11 Ocak 2024 Perşembe

Afrika Söylenceleri-Mali

 


Sunjata: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Mande dili konuşan Afrika halklarına Mandingo da denir ve Batı Afrika tarihinde seçkin bir yerleri vardır, ilk topluluk, Batı Afrika'nın güneyinde küçük, önemsiz bir krallıktır. Zamanla, eski Mali olarak bilinen, Manding veya Kagaba'nın Mandingo ulusu haline gelmişlerdir. İlk Batı Afrika imparatorluğu Gana' nın gerileyişi ve düşüşü sırasında (XII. yüzyıldan XIII. yüzyılın ortalarına kadar) Mali, yavaş yavaş büyüyerek Sudan'ın en önemli imparatorluğu olmuştur. En güçlü döneminde kuzeyde Sahra Çölü'ne, batıda Atlantik Okyanusu'na dayanmıştır ve doğusundan Nijer Irmağı'nın kuzey kıvrımları geçmektedir.

Sudan'da, komşuların ve ticaret yollarının denetimi veya kahramanlık ve ün kazanmak gibi siyasal veya ekonomik amaçlar için savaşlar eksik olmamıştır. Üç yüz yıl önce Gana İmparatorluğu'nun gerilemesine ve düşüşüne neden olan benzer güçlerin, yani Sahra halklarının saldırıları ve imparatorluğa bağlı halkların ayaklanmaları, 15.-16. yüzyıllarda Mali'nin de gerilemesine ve düşüşüne neden olmuştur.

Mande toplumu toplumsal kastlardan oluşmuştur. Tepede soylular, yani kalıtımsal olarak kral ve kahramanları üreten kast vardır. Soyluların altında demirciler, dericiler ve ozanlar gibi hepsi de mesleklerini babalarından öğrenen "esnaf" kastı vardır. En alt tabakada köleler bulunmaktadır.

Demircilerin savaşta ve din alanında ayrıcalıklı bir yeri vardır. Demir, altın ve ahşabı işleyerek silah ve aletler yanında süs ve tören eşyalarını da üretmişlerdir. Mande toplumu, demircilerin, işledikleri malzemeye özel, mistik güçleriyle biçim verdiklerine, dolayısıyla bir kahramanı yenilmez yapabildiklerine inanır.

Köleler ise mal konumundadır, alınıp satılabilir, hatta bedava verilebilirler. Kölenin kaderi kendi konumlarına bağlıdır; zengin veya güçlü bir aileye ait olan köle şanslıdır.

Sözlü gelenek, griot adı verilen meslekten ozanlara kralların ve ünlü kahramanların maceralarından oluşan bir hazine sağlamıştır. Ozanlar genellikle geniş bir dinleyici kitlesi önünde, kendi yaptıkları müzik eşliğinde bu maceraları anlatırlar. Bu şarkıların metinleri Mandingo halklarına kendi değerlerini ve tarihlerini öğretir. Büyük olaylar kahraman önderlerin adlarıyla bağlantılandırılmıştır ve bunlar ülküsel kahramanlıkların veya insan davranışlarının modelidir.

Gana'daki Soninkeler gibi Mandeler de İslâmlaşmış, dolayısıyla Arap yazısı ve edebiyatıyla tanışmışlardır. Bu bilgi, birçok Batı Afrika şarkısının biçimini etkilemiştir. XIV. yüzyıla gelindiğinde ozanlar, Kuran ve öteki Arapça yazılı kaynaklara ilişkin bilgilerinden, yazılı tarih konusunda gelişmiş bir görüş sahibi olmuşlardır. Böylece Batı Afrika'da destanların gelişmesi aşamasına gelinmiştir.

Bilim adamları, griotların soylulara, yani toplumsal yapının tepesine mi, kölelere, yani tabanına mı yakın oldukları konusunu tartışmaktadırlar. Griotlar şarkılarında kendilerinden de söz ettiklerinden, gerçekte sahip olduklarından daha büyük etki ve saygınlık sahibiymiş gibi görünmüş olmaları olasıdır. Ancak kraliyet ailesiyle görüşme, evlilikleri ayarlama ve belirli siyasal durumlarda kralın sözcüsü gibi hareket etme gücüne sahip olmaları da mümkündür. Gerçekte de, ulusun tarihçilerine iyi davranmak, kraliyet ailesinin kendi çıkarlarına uygundur, ozanlar şarkıları aracılığıyla, onların daha az istenir niteliklerinden çok onur ve görkemlerini ölümsüzleştirmişlerdir.


Sunjata destanına göre griot, ulusun yalnızca tarihçisi değil kralın da öğretmeni ve danışmanıdır. Mesleği babadan oğula geçmiş ve griot ailesi kuşaklar boyunca Keita ve Manding hanedanlarına hizmet etmiştir.

Sunjata destanı yalnızca Mali'de değil Gine, Senegal, Fildişi Sahili, Yukarı Volta (Burkma Faso), Gana ve Gambia'da da bilinir. önce Fransızca olarak 1960'ta yayımlanmış olan D. T. Nia-ne versiyonu destanın klasik anlatımı olarak kabul edilir. Nia-ne, metni, Gine'de Djeliba Koro (Siguiri) köyünden bir ozan olan Djeli Mahmutu Kuyate'den dinlediği biçiminden çevirmiştir.

Destan muhtemelen daha eski avcı destanlarını içerir. Sun-jata'ya "aslanın ve bufalonun oğlu" denir. Aslan, babasının ve Keita ulusunun bütün öteki üyelerinin, Bufalo ise, annesi Bufalo Kadının ve ailesinin atası ve amblemidir. Taş çağından beri bufalo bütün av hayvanlarının kral ve babası olarak düşünülür, sonuçta avcının da tanrısıdır.

Tarihsel Sunjata, XIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ve Mali İmparatorluğu'nu, gücünün doruğuna varmadan bir yüzyıl önce yönetmiştir. Destandaki olaylar 1217 ile 1237 yılları arasında yaşanmıştır.


Çekiciliği ve Değeri


Sunjata destanının çekiciliğinin önde gelen nedeni, okuyucuyu eğlendirmesidir. Sunjata, karmaşık aile ilişkileri, istikrarsız siyasal koşullar, büyü ve kehaneti içeren heyecan verici bir dünyada yaşar.

Sunjata'nın sahip çıktığı kahramanlık anlayışı, toplumunun değer yargılarını yansıtır. Zekâ, güç, yetenek ve cesaret, bir savaşçının yaşamında önemli olanların yalnızca bir bölümüdür. İnsanlar arası ilişkide onur, saygı, düşünceli olmak, sadakat ve cömertlik eşit derecede önemlidir. Evrende bulunan doğaüstü güçler herkesi etkiler ve yatıştırmaları gerekir. Kader veya talih önceden belirlenmiştir ve değiştirilemez; bu anlayışın temelinde, her insanın kişiliği ve karşılaşacağı durumlar arasında tahmin edilebilir bir ilişki bulunduğu olgusu yer alır. Bu etkenler her kahramanın yaşamını ve her savaşın sonucunu etkiler.

Sunjata destanı, dünyanın her yerindeki destanlarda bulunan birçok temayı içerir. Birçok kahraman gibi Sunjata'nın da olağandışı bir gençliği olmuştur, büyü yeteneği vardır, sürgün dönemi yaşar, canavar öldürür, halkını yıkıcı güçlerden korumak için elinden geleni yapar, müthiş bir savaşçıdır ve büyüyen bir krallığın yüce yöneticisi olur. Onun ve destanda yer alan öteki kahramanların yaşamı, kehanetlerle belirlenir.

Dahası, her kültürdeki büyük destanlar gibi, Sunjata destanı da, Mandingo halkı ve yayıldığı bütün öteki halkların yaşamı üstünde etkili olmuştur. Herkesin esin verici örneğe ve yol açıcı modele gereksinimi vardır. Herkesin yaşam deneyiminin bir parçası olan görev ve sorunlar karşısında cesaretlendirilmeye gereksinimi vardır. Kahramanın daima bu gereksinimlere yanıt verme işlevi vardır ve Sunjata da böyle bir kahramandır.


Başlıca Karakterler


Nare Maghan Kon Fatta: Keita reisi ve daha geniş Manding (eski Mali) ve Mandingo ulusunun kralı. Sogolon Kedju, Sasuma Berete ve Namandje'nin kocası. Sunjata, Kolon kan, Dankarantuma, Nana Triban ve Manding Bory'nin babası.

Sasuma Berele: Nare Maghan'ın ilk karısı. Dankarantuma ve Nana Triban'ın annesi.

Dankarantuma: Sasuma Berete'nin oğlu, Nare Magha'nın ilk oğlu. Nana Triban'nın kardeşi. Sanjata'nın üvey ağabeyi. Nare Maghan'ın ölümünden sonra Manding kralı.

Nana Triban: Nare Maghan ve Sasuma Berete'nin kızı, Dankarantuma'nın kardeşi. Sunjata'nın üvey kardeşi.

Sogolon Kedju: Bufalo Kadın. Nare Maghan'ın ikinci karısı. Sunjata ve Kolonkan'ın annesi.

Sunjata: Mari Djata'nın popüler adı. Sogolon Kedju'nun oğlu, Nare Maghan'ın ikinci oğlu. Kolonkan'ın kardeşi. Dankarantuma, Nana Triban ve Manding Bory'nin üvey kardeşi. Daha sonra Keita reisi ve Manding kralı. Mali ve Mandingo halklarının imparatoru.

Kolonkan: Sogolon Kedju ve Nare Maghan'ın kızı. Sunjata' nın kız kardeşi.

Namandje: Nare Maghan'ın üçüncü karısı, Manding Bory'nin annesi.

Manding Bory: Namandje'nin oğlu, Nare Maghan'ın üçüncü oğlu. Sunjata'nin üvey kardeşi ve en iyi arkadaşı.

Gmnkuman Dua: Nare Maghan'ın ozanı, tarihçisi, danışmanı. Keita prenslerinin öğretmeni.

Balla Fasseke: Sunjata'nın ozanı, öğretmeni, danışmanı ve kahramanlıklarının kaydedicisi.

Fran Kamara: Tabon'un prensi ve daha sonra kralı. Sunjata' mn çocukluğundaki en yakın arkadaşı ve daha sonra bağlaşığı.


Kamandjan: Sibi'nin prensi ve daha sonra kralı. Sunjata'nın çocukluğundaki öteki en yakın arkadaşı ve daha sonra bağlaşığa

Tunkara: Mema'nın savaşçı kralı. Sunjata'ya babalık eder.

Sumanguru Kan te:  Sosso'nun büyücü  veya şeytan kralı. Sunjata'nın düşmanı.

Fakoli Koroma: Sumanguru'nun yeğeni. Koroma kralı. Sumanguru'nun, karısını alana kadar baş kumandanı. Sonra Sunjata'nın bağlaşığı.


Sunjata


Öndeyiş


Bana ozan diyebilirsiniz. Halkım için ben kraliyet griotu, Mali' deki köyümün tarihçisi, kralımın Öğretmeni ve danışmanıyım. Ulusumun yaşayan belleği ve çok eski olan sanatımın ustasıyım. Babam, zamanında babasından öğrendiklerini bana öğretti ve ben de Keita halkının ve zamanın onurlandırdığı bu masalları öğrendiğim gibi oğluma öğreteceğim. Bunlar geçmişten söz eder ve dinleyicilerim, kitaptan okumak gibi değildir, size yaşamı hissettirir. Oysa ben size anlatacaklarımdan da çoğunu biliyorum. Öğrenmek, derin ve gizli suların kuyusudur. Griot bu sulara dalar ve size içeceğinizi getirir.

Sözlerim, eskilere yeniden yaşam verir; eskinin krallarını anlatır. Onların, bizi bugüne getirenlere ve bizi gelecek günlere götüreceklere esin vermesini sağlar. Ben kâhin değilim, gelecekte ne olacağını göremem. Ama geçmişte olanları bilmek bana gelecekte neler olabileceği konusunda bilgelik veriyor.

Dolayısıyla anlatacağım Mali tarihini öğrenmeli, şarkılarımı dinlemelisiniz! Sizi Manding krallığına, bazı griot şarkılarının eski Mali olduğunu söylediği ülkeye götüreceğim. Ve size. Aslanın ve Bufalonun oğlu, Mali ve Mandingo halklarının babası Sunjata'nın masalını anlatacağım. Büyük İskender'den daha yüce olan Sunjata, güneş gibi doğudan batıya gitti ve yaptıklarıyla dünyayı aydınlattı. Allah'ın sevgilisiydi; büyü bile onun karşısında güçsüz kaldı! Sunjata insanlara göre bir dev, kralların kralı, imparatorların imparatoruydu!



I. Bölüm


(Kral Nare Maghan Kon Faita, Sogolon Keâju ile evlenirse, oğullarının büyük bir yönetici olacağını öğrenir. Günü gelince onunla tanışıp evlenir ve kadın hamile kalır. Sasuma Berete, Nare Maghan'ın ilk karısı, Sogolon'a beddua eder.)

Masalım Nare Maghan Kon Fatta ile başlıyor; Mandinglerin kralı, zamanı gelince Sunjata'nın babası olacak olan yakışıklı Keita kralıyla. Bir gün bu iyi kral çok sevdiği, kraliyet bahçesine gölge eden koca yastık içi ağacının altında oturuyordu. Küçük oğlu Dankarantuma, akrabaları, soylular ve griotu Gnankuman Dua ile sohbet ederken aniden garip bir avcı çıkıp geldi.

Avcı soylulara yaklaştı ve adet olduğu üzere, öldürdüğü hayvanı onlarla paylaşmaya hazırlandı. Fakat gezileri hakkında konuşma isteğine karşılık vermedi. Bunun yerine, gelecekte olacakları görme yeteneğiyle öğündü. Sonra torbasından on iki parlak salyangoz kabuğu çıkardı, ağzının içinde bazı sözcükler yuvarlayarak bunları yere silkti ve inceledi.

"Mandinglerin kralı" dedi, “dünya gizemli bir yer. Bu koca ağaç, bir zamanlar ancak pirinç tohumu büyüklüğündeydi. Her yüce kral bir zamanlar çocuktu. Büyük krallıklar bile bunun gibi küçük köylerden çıkıp gelişir."

Avcı, kabukları yerde tekrar salladı. "Mandinglerin kralı" diye devam etti, "krallığın geceden gündüze doğru ilerliyor. Başkentin Niani, doğudan gelen ışıkla güneş gibi parlıyor. Şimdi yanında oturan erkek çocuğun senin varisin olmayacak. Bu onur senin başka karından başka bir oğluna ait. Bu çocuk henüz doğmamış ve annesi de henüz tanımadığın biri."

"Köye bir başka avcı gelecek, yanında çirkin, kambur bir kadın olacak" diye sürdürdü konuşmasını, "senin yakışıklı olmana, onun iğrenç olmasına karşın onunla evlenmelisin. Çünkü ancak o zaman büyük işler başarıp Mali adını sonsuza kadar yaşatacak olan oğlanın babası olabilirsin. Eğer bunu istiyorsan, şimdi bir boğa kurban etmeli ve yeri kanıyla ıslatmalısın."

Bu sözlerle, avcı yola koyulup kendi halkının arasına döndü.

Kral Nare Maghan bu kurbanı kesti ve aradan zaman geçti. Avcının kehanetini unutmadı, çünkü gelecekten kaçılmadığını biliyordu.

Bir gün, kral yine akrabaları, soylular ve griotuyla sevgili ağacının altında otururken, genç bir avcı ve genç bir kız aniden ortaya çıktılar. Kız yüzünü bir örtüyle örtmüştü ve yüzü yere eğilmiş yürüyordu. Ama sırtının ve omuzlannın üstündeki çirkin kamburu saklayamıyordu.

Avcı topluluğa yaklaştı ve krala seslendi: "Kral Nare Maghan Kon Fatta, seni selamlıyorum!" diye başladı, "ben başka bir Mandingo köyünde yaşıyorum, ama şu anda uzak Do ülkesinden dönmekteyim. Orada av ve macera peşinde dolandım ve bu genç kızı buldum. Senin kraliçen olmayı hak ediyor; onun için onu buraya, sana armağan olarak getirdim!"

Kral Nare Maghan armağanı inceledi, griotuna baktı ve sonra yakışıklı yüzünü utanarak yana çevirdi.

Gnankuman Dua hemen durumu anladı. Aceleyle efendisinin yerine konuşarak, "Mandingoğlu, hoş geldin" dedi. "Susuzluğunu giderince, bu genç kızı Do'dan nasıl getirdiğinin öyküsünü lütfen krala anlat."

Avcı içkiyi kabul etti ve aşağıdaki öyküyü anlattı:

Köyümüzde büyük harman bitince, av için yola çıktım. Ama av o kadar azdı ki, kendimi büyük Do ülkesinin yoluna kadar gitmiş buldum. İki avcıyla rastlaştığımda oradan çok uzak değildim. Bana, eğer yoluma devam edersem, bir daha güneşin sabah yolculuğuna çıktığını göremeyeceğimi söylediler. Do'da bütün yürekler rüzgârdaki yaprak gibi titriyordu, çünkü kocaman bir bufalo ülkeyi talan ediyor, yoluna çıkan herkesi öldürüyordu. Güneş evine girdi mi, kimse köyünden çıkmaya cesaret edemiyordu. Kral, bu bufaloyu öldürene büyük bir ödül sözü vermişti, ama en büyük cesaret ve beceri onun karşısında çaresizdi. Canavar, her türlü silahı etkisiz kılan bir büyüye sahipti.

Ben şansımı denemek istedim ve yoluma devam ettim. Avcılar ve hayvanlar ülkeyi terk etmiş gibiydi. Zamanla bir ırmağa rastladım, kıyısında bir kadının ağlamakta olduğunu görüp şaşırdım.

"Senin için ne yapabilirim, yaşlı kadın?" diye sordum. "Lütfen bana yiyecek bir şey ver" dedi. "Karnım açlıktan ağrıyor. Buradan geçen birkaç avcı taş yürekliydi ve hızla yanımdan uzaklaştılar."

Yanımda koca bir parça kırmızı et vardı ve ona istediği kadar verdim.

Karnı doyunca bana şöyle dedi: "Sen iyi birisin avcı. Bana cömert davrandın. Ektiğin bu iyilik tohumlarından iyi bir harman kaldıracağın günler gelsin."

"Do'nun bufalosunu aradığını biliyorum" diye devam etti. "Ama tehlikesini biliyor musun? En yetenekli avcının gönderdiği en keskin ok ona değmez ve onun Ölümünü isteyenler kendileri ölümü bulurlar!"

"Ama yine de bufalonun peşine düşmek istiyorsan, bana yaptığın iyilik sana şans getirecek. Do bufalosu yüz yedi avcı öldürdü ve yetmiş yedisini yaraladı. Her gün Do'da yıkım getirecek birini buluyor. Ama sen, en güçlü ve yetenekli avcıların yapamadığını yapacaksın. Sen bufaloyu ele geçireceksin ve senin yaşamını almayacak."

"Ama başarılı olmak için" diye ekledi, "benim sözlerimi dikkatle dinlemeli ve hatasız yerine getirmelisin. Yün eğirme çubuğunu ve dikiş yumurtamı yanına al. Kraliyet bahçesine vardığında, bufalonun kralın sebzelerini yemekte olduğunu göreceksin. Ama canavar seni hemen fark edecektir ve büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaksın. Koca boynuzlu başını yere eğip sana saldıracak. Bu saldırıya direnmeli ve kaçma isteğini yenmelisin."

"Kaçmak yerine, yerinde durmalı ve benim eğirme çubuğumu üç kez başına doğru tutmalısın. Sonra yayını çekip okunu at. Okun bufalonun derisini delecek ve onu diz üstü çökertecek."

"Ama yine büyük tehlikedesin" diye devam etti kadın, "çünkü bufalo ayağa kalkmayı becerecek ve tekrar sana saldıracak. Bu kez kaçmalısın, ama kaçarken benim dikiş yumurtamı atmalısın."

"Yumurtanın düştüğü yer, bufalonun geçemeyeceği koca bir bataklık haline gelecek. Bu senin canını kurtaracak ve sana bufaloyu öldürme olanağı verecek. Bufalo ölünce, zaferinin işareti olarak altın kuyruğunu al. Bunu Do kralına verince, sana ödülünü verecek."

"Eğer Öğütlerimi anımsarsan" diye sözlerini bitirdi, "her şey iyi gidecek. Biliyorum, çünkü Do bufalosu, benim. Kral benim kardeşim, ailemizin zenginliğinden kendi payıma düşenlere yetecek kadar onu cezalandırdım."

Yola düşmek için heyecan içinde, yaşlı kadından yün eğirme çubuğunu ve dikiş yumurtasını aldım, ayrıldım. Aniden kolumda çok güçlü bir el hissettim.

"Bu kadar acele değil, genç adam!" diye bağırdı kadın. "Başarılı olmak istiyorsan, bir koşulu kabul etmelisin. Do kralı, bufaloyu öldürenin Do ülkesinin en güzel kızıyla evleneceğini açıkladı. Ama bu ödülü kabul etmeyeceksin. Do'nun bütün kızları çevrende toplanacak; güzellikleri altın, gümüş takılarında parlayacak. Ama onlara kanmayacaksın."

"Onların yerine, ödülün olarak oradaki en çirkin kızı ara. Adı Sogolon Kedju, çünkü kambur. O da benim öteki benliğim; ve ruhunu ele geçirmeyi başarırsan sana mükemmel bir eş olacak. Onu tek başına oturmuş, uzaktan olanları izlerken göreceksin."

"Elbette seçimini bildirince Do kralı ve bütün halk sana gülecek ve aptal muamelesi yapacak. Ama bırak öyle olsun. Bana Sogolon Kedju'yu seçeceğine söz ver, yoksa eğirme çubuğumu, yumurtamı bırak!"

Yaşlı kadının ellerini avuçlarıma aldım ve ona kutsal yeminimi verdim. Her şey tam da yaşlı kadının dediği gibi oldu. Bufalo öfkeyle saldırdı; dikiş yumurtası büyülerini gerçekleştirdi ve bufalonun altın kuyruğu vardı. Do kızları çok güzeldi ve Sogolon Kedju görülmemiş çirkinlikteydi. Gerçekten de onu seçince herkesin düşündüğü gibi aptal olup olmadığımdan kuşku duydum. Orada kalmamız için bir neden kalmamıştı, hemen yola çıktık ve işte buradayız!

Avcı böylece sözlerini tamamladı.

Neyse ki, Kral Nare Maghan Kon Fatta ile Griotu Gnankuman Dua, kızı niçin kendisine saklamadığını avcıya sormadılar. Avcı öyküsünün sonunda bir süre sustu, herhalde ona korku veren olayı anlatıp anlatmamaya karar veremiyordu. Çünkü bu kız hakkında anlattıklarından daha fazla şey biliyordu. Gerçekten de Sogolon Kedju'nun ruhunu kazanmak istemiş, ama başarısız olmuştu. Bufalo Kadın, gövdesinden koca bir ışık hüzmesi çıkartarak onun çabalarını boşa çıkartmıştı ve avcı büyüler bilen birini karısı olarak almaya korkmuştu.

Kral Nare Maghan'a gelince, avcının öyküsünün, bir süre önce dinlediği öteki avcının kehanetiyle uyum içinde olmasından memnundu. Hemen ikinci karısıyla evlenme hazırlıklarına başladı. On iki Manding Köyü ve bağlaşıkları davet edildi ve büyük günde şarkı söylendi, dans edildi, elbise, tohum ve altın dağıtıldı.

Kral Nare Maghan, Sogolon Kedju'nun ruhunu gerdek gecesinde kazanamadı, sonraki hafta da başarılı olamadı. Ne zaman ona yaklaşmaya çalışsa, bütün gövdesinde uzun kıllar çıkıyordu. Sonra rüyasında Manding krallarının koruyucu ruhu ona Sogolon Kedju'yu kurban etmesini, çünkü onun kanını dökmenin zorunlu olduğunu söyledi. Nare Maghan hemen uyandı. Kılıç elinde, Sogolon'u saçından yakaladı, uyandırdı ve ona rüyasını anlattı. Sogolon korkuyla bayıldı ve ruhu uyurken Nare Maghan onu karısı yaptı. Sogolon Kedju uyandığında, rahminde kralın çocuğunu taşıyordu.

Kral Nare Maghan, Sogolon Kedju'nun çocuğunun annesi olacağını öğrenir Öğrenmez, doğacak çocuk erkek olursa Manding krallığının varisinin o olacağını ilan etti. Sasuma Berete, kralın ilk karısı, kıskançlığına yenik düştü. Kralın sözleri, kendi oğlu Dankarantuma'nın ona uzun süre önce aktardığı avcının kehanetine uyuyordu. Gizlice bir büyücüden Sogolon Kedju'yu öldürmek için yardım almaya çalıştı, ama kimse ona uymadı.

Sonunda, öfke içinde, Manding'in dokuz büyük cadısını çağırdı. Bunlar geceye hükmeden ve karanlık krallıklarında yaşam ve ölüm kilimlerini dokuyan eski ruhlardı. "Sogolon Kedju'yu üç kez lanetleyin" diye bağırdı kadın, "hamileliği uzun ve acılı olsun. Erkek çocuk doğurursa, çocuk biçimsiz ve umutsuz olsun. Böylece bu çocuk annesine ve kendisine dertten, sıkıntıdan başka bir şey getirmesin!"

Zavallı Sasuma Berete! İnsanlar yaşam karşısında çok sabırsız ve kördürler! Tanrı'nın gizemli işlerini anlayamazlar ve kaderin değiştirilemeyeceğini kavrayamazlar. Her olay insanın yaşam kilimine bir düğüm ekler ve kaderlerinden kurtulmak isteyenler, ancak yıkım getirecek olanları yalnızca ertelemekte başarılı olabilirler!



II. Bölüm


(Uzun bir hamilelikten sonra Sogolon Kedju sakat olan Sunjata'yı doğurur. Kral Nare Maghan ölür ve Dankarantuma, Manding kralı olur. Sunjata sonunda yürür. Fran Kamara ve Kamandjan onun arkadaşı olurlar.)

Böylece Sogolon Kedju, bebeğini rahminde sekiz yıl taşıdı. Kral Nare Maghan karısının sağlığından kaygı duydu ve Niani kahinlerine başvurdu. Onlar Sogolon'un sağlıklı olduğunu ve büyük bir kral olacak bir bebek taşıdığını bildirdiler. Ayrıca krala, doğmamış çocuğun her gece güneş uyurken rahmi terk ettiğini ve güneş uyandığında geri döndüğünü de söylediler.

"Doğumun olmasını istediğinde, Sogolon Kedju kendi evinde değil, senin evinde uyusun" diye öğüt verdiler. "Bu arada onun öğütme kavanozunu yatağına koyup üstünü ört. Doğmamış çocuk döndüğünde, kavanozu annesinin rahmi sanıp içine girecek. Böylelikle en büyük Manding kralı doğmuş olacak!"

Kral Nare Maghan bu öğüde uydu ve güneş sabah yolculuğuna çıkmak üzereyken doğmamış çocuk gelip kavanozun içine girdi. Doğa güçleri hemen onun doğduğunu ilan ettiler. Aniden bulutlar açık gökyüzünü kara örtüyle örttüler. Rüzgârlar en güçlü ağaçları eğdiler ve kurak mevsim olmasına karşın yağmur sicim gibi yağdı. Yıldırımların parlak ışıkları kralın bahçesindeki bütün yapıları aydınlattı, sanki güneş yolculuğunun yarısını tamamlamıştı. Öfkeli gökgürüldemeleri evleri ve altlarındaki toprağı salladı. Sonra, geldiği gibi aniden fırtına dindi ve güneş sabah yolculuğuna çıktı.

Kral Nare Maghan halkını topladı ve onlara neşe içinde "Yeni oğlum, Manding Aslanını karşılayalım" dedi.

Kralın griotu Gnankuman Dua, Aslanın ve Bufalonun oğlunun iki adı olacağını açıkladı. Babası nedeniyle Maghan Djata adını ve kendi adı olarak Mari Djata adını taşıyacaktı. Ama zamanla çocuğa annesi nedeniyle yalnızca Sogolon Djata veya Sunjata dendi. Bazı Öykülerdeki şarkılar ise çocuğa Kral Nare Maghan'ın Sunjata dediğini, bunun anlamının "aslanımız" demek olduğunu söylerler.

Yakışıklı babasına karşın Sunjata sevimsiz bir çocuktu. Başı gövdesine göre çok büyüktü; böylesine koca gözlere ve gülmeyen bir ağıza sahip olmak için çok küçüktü! Ve ender olarak konuşurdu. En sevdiği iş yemekti. Gününü, bir kabak tastan ötekine sürünmekle ve içlerinde ne bulursa tıkınmakla geçirirdi.

Sunjata büyüdükçe bacakları gövdesini taşıyamayacak kadar zayıf kaldı ve yaşıtı çocuklar koşmaya başladıklarında o, hâlâ bebek gibi dörtayak üstünde emekliyordu. Çocuk oyunları onu sıkıyordu, ama onunla alay etmeye yeltendiklerinde öteki çocuklan dövüp korkutmak hoşuna gidiyordu. Ve avcıları, beyaz benekli bir aslanla karşılaştıklarında geçip gitmeleri konusunda uyarmaktan zevk alıyordu. "Bu aslan da Sunjata'dadır" derdi onlara, sizin oklarınız onun derisine işlemez, ama o kendisine ok atan avcıyı öldürür!"

Sasuma Berete, "Aslan yavrusu gibi sürünmeyip insan gibi yürüyen bir oğlum olduğu için çok mutluyum" deyip Sogolon Kedju ile alay ederdi. Kahinin sözlerini bildiği için oğlu Dankarantuma da, Buffalo Kadın ve sakat oğluna karşı hiç sevgi beslemiyordu. Yalnızca Sasuma'nın kızı Nana Triban çok iyi kalpliydi ve onlara iyi davranmak için elinden geleni yapıyordu.

Büyücü olarak birçok yeteneğe sahip olmasına karşın Sogolon Kedju, oğlunun bacaklarını güçlendiremedi ve kral, Sunjata'yı varisi ilan etmesine neden olan kâhinin sözlerine duyduğu inancını yitirdi. Hiç kimse sakat bir kral duymamıştı! Gnankuman Dua'nın, "koca ağaç en küçük tohumdan büyür" diye anımsatması onu teselli etmiyordu.

Zavallı Sogolon Kedju! İnsanlar yaşam karşısında nasıl sabırsız ve kördürler! Tanrı'nın gizemli işlerini anlayamazlar ve kaderin değiştirilemeyeceğini kavrayamazlar. Her olay insanın yaşam kilimine bir düğüm ekler ve kaderlerinden kurtulmak isteyenler, ancak yıkım getirecek olanları yalnızca ertelemekte başarılı olabilirler!

Sogolon Kedju, ikinci bir çocuk doğurdu ve kendisine benzeyen bu kızına Kolonkan adını verdi. Sonra kral, çok güzel üçüncü biriyle daha evlendi ve ondan da üçüncü bir oğlu oldu. Bebek doğunca, Niani'de onu görmeye gelenler, "Namandje' nin oğlu Manding Bory, büyük kralın sağ kolu olacak!" dediler.

Sunjata yedi yaşına gelince babası, Manding kral ailesinin geleneğine uygun olarak oğluna kendi griotunu verdi. Bu adam Balla Fassake'ydi ve Nare Maghan'ın griotu Gnankuman Dua' nın oğluydu.

Kral Nare Maghan, Sunjata'ya "Balla senden üç kat büyükse de, senin en büyük arkadaşın olacak. Sana halkımızın tarihini ve nasıl iyi kral olunacağını Öğretecek. Ben ölünce, babamdan aldığımdan daha büyük bir krallığı ve birçok iyi bağlaşığı devralacaksın. Ne kadar yücelirsen yücel, daima Manding'in atalarının evi olduğunu anımsa!" dedi.

Bundan kısa süre sonra kral da, griotu da öldü. Eski kralın isteğine karşın, Sasuma Berete kendi oğlu Dankarantuma'yı Manding kralı yapmayı becerdi ve böylece büyük iktidar elde etti. Kimse sakat kral duymamıştı ve Niani halkı da böyle bir risk alamazdı.

Sasuma Berete, Sogolon Kedju ve çocuklarını eski bir kulübeye sürdü ve onlara köy duvarının dışında küçük bir bahçe verdi. Bu sırada, Sogolon Kedju'yla aslan yavrusuna sahip olduğu için alay etmeyi sürdürdü; çocuk öteki çocuklar gibi annesine yardımcı olamıyordu, çünkü yürüyemiyordu.

Bir gün, Sasuma Berete'nin hakaretleri Bufalo Kadın'ın dayanma sınırını aştı. Sogolon Kedju her zamanki gibi mutluluk içinde kabaklardan yemek yiyen oğlunun yanına kulübeye döndü. Onun yaşındaki çocukların nasıl dışarıda oyunlar oynadığını veya ateş yakmak için odun veya sebze toplamak, avlanmak gibi zorunlu işleri yaparak annelerine yardımcı olduklarını düşündü. Sogolon, iyileştiremediği sakat bir çocuk doğurduğu için öfkelendi ve gözyaşları içinde Sunjata'yı sopayla dövdü.

Sunjata yemeyi bıraktı, sakince annesine baktı ve ondan açıklama istedi.

"Dört yıldan fazla süredir Sasuma Berete senin yüzünden benimle alay ediyor ve artık buna dayanamıyorum" dedi Sogolon Kedju. "Her gün aslında senin hakkın olan Manding krallığını almış olan oğluyla övünüyor. Her gün Niani'de senin yaşındaki çocukların rahatlıkla yaptıklarını yapamadığını kabul etmem için beni zorluyor."

"Yürüyememen senin suçun değil. Seni iyileştirmek için sahip olduğum bütün yetenekleri kullandım. Ama zayıf bacakların yüzünden, ihtiyaç duyduğum zaman öteki çocuklarla birlikte gidip baobab yaprağı toplayamıyorsun. Lezzetli yemekler yiyebilmemiz için, ben de bu acımasız kadına gidip yaprak istemek zorunda kalıyorum. Seni çok seviyorum Sunjata. Bir yürüyebilseydin!”

Sogolon Kedju sözlerini bitirince Sunjata sakince ona baktı ve dedi ki, "Anne artık senin baobab yaprağı ve zayıf bacaklarım için ağlamanı istemiyorum. Güneş uykuya gitmeden ayağa kalkacağım! Ve eğer istersen, güneş sabah yolculuğuna başlamadan sana bütün baobab ağacını getireceğim. O zaman bütün Niani kadın ve çocukları yemeklerine lezzet katmak istedikleri zaman sana gelmek zorunda kalacaklar! Ama önce, demirciden benim için çok kuvvetli bir baston dökmesini iste."

Balla Fasseke demirciye gelip bastonu ısmarlayınca, bunun ne işe yarayacağını anlayan demirci, "demek ki büyük gün geldi" dedi.

"Evet" diye yanıtladı Balla. "Olağandışı başlayan öykü, bitmeden önce de çok olağandışı olacak!"

Demirci, ağırlığı nedeniyle ancak altı çırağının Sogolon Kedju'nun kulübesine taşıyabildiği kocaman bir baston yaptı. O zaman Balla Fasseke Sunjata'ya, "Gel Mari Djata, aslan yavrusunun ayağa kalkıp gürleme zamanı geldi" dedi. "Nijer Irmağı bir insanın üstündeki kiri yıkayabilir, ama onura düşen lekeyi yıkamak o kadar kolay değil!"

Sunjata dizleri üstüne kalktı ve bastona dayandı, ama o kadar uluydu ki, baston ağırlığını kaldıramadı ve ikiye ayrıldı.

Demirci bu kez ilkinin iki katı ağırlıkta bir baston yaptı. Bu kez on iki çırak onu Sogolon Kedju'nun kulübesine sürükledi. Yine Sunjata bastona dayanınca baston ikiye ayrıldı.

Demirci, "Sunjata'ya demir dayanmayacak!" dedi, "büyük birinin büyük bir bastona ihtiyacı var! Manding Aslanı yürüyecekse, altından bastonu olmalı!"

Böylece Sunjata, büyük altın bir bastona dayanarak yavaş yavaş ayakları üstüne kalktı. Bu sırada ağırlığı bastonu harika altın bir yaya çevirdi. Güneş her zamanki gibi evine döndü ve o uyurken, Sunjata harika yayını baston gibi kullanarak Niani'yi dolaştı.

Güneş sabah yolculuğuna başlarken, Sunjata bastonunu bir kenara koydu ve köy çocuklarının yaprak topladığı büyük baobab ağacına gitti. Ağacı kökleriyle söküp eve, annesinin kulübesine taşıdı, "işte anne" dedi, "Niani halkı baobap yaprağı için senin evine gelmek zorunda kalacak!"

Sogolon Kedju, oğluna tıp sanatını ve vahşi hayvanların adetlerini öğretmeye başlamıştı. Artık ormana gidebiliyor, annesine öteki çocuklar gibi ateş için odun toplayabiliyordu. "Ateş için odun toplayamıyor diye kimse annemle alay etmesin!" diye bağırdı.

Sonra orman hayvanlarından, annesinin ve sakat olduğu yıllar boyunca ona yardım eden bütün öteki kadınların evlerini odunla doldurmalarını istedi. Hayvanlar, korku ve saygıları nedeniyle Sunjata'nın isteğini yerine getirdiler.

Böylece Bufalo Kadın ve oğlu, birden Niani'nin kabul gören ve saygın insanları oldular. Köylüler şimdi Sogolon Kedju'yu örnek anne ve eş olarak görüyorlardı. Yüce gönüllü ve mütevazıydı ve geniş ailenin üyelerine saygıyla, mümkünse sevgiyle davranıyordu. Dahası, oğul, ruhunu daima kendisine yaşam veren annesinden aldığından, Niani'de Sunjata'nın yaşında oğlu olan her kadın, çocuklarının Bufalo Kadın'ın oğluyla oynayıp avlanmasını istiyordu.

O dönemde toplumsal ve siyasal nedenlerle krallıkların, yetişmeleri için, prenslerini başka bir krallığın sarayına göndermeleri adetti. Bu uygulama iki krallık arasında barış dönemi sağlıyor ve yıllar sonra çocukluklarında arkadaş olan krallar genellikle bağlaşık oluyorlardı. Sunjata yürüyebilince, Manding'in bağlaşığı olup Sunjata'nun yaşıtı oğlu olan krallar bunları Niani sarayına gönderdiler.

Bu prenslerden ikisi, Tabon kralının oğlu Fran Kamara ve Sibi kralının oğlu Kamandjan, Sunjata'nm yakın arkadaşı oldular. Ne yapsalar, oyun oynamaktan avlanmaya, Sogolon Kedju'nun eteği dibine oturup hayvan öyküleri dinlemeye kadar birbirlerinden ayrılmadılar.

Sunjata on yaşına geldiğinde, on kişi kadar güçlü olmuştu ve en sevdiği iş olan avcılık konusunda olağanüstü yetenekliydi. öteki prenslerle onların önderi gibi konuşuyordu. Küçük kardeşi Manding Bory de onun sürekli yanında ve en iyi arkadaşları arasındaydı.



III. Bölüm


(Sunjata, Niani'ye korku salan canavarı öldürür ve kahraman olur.)

Bu sırada garip bir hayvan, Niani'de ürünlere dadanmıştı. Manding krallığı avcılarıyla ünlüydü ve hemen cesaret ve yeteneklerini göstermek için bu fırsatı kullanmak istediler. Krallığın her yerinden gruplar halinde akın akın Niani'ye gelip bu hayvanı öldürmeye çalıştılar.

Bir hafta geçti, başarılı olan yoktu. İki hafta geçti ve başarılı olan yoktu. Üç hafta geçti, yine başarı yoktu. Dört hafta geçtiğinde hâlâ bu işi başarabilen çıkmamıştı.

Her grup büyük cesaret ve yeteneğini ortaya koydu, ama bu hayvana karşı hepsi çaresiz kaldı. Bu hayvanda, onu öldürmeye yönelen bütün silahları ve gücü geri çeviren ve sahibini öldüren büyü gücü vardı. En keskin oku atan en yetenekli avcı, öldürmek istediği hayvanın saldırısına uğruyor ve kendisi ciddi biçimde yaralanıyordu. Ay sonuna doğru, en büyük avcılar bile, daha fazlasının ellerinden gelmediğine karar verip kendi köylerine döndüler.

Sunjata onlardan çok daha gençti, ama kendisinin yalnız iyi bir avcı değil yetenekli bir büyücü olduğunu da biliyordu. Annesine, "bütün Manding avcılarından daha güçlü olan bu hayvanı öldürebilirsem, belki de Niani halkına Manding Aslanı'nin onların gerçek kralları ve krallığımızı yönetmesi gereken kişi olduğunu kanıtlayabilirim" dedi.


Sogolon Kedju, "bu gerçekten de tam sana göre bir iş" diye yanıtladı. "Babanın, krallığı ele geçirmek isteyen genç birini öldürmeyi gerekli bulduğunu biliyorum. Bu gencin annesinin benim kadar güçlü bir büyücü olduğunu da biliyorum. Oğlunun ölümü nedeniyle bizi cezalandırmak için hayvan şekline girip ürünlerimize dadandığını da biliyorum. Eğer bu hayvanı öldürmek istiyorsan, onu önce insan biçimiyle ele geçirmelisin."

"Onun için Sunjata" diye devam etti annesi, "yiyeceğine ek olarak, senin için sakladığım altın parayı ve iki beyaz kola yemişini sana vereceğim. Bunları av torbana koy, krallık sürüsünden yirmi beş inek al, güneş sabah yolculuğuna başladığında ormana git ve olacakları gör!"

Sunjata, böylece ilk kahramanlık macerası için yola koyuldu. Ormanda oldukça uzaklara gitmiş, güneş, yolculuğunun yarısını tamamlamıştı. Acıktığını, durup bir şeyler yemenin zamanı geldiğini hissetti. Aniden yolun kenarında kör birini gördü.

"Senin için bir şey yapabilir miyim, kör adam?" diye sordu.

"Bana çiğneyecek bir şey verebilir misin?" diye yanıtladı adam. "Dişlerim açlıktan sancıyor! Buradan birkaç avcı geçti, ama kalpleri taş kadar sertti ve hemen seğirtip gittiler."

"Ancak kendi yiyeceğim kadar yemeğim var" diye karşılık verdi Sunjata, "ama ayrıca iki kola yemişim, annemin benim için sakladığı altın param ve bu yirmi beş ineklik sürüm var. Ne istersen alabilirsin. Bazıları şimdi, bazıları sonra seni doyurur!"

"Yalnız seni doyurabilecek yemeğini ve annenin senin için sakladığı altın parayı istemiyorum" dedi yaşlı adam, "ama çiğnemek için iki kola yemişini isterim."

Sunjata av torbasından iki yemişi çıkardı, yaşlı adama verdi, o da onları hemen cebine koydu.

Sonra, "Sen iyi bir prenssin Sunjata, neyin varsa bana teklif ettin" dedi. "Bu kadar cömert olduğun için, ektiğin bu iyilik tohumlarından iyi bir harman kaldıracağın günler gelsin."

"Niani'ye dadanan garip hayvanı aramak için yola düştüğünü biliyorum. Ama karşılaşacağın büyük tehlikeyi biliyor musun? En keskin oku atan en yetenekli avcı, hedefi tutturamayacak ve onu öldürmek isteyenler kendileri Ölümü bulacak."

"Ama hâlâ bu hayvanı bulmak istiyorsan" diye devam etti, "iyiliğin sana şans getirecek. Krallığındaki en cesur ve yetenekli avcıların yapamadığını yapacaksın. Canavarı ele geçireceksin ve o senin yaşamını alamayacak."


Sonra sözlerini şöyle tamamladı: "Başarılı olmak için sonraki köye giden bu yolu izle. Çok yakın değil, ama çok uzak da değil. Güneş evine dönmeye başladığında surlarına varırsın. O zaman yaşlı bir kadını ara. Tarlada çalışıyor, tohumdan kabuğu ayırmak için kırık bir kabak kullanıyor olacak. Yanında da bir odun yığını var. Annenin senin için sakladığı altın parayı ona ver ve seni evine almasını sağla. Başarılı olursan, başına gelecek olanı görürsün!”

Sunjata yoluna devam etti. Yaşlı adamın dediği gibi, güneş evine dönmeye başlarken köyün surlarına ve yaşlı kadının yanına vardı.

Sunjata yaklaşınca, yaşlı kadın onu gördü ve çalışmayı bıraktı. Sonra odunu almak için eğildi ve evine dönmeye hazırlandı. Sunjata altın parayı torbasından çıkardı ve kadının kabağına attı. "Yaşlı kadın, bu parayı al ve yaşamı kendin için biraz daha kolaylaştır" dedi.

Yaşlı kadın ona bakıp, "Kimsin ve niçin buradasın?" diye sordu.

Sunjata kimliğini saklamanın daha iyi olacağına karar verdi ve kendine bir ad ve iş uydurdu: "Köyünüzün pazarında ineklerimi satmaya geldim" diye yanıtladı. "Ama geç kaldım, geceyi geçirecek bir yere ihtiyacım var. Seninle kalabilir miyim?"

"Kulübem küçük ve sana hizmet edecek kimsem yok" dedi yaşlı kadın, "bu yaşta ancak kendime bakabiliyorum."

"Üzülme" dedi Sunjata, "benim ihtiyaçlarım için hiçbir kulübe küçük değildir ve ben sana bakarım!"

Böylece Sunjata geceleyin yaşlı kadınla kaldı. Güneş sabah yolculuğuna başladığında, ineklerinden birini öldürüp etini yaşlı kadına verdi. Sonra günü köyün pazannda geçirdi, satabildiği ineği sattı. İlk günün sonunda, üç inek satmıştı ve geceyi yine yaşlı kadınla geçirdi. İkinci günün sonunda, üç inek daha sattı ve o geceyi de kadınla geçirdi. Üçüncü günün sonunda, üç inek daha sattı ve geceyi yaşlı kadınla geçirdi. Böylece beş gün, dört gece daha, her gün üç inek satıp geceyi yaşlı kadınla geçirerek orada kaldı.

Sekizinci günün akşamı Sunjata köyün pazarından dönünce son ineğini de satmıştı. Yaşlı kadın onu kulübesinin girişinde karşıladı ve tekrar adını sordu. Sunjata ona ilk söylediği adı tekrarladı.

"Bana gerçek adını söylemiyorsun, çünkü beni öldürmek istiyorsun!" diye bağırdı yaşlı kadın. "Senin kim olduğunu biliyorum. Sen Mari Djata'sın, Kral Nare Maghan Kon Fatta'nın, Aslan'ın, Sogolon Kedju, Bufalo Kadın'ın oğlu!"

"Naini'de ürüne dadanan garip hayvanı öldürmek için burada olduğunu da biliyorum!" diye devam etti yaşlı kadın, "bana karşı iyi ve cömert davrandığın için, en güçlü ve yetenekli avcıların yapamadığını yapacaksın. Hayvanı ele geçireceksin ve o senin yaşamını almayacak!"


"Ama başanlı olman için" diye ekledi, "benim sözlerimi dikkatle dinlemeli ve hatasız yerine getirmelisin. Bu pirinci, kömürü, yumurtayı al ve köyüne dön. Güneş ikinci kez evine vardığında, yayını ve çok sayıda okunu, Niani'den sana eşlik etmeye cesareti olan avcıları al ve Manding'in üç gölüne gelene kadar ormanda yürü. Avcılara ağaçlara tırmanmalarını söyle, çünkü gelince bulduğum bütün avcıları öldürürüm."

"Sen beni beklerken güneş uyumuş olacak" dedi yaşlı kadın, "ama doğudan göle su içmeye gelen altı boynuzlu bir hayvan göreceksin. Yayını kaldırma çünkü ben o hayvan olmayacağım. Korkacak bir şey yok. Üç kez bağırdıktan sonra geçip gidecek.

"Güneş hâlâ uykudayken, doğudan göle su içmeye gelen on iki boynuzlu bir hayvan göreceksin. Yayını kaldırma çünkü ben o hayvan olmayacağım. Yine korkacak bir şey yok. Altı kez bağırdıktan sonra geçip gidecek.

"Güneş tam sabah yolculuğuna başlamak üzereyken ayağının altında toprağın sallandığını hissedecek, ormanın düşman savaşçıları geliyormuş gibi inlediğini duyacaksın. Sonra doğudan, on sekiz boynuzlu, alnının ortasında gözü olan kocaman bir hayvanın göle su içmeye geldiğini göreceksin."

"Dokuz kez bağırdıktan sonra yayını kaldırmalısın, çünkü bu hayvan benim! Ben ilk gölden su içerken oklarını atmalısın. Yine korkacak bir şey yok. Ama benim üçüncü gölden su içmemi engelleyemezsen seni öldürürüm!

"İkinci ve üçüncü göl arasında sana saldıracağım. O zaman büyük tehlikedesin. Koca boynuzlu başımı yere eğip sana saldıracağım. Saldırıma hazır olmalı ve kaçma isteğine direnmelisin. Bunun yerine, olduğun yerde kal ve aramızdaki yere pirincimi at. Pirincin düştüğü toprak sık bambuyla kaplanacak.

"Ben bu bambuları geçmeyi başardığımda yine büyük tehlike içinde olacaksın. Yine koca boyunuzlu başımı eğip sana saldıracağım. Yine saldırıma hazır olmalı ve kaçma isteğini yenmelisin. Bunun yerine, olduğun yerde kalmalı ve aramızdaki yere bu kez kömürümü atmalısın. Kömürün düştüğü yerde bir alev sırası oluşacak. Bu ateşin içine yürüyecek, alevleri ağzıma alacak ve sana fırlatacağım. Ama yine olduğun yerde kalmalı ve kaçma isteğine direnmelisin.

"Ateş sırasını geçince, yine büyük tehlikede olacaksın. Yine koca boynuzlu başımı eğip sana saldıracağım. Yine saldırıma hazır olmalı, kaçma isteğine direnmelisin. Bunun yerine, olduğun yerde kalmalı ve aramızdaki yere yumurtamı atmalısın.

Yumurtanın düştüğü yerde büyük bir ırmak oluşacak. Irmağın içine yürüyeceğim, ama güçlü akıntısını geçemeyeceğim. İşte burada öleceğim ve ben ölünce ırmağın suları kaybolacak. Manding avcılarına ağaçlardan inmeyi ve beni gizli bir yere gömmelerini emret."

"öğütlerimi anımsarsan" diye sözlerini tamamladı yaşlı kadın, "her şey yolunda gidecek. Biliyorum, çünkü Naini'de ürünlere dadanan garip hayvan benim. Oğlumun ölümünden baban sorumlu. Ama Naini halkını bu iş nedeniyle yeteri kadar cezalandırdığım için tatmin oldum."

Her şey yaşlı kadının anlattığı gibi oldu. Pirinç, kömür ve yumurta, büyüleri yerine getirdiler, hayvan bambu ve ateşe öfkeyle daldı, ırmağın güçlü akıntıları içinde öldü. Ve Niani avcıları onu içi boş bir ağaca gömdüler.


IV. Bölüm


(Sasuma, Sunjata'dan korkar ve ölmesi için başarısız bir girişimde bulunur. O zaman, Sogolon ailesini kaçırmaya karar verir ve bu, sekiz yıllık bir sürgüne dönüşür. Önce Djeba, sonra Tabon ve sonra Vagabu'ya giderler. Sonunda Mema'ya gelir ve orada kalırlar.)

Sunjata, Manding avcılarını seferden geri getirdiğinde Niani halkı ve öteki Manding köyleri onu kahraman gibi karşılamak için toplandılar. Şimdi Sogolon Kedju ve Manding aslanı dedikleri oğlunu o kadar sayıyorlardı ki Sasuma Berete, oğlunun tahtını ve onunla birlikte kendisinin de iktidarını kaybedeceğinden korktu.

"Niani sarayı avcının yıllar önceki kehanetini anımsayacak ve Mari Djata, Manding kralı olarak gerçek yerini alacak" diye düşündü kendi kendine. "O zaman oğlum Dankarantuma ne olacak? Ve ben ne olacağım? Hızlı hareket etmezsem, ben değil Bufalo Kadın kral anası olacak. Ve bu güce ben değil, o sahip olacak!"

Böylece, örümceğin avını yakalayacağı ağı örmesi gibi, Sasuma Berete yine Manding'in dokuz büyük cadısını çağırdı. Bunlar geceye hükmeden ve karanlık krallıklarında yaşam ve ölüm kilimlerini dokuyan eski ruhlardı.

Sasuma onlara, "Mari Djata ölmeyi hak ediyor" dedi, "onun yaşamasına izin verirseniz, Niani halkına sonsuz felaketler getirecek!"

Bu sözlerine en yaşlı cadı yanıt verdi: "Doğru Sasuma Berete, ölüm ve yaşam herkesin kiliminde ince bir ipten ibaret, ama her olayın bir nedeni vardır. Yılan yalnızca kendisine yaklaşan ayağı sokar ve biz, bizi bir biçimde rahatsız etmedikçe Mari Djata'nın ölümüne neden olamayız."

"Bunu düzenlemek güç olmayacak" dedi Sasuma Berete. "Mari Djata yalnızca kendisini ve annesinin ailesini düşünüyor. Sogolon Kedju'nun bahçesine bir grup yaşlı kadın gibi gidin, birkaç güzel yaprak toplayın. Oğlu bu çalılığı, ihtiyacı olan herkesten sakınıyor! Yaşamının kilimini oluşturan çürük ipi kendiniz fark edeceksiniz. Ruhunda altın veya gümüş ip bulamayacaksınız! İhtiyacınız olan şeyi ondan alın, yaşınıza ve ihtiyacımıza karşın sizi kırbaçlamakta tereddüt etmeyecektir!"

Böylece, güneş evine dönmek üzereyken, Sunjata avdan döndü ve dokuz zavallı yaşlı kadının annesinin sebzelerini çaldığını gördü. Onu görür görmez, kadınlar korkuyla kaçtılar.

"Hoşgeldiniz yaşlılar” diye seslendi Sunjata, "kaçmanıza gerek yok. Bahçemiz ihtiyacı olan herkes için sebze yetiştirir. Gelin, kabaklarınızı ben kendim dolduracağım. Ve ne zaman bir şeye ihtiyacınız olursa gelmeyi unutmayın!'' Sonra Sogolon'un oğlu, dediği gibi de yaptı.

Kabakları dolunca, dokuz cadının en yaşlısı ve güçlüsü Sunjata'ya seslendi: "Mari Djata, Manding Aslanı ve Adaletin oğlu, biz Eski Ruhların annenin sebzelerine ihtiyacı yok. Kralın annesi bizi senin iplerini sınamaya ikna etti. Eğer bizi inandırmak istediği gibi çürük çıksalardı, güçlerimizi sana karşı çevirmiş olacaktın. Ama ruhunun gümüş ve altın iplerle dokunduğunu bizi gösterdin. Bundan sonra seni korumak bizim için zevk olacak!"

Sogolon Kedju bilge bir kadındı. Sunjata'nın Eski Ruhlarla rastlaşmasından kısa süre sonra çocuklarını bir araya topladı ve "Manding'i terk etmekten başka çaremiz yok. Sunjata'ya zarar veremediğini gören Sasuma, gücünü Manding Bory üstünde deneyecektir. Kolonkan ve benim tersime, o gelecek olanı göremez ve geceye hükmeden Eski Ruhları karşılaması gerekir" dedi.

"Bu arada" diye sözlerini tamamladı, "ruhun huzur içinde olsun Sunjata. Bu halkı yönetme zamanın geldiğinde Niani'ye döneceksin, çünkü senin kaderin burada, Manding'de ve elbette olacak olan olacak!"

Sunjata o an için Dankarantuma'nın kendi yerine krallık yapmasına izin vermenin gerekli olduğunu kabul etti. Böylece Sogolon Kedju ailesini alıp sürgüne gitti. Yalnız Balla Fasseke onlara katılmadı. Kral Dankarantuma, Balla'yı özel bir görevle SossoJarın kralı Sumanguru Kante'ye göndermişti. Oysa Sunjata'nın griotuna, kendisine hizmet etmesi için emir verme hakkı yoktu.

Zavallı Dankarantuma! insanlar yaşam karşısında nasıl sabırsız ve kördürler! Tanrı'nın gizemli işlerini anlayamazlar ve kaderin değiştirilemeyeceğini kavrayamazlar. Her olay insanın yaşam kilimine bir düğüm ekler ve kaderlerinden kurtulmak isteyenler, ancak yıkım getirecek olanları yalnızca ertelemekte başarılı olabilirler!

Sogolon Kedju ailesiyle birlikte Niani'yi terk edince, konuk prensler kendi evlerine döndüler. Ama uzaklık ve zaman, yüreklere sevdiklerini unutturmaz. Fran Kamara, Kamandjan ve Sunjata, Niani'de geçirdikleri yılları anımsayacak ve birbirlerine bağlı arkadaşlar olarak kalacaklardı.

Yedi yıl süreyle Sogolon Kedju ve ailesi, geçimleri için başkalarının iyilikleri ve cömertliklerine güvenmek zorunda olan gezginlerin yaşamını yaşadı. O dönemde yabancılar kutsal sayılırdı ve dolayısıyla Bufalo Kadın'la ailesi, konukseverlikle karşılandılar. Ama kaçınılmaz olarak yola düşmeleri gereken zaman geliyordu.

Aile önce Djedeba'ya sığındı; Niani'den iki günlük yolda olan, Nijer kıyısındaki büyük köye. Aile burada iki ay kralın konuğu oldu ve çoğu yabancıya uygulanan gelenek olarak kral Sunjata'yı yanına çağırdı ve "vori" adlı oyunda ona rakip olarak meydan okudu. Kralın büyük bir büyücü olduğu biliniyordu ve gücünü bu oyundan alıyordu.

"Mari Djata" dedi kral, "oynadığım oyunun kurallarını iyice anladığına emin olmak isterim. Eğer kazanırsam, daima kazanırım, seni öldüreceğim! İşte bu nedenle ölüm Kralı olarak tanınırım."

"Kazanırsam benim elime ne geçecek?" diye sordu Sunjata. Cesareti kralı şaşırtmıştı, ama Sunjata Önünde büyük bir kaderin kendisini beklediğini biliyordu, bu nedenle Djedeba kralından korkusu yoktu.

"Ne istersen alabilirsin" dedi kral. "Ama böyle bir şey umma, çünkü bu oyunda beni kimse yenemez!"

"O zaman duvarında asılı olan harika kılıcı istiyorum" dedi Sunjata tereddütsüz.

Böylece kral ve Sunjata kralın oyununu oynadılar ve Sunjata kazandı. Kazananın daima yalnızca kral tarafından bilinen gizli bilgileri bilmesi gerekirdi ve kralın, Sunjata'nın bu oyunun gizlerini Manding Bory'den öğrendiğinden haberi yoktu.

Sasuma Berete ise, hâlâ Sogolon Kedju'nun oğlunu tuzağa düşüreceğini umduğu ağları örmeye devam ediyordu. Djedeba kralına, konuğu olduğunu bildiği Sunjata'yı öldürmesi karşılığında çok fazla altın vaat etmişti. Kral onurdan çok zenginliği seviyordu. Sunjata ile vori oyununu oynamaya karar vermişti, çünkü Sunjata'yı öldürüp altını kazanmanın kolay yoluydu. Ama kızının, Sunjata'nın kardeşi Manding Bory'i sevdiği ve babasının haince planını ona açıklayacağı hiç aklına gelmedi.

Kral, Sunjata'nın sırlarını bilmesine ve oyunu kazanmasına çok öfkelendi ve ona söz verdiği kılıcı vermeyi reddetti. Dahası, kral Sogolon Kedju ve ailesine hemen ülkesini terk etmelerini söyledi.

Ayrılırlarken Sunjata krala, "kaldığımız sürece gördüğümüz konukseverlik için teşekkür ederiz. Bizi Djedeba'dan çıkarmayı seçtin. Ama zamanı gelince buraya kendi bildiğim gibi geleceğimi de bil!" dedi.

Sogolon Kedju ve ailesi, Nijer Irmağı'nı terk ettiler ve batıya, dağlara, Tabon krallığının tahkim edilmiş başkentine yöneldiler. Burası Fran Kamara'nin, Niani'de geçirdikleri yıllar sırasında Sunjata'nın en iyi arkadaşlarından biri olan prensin ülkesiydi. Fakat oğlunun Sunjata ile çok iyi arkadaş olmasına karşın yaşlı kral, Sogolon Kedju ve çocuklarına konukseverlik göstermekten korktu, çünkü dostluğuna gereksinim duyduğu Kral Dankarantuma ve annesini kızdırmaktan korkuyordu. Dolayısıyla Tabon kralı aileye, Soninkelerin ülkesi Vagadu krallığının başkentine doğru yola çıkmakta olan tüccar kervanına katılmayı öğütledi.

Tabon, küçük Niani köyünden çok daha büyük ve etkileyiciydi; kervan yola çıkmadan önce Fran Kamara, Sunjata'ya büyük demir kapılar, surlar ve krallık silahları dahil, görülecek yerleri gezdirdi.

Sunjata "seni özleyeceğim Fran Kamara" dedi arkadaşına, "ama bir gün, sen ve ben büyüdüğümüzde, krallığımı almak için döneceğim. Ve Manding'e geri dönerken, Tabon'a uğrayacağım ki bana katılasın. Benim arkadaşım olduğun gibi baş kumandanım da olacaksın ve birlikte birçok krallığı fethedeceğiz."

Vagadu yolculuğunda uzun günler çabuk geçti, çünkü tüccarlar Sunjata'ya o zamanın en büyük kralı Sumanguru Kante, Sosso'nun büyücü kralı hakkında bütün bildiklerini anlattılar. Çok zengin, olağanüstü güçlü ve inanılmaz derecede zalim biri olarak tanınıyordu. Sunjata özellikle ilgileniyordu, çünkü Dankarantuma, griotu Balla Fasseke'yi Sumanguru'nun sarayına göndermişti.

Sunjata bütün yaşamını Niani köyünde geçirmişti ve Vagadu'nun Tabon'dan da gösterişli olduğunu gördü. Bu şehir bir zamanlar Büyük İskender'in soyundan gelen kişilerce yönetilmişti. Şimdi büyük surlarla korunmaktaydı. Ama içerdeki birçok caminin minaresi, surların yüksekliğine karşın görünmekteydi. Dar sokakların çoğu Sahra'dan gelen Berberi tüccarların develeriyle doluydu. Sunjata, Vagadu kralının etkileyici bir sarayda yaşadığını görünce şaşırmadı.

Bu kral, Sogolun Kudju ve ailesini çok sıcak karşıladı. "Vagadu'yu yeni eviniz sayın" dedi onlara. "Manding ve Vagadu krallıkları çok eskilerden beri dost olmuştur. Hatta bir zamanlar hepimiz sizin güzel dilinizi konuşurduk. Bugün Mande dilini konuşabilen çok az kişi kaldı ama çoğu hâlâ anlayabilir."

Kral, sözleri kadar iyiydi. Sogolon Kedju ve çocuklarına kral ailesinin bir parçasıymış gibi davrandı. Bu zaman içinde Sunjata'nın görülmedik toplumsal ve siyasal yetenekleri, krala "bir gün Mari Djata'nın büyük bir kral olacağı belli" dedirtti; "herkesi anımsıyor ve ötekilere, itaat etmeye ikna eder biçimde emrediyor."

Ne yazık ki, Sogolon Kedju ve ailesi Vagadu'da ancak bir yıl kalabildiler, çünkü Sogolon Kedju çok hasta oldu. Nijer kıyısında bir köye dönerlerse iyileşeceğini düşünerek kral aileyi kuzeni Kral Tunkara'ya, büyük krallığının başkenti Mema'ya gönderdi.

Sogolon Kedju ve ailesi kente geldiklerinde, önce kralın kız kardeşi tarafından çok iyi karşılandılar ve kız hemen Sogolonla arkadaş oldu. Burada çok kimse Mande dilini konuşuyordu ve çocuklar da Sogolon da rahat ettiler.

Kral Tunkara, askeri seferinden dönünce büyük bir savaşçı olduğu anlaşıldı. Sunjata on beşine gelince bu seferlerden birine katılmaya davet edildi. Savaşçı kral ve süvarileri genç adamın savaşta gösterdiği cesaret, kendine güven ve kuvvet karşısında şaşırdılar. Becerisi olmamasına karşın Sunjata, düşmanın korku içinde kaçmasını sağladı.

Birçok savaşçı, arkadaşına "bu genç adam büyük bir kral olacak!" dedi.

Kral Tunkara da Sunjata'yı kucakladı ve neşe içinde "Mari Djata, seni bana muhakkak ki Kader gönderdi. Seni büyük bir savaşçı olarak yetiştirmek benim için zevk olacak" dedi.

Böylece, varisi olmayan Kral Tunkara, Sunjata'yı yanına aldı, onu kendi oğlu gibi yetiştirdi. Sunjata, önce savaşçı krallar arasında, sonra Mema halkı arasında ve sonra da Mema'nın düşmanları arasında olağanüstü ün kazanarak onun çabalarını boşa çıkartmadı.

Savaşçı kral ve halkı çok neşelenmişlerdi, çünkü artık gelecekte Sunjata'nın kralları olacağını düşünüyorlardı. Savaşın yerini barış alacak, krallıkları Manding krallığını da içine alacak biçimde genişleyecekti. Eski düşmanları olan daha zayıf krallıkları tehdit etmeye başlamışlardı bile.

Sunjata on sekiz yaşına gelince Kral Tunkara onu kendi yokluğunda yerine bırakmaya başladı. Manding'in aslan yavrusu, olgun bir aslan olmuştu! Boyu ağaç kadar uzamıştı. O kadar güçlüydü ki, altın yayını ondan başka gerebilen yoktu. Dert ve deneyimleri onu becerikli ve bilge yapmıştı. Mema halkı onu seviyor ve sayıyor, düşmanları ondan korkuyordu. Mema krallığında yaşayanlar geleceği görebiliyorlar, Sunjata'nın becerilerinin Büyük İskender'i gölgede bırakacağını anlıyorlardı.

Böylece bir gün geldi Sogolon Kedju oğluna: "Mari Djata, kendi Manding krallığında kaderini yaşamanın zamanı geldi" dedi. "Becerikli olduğun kadar sabırlı da olmalısın, ama olacak olan olacaktır!"

Bu sırada Sosso kralı Sumanguru Kante, o kadar fazla krallığı ele geçirmişti ki, Sunjata'nın Manding'de hak iddia etmek için sonunda onunla karşılaşması gerekeceği ortaya çıkmaya başlamıştı.



V. Bölüm


(Bu sırada Sumanguru Kante, batı krallıklarında bildiğini yapmaktadır ve Balla Fasseke ile Nam Triban, bu büyücü kralı yenmek için Sunjata'ya yardım etmeye hazırlanırlar.)

Sumanguru Kante bir Soninke savaşcının oğluydu ve demiri ilk kez köz haline getirip silah yapan demirci kastının da üyesiydi. Büyücü kral, çok eskiden, doğaüstü olaylar hakkında bilgisi olan bir Müslümana başvurmuştu. Kendisine söylenenler şunlardı:

"Sumanguru Kante, kırk gün süreyle insanların dünyasını terk ettim. Ruhların dünyasında yaşadım ve orada gökyüzünü ve yeryüzünü oluşturan yedi tabakayı gördüm. Gecenin karanlığında, dipsiz bir sudaki evinden kara bir yaratık geldi. İnsan biçimiyle yanımda dikildi ve bana birçok şey anlattı.

Sumanguru Kante, akşam güneşinde bütün krallıklar içinde en güçlü yönetici olacaksın. Ama aynı zamanda yalnızca kendinin yenilmez olduğuna inanacaksın ve başka herkesi küçük göreceksin. Köklerini sökecek büyük fırtınayı göremeyen ve gururla rüzgâra direndiğinde, şiddetli rüzgârların kendisini nasıl devirdiğini gören ulu bir ağaç gibi olacaksın. Arkanda Sosso mızraklıları, dokuz kralı yenip öldüreceksin. Bunları başaracaksın ve bunların zevkini çıkarmak halen elindeyken zevkini çıkarmaya bak."

Sonra kâhin şunları ekledi: "Övgü Allah'adır! Tanrı kendi suretinde, hiç kimsenin yenemeyeceği bir kral hazırlıyor. Sumanguru Kante, bu çocuk doğmadan, neden zevk alıyorsan onları yapmaya bak. Çünkü senin gücün onun güneşi karşısında bir su damlası gibi kalacak!"

"Sumanguru Kante, istersen sözlerime inanma!" diye bitirdi kâhin, "ama onları sınayabilirsin. Sarayına dön, iki beyaz horoz al, onları işaretle. Birine kendi adını ver ve bacaklarından birine saf altından bir bant tak. Sonra doğacak olan, adını bilmediğin çocuk-kralın horozunu al, bacaklarından birine saf gümüşten bant tak. Öğütlediğim gibi yaptığında, sarayının bir yerinde bu horozları dövüştür ve hangisinin kazandığını gör."

Sumanguru Kante sarayına döndü ve iki horoz getirtip işaretledi ve dövüştürdü. Gümüş bantlı horozun altın bantlıyı öldürmesine karşın büyücü kral, aptallığıyla kâhinin sözlerini unuttu.

Ama büyücü yetenekleri kadar, silah yapımındaki ve kullanımındaki ustalıklarıyla, Sumanguru Kante'nin büyük demirciler ordusunun, düşmanlarını yenmesi zor olmadı. Sosso'nun mızrakçıları her yerde korku salmaya başladılar. Ve Sumanguru Kante akşam güneşinde bütün krallıklar içinde en güçlü yönetici oldu.

Sumanguru Kante'nin başkenti Sosso'yu oluşturan köyler topluluğunun, güneşe doğru yükselen yedi katlı kulesi olan kral sarayı dahil, en azından yüz seksen sekiz tahkim edilmiş sarayı koruyan iç içe üç kale içine alınması kararlaştırıldı. Kente giriş koca bir demir kapıyla denetleniyordu. Dolayısıyla başkente, Görkemli Sosso denmesinde şaşılacak bir yan yoktu. Sosso, fetişizmin kalesi ve Allah'ın düşmanıydı.

Sumanguru Kante'ye genellikle Dokunulmaz Sumanguru denirdi; çünkü kulesinin tepesindeki gizli odasında topladığı fetişler arasında yaşıyordu. Büyücü kral kendisini altmış dokuz biçime sokabilirdi. Fetişlerinin doğaüstü güçleri bütün krallara korku salıyor, Sumanguru'yla savaşmaya cesaret edenlere diz çökertiyordu. Böylece kimse Sumanguru Kante'nin gücünü ölçemiyor, kimse onu yenmenin yolunu bulamıyordu.

Böylece Sumanguru Kante yenilmez olduğuna inanmaya başladı, herkesi küçük görür oldu. Gerçekten de köklerini sökecek büyük fırtınayı göremeyen ve gururla rüzgâra direndiğinde şiddetli rüzgârların kendisini nasıl devirdiğini gören ulu bir ağaç gibi oldu. Arkasında Sosso mızrakçıları, dokuz kralı yenmiş ve öldürmüşlerdi. Şimdi Vagadu kralığını ve son üç yıldır da Manding krallığını yönetiyordu. Kızları evlenmeden kaçıran, Sosso sokaklarında yaşlıları kırbaçlatan şeytan kral olarak ün salmıştı. Ve halkına savaştan başka bir şey getirmiyordu.

Sasuma Berete'nin oğlu Dankarantuma'nin Manding krallığını Sumanguru Kante'ye teslim etmesinden önce, Dankarantuma büyücü kralı yatıştırmak ve korktuğu bu kralla bağlaşma yapmak istemişti. Kızkardeşi Nana Triban'ı bu amaçla, onun isteğine karşın, karısı olması için Sosso'ya gönderdi. Mutsuz kızın şansına, Sunjata'nın griotu Balla Fasseke onunla birlikteydi. Sumanguru Kante'nin büyük büyü gücünün kaynağını bulmak ve sonunda şeytan kralı devirmek için bir plan tasarladılar.

Nana önce Sumanguru'nun gözdesi olmayı başardı. Sonra onun en iyi arkadaşı oldu. Ancak istediğini ona vermeden onun karısı olmayı kabul etmiyordu.

Nana, Sunjata'dan annesi Sasuma Berete kadar nefret ediyormuş gibi yaparak Sumanguru'ya "Sana geldim, çünkü senin karın olmak istiyorum. Mari Djata bunu biliyor, çünkü benim için seçtiği erkek olan senin yeğenin Fakoli Koroma ile evlenmeyi reddettiğimde bunu ona söyledim. Ona ancak kendi seçtiğim erkekle evleneceğimi ve senin benim için bin Fakoli değerinde olduğunu söyledim. Mari Djata'nın senin düşmanın olmasının gerçek nedeni bu."

"Senin karın olmak istediğim için" diye devam etti Nana Triban, "kardeşimin sırlarını sana açıklayacağım. Ve sana söylediklerim ikiniz arasında çıkması kaçınılmaz olan savaşı kazanmanda sana yardımcı olacak."

"Seninle bugün evlenmeye hazırım!" diye bağırdı Sumanguru Kante. "Senin gibi kadın görmedim. Gerçekten muhteşemsin!"

"Ama yalnızca yapmak istediklerimi duydun" dedi Nana Triban. "Şimdi senden benim için yapmanı istediklerimi dinlemelisin. Sen ve ben bir araya geldik, çünkü bunu kendimiz istedik. Kimse bizim adımıza karar vermedi. Dolayısıyla, evlenmeden Önce birbirimizin sırlarını bilmemiz, tabularını açıklamamız doğru olur."

"Senin gücün bütün kralların dizinin bağını çözüyor ve karşında devriliyorlar" dedi Nana Triban. "Gözlerinin bakışı, başkalarının korkuyla yüzlerini çevirmelerine neden oluyor. Kolun on savaşçının kolu kadar güçlü. Bu gücü sana neyin verdiğini bilmeliyim, böylece sana güçlü olmanda yardımcı olabilirim. Ve sana neyin zarar verebildiğini bilmeliyim ki, seni zararlardan koruyabileyim."

Sumanguru Kante, "Ben seninim!" diye bağırdı. "Kimseye söylemediklerimi sana söyleyeceğim. Oklar ve mızraklar beni öldüremez. Büyünün bile beni öldürme gücü yoktur. Gücümün gerçek kaynağı, gizli kutsal odamda bulunan atalarımın fetişlerinden gelir. Bu fetişlere taparım, çünkü bana on savaşçının gücünü veren ve beni zarar görmekten koruyan onlardır."

"Atalarım, beni öldürebilen tek şey bana dokunmadıkça, kendi güçlerinin benim olmasına karar verdiler. Yalnızca bir yaşındaki beyaz horozun bacağındaki keskin mahmuz alınıp saf altın ve gümüş tozuyla doldurulursa ondan korkarım. Böyle bir mahmuz gövdeme dokunursa atalarım güçlerini ve korumalarını benden alacaklar. Fetişlerim artık beni yenilmez yapmayacak ve muhakkak ki öleceğim!"

"Şimdi benim olacak mısın?" diye sordu şeytan kral. "Elbette" diye yanıtladı Nana Triban. Sırrı, Balla Fasseke ve onun aracılığıyla Sunjata'ya öğreteceği zamanı bekleyerek gülümsedi.

Bu sırada savaş bulutları, nemli orman toprağında zehirli mantarların bittiği gibi toplanmaya başlamıştı. Sumanguru Kante'nin Nana'ya duyduğu aşk, yeğeni ve başkumandanı Fakoli Koroma'nın karısını almasını engellememişti. Fakoli amcasına savaş açtı ve birçok kralı kendisini desteklemeleri için cesaretlendirdi.

Manding kralı Dankarantuma bunların arasındaydı. Artık Sumanguru Kante'yi memnun etmeye çalışmaktan vazgeçmişti ve savaşçılarını toplayıp Fakoli Koroma'ya katılmak için yürüyüşe geçti. Ama Sumanguru, o Fakoli'ye ulaşamadan üstüne saldırdı. Ve hiçbir zaman aslan yürekli olmamış olan Dankarantuma korkup, tavşan gibi büyücü kraldan ve kendi krallığından kaçtı. Gine ormanlarına sığındı ve "güvenli yer" adlı bir köy kurdu.

İktidara ve güce sahip olan bu kralın cesarete sahip olmadığı açıktı. Öteki kralların ise cesaretleri vardı, ama güçleri yoktu. Ve hem cesarete hem güce sahip kral hâlâ Mema'daydı. Böylece onu durduracak kimse olmayınca, Sumanguru Kante, Niani'yi yakıp kendisini Manding kralı ilan etti.

Gelecekte olacakları görebilenler, Niani halkına, krallıklarının "iki adı olan" gerçek kralları tarafından yeniden kurulacağını söylediler. Elbette o Kral Nare Maghan Kon Fatta'nın, Aslan'ın ve Sogolon Kedju, Bufalo Kadın'ın oğluydu, ama kimse yedi yıldır Sogolon'un ailesinden haber alabilmiş değildi. Manding kâhinleri, Kral Nare Maghan'ın sarayının eski adamlarına, tüccar kılığına girip yerli eşyalarını satarak Nijer ırmağı boyunca pazarları aramalarını öğütlediler. Bu kasabalardan biri de Mema'ydı.

Bu sırada, Dankarantuma'nın kaçması ve Manding krallığını fethetmesinden sonra bile Sumanguru Kante, Balla Fasseke' yi Sosso'daki sarayında tutuyordu. Balla, Sumanguru'nun olmadığı bir gün, onun büyük büyü gücünün kaynağını keşfetmek ve şeytan kralı sonunda mahvetmek için üstüne düşeni yapmasının zamanı geldiğine karar verdi. Bunun için kralın kulesinin yedinci katındaki gizli odasını araştırması gerekiyordu. Kendisi de büyücü olan Balla, şeytan krala gücünü veren fetişlerle karşılaşma cesaretini kendinde buluyor ve gerekirse bu fetişleri yatıştırabileceğine güveniyordu.

Ancak Balla Fasseke, odanın kapısında durduğunda görecekleri karşısında oldukça hazırlıksızdı. Çevresine bakınca Sumanguru Kante'nin odada insan derisinden yapılmış entari ve terliklerle oturduğunu anladı. Odanın ortasında insan derisi üstüne oturmak da anlaşılan adetiydi. Duvarlarda başka insan derileri asılıydı.

Odanın bir başka yerinde Balla Fasseke dokuz insan başı gördü, bunlar Sumanguru Kante'nin öldürdüğü kralların kafatasları olmalıydı. Fetişler gibi, içinde dans eden bir yılanın bulunduğu su dolu bir kavanozun çevresine dizilmişlerdi. Sumanguru'nun olduğu anlaşılan yatağın üstündeki tünekte üç baykuş uyuyordu. Girişten itibaren, üç ağızlı bıçaklar gibi tuhaf silahlar duvarları süslüyordu.

Balla Fasseke sonunda, girişin sağında, olağandışı büyüklükte bir balafon gördü. Griot, müziği çok sevdiğinden hemen oturup aleti çaldı. Çaldığında nasıl büyülü güçler içerdiğini gördü! Üç baykuş onun ritmiyle başlarını sallıyordu. Yılan sakinleşti ve kavanozunda huzur içinde müziği dinledi. Ve kafatasları, canlanmış gibi ete ve kana büründü. Griot aleti çaldıkça, seçtiği müzikle, şeytan kralın fetişlerinin davranışlarını yönlendirebildiğini gördü.

Ancak Balla Fasseke, Sumanguru Kante'nin nerede olursa olsun balafonunun müziğini duyabildiğini bilmiyordu. Dolayısıyla Balla çalmaya başlar başlamaz, şeytan kral birinin gizli odasına girdiğini anladı. Hemen sarayına döndü, özel odasına girdi. Balla Fasseke hâlâ çalıyordu. Griot müziği kesmeden krala baktı, melodileri değiştirdi ve Sumanguru Kante'nin başarılarını ve yeteneklerini öven bir şarkı çalmaya başladı.

Şeytan kralın öfkesi Balla'nın şarkısıyla yatıştı. Şarkı bitince Sumanguru Kante, "Balla Fasseke, senin şarkılarınla beni övmen kadar beni memnun eden bir şey olamaz. Bugünden sonra, Sosso'da kal ve benim griotum ol! Bir daha Niani'yi göremeyeceksin" dedi.

Ve böylece, başka nedenle değilse bile bu nedenle, Sumanguru Kante ve Mari Djata büyük düşman oldular. Ama Balla Fasseke Sumanguru'nun sözlerini duyunca gülümsedi, çünkü artık kaderinin Sosso'da kalmak olmadığını biliyordu. Griot, büyücü kralın fetişlerinin gücünü denetlemenin yolunu keşfetmişti. "Olacak olan olacak!" diye söylendi kendi kendine, "ve Nana Triban'la benim Sosso'yu terk etme günümüz geldiğinde, nasıl kaçacağımızı biliyorum!"


VI. Bölüm


(Sunjata, Manding kralı olmak için Mema'dan ayrılır. Yolculuğu sırasında Vagadu’ya, sonra Sumanguru'yla ilk kez savaşacağı yer olan Tabon'a uğrar. Sunjata'nın zaferi Balla Fassekeve Nam Triban'ın Sibi'de ordulara katılmalarını sağlar.)


Bu sırada Niani soyluları iki aydır hiçbir başarı elde edemeden Sogolon Kedju ile ailesini arıyorlardı. Sunjata'nın kız kardeşi Kolonkan, bir gün onları Mema pazarında Niani'de yetişen sebzeleri satarken gördü. Çanakları ilgisini çekmişti ve sohbetleri onları Sunjata'ya götürdü.

Sunjata on sekiz yaşındaydı ve bir aslanın cesaretine, bufalonun gücüne sahipti. Gözleri parlıyor, sözleri emrediyor, kolu başarıyordu. Niani soyluları, Manding krallığının böyle güçlü bir yöneticiye sahip olacak olmasından etkilenmişler ve sevinmişlerdi.

Arama grubunun önderi, "Mari Djata, Manding kralı" diye başladı söze, "babanın krallığı senin dönüşünü özlüyor. Sumanguru Kante'nin elinden yıkım ve ölüm gördük; birçok cesur insan savaşmaya devam ediyorsa da kazanılmayacak bir savaşı sürdürüyorlar. Gelecekte olanları görebilenler bize, yeryüzünde yürüyenler içinde ancak senin Sumanguru Kante' yi yenebileceğini söylediler, burada Mema krallığında iyi bir yaşam sürdüğünü biliyoruz, fakat senin Kaderin Manding krallığında. Gelecek misin?"

"Ben hazırım" dedi Mari Djata, Manding Aslanı. "Güneş sabah yolculuğuna başladığında, biz de yola çıkacağız."

Sonra Kral Tunkara'ya gitti ve "Kralım, baba gibi beni kolladın ve bana savaşmayı ve yönetmeyi öğrettin. Şimdi senden ayrılma zamanım geldi, çünkü Niani'ye dönüp babamın krallığını yönetmeliyim. Ben ve ailem için yaptıklarını unutmayacağım" dedi.

Kral Tunkara, Sunjata'nın dediklerini dinledi, ama evlatlığına ve varisine kendi tahtını vermekte acelesi yoktu. Sogolon Kedju ani bir hastalıkla ölmüştü ve savaşçı kral bencilce onun mezarıyla Sunjata'yı Mema'ya bağlamak istiyordu. Bir kral ne kadar yüreğini ve tahtını verse, bir başka kralın oğlunun hiçbir zaman kendi oğlu olamayacağını kabul etmekte zorlanıyordu.

Zavallı Tunkara! İnsanlar yaşam karşısında çok sabırsız ve kördür! Tanrı'nın gizemli işlerini anlayamazlar ve kaderin değiştirilemeyeceğini kavrayamazlar. Her olay insanın yaşam kilimine bir düğüm ekler ve kaderlerinden kurtulmak isteyenler, ancak yıkım getirecek olanları, yalnızca ertelemekte başarılı olabilirler!

Fakat Tunkara'nın bilge bir danışmanı vardı, ona "Kralım! Olacak olan olacak! Yüreğindeki acıya katlanıp geleceği kesin olan zamanı düşünmen en iyisi. Manding kralı, Mema kralının güçlü bir bağlaşığı olacak!" dedi.

Böylece Kral Tunkara kaderine razı geldi ve Sunjata'nın gitmesine izin vererek kraliyet ordusunun yarısını da yanına kattı. Kardeşi Manding Bory de yanında, Sunjata önce Vagadu'ya uğradı. Kral ona süvarilerinin yarısını ve ünlü okçularını verdi.

Sonra, şimdi Tabon kralı olan Fran Kamara'ya verdiği sözü anımsayan Sunjata dağ kalesine doğru gitti. Yolculuk sırasında, onlar gibi dünyayı batıdan doğuya aşmış olan Büyük İskender' in öykülerini dinlediler. Manding Aslanı kendisinin de öyle büyük güç, zenginlik ve ün kazanacağını umuyordu.

Sumanguru Kante, büyücü kral, Sunjata'nın nerede olduğunu bilme gücüne sahipti ve Aslan Kralın Tabon'a ulaşmasını engellemeyi kararlaştırdı. Oğluna bir ordu alıp tek olası yolu, vadiyi tutmasını emretti.

Ama Sosso mızrakçılarından bir ordu Sunjata'yı engelleyemezdi! Aslan Kral, yıldırımdan hızlı, gökgürültüsünden ürkütücü ve selden daha bilinemez hareket ederek, düşmanına aslanın koyun sürüsüne saldırdığı gibi saldırdı. Çok geçmeden toprak Sosso kanıyla sulandı. Birçok savaşçı Sunjata'nın atlarının nalları altında ölümle buluştu, ötekiler, olgun meyvenin dalından düşmesi gibi kılıcı karşısında başlarını yitirdiler. Sumanguru Kante'nin oğlu ve mızrakçıları korkuya kapıldılar ve Sosso'ya doğru kaçtılar.

O sırada "Korku Salan Tabonlu" olarak anılmakta olan Fran Kamara, arkadaşının zaferini kutlamak için tam zamanında yetişti. Büyük bir savaşçı kral olmuştu. Yetenekli ve korkusuz demircilerden oluşan bir ordusu vardı; çoğu okçuluktaki yetenekleriyle ün salmıştı. Fran Kamara'nın demir kılıcının bir darbesiyle on savaşçının başını ikiye ayırdığını herkes biliyordu.

"Mari Djata, sevgili arkadaşım" dedi Tabon kralı, "ben ve ordum ermindeyiz. Birlikte Sumanguru Kante'yi yeneceğiz veya öleceğiz!''

Böylece Manding Aslanı, Mema, Vagadu ve Tabon ordularının kumandanı oldu.

Sumanguru'nun oğlu Sosso'ya dönünce, babasına "Sunjata aslandan daha güçlü. Hiç kimse onu yenemez!" dedi.

Bu sözler Sumanguru Kante'ye birden eski bir kehaneti anımsattı; genç bir kral çıkıp onu yenene kadar iktidarda kalacaktı. Bu aptallığa nasıl güldüğünü anımsadı. Ama şimdi kâhinin birçok sözünün doğru çıkmakta olduğunu görüyordu. Dolayısıyla, doğaüstü olaylar hakkında bilgisi olan bir Müslümana danışmanın zamanı olduğuna karar verdi. Ona söylenenler şunlardı:

"Sumanguru Kante, akşam güneşinde krallıklar içinde en güçlü kral oldun! Fakat yenilmez olduğuna inanarak başkalarını küçük gördün. Köklerini sökecek büyük fırtınayı göremeyen ve gururla rüzgâra direndiğinde şiddetli rüzgârların kendisini nasıl devirdiğini gören ulu bir ağaç gibisin. Arkanda Sosso mızraklıları, dokuz kralı yenip öldürdün bile. Şimdi Vagadu krallığını yönetiyorsun ve geçen üç yıl boyunca Manding krallığını da yönettin. Başardıklarının zevkini çıkarmaya bak Sumanguru Kante, hâlâ zevkini çıkarmak dindeyken."

Kâhin devam etti: "Kırk günlüğüne insanların dünyasını terk ettim. Ruhlar dünyasında yaşadım, gökyüzünün yedi katını, yeryüzünün yedi katını gördüm. Karanlıkta, bildik bir ruh yanıma geldi ve insan biçimiyle dikildi. Bana Allah'ın gücünü bilmeyen bir kral var dedi ve {övgü Allah'adır!) Tanrı kendi suretinde, hiçbir şeyin zarar veremeyeceği bir kral yarattı. Hiç kimse Tanrı'nın isteğini değiştiremez. Sana göre Sumanguru Kante, bu kral bir çocuk, ama onun güneşinin güçlü ışığında senin gücün bir su damlası gibi kalacak."

"Sumanguru Kante, istersen sözlerime inanma!" diye sözlerini tamamladı kâhin. "Ama onları sınayabilirsin. Sarayına dön, iki beyaz koç al, onları işaretle. Birine kendi adını ver ve bacaklarından birine saf altından bir bant tak. Sonra korktuğun, adını bilmediğin çocuk-kralın koçunu al, bacaklarından birine saf gümüşten bant tak. Öğütlediğim gibi yaptığında, sarayının bir yerinde bu koçları dövüştür ve ne olduğunu gör. Çünkü bu çocuk-krala dokunursan, öteki koç senin koçuna ne yaptıysa o da sana onu yapacak."

Sumanguru Kante sarayına döndü ve iki koç getirtip işaretledi ve dövüştürdü. Gümüş bantlı koç altın bantlıyı öldürünce, Sumnaguru Kante Sunjata'nın bu kehanetlerdeki çocuk-kral ve büyük düşmanı olduğunu anladı. Sosso mızrakçılarından oluşan koca ordusunu topladı ve Tabon'da Manding Aslanı'nı yenmeye karar verdi.

Büyücü kral, tepenin üstünden Sunjata'nın savaş stratejisini izledi. Aslan Kralın, Memalı Müslüman kıyafeti içinde Tunkara'nın iyi eğitimli süvarileriyle düşmana aniden saldırıp şaşırtmaya hazırlandığını gördü. Bu sırada Vagadu ve Tabon okçuları, Fran Kamara emrinde, arkayı koruyacak ve beklenmedik saldırıları karşılayacaklardı.

Sumanguru Kante, gözlerini Sunjata'nın Müslüman giysisinden ayırmadan savaşa girdi. Sunjata onu görür görmez yaklaştı ve mızrağını düşmanının göğsüne fırlattı. Ama mızrak kayaya çarpmış gibi geri tepti. Sunjata ok attı, ama Sumanguru Kante oku yakaladı ve geri fırlattı. Mızrak elde, Aslan Kral bir kez daha atıldı, ama büyücü aniden yok oldu. Sumnaguru Kante'nin tepelerden birinin üstünde savaş alanını İzlediğini fark eden Manding Bory oldu.

Daha sonra, güneş uyuduğunda, Sumanguru Kante savaşçılarını topladı ve Sunjata'nın kuvvetlerine beklenmedik bir saldırı yapmaya niyetlendi. Başlangıçta büyücü kral başarılı olacak gibi görünüyordu, ama birleşik ordular çok geçmeden toparlanıp karşı saldırıya geçtiler. Bir kez daha Sosso mızrakçıları Sunjata'yı yıldıramamıştı! Yıldırımdan hızlı, gök gürültüsünden daha korkutucu ve selden daha bilinmedik biçimde hareket eden Aslan Kral, düşmanına koyun sürüsüne saldıran aslan gibi saldırmıştı. Çok geçmeden toprak Sosso kanıyla sulandı. Birçok savaşçı Sunjata'nın atlarının nalları altında Ölümle buluştu, ötekiler, olgun ıneyvanın dalından düşmesi gibi kılıcı karşısında başlarını yitirdiler. Büyücü kral ve mızrakçıları korkuya kapılıp Sosso'ya doğru kaçtılar.

Sunjata, Sumanguru Kante hakkında duyduklarına inanamamıştı, ama şimdi öldürülemeyen ve istediği gibi görünüp yok olan bir düşmanla karşı karşıya olduğunu biliyordu.

"Böyle bir düşmana karşı hangi silahı kullanabilirim?" diye Sunjata kendi kendine sordu. "Onu yenebilmek için, onu koruyan gücü yok etmeliyim. Ve nasıl olursa olsun, bu gücün ne olduğunu bulmalıyım!"

Güneşin sabah yolculuğuna başlamadan önce ışınlarını ortaya salması gibi, Sunjata'nın ünü de dağları aşmış ve Nijer ovalarına yayılmıştı. Manding Aslanı, Sibi krallığına vardığında, çocukluğunda yakın arkadaşı, Fran Kamara'nın kuzeni ve şimdi Sibi kralı olan Kamandjan onu sevgiyle karşıladı.

"Mari Djata, sevgili arkadaşım" dedi Sibi kralı, "ben ve ordum emrindeyiz. Birlikte ya Sumanguru Kante'yi yeneceğiz veya öleceğiz!"

Böylece Sunjata, Mema, Vagadu, Tabon ve Sibi ordularından oluşan dört ordunun kumandanı oldu.

Manding bağlaşıkları olduklarından, bütün Mandingo krallıklarının orduları Sibi'de toplandılar ve krallarını karşılayıp ülkelerinin yönetimi için Sumanguru Kante'yle büyük savaşa hazırlandılar.

"Mandingo halklarının çocukları, Aslanın ve Bufalo'nun oğlunu, gerçek kralımızı selamlayın" diye şarkı söylediler.

Mari Djata karşılık verdi: "Mandingo halklarının çocukları, sizi selamlıyorum! Mandingo atalarımızın bize teslim ettiği özgürlüğü kazanmak için geri döndüm! Sumanguru Kante'yi, Manding krallığına ve bağlaşıklarına yıkım ve ölüm getirdiği için cezalandıracağım. Yaşam rüzgârı ağzımda estikçe, kim bizi köle etmeye çalışırsa, büyük ülkemizi ona karşı koruyacağım!"

Gelecekte olanları görebilenler, Sunjata'ya, sonraki savaş için hazırlık olarak yüz beyaz koç, yüz beyaz boğa ve yüz beyaz horoz kurban etmesini öğütlediler. Bu kurbanlar kesilirken Nana Triban ve Balla Fasseke Sibi'ye geldi. Sumanguru Kante Sosso'ya dönünce, Balla ve Nana, Sunjata'nın Sibi'de olacağını öğrenmişlerdi. Kaçma planlarını çoktan hazırlamış ve Sosso'dan başarıyla çıkmışlardı.

Sunjata, onların geldiğini duyunca, Fran Kamara'ya, "Nana ve Balla, Sumanguru Kante'nin gücünden üstün bir güç elde ettilerse, sonunda onu yeneriz!" dedi.

Mııtlu kavuşmadan sonra Nana Triban, Sunjata'ya Sosso' da geçirdiği zamanı, Sumanguru Kante'nin gücünün kaynağını öğrenişini ve bunun bir yaşında, saf altın ve gümüş tozuyla doldurulmuş beyaz horoz mahmuzunun dokunması olduğunu anlattı.

O sözlerini bitirince Balla Fasseke, Sunjata'ya büyücü kralın gizli odasında keşfettiği fetişlerini anlattı. "Bu odadayken, benim büyü gücümün, şeytan krala gücünü veren fetişleri yöneten Sumanguru Kante'nin balafonunu yönetebildiğini gördüm" diye sözlerini bitirdi. "O zaman Sosso'dan kaçmak için büyücü kralın sarayı terk etmesini bekleyip fetişlerini uyutmak ve Nana Triban'la buluşmaktan başka iş kalmıyordu. Senin Tabon savaşını kazandığını duyar duymaz planı uyguladık, çünkü Manding Aslanı'nın prangalarını kıracak kadar güçlendiğini anladım."

Balla Fasseke devam etti: "Birlikte, sen ve ben, senin Kaderini yerine getireceğiz. Sen yapacaksın, ben de senin büyük işlerinin şarkılarını söyleyeceğim! Çünkü griotun şarkıları olmadan kahramanca işler ve onları yapanlar unutulur! Senin kahraman ruhun benim şarkılarımda yaşamaya devam edecek, bütün şimdi yaşayanlar ve bütün gelecekte yaşayacak olanlar seni tanıyıp sana hayran olacaklar!"

Bu sırada, Sunjata'nın Manding krallığına girmesini engellemek için Sumanguru Kante'nin büyük bir orduyla döndüğü haberi gelmişti.

"İyi!" diye bağırdı Balla Fasseke, “Sibi’den ayrılmaya hazırım ve olacak olan olacak! Şimdi orduları birleştirmenin, Fran Kamara ve Kamadjan'ın savaşçıların yüreğinde meşale tutuşturmasının zamanıdır."

Ordular Balla Fasseke ve Sunjata'nın çevresinde halka oluşturdu ve griot, Fran Kamara’ya meydan okudu: "Senin Korku Salan Tabonlu diye anıldığını duydum" dedi. "Ama demir kılıcının bir darbesiyle on savaşçının başını ikiye ayırdığın gerçekten doğru mu, Fran Kamara? Gücünü ve yeteneğini kanıtlamak için bir şey yap!"

Ordusunun başında atının üstünde olan Tabon kralı, Balla Fasseke'nin meydan okuyuşunu hemen kabul etti. Atını dairenin ortasına dört nala sürdü, kılıcını çekti, "Mari Djata, buradaki bütün savaşçıların önünde adamlarımla senin zaferin için senin yanında olacağıma, yoksa Tabon savaşçılarının öleceğine kutsal ant veriyorum" dedi.

Sonra Korku Salan Tabonlu, savaşçıların arasından kocaman bir maun ağacına saldırdı. Koca kılıcını sallayarak ağaca vurdu ve tepeden aşağıya kadar ikiye ayırdı. Sonra atını tekrar Balla Fasseke ve Sunjata'nın yanına sürdü ve bağırdı: "Mari Djata, Manding Aslanı! Bu koca maun ağacını ikiye böldüğüm gibi, Nijer'in Krina ovasında ben ve savaşçılarım, büyücü kral Sumanguru Kante'nin ordusunu da ikiye ayıracağız."

Fran Kamara, Sunjata'nın sağındaki yerini alınca, Balla Fasseke, yine büyük bir savaşçı olan Fran Kamara'nın kuzeni Kamandjan'a meydan okudu.

"Sibi kralı Kamandjan! Kuzenin Korku Salan Tabonlu'ya eş olduğunu duydum. Gücünü ve yeteneğini kanıtlamak için bir şey yap!" diye bağırdı.

Ordusunun başında atının üstünde olan Sibi kralı, Balla Fasseke'nin meydan okuyuşunu hemen kabul etti. Dairenin ortasına atını dört nala sürdü, kılıcını çekti, "Mari Djata, buradaki bütün savaşçıların önünde, adamlarımla senin zaferin için senin yanında olacağıma, yoksa Sibi savaşçılarının öleceğine kutsal ant veriyorum" dedi.

Sonra Kamandjan, Sibi'ye bakan dağa doğru atını sürdü. Koca kılcını sallayarak kırmızı kayaya vurdu ve yeri sallayıp havayı tozdan kırmızıya çevirdi. Hava temizlendiğinde savaşçılar Kamadjan'ın kılıcının koca dağda bir yol açtığını, içeriye doğru giden bir tüneli ortaya çıkardığını gördüler.

Sonra atını tekrar Balla Fasseke, Sunjata ve Fran Kamara' nın yanına sürdü ve bağırdı: "Mari Djata, Manding Aslanı! Sibi'nin koca dağının kayasını ikiye böldüğüm gibi, Nijer'in Krina ovasında ben ve savaşçılarım büyücü kral Sumanguru Kante'nin ordusunu da ikiye ayıracağız."

Balla Fasseke bu sözleri duyunca yana çekildi ve Kamandjan'ın, Sunjata'nın solundaki yerine geçmesine izin verdi.


VII. Bölüm


(Sunjata'nın emrindeki ordular Krina'ya gider ve burada Sunjata ve Sumanguru Kante savaş ilan ederler. Fakoli Koroma, Sunjata'ya katılır ve birlikte Sumanguru Kante'yi yenerler. Sunjata kuvvetleri Sosso’ yu yıkarak zaferlerini tamamlarlar.)

Böylece birleşik Mandingo orduları, Manding Aslanı'nın emrinde Sibi'den çıktılar ve Nijer kıyısındaki Dayala köyüne geldiler. Sunjata, Sumanguru Kante'nin Krina yakınında ordugâh kurduğunu biliyordu. Artık iki kral arasında büyük bir savaş kaçınılmaz olmuştu. Büyücü kralın, Sunjata'yı Manding krallığına sokmak istemiyorsa Dayala'ya yürümesi gerekiyordu.


O dönemde birinin, bir işe girişmeden Önce bunun nedenlerini açıklaması adetti. O zamana kadar iki kral, savaş ilan etmeden savaşmışlardı, ama şimdi Manding krallığı için savaşacaklarından resmi açıklamaların yapılması gerekiyordu. Sumanguru ve Sunjata büyücü olduklarından, doğrudan konuşmaktan kaçınıp kendi adlarına baykuşlarını gönderebilirlerdi. Böylece iki baykuş, kendi kralları adına konuşarak aşağıdaki düşünceleri birbirlerine aktardılar:

Sumanguru'nun baykuşu Sunjata'nın çadırına kondu ve "Mari Djata, Manding krallığını tehdit ediyorsun. Eğer bilgeysen, barış içinde Mema'ya dönersin" dedi.

O zaman Sunjata'nın baykuşu Sumanguru'nun çadırına kondu ve "Manding'in gerçek kralı hiçbir zaman önünde diz çökmeyecek, Sumanguru Kante!" dedi. "Kimse ölüleri yaşama döndüremez, ama eğer bilgeysen kendi krallığın Sosso'ya dönersin, orada Mandingo halklarına verdiğin zararları gidermek için yapabileceklerini yaparsın."

"Sen değil, gerçek Manding kralı benim!" diye bağırdı Sumanguru'nun baykuşu. “Ordum bana yönetme hakkını verdi!"

Sunjata'nın baykuşu yanıtladı: "O zaman benim ordum senin ordunu yenecek ve benim yönetme hakkımı yeniden kuracak!"

Bu sözlere karşılık Sumanguru'nun baykuşu, "yabani yer elmasının kayalara sarılışı gibi ben de Manding krallığına sarılacağım!'' dedi.

"Öyleyse yüreğine korku girsin" dedi Sunjata'nın baykuşu. "Benim yedi büyük demircim, yapıştığın bu kayayı dağıtacak ve seni söktükleri zaman ben de yiyeceğim!"

"Başarılı olamayacaksın Mari Djata!" diye bağırdı Sumanguru'nun baykuşu, "senin ağzında zehirli bir mantar olacağım ve büyük cesaretine karşın, beni tükürmek zorunda kalacaksın!"

"Büyün seni kurtaramayacak, Sumanguru Kante! O kadar aç bir horoz olacağım ki zehirinin hiçbir etkisi kalmayacak!"

"O zaman Mari Djata, yanmış kor olacağım ve senin ayağını kızartacağım."

“Ben de yağmur olup senin ateşini söndüreceğim" dedi Sunjata'nın baykuşu, "sonra öfkeli bir dalga olup seni süpüreceğim!"

"O zaman ben koca bir yastık içi ağacı olup bütün ağaçlara hükmedeceğim!"

“Ben de yastık içi ağacına tırmanan sarmaşık olup seni boğacağım!"

O zaman Sumanguru'nun baykuşu şöyle yanıtladı: "Bu söz dövüşünü kazanabilir veya kaybedebilirsin, ama Manding krallığını sana bırakmayacağımı bil!"

"Ama bunu yapacaksın, çünkü bir krallığı iki kral yönetemez!"


"İki kral konusunda haklısın; eğer bilgeysen, başını, öldürdüğüm öteki dokuz kralın yanına katmak için hazırlan!"

"Bu söz dövüşü yetti!" dedi Sunjata'nın baykuşu. "Söylediğimiz sözleri kılıçlarımız savunacak ve olacak olan olacak! Eğer bilgeysen Sumanguru Kante, senden daha güçlü bir kralla karşılaşmaya hazırlan!"

Krina'da Sumanguru Kante'nin yeğeni Fakoli Koroma büyücü krala karşı savaşta Sunjata'ya katıldı.

Fakoli "Selam Mari Djata, Manding Kralı" diye söze başladı. "Ben Fakoli Koroma'yım, korkusuz Koroma demircilerinin kralı. Amcamla savaştığına göre ortak düşmanımız var. Dolayısıyla ben ve ordum emrindeyiz. Birlikte Sumanguru Kante'yi yeneceğiz veya öleceğiz!"

Bu sözlere Sunjata şöyle karşılık verdi: "Eğer kumandanlarım kabul ederse, bize katılmana sevinirim. Haksızlığa karşı çıkmak için gücüne ihtiyacı olan herkesi savunurum."

Böylece Manding Aslanı, Mema, Vagadu, Tabon, Sibi ve Koroma'nın ordularından oluşan, beş ordunun kumandanı oldu.

Büyük savaştan önceki gece, bir griotun toplanan kuvvetlerin önüne çıkıp savaşçıların yüreğini tutuşturması adetti. Bu nedenle, güneş evine dönünce, Balla Fasseke Sunjata'nın emrinde toplanan bütün ordulara seslendi.

Griot, "Düşüncelerimi sana yönelteceğim Mari Djata, Manding kralı" diye başladı. "Olacak olan olacak! Fakat kaderine yaklaşırken, sana bilge bir yürek vereceğim. Önce krallıkların da insanlar gibi olduklarını unutma, onlar da doğar, büyür ve ölürler. Her kral, bu krallığın yaşamından bir bölümü yaşar.”

"Vagadu krallığının bir zamanlar çok fazla toprak sahibi olduğunu, görkem, ün ve talih sahibi olduğunu unutma" diye devam etti. "Ama Vagadu şimdi küçük bir krallık ve görkem, ün ve talihi yalnızca griotların şarkılarında yaşıyor."

"Bugün, Sumanguru Kante yalnız kendi krallığı Sosso'yu değil birçok krallığı yönetiyor. Bu büyücü kralın kendini beğenmişlik ve zalimliği bizi ezmeye devam edecek mi?" diye sordu Balla Fasseke. Biran durarak devam etti: "Ben sanmıyorum. Sumanguru Kante, krallığını gücünün ötesine taşırdı ve sahibi tarafından merhametsizce sürülen at gibi, Sosso krallığı da devrilmek zorunda!"

"Mari Djata, Manding'e, başka bir kral senin krallığını yönetirken dönüyorsun. İki horoz nasıl aynı kümeste barış içinde yaşayamazsa, iki kral da aynı kabak kabından yiyemezler. Ama sen on altıncı Manding kralısın ve yastık içi ağacının güçlü kökleri gibi, Mandingo halkının tarihinde derin köklere sahipsin."

“Nare Maghan ve Sogolon Kedju'nun oğlu, ataların hakkında şarkılar söylerken griotunu dinle. Şarkılarıyla, eski Manding krallarının sana kaderini ellerine almanı öğretmelerini sağlayacak. Manding'i ilk fetheden iyi kralı anımsa. Manding'i büyüten iyi kralı anımsa. Mekke'ye gidip Manding'e Allah'ın kutsamasını getiren iyi kralı anımsa. Manding avcılarını savaşçıya dönüştüren iyi kralı anımsa. Ve onun Manding'e korku getiren kötü oğlunu anımsa. Manding'e barış getiren iyi kral babanı anımsa. Soyluluğunu borçlu olduğun hanedanı ve gücünü borçlu olduğun bufaloyu, baban Nare Maghan ve annen Sogolon Kedju'yu anımsa. Yaşamını ve kaderini onlara borçlusun."

Sonra Balla Fasseke, şu sorularla sözlerini tamamladı: "Mari Djata, yarın benim şarkılarıma girecek hangi büyük işleri başaracaksın? Yaptıkların senden sonra gelenlere ne öğretecek? Mandingo halklarına seni unutmamaları için ne bırakacaksın? Bu sorular yüreğine bilgelik versin. Benim gücüm seninkinin yanında azdır. Ben sana sonsuz yaşam veren şarkılar söyleyebilirim. Ama benim şarkılarım yanlızca senin yaşamının gölgesidir. Sen daha güçlüsün, çünkü benim söyleyeceğim şarkıları yaratan sensin,"

Güneş evine döneli çok olmuştu ve savaşçılar iyice dinlenmek için çadırlarına döndüler. Ama güneş ve savaşçılar uyusa da, Fakoli Koroma uyumadı, gecenin seslerini dinledi ve karısının kendisinden çalınmasının öcünü alacağı savaşı bekledi. Böylece, güneş sabah yolculuğuna başlarken, amcasının ordusunun harekete geçtiğini duyan ve Sunjata'ya hemen haber veren Fakoli Koroma oldu.

Krallığı için girdiği bu büyük savaşta Sunjata, Mema'nın beyaz sarıklı Müslüman kıyafetini değiştirdi ve Mandingolarm avcı kral elbiselerini giydi. Görkemli altın yayını ve bu savaş için hazırlanan okunu aldı. Savaşta kullanılan oklar daima demirden yapılırdı, ama bu okun ahşaptan gövdesi vardı ve ucuna saf altın ve gümüş tozu doldurulmuş bir yaşında beyaz horoz mahmuzu takılmıştı.

Sunjata, Nana Triban'dan, şeytan krala bu okla değmeyi becerirse, Sumanguru Kante'nin tabusunun bozulacağını ve gücünün yok olacağını öğrenmişti. Manding Aslanı, Balla Fasseke kendisine, bir kâhinin rüyasında Sumanguru Kante'nin savaşta öldüğünü gördüğünü söyleyince sevindi.

Krina savaşı Nijer Ovası'nda oldu. Sumanguru Kante'nin koca ordusu ırmaktan tepelere kadar yayılıyordu. Sunjata, Sibi'li Kamandjan ve Fakoli Koroma, yanlarında Tunkara süvarileriyle ilerliyordu. Vagadu ve Tabon okçuları her zamanki gibi Fran Kamara'nın emrinde, gerideydi.

Sonunda Sumanguru Kante tepelerden aşağı inip yeğeninin ordusuna saldırdı. O zaman Sunjata, Fakoli Koroma'ya destek olmak ve şeytan kralla karşılaşmak için Sosso savaşçıları arasından kendine yol buldu. Bir kez daha Sosso mızrakçıları Sunjata'yı durduramadılar! Aslan Kral, yıldırımdan hızlı, gök gürültüsünden ürkütücü ve selden daha bilinemez hareket ederek, düşmanına aslanın koyun sürüsüne saldırdığı gibi saldırdı. Toprak Sosso kanıyla sulandı. Birçok savaşçı Sunjata'nın atının nalları altında ölümle buluştu, ötekiler, olgun meyvenin dalından düşmesi gibi kılıcı karşısında başlarını yitirdiler.

Sunjata, Sumanguru Kante'yi canlı yakalamaya kararlıydı, ama griotların şarkıları bunun olmayacağını söylüyordu. Bazı şarkılar, Sumanguru Kante'nin Mari Djata'yı düşünemeyecek kadar Fakoli Koroma'yla savaşmaya daldığını anlatıyor. Böylece Manding Aslanı, Sumanguru Kante'nin yanına kadar atını dört nala sürdü, altın yayını kaldırdı ve ölümcül okunu gönderdi. Okun ucu Sumanguru'nun omuzuna ancak değdi, ama horoz mahmuzunun değmesi, büyücü kralın gücünü yok etmek için yeterliydi. Sumanguru Kante aniden yok oldu ve bir daha görünmedi.

Ama başka şarkılar başka türlü anlatıyor. Onlara göre Sumanguru Kante, iri kara bir kuşun güneşin üstünden geçtiğini gördü ve sonunun geldiğini anladı. Korkuyla kuzeye doğru kaçtı; savaşçıları panik içinde dağılırken yanında yalnızca oğlu vardı. Burada da toprak Sosso kanıyla sulandı.

Bu şarkılara göre güneş, yolculuğunun yarısını tamamladığında aşağı baktı ve Sunjata ile Fakoli Koroma'nın, Sumanguru Kante ile oğlunun peşine düştüklerini gördü. Güneş yoluna devam etti, onlar da izlemeye devam ettiler. Zamanla Mema süvarileri onlara katıldı. Neyse ki, Fakoli Koroma bu ülkenin yabancısı değildi ve güneş uyuduğunda onlar takibe devam ediyorlardı.

Güneş sabah yolculuğuna başladığında aşağı baktı ve izlemeye devam ettiklerini gördü. Hâlâ Sumanguru Kante ve oğlunun çok gerisindeydiler. Güneş yolculuğuna, onlar da izlemeye devam ettiler. Ama şimdi şeytan kralla aralarındaki mesafeyi kapatıyorlardı. Güneş bir kez daha evine dönerken, onlar izlemeye devam ediyorlardı, ama şimdi Sumanguru Kante ile oğlunu duyabilecek kadar yaklaşmışlardı.

Bazı şarkılar büyücü kralın atalarının onu son kez koruduğunu söyler ve bu koruyucu ruhun onu, Sunjata yakalamadan önce dağda bir kayaya çevirdiğini anlatır. Başka griotların şarkılarına göreyse Sumanguru Kante dağdaki kocaman, kara bir mağaraya girmiş ve bir daha görünmemiştir.

Bu sırada Sumanguru Kante'nin ordusu Sosso'ya çekildi; şimdi Aslan Kral karşısında duracak tek krallık orası kalmıştı. Yiyecek ve suya sahip, silahlarla iyi donanmış Sosso halkı bir yıl muhasaraya dayanabilirdi. Ama Sunjata, güneş yolculuğunun yarısını tamamladığında bu son kaleyi de almış olmayı tasarlamıştı.

Mandingo savaşçıları surla çevrili bir kenti almakta ustaydı. Cephedekiler duvarlara tırmanmak için merdiven kullanırken, ikinci sıradakiler bu merdivenleri yerlerinde tutuyor ve üçüncü sıradaki mızrakçılar merdivenleri tutanları korumak için kalkanlarını kullanıyorlardı. Bu sırada Sosso savaşçıları duvarda duruyor ve koca taşları işgalcilere atıyorlardı. Vagadu ve Tabon okçuları bu Sosso savaşçılarını oka tutuyorlardı. Okçuların en iyileri olan Bobolular, Krina savaşından sonra Sunjata'ya katılmışlardı ve ateşli oklarını surlardan aşırtıp köyün saman çatılı evlerini yakıyor, ortalığı alev ve dumana boğuyorlardı.

Sosso hemen teslim oldu ve koca kapılarını işgalcilere açtı. Sunjata'nın orduları Sosso savaşçılarını orada kestiler; Sosso kadın ve çocuklarına ise merhamet edildi.

Balla Fasseke'nin rehberliğinde Sunjata, Sumanguru Kante' nin sarayına gitti ve büyücü kralın kutsat odasına çıktı. Sunjata' nın oku Sumanguru'nun gücünü yok edeli beri baykuşlar yerde dolanıyor, yılan kavanozda ölüyordu. Şeytan kralın sarayındayken, Sunjata, Sumanguru'nun kanlarını çağırdı ve hepsini kendi soylu ailelerine göndermek için hazırlattırdı. Değerli her şey alındıktan sonra Aslan Kral ordularına ateşin yok edebileceği ne varsa yakılmasını, kalanın yıkılmasını emretti. Sosso'yu saran alevler gökyüzüne yükselirken, güneş, yolculuğunun yarısını tamamlamak üzereydi.

Böylece o günden sonra, bir zamanlar ünlü Sosso krallığı olan yer ıssız ve çıplak kaldı. Sumanguru Kante'nin görkemli kentinden, surlarla çevrili üç katlı sarayından ve kulesinden geriye hiçbir şey kalmadı. Bugün Sosso, sadece griotların şarkılarında yaşıyor.



VIII. Bölüm


(Sunjata, Manding'i Mali İmparatorluğu haline getirir ve imparator olur. Sonra Niani'ye döner, krallar kralı olarak orada huzur içinde yaşar.)

Sumanguru Kante'nin başkentinin yıkılmasından sonra Manding Aslanı, ordusunu üçe ayırdı ve fetihlerine devam etti. Fakoli Koroma ve Fran Kamara birer orduyu yönetirken, Sunjata en büyüğünün başındaydı. Sunjata Manding krallığına döndüğünde, o ve Mandingo bağlaşıkları kuzeyde Vagadu'dan güneyde Manding'e, batıda Fouta dağlarından doğuda Mema'ya kadar hâkim olmuşlardı. Artık barış zamanı gelmişti.

Bu arada Sunjata annesinin ülkesini ziyaret etti, Do Bufalosunun öldüğü yeri gösteren tümsekte beyaz bir horoz kurban etti. Kral Tunkara'ya hoş armağanlarla elçiler yolladı ve Mali ile Mema arasında sonsuz dostluk ilan etti.

Sunjata, bütün Mandingo ordularını Sibi krallığındaki Kaba (Kangaba) kasabasında toplayıp Mali imparatorluğunun doğuşunu kutladı. Burada Mari Djata, Manding Aslanı, halkının önüne Müslüman elbiseleriyle çıktı. Yanında Balla Fasseke, Manding Bory, Fran Kamara, Kamandjan ve Fakoli Koroma vardı. Sibi kralı Kamandjan ev sahibi olduğundan, Sunjata'nın onuruna ilk o konuştu.

"Övgü Allah'adır" dedi Kamandjan. "Olacak olan olacaktır! Sonunda barışa kavuştuk. Bir daha barışın bozulduğunu görmeyelim. Bugün yüreğimiz rahat ve evlerimizde huzur içindeyiz, çünkü içimizden biri, Sumanguru Kante'ye karşı çıkacak cesareti, gücü ve yeteneği gösterip onu yok etti."

Sibi kralı devam etti: "Sumanguru Kante bir dönem, akşam güneşinin krallıkları arasında en güçlü kral oldu. Yenilmez olduğuna inanarak herkesi küçük gördü. Köklerini sökecek büyük fırtınayı göremeyen ve gururla rüzgâra direndiğinde şiddetli rüzgârların kendisini nasıl devirdiğini gören ulu bir ağaç gibiydi.

"Arkasında Sosso mızraklıları, dokuz kralı yenip öldürdüler. Ama tatmin olmamıştı ve bizler onun karşısında güçsüzdük. Tekrar tekrar altın ve gümüşümüzü çaldı. Ama tatmin olmamıştı ve bizler onun karşısında güçsüzdük. Tekrar tekrar karılarımızı ve kızlarımızı çaldı. Ama tatmin olmamıştı ve bizler onun karşısında güçsüzdük. Tekrar tekrar krallıklarımızı soydu. Ama tatmin olmamıştı ve bizler onun karşısında güçsüzdük. Gücü olan kralların cesareti yoktu. Cesareti olan kralların gücü yoktu. Doğanın güçleri bu koca ağacı devirmek için ne zaman birleşeceklerdi?

"Bu sırada aslan yavrusu gibi cesur ve güçlü bir kral, doğuda Mema krallığında yeteneklerini geliştiriyordu. Ve bu aslan yavrusu büyüdü, kendisinin olmayan bu krallıkta ulu Aslan Kral oldu. Sunjata, Mema halkınca seviliyor ve saygı görüyordu. Sunjata, büyük Mema savaşçılarınca seviliyor ve onlardan saygı görüyordu. Ve Mema'nın düşmanları Sunjata'dan korkuyorlardı."

Güneşin sabah yolculuğuna başlamadan önce ışınlarını göndermesi gibi, Aslan Kralın ünü de doğudan dağları aşıp batı güneşi altındaki krallıklarda yayıldı. Aslan Kral, bir babanın çocuklarına duyduğu sevgiyle bizi kurtarmaya geldi. Mari Djata, bu koca ağacı devirecek fırtınayı yaratma cesareti ve gücüne sahipti!

"Tabon'da, Sumanguru Kante'nin Sosso ordusu Mari Djata'yı durduramadı! Aslan Kral, yıldırımdan hızlı, gökgürültüsünden ürkütücü ve selden daha bilinemez hareket ederek, düşmanına aslanın koyun sürüsüne saldırdığı gibi saldırdı. Çok geçmeden toprak Sosso kanıyla sulandı. Birçok savaşçı Sunjata'nın atının nalları altında ölümle buluştu. Ötekiler, olgun meyvenin dalından düşmesi gibi kılıcı karşısında başlarını yitirdiler. Büyücü kral ve mızrakçıları korkuya kapıldılar ve Sosso'ya doğru kaçtılar. Sumanguru Kante'den şeytandan korkar gibi korkuyorduk, ama kaçtığını görünce onun insan olduğunu anladık. Onu da yenebilirdik!"

"Ve böylece doğa güçleri, bu koca ağacı devirecek fırtınayı yarattı, çünkü Mari Djata kumandasında bizim Mandingo orduları büyük büyücü kralı yok eden savaşa girdi. Artık Sumanguru Kante bizim altın ve gümüşümüzü çalamayacak! Sumanguru Kante artık karılarımızı ve kızlarımızı çalamayacak! Ve artık Sumanguru Kante krallıklarımızı çalamayacak!"

Kamandjan sözlerine şöyle son verdi: "Mari Djata, seni kralım, halkımın kralı, krallar kralı, imparator olarak ilan ediyorum!" Ve bu sözlerle mızrağını yere sapladı, "mızrağımı sana veriyorum, artık senindir!" dedi.

Fran Kamara mızrağını aldı ve "Mari Djata, seni kralım, halkımın kralı, krallar kralı, imparator olarak ilan ediyorum!" dedi. Ve bu sözlerle mızrağını yere sapladı, "mızrağımı sana veriyorum, artık senindir!" dedi.

Sonra Fakoli Koroma mızrağını aldı ve "Mari Djata, seni kralım, halkımın kralı, krallar kralı, imparator olarak ilan ediyorum!" dedi. Ve bu sözlerle mızrağını yere sapladı, "mızrağımı sana veriyorum, artık senindir!" dedi.

Böylece Kamadjan'ın sözleri ve hareketleri Mandingo imparatorluğunun on iki kralı tarafından tekrarlandı. On iki mızrak Mari Djata'nın Mali imparatoru olduğunu ilan etti. Sonra yeni imparatorluk ve imparator onuruna kutlamalar başladı; imparatorluğa dahil ordulardan çeşitli gruplar özel savaş dansları yaptılar, tutsaklar yürütüldü ve ganimetler sergilendi.

Sonunda Mari Djata topluluğun önünde ayağa kalktı ve on iki Mandingo kralını adıyla selamladı. Sonra Kamandjan'ın mızrağını çekip çıkardı ve "mızrağını geri al, çocukluğumun onurlu arkadaşı ve onunla birlikte krallığını da al. Bugünden sonra senin halkınla benim halkım kardeş olacak" dedi.

Mari Djata, sonra Fran Kamara'nın mızrağını çekip çıkardı ve "Sevgili arkadaşım, mızrağınla birlikte krallığını sana geri veriyorum. Tabon ve fethettiğin bütün topraklar senindir. Senin benimle birlikte Niani sarayında büyüdüğün gibi, senin çocukların ve onların çocukları da Niani sarayında büyüyecek ve biz senin ve onların çocuklarına kendi çocuklarımız gibi davranacağız" dedi.

Sunjata böylelikle bütün kralların mızraklarını iade etti ve her krala iktidarını geri verdi. Fakoli Koroma'ya Sosso krallığını ve başka topraklar verdi. Ve griotu Balla Fasseke'ye, Manding krallığında gelecekteki bütün griotlannın Keita halkından seçilmesi onurunu verdi. Sonunda, günler süren barış ve kardeşlik eğlenceleri sona erdi ve her Mandingo ordusu yurduna döndü.

Sunjata ve Mandingo ordusu Nijer Irmağı'nı aşıp Manding krallığına onurla girdiler; ırmağı, Nijer'i denetleyen halkın şükran göstergesi olarak, oyulmuş kanoları yan yana koyarak oluşturdukları köprüden geçerek aştılar. Kendi toprağına ayak basar basmaz Mari Djata, Allah'a güven içinde ve zaferle dönüşünden duyduğu şükran için yüz koç, yüz öküz kurban etti. Kahraman krallarını anayurdunda karşılamak için o kadar çok İnsan gelmişti ki, Niani'ye olan iki günlük yolu üç günde gidebildiler. Fakat Sunjata Niani'yi harabe halinde buldu; surları, geçirdiği yangından hâlâ kapkaraydı.

Balla Fasseke, "Cesaretin kırılmasın" dedi. "Naini, atalarının köyü, büyük bir kent yapman için senin; oysa Sumanguru Kante'nin Sosso'su sonsuza kadar yok oldu."

Mari Djata gerçekten Niani'yi yeniden inşa etti ve eskisinden çok daha büyük bir yer, Mali împaratorluğu'nun başkenti oldu. Yönetici olarak kardeşi Manding Bory'i atadı ve onu imparatorluğun her yerinde yetkili kıldı.

Sunjata, Manding Aslanı, tarafsız ve adil bir kral oldu. Zayıfları korudu, iyileri Ödüllendirdi, kötüleri cezalandırdı. İşçiler emeklerinin meyvesinden yararlandılar. Hırsızlar sağ ellerini ve uslanmazlarsa yaşamlarını yitirdiler. Sunjata barış, adalet, düzen ve refah dönemi getirdi.

Kötü bir kral, ordusuyla iktidar kazanabilir. İnsanlar ondan korkar ve öldüğünde kimse ondan iyi söz etmez. Zayıf bir kral, pek bir şey başaramaz ve öldüğünde kimse onu anmaz.

Büyük bir kral, halkı tarafından sevilir; çünkü o, iktidarını adalet yaratmak için kullanır. Sunjata kralların en büyüğüydü!

Griotların şarkıları şöyle söylüyor: "Dünyanın merkezini görmek istersen, yerin Niani! Tuz ve en iyi balık ve eti bulmak istiyorsan, o zaman yerin Niani! En iyi elbiseleri ve altın bulmak istiyorsan, yerin Niani! En büyük orduyu bulmak istiyorsan, yerin Niani! En iyisi, krallar kralını bulmak istiyorsan, Niani aradığın yer; çünkü orada Sunjata'yı, Nare Maghan Kon Fatta'nın, Aslan'ın ve Bufola Kadın Sogolon Kedju'nun oğlunu bulacaksın!



Sonsöz


Bugün Mali'nin gizleri, onları saklayan griotlarla birlikte gömüldü, Birçok şeyi asla öğrenemeyeceksiniz.

Sunjata, Niani yakınlarında gömüldü, ama ruhu yaşıyor. Elbette Sunjata'dan sonra Malİ'de birçok kral hüküm sürdü. Mali'nin sınırlarını genişlettiler ve yeni kentler inşa ettiler. Ama hiçbiri Sunjata'nın dengi değildi!

Bugün birçok kentin ancak yıkıntıları var ve zenginlikleri gömülüp gitti. Ama Mali yaşıyor! Bugün Sunjata'nın sevdiği ormanı görebilirsiniz. Sumanguru Kante'nin balafonunu hâlâ görebilirsiniz. Sumanguru'nun kaderini ona açıklayan kuşu hâlâ görebilirsiniz. İnsanların Sunjata'yı imparator yapmak için Sibi'de toplandıkları yeri görebilirsiniz. Ve Mali ve Mandingo halklarının babası Sunjata'nın huzur içinde uyuduğu yeri işaret eden taşı hâlâ görebilirsiniz.

Şarkımdaki gizemleri kabul etmelisiniz. Ölülerin ruhlarını rahatsız edecek kadar aptal olmayın, sizi asta affetmezler. Ve bana sormayın, griot olarak ustalarıma yemin verdim, geçmişin gizlerini saklayacağım.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

RECONQUISTA'NIN BAŞARIYA ULAŞMASININ SEBEPLERİ, MÜSLÜMANLAR İLE HIRİSTİYANLAR ARASINDA MEDENi, SOSYAL, EKONOMİK, TİCARi VE KÜLTÜREL İLİŞKİLER -3

 


Müslümanlar İle Hıristiyanlar Arasında Sosyal İlişkiler




1. Müsamaha Ruhu ve İnsani Değerlerde Etkileşim


Toplumsal hayatta Endülüs İslam kültürü ve medeniyetinin İberya Hıristiyanları üzerindeki tesirleri, öncelikle dini müsamaha, ahlaki değerler, adetler ve gelenekler, musiki, merasimler ve bayramlar, giyim kuşam, yeme içme ve mesken tarzı veya mimari konularında görülmüştür.

Kur'an ve Hz. Muhammed'in öğretileriyle şekillenmiş olan İslam Gayri Müslimler Hukukunun, Endülüs'e kadar olan İslam tarihi boyunca genelde gereğince uygulanmış olduğu görülmektedir. Bu gelenek, Endülüs tarihi boyunca da hoşgörü ruhunun benimsenmesiyle olumlu bir tarzda sürmüştür. Konu, Hıristiyanlara ait olan bir yerin fethedilmesiyle İslam yurdu haline dönüştürülen dolayısıyla, Müslümanlar ile Hıristiyanların içiçe yaşamak durumunda bulundukları Endülüs Yarımadası'nda, Doğu'da olduğundan daha büyük bir önem arz etmektedir. Endülüs medeniyetinin ortaya çıkmasında, olağanüstü ekonomik refahın etkisiyle İspanyol ve Berberi topluluklarının Arap- İslam kültürünü özümsemeleri olgusu da etkili olmuştur. Yani Endülüs tarihi içinde her ne sosyo-kültürel değer ortaya konmuşsa bu, aynı çatı altında insanca bir düzene bağlı olarak ortaklaşa bir hayat süren farklı toplumsal ve dini unsurların beraberce çalışmaları sayesinde olmuştur.

Yani, Endülüs kültürü adalet ve müsamahanın ürünüydü diyebiliriz.

Endülüs'te Müslümanların hakimiyeti altındaki topraklarda yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin ibadethaneleri açık bulunur ve oralara her isteyen gidebilirdi. Hatta, kiliselerde güzel yiyecek ve içecekler ikram edildiği için Müslümanlardan bile oralarda geceleyenler olurdu. Bugün olduğu gibi, Endülüs'te de bereket ve ilahi yardıma nail olma arzusuyla Müslümanlardan kiliseleri, Hıristiyanlardan da cami ve evliya türbelerini ziyaret edenler görülürdü. Gayri Müslim veya Müsta'rib bir sınıf olarak Hıristiyan ve Yahudiler, Müslüman adetlerine saygı olarak domuz eti yemezler, çocuklarını sünnet ettirirler ve çoğunlukla çocuklarına Müslüman ismi verirlerdi. Edebiyatçı Ebu Ca'fer b. Abdullah İbn Şance (Sancho) gibi bazı Müslüman edebiyatçılar da, bir Hıristiyan lakabını benimseyebiliyordu. Böylesine bir tolerans ve insaniyete saygının hakim olduğu Endülüs toplumu, daha sonra Hıristiyan devletleri tarafından da örnek alınmıştır. Ancak, Daniye'de Müslümanların içerisinde köle olarak yıllarca yaşadıktan sonra kuzeye kaçan Ebu Amir İbn Garsiye gibi bazı mutaassıp Hıristiyanlar, Müslümanlara karşı aşağılama faaliyetine girişerek nankörlük edebiliyor ve bu da, bir karşı Hıristiyan eleştirisini gündeme getirebiliyordu. Bu süreç de, Müslüman ve Hıristiyan tarafları arasında zaman zaman dini, kültürel ve medeni konularda sürtüşmeye neden olabiliyordu.

Kastilya ve Leon kralları, çevrelerine Müslüman bilginleri topluyor, Müslüman mühendisleri istihdam ediyor, hiçbir aşağılık duygusu veya yermeye maruz kalmadan Müslümanların müziğini dinliyor ve İslam kültüründen azami surette istifade ediyorlardı. Ancak, ne zaman ki arada cereyan eden Reconquista savaşları "haçlı savaşı" niteliğini kazandı, o zamandan itibaren Hıristiyan kralların bu tavırları biraz değişikliğe uğramıştı. Bu da Mülükü't-Tavaif döneminde, bilhassa Tuleytula'nın işgal edilmesinden sonra başlamıştır. Bu değişime rağmen, Tuleytula'yı bir zafer kazanarak işgal eden VI.Alfonso, şehirde yaşamakta olan Müslümanların dini hayat ve mukaddesatlarına dokunmamıştı. Lakin, Katolik Kilisesinin din adamları, bu durumdan hiç de hoşnut kalmamışlardı. Nitekim, VI.Alfonso'nun Tuleytula'dan ayrıldığı bir zamanda şehrin piskoposuyla kraliçe Konstance birlik olarak şehrin ulu camisini kiliseye çevirdiler. Alfonso, şehre dönüp yapılanı öğrendiğinde öyle öfkelendi ki, bu suçu işleyenleri yakarak cezalandırmaya karar verdi. Ancak, şehir Müslümanları araya girerek şefaatçi oldular ve Alfonso da bu cezanın faydasız olacağına inanarak kararından vazgeçti.

Tuleytula olayında olduğu gibi, Endülüs'te gerçekleşen ve Hıristiyan dini taassubundan kaynaklanan bütün tatsız olaylar, Papalık ve onun İspanya' da görev yapan daha çok Fransız-İtalyan asıllı rahiplerinin mutaassıp tutumları yüzünden meydana gelmişti. Olayların ana fikri ise, bir İspanya kralının bir Endülüs kalesini işgali sırasında Müslümanlar ile sulhen antlaşma yapmasına, papazlar veya Haçlılar tarafından karşı çıkılarak, Müslümanların öldürülmeleri ve mallarına el konulmasını istemeleri şeklindedir. Bu tür olaylardan, Müslümanlar ile daha yakın bir hayat sürmekte olan İspanyalıların, Fransızlar ve diğer Avrupalılar' a nisbetle daha hoşgörülü davranabildikleri sonucu da çıkarılabilir. Çünkü, Katolik Hıristiyan Kilisesi 1085 tarihinde İspanyalıları destekleyerek Tuleytula'nın alınmasına büyük katkı yapmıştı. Başarıyı gördükten sonra ise, Endülüs'ten Müslümanların tamamen çıkarılabileceğine inanmış ve bunun gerçekleşmesi için İspanyol ve Portekizliler'i sürekli kışkırtarak onlara her çeşit desteği sağlamıştır. Bu amaçla Endülüs'e yönelen Papalığın, İspanyalıların Reconquista' daki başarılarından cesaret alarak Kudüs merkezli Orta Doğu'ya da Haçlı Seferleri başlattığı bilinmektedir. Bu arada, aynı Papalık İspanya'yı Katolikliğin taassup merkezi haline dönüştürmüştü. Bunun sonucunda, daha çok Müdeccen Müslümanlar olumsuz muamelelere maruz kalmaya, ayrıca Reconquista savaşları da iyice kızışmaya başlamıştır.

İberya Hıristiyanları, Endülüs Müslümanlarından insani değerler konusunda da çok şey öğrenmiştir. Müslümanlar ile ortak hayatın getirdiği etkileşim sayesinde cömertlik, arkadaşlık, dostluk, hoşgörü, güzel ahlak ve adabı muaşeret kuralları gibi insanlar arası ilişkilerin esasları Hıristiyanların hayatlarına girmeye başlamıştır. Ayrıca çocuklar, kadınlar ve yaşlıların haklarına riayet etmeyi de Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Çünkü, özellikle Endülüs Emevileri, Murabıtlar ve Muvahhidler dönemlerinin büyük hükümdar ve komutanları, İslam geleneğine uyarak, çıktıkları seferlerde evleri yakıp yıkmayı, çocuk, kadın ve yaşlılara dokunmayı askerlerine yasaklarlardı.

Endülüs halkı, hangi dinden olursa olsun gayet dindar insanlardı. Özellikle, Müslümanlar içerisinde kendisine halkı kötülüklere karşı uyarma görevini veren çok sayıda erkek ve kadın alim mevcuttu. Bunların kayıtlarını biyografik tarih kaynaklarında bulmak mümkündür. Ancak, aynı toplum içinde medeni bir topluma yakışmayacak türden bazı alışkanlıklar da görülmüyor değildi. Diğer yandan, Hıristiyan devletlerde bu tür insani değerler çok daha gelişmeye muhtaç durumdaydı. Bu alanda, Muhyiddin İbnü'l-Arabi gibi Endülüs'te yetişmiş ünlü alim ve mutasavvıfların fikirleri Hıristiyan dünyasına yayılmış ve etkili olmuştu.

İslam kaynaklarında konu ile ilgili ilginç bilgiler kayıtlıdır. Mesela, (fetih yıllarında ilk tanıdıkları düşman Hıristiyan İspanyalılar olduklarından) Galicia halkı için, "onlar zalim ve kötü ahlaklı, temizlenmezler ve yılda ancak bir iki kez soğuk suyla yıkanırlar, Üzerlerinde parçalanıncaya kadar elbiselerini yıkamazlar, vücutlarında terden oluşan kir tabakasının bedenlerine yarayışlı olduğuna inanırlar, giydikleri elbiseleri çok dardır ve yırtmaçlarından vücutlarının ekserisi görünür, güçlüdürler ve çarpışma anında kaçmazlar'' denmektedir.



2-Musiki, Çalgı Aletleri ve Eğlence


Bugün çağdaş araştırmacıların ekserisi tarafından benimsenen bir görüşe göre, tarihte hiçbir ulusta müzik Müslümanlar arasında olduğu denli işlenmiş ve onurlandırılmış değildir. Hayattaki her olayın o an verdiği sevinç ya da hüznünü anlatacak özel müziği vardı. Endülüs Müslümanları, çalgı ve musikisinin İspanya Hıristiyanları arasında yayılmasında da büyük rol sahibi olmuşlardır. Endülüs saray ve konaklarında şiire, çalgı ve musikiye yer verilir, bu konuda yetenekli Hıristiyan cariyeler özel eğitimle yetiştirilirlerdi. Ayrıca, Endülüs'te şair ve musikişinas yöneticiler de çıkmıştır. Bağdad ve Medine gibi Doğu İslam dünyası merkezlerinden de Endülüs'e musikişinaslar getirilirdi. Bağdad'ta yetişen ünlü musikişinas Ziryab bunlardandır. Ziryab'ın Endülüs musiki, giyim ve hayat tarzı üzerinde çok büyük etkisi söz konusudur.

Konunun dikkat çekici diğer bir yanı da, bazı İspanyol cariyelerin Doğu İslam merkezlerine gönderilmiş olmasıdır. Orada musiki, görgü ve güzellik eğitimi alarak yetiştirilen cariyeler, Endülüs'e ve belki de Hıristiyan İspanya devletlerine dönüyorlardı. Bundan çıkan sonuç, Müslümanlar ile Hıristiyanların ilişkilerinde temel unsur olan köle ve cariyelerin, başka vesilelerle olduğu gibi musiki ve görgü kuralları yoluyla da İslam geleneğinin Hıristiyan halklara naklinde çok özel bir yere sahip oldukları olgusudur. Öte yandan, Endülüs'te yetişen musikişinasların İspanyol kralların saraylarına sıkça gittikleri ve orada kendi sanatlarını icra ederek konserler verdikleri bilinmektedir. Buna ilaveten, kuzeyli Hıristiyanların Endülüs musikisine ilgilerini belgeleyen çok sayıda malzeme de mevcuttur.

İspanyol müziğinde kullanılan enstrümanlardan çoğunun adı Arapça' dan gelmekte ve fakat, İspanyolca telaffuzuyla bilinmektedir! Mesela, "ud" ''laud", "gişare" "guitarra", "rebab" "rabel", "nefir" "anafil", "bendir'' "pandera" , "sunc" "sonalas" , "buk" "elboque" ve "tabi" "atambal" şeklinde İspanyolca'ya geçmiştir. Ayrıca, İspanyol müzik tarzlarından "zambra" Arapça "zemr'' kelimesinden dinleyenlerin icra esnasında bağırarak heyecanlarını dile getirmelerine yarayan "ole ole" kelimeleri "Allah Allah" kelimelerinden, "leli leli" kelimeleri de "ya leyi" kelimesinden gelmekte olup, bunlar İspanyol müzik kültürünün Endülüs Müslüman musiki kültürüyle şekillendiğini belgeleyen unsurlardan bazılarıdır.

İspanya Hıristiyanlarının ilk dönemlerinden itibaren Endülüs musikisi ve şarkılarını dinlemeye başlamış olduklarını gösteren deliller de mevcuttur. Aynı topraklar üzerinde pek çok kanaldan karşılıklı ilişki içinde yaşamakta olan İberya topluluklarının, dini ne olursa olsun birbirlerinin müziği ve kültüründen etkilenmeleri gayet doğal bir olaydı. Çünkü, özellikle müziğin insanlar arasında evrensel bir ilişki lisanı olma özelliği vardır. Şarkıların güftelerini teşkil eden, genellikle Endülüs halk dili el-Acemiyye (Aljamiado) olurdu. Müslümanlar ile Hıristiyanlar tarafından ortaklaşa oluşturulan ve kullanılan bu dilde yazılan zecel ve muvaşşah adı verilen şiir türleri vardı. İşte bu tür şiirlerden yapılan bestelerle Endülüs musikisini oluşturan şarkılar yapılır ve herkes tarafından söylenirdi. İspanyalıların zevkle dinledikleri Endülüs şarkıları, genellikle zecel tarzı şiirlerden bestelenenlerdi.

Toplumsal hayatın bütün tezahür alanlarında olduğu gibi, oyun eğlence hususunda da bu taklit olgusu tarihsel bir vakıa olarak görülmektedir. Konuya güzel bir örnek satrançtır. Araplar'ın "Şatranç" dedikleri oyunun İspanyalılar arasında ilk görüldüğü tarih 1008 ile 1017 yıllan arasına denk düşmektedir. İşbiliye Emiri el-Mu'temid b. Abbad'ın veziri İbn Ammar ile kral VI.Alfonso arasında geçen bir satranç oyunu hikayesi vardır. Buna göre, kral şehri alma tehdidiyle İşbiliye yakınına ordugah kurar. el-Mu'temid ise, veziri İbn Ammar'ı saldırıya engel olması için krala gönderir. Zekasıyla ünlü vezir, yanında götürdüğü göz alıcı süslemelere sahip bir satranç takımını kralın adamlarına göstererek onu oyun için ikna etmelerini sağlar. Ancak, vezirin oyun için krala bir şartı vardır. Oyunu kral kazanırsa oyunun sahibi, vezir kazanırsa istediği şeyin sahibi olacaktı.

Oynanan satranç sonunda vezir kazanır ve krala aralarındaki bahsi hatırlatır. Kral, bu duruma çok öfkelenir ama sözünden de dönmez ve sadece gelecek iki yılın cizyesini peşin alarak geri çekilir. Hikayede her ne kadar hayal ürünü unsurlar varsa da, Hıristiyanlar ile ve bilhassa VI.Alfonso ile iyi ilişkilere sahip olduğu bilinen İbn Ammar'ın böylesi diplomatik bir hileyi gerçekleştirmiş olması ihtimali de gerçekten pek uzak görünmemektedir.



3. Bayramlar, Giyim-Kuşam ve Yeme-İçme Kültürü


İspanyalıların kullandıkları takvim, güneş sistemi merkezli olduğu için onların bayramları her yıl aynı güne denk gelirdi. Bunu bilen Müslümanlar, Gayri Müslimlerin dini hayatlarına karşı olduğu gibi, bayram ve merasimlerine de saygı gösterirlerdi. Müslümanlar arasında her yıl kutlanan Nevruz bayramında, hamurdan güzel heykelcikler şeklinde bir çeşit yiyecek hazırlanması adettendi.

Endülüs Emevileri zamanında kılık kıyafet modasına, müzik ve yeme içme alanında olduğu gibi Bağdat' tan gelen Ziryab bir süre yön vermişti. Özellikle, Endülüs Emevileri döneminde yönetici ve zengin tabaka arasında Bağdat yeme-içme modasını yaygınlaştıran Ziryab olmuştu. Kendisi, Doğu İslam dünyasının adabı muaşeret kurallarından bazılarını da Endülüs'e taşımıştı. Ancak, daha sonraları Murabıt ve Muvahhid tesirleri Endülüs'te kısmen de olsa kendini göstermişti. Bu arada, Endülüslüler kıyafet rengi olarak daha çok yaz rengi tercih ederlerdi. Ziryab da bu alışkanlığı destekleyen biri olmuştu.

Endülüs halkının ve bilhassa kadınların giysi çeşitlerinin tespitinde, her kıyafetin her bölge ve zamanda geçerli olmayacağı gerçeğinden kaynaklanan güçlükler mevcuttur. Endülüs halk şiirinin önde gelen temsilcisi İbn Kuzman'ın divanı incelendiğinde ortaya çıkan verilere göre, Murabıtlar dönemi boyunca Endülüs'te yaygın olan giyim şekilleri belirli oranda tespit edilmiştir. Bunlar arasında coğrafi konum gereği Mağribliler'in ya da doğulu Müslümanların kıyafetinden farklılık arz edenler, daha çok Hıristiyan giyim tarzından (İfranci) etkilenerek kullanılan elbiselerdi. Özellikle, ipekli giyimde bu etkilenme daha da barizdi. Mesela, Hıristiyanların dostu İbn Merdeniş'in Hıristiyan tarzı giyindiği kaynaklarda kayıtlıdır. Daha ilginç olanı ise, Endülüslü emir ve askerlerin genellikle Hıristiyan tarzı giyindikleri tespitidir. Hıristiyan elbiseleri içerisinde, Endülüslüleri etkileyen daha ziyade Kaleniyye derisinden imal edilen pahalı bir elbiseydi. Ayrıca, "fiştan" (fistan) denen bir elbise türü de yine Hıristiyanlardan Endülüslülere geçmişti.

Giyim kuşam konusunda Müslümanların da İspanya Hıristiyanlar üzerinde tesirleri olmuştu. Tarihi kayıtlardan anlaşıldığına göre, IV./X. yüzyıldan itibaren Kurtuba, İşbiliye, Tuleytula ve Sarakusta sarayları çevresinde kullanılan kıyafetlerin benzerleri, kuzeyli Hıristiyan krallar tarafından da benimsenmeye başlanmıştı. Endülüs Emevileri zamanından itibaren Leon, Navar, Kastilya ve Aragon kralları ve kontlarından Kurtuba ve İşbiliye'ye giden elçiler, İspanyalılar arasında moda kabul edilen muhteşem elbise, ve kıyafetleri yüklenip geliyorlardı. Özellikle, İspanyol kadınları rengarenk kumaşlar, göz alıcı kıyafetler ve her çeşit süs takılarıyla hayran kaldıkları Endülüs giyim ve takılarını bol miktarlarda ithal ettiriyorlardı. VI. /XII. Yüzyılda Avrupa içlerinden Şente Yakub'a gelen hacıların kıyafetleriyle İspanyalılarınki arasında büyük farklar vardı. Çünkü, İspanyalılar Müslümanların tarzında giyiniyorlardı. Sadece kılık kıyafette değil, saraylar ve evlerin teşrifatında da krallar Müslümanları taklit ediyorlardı.

Medeni hayat ve zenginliğin gündeme getirdiği konulardan birisi de, yeme içme kültürünün çeşitliliğidir. Yaşadıkları müreffeh hayat, özellikle Endülüs ileri gelenlerinin mutfaklarında çok kaliteli yemek çeşitlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Her yerleşim bölgesi ve topluluğu, kendine has farklı yiyecek ve içecekleriyle ünlenmişti. Mesela, Yahudilerin "Hacele el-Yahudiyye" ve "Ferruhu Yahudi'den bir tat" adı verilen özel bir yiyecekleri vardı. Aynı şekilde, Sakalibe ve diğer topluluklar ile benzeri özel yiyecek ve içeceklere sahiptiler.


Farklı din ve milletlerden insanların bir arada barış ve kardeşlik ilişkileri içerisinde yaşadıkları (Convivencia = Endülüs'te Birarada Yaşama Sanatı) Endülüs toplumunun yeme içme kültürü, doğal olarak her toplumsal kesimin katkılarıyla zengin bir mönüye sahip olmuştu. Ayrıca, Endülüs'e gelen Müslüman grupların İslam dünyasının Dımaşk, Bağdad, Mısır, Yemen ve Afrika gibi pek çok farklı bölgelerinden gelmiş olmaları, sosyokültürel hayatın her sahasında olduğu gibi, bu konuda da zenginliği daha da zirveye götürücü bir unsur olmuştur. Hıristiyan devletlerinden de bu hususta bazı katkılar söz konusudur. Mesela, içki içerek kendinden geçme alışkanlığı bunlardandır.


4-Bina Düzeni, Mimari Teknikleri ve Şehir Yapısı



Endülüs mimarisinin, zamanındaki emsallerine oranla oldukça ileri seviyede olduğunu çağdaş araştırmacıların eserlerinden anlamak mümkündür. Medeniyetin görünen en önemli unsurunu teşkil etmesi bakımından bu tespit, Endülüs medeniyetinin bugüne uzanan izleriyle kendini destekler mahiyettedir.! Hıristiyanlar ile Müslümanlar, bina düzeni ve mimari teknikleri konusunda da birbirlerinden etkilenmişlerdir. Endülüs'ten kaçan veya Hıristiyanların eline düşen Endülüs şehirlerinde yaşamakta olan Müsta'ribler, Müslüman toplum içinde kazandıkları toplumsal ve kültürel unsurları Hıristiyan İspanya devletlerine aktarıyorlardı.

Endülüs İslam mimarisi, Hıristiyanların kilise, vb. yapı tarzlarından iktibaslar da yaparak zamanla özgün bir yapıya kavuşmuştur. Genel olarak, iki ana oluşum devresine sahiptir Endülüs mimarisi: 1. Müsta'rib Tarzı, 2. Endülüs Devresi. Birinci devreye Müsta'rib tarzı denme sebebi, bu dönemdeki Endülüs yapılarının Müvelled, Müsta'rib veya krallık vatandaşı olan kuzeyli Hıristiyanlar tarafından bina edilmiş olmasıdır. Daha çok Endülüs Emevileri döneminde geçerli olduğu için Endülüs İslam mimarisindeki Hıristiyan İspanyalı tesirleri bu devrede yoğun olarak görülmüştür.

İçinde insanın yaşadığı ev, konak ve saray gibi binalardan başka, Endülüs mimarisinin cami, su kemeri, köprü ve hamam gibi altyapı elemanları konusunda da İspanyalılar üzerinde etkisi olmuştur. Endülüs'te inşaat ve süsleme işlerini yürüten Müsta'rib ustalar, daha sonraları kuzey bölgelerinde de yapı işlerini üstlenir olmuşlardı. Bu durum, iki medeniyetin bu alanda etkileşim gösterdiği ortak bir alanı meydana getirmiştir. Özellikle, Müsta'rib tarzının Fransa içlerine kadar bina yapımında etkili olduğu, rengini ve tarzını oralara taşıdığı da bilinmektedir.

Endülüs İslam mimarisinin ikinci devresini teşkil eden Endülüs Devri Tarzına gelince, bu tarz Mühlkü't-Tavaif, Murabıtlar ve Muvahhidler dönemlerinde geçerli olmuştu. Murabıtlar'ın kısa ömürlü Endülüs hakimiyetlerine karşın, uzun hakimiyetleri süresince Muvahhidler, sanat ve mimaride ağırlıklarını hissettirmişlerdi. Özellikle, geniş geçmelerle temsil edilen sade tezyinat tarzı, Fas'ta benzerlerine rastlanan yalın ve mağrur yapılarla kaynaştırılmış, dolayısıyla Muvahhid zevki eski Emevi stiliyle bağdaştırılarak yeni üslupta eserler vücuda getirilmiştir.

Muvahhidler'in İşbiliye'de yapmış oldukları binalardan bugün hiçbir eser kalmamıştır. Halife Ebu Yakub Yusuf zamanında yapılan İşbiliye Ulucamii'nin sadece minaresi ayakta kalmıştır. Melviye (La Giralda) adıyla anılan minarenin VI-/XIV. yüzyılın ortalarında yıkılan üst kısmı, X./XVI. yüzyılda çan kulesi şeklinde tamamlanmıştır. Muvahhid mimari faaliyeti, kendini en fazla askeri amaçlı binalarda göstermiştir. Kale ve şato benzeri bugüne gelebilen pek çok tahkimatlı bina, Andalucia bölgesinde sık rastlanan eserlerdir. Bunların en güzel örneği, La Giralda'nın yakınındaki Altın Kule' dir. Muvahhidler'in Cebelü Tarık'ın yüksek tepelerinden biri üzerine inşa ettikleri bir köşk, külliyesiyle birlikte aynı şekilde ülkenin dört bir yanından getirtilen ünlü mimarların eseridir.

İspanya Hıristiyanları, sadece Müsta'ribler vasıtasıyla Endülüs mimarisinden etkileniyor değillerdi. Fasılalarla devam eden Reconquista savaşları, haddizatında, iki medeniyetin yani, İslam ve Hıristiyanlığın kültürel çatışması anlamına da geliyordu. Özellikle, savaş zamanlarında İspanyol krallar ihtiyaçları olduğunda Endülüs' ten değil de Pireneler'in ötesinden Fransız, vb. mimarlara yöneliyorlardı. Böylesi durumlarda, İspanyol mimarisi bazen Avrupa ve bazen de Endülüs mimarisi rengine bürünüyordu. Ancak, Kastilya ve Aragon devletleri daha çok Endülüs mimarlarını tercih ediyorlardı. Çünkü, bir kez Endülüs ustaları genellikle kendi ırkdaşlarından olurdu. İkincisi ve en önemlisi, savaşlar sonucu zaten pek çok Müsta'rib Endülüs vatandaşı, kendi ülkelerine göç ediyordu. Müsta'riblerin ise, Hıristiyanlar üzerinde toplumsal, kültürel hayat, zanaatlar, tarım ve mimari gibi hayati alanlarda çok büyük etki ve katkıları söz konusuydu.

Müslüman ve Hıristiyan ustaların beraberce meydana getirdikleri ve İslam sanatının Hıristiyan,sanatına uyarlanmış şekli olan Müdejar (Müdeccen) sanatına gelince, bu genel hatlarıyla Endülüs İslam sanatının devamı niteliğindedir. İspanyol sanatının bazı önemli örneklerinin yapıldığı bir devri adlandıran ve mimari kadar küçük sanat kollarında da uygulanan bu üslup, yalnız kaybedilen Endülüs topraklarında kalmamış, İslam hakimiyeti altına hiç girmemiş bazı kuzey bölgelerinde de kendini göstermiştir. İspanya' da siyasi ve askeri bakımdan gücünü kaybeden Müslüman varlığı, en önemli örneğini İşbiliye Alkazar'ının teşkil ettiği Müdejar üslup vasıtasıyla mimari etkilerini X./XVI. yüzyılın ortalarına kadar sürdürmüştür. Bu üslubun özellikle seramik gibi sanat kollarındaki ömrü ise, daha uzun olmuştur. Müdejar sanatın dini mimarideki önemli örnekleri Burgos'taki Las Huelgas Manastırı, Sarakusta'daki Seo Kilisesi, Tuleytula ve Kurtuba havralarıdır.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

Şırnak Uludere

 


10 Ocak 2024 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “K”

 



KUTB:


İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vâsıta kılınan büyük zât. Dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana medâr kutbu (kutb-ül-aktâb), din ve irşâd işi ile vazîfeli kılınana irşâd kutbu denir. (Kutb-i Medâr ve Kutb-i İrşâd)


Kutb-ı Ârifîn:


Ârif denilen evliyânın başı, en büyüğü, yüksek ilimler sâhibi.


Kutb-ı ârifin Zünnûn-i Mısrî rahmetullahi aleyh şöyle buyurdu: "Her âzânın bir tövbesi


vardır: Kalbin tövbesi, mâsiyeti (günâhı) terk etme husûsunda uyanık olmasıdır. Gözün tövbesi, haramlara bakmamasıdır; elin tövbesi, kendisinin olmayan şeyi almaması; kulağın tövbesi, bâtıl (boş, yanlış ve bozuk, kötü) şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi, helal yemesi; avret mahallinin tövbesi, kötü işlerden, zinâdan uzak durmadır.


Kutb-i Ebdâl:


Kutb-i aktâb, Kutb-i medâr.


Kutb-i İrşâd:


İnsanların irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan zâtların reisi.


Kutb-i irşâd, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrum kalır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, zamânının kutb-i irşâdı idi. (İmâm-ı Rabbânî)


Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil (yetişmiş ve yetiştirebilen) olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra, bir tâne bulunursa yine büyük nîmettir. Her şey onunla nurlanır. Onun bir bakışı kalb hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)


Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları , bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yâhut o, bir kimseyi sever onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması feyz yolunu kapatır. O zât bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zarârını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. (İmâm-ı Rabbânî)


Kutb-i Medâr:


Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan büyük zât. Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl da denir.


Kutb-i medâr, her zaman bulunur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lâzımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları kendilerini bile bilmezler. (İmâm-ı Rabbânî)


Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda herşeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz (mânevî ilimlerin ve fâidelerin) gelmesine vâsıta olur. Herşeyin yaratılması rızıkların gönderilmesi, dertlerin belâların giderilmesi, hastaların iyi olması bedenlerin âfiyette olması, kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günahlara tövbe etmek ise kutb-i irşâd'ın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâl'in (medarın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. O zamanda kutb-i ebdâl ise, hazret-i Ömer ve Üveys-i Karnî idiler. (İmâm-ı Rabbânî)


Kutb-ül-Aktâb:


Âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk, kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan ricâl-i gayb yâni herkesin tanımadığı zâtların reisi. Emrinde üçler, yediler, kırklar... denilen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş kimseler bulunur. (Kutb-i Medâr)


KUTBİYYET:


Kutubluk denilen yüksek evliyâlık mertebesi. (Kutb)


KUVVE-İ ÂLİME:


Bilici kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi, akıl. Buna müdrike de denir.


İnsan rûhu yalnız insanlarda bulunur. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, kuvve-i âlimedir. İnsan kuvve-i âlimesi ile tecrübî ilimleri yâni deneye dayanan fen bilgilerini elde ederek, maddenin hakîkatini, ne olduğunu anlar. Yine kuvve-i âlimesi ile ahlâk bilgilerini öğrenip, iyi huyları ve yararlı işleri kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır. İkincisi, kuvve-i âmile yâni yapıcı kuvvettir. (Kuvve-i Âmile) (Abdülhakîm Arvâsî)


KUVVE-İ ÂMİLE:


İş yapan kuvvet. İnsan rûhuna âit iki kuvvetten birisi olan, fâideli ve başarılı işlerin yapılmasını sağlayan bilici kuvvetlerle edinilen bilgilere göre iş yapan kuvvet.


İnsan rûhunun iki kuvveti vardır. İnsan bu iki kuvvet ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi, idrâk edici olan kuvve-i âlime ve müdrike denilen bilici kuvvettir. İkincisi kuvve-i âmiledir. İnsan rûhunun kuvve-i âmilesi, akla dayanır. Bir işte, iyilik, fâide olduğunu akıl ile anlarsa, onu yapar. Sonu noksan ve zarar olacağını anlarsa, o işi yapmaz. Şehvet ve gadab (kızma) kuvvetlerini idâre eder. (Ali bin Emrullah)


Rûhun gerek kuvve-i âlimesi ve gerekse kuvve-i âmilesi meleklerdir. Allahü teâlâ, lutf ve merhamet ederek, melekleri rûhun emrine vermiştir. Küçük kıyâmet kopuncaya kadar, yâni rûh bedenden ayrılıncaya, ölünceye kadar, rûhun emrinde kalırlar. Hadîs-i şerîflerde de buna işâretler vardır. Bâzı kimselerden, durup dururken, tecrübeli kimselere parmak ısırtan hünerlerin meydana gelmesi de bunu göstermektedir. (İmâm-ı Gazâlî)


KUVVE-İ DERRÂKE:


Anlayıcı kuvvet, akıl.


Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. İyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırmak için yaratılmıştır. (Kuvve-i Âlime) (Abdülhakîm Arvâsî)


KÜBREVİYYE:


Evliyânın büyüklerinden Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği için kübrâ (büyük) lakabıyla meşhur olmasından dolayı, bu yola Kübreviyye denmiştir.


Ebû Necîb-i Sühreverdî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenen Necmeddîn-i Kübrâ'nın kurduğu Kübreviyye yoluna pekçok kimse girdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası Sultan-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled ile Ferîdüddîn-i Attâr'ın hocaları Mecdüddîn Bağdâdî, Baba Kemâl Cündî, Semnan pâdişâhının oğlu Rükneddîn Ahmed Alâüddevle, Kübreviyye yolunda ilerleyerek yükselmişlerdir. (Molla Câmi)


Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, tasavvufa dâir yazmış olduğu "Usûl-i aşere" adlı kitâbında Kübreviyye yolunun esaslarını şu şekilde açıklamıştır: Allahü teâlâya kavuşmak arzûsunda bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esâsa bağlıdır. Bunlar; tövbe (günahlara pişman olmak), zühd (dünyâya gönül bağlamamak), tevekkül (her işinde Allahü teâlâya güvenmek), kanâat (yemek-içmek husûsunda elde bulunan ile yetinmek), uzlet (insanlardan uzak olmak), devamlı zikir (Allahü teâlâyı anmak), teveccüh (tamâmen Allahü teâlâya yönelmek), sabır, murâkabe (nefsini kontrol etmek ve nefsin hîle ve tuzaklarına karşı uyanık bulunmak), rızâ (nefsin arzularını terk ederek, Allahü teâlânın hiçbir hükmüne îtirâz etmemek) dır. (Necmeddîn-i Kübrâ)


KÜÇÜK GÜNAH:


Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük günahlara göre daha küçük sayılan günahlar, yasaklar, mekrûhlar. (Sağîre)


Tahrîmen (harama yakın) mekrûh işlemek küçük günahtır. Küçük günâha devâm etmek, büyük günah olur. (İbn-i Nüceym)


Küçük günâhı işlemekte ısrar etmek büyük günâhtır. (Muhammed İznikî)


Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir zerrecik (çok az) bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir." Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük görünür. Günâhlardan kaçınmak ise herkese farzdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)


Haramları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ intikam alıcıdır. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazâbını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. (Muhammed Rebhâmî)


KÜÇÜK HAVUZ:


Hanefî mezhebine göre alanı yirmi beş metrekâreyi bulmayan havuz. (Havz)


KÜFR (Küfür):


Örtmek; hakkı örtmek, kapamak, Hakk'ı inkâr etmek. Dinde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dinden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabûl etmemek.


Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:


Muhakkak ki, küfre varanları, azâb ile korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Onlar îmân etmezler. (Bekara sûresi: 6)


(Fir'avn ve kavmi) küfür üzere ısrâr edip, âyetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmayıp gâfil bulundukları için biz de kendilerinden intikam almak diledik ve hepsini denizde boğduk. (A'râf sûresi: 136)


Küfürden başka hiçbir günâh, hasenâtın sevâblarının hepsini yok etmez. Günâh olduğuna inanmayıp İslâmiyet'e ehemmiyet vermeyerek haram işlemek ve küfre, dinden çıkmağa sebeb olan işleri yapmak, sevâbların hepsini yok eder. (Muhammed Hâdimî)


Küfr, nefs-i emmârenin hevâ ve heveslerinden (arzu ve isteklerinden) doğar. Küfürden teberrî (uzak durmak) İslâm'ın şartıdır. (İmâm-ı Rabbânî)


Bir müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksan dokuzu küfre sebeb olsa ve biri müslüman olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden kurtarmak lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)


Küfr Alâmetleri:


Kâfirlerin ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan şeyler.


Küfr alâmetlerinden bâzıları; zünnâr, haç ve mecûsî serpuşudur. Küfr alâmetleri âdet olup, müslümanlar arasında yayılırsa, İslâm âdeti olmaz. Küfür alâmeti olmaktan çıkmaz. Zünnâr takan, kâfir olur, dinden çıkar. (Şehzâde Muhammed)


Müslüman olmayanların, ibâdet diye yaptıkları şeyler ile küfür alâmeti olan ve İslâmiyet'i inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr edilmesi vâcib (lâzım) şeyleri yapan kâfir olur. (Ahi Çelebi, Dâmâd)


Küfr-i Cehlî:


İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan şeylere inanmamak.


Küfr-i Cehlîye düşen kimsenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi, îmânını tâzelemesi ihtiyâtlı olur. (Hâdimî)


Küfr-i Cühûdî:


Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.


Küfr-i cühûdî, kibirden, mevkı sâhibi olmayı sevmekten veya ayıplanmaktan korkmaktan hâsıl olur. Fir'avn'ın ve ona tâbi olanların küfrü böyle idi. (Muhammed Hâdimî)


Küfr-i Hükmî:


İslâmiyet'in îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söylemek ve işleri yapmak.


Akıllı, bilgili, edebiyatçı olduğunu göstermek için veya yanındakileri güldürmek, hayrete düşürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen sözlerde küfr-i hükmîden korkulur. Gadab, kızgınlık ve hırs ile söylenen sözler de böyledir. Bunun için insan, sözünün ve işlerinin nereye varacağını düşünmelidir. Her şeyde dînini kayırmalıdır. (Muhammed Hâdimî)


Küfr-i İnâdî:


Bilerek, inâd ederek kâfir olmak, küfr-i cühûdî.


Küfr-i inâdî ile mürted (dinden çıkan) olanların, tövbe etmeleri için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebeb olan şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır.


Erkek veyâ kadın bir müslüman, âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, ciddî olarak veyâ hezl, yâni güldürmek için söylerse veya yaparsa, mânâsını düşünmese dahi küfr-i inâdî olduğu için îmânı gider. (Hâdimî)


Küfr-i Nifâkî:


Diliyle îmân ettiğini söyleyip, kalbiyle inkâr etmek. İnanmamak Küfr-i nifâkî üzere ölen kimse bağışlanmaz. (Vâhidî)


Küfr-i nifâkî üzere olanın, inkârı gizli olduğundan, namazların sûretini yerine getirir. Böyle olanın sûretâ (görünüşte) olan îmânı mûteber değildir. (İmâm-ı Rabbânî)


KÜFRÂN-I NÎMET:


Nîmete nankörlük etmek. Nîmeti kullanırken, nîmetin sâhibini unutmak. Allahü teâlâya verdiği nîmet ile âsî olmak yâni nîmeti yerinde kullanmamak.


İslâm dîninin emir ve yasaklarına uymak şükür, uymamak küfrân-ı nîmettir. (İmâm-ı Rabbânî)


İnsanın düşünmesi ve Allahü teâlâdan aralıksız olarak kendisine gelen nîmetleri görmesi, bilmesi ve bunun netîcesi olarak da, şükrü kendine vâcib bilmesi lâzımdır. Nîmetler bu yolla artar. Ancak insanların çoğu kendini nîmet içinde gördükleri hâlde küfrân-ı nîmette bulunurlar. Nitekim Allahü teâlâ bundan haber veriyor ve Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz insana (sağlık ve genişlik gibi) nîmet verdiğimiz zaman, Allahü teâlâyı anmaktan yüz çevirip, uzaklaşır. Ona fenâlık dokununca da pek ümidsiz olur (Allahü teâlânın ihsânından ümîdini keser)" buyuruyor. (İsrâ sûresi: 83) (Muhammed Rebhâmî)


KÜFV (Küfüv):


Eş , denk. Evlenecek kız ile erkeğin din bilgileri, takvâ (haramlardan kaçmak), neseb (soy), mevki ve servet bakımından denk olması.


Yâ Ali! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde (girince) kıl! Hazırlanmış cenâzenin namazını hemen kıl! Dul veya kızı küfvü isteyince hemen ver. (Hadîs-i şerîf-Eşi'ât-ül-Lemeât)


Namaz kılmanın birinci vazîfe olduğuna inandığı hâlde, tembellik ederek kılmayan kişi fâsık (büyük günâh işliyen) olup, sâlihâ (dînine bağlı) kızın küfvü değildir. (Ömer Nesefî)


Kadını, kızı küfvüne vermek lâzımdır. Küfüv zengin olmak, maaşı çok olmak demek değildir. Küfüv olmak, erkeğin sâlih (dînine bağlı) müslüman olması, Ehl-i sünnet îtikâdında (doğru îmân sâhibi olması), namaz kılması, içki içmemesi, yâni İslâmiyet'e uyması ve nafaka kazanacak kadar iş sâhibi olması demektir. Erkeğin böyle küfv olmasını düşünmeyip de, zengin ve apartman sâhibi olmasını isteyenler, kızlarını felâkete sürüklemiş, Cehennem'e atmış olurlar. Kızın da namaz kılması, tesettüre (örtünmeye) dikkat etmesi lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)


KÜLLÎ İRÂDE:


Allahü teâlânın başlangıcı ve sonu olmayan irâde (dileme) sıfatı.


KÜN EMRİ:


Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "Ol!" emri.


KÜRSÎ:


Allahü teâlânın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arşın altında olduğu bildirilen Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlıklardan biri.


Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:


O'nun (Allahü teâlânın) Kürsîsi, göklerden ve yerden geniştir. (Bekara sûresi: 255)


Kürsî, âlem-i halktan (madde âleminden) olup, göklerden ayrı olarak yaratıldığı için, bu altı günün dışında yaratılması lâzım gelir. Nitekim, âlem-i halktan olan su, altı günün dışında ve daha önce yaratıldı. (Ahmed Fârûkî)


Yedi kat gök, yedi kat yer, Arş ve Kürsî, var olan ne varsa hepsi, Allahü teâlânın kudretindedir; O'nun emrine boyun eğmiştir. O'ndan başka kimsenin elinde bir kuvvet yoktur. Allahü teâlânın, yaratılmışlardan hiçbir yardımcı ve ortağı yoktur. (Sâvî, Kurtubî)


KÜRSÜF:


Evlenmemiş (bâkire) kızların yalnız hayz zamânında, evli veya dul kadınların ise her zaman, edep yerine koydukları ve koku sürdükleri bez veya saf nebâtî pamuk.


Kadınların kürsüf kullanmaları ve buna koku sürmeleri müstehâbtır (iyidir). (Halebî)


KÜSÛF NAMAZI:


Güneş tutulduğunda en az iki rek'at olarak cemâatle kılınan namaz.


Peygamber efendimiz, husûf (ay tutulması), küsûf zelzele, şiddetli rüzgârlar, devamlı yağmur, yakıcı yıldırımlar, korkunç karanlık, korkunç sel, salgın hastalıklar ve korkulu, üzüntülü zamanlar için buyurdular ki: "Bu gibi felâketleri gördüğünüz zaman namaza sarılın." (M. Zihni Efendi)


Hicretin onuncu yılında Peygamber efendimizin bir buçuk yaşındaki oğlu İbrâhim'in vefâtı sırasında güneş tutulmuştu. Bunun İbrâhim'in vefâtı için olduğunu söyliyenlere karşı cevâben cemâatle iki rek'at küsûf namazı kıldıktan sonra; "Güneş ve ay, cenâb-ı Hakk'ın âyetlerindendir. Hiç kimsenin vefâtı yâhut hayâtı için tutulmazlar" buyurdu. (M.Zihni Efendi)


Küsûf namazı ezânsız, kâmetsiz ve hutbesiz olarak kılınır. Kırâet (okuma) uzun olur. (Dört rek'atte müsebbihatten dört sûre okunur. Müsebbihat yedi sûredir. Benî İsrâil, Hadîd, Haşr, Saf, Cum'â, Tegâbün ve A'lâ sûreleridir). Rükû ve secdelerle edâ edilir. Namazdan sonra güneş açılıncaya kadar duâ edilir. Cemâat âmin der. (Senâullah Dehlevî)


KÜTÜB-İ SÂLİFE:


Allahü teâlâ tarafından, Peygamber efendimizden önce gelmiş olan peygamberlere gönderilen fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiş olan ilâhî kitablar. Bunlara semâvî kitablar da denir.


Kütüb-i sâlifeden bildirilenler, Kur'ân-ı kerîm ile yüz dörttür. Bunlardan on suhuf (forma) Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şit) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrat, Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr kitâbı Dâvûd aleyhisselâma, İncîl kitâbı Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuş, indirilmiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)


Kur'ân-ı azîm-üş-şânın mûcize taraflarından en kuvvetlisi fenlere, ilimlere âit olan âyetlerdir. Kütüb-i sâlife baştan başa okununca, görülecek ki, Kur'ân-ı kerîmdeki tıb, astronomi, hikmet (fizik-biyoloji), teşrih, kimyâ, nebâtat (botanik), yerin tabakalarına âit âyetlerin hiçbirisi onlarda bulunmamaktadır. Asırlar sonra keşf edilen bir şeyin, Kur'ân-ı kerîme uygunluğundan büyük mûcize tasavvur olunabilir mi? (Erzurumlu Hoca Muhammed Nusret)


KÜTÜB-İ SİTTE:


Altı kitab. Kur'ân-ı kerîmden sonra, İslâm dîninin ikinci kaynağı olan hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden ve doğruluğu İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilen altı hadîs kitâbının hepsine birden verilen ad. Bunlar; İmâm-ı Buhârî'nin Sahîh-i Buhârî'si, İmâm-ı Müslim'in Câmi'us -Sahîh'i, İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı (veya İbn-i Mâce'nin Sünen'i), İmâm-ı Tirmizî'nin Sünen'i, Ebû Davûd Süleymân'ın Sünen'i, İmâm-ı Nesâî'nin Sünen'idir.


Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mânâ çıkarabilen derin âlim) olabilmek için, bilinmesi gereken ilimlerden birisi de; Kütüb-i sitte'deki ve diğer hadîs kitablarındaki yüz binlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zaman ve ne için buyrulduğunu ve mânâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veya sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak'a ve hâdiseler üzerine buyrulduğunu ve kimler tarafından nakl olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ahlâkta olduklarını bilmek lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)


Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbn-i Âbidin'de yazılı âyet-i kerimeyi ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan Mu'âz hadîsini okuyarak, müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh etmiştir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi bunu kabûl ederek nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ hâsıl oldu. (M. Sıddık Gümüş)


Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'den olan diğer dört kitabda yazılı binlerce hadîs-i şerifin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmiştir. (M.Sıddîk bin Saîd)


Bâzı âlimler Kütüb-i Sitte'yi sayarken İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ'ı yerine İbn-i Mâce'nin Sünen'ini sayarlar. (Taşköprüzâde)


İbâdet ve ahkâm bilgileri hadîs kitaplarından kolay anlaşılmaz. Ahkâm, helâl, harâm olan şeyler demektir. Hadîs kitaplarının en sağlamı Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'nin diğer dört kitabıdır. (Hâdîmî)


Muhammed aleyhisselâmın, peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildiren yüzelli hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan otuz kadarı Kütüb-i Sitte'de yazılıdır. Îsâ aleyhisselâmın gökten ineceği de zarûrî bilinmektedir. Bunlara inanmayan kâfir olur. (Enverşah Keşmirî)


Mezhebsizler, bâzı hadîs-i şerîflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl oldukları iyi bilinmeyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelenlere kusur olmaz. Bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i Sitte'de yoktur derlerse, hadîs-i şerîflerin sayısı, Kütüb-i Sitte'de bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadîs kitaplarında da sahîh hadîslerin bulunduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak