4 Ocak 2024 Perşembe

Safranbolu / Karabük

 


OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA II. BAYEZİD DÖNEMİ (1481-1512)

 




Fatih Sultan Mehmed'in; çıktığı son seferinde Maltepe'de hastalanarak vefatı, devletin belli bir süre sarsıntı içerisine girmesine ve İstanbul'da karışıklıkların çıkmasına yol açtı. Fatih'in iki oğlundan büyüğü ve Amasya Sancakbeyi II. Bayezid, babasının vefatından sonra kendisine ulaşan çağrı üzerine maiyetindeki 4.000 askerle 9 günlük bir yolculuğun ardından İstanbul'a ulaşarak tahta çıktı. Ancak Fatih'in Konya'da sancakbeyi olan diğer oğlu Cem, bu durumu kabullenmeyerek ağabeyi Bayezid'e karşı taht mücadelesine girişti.

Bayezid'in Fatih gibi güçlü ve yetenekli, dünya çapında bir liderin ardından gelmesi onun en büyük şanssızlığıydı. Birçok askeri ve diplomatik başarıya imza atılmış olsa bile, Bayezid dönemi; tarihi açıdan Fatih döneminin göz kamaştırıcı başarılarının gölgesinde kalmış ve yükselme döneminde bir duraklama olarak telakki edilmiştir. Oysa Fatih'in muazzam fetihlerle büyüttüğü yeni devlette; çok farklı kültür çevrelerinden, din, mezhep ve dilden milletlerin Osmanlı kimliği etrafında kaynaştırılması; hiç değilse Osmanlı hakimiyeti altına alınarak iç ve dış güvenliğin sağlanması, yeni idari yapıların bu yeni merkezlerde kurulması oldukça zor bir durumdu. Ayrıca Fatih döneminde hakimiyet altına alınan Karadeniz ve Ege adalarının kontrol altında tutulabilmesi, deniz güvenliğinin sağlanabilmesi için güçlü bir donanmaya şiddetle ihtiyaç vardı.

Bayezid dönemi her ne kadar Fatih dönemine kıyasla batıyla münasebetlerde nisbeten durgun bir dönem sayılsa da, gerek yeni alınan yerlerin Osmanlı sistemine adapte edilmesi, gerekse güçlü bir Osmanlı donanmasının vücuda getirilmesi gibi faaliyetler; ileride daha büyük fetihlerin zeminini hazırladı. Böylece Il. Bayezid dönemi, Fatih sonrası genişleyen ve imparatorluk haline gelen Osmanlı Devleti'nin hazım dönemini oluşturdu. Bu arada, on beş yıl boyunca devam eden Cem-Bayezid çatışması ise bir yandan devletin batıda daha temkinli hareket etmesine sebep olurken, diğer taraftan doğuda da Memluklularla olan münasebetlerin giderek bozulmasına yol açtı.


CEM SULTAN HADİSESİ


Cem Sultan'ın maceralarla dolu renkli hayatının hüzünlü safhası, babası Fatih'in beklenmedik bir zamanda ölümüyle başladı. Esasen kendisi tahtın en güçlü adayı olarak görülmekteydi. Sadrazam Karamani Mehmed Paşa ve Fatih dönemi zaferlerinin önemli komutanlarından Gedik Ahmed Paşa gibi devlet ileri gelenlerinin de tercihi Cem'in sultan olmasıydı. Zaten ölümünden önce Fatih'in bu genç ve kabiliyetli şehzadeyi Karaman gibi önemli bir bölgeye vali tayin etmesi ve çıktığı son seferinde yanında görmek istemesi de Cem'in hükümdarlığa daha layık görüldüğünün işaretlerini taşıyordu.

Fatih'in vefatının ardından Karamani Mehmed Paşa vefat haberini vermek ve İstanbul'a süratle gelmesini sağlamak üzere Ceme haberci gönderdiyse de, bu haberci Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yolda öldürüldü. Sinan Paşanın Şehzade Bayezid'e babasının vefat haberini bildirmek üzere gönderdiği Keklik Mustafa ise kısa zamanda Amasya'ya ulaşarak Il. Bayezid'in dokuz gün içerisinde İstanbul'a gelmesini sağladı. Böylece taht mücadelesinde Il. Bayezid'in ekipleri ilk ve en önemli merhaleyi kazanarak Bayezid'in İstanbul’da parlak bir törenle tahta çıkışını sağlamış oldular. Ardından Cem Sultan taraftarı Sadrazam Mehmed Paşa'yı da İstanbul’da Cem lehine çıkan karışıklıkları bahane ederek saf dışı bıraktılar. Il. Bayezid onun yerine İshak Paşayı atadı ve çevredeki beylere hil'atler gönderip armağanlarla hoşnut etti. Zaten Gedik Ahmed Paşa da Adriyatik bölgesinde meşgul olduğundan, yeni Osmanlı hükümdarı fiilen İstanbul'da otoritesini tesis etmiş oldu. Il. Bayezid tahta çıktığında otuz dört yaşındaydı.

Şehzade Cem, bu gelişmeler ve taraftarlarının bir kısmının ortadan kaldırılması üzerine; taht iddiacısı sıfatıyla Anadolu’da mücadeleye girişti. Önce bin kişilik bir kuvvetle Bursa önlerine gelerek kısa zamanda şehri ele geçirdi. Bursa’da sultanlığını ilan ederek hakimiyet alameti olarak kendi adına para bastırdı. Bu gelişmeyi dikkatle takip eden Il. Bayezid'in bölgeye sevk ettiği Ayas Paşa komutasındaki güçleri de yenmeyi başardı. Il. Bayezid; gerek bu durumdan, gerekse Anadolu ve Rumeli'deki birçok beyin Cem'in etrafın­ da toplanmasından kaygı duymaya başlamıştı. Bu sebeple harekete geçerek Cem'in adamlarını birer birer kendi tarafına çekme siyasetine girişti. Nitekim Cem'in en sadık destekçisi ve lalası Aştinoğlu Yakup Bey'i yanına çekmeyi başardı. Zor durumda kalan ve Bursa'da tutunamayacağını anlayan Cem, halası Selçuk Hatun'u birtakım adamlarıyla birlikte Bayezide arabuluculuk yapmak üzere gönderdi. Selçuk Hatun, Cem'in Anadolu topraklarının kendisine bırakılması isteğini Il. Bayezid 'e şu cümlelerle iletti:


"Padişahım! Olmaz mı ki, can beraber olan kardeş kanını dökmeye kalkışmayasın ve İslam arasında cenk ateşini yakıp tutuşturmayasın. Rumeli topraklarıyla yetinip; Anadolu ülkesini, illerini ona bağışlayasın."

Bayezid'in bu teklife verdiği kısa ve öz cevap, insanlığın asırlardır sürdürdüğü hakimiyet anlayışını özetler netlikteydi:

"La rahime beyne'l-mülük: Hükümdarlar arasında akrabalık olmaz!"

Uzlaştırma çabalarının başarısızlıkla sona erdiği bu buluşmadan sonra çatışma kaçınılmaz oldu. Yenişehirde meydana gelen mücadele II. Bayezid kuvvetlerinin üstünlüğüyle sona erdi. Adamlarının ihaneti ve kendisine bağlı bazı aşiretlerin saf değiştirmesiyle zor durumda kalan Cem, önce Konya'ya ric'at etti. Ancak kendisini burada güvende görmeyen Cem Sultan, Konya'da sadece üç gün kaldıktan sonra Adana üzerinden Memluklulara ait Şam'a gitti. Maiyetindeki az sayıdaki adamı ve annesiyle Şam'dan Kudüse geçti ve mukaddes mekanları ziyaret ettikten sonra Gazze üzerinden Mısır'a geçti. Kahire'de kendisini Memluklu hükümdarı Kayıtbay, hükümdarlara yakışır bir sıcaklıkta karşıladı ve ağırladı.

Cem Sultan Mısır'da bulunduğu süre içinde ağabeyi Bayezid ile mektuplaştı. Bu yazışmalarda saltanat iddiasını devam ettirdiyse de, mektuplaşabilmeyi ağabeyinin bir ihsanı olarak ifade ediyor olması saltanat iddiasının zayıfladığının işaretiydi. Mektuplarda II. Bayezid, saltanat iddiasından vazgeçtiği takdirde kendisine her yıl taksitler halinde bir milyon akçe verileceğini bildirdiyse de Cem Sultan bunu reddetti.

Cem Sultan, Mısır'a ulaştıktan birkaç ay sonra Kayıtbay'dan izin alarak hac ibadetini yerine getirmek üzere Hicaz'a gitti. Dönüşte Mısır yöneticilerinin teşviki ve Anadolu'daki Karamanoğlu Kasım Bey'in kışkırtmalarıyla yeniden Anadolu'ya geçip taht mücadelesine girişti. Ancak girişimleri başarısız oldu. Mücadele sürecinde seslendirmeyi sürdürdüğü; "Anadolu'nun hakimiyetinin kendisine bırakılması” isteğine Il. Bayezid;

"Taht-ı saltanat, bir neşeli kıza benzer; iki erkeğe birden nikahına cevaz olmaz:' karşılığını verdi. Ancak Bayezid uzlaşma yolunu da kapatmayarak Cem'in ailesiyle birlikte Kudüs'e yerleşmesi halinde her türlü masraflarının karşılanacağı ve rahat ettirileceği taahhüdünde bulundu. Bahtı tahtına engel görünen şehzade bu teklifleri;

"Bir şehzadeye gereken para değil, mülk ü saltanattır:' diyerek reddetti.

Ancak Anadolu’da mücadelesini sürdürecek imkanı da kalmamıştı. Nihayet Karaman beyi Kasım'ın yönlendirmeleri doğrultusunda Rodos şövalyelerine sığınmak zorunda kaldı.


CEM SULTAN'IN ESARET YILLARI


Kasım Bey, Rodos hükümdarı tarafından Ceme bir davet mektubu ve ahitname verilmesini sağlamış ve Cem Sultan'ın tereddütleri ancak verilen bu güvencelerle ortadan kaldırılabilmişti. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra Cem Sultan, maiyetinde bulunan otuz yedi kişiyle Rodos'a vardı ve ihtişamlı bir törenle karşılanarak bir saraya yerleştirildi.

Rodos beyi D'Aubusson ve Rodos şövalyeleri Fatih'in küçük oğlunun adaya gelişini ilgiyle izlemiş, adeta intikam ateşiyle yanıp tutuşarak ondan azami ölçüde yararlanma ve Cem Sultan eliyle Osmanlı'ya daha fazla nasıl hasar verebileceklerinin hesabı içine girmişlerdi. Nitekim Rodos beyi; Fatih'in küçük oğlunun ellerinde olduğunu başta Papa olmak üzere, hıristiyan başkentlerine gururla bildirmişti. Bu temaslarda, Cem Sultan'a verilecek desteğin Osmanlı'ya karşı ellerini güçlendireceği; bu sayede kaybedilen hıristiyan topraklarının geri alınabileceği fikri paylaşılmaktaydı.

Verilen tüm teminatlara rağmen Cem Sultan artık hıristiyan dünyası elinde esirdi. Batılı güçler ondan yararlanma yolları aramaktaydı. Öte yandan Il. Bayezid de Rodos beyine, kardeşini kontrol altında tutması ve ihtiyaçlarını gidermesi için bir anlaşma teklifinde bulundu. Bu anlaşmaya göre Il. Bayezid, kardeşi Cem'in gözetimi karşılığında şövalyelere yıllık kırk beş bin Venedik Dükası verecekti.

Bir süre sonra Il. Bayezid'in artan baskısı Cem Sultan'ın Rodos'ta daha fazla kalmasına engel teşkil etmeye başladı. Ayrıca Cem Sultan'a Avrupa ülkelerinin destekleriyle Avrupa üzerinden Rumeli'ye geçirileceği va'dedilmekteydi. Nihayet şövalyeler Cem Sultan'ı uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Fransa'nın Nis şehrine götürdüler. Böylece Cem'in romanlara konu teşkil eden ilgi çekici ve acıklı hayatının Fransa'da geçen bölümü başladı. Rodos şövalyeleri Şehzade Cem'i Fransa içlerindeki kale ve şatolarda saklayarak hem kendi dünyalarında sükse yapıyor, hem de Bayezid Handan ve annesi Çiçek Hatun'dan para koparıyorlardı.

Veba salgını çıkması üzerine Nis'ten Fransa içlerindeki Rumeliye nakledilen Cem Sultan yolda Savoie Dükü'yle bir görüşme yaptı. İyi kalpli dük, Cem'in başından geçenleri dinledikten sonra kendisine yardım etmek istediyse de tecrübesiz Dük'ün Cem'i şövalyelerden kurtarma girişimleri sonuçsuz kaldı. Cem'in kaçma girişimlerini sezen şövalyeler, şehzadenin maiyetindeki adamlarından 29 kişiyi de Rodos'a gönderdiler.

Fransa içindeki birçok kale ve şatoda kısa sürelerle esaret hayatı yaşayan Cem Sultan, sonunda Bois Lamy şatosuna nakledildi ve burada yaklaşık iki yıl kaldı. Cem Sultanın Fransa içlerindeki muhtelif şatolarda geçen esaret hayatı yedi yıl daha sürdü. Nihayet Fransa Kralı VIII. Şarl ile Papa İnosan arasında yapılan anlaşmayla Cem Sultan, Roma'ya nakledildi.

Cem Sultan, Roma'da Papa ile görüştü ve ona Mısır'a gitmek istediğini, ailesinden ve vatanından uzaklarda elim bir vaziyette hayatını sürdürdüğünü ifade ederek sıkıntılarını anlattı. Papa ise kendisine Mısır'a gitmesinin doğru olmadığını, Macar kralının da desteği ile Rumeli sınırında bulunmasının daha uygun olacağını söyledi. Ayrıca Papa, Cem Sultan'a her şeyden önce Hıristiyanlığı kabul etmesini teklif etti. Bu teklif, Cem Sultan tarafından;

"Dinimi ne Osmanlı padişahlığı ne de dünya saltanatı için terk ederim." sözleriyle kesin olarak reddedildi.

Il. Bayezid, Cem Sultanın Avrupa'daki hayatını dikkatle takip etmekteydi. Bu amaçla Papa'yla diplomatik temas kurarak Cem'in kontrol altında tutulmasını talep etmiş, masraflarının karşılığında her yıl kırk bin altın verileceği, üç yıllık tahsisatın peşin olarak ödeneceği teklifini özel bir elçiyle bildirmişti. Özel elçi Mustafa Ağa bu tahsisatı Papa'ya takdim etmekle yetinmemiş Cem Sultan'la da görüşerek kendisine padişahın hediyelerini ve mektubunu vermiştir.

1492 yılında yeni seçilen Papa döneminde başlangıçta daha serbest bir hayat sürmekte olan Cem Sultan'ın durumu, zamanla sıkıntılı bir sürece girdi. Yeni Papa, Il. Bayezidden Cem için verilen ödeneğin artırılmasını talep ederek eğer toplu olarak üç yüz bin altın ödenecek olursa, şehzadenin zehirlenmek suretiyle öldürülebileceğini bildirdi.

Cem Sultan, bir süre daha Fransa ve Papalık güçleri arasında elde tutulması gereken önemli bir koz olmaya devam etti. Nihayet Fransa kralı bazı şartlar altında Cem Sultan'ı himayesine alarak Napoli üzerine yürüdü. Uzun süren esaret ve sürgün hayatı boyunca çok yıpranan Cem Sultan, bu yolculuk sırasında hastalandı ve 1495 yılı Şubat ayında vefat etti. Daha sonra Bursa'ya getirilerek defnedildi. Böylece kardeşler arasında yaklaşık on beş yıldır devam eden taht kavgası sona ermiş oldu.


OSMANLI-MEMLUK İLİŞKİLERİ


Fatih dönemine kadar Osmanlı-Memluk ilişkileri her zaman dostane bir biçimde sürmüş, batıda kazanılan her savaş, ortak zafer olarak kabul edilerek sevinç ve mutluluk birlikte paylaşılmıştı.

Fatih'ten itibaren Osmanlı Devleti'nin yüzünü doğuya çevirmesi, iki Müslüman devlet arasında o güne kadar görülmeyen bir çekişme ve rekabet dönemini başlattı. Karamanoğulları'nın etkisiz hale getirilmesi, Mısır ve Suriye'den Toroslara kadar uzanan topraklarda hakim olan Memluklularla Osmanlı'yı sınırdaş yapmıştı. İki devlet arasında sıkışmış Maraş ve civarında hakim olan Dulkadiroğulları ile Adana ve civarına bakim olan Ramazanoğulları'nın kontrolü konusunda ciddi bir rekabet vardı. Yine hac su yollarının güvenliğini sağlama, yol güzergahında hacıların ihtiyaçlarını temin konusunda sıkıntı ve şikayetler iki yönetimi karşı karşıya getiren başka bir sebepti. Rekabet o kadar ileri noktaya taşınmıştı ki; Fatih hac su yollarının güvenliğini bizzat Osmanlı'nın sağlamasını talep etmiş, bu talebi Memluklular tarafından iç işlerine bir müdahale sayılmıştı. Münasebetleri soğutan başka bir sebep de hac sırasında Hint Müslüman Sultanlığı'nın Osmanlı hükümdarına verilmek üzere getirdiği hediyelerin Memluklularca Osmanlı'ya ulaştırılmamış olmasıydı. Ancak iki ülkeyi karşı karşıya getiren asıl büyük sebep; Memlukluların Cem Sultan'a sahip çıkmaları, ona adeta bir hükümdar muamelesi yaparak Anadolu'daki siyasi girişimlerine destek olmalarıydı.

Nihayet iki ülke arasında 1485-1491 yıllarında Toroslar'da sıcak bir çatışma yaşandı. Bu savaşta taraflar birbirlerine kesin bir üstünlük kuramadılar. Tunus beyinin araya girmesiyle yapılan barış sonunda Toroslarda bazı topraklar Memluklulara bırakıldı.


OSMANLI DEVLETİ'NİN DENİZLERDE GÜÇLENMESİ


Osmanlı Devleti'nin gerek yakın doğu ve Doğu Akdeniz'deki yükselişi, gerekse denizcilik alanında büyük gelişme göstermesi II. Bayezid dönemine rast gelmektedir. II. Bayezid, açık denizlere hakim bir deniz gücüne sahip olunmadığı sürece Venediklilerle baş edilemeyeceğini, dolayısıyla devletin geleceği için Doğu Akdenizde deniz hakimiyetinin kurulmasının çok önemli olduğunu anlamıştı. Bu amaçla Osmanlı donanmasını yeni bir tarzda teşkilatlandırma gereğini duymuş; 1495'te devrin en büyük denizcisi Kemal Reis'i devlet hizmetine alarak denizcilik tarihimizde büyük donanma kaptanları çağını açmıştır.

Piri Reis, Kitab-ı Bahriye adlı eserinde Kemal Reis'in donanmaya katılmasını şu manzum ifadelerle anlatmaktadır:


Ki bir gün hitfidüben Bayezid Han,

Bize gönderdi geldi emr ü ferman

Buyurmuş kim Kemal gelsün kapuma

Deniz hizmetlerin etsün tapuma

O emrin tarihi bu idi ey can

Dokuz yüzde gelüben tuttuk evtan"


Böylece II. Bayezid devri, imparatorluk donanmasının altyapısının kurulduğu dönem oldu. Bir taraftan tersaneler kurulup geliştirilirken, diğer taraftan hem düzenli devlet donanmasıyla hem de gayr-i nizami denizciler eliyle denizlerde faaliyet göstermeye devam ediliyordu. Bu döneme «Deniz Gazileri» de dediğimiz gönüllü reisler damgasını vurmuştur.

II. Bayezid «Cem Sultan Hadisesi»nin etkisiyle dışta büyüme hedeflerini ertelemek zorunda kaldı. Bu sebeple Fatih döneminin sonlarında başlatılan ve başarıyla noktalanan İtalya Seferi'ne son verdi. Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri de Otranto'yu terk ederek geri çekildi.

Cem Sultan hadisesinin kapanmasından sonra siyasi anlamda rahat bir nefes alan II. Bayezid, Venedike ağır bir darbe indirmek için zaten güçlü donanma hazırlıklarını tamamlamıştı.

Osmanlı donanmasının 1499 ve 1500 yıllarında ardı ardına düzenlediği seferlerle, Mora Yarımadası'nın batısında yer alan stratejik öneme sahip; İnebahtı, Modon, Koron, Navarin ve Draç kaleleri ele geçirildi. Bu seferler sırasında Kemal ve Burak reislerin yönetiminde güçlendirilmiş donanma; Mora'nın güney batısında yer alan Sapianza Adası yakınlarında, 200 parçadan oluşan Venedik donanmasını imha etmeyi de başardı. Bu başarı Osmanlıların açık deniz muharebesinde gerçekleştirdikleri ilk büyük zaferdi. Kazanılan bu büyük başarıların ardından Venedik, İstanbul anlaşmasıyla bu adaların ve limanların Osmanlı'ya bırakılmasını kabul etmek zorunda kaldı. Böylece yakın bir gelecekte Akdeniz'de parlayacak olan Osmanlı donanması ilk zafer meyvelerini bu dönemde topladı.


ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARINA YETERLİ YARDIMIN GÖNDERİLEMEMESİ



İçte birliğini kaybeden tüm topluluklarda olduğu gibi, yaklaşık sekiz yüz yıldır İspanya'da yaşayan ve orada kalıcı izler bırakan Endülüs Müslüman topluluğu o yıllarda kendi aralarındaki ihtilafların güç kaybettirmesiyle iyice zayıflamış, güneyde Gırnata ve civarında tutunmaya çalışmaktaydı. Çok uzun zamandan beri Müslümanları İspanyadan atmaya kararlı Aragon ve Kastilya prenslikleri birleşerek Beni Ahmer Devleti'ni abluka altına almış ve imha etme noktasına gelmişti.

Gerek Memluklulardan ve Afrika'daki diğer emirliklerden gerekse Osmanlılardan yeterli desteği alamayan Endülüs'teki Beni Ahmer Devleti, yapılan bir anlaşmayla İspanyollara teslim olmak zorunda kaldı. Böylece İber Yarımadası'ndaki son İslam devleti de sukut etmiş oldu. Anlaşmaya göre Müslümanların cemaat hakları tanınacak, Müslümanlara fena muamele yapılmayacaktı. Ancak üç hafta geçtikten sonra verdikleri sözün aksine, Müslümanlara her türlü baskı, şiddet, eza ve cefayı uygulamaya başladılar.


Bu süreçte Endülüs Müslümanlarının acıklı imdat çağrılarına II. Bayezid tarafından yeterli karşılık verilememesi daha çok Cem hadisesine bağlanırsa da, bunun tek başına açıklayıcı bir durum olmadığı ortadadır. Zaten II. Bayezid'in başlattığı güçlü donanma projesinin biraz da Osmanlı deniz gücünün yetersizliğiyle bağlantısı vardı. Osmanlı'nın rakipleri olan Papalık, Venedik ve Ceneviz güçleri, Akdeniz’de uzun süreden beri devam eden bariz bir askeri üstünlüğe sahipti. Hele İspanya ve Portekiz'in açık denizlerde okyanusları aşacak boyutta deniz gücüne sahip olmaları, Osmanlı Devleti açısından bölgeye yardım göndermeyi oldukça zorlaştıran bir durumdu. Buna rağmen II. Bayezid, yardım çağrılarına büsbütün kayıtsız kalmadı. 1505 yılında Kemal Reis kumandasında İspanya sahillerini vurmak için bir Osmanlı deniz filosu gönderildi.

Bu girişim sonucunda bir kısım Müslümanlar ve yahudiler Türkiye'ye getirildi. Osmanlı Devleti sonraki yıllarda da zaman zaman yardım göndermeye devam etmişse de arzu edilen boyutlara ulaşamadı. Sadece bazı Müslümanlar kurtarılarak Afrika sahillerine yerleştirildi.


BOĞDAN SEFERİ


II. Bayezid dönemi genel olarak batıyla ilişkilerde durgun bir dönem olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde yapılan Boğdan Seferi, batıya karşı girişilen birkaç harekattan biridir. Bu önemli sefer; Tuna ağzındaki Kili limanının ve Akkerman Kalesi'nin fethine, Karadeniz üzerinden yapılan ticareti kontrole ve Kırım'a karadan bağlantıyı sağlamaya yönelikti. Öte yandan Lehistan'a yapılan sefer ve bu sefer sonucu bazı önemli kalelerin alınması, bölgede yegane belirleyici gücün Osmanlı olduğunu gösteren olaylardı.


DOĞUDA SAFEVİLERİN ORTAYA ÇIKIŞI


II. Bayezid, yaşlılığının da etkisiyle iktidarının son yıllarına doğru iyice yıpranmış ve iç çekişmelerden yorgun düşmüştü. Devlet işlerini vezirlere emanet ettiği son iktidar yıllarında oğulları arasında taht çekişmeleri başlamış, kendi sağlığında başlayan bu iktidar mücadelesi ülkede büyük bir başıbozukluk meydana getirmişti.

Osmanlı Devleti'nin sıkıntılı bir döneme sürüklendiği günlerde, Doğu Anadolu'da hüküm sürmekte olan göçebe Türkmen Akkoyunlu Devleti kendisini Peygamber ailesine nisbet ederek şöhret sahibi olan Şah İsmail'in eline geçti. Böylece Safevi Devleti'nin temelleri atılmış oldu


Gelecekte Osmanlı'nın doğudaki en büyük rakibi olacak olan Safeviler «Ehlibeyt İmamlarına bağlılığı öne çıkararak Anadoluda kendilerine siyasi alan açma çabasına giriştiler. Bu gayretler Osmanlı Devleti'ni çok zor bir durumda bıraktı. Şah İsmail'in şiirlerinin Alevi halkın arasında yayılması, Safevilere Anadolu halkı üzerindeki tesirlerini giderek artırma fırsatı veriyordu. II. Bayezid, iktidar yorgunluğu içinde, bu gelişmelere karşı tedbir almaktan uzak bir durumdaydı. Safeviler lehine propaganda yapan Şii davetçileri Anadolu'daki faaliyetlerini artırmışlar, II. Bayezid'in oğulları arasında yaşanan taht kavgaları ise Safevilerin işini daha da kolaylaştırmıştı.

Bu gelişmeler olurken Antalya bölgesinde Baba Tekeli tarafından «Şah Kulu» ayaklanması diye bilinen etkili bir isyan başlatıldı. Türkmen kitlelerin destek verdiği bu isyan güçlükle bastırılabildi. Şah Kulu öldürüldü. Ancak iletişimsizlikten kaynaklanan sebeplerle Osmanlı güçleri de büyük zayiat vermiş ve isyanı bastırmak için çabalayan Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa da hayatını kaybetmişti. Sonuçta güçlükle de olsa isyan bastırıldı.

Doğuda beliren Safevi tehdit ve tehlikesi, şehzadeler arasındaki iktidar mücadelesinin de eksenine oturmuştu. Bu tehlikeye karşı ancak kendisinin etkili bir mücadele yürütebileceğine özellikle yeniçerileri inandıran Trabzon Valisi Şehzade Yavuz, giriştiği taht mücadelesini kazanarak babasını ve kardeşlerini saf dışı bıraktı. Karıştıran Ovası'nda II. Bayezide bağlı yeniçerilerin «Selim'i isteriz!» diye tavır koymaları üzerine, yaşlanmış bilge padişah, tahttan feragat ederek Dimetokada istirahata çekilmeye karar verdi. Ancak oraya varamadan Çorluda hastalandı ve vefat etti. Böylece Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tahtının yeni sahibi oldu.


II. BAYEZİD'İN ŞAHSİYETİ


II. Bayezid, Osmanlı tarihinde Fatih'ten sonra en iyi eğitim almış padişah olarak bilinir. Bilhassa Amasya sancağındayken ilmi bir ortamda kendisini iyi yetiştirdi. Padişahlığı döneminde de ilme ve sanata büyük ilgi göstererek sanatçıları ve bilginleri korudu, teşvik etti. «Adli» mahlasıyla Farsça ve Türkçe şiirler yazdı. İbadetlerine düşkün bir padişah olmasından dolayı «Sofu Bayezid, Bayezid-i Veli» olarak anılmıştır.

Bayezid şehzadeliğinde ve sultanlığında pek çok hayır eseri yaptırmıştır. İstanbul'daki Bayezid Külliyesi, Edirnedeki cami, ayrıca şifahane, zaviye, köprü ve mektepten oluşan birçok eser onun tarafından yaptırılmıştır.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

2 Ocak 2024 Salı

RECONQUISTA'NIN BAŞARIYA ULAŞMASININ SEBEPLERİ, MÜSLÜMANLAR İLE HIRİSTİYANLAR ARASINDA MEDENi, SOSYAL, EKONOMİK, TİCARi VE KÜLTÜREL İLİŞKİLER -2


Müslüman Endülüs ile Hıristiyan İspanya Arasındaki Medeni İletişim ve Etkileşim



Müslüman Endülüs ile Hıristiyan İspanya arasındaki medeni ilişkilerin etkenleri, esas olarak Endülüs'ün medeniyeti ile İspanya'nın geri kalmışlığı olgusunda aranmalıdır. Müslümanlar İspanya'nın fethini tamamladıktan sonra ortaya çıkan yeni toplum yapısı, yaklaşık bir asır içerisinde kendine has karakterini kazanmıştı. Bu zaman zarfında onlar devletin siyasi, idari yapısını teşekkül ettirdikten başka, yeni yerleşim yerleri ve şehirler inşa ederken, bir yandan da Doğu İslam dünyasında gelişmiş bulunan bilim ve felsefe alanındaki çalışmaları Endülüs'e taşımaya başladılar ve büyük gelişmeler kaydettiler. Medeniyet ve bilim sahasında gösterilen ilerlemenin neticesi olarak zamanla bütün Avrupa'nın bilim-felsefe merkezi konumuna yükselen okul ve üniversitelere sahip oldular. Kısaca Endülüs, İslam dünyasından taşıdığı birikim ve bu birikime yaptığı özgün ilaveler sayesinde dünyanın kültür ve medeniyet merkezi olurken, diğer tarafta İspanya ve Avrupa'sıyla Hıristiyan dünyası ilkel şartlar altında yaşıyordu.

Başlangıçta Fransa içlerine kadar ilerleme hamlelerinden de anlaşılacağı üzere Müslümanların İspanyalılar ile ilişkilerindeki asıl amaç, Hıristiyanları kendi hakimiyetleri altında huzur içinde yaşatmaktı. Ancak, zamanla İspanyol direnişi güçlenip toprak kazandıktan ve coğrafi şartların yardımıyla belirlenen sınırlar içerisinde taraflar arasında mücadele kızıştıktan sonra, Hıristiyanlara karşı Müslümanların mücadelesinin asıl amacı, onların ülkelerini yok etmek veya kendilerine katmak olmamış, sadece iki toplum huzur içinde yaşasın diye sınırlarda barış ve sükuneti sağlamak olmuştur. Nitekim, Endülüs Emevileri dönemi başlarından itibaren bu politikanın zamanla yerleşmeye başladığını, cereyan eden ilişkilerin tarihi seyrinden anlamak mümkündür. Bu dönemden sonra savaşların sebebi, genellikle İspanyalıların her fırsatı değerlendirerek Endülüs topraklarına karşı saldırıya geçmeleri olmuş, buna karşı Müslümanlar da saldırıları önlemek amacıyla harekete geçmişlerdir.

Kurtuba, Vl./Xll. yüzyılın ortalarına kadar İslam-Endülüs medeniyetinin zirvesini temsil eder mahiyette Avrupa'da faaliyet alanına sahip oldu. Düzgün caddeleri, sokakları, evleri, hamamları, su şebekesi, hastaneleri, medreseleri, camileri ve saraylarıyla medeniyetin gelişimine temel teşkil edecek bir yapıdaydı: Avrupa'da onunla mukayese edilebilecek şehir, sadece Konstantiniye vardı. Hıristiyanların bu merkezde öncelikle ilgilendikleri şey, zorunlu olarak hastanelerdi. Bilimin özellikle tıp kolunda zamana göre çok ileri bir durumda olan Kurtuba'ya, krallar tedavi olmak amacıyla gelmişlerdir. Leon kralı el Craso lakaplı LSancho 960 tarihinde ameliyat olmak için, daha sonra II.Silvester (999-1003)44 adıyla Papa olan rahip Gilbert fizik ve matematik tahsil etmek için Kurtuba'ya gitmişlerdir. Ayrıca, İspanyol krallardan hangisi olursa olsun bir cerrah, bir mühendis, bir şarkıcı, bir terzi veya bir mimara ihtiyaç duyduklarında, medeniyet merkezi Kurtuba'ya elçi göndererek temin yoluna giderlerdi. Nitekim, Navar kralı III.Sancho veliaht oğlunun eğitimi için Kurtuba' dan hocalar istemişti.

Endülüs'ün medeni' ihtişamına karşın, zamanın İspanya ve Avrupa milletleri adeta tam bir sefalet içinde ilkel köy hayatını yaşamaktaydı. Roma medeniyetinden kalma birkaç kırıntı dışında medeni alt yapı, eğitim, bilim, kültür ve ahlak alanlarında hiçbir olumlu görüntü mevcut değildi. İnsanlığın temel ayrıcalıklarından sayılan temizlik hususunda da utanç verici bir haldeydiler. Bizzat din adamlarınca, temizlenmek putperestlik olarak tavsif edilir ve rahipler vücutlarında biriken kir yığınlarının çokluğuyla övünürlerdi. Hatta, İspanya Hıristiyanları işgal ettikleri Endülüs şehirlerinde bulunan bütün hamamları, İslam eseri olduğu için yıktırırlardı. Bundan anlıyoruz ki, Ortaçağ Avrupa toplumu temizlikten nefret eden ve pis olmasıyla övünen bir toplumdu.

İki medeniyetin farklı toplumları, birisi galip ve diğeri mağlup millet olarak fakat, aynı toprak üzerinde beraber yaşarken, mağlup tarafın kendisinden her bakımdan üstün olana hayran olması ve ondan yararlanmaya çalışması, toplum psikolojisi açısından doğal bir olgu olarak algılanmalıdır. Arada gerçekleşen karşılıklı ilişkiler esnasında bu etkileşim cereyan eder ve sonuçları zamanla belirgin hale gelir. Nitekim, Endülüs tarihinin orta ve son dönemlerinde İspanyalılar üzerinde oluşan İslam etkisi daha belirgin şekilde görülmektedir. Bu dönemlerde kralların Endülüs adetlerini benimsemeleri ve Müslüman kıyafetleriyle giyinmeleri bunu ispatlar mahiyettedir.

Siyası koşullar içerisinde karşılıklı ilişkilerin içeriği değişse de, İberya veya Endülüs Yarımadası iki toplumun ortak ülkesi olduğu için şekil itibarıyla hemen hep aynı olmuş, bazen Müslümanlar İspanyalılar ile ve bazen de İspanyalılar Müslümanlar ile bir diğer hasma karşı siyasi antlaşmalarla işbirliği yapmışlardır. Nitekim, Endülüs Emevileri zamanında Abbasiler ve Fatımiler ile çatışmalar yaşanırken, aynı şekilde Murabıtlar ve Muvahhidler'in Endülüs hakimiyetleri dönemlerinde Afrika'da işlerin ters gittiği yıllarda, Endülüs idarecileri Hıristiyan komşularıyla aralarının iyi olmasına özen göstermişlerdir. Karşılıklı antlaşmalar, evlilikler, gidip gelen elçiler aradaki münasebetlerin savaştan başka anlama da geldiğini anımsatan unsurlar olarak görülmelidir.

Yukarıdan beri anlatılanlara ilaveten, zamanın Avrupa ve İspanya'sında hakim olan ve halkı köleleştiren feodalite teşkilatının, Hıristiyanların geri kalmasında önemli bir etken olduğunu da vurgulamak yerinde olacaktır. Sonuç olarak, tarafların ilişkilerinde hakim olan unsurlar, medeniyetin Müslüman güneyden Hıristiyan kuzeye naklinde temel etkenler olmuştur diyebiliriz. Ancak, bu etkileşimin gerçekleşme yollarının da bilinmesi gerekmektedir.


1. Yahudiler


Yahudi ve Hıristiyanların da içine dahil olduğu Gayri Müslimlerin İslam ülkesinde daimi ikamet etme hakkına sahip olarak ülke vatandaşı olanlarına zimmi, geçici ikamet etme hakkına sahip olanlarına ise müste'men denir. Bunlara tanınan temel haklar şu başlıklarda toplanmıştır: Şahsi hürriyetler, seyahat ve yerleşme hürriyeti, konut dokunulmazlığı, manevi' hürriyetler, dini müsamaha, mabetlerin korunması, ibadet hürriyeti ve dini sembollerin kullanılması, kutsal günlerinin tanınması, düşünce açıklama hürriyeti, eğitim-öğretim hürriyeti, dini liderlerini seçme hürriyeti, kamu irtifak hakkı ve hazine yardımı, iktisadi ve toplumsal haklar ve yasal haklarını kullanma hakkı. Gayri Müslimler, Endülüs toplumunda "öteki"ni temsil ediyor olmalarından dolayı, XII. yüzyılda Muvahhidler zamanında görülen istisnai bir uygulama dışında, zorla islamlaştırma gibi bir politikayla karşılaşmamışlardır. Gayri Müslim halkın büyük bir bölümü, fetih yıllarından itibaren tedri'cen İslamiyet'i kendiliğinden kabul etmişlerdir.

Kendilerine İsa Peygamber'in katili nazarıyla bakıldığından Ortaçağ Avrupa'sında rahat yüzü göremeyen Yahudiler, Vizigotlar Dönemi sonlarına doğru dini hakları tamamen ellerinden alınmış ve köleleştirilmiş duruma düşmüşlerdi. Ortaçağ Avrupa'sı, hemen her yerde kendi gettolarında yaşayan Yahudileri bir dizi suçlarla itham etti: Kuyuları zehirlemek, kan için çocukları öldürmek, kurbanları çarmıha germek ve hatta onları yemek gibi. Ancak, İslam fethiyle birlikte dini bir topluluk olarak yeniden dinlerini rahatça yaşama hakkını kazandılar. Bu sebeple, sadece Endülüs'te değil fethedilen bütün ülkelerde yaşayan Yahudiler, İslam fethini memnuniyet içerisinde karşılamışlardır. Endülüs'te Yahudilerin Hıristiyanlar gibi kendilerine has bazı köy veya kasabaları, Gırnata gibi nüfusça kalabalık bulundukları bazı şehirler vardı ve diğer şehirlerde bulunanlar da aynı mahallede bir arada otururlardı.

Meskun oldukları mahallelerde (getto) idari bir sistemleri vardı. Dini hayatları konusunda tamamen özgür bırakıldılar ve havralarına dokunulmadı. Cemaat liderleri kendi iç meselelerini hallederken devlet nezdinde bir temsilci bulundururlardı. Adli meselelerini de kendi dini liderleri vasıtasıyla ve kendi kurallarına göre çözerlerdi. Ancak, bir Yahudi'nin bir Müslüman ile arasında meydana gelen anlaşmazlığın mahkemesini Müslüman kadılar yapardı. Yahudilerin çoğunlukta bulunduğu kasabalarda Müslümanlar idari işlere karışmazlar ve onlara özerk bir yönetim hakkı tanırlardı.

Öte yandan, İslam tarihinin bazı dönemlerinde görülebileceği gibi, Murabıtlar ve Muvahhidler yönetimleri altında yaşayan Yahudiler üzerinde de bazı toplumsal kısıtlamalara gidildiği olmuştu. Özellikle, Muvahhidler'in bu konudaki siyaseti daha Abdülmü'min zamanından itibaren önceki uygulamalara nisbetle biraz daha farklı oldu. Abdülmü'min, ülkesindeki Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlar ile iyi geçinmeleri ya da ülkeyi terk etmeleri ve buna muhalefet edenlerin ise öldürülmeleri yönünde bir emir çıkartmıştı. Fakat, Abdülmü'min' den sonra bu katı siyaset terk edilerek yerini itidal ve müsamaha aldı. Aynı şekilde, diğer bir Muvahhid hükümdarı Yakub el-Mansur da 595 (1198) tarihinde ülkesindeki Yahudiler'in özel bir giysiyle Müslümanlardan ayrılmaları hususunda bir uygulama başlatmıştı.

İdari, toplumsal, iktisadi ve kültürel alanlarda tam bir özgürlük ve devlet güvencesi altında yaşayan Yahudilerin, medeniyet unsurlarının oluşumu ve bunların Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında nakli hususunda payları büyük olmuştur. İki tarafın da lisanını çok iyi bilmeleri, bunda önemli bir etken sayılmaktadır. Daha çok tüccar, mütercim, doktor, devlet elçisi, vezir ve zanaatkar gibi seçkin mesleklerde önde olmaları onların aracılık rolünü ön plana çıkarıyordu. Bilim ve felsefe kitaplarını Yunanca ve Latince' den Arapça'ya, Arapça' dan da İbranice'ye ve batı dillerine tercüme ediyorlar, bu eserleri batıda yayıyorlar; devletlerarası ticaret ve köle sevkiyatı yapıyorlardı. Böylesi önemli mevkileriyle onlar, Endülüs Emevileri zamanında başlayan kültürel gelişmenin zirveye taşınmasında çok önemli bir role sahip olmuşlardı. Daha sonra, Mülükü't-Tavaüf ve Murabıtlar ile Muvahhidler dönemlerinde de belirtilen alanlarda etkili olmaya devam ettiler. İshak b. Kastar, Hasday b. İshak, Hasday b. Yusuf ve Yusuf b. Hasday gibi Endülüslü Yahudi doktor ve bilginler, konunun örneklerinden sadece bir kısmını teşkil etmektedirler.

Endülüs'te Yahudilerin Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki siyasi ilişkilerde elçi, vezir ve müsteşar olarak da görev yaptıkları vakidir. Mesela, Leon-Kastilya kralı VI.Alfonso, Yahudi İbn Şalib'i İşbiliye Hükümdarı el-Mu'temid b. Abbad ile gerçekleştirdiği görüşmelerinde elçilikle görevlendirmişti. İkinci bir örnek de, 612 (1215) tarihinde Yahudi Vezir İbnü'l-Fahhar'ın Kastilya kralının elçisi sıfatıyla Muvahhidler'in başkenti Merakeş'e gelerek ateşkes ve barış antlaşması yapmasıdır.

Hıristiyan İspanya topraklarında Yahudiler Endülüs'tekine benzer işleri üstlenmişlerdi. Vezirlik, elçilik, askeri hizmetler, dokumacılık, kitap istinsahçılığı, ciltçilik, terzilik gibi zanaatın bütün kollarında işleri yürüten onlardı. Bunun sebebi, askerlik ve kahramanlık ruhuyla ticaret, zanaat, vb. işlerden uzak durarak sadece iyi bir asker veya idareci olma düşüncesinin, bütün imparatorluk halkları arasında geçerli olduğu gibi, İspanyalılar arasında da hakim olması olmalıdır. Müslüman Endülüs'te ise, Yahudiler aynı şekilde sayılan alanlardaki işleri yürüten kesim olarak zengin olmuşlar ve bu sebeple huzurlu, müreffeh bir hayat yaşamışlardı. Mesela, Mülukü't-Tavaif'ten el-Meriye Emiri el-Mu'tasım'ın, Sarakusta'daki Hudiler'in ve Şentemeriyetü'ş-Şark'taki Reziniler'in vezirleri birer Yahudi idi. Ziriler'in hakim olduğu Gırnata'da da haciblik görevi, İsmail b. Nağzale adlı bir Yahudi'nin elindeydi.

Müslüman yöneticiler, fetih yıllarından itibaren Yahudilerden istifade etmişlerdi. Önceleri fethedilen yerlerin korunmasında onlara mutlak olarak güveniyorlardı. Çünkü Vizigotlar'ın idaresi altında sıkıntılı bir hayat yaşamakta olan Yahudiler, Doğu İslam dünyasındaki dindaşlarının İslam yönetimi altındaki rahat durumlarını bildikleri için İspanya'nın fethinde Müslümanlara yardımcı olmuşlardı. Ancak, sonraki zamanlarda yani, V./XI. Yüzyıldan itibaren Müslümanların, artık (o zamana kadar olduğu gibi) güçlü durumlarını muhafaza edemez hale düşmeleriyle Yahudiler, daha güçlü konuma geçmeye başlayan kuzeyli İspanya Hıristiyanlarından yana tavırlarını belli etmeye başlamışlardı. Bu hareketin sebebi, Yahudilerin ırksal özelliği olarak söylenen ihanetle açıklanmaya çalışılsa da, gerçek sebep ticaret erbabı bir topluluk olan Yahudilerin değişen güç dengeleri çerçevesinde ekonomik çıkarları ve geleceklerini doğal olarak garanti altına alma güdüsü olsa gerektir. Bu sebeple, doğrudan etkisi altında kaldıkları taraflar arasında daha güçlü olandan yana tavırları değişmekteydi.

Yahudiler, İberya'daki devletlerin ordularıyla da yakın münasebet içindeydiler. Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında kısa aralıklarla devam eden savaşlar esnasında, Hıristiyan askerlerin elde ettikleri ganimet mallarını satın alırlar veya ihtiyacı olan malları askerlere satarlardı. Müslümanlar için de aynı durum geçerliydi. Yahudilerin doğuda ve Akdeniz kıyılarındaki önemli stratejik yerlerde ticaret merkezleri vardı. Bu yerlerde, doğal olarak nüfusları daha fazla olurdu. Mesela, Tarrakune, Gırnata ve Elyesane şehirleri, içinde Yahudi nüfus diğerlerine oranla daha fazla olduğu için Yahudi şehri olarak da anılmışlardır.

Her bakımdan değerlendirildiğinde Endülüs toplumu içerisinde Yahudilerin, başta da belirtildiği gibi Müslüman ve Hıristiyan kesimleri arasında kültür ve medeniyetin dönüşümünü sağladıklarını söylemek yanlış olmasa gerektir: Çünkü, onlar iki taraf arsında hatta Fransa içlerine kadar sürekli ticari yolculuklar yapıyorlar ve bu arada toplumsal değerlerin yayılmasına aracılık ediyorlardı.



2. Hıristiyanlar ya da Müsta'ribler (Mozaraplar, Mozarabes)




Sözlük anlamıyla 'Araplaşanlar' anlamına gelen kelime, Endülüs toplumsal hayatına dair bir kavram olarak, 711 yılından itibaren Arapça konuşmak ve Müslümanların hayat tarzını taklit etmek suretiyle dil ve hayatları bakımından Araplaşmış olan Endülüs İslam Devleti vatandaşı İspanya Hıristiyanları ve Yahudileri için kullanılır. Ancak, bu kavram her çağda ve her ortamda dinleriyle milliyetleri örtüşmüş bir halde yaşayarak kimliklerini muhafaza edebilmiş olan Endülüslü Yahudilerden çok, aynı topraklarda yaşayan Hıristiyanların kastedildiği bir kavram olmuştur.

Müsta'ribler, İberya Yarımadası'nın siyasi, toplumsal ve kültürel alanlarında Yahudilerinkine benzer bir rol oynamışlardır. Ancak bir farkla ki, Yahudilerin toplumsal etkinlikleri fetih yıllarından itibaren sürerken, buna karşın Müsta'ribler Reconquista hareketinin hızlandığı yani, Hıristiyan İspanya devletlerinin Talamenka, Tuleytula, Mecrit ve Veşka gibi önemli İslam şehirlerini; es-Sağru'l-Evsat adı verilen Endülüs'ün orta sınır bölgesindeki Medinet Salim, Vadi'l-Hicare, Semmfile, vb. şehirleri işgal etmeye başladıkları V./XI. yüzyıldan itibaren toplumsal hayatta etkili olmaya başlamışlardır. Sonraki yıllarda da, Müslüman-Hıristiyan etkileşiminde büyük rol oynamışlardır.

Hıristiyan ahaliyi, emir ya da halife tarafından kendi içlerinden seçilen kont unvanlı ve "kumis" (comes) adı verilen cemaat lideri yönetiyordu. Bu lider aynı zamanda sarayda temsilci olarak da görev yapardı. Diğer bir görevli de vergi işlerini yürütürdü. Hıristiyanların kendi normal mahkemeleri olduğu gibi, kontun başkanlığında görülen istinaf mahkemeleri de vardı. Hıristiyan vatandaşlar mülki ve askeri devlet makamlarına tayin ediliyor, dini müsamaha ve kanuni eşitlikten yararlanıyorlardı. Fethedilen şehirlerde büyük miktarlarda mevcut olan Müsta'rib nüfus, kendilerine karşı Müslümanlar tarafından gösterilen güzel muamele sonucu Müslümanların dili ve hayat tarzlarını taklit ederek huzur içinde yaşamışlardı. Asırlar boyunca, İslam kültürü ve medeniyetini bizzat yaşayarak öğrenmiş olmanın getirdiği yüksek seviyelerini işgalden sonra da muhafaza etmişler ve Hıristiyan devletlerin siyaset, yönetim, ekonomi, eğitim, ticaret ve mimari alanlarında aradıkları ve çok yararlandıkları insanlar olmuşlardı.

Endülüs İslam hükumetleri; Endülüs Emevileri döneminden itibaren özellikle siyasi elçilik konusunda Müsta'riblerden yararlanmışlardır. Ayrıca idare, ordu ve saray içi bazı mevkilere gelmeleri de mümkün olmuştur. Fetih yıllarının akabinde, Endülüslü komutan Alkame Reconquista hareketinin başlatıcısı sayılan Asturiaslı Pelayo'nun sığınağı Covadonga mağaralarına, direnmesinin faydasız olacağını anlatması için Müsta'riblerden birini elçi sıfatıyla göndermişti. Yine, Emevi hükümdarları II. ve IIl.Abdurrahman ile Hakem el-Müstansır da kuzey İspanya ve diğer Avrupa ülkeleri ile Bizans'a elçi olarak Endülüs vatandaşı Hıristiyanlardan seçtiği kişileri görevlendirmişlerdir.

Bu tür görevde bulunanlara en güzel örnek, İşbiliye hükümdarı el-Mu'tezid b. Abbad'ın vezirlerinden Müsta'rib Sisnando Davides'tir Sisnando, el-Mu'tezid'in babası Kadı İbn Abbad'ın Kulumriye bölgesine düzenlediği bir akın sırasında genç yaşta esir edilmiş, saraya getirilerek diğer gençlerle birlikte eğitim görmüş, zekasıyla göze girince de bu göreve getirilmişti. Ancak, zamanla saray içinde kıskanılmaya başlanınca akıbetinden endişe ettiği için Endülüs'ten kaçmış ve Kastilya kralı Fernando'nun sarayına sığınmıştı. Burada çok iyi karşılanmış ve aynı görevine bu kez İspanyalılar için devam etmişti. Femando'nun oğlu VI.Alfonso'nun, Endülüs Müslümanlarına karşı güttüğü siyasetin içeriğinin oluşumunda ve en önemlisi İslam kültür ve medeniyet birikimlerinin Hıristiyanlara aktarılmasında Sisnando'nun rolü büyük olmuştur.

Endülüs Emevileri'nin yıkılmasının ardından el- Cezairu'ş-Şarkıyye'ye sahip olan emir Mücahid Amid'nin azatlı kölesi de bir Müsta'rib idi. Ebu Amir İbn Garsiye adındaki bu kişi, Müslümanların içerisinde yıllarca yaşarken kendi dinini muhafaza etmişti. Bir fırsatını bulup kuzeye Hıristiyan bölgesine kaçmış ve oradan efendisine mektuplar göndermeye başlamıştı. Mektuplarında Araplar'ı ve Müslümanları aşağılıyor ve aşırı bir dini taassup sergiliyordu. Tabii ki, kendisine karşı Müslüman alimler tarafından çok edebi ve etkili reddiyeler yazılmıştı. Bu reddiyeler, İslam ve Endülüs kültür dünyasındaki "Şuubiye Hareketi"nin de bir parçasını teşkil etmektedir.

İlk yıllardan itibaren kuzeyli kardeş ve dindaşlarıyla sürekli irtibat halinde olan Endülüslü Hıristiyanlar için, bu bağlantıyı kolaylaştıran unsurlar vardı. Bunlar içinde, sınırlarda karşılıklı sivil giriş çıkışı engelleyici herhangi bir kısıtlamanın olmayışı önemlidir. Bu sayede Hıristiyanlar, kendi lisanları ve ona bağlı olarak kendi kültürlerini sonraki nesillere aktarma imkanı buluyorlardı. Kısaca, bazı iç savaşlarda Müslümanlara ihanet veya düşmanlara yardım etmeleri bir yana, görüntüleri, giyimleri, lisanları, alışkanlıkları ve kültürel birikimlerini İslam topraklarında kazanmış ve çağın üstün siyası, kültürel ve medeni gücünün üyeleri olarak, kuzeyli Hıristiyanlar ile sürekli ilişki içerisinde bulunan Müsta'riblerin, İspanyol şehirlerindeki halklar üzerinde derin bir etki bırakmış olmaları hadisesini anlamak zor olmasa gerektir.

Endülüs'te Müsta'ribler ile ilgili Murabıtlar ve Muvahhidler dönemlerinde, daha önceki dönemlerle mukayese edildiğinde bazı olumsuz gelişmelerin olduğu da görülmüştür. Buradan hareketle, mezkur dönemlerin fikri ve kültürel gelişmenin zirveye ulaştığı ve fakat aynı zamanda gerilemeye yüz tuttuğu bir zaman dilimi olduğu kabul edildiğinde, böylesi bir ortama sahip toplumların din ve düşünce özgürlüğü konusunda daha müsamahasız bir yapıya bürünmeye başladıkları sonucuna da varabiliriz.

Bu İspanya veya İberya Yarımadası yerli halkından Müslüman olanlara gelince, bunlar Müvelledler (Muladies) adıyla anılmaktadır. Müvelledler, Arap-İslam kültürüyle yetişen ancak, soy olarak Arap olmayan kimseler manasındadır. Fetih sonrasında İberya'nın yerli halkı yavaş yavaş İslamiyet'e girmeye başladı. Bunlar, Müslüman olduktan sonra genellikle Arap isimleri ve geleneklerini benimsemişlerdir. Bazen de vela yoluyla çeşitli Arap kabilelerine bağlanıyorlar ve böylelikle Arapları taklit ediyorlardı. Ancak, gerçek Arap olmadıkları için, bu soy farklılığını belitmesi amacıyla kendilerine Müvelledler denmiştir. Endülüslü idareciler İslamlaşmayı teşvik etmişlerdir. Doğu İslam ülkelerinde olduğu gibi, yeni Müslümanlaşan yerli halktan cizye alınmaya devam edilmesi benzeri uygulamalara Endülüs'te tesadüf olunmamıştır. Bunun gibi cesaretlendirici etkenler sonucu Endülüs yerli halkı arasında İslamlaşma, dolayısıyla Müvelledlerin ortaya çıkması fethin hemen akabinde başlamış, Emeviler döneminde hızlanmış ve IIl./IX. yüzyılın ikinci yansına gelindiğinde Yarımada üzerinde Müslüman halk çoğunluğu teşkil eder hale gelmiştir. Özellikle III.Abdurrahman'ınki gibi istikrarlı devrelerde Müvelledlerin toplumsal konumları gayet yüksek düzeylerde seyretmesine rağmen, merkezi idareye egemen Arap aristokrasisiyle mahalli aristokrat aileler arasındaki nüfuz çatışması, vergilerin bazen fazla olması, bazı yerlerde ikinci sınıf vatandaş (amme, avam) muamelesi görmeleri ve kuzeyli Hıristiyan kralların tahrik-destekleri gibi nedenlerle Müvelledler, l.Hakem'in tahta çıkmasından (796) itibaren Emirlik dönemi sonlarına kadar çıkardıkları isyanlarla Endülüs Devletini neredeyse dağılma noktasına getirmiştir. Müvelledlerin Endülüs kültür hayatına oldukça önemli katkıları olmuştur.


3. Müdeccenler (Mudejares)


Müdeccen, bir yerde ikamet edip oraya alışan kimse anlamında Arapça bir kelimedir. İspanyolca'da “Mudejares” şeklinde söylenen Müdeccen, Reconquista savaşları sonucunda kaybedilen Endülüs topraklarındaki Hıristiyan yönetimi altında yaşamak zorunda kalan Müslümanlara verilen isimdir. Endülüs şehirlerinin düşmesinden sonraki ilk yıllarda çoğunluk itibarıyla yerinde kalan Müdeccenler, teslim antlaşmaları gereği ve biraz da yerleşik halka, nitelikli işçilere ve çiftçilere olan ihtiyaç sebebiyle yani, siyasi ve iktisadi şartlar gereği Hıristiyan yöneticilerden iyi muamele görmüşlerdi. Ancak, sonraki yıllarda özellikle de Zellaka savaşından (479/1086) sonra İspanya Hıristiyanları ile Müslümanlar arasındaki savaşın bir ölüm kalım savaşı haline dönüşmesiyle birlikte, Müdeccenler üzerinde kötü muameleler açıkça görülmeğe ve zamanla şiddetlenmeye başlamıştı.

Müdeccen Müslümanlar, üzerlerindeki baskının artmasıyla birlikte dini ve toplumsal bazı kısıtlama ve haksızlıklara tabi tutulmuşlardı. Ayırt edici kıyafet giymek, şehrin belirli semtlerinde yaşama zorunluluğu ve ağır vergilerle mükellef tutulmak bunlar içinde en belirgin olanlarıydı.

Zellaka savaşından itibaren başlayan kötü muamelelere engel olacak ve Hıristiyan idareye karşı kendilerinin haklarını savunacak İslami müesseselerden mahrum olmaları bir yana, Müdeccenlerin doğuda ve batıdaki İslam devletlerinden herhangi bir destek ve yardımcıları da yoktu. Destek olunmadığı bir yana, Müdeccenlerin Hıristiyan hakimiyeti altında yaşamalarının haram olduğuna dair bazı İslam fakihlerinin fetva vermeleri, sebebi ne olursa olsun onların sahipsizliğini adeta tescil eden bir hareket olmuştu.

Bütün olumsuz şartlara rağmen, Hıristiyan şehirlerinde yaşayan Müdeccenler, Endülüs'te parlamış olan medeniyetin İspanya Hıristiyanlarına nakledilmesinde mühim bir aracı konumunda bulunmuşlardır. IV./X. yüzyılda Düviru vadisinin kuzeyindeki Semmılre, Şekubiye, Abile, Aşturga gibi Endülüs şehirlerinin İspanya Hıristiyanlarının eline düşmesiyle birlikte o şehirlerde kalan Müslümanlar, ilk Müdeccenler olmuşlardı. Zamanla Müdeccenler eğitim, bilim, kültür, tarım, zanaat ve mimari alanlarında İspanyalılara sayısız değer aktarmışlardır. Bu durum, Müdeccenlerin tarihinin Tuleytula'nın düşmesinden (478/1085) sonra değil, daha valiler Döneminde gerçekleşen ilk toprak kayıpları yani, Reconquista ile birlikte başladığına işaret etmektedir.

Müdeccen sınıfın ortaya çıkması, asırlar boyunca süregelen kültürel etkileşimin daha da güçlenmesine neden olmuştur. Kaybedilen şehirlerde her üç topluluğun bilgin, usta ve sanatkarlarından, yaşamakta oldukları yerleri terk etmek istemeyerek kalanlar az olmamıştır. Tabakat ve ensab kitaplarında bunların pek azının hayat ve eserleri hakkında bilgi bulma imkanı vardır. Çünkü, kaybedilen şehirlerin belki bir kısmı geçici olarak geriye alındıysa da, nihayetinde bütün Endülüs toprakları elden çıktı ve bir daha İslamiyet'e geri döndürülemedi. Bu durumda, o zamanın İspanyalıları arasında tarih yazıcılığı geleneği pek gelişmediği ve İslam tarihçilerinin de İspanya'ya gidip gezdikleri tespit edilemediğine göre, o topraklarda kalan ve devam eden Müslüman izleri pek takip edilememiştir. Ancak, Tuleytula'nın işgalinden sonra hakkında bilgi alınan iki alim tespit edilebilmiştir. Bunlardan birincisi, İbn Beşküval gibi İslam tarihçilerinin kendisinden nakiller yaptığı ve Tarihu fukahai Tuleytula ve kudatüha adlı eserin müellifi olan Ahmed b. Abdurrahman el- Ensari'dir (ö.489/1096). İkincisi ise, Hicaz'da eğitim gören Tuleytula'lı alim Muhammed b. Muhammed el-Hucri'dir (ö.488/1095).




4- Karşılıklı Evlilikler ve Endülüs Hayat Kültürü



Güneyli Müslümanlar ile kuzeyli Hıristiyanlar arasındaki ilişki ve etkileşim yollarından birisi de, nesillerin karşılıklı karışım ve etkileşimini sağlayan evliliklerdi. Daha ilk dönemlerde valilerle başlayarak sonradan halifelerle devam etmiş olan İspanyol, Portekizli ve Fransız kadınlarla evlenme adeti, Müslüman fatihlerle yerel yönetimler ve halkların birbirleriyle kaynaşmasında önemli bir unsur olmuştur.

Konunun ilk örneği, İspanya'nın fethi sırasında Gotların kralı olan Roderik'in ölmesiyle dul kalan hanımı Egilona ile vali Abdülaziz b. Musa'nın yapmış olduğu evliliktir. Araplar'ın "Ümmü Asım" adını verdikleri Egilona, kocası üzerinde öyle etkili olmuştu ki, bu evlilik Abdülaziz'in katledilmesine (97 /716) kadar varan fitneye sebebiyet vermişti. Diğer bir örnek ise, Aquitania Dükü Otto'nun kızı Fransız Ampegie ile Osman b. Ebu Nes'a'nın evliliğidir. Osman, hanımının etkisinde kalarak Otto ile Müslümanların aleyhine olacak bir antlaşma yaptığı için kendisiyle savaşa tutuşan Abdurrahman el-Gafıki tarafından öldürülmüştü (113/731). 

İlginçtir ki, Endülüs Emevileri emirleri ve halifelerinin hemen hepsi, hür bir anneden değil de ya İspanyol ya Berberi ya da Slav kökenli Saklebi cariye annelerden doğmaydı. Mesela, II.Abdurrahman'ın (822-852) hanımı, Tarub adlı bir cariyeydi. Ayrıca, III.Abdurrahman'ın (912-961) annesi de, Araplarca "Müzenne" diye adlandırılan Navarlı Maria'ydı. IIl.Abdurrahman'ın oğlu Hakem'in (961-976) hanımı olan Auiora da, Bask veya Navar asıllıydı ve Araplar ona "Subh" adını vermişlerdi. Subh, kocası zamanında ve özellikle Hakem' in vefatından sonra 12 yaşındaki oğlu Hişam'ın halife olmasıyla devlet idaresinde çok büyük bir nüfuza sahip olmuştu. Bu nüfuzunu, kendi yardımlarıyla devletin üst kademelerine hızla tırrnanıp en yüksek idareci makamı olan haciblik sıfatını kazanan ve daha sonra neredeyse hilafet makamına bile sahip olabilecek konuma yükselen güçlü komutan Hacib el-Mansur Muhammed İbn Ebu Amir ile birlikte iyice perçinlemişti. el-Mansur da Navar kralı II.Sancho'nun bir kızıyla evlenmiş ve ondan Şenclil adıyla da anılan oğlu Abdurrahman el-Me'mun dünyaya gelmişti.

Hıristiyan kadınlarla yapılan evlilikler, Endülüs'ün sınır bölgelerinde yerleşik olan emirler arasında daha sık görülen bir gelenek olmuştu. Mesela, Müvelled Kasioğulları, Müvelled Taviloğulları ve Sarakusta emirleri ile Navar ve Kastilya kralları arasında karşılıklı kız alıp vermeler vakidir. Hatta, bazı Navar kralları ile bazı Kasioğulları emirleri anne tarafından kardeştiler. 'Bu sebeple, akraba olan bu gruplar ister Müslüman ve isterse Hıristiyan olsun, düşmanlarının karşısında tek yumruk olarak durmuşlardır. Mülukü't-Tavaif'ten bazıları da bu geleneğe uymuşlar ve kuzeyli Hıristiyan prenseslerle evlenmişlerdir. Daniye ve el-Cezairu'ş-Şarkıyye Emiri Mücahid Amiri bunlardandır. Mücahit'in hanımı İspanya Hıristiyan idi. Mücahit, bu hanımından doğma beş kızını diğer Müslüman emirlerle evlendirmişti. Ancak, her millette görülebileceği gibi bu evlilikler de casusluk, vb. siyası çıkarlara alet edilmişti. Nitekim, Mücahit kızları vasıtasıyla damatlarının siyası, askeri sırlarına vakıf oluyordu.

Kuzeyli Hıristiyan prenseslerden başka, Endülüs tarihi boyunca yapılan karşılıklı savaşlarda ele geçirilen veya cizye ya da hediye olarak hükümdarlara sunulan Hıristiyan kız ve kadınlar, Müslüman idareci ve zenginlerinin saray ve konaklarında ya cariye ya da eş olarak daima yer bulmuşlardı. Endülüs hükümdarları cizye aldıkları Hıristiyan krallara, cizye ile birlikte daha çok Galicialı (Galisiyyat, Gallegas) kızların getirilmesini de şart koşuyorlardı. llI.Abdurrahman gibi bazıları da buna kızların mavi gözlü, kızıl saçlı ve beyaz tenli olmaları ayrıntısını da eklemekten geri kalmıyordu. Mesela, lşbiliye kasrında bulunan büyük bir revak, özellikle her yıl Hıristiyan devletlerden cizye veya hediye olarak gönderilen onlarca kızın karşılanması merasimleri için kullanılıyordu. Son üç paragrafımızda ifade ettiğimiz gerçeğe, Endülüs'ün çağdaşı olan diğer İslam ülkelerinde, özellikle Abbasiler'de de rastlamaktayız. Abbasi Devletinde de yöneticilerin yabancı menşeli cariye kızlarla evlenmeleri yaygın bir gelenek halini almıştı. Aynı şekilde, ülkenin ileri gelen zenginleri ve elit tabakası içinde de köle-cariye edinerek onlarla birlikte eğlenme-hayatın tadına varma alışkanlıkları edinilınişti.

Kuzeyli Hıristiyan kadınlar ile evlenme adeti, sadece emirler veya halifeler arasında yaygın değildi. Bilakis, aynı şeyi Müslüman toplumun elit ve zengin tabakası mensubu erkekler de yapıyorlardı. Bunun fetih yıllarına dayanan sebepleri vardır. O yıllarda ve daha sonra İberya Yarımadasına fetihle gelen Arap-Berberi erkeklerinin hemen tümü askerdiler ve yanlarında kadın ve aileleri olmadığı halde gelmişlerdi. Bu durumda, yeni yurt edindikleri bu ülkenin yerli halkından kadın ve aile edinmeleri kaçınılmazdı. Gerçekte, İspanya-Avrupa ülkelerinde yaşayan kadınlar için, çağın hakim ve zengin toplumu üyesi Müslümanlar ile evlenmek bir tür önemli ayrıcalık olsa gerektir. Çünkü, kendi ülkelerinde onlar için sefalet, zulüm ve aşağılanmadan başka bir yaşama şekli nerdeyse mevcut değildi. Orta-Yeniçağlar Avrupa'sında kadınlar şeytanla ilişki içinde görülüyor ve kilisenin-uygarlığın düşmanı sayılıyorlardı. Daha da ileri gidilerek cinsel açgözlülük ya da zina, yamyamlık, kötü ruhlara uyma, genellikle inatçı ve kaprisli görülmeleri sebebiyle kadınlara karşı yapılan cadı avlarının haklılık gerekçeleri düzülüyordu. Hıristiyan kadınlarla gerçekleşen evliliklerden meydana gelen yeni nesil veya Endülüs Müslümanlarının ikinci nesli, daha çok Müvelled denilen toplumsal tabakayı teşkil etmiştir. Nitekim, Endülüs Emevileri sarayı bir nevi bir Müvelled evi haline gelmişti. Zamanla bu nesil, kişilik ve kültür olarak Müslüman Arap kimliğini kazanmıştır.

Taraflar arasında gerçekleşen bu evliliklerin hem Hıristiyanlar ve hem de Müslümanlar için önemli sonuçları olmuştur. Artık, Endülüslü çocukların pek çoğu Arapça yanında kendi ana dilini de konuşuyorlardı. Bu durumsa, kültürel zenginlik bakımından aranan bir ortam oluşturuyordu. Şüphesiz, bu yabancı kadınlar kendi fikir, gelenek ve kültürlerinin Müslüman elit tabaka arasında yayılmasını da sağlamışlardır. Ancak, bu sayede dışarıdan gelen yeni adetler mevcutlarıyla kaynaşarak, Endülüs toplumunu Doğu İslam toplumlarından farklı ve orijinal kılan "Endülüs hayat kültürü"nü meydana getirmiştir.

Toplumsal hayatın şekillenmeye başladığı merkez olan aile, bu türden evlilikler nedeniyle iki farklı kısımdan teşekkül ediyordu. Evlerin bir kısmında Hıristiyan cariye eşler ve çocukları, diğer kısmında ise, hür Müslüman kadınlar ve çocukları otururdu. Çocuklar ailede annelerine tabi olduklarına göre, aynı evlerde fakat farklı bölmelerde yaşayan çocuklar annelerinin dil, din ve düşüncesi çizgisinde gelişim gösteriyorlardı. Bu sebeple, Endülüs elit çevreleri içerisinde arasıra birbirini anlayamamaktan ya da nüfuz veya mal mücadelesinden kaynaklanan anlaşmazlık ve çatışmalar da yaşanıyordu. Bu kadınlar, her ne kadar birer Müsta'rib olarak Araplığın ve Müslümanlığın gereği hayat tarzına uyum göstermiş görünseler de, Hıristiyanlıklarını ve milliyetlerini unutmalarını düşünmek, insan psikolojisine uygun bir davranış olmasa gerektir. Asıllarını unutamadıkları için de, Endülüs toplumu ve devletinin siyasi ve askeri sırlarını Hıristiyan devletlere sızdırdıkları vaki olmuyor değildi. Ortaya çıkan zengin kültürel ortama karşın, olayın bu yönü Müslümanların milli menfaatleri açısından olumsuz bir durum sayılabilir.

Endülüs idareci ve zenginlerinin saray ve konaklarında ortaya çıkan bu yeni durumu harem nizamı olarak adlandırmak mümkündür. Bu adet, yalnızca Endülüslülere has kalmamış İspanyol kralların malikane ve saraylarına da sirayet etmişti. Şöyle ki, zamanın İberya Hıristiyan toplumu içinde üç şekil evlilik görülüyordu. Birincisi, Kilise'nin onayladığı "Bendicion" adı verilen ve dini törenle gerçekleşerek kutsal sayılan bir evlilik şeklidir. İkincisi, "Yuras" diye isimlendirilen, Kilise'nin engel olmadığı ve tarafların anlaşmasıyla gerçekleşen basit evlilik; üçüncüsü ise, Kilise'nin kanunidir diye onaylamadığı "Barragania" adı verilen ve İslam geleneğindeki "teserri, istifraş, yataklık edinme" yani, cariye eş edinme adetinin benzeri, fakat taraflar arasında resmi veya dini bir bağın onaylanmadığı evlilik şeklidir. Bu türlerden son ikisinin Hıristiyanlara İslami gelenekten geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, Kastilya, Leon ve diğer Hıristiyan krallarının pek çoğu normal evliliklerinden başka haremlerinde birçok yataklık cariye barındırıyorlardı. Buradan hareketle, Hıristiyanlar her ne kadar kabul etmeseler de, Müslüman gelenekleri ve hayat tarzının kuzeyli Hıristiyan devlet adamlarının hayatlarında büyük etkisi olduğu kabul edilmelidir.

Dünya tarihine sadece milli noktadan değil de geniş anlamıyla insanlığın tarihi gözüyle baktığımızda, hangi çağda olursa olsun dünya üzerinde hakim siyasi-medeni güce sahip olan millet ya da milletler/ devletler topluluğunun oluşturduğu medeniyet bloğu, kendisinden daha aşağı bir medeni düzeye sahip diğer milletleri günümüzde de olduğu gibi siyasi-iktisadi ve kültürel etkisi altına alır. İnsan fıtratı da güce, servete meyilli olduğuna göre, aşağı düzeydeki toplumlar hakim milletin/medeniyetin kültürüne veya hayat tarzına zaten kendiliklerinden biraz da doğal olarak yönelecek, onu taklit etmeye çalışacaktır. Bu tarihi prensibin Orta ve Yeniçağlardaki işleyişine baktığımızda, Endülüs örneğinde olduğu gibi hemen bütün bir Avrupa Hıristiyan aleminin, zamanın üstün medeniyetine sahip olan Müslümanların kültürünü benimsemiş, onu taklit etmiş olduğunu gözlemleyebiliriz.  Doğal olarak bu tarihi' gerçeğin bugün Batılılar tarafından itiraf edilmesinin biraz zor olduğunu da anlamalıyız. Çünkü, iki rakip güçten biri diğerini yüceltmez, bilakis aşağılamaya ve ezmeye bakar. Bugün Batılıların yaptığı da bundan başkası değildir.

Buraya kadar, Endülüs'lü Müslüman erkeklerin Hıristiyan kadınlar ile yapmış oldukları evlilikler incelendi. Taraflar arasında bir iletişim kanalı olarak evlilik konusunun diğer yanını ise, Hıristiyan kralların Müslüman kadınlar ile yaptıkları evlilikler oluşturmaktadır. Mesela, I.Alfonso'nun oğlu Mauregato'nun (Murgat) annesi Müslüman asıllı bir kadındı ve kendisi Leon kralı olduğunda (784-789), aradaki akrabalık bağından ötürü Hıristiyan düşmanlarına karşı Müslümanlar ile ittifak antlaşması yapardı. Doğal olarak, onun bu tavrı kendi dindaşlarını çok kızdırırdı. I.Alfonso yanında, İspanyalıların meşhur krallarından olan VI.Alfonso'nun da Zaide adlı bir Müslüman kadın ile evliliği söz konusudur.

Reconquista hareketi sonucu Müslümanlardan geriye alınan yerleşim yerlerinde eskiden beri yaşamakta olan halk ile sonradan oraya yerleşenler arasında da evliliklerin olduğu düşünülmelidir. Öylesi ortamlarda İslami' dönemin kültürüyle yıllar boyu içiçe yaşamış halkın, yeni gelen Hıristiyanlara Endülüs kültürünü verdiklerinı düşünmek yerinde bir tespit olacaktır. Müslüman ve Hıristiyan iki ayrı millet aynı topraklar üzerinde yaşarken sürekli savaş halinde olmaları mümkün olmadığı ve zaten tarafların buna güçleri yetmeyeceğinden, aradaki uzun barış dönemlerinde karşılıklı evlilik ve kültür ilişkilerinin olması doğal ve kaçınılmazdı.

Sonuç olarak, gerçekte Endülüs ailesini İslam'a girmiş görünsün veya eski dininde kalmış olsun İspanyol, Portekiz veya Fransız asıllı Hıristiyan kadınlar yönetiyordu demek yanlış olmayacaktır. Durum böyle olunca, Endülüs aile müessesesi, İslami eğitim ve geleneksel değerlerin yeni nesillere aktarılmasında belki de yetersiz bir konumda bulunmuş sayılabilir. Kendi değerlerinin yeni kuşaklara kazandırılması işi ise, eğitim kurumlarına kalıyordu. Endülüs elit tabakasının evlerindeki bu ailevi gerçeğin, toplumsal ve siyasi barışı tehdit edici bir yanının olduğunu da düşünebiliriz. Çünkü, evlerde oluşan farklı kamplardaki insanların istek ve hedefleri de farklı olacağından dolayı, kutuplaşma ve çatışmaların ortaya çıkması kaçınılmaz olarak değerlendirilmelidir.




5. Savaşlar, Esirler, Barış ve Diplomasi


Endülüs Müslümanları ile İberya Hıristiyanları arasında asırlar boyu süren savaşlarda, İslam medeniyetinin Hıristiyanlara tesiri kanallarından birisini teşkil etmiştir. Savaşlar sebebiyle her iki taraftan pek çok insan esir sıfatıyla karşı tarafa geçiyor, bunlar gittikleri yerde kendi kültürünü ve hayat tarzını yansıtmaktan geri kalmıyor, bazen bulundukları bölgenin dilini öğreniyor ve belki de din değiştiriyorlardı. Bazen de, bu esirlerin bir kısmı bir süre esir kaldıktan sonra bir vesileyle hürriyetine kavuşuyor ve ülkelerine geri dönüyorlardı. İşte bu durum, her iki taraf halkları için de bir ilişki vasıtası oluyor ve doğal olarak hakim kültür diğeri üzerinde etkisini gösteriyordu.

Endülüs'e esir olarak gelen Hıristiyanlardan, özgür olma imkanı bulamayıp da kalanların erkekleri halife ve emirlerin saraylarındaki özel muhafız alaylarına alınırlardı. Kadınlar ise, yine aynı saray ve köşklerde gündelik işlerde hizmet görürlerdi. Ancak, hizmetten evvel özel bir eğitime tabi tutularak Arapça öğrenirler, musiki, güzellik ve adabı muaşeret dersleri alırlardı. Eğitim sonunda kişiliği, sesi ve zekasıyla ön plana çıkanlar ya sahipleri tarafından bir emire hediye edilir ya da eş olarak hareme alınırlardı. Bu durumda, cariye hür olur ve "ümmü veled" diye anılırdı. Endülüs'ün saray ve köşkleri, asırlar boyu ümmü veled kadınlarla dolup taşmıştır. Genel olarak Hıristiyan esirler, Endülüs'te ağır işlerle yükümlü tutulmamışlardır.

Büyük savaşların yaşandığı ve özgürlüklerin elden gittiği bir ortamda köle ve cariye edinmek, eskiden beri süregelen yaygın bir adet haline gelmişti. Endülüs toplumunun yönetici ve zengin kesimleri arasında köle ve cariye edinme alışkanlığı yaygınlaşınca sayısız hizmetçiler, köleler ve cariyeler toplum içinde kendisine yer buldu. Bu durumda köle ticaretinin gelişme göstermesi doğal bir sonuçtu. Çok karlı olan bu işi, İberya Yarımadası'nda yaşamakta olan Yahudiler yapıyordu. Özellikle, Galicia ve Avrupa'nın diğer bölgelerinden yüzlerce İspanyol, Fransız, Slav, vb. erkek ve kızları Endülüs'e getirerek yüksek fiyatlarla satıyorlardı. Kölelik konusunun bir de bize acı veren yanı var ki, o da Müslümanlardan Hıristiyanların eline düşen ve köleleştirilen insanların acıklı halleridir. Dışarıdan Endülüs içine gelen bu köleler vasıtasıyla da Hıristiyan kültürü Müslümanlara, Müslüman kültürü de Hıristiyanlara geçme imkanı buluyordu.

Aslında, bütün Ortaçağ İslam devletlerinde, özellikle Emeviler'in sonlarıyla Abbasiler'in ilk dönemlerinde yaygınlaşan bu köle ve cariyelere düşkünlük olayı, getirdiği yeni aile düzeniyle, pek çok araştırmacının da ifade ettiği gibi, İslam toplumunun dinen ve ahlaken tefessüh etmesine yol açmıştır.

Bunun, Endülüs'te de aynı şekilde tezahür ettiğini söylemek mümkündür. İslam toplumsal tarihine ışık tutan el-Egani ve Letaif gibi eserler ile Ortaçağların medyası diye nitelenebilecek şairlerin hayatı, divanları ve şiirlerinin konu edildiği kitaplar incelendiğinde bu gerçek kolayca görülebilecektir.

Hıristiyan İspanyalı veya Portekizliler'in eline esir düşen Müslümanların durumları ise, Hıristiyan emsalleri kadar parlak değildi. Kendilerine reva görülen kötü muameleler sebebiyle, yollarda bile korkudan ancak gecenin karanlığında yürüyebiliyorlar, dinlerinden irtidat ederek Hıristiyan oldukları takdirde kölelikten kurtulabiliyorlar ve tarım işleri gibi ağır işlerde çalışmaya mecbur bırakılıyorlardı. Hıristiyanlığı kabul edip özgür olsa bile, bir vatandaş olarak diğerleri arasında toplumun en değersiz üyelerinden sayılıyorlardı. Aynca, Müslüman kölelere, hizmetçilerden bile olsa Hıristiyan kadınlarla evlenmeleri için izin verilmezdi. Bir cariyeyle bile evlenmesine müsaade edilmezdi fakat, aynı meskende birlikte kalmalarına bir şey denmez ve bu takdirde dünyaya gelen çocuklar da anne babalan gibi köle olurlardı.

Savaşların, bilhassa sınır bölgelerinde yaşayan İspanya Hıristiyanları için önemli içtimai ve iktisadi neticelerine de bakmak yerinde olacaktır. Endülüs Müslümanlarına karşı krallar asker bulmaya mecbur kaldıklarında bu durum, yoksul Hıristiyan halkların işine de yarıyordu. Çünkü, bütün Ortaçağ Avrupa'sında olduğu gibi, İspanya'da da feodalite hakimdi. Feodal ekonomide insanlar, kabaca iki sınıfta toplanmaktaydı. Yönetici, asker, din adamı ve zenginlerin oluşturduğu aristokrasi sınıfı, toplumun normal halk denen diğer kesimlerini adeta köleleştirmekteydi. Bunlar ister tarlalarda çiftçi, ister atölyelerde işçi ve isterse konaklarda hizmetçi olsun, hepsinin kaderi savaşlar olmadığı müddetçe köle gibi yaşamaktan ibaretti. Ancak, fasılalarla devam eden Reconquista savaşları sayesinde, bu insanlar hayatlarında olumlu bir değişim için altın fırsat yakalama imkanına sahip olabiliyorlardı. Savaşa çağrıldıklarında asker oluyorlar, başarı gösterip kahraman veya küçük de olsa uzaklarda bir köyün, bir servetin sahibi olarak özgürlüklerini elde edebiliyor veya ölüp kurtuluyorlardı.

Savaşların bittiği ve barışın devreye girdiği zamanlarda ise, uluslararası güven ve güvenliğin sağlanması amacıyla karşılıklı rehin verme-alma usulü de, Endülüs ile İspanya arasındaki uluslar arası hukukun bir parçası olarak yürürlükteydi. Bu usulle gelip giden insanların da, 'karşılıklı ilişkilerde toplumsal ve kültürel etkileşime aracılık ettikleri olmuştur. Rehinelerden başka barış dönemlerinin sağladığı fırsatlardan bazıları, diplomatik elçilerin gelip gitmesi, karşı! ticaretin artması, talebe ve doktor değişimi ve işi olanların İberya Yarımadası'nın her yerinde rahatça dolaşabilmesi gibi sosyo-kültürel ilişkilere temel olabilecek unsurlardır.

Son olarak, bazı Hıristiyan kralların bile Arapça'yı ve Müslümanların kültürlerini iyi bildiklerini hatırlatmak yararlı olacaktır. Karşılıklı ilişkilere esas olan bütün bu maddeler bir arada düşünüldüğünde, savaş ve esirlerin olduğu kadar barış ve diplomasi ortamının da Endülüs medeniyetinin İberya Hıristiyanlarına aktarılmasında ne denli etkili birer vasıta olduğu kolayca anlaşılacaktır.



6. Siyasi Sığınmalar


İberya Yarımadası'nda bulunan bütün devlet başkanlarının başına gelebilecek türden yaygın bir olay daha vardı ki, o da bir diğerinden korkan hükümdar ya da kralın üçüncü birine, ya korunma veya yardım talebi maksadıyla sığınmasıydı. Bu türden olaylar bütün Endülüs tarihi boyunca seyrek de olsa görülmüştür.

Endülüs hanedanlarından bazıları, Hıristiyan krallara siyaseten iltica etmek zorunda kaldıklarında genellikle uzun yıllar gittiği yerde yaşamak durumunda kalıyor ve bir kısmı da oralarda ölüyorlardı. Bunların bir Hıristiyan ülkesinde medeni etkileşime katkıları olduğunu düşünmek yerinde olacakhr. Endülüs'ten İspanya'ya ilticalar olduğu gibi, bunun tersi de gerçekleşmiştir. Yani, bazı İspanyol krallar da zaman zaman Endülüs'e, hatta Afrika'ya sığınarak Müslümanlardan yardım talep etmişlerdir. Bunun bilinen en güzel örneğini, Leon kralı Il.Fernando'nun 563 (1167) tarihinde Merakeş'e giderek halife Ebu Ya'kub Yusuf'a sığınması olayında görmek mümkündür. Fernando, düşmanları olan diğer devletlere karşı halifeden yardım ve ittifak talep etmişti. Diğer bir örnek de, Navar kralı VII.Sancho'dur. Sancho, komşuları Kastilya ve Aragon krallarının kendisine karşı antlaşma yapmaları üzerine 1199 tarihinde Merakeş'e giderek halife en-Nasır'a sığınmış ve orada iki yıl kadar kalarak, Muvahhidler ile arasındaki dostluğu geliştirip ittifak antlaşması yapmıştı.

Siyasi sığınma ile ilgili tarihi olaylar, esas itibarıyla siyasi nitelikli görünse de, taraflar arası medeni etkileşim bakımından toplumsal ve kültürel önemi de haizdir. Medeniyet açısından üstün bir hayat süren Endülüslü emirlerin İspanya saraylarına, aynı şekilde İspanyol kralların da Endülüs ve Afrika saraylarına gitmeleri sayesinde Endülüs kültür ve medeniyetinin Hıristiyanlara intikali söz konusudur.





7. Ücretli Askerler (Mürtezika)


Ücretli Hıristiyan askerleri anlamına gelen Mürtezika birliklerinin Endülüs ordularında istihdam edilmesi, I.Abdurrahman (756-796) zamanında başlamış, daha sonra gelen idareciler ve özellikle Mülukü't-Tavaif emirleri de bu adeti benimsemişlerdi. Esir ve gönüllü maceraperestlerden oluşan bu halk kuvvetlerinin başında, Ruburten (Reverter) adı verilen komutanları bulunurdu. Kendilerine kiliseden papaz da temin edebilen bu mürtezika askerler, İspanyalılara karşı seferlere katılmışlarsa da daha çok düzeni sağlamak ve ayrıca Murabıtlar döneminde vergi toplamak amacıyla Mağrib'e gönderilmişlerdir. Muvahhidler ise, bu durumu Murabıtlar'a karşı bir propaganda malzemesi olarak kullanmışlardır.

Mürtezika askerleri, Müslümanlar ile içiçe yaşadıkları için doğal olarak onların kültür ve hayat tarzlarını öğreniyorlardı. Kendi ülkelerine geri döndüklerinde ise, görüp öğrendiklerini Hıristiyan dindaşları arasında yayıyorlardı. Bunun en güzel örneğini Sid teşkil etmektedir. İbn Merdeniş gibi bazı Müsta'rib isyancıların da emrinde çok sayıda mürtezika askeri bulunurdu. Bunlar, Müslümanlar ile çatışmalarda önemli rol oynamışlardı. Diğer taraftan, Endülüs Müslüman askerleri de askeri antlaşmalar gereği bazen Hıristiyan orduları içinde görev almış ve karşılıklı etkileşimde rol oynamışlardır. Mürtezika askerler yoluyla da siyasi, askeri ve toplumsal konularda Endülüs medeniyetinden İspanyalılara sayısız değer geçmiş olmalıdır. Bunun açık delili, Ortaçağ İspanyol askeri terminolojisine geçmiş olan Arapça asıllı kelimelerdir. Süvari anlamında ve mülazim ya da teğmen rütbesinin adı olan "alferaz", ordunun öncü birliklerine verilen ad olan "atalaya" ve ordunun artçı birliklerine verilen ad olan "zaga" kavramları bunlardan bazılarıdır.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN

Ertuğrul Gazi Türbesi / Söğüt / Bilecik

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak