk getiren bir yağmur yağmadıkça Filistin'in yazı kötü mevsim, yani kış sayılıdır. Dünyayı ve insanı yaratan tanrı nerdeyse evrensel tanrı, evrenin tek tanrısı olmak üzeredir.

Yehova'yı hem evrensel tanrı, hem de mutlak adaletin tanrısı haline sokan ahlaksal tektanrıcılık, özellikle peygamberlerin çevresinde oluşmuştur.

Peygamber terimi çok çeşitli insanlar için kullanılmaktadır. Bu terim kimi zaman loncalar halinde gruplanmış büyücüleri göstermektedir: Bu büyücüler arasıra kutsal bir cezbeye tutulurlar, "mevleviler gibi dönüp zikrederlerdi"; Kimi zaman da bu terim yüksek vicdanlı insanlar için kullanılırdı. Bunlar bu nitelikleri dolayısıyla çevrelerinin dar geleneklerini eleştirmeye kendilerinde yetki görürler ve kendilerini tanrının sözcüleri sayarlardı. Sözcüğün bu ikinci anlamıyla peygamber sıfatını taşıyanlardır ki Yehova'da başlıca sıfat olarak evrensel bir adalet iradesi bulunduğunu keşfederek İsrail'i tektanrıcılığa doğru yöneltmişlerdir.

IX. yüzyıldan başlayarak İlya, Yehova'nın sevgili kulu olan Ahab'ı Nabot'la oğullarını adalet uğruna öldürttüğü için kınamaktadır. O çağın peygamberleri için, "zedelenen Yehova inancının ve çiğnenen hakkın korunması, ulusun o andaki çıkarlarından daha üstün gelmekteydi." Adalet iradesi böylece, dar anlamda ulusal görüşlerden ayrılmaya başlamaktadır: Yehova'da egemen olan bu iradedir. 

M.Ö. VIII. yüzyılda çoban Amos gerçek dinin iyiliği sevip kötülükten nefret etmek; adaletin tapınış için yapılan eylem ve davranışlardan üstün olduğu tezini savunmaktadır (Amos, V, 21 ve sonrakiler, VIII, 4 ve sonrakiler):


Bayramlarınızdan nefret ediyorum, onları hor görüyorum, Ve bayram toplantılarınızdan hoşlanmıyorum;

Bana kurbanlar sunduğunuz zaman Sunduğunuz bu şeylerden zevk almıyorum

Besili öküzlerinizde de gözüm yok.

İlahilerinizin gürültüsünü benden uzaklaştırın ...

Ancak halk bir pınar gibi fışkırsın,

Ve adalet kurumaz bir ırmak gibi çağlasın!


Amos, "yoksulları yutan", "acizlerin hakkını yiyen" zenginleri olağanüstü bir inandırıcılıkla kınamakta zenginlerin görkeminin yoksulların sefaletinden ileri gelmekte olduğunu kanıtlamakta; Yehova'nın tüm bu adaletsizliklere öfkelendiğini ileri sürmektedir.


M.Ö. 750 yılına doğru Hoşea'nın da aynı tezi savunduğu görülmektedir. (Hoşea, VI, 6): "Çünkü istediğim kurban değil, iyiliktir; gerçek tanrı bilgisini, sunulan armağanlara üstün tutarım ben."

Mika'nın yapıtında da (il, 2 ve sonrakiler) tanrısal adaletin aynı biçimde yüceltilişine, sosyal haksızlıkların aynı biçimde mahkum edilişine tanık olmaktayız.

Peygamberlerin en inandırıcısı, M.Ö. VIII. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan İşaya'dır. İşaya tanrının İsrail'i seçtiğini, fakat İsrail'in tümüyle dışsal bir dindarlığı adaletten üstün tutarak Tanrının kendisinden beklediklerini boşa çıkardığını söylemektedir. Yapıtının başında dokunaklı bir parça vardır ki İşaya bunda, bu temayı Yehova'nın ağzından dile getirmektedir. Parça şöyle başlamaktadır.


Kendime bir aile kurmuştum ben,

Onun büyüdüğünü görmüştüm,

Ama bu aile bana başkaldırdı,

Boğa kendi yemliğini,

Eşek de sahibinin yemliğini bilir;

Ama İsrail bilmedi,

Kavmim kulak asmak istemedi .....


VII. yüzyılda Yeremiya tanrının kavmini, ona karşı Buhtunasr'ı kullanarak cezalandıracağını haber vermektedir. Güzel bir parçada şöyle diyor (Yeremiya, III, 16-17):

"O zaman Yehova'nın Ahit Sandığından artık sözedilmeyecek, artık bu Sandık düşünülmeyecek anımsanmayacaktır; kimse onun için üzülmeyecek; Sandık artık yerine konmayacaktır. Bunun üzerine Yeruşalim (Kudüs) Yehova'nın tahtı diye anılacak ve tüm kavimler, onun adına orada buluşacaklardır."

Özellikle M.Ö. VI. yüzyılda, Renan'ın büyük ve bilinmeyen kişi diye adlandırdığı ikinci İşaya tam bir açıklık ve büyük bir inandırıcılıkla İsrail tanrısının insanlık tanrısı olması gerektiğini duyurmaktadır: Kavimlerin artık yalnız bir tek tanrıya sahip olmaları gerekir, onun tapınağı evren olacak ve ona adalet yerine getirilerek saygı gösterilecektir. İşaya'nın Yehovası şöyle demektedir (İşaya, XLIV, 6): "Benden başka hiçbir Tanrı yoktur." (İşaya, LXVI, 1-2): "Gökler benim tahtım, yeryüzü ise ayaklarımın basamağıdır."

Peygamber bir kavim olan İsrail'in rolü öteki uluslara tek tanrıyı keşfettirmektir (İşaya, XLII, 6-7):


Ben, Tanrı (Yehova) seni doğruluğa çağırdım,

Seni elinden tuttum,

Ve kör gözlerini açasın

Mahpusları zindandan ve

Karanlıkta oturanları hapisten

Çıkarasın diye seni kavme ahit ve uluslara

Işık olarak vereceğim.


Bundan böyle de artık Yahudi Tektanrıcığı kurulmuş bulunmaktadır. Yehova adı fazlaca ulusal bir anlam taşıdığından, onun yerine sık sık Adonai (Hazret, efendi) sözü kullanılacaktır.

Tek Tanrı artık ateşli bir inanca konu olmaktadır ve bu inanç, Mezmurlar'ın kimilerinde çok görkemli bir ifadesini bulmaktadır.

Örneğin, M.Ö. VI. yüzyıla ait olduğu söylenen XLII. ve XLIII.

Mezmur'da da bu böyledir ve Mezmur şöyle başlamaktadır:


Geyiğin akarsuları özleyişi gibi

Callum da seni öyle özler ey Tanrı!

Callum Tanrı'ya, yaşayan Tanrı'ya susamıştır...


Bununla birlikte, yine de vicdanlarda bir kuşku uyanabilir. Tanrının nasıl olup da şimdiki zamanda birtakım felaketlerin olmasını istediğini ya da bunlara izin verdiğini insan kendi kendine sorabilir.

Yahudi düşüncesi buna ilkin tanrının güçlü iradesine, hatta bu irade hiç anlaşılmadığı zaman bile, boyun eğmek gerektiğini ileri sürerek yanıt vermektedir. Nitekim Eyüp 'ün Kitabının işlediği güzel tema da budur.

Özellikle geleceği düşünmek için, insan şimdiki zamandan yüz çevirmelidir. Yahudi dininin belirli bir niteliği de umuttur. Herkes Yehova günü'nü, yani İsrail tanrısının kavmine büyüklük ve mutluluk vereceği çağı güvenle bekler.


Nitekim peygamberler ve bu arada Amos, kavimlerinin gelecekteki bu kalkınması temasını kitaplarında anlatmaktadır.

Bundan da Mesih umudu, Mesih'i bekleyiş doğmaktadır ki bu, Yahudiliğin en özgün ve en derin yönlerinden biridir.

Çoğu kez Mesih, Yahudi kavminin politik ve maddi zaferini sağlayan büyük bir kral, güçlü bir önder olarak düşünülür. Lods'un dediği gibi: "mesih umudunun köklerinden kimilerini monarşik ideolojide araştırmak gerekir: İlk kralların büyüklükleri karşısında duyulan özlem de hiç kuşkusuz, geleceğin şanlı kralını bekleyişin uyanmasına yol açmış olsa gerektir."

Fakat arasıra bu Mesih umudunun ulusal çerçeveden taştığı, bütün insanlığa uygulandığı da görülmektedir.

Birinci Işaya "tüm ulusların Yehova'nın dağına", "Yakup'un Tanrısının evine" çıktıklarını görmektedir (İşaya, il, 3-4, Mil..!1, iV,

2-3):

"Ve Tanrı Yehova tüm ulusların yargıcı olacak ve birçok kavimler hakkında karar verecek. Ve kılıçlarını saban demirleri ve mızraklarını bağcı bıçakları yapacaklar. Ulus ulusa kılıç çekmeyecek ve onlar artık savaşı öğrenmeyecekler." 

İkinci İşaya da birinci İşaya'dan esinlenen temaları çok görkemli biçimde ortaya sermektedir (İşaya, LXV, 17 ve sonrakiler):


Çünkü işte ben yeni bir gök ve

Yeni bir yer yaratmaktayım;

Öyle ki, önceki şeyler artık anılmayacak Ve akla gelmeyecek,

Ve artık ağlayış ve inleyiş işitilmeyecek Bu yeni gökle yerde ne küçük yaşta çocuk,

Ne de günlerini doldurmamış yaşlı insan ölecek...

Onlar ev yapıp bunda başkası oturmayacak, Onlar dikip de başkası yemeyecek... ·

Ve seçtiklerim (sevgili kullarım)

Emeklerinin meyvasını yiyecekler...

Bu idealizmin ortaya çıkışı cismani bir hükümdarın değil, ruhani bir Mesih'in eseri olacaktır ve ikinci İşaya bunu Yehova'nın Hizmetçisi diye adlandırmaktadır. Tanrı ruhunu onun benliğine yerleştirecektir (İşaya, XLII, 1-4):


(O) uluslar için doğru olanı meydana çıkaracaktır. 

Bağırmayacak ve sesini yükseltmeyecektir.. .

Ve tütmekte olan fitili söndürmeyecektir.. . 

Yeryüzünde doğruluğu yerleştirinceye kadar 

Ne yorulacak, ne de cesaretini yitirecektir...


Yeremiya peygamberin acıyla dolu ömrü, gizemli bir ölümle son bulmuştu. İkinci İşaya belki bu peygamberin anısından esinlenerek, Yehova'nın Hizmetçisi'nde hor görülen, aşağılanan, ezilen, kendini çilekeş bir kurban gibi ortaya atan Istıraplı İnsan'ı bize göstermektedir (İşaya LIII):

"Acılarımızı o taşıdı ve hastalıklarımızı o yüklendi... Kendini ölüme kendisi bıraktı ve kendini günahkarlar arasında saydırdı, oysa ki aslında çoğunun suçunu o taşıdı ve günahkarlar için şefaat etti."

Bu şaşırtıcı metinden, daha sonra Hristiyanlık da geniş ölçüde yararlanacaktır ... Çünkü bilindiği gibi İsa da insanların yerine acı çekmiş, onların kurtulmaları için kendini feda etmiş, Tanrı nezdinde şefaatte bulunmuştur.

Yüzyıllar boyunca İsrail'in umudu ortak amaçlara, tanrıların sevgilisi olan kavmin maddi zaferine, ya da tüm insanlığın mutluluğuna yönelmiştir; bu umut hiçbir zaman kişilerin aşağılık yazgısıyla ilgilenmemiştir. Erdemli bir tutumun tek ödülü, bu dünyada uzun zaman yaşamaktır. Ölülere gelince, onların yazgısını kimse bilemez. M.O. Il. yüzyılda yazıldığı sanılan Vaaz Kitabı'nda (IX, 4-5),şunlar yazılıdır: "Yaşayan bir köpek, ölmüş bir arslana üstündür. Çünkü yaşayanlar öleceklerini bilirler, ölüler ise hiçbir şey bilmezler."

Bununla birlikte Hristiyanlık çağından önceki bu aynı Il. yüzyılda, bu nokta üzerindeki inançlar değişti. İyilerin ödüllerini bu dünyada görecekleri görüşü gittikçe daha güç kabul edilir sayılmaya başlandı. Deneyim, bu düşünceyi yalancı çıkarıyordu. Örneğin, Renan'a göre, Asya krallarından Antiochus'un yaptığı zulümler sırasında "inkarcıların ödüllendirildikleri, inananların ise şeriati yadsımadıkları için en korkunç işkencelerle öldürüldükleri görüldü." Pers ve Yunan düşüncelerini bilen bazı kimseler, ruhun ölmezliği ve özellikle bedenlerin yeniden dirilişi biçimi altında öte dünyada yaşamın sürdüğü, ölülerin yargılandığı inancını kabul ettiler. Hristiyanlık çağından önceki Il. yüzyıla ait olduğu sanılan Daniel Kitabı'nda (Xll, 2) şöyle yazılıdır: "Ve yerin altında uyuyanlardan birçoğu, kimisi sonsuz hayata ve kimisi utanca ve nefrete olmak üzere, yeniden uyanacaklardır."

Kesin olan şu ki, Yahudi kamuoyu bu nokta üzerinde hiçbir zaman aynı görüşte olmamıştır. Hristiyanlık çağının başlangıcında Feresiler (yani ayrılar) ölülerin dirilişini ve meleklerin varlığını kabul etmekte, Sadukiler ise reddetmekteydiler.

M.Ö. Il. yüzyılda Esani'ler diye adlandırılan bir Yahudi komünist mezhebi kuruldu. M.S. I. yüzyılın iki Yahudi yazarı olan Josephus'la Philo bu mezhepten hayranlıkla sözetmektedirler.

Josephus ilk toplumun kuruluşunu ve toprağın özel mülkiyetinin ortaya çıkışını, büyük bir katile mal etmektedir ki bu, kardeşini öldüren Kabil'dir. Onun için bu yazar, tüm mal-mülkün ortaklaşa olmasını erdemin yüksek bir göstergesi saymaktadır.

Esaniler Yehova'nın belirli niteliklerinden olan mutlak adalet düşüncesini en son haddine vardırıyorlardı.

Bunlar her türlü kişisel mülkiyetten vazgeçmişlerdi. Altın ve gümüşün kullanımını kendilerine yasak etmişlerdi. Yabancı ülkelerden gelen arkadaşlara her zaman açık olan evlerde hep birlikte oturuyorlardı. Ortak ambarlarda saklanan giyecekler, yiyecekler, öbür mallar herkese aitti. Esani'ler ancak yaşayışları için gerekli olan asgariyi tedarik etmek için çalışıyorlardı. Tarım ve balık avı ile uğraşıyorlar, fakat ticaret yapmıyorlardı: Çünkü ticaret kazanç tutkusunun ve soydaşına zarar verme arzusunun gelişmesine yol açmaktaydı. Esaniler arasında savaşa yarayabilecek silah ya da başka eşya yapan zanaatçılar yoktu. Bunlarda kölelik de yoktu. Hepsi özgür, hepsi eşittiler. 

Hristiyanlık çağının başlangıcında, Hirodes döneminde iki doktrinci arasında bir çatışma oldu: Bunlardan biri dar görüşlü, sıkı ahlak yanlısı Şammayi, öteki ise geniş düşüncelerin yayıcısı Hillel'di. Kendisine şeriat'in özetini soran bir putatapara, Hillek şu yanıtı vermişti: "Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Tüm Şeriat bundan ibarettir; geri yanı ise onun yorumundan başka şey değildir."

Esanilerin ahlaklarıyla uyguladıkları yöntemler ve Hillel'in cömert düşünceleri en büyük peygamberlerin soylu esinlerini daha da sürdürerek Hristiyanlık Yahudiliğin şaheseri, şan ve şerefi, onun geçirdiği evrimin ürünüdür. Hristiyanlık sayesinde peygamberler kesin olarak zafer kazanmışlardır 

M.S. 70 yılında Roma'ya karşı bir ayaklanmadan sonra Yeruşalim (Kudüs) zaptolunarak yakılıp yıkıldı. Sahte Mesih Bar-Koşba tarafından yönetilen yeni bir ayaklanma, 136 yılında başarısızlığa uğradı. Yahudiler de dünya yüzüne yayılmaya başladılar.

Yahudiler dağılışlarından sonra Eski Ahit'e başka kutsal kitaplar, Şeriat'in yorumları olan Talmud'lar eklediler. Bunlar M.S. 1. ve IV. yüzyıllar arasında derlendi ve adına Yeruşalim Talmudu denildi. Daha üstün sayılan bir derleme de -Yahudilerin incelemelere ve tartışmalara elverişli bir refah halinde bulundukları- Babilonya'da III. ve IV. yüzyıllar arasında yapıldı ve adına Babilonya Talmudu denildi. Talmud'ların dinsel ve ahlaksal değeri de çeşitli biçimlerde değerlendirildi.

Yahudi kökünden gelme bir başka aydın ve duygusal akım da Kabbala'dır (Gelenek anlamına gelen bu söz, Yahudilerde Tevrat'ın anlatıya dayanan yorumu demektir ki bu yorum, ergin kişilerce zincirleme olarak birinden ötekine aktarılır.) XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başında, bir İspanyol Yahudisi olan Leone'li Musa, zengin dindaşlarına Şeriatin yorumlarını içeren gizli kitaplar satmaktaydı. 1304'te bir araya toplanan bu kitaplar, Kabbala'nın ana metni olan Zohar'ı oluşturur, içinde Hint'in ve Kaide'ninkilere oldukça yakın kurgular vardır. Kabbala, iyimser bir Kamutanrıcılık (panteizm) dir. Tenin mahkum edilişine karşı isyan duyulan Rönesans döneminde "kutsal kitapların, tüm pervasızlıkları haklı gösteren, bu gerçek yorumunu" herkes sevinçle karşıladı. Victor Hugo kendi sisteminin büyük bölümünü Kabbala'dan aldı. Saurat'nın dediği gibi "bugünkü tasavvufun büyük bölümü Kabbala üzerine kurulmuş bulunmaktadır."


Kabbala akımı karşısında, yine Yahudi düşüncesi çerçevesi içinde, felsefi akımı koymak yerinde olur. Çeşitli çağlarda filozoflar Yahudiliğin ana tezlerini dinsel olmayan sistemlerin görüşleriyle bağdaştırmayı denemişlerdir ki Hristiyanlık çağının başında İskenderiyeli Philo bunu Platonculukla; XII. yüzyılda Kurtubalı Moses de Aristoculuk ve Yeni-Platonculukla yapmışlardı. XVIII. yüzyılda Spinoza (1632-1677) Yahudi düşüncesiyle doludur ama bir dinin, bir kavmin ve bir ırkın sınırlarını çoktan aşmıştır: Evrensel bir dehadır o.

Dünyaya dağılan Yahudiler hemen her yerde ve hemen her zaman hor görülmüşler ve baskıya, zulme uğramışlardır. Koyu Hristiyanlar onları İsa'yı çarmıha germiş, Tanrıyı öldürmüş olmakla suçlamışlardır. Dinsel bağnazlıktan doğmuş olan antisemitizm (Yahudi düşmanlığı,) ekonomik nedenler ve ırkçı önyargılar yüzünden güçlenmektedir.

Bu baskıları anımsatan ünlü Fransız tarihçisi Michelet: "Yahudi, bütün biçimleriyle felaketin ta kendisidir" diye yazabilmiştir.

Bu koşullar altında da kimi Yahudilerin, tüm dağınık Yahudileri bağımsız bir ulus halinde toplayarak dindaşlarının acılarına bir ilaç bulmaya çalışmalarının nedeni kolayca anlaşılır. Macar Yahudisi Herzl'in XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında kurduğu Siyonizm öğretisi, Yahudi vatanının dirilmesini ve Adanmış Toprak'a dönüşü amaçlanmaktadır: Bu ise eski Mesihçiliğin çağdaş biçimidir.

1917 yılının kasım ayında Büyük Britanya Balfour bildirisiyle Filistin'in Yahudilerin ulusal yurt'u olmasını kabul etmiştir. 1948' denberi de Filistin'de İsrail adıyla bağımsız bir Yahudi devleti kurulmuş bulunmaktadır.

Yahudiler, bugün arasına karışmış oldukları ulusların içinde hemen daima belirli sayıda birtakım tapınış yol-yöntemlerine bağlı kalmaktadırlar, yani daha doğrusu bunu erkek Yahudiler yapmaktadırlar, çünkü dinsel bakımdan kadınların hiçbir değeri ve önemi yoktur.

Bireylerin bağlı oldukları dinsel yol -yöntem şunlardır: Sünnet, ki doğumdan sekiz gün sonra yapılır; on üç yaşındaki çocuk, dinsel yol-yönteme bilgi sahibi kılınır; bunların peşinden evlenme gelir ve genel olarak sinagogda kutlanır, bu sırada (taleth adı verilen) dua peçesi örtülünür, Ibranice ilahiler, dualar okunur; son olarak ölümden sonra cenaze yıkanıp çıplak olarak kefene sarıldıktan sonra toprakla temas edecek biçimde gömülür.

İnanan kişi cuma akşamı sinagoga gitmek zorundadır, sebt (yani dinlenme) günü, cuma akşamı başlar. Hazır bulunanlar Tanrıya şükretmek için yüksek sesle ya da fısıldayarak dualar okurlar. Cumartesi günü Tanrıya ayrılmıştır. O gün sofu bir yahudi ne

kendisi çalışır, ne de evindekilere iş gördürür.

Yiyecek bakımından pek kesin birtakım yasaklar vardır: Domuzlar kesilirken kanları akmamış hayvanların etlerini ve midye, istiridye gibi kabuklu deniz hayvanlarını yemek yasaktır.

Birçok bayramlar sinagogda olduğu gibi, tapınak görevi yapabilecek olan evde kutlanmalıdır. Örneğin Fısıh bayramı bu aradadır, bu bayram dolayısıyla hamursuz ekmek yenir ve tüm tabak-çanak değiştirilir; Büyük Tövbe gününde ise sıkı bir oruç tutulur.

Kimi Yahudiler bulundukları ülkelerde öteki yurttaşlarla eş ve eşit sayıldıklarından dinsel kural ve görevlere aldırmaz olmuşlardır; ama Yahudi düşmanlarının baskıları ve gösterileri bunların bir bölümünü dindaşlarıyla daha sıkı bir dayanışma haline sokmuştur.

Yahudiliğin, yayılmasına Hıristiyanlıktan önce özellikle yardım ettiği Tektanrıcılık, daha önceki inançlara göre itiraz götürmez bir ilerlemedir.



Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu

Mevlana Müze ve Camii / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak