27 Aralık 2023 Çarşamba

TARiH KARŞISINDA ÇiN: SEKİNCi (KIVETiST) ve SOSYAL TUTUMLAR

 


ÇiN'in yazılı tarihi çok eski zamanlara kadar uzanan önemli belgelere dayanır. Bunların bize kadar gelmeleri çoğunlukla “yıllık” biçimindedir. Bu yıllıkların konusu yönetici sınıf temsilcilerinin hayat hikayeleri yanında iç savaşlarla hanedan ailelerinin yükselişi ve düşüşüdür. Bunlar içinde, o  tarihin özelliğiyle imlamı konusunda ileri sürülen bir düşünceye çok seyrek olarak rastlanıyar. Herhangi bir çözüme ulaşmak amacıyla tarihsel olaylarla süreçlerin anlamını belirtmek yönünden sürekli bir çabanın varlığından söz edilemez. Dikkat ve ilgi yalnızca geçmişle yaşanan döneme çevrilmişti. Seviyeli bir kültüre sahip olan Batı dünyası, Çin'in resim sanatı, fildişi, yeşimtaşı, tahta oymacılık ve heykelcilik sanatı karşısında olduğu kadar Pekin'in muhteşem sarayları önünde de hayranlığını gizleyememiş, bunların derin etkisi altında kalmıştır. Bu sanatın değeri ne kader büyük olursa olsun, ülkenin çok eskilere dayanan uzun tarihine ve kalabalık nüfusuna oranla çok az şey ifade edebilmektedir. Bütün tarihleri boyunca, Çinlilerin çoğunluğu tarım ve zanaatle uğraşmıştır. Yaşantıları sadeydi. Onların tarih karşısındaki tutum ve davranışlarını bu açıdan bakınca gerektiği gibi kavrayabiliriz. Çeşitli düşünce okulları da bu sadelik kaynağından doğmuş, onun anlamı içinde yoğrulmuştur.


Çin'de, tarih konusunda. Batılıların sandığından çok felsefe akımı vardır. Bu noktada Çinlileri, eski Yunanlılar, bazı Hint toplumları ve 19'uncu yüzyıl Almanlarının yanında saymak gerekir. Çin felsefesinin, tarihin özelliği ve anlamı konusunu görünüşte az işlemiş olması onun bu noktalarda boşlukları olduğu düşüncesini doğurabilir. Fakat bu düşünce yanlıştır. Çin felsefeleri tarih karşısında, tarihin teorik anlatımına ve belirli anlayışlarının savunmasına varan bir yol izlemiştir. Bu felsefi akımların gelişimi bazı sosyal gruplar içinde şekillenip yayılan fikirlerle olan ilişkileriyle gerçekleşmiştir. Bu fikirler, felsefi düşünce basamağına yükselmeden önce, gündelik hayatın malıydı. Felsefe akımları çoğunlukla yaygın inançların birer ifadesiydi. Onlardan tümüyle ayrıldığı noktalar da vardı. Çin'in tarih karşısındaki tutumunu kavrayabilmek için, bu tutumun kaynağı olan fikirlerle inançları öncelikle incelemek gerekir.

Düşünce akımlarının sık kullandığı bir terim olan Tao, bu akımlardan çok önce biliniyor ve kullanılıyordu. Bu terime karşılık olarak genellikle Tarik (yol) sözcüğü öngörülmektedir. Fakat bu sözcüğün kaynak anlamının çok geniş olduğu sanılıyor. Yaşantısını toprağa adamış kişilerin özel bir tabiat süreçleri anlayışı vardır: Mevsimlerin birbiri ardınca gelmesi; bitkilerin yetişmesini, olgunlaşmasını ve ölümünü düzenleyen 'nizam'; gök cisimlerinin deaişmeyen eylemi gibi. “Tarik”in ifade ettiği kavramlardan biri, bu anlayış açısından alınan tabiat süreçlerinde görülen düzenliliktir. Çok basit de olsa, toplum hayatında da bazı düzenlilikler görülüyor ve insanlar kendilerini tabiatın bir parçası olarak kabul ediyorlardı. Herşeyi kapsamına alan evrensel bir süreklilik hissi Içindeydiler. Tao maddi olarak etkisi duyulan her şeyi ifade edebiliyordu. Bir bütün olan Tao, kendisindeki bütüne hakim olabiliyordu. Tao'ya karşı gelmek boşuna çaba olacağından, eşyanın düzenine baş eğmek, genellikle yaygın olan bir davranıştı. Fakat Çinliler, tabiatın bütünüyle olduğu gibi parçalarıyla da cansız ve hissiz olabileceğini kabul etmiyorlardı. Bu kavram belirsizdi. Incelenen herşey sanki kendine özgü bir iç hayatına sahipmişçesine cevap veriyordu. Cevap, aslında, yalnızca insanların hissettikleriydi. Bu, onlar için herşeyden değerli ve herşeyden üstündü. Batılı bilginler bunu Animizm sözcüğüyle tanımlıyordu. Eski Çinliler, pek çok şey için olduğu gibi, nehirlerin ve ağaçların da ruhlarından söz ederlerdi. En yüce ruh Göklerin Efendisi Çang-ti'ydi. insanlarla bu ruhlar arasında inanışa göre bir “alışveriş” vardı. Çeşitli ayinlerde -hatta dinin icaplarından olarak- bu ruhlarla konuşulurdu. Daha sonraları Çin hükümdarlarına “Gök'ün Oğlu” denildi.

Eski Çinliler ne kendilerini ne de Göklerin Efendisi'ni modern Batının verdiği anlamıyla kişi olarak kabul etmiyordu. Çang-ti de dahil olmak üzere ruhlar karşısındaki tutum ve davranışları, gündelik yaşantıları süresinde birbirleriyle olan ilişkilerinden farksızdı. Geçmişlerini cansız maddi dünya ile bir insan topluluğunun ilişkisinden ibaret görüyorlardı. Onlar tarihi hiç yaşanmamış sayıyorIardı. Hayatın iki yüzü olduğu düşünülüyordu. Bu Yin ve Yang'tı. Yin, edilgen; Yang, etkendi. Biri diğerini tamamlıyordu.

Varoluş, Yin ile Yang hakimiyetinin almaşık ahengiydi. Kişinin hayatı, sırasıyla edilgenlik ve dinamizmden etkilenen çabalardan örütmüştü. Aynı şey, sosyal gruplar için de söylenebilirdi. Yin ve Yang, bir bütün olan Tao'nun değişik iki yüzüydü. Yin ve Yang içinde Tao, nizam ve düzenlilik olarak kendini göstermekteydi. Kitleler, Yin ile Yang'ın evrensel uyumuna olan baş eğmenin verdiği rahatlıkla huzurlarını koruyorlardı.

Çinliler bütün tarihleri boyunca atalarının dinini evrensel bir şekilde uygulamışlardır. Herşey, sanki ölülerin ruhu da yaşayanlarla birlikte yaşamaya devam ediyormuş ve onlar gibi ihtIyaçları varmışçasına düzenlenip yürütülürdü. Sungu şekillerini mezar ziyaretlerini ve aile geleneklerini anlamak için bu inancı bilmek gerekir. Bu inançta, ilk bakışta kişinin ölümsüzlüğü fikri varmış gibi geliyor. Fakat bu fikrin, günlük yaşantının akışı ya da tarihin üzerinde etki yapacak hissedilir sonuçlar doğurmuş olduğu söylenemez. Çin düşüncesi, hayatı ne başka dünyadaki bir hayata hazırlık ne de kusursuzluğa erişme yolunda katedilecek dizinin bir basamağı olarak görüyordu.

Bu tür kavramların savunucuları, Çin'e dışardan gelen Budizmin etkisinde kalmışlardır. Tao'cu ve Konfüçyüs'cü düşünürler, kişinin ölümsüzlüğü konusunda ne ciddi bir tartışmaya girişmişler, ne de böyle bir fikirden faydalanarak tarihin anlamını belirtmeye çalışmışlardır. Bir tek düşünür Moti bu nokta üstünde durmuştur. Fakat el attığı konu her bakımdan bilgisinin üstündeydi.

Bütün sadeliğine karşılık, Çinlilerin hayatı yinede gölgesiz bir mutluluk içinde sürüp gitmiyordu. Tabiatın Tao'sunun aksamayan düzenine rağmen su baskınları ve kuraklık ürüne zarar veriyor, salgın hastalıklar insanları kırıp geçiriyor, kasırga ve yer sarsıntıları türlü felaketler doğuruyordu. Od'lar, sosyal eşitsizlikten, fakire karşı kötü davranıldığından söz eder. Savaşla eşkiyalık, Çin tarihinin genel görünüşü içinde en önemli yeri tutar. Fakat bu her zaman ters giden kadere ateşli ümitler ve değişik bir gelenek anlayışı ile karşı konulduğu görülmüyor. Aksine, mutluluk dolu olduğuna inanılan geçmişin yaşantısına dönme isteği belirtilirdi. Çinli düşünürler. tarihi kötülüklerin cezalandırılıp iyiliklerin mükafatlandırıldığı bir ahlak eğItiminin kaynağı olarak görüyorlardı. Kader kötü yüreklileri ihsanlara boğmuş olabilirdi. Fakat bu yalnızca bir dış görünüştü. Aslında onlar ruhen güçsüz ve zavallıydılar. Savaşlar savunmak için yapılmalıydı. Savaşa haklı davanın er geç üstün geleceği inancı ile girişilmeliydi.

Çinlilerin tarih karşısındaki tutumları konusuna eğilirken. ortaklaşa paylaştıkları bir özelliği göz önünde tutmak gerekir: Bu sakin mizaç'tır. Hiç bir olay'ın sarsamıyacağı sakin ve 'mütevekkil' tutum, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün Çinlilerde görülür. Bu özellikleri, Hintlilerde olduğundan daha yaygın ve daha güçlüdür. Çinli, yaşantısına gölge düşüren sıkıntı ve üzüntüler karşısında şaşırıp kalmaz. Içinde yaşadığı toplumda sosyal tarihinin uğradığı değişiklik ve felaketler de onu etkilemez. Bu ruh hali. Çin tarihi boyunca toplumun ve kişinin varlığının derinliğinde sürüp gitmiştir. Çin'in tarih tecrübesi, sevinçten çok bir herşeyi kabullenmeden, gelir, M.O. III. yüzyıl Çin düşünürlerinden Tıu-yın, doğal süreçlerin dönüşümüne dayanan devri bir tarih kavramı ortaya attı. Eski Dualar Kitabı, dünyada üç devir olduğunu kaydeder. Açımlayıcı Han'lar, ilk Yaz ve Güz vakılarında da nitelikte bir ayrıma rastlandığını söylüyor. Fakat Çin tarihinde, bu fikri yansıtan düşünce ve sözlere genellikle az rastlanır. Kiang Vu Vey (M.S. 1858 - 1927) bundan önemle söz eden ve dikkati bu noktaya çeken ender düşünürlerdendir.

Şimdiye kadar incelemeye çalıştığımız düşünce ve fikirlerin açısından bakarsak, Çinlinin tarih karşısındaki tutumunu sekincilik (kivetizm) olarak nitelendirebiliriz. Çeşitli Çin felsefeleri bu niteliği öz anlamı içinde doğrulamaktadır. Bu sekinci tutumun gerekli zamanlarda kişinin günlük eylemine yapmakta olduğu etkinin şekline ve önemine göre bu felsefelerde değişimler meydana gelmiştir. ilk elde Taoizmi incelemek gerekir. Bu felsefenin bize kadar uzanan belgeleri, tarih bakımından Konfüçyüs'cülerin yazılarından daha yenidir.

Çok eskiden beri söylenegeldiğine göre, Taoizmin kurucusu Lao tsö'dür. lao tsö'nün hayatı ve kişiliği üzerine söylenen herşey daima tartışma konusu olmuş, şüpheyle karşılanmıştır. Fakat şimdiye kadar, bu şüphelerin yerinde olduğunu kanıtlayan belgelere rastlanmamıştır. Bizi özellikle ilgilendiren Laonun kişiliği ve hayatı değil, taoist felsefenin tarih anlayışı üzerindeki etkileriyle, bu düşüncenin doğurduğu tutum ve davranıştır. Uzun geçmişi içinde Taoizm, bu noktalardaki kavramları açısından çeşitli değişimlere uğramıştır.

ÖZGÜL Taoizmin vardığı ilk aşama, bencillikle toplumdan uzaklaşarak huzura kavuşmak çabasında olan münzevilerin yaşantısına benzetilebilirdi. Efsane, ilk başta Lao tsö'yü yalnız, evsiz barksız olarak 'tasvir' ediyor. Bu şekill bir giriş, tarihin anlamını -özellikle iç huzurunda kişinin her türlü dış etken­ ve zorunluluktan bağımsız olmasında arayan bir görüşün ifadesiydi.

Taoizmin temel kitabı olarak bilinen Tao-tö King, ikinci aşama için daha çok şey söyler. Basit bir düşünce başlangıcını aşan derinleştirilmiş bır felsefeyi işliyor. Eşyanın daima değişen görüntüsü önünde Tao'yu, süreklilik; geçici olanın dengesizliği karşısında huzurun gerçek temeli olarak gösteriyor. Fakat, geçicinin de kaynağının yine Tao olduğu kabul edildiğinden, toplumsal yaşantıdan uzaklaşmayı öğütleyen bir söze rastlanmıyor. Bu durumda, Taoizm içinde, sosyal tarihe karışma tam anlamı ile ifade edilmiş demektir. Fakat Taoizme sıkı sıkıya bağlı olanlar, resmi görevler çarkına girmekten daima kaçınmışlardır. Onlar -ne kadar az yönetim olursa, o kadar iyidir. diyorlardı. Toplumsal ilişkileri kabul eden Taoizm; tarihle yalnızca kişinin iç hayatındaki dalgalanmalar ardından ve siyasal yönetimle de, ancak özel şartların zoruyla ilgileniyor. Taoizmin, milletlerin, daha genel "bir anlamla uygarlıkların "sürekliliği, gelişmesi ve düşüşü kavramlarına vardıran bır tarih felsefesi yoktur. Fakat bunun yanında, Tao-tö King'de sonsuzdur. Sonsuza kadar da. değişen ve görünenin, değişmeyen ve görünmeyen kaynağıdır. lao'nun bir şekli yoktur, fakat O eksiksizdir, bir tamdır. Her yöne uzanır. lao. özgül çabanın gerekliliğini duymaksızın çalışır. lao. evrensel bütünün tek gerçeğidir. Bunu böylece anlayan ve Tao'nun gölgesindaki yerini bilen kişi huzura kavuşur. Bu temel kavram açısından bakıldığında, kişi fikrinin Taoizm içinde çok dar bir çerçeveye hapsedildiği görülür. Bunun gibi, tarihin olayların ve kişilerin özelliklerinin de hiçbir önemi yoktur. Düşünce. kişisel ve toplumsal olanın ötesine, evrensele uzanıyor. Bu anlam içinde tarih, gerçek bir bütünün ifadesinden başka birşey değildir. Tarihin özellikleri de yalnızca salt bağıntılıktır.

Bu tutum ve felsefe toplumsalı bir kenara atmıyor, bunun tanınmasını öğütlüyor. Çünkü başklarını kendi açınızdan görüyorsunuz. Başka aileleri kendi ailenizden. başka dinleri kendi dininizden. başka memleketleri kendi memleketinızin köşesinden görüyorsunuz. Bir bütün gibi, kendi toplumunuzda" Büyük Toplumu görüyorsunuz.

Büyük Toplum, ancak Tao'nun varlığıyla anlaşılabilir. Tao-tö King'in birçok bölümleri, Taoistlerin tarihi kozmopolit ya da evrensel bir görüş açısından ele almış olduklarını belirtir niteliktedir. Taoizmi bu noktada -her ne kadar onların kesin ifadesine sahip olmasa da- stoisizme ve hristiyanlığa benzetebiliriz. Taoizm, insanların mutluluğu konusunda, ne inatçı bir çaba, ne de ateşli bir heyecan çağrısında bulunuyor. Taoizmde yalnızca, kişinin başkasına kötülük yapmasına engel olma isteği hissediliyor. Kişinin mutluluğu tarihte vardır ya da olacaktır. Dış baskı olmaksızın, herkesin kendi özelliklerini gerçekleştirip sağlamakla bu mutluluğa varılabilir. Tao, kişileri, kendi özellikleri içinde birbirlerine uydurmuştur, Tao'nun bütün hoşnutluğu, bunun gerçekleşmiş olmasındadır. insanlık gerçek mutluluğa, ancak Tao'nun her kişinin varlığında gelişmesiyle varabilecektir. Bir siyasal ya da idari örgütten doğan mutluluk geçicidir.

Olaylar konusunda temel bir ayrımın belirtilmesi, bunların birbirleriyle zincirleme bağlı oluşlarının doğurduğu sonuçları önleyebilecektir. Belirli bir yöne götürmekte olan olayları aksi yöne çekmek isteyen olaylar izleyecektir, Taoizme göre Deneysel önden arkaya ya da .. yukarıdan aşağıya doğru hareket eden bır dalgadan oluşmuştur; varolan her şey gelişir, sonunda gördüğünüz gibi aslına dönüşür.


Yine Taoizm eşya çok olabilir, ama herşey köküne döner. kaynaklarına gider; köküne gıder; huzura gider; bu, herşeyin kaderinin çıkış noktasına gitmek olduğunu belirtmektedir der. Bu kaderi hiç birşey değiştiremez. Tao'yu bilen, tarihin akışı içinde neler geçtiğini tarafsızlıkla değerlendirebilir: Geçici ve bencil isteklerin üstüne çıkarak, toplum olaylarını sıkıntısız izleyebilir ve sonunda. huzurdan payına düşeni alır.

Tao-tö King'den sonra Taoizmin en önemli kitabı çuang-tsö'nün Kltabıdır. Uzmanlar bu eserin tamamının çuang-tsö'ye (M.Ö. 369·286) ait olmadığını, fakat önemlı bir bölümünün onun tarafından yazılmış olduğunu kabul ediyorlar. Onun yazmamış olduğu bölümler de onun kendi düşüncesinden farklı olmayan bır şekilde işlenmiştir. Çeşitli kişilerce yazılmış olmasına rağmen Kitap'taki düşünce sistematiği, Tao-tö King'inkinden aşağı kalmamaktadır. çuang-tsö'nün Kitabı, bir çeşit tinselciliği (spritüalizm) ya da idealizmi savunmaktadır. En çok tekrar edilen şu bölüm, Berkeley'in ya da Hinduların tutumuna benzer niteliktedir:

çuang-tsö bir gün düşünde, kendini kelebek olmuş, oradan oraya uçar görmüştü. Eğilimlerini bilinçli olarak izleyebiliyordu. Kelebek, çuang-tsö olduğunu bitmiyordu. Bu arada çuang-tsö uyandı. çuang-tsö­ olduğunun bilincine vardı. Düşünmeye başladı: Çuang-tsö mü rüyasında kelebek olduğunu görmüştü. yoksa bir kelebek mi düşünde kendini çuang·tsö olarak görmüştü?

İdealist bir kavram burada kesin olarak doğrulanmaktadır: Büyük bir uyanış olacak, herşeyin büyük bir düşten ibaret olduğu anlaşılacak. Deli, kendini daima uyanık sanır. Bilgisi yalnızca kendisi ile doludur. Prens olur, çoban olur. Her zaman kendinden emindir. Üstad (Konfüçyüs) ve siz, ikiniz de düş görüyorsunuz. Size düş görüyorsunuz dediğim zaman, ben de düş görüyorum. Size söylediğim bu sözler çelişki olarak nitelendiriliyor. Bize herşeyi açıklayacak bir bilgeye rastlayana kadar sayısız kuşaklar gelip geçecek. Ona rastladığımız zaman da bu kısa günün bitişi olacak. Hayatın kısa bir düşten ibaret olduğu ve herkesin payına bir günün düştüğü fikri, tarihin, geniş anlamıyla bir anlamı olup olmadığı sorusunun cevabına yöneltmiyor.


Tarih'in bağımlılık içinde anlamsız olduğu düşüncesi çuang-tsö'de türlü şekillerde tekrar ifade ediliyor. Gerçek sonsuzdur; çuang-tsö .. zamanı umursamayın, sonsuzluk alemine göçün, ancak orada dinIenebilirsiniz diyor. Tao'nun eylemi iniş ve çıkıştır.

çuang-tsö şu soruyu soruyor: Neyi yapmamız, neyi yapmamamız gerekir? Karşılığını da kendi veriyor: Değişimler kendiliğinden oluşsun!. Eşyanın yakından incelenmesi, özde uyumluluk olduğunu göstermektedir. Eğer insanlar bunları bir .. birlik haline getirmek çabasındaysa kafalarını ve zekalarını boşuna yormuş olurlar. Tarihin özellikleri Tao'nun sürekli eylemi içinde kaybolup gitmektedir. çuang-tsö, siyasal hayata girmekten her zamıın kaçınmıştır, Şöyle der:

 Büyük Toplumu yönetmeye kalkmak. denizin üstünde yürümek, nehir suyuna denk delmek, bir dağı bir sineğe taşıtmaya kalkışmaktan farksızdır,. Toplumsal örgütlenme huzuru sağlamaktan uzaktır. Çünkü, BiIgelerin denetimi, siyasal denetimin çok ötesindedir. diyen çuang-tsö'ye göre, tarihin akışı ıçınde herşey bağıntılıdır. 

Şimdi hayat, şimdi ölüm, şimdi hayat!

Doğru olana bağlanmak, yanlış olana bağlanmaktır.

Yanlış olana bağlanmak, doğru olana bağlanmaktır.­

iyi niyet, gündelik olaylarda etkililik, yönetimin iyi

düzeni, insanların yüreklerinde dostluk ... 

Bütün bunlar zorunluluk altında değil, kendiliğinden oluşursa

bir değer taşır. Bunların anlamı dışta değildir. içten gelir.

çuang-tsö, zor kullanmayı kesinlikle yasaklıyordu: zor, Tao'dan değildir, şiddet Tao'dan değildir.,.

Zorun ele geçirdiği, hemen yok olur. Deneysel tarih eşyanın yalnızca yüzünü yalar geçer. çuang-tsö

der ki: -Gerçekten gelişmiş insan, düşüncesini bir

noktada, eşyanın ruhunda, sonsuz Tao'da toplar. Taoist tutum, deneysel gelişimi amaç edinmiş değildir.

Onun amacı -sürekli huzur halini sürdürebilmektir.

En uç şekliyle Taoizm, tarih karşısında sekinci

bir tutumun felsefesi olarak beliriyor: Edilginlik, sükunet, yumuşaklık ve eylemsizlik, barış içindeki evrenin özellik erildir. Bunlar Tao gelişiminin en yüce noktasıdır. Tao'nun görevi, günden güne daha az yapmak, sonuçta eylemsizliğe varmaktır.

Çağdaş Çin düşünürü ling Yutang bu noktada çok haklı olarak şunları söylüyordu: Eylemsizlik öğretisi, çok güç varılabilecek bir bilinç kavramıdır.

Lin Yutang'a göre, Taoizmin –modern bilimin ışığındaki anlamı-, -araçlardan olabildiği kadar kısıntı yaparak, varılmak istenen amaçlara erişmek için doğanın güçlerinden yararlanmaktır.- Fakat bu açımlarına, ilk bakışta göründüğü kadar aydınlık değildir. Ortada, varılmak istenen amacın ne olduğu sorunu var. Çağdaş uygarlığın mekanik metodları, amacı en kısa yoldan gerçekleştirmektedir. Taoizm, insanların yalnızca bu amaçlarla ilgilenmelerinimi istiyor? insanlar, taoistlerin deneysel tarihini şekillendiren sade yaşamaya bütünüyle karşıt olan bir uygarlığın ayrılmaz birer parçasıdır. Tao-tö King'in bir çok bölümleri; ahlaki kargaşalık, yarışma, kötülük, eşkiyalık gibi etkenlerin uygarlıktan sayılmasını kınamaktadır:

Silahlar çoğaldıkça, kötülüğün gölgesi Devletin ve ailenin üstüne daha fazla çökecek. İnsanların yetenekleri arttıkça, buluşları korku verici olacak ... Az bulunan şeylere bu denli rağbet olmasa, hırsızlık da olmayacaktır. çuang-tsö'nün görüş açısı bazan değişirde. çuang-tsö, düşüncelerimizi bütünüyle Tao'da toplayarak ve bulduklarımızla yetinerek yaşıyalım demektedir. çuang·tsö, -altını dağlara, inciyi denizIere .. bırakalım demeye kadar da vardırıyor işi. Taoist sekinciliğin el altında bulunanla yetinme düşüncesi. dünyanın çehresini değiştirecek. onu gelişime sürükleyecek çabaların karşısındadır. Taoizm bu konuyu ele alarak “bunun bir gelişme olup olmadığı sorununa takılmak boştur” der. Örnek olarak, -hayatı sevmek ve ölümden nefret etmek gibi düşünceleri kendisine dert etmeyen eski devrin gerçek insanını ele almalıdır.• Gerçek insanı da şöylece çiziyordu: -Hayat önünde apaçık duruyordu. Bu, onun için sonsuz bir sevinç kaynağı değildi. Ölümün karanlık kucağına itildiğinde kurtulmak için çabalamıyordu. Tıpkı bir kuş gibi. dala nasıl konmuş sa öylece uçup gidiyordu: Hepsi bu kadardı.

Başlangıçta Çinli'nin tarih önündeki tutumu metafizik değil, fakat doğacı ve pratik olan bir maddeciliğin belirtilerini taşımaktaydı. Tao bir anlamda doğrudan doğruya hissedilen bütündür, çuıng·tsö'nün Kitabı'nda metafizik bir görüş, vardır: Tao, geçici görülenin ardında, gizli olan sonsuz görülmeyendlr. Sekinellik burada, bu mutlak sonu sezinleyen bilince bağlıymış gibi ifade ediliyor. Sonuç olarak dünyadan el etek çekmeyi  değil, ona karşı bağıntılı bir ilgisizlikle davranılmasını öğütler. Dr. Fung Yulanın yeni taoistler diye adlandırdığı M. S. III ve IV. asır Çin düşünürlerinde başlangıçtan gelen (orijinal) natüralizme yönelen tutuma doğru bir dönüş hissediliyor. Tao'nun tam anlamıyla “hiç bir şey” olduğunu kabul etmeleri, metafizik üstünlük kavramını bir kenara itmek anlamını taşımaktadır. Onların gözünde gerçek Tao, eşyanın doğrudan doğruya sezinlenen bütünüdür. Direnme, eşitlikle ve aynı zaman içinde, tek olan bütün ve çok olan özel üstüne yöneliyordu. “Herşey kendi içinde vardır”. fakat «birşeyin diğer şeylere de ihtiyaçı vardır.» Yeni taoistlerin savunduğu tutum, evrensel olduğu kadar kişiselciydi de. Bu arada tekrar tarih konusuna dönülüyor. Tarihi kavrayabilmek için. “özgül tabiat, kendi dışındakilerle ilişkisi içinde kişinin yeri ve deneyi” kavramlarını tam olarak anlamak gerekir: Kişi ne ise odur. Olmadığımız gibi olamayız. Olduğumuz gibi olabiliriz ancak Yapmadığımız şeyi yapamayız, yaptığımız şeyi yapabiliriz. Fakat bu yükseliş içten gelmez, önceden belirlenmiştir. Tarih içinde ve tarih karşısında sürdürülecek tutum konusunda yeni taoistler şöyle düşünüyordu:

Herşeyi olduğu gibi bırakalım, barış ve düzeni egemen kılmanın tek yolu budur. Çung-tsö'deki, düşünürlerin dünyanın gidişini bulandırdıkları iddiasına karşı Kuo Liang: "Sürüp gitmekte olan bunalımın nedeni, günün şartlarına eklenen tarihin akışıdır. Dünyayı karıştıran, düşünürlerin etkinliği değildir. Bunalımın gerçek nedeni genel olarak dünyadır. Fakat dünya da kargaşalıklar içine düşmüştür” der.

Tarih, tam anlamı ile bağıntılılıktır. Tarihin ele aldığı her olayı, özel zaman ve mekan şartları içinde incelemek gerekir. Olayları, ilkeler ve mutlak değerIer ölçüsüne vurmak boşuna bir çabadır. Taoculuğun ilk şekli ile yeni taoiım arasındaki ayrıcalıklara rağmen, hayat ve tarih karşısındaki tutum her iki şekilde de aynıdır: Karşı durmak için üzülüp çaba harcamak yerine tabiatın çizdiği yolu izlemek.

Bazı yenı taoistler. bu tutuma ancak aklın verilerine uygun olarak yaşamakla varılabileceğine inanıyorIar, bazıları da, eğilimlere ve hislere teslim olmayı öğütlüyorlardı. Bu içten geldiği gibi davranma Konfüçyanizmin anlaşmalı töresi, ve kuruluşlarının -sonucu olarak ortaya çıkan yapmacık yaşantının karşısındaydı. Taoizm, edilgenlik konusunda bazan çok ileri gitmiştir. Bilge, içindeki bütün istekleri yok edebilmelidir. Öyle ki, içinde «arzu etme isteği» bile kalmamalıdır. Tarihi geldiği ve olduğu gibi kabul etmelidir. Bilge, bütün isteklerden arınmış olarak. tarihi hiç bir şekilde etkileyemez.

çuang·tsö'nün ve taoistlerin, tarihsel olayların 'süreksizliği konusunu önemle ele almış olmaları, onları sonuç olarak karamsarlığa sürüklemiyordu. Neşe, Tao'nun ifadesi olan hal'de yaşamaktaydı. çuang·tsö'nün Kitabıı bunu şu sözlerle doğruluyordu: .. Bir insan şekli içinde bulunmak, tek başına bir neşe kaynağıdır. Fakat asıl büyük sevinç, şimdi şekli insan olan bu varlığın, perspektifi olgunluk olan sayısız aşamalardan geçeceğini bilmektir. İşte bunun için bilge, yok olmıyacağı, sürekli olarak çeşitli aşamalara katlanacağı için sevinir. Her şeyi tevekküne kabul edenlere, gençlikte olsun, yaşlılıkta olsun benzemek için çaba harcadığımız gibi, bundan daha büyük bir istekle, evrene egemen olanı kendimize örnek almayı arzu ederiz.

Bunun için de sürekliliğe inanmak gerekir. Lin Yutang, felsefe olarak taoizmin bu görüşünü şöyle özetler: Taoistler, temel Birliğe dönüşün felsefesini ifade etmişlerdir. Evren'in, dönüşün, kutuplaşmanın, sonsuz devirlerin, ayrıcalıkların dengesinin, bütün kuralların bağıntılılığının ve nihayet herşeyin en ilk olan Bir'e, Tanrısal Zeka'ya, bütün yaratılışın kaynağına dönüşün felsefesidir. Bu düşüncenin özünde, alçak gönüllülük ve herşeyi kabul etme kavramları vardı. Çıkarcı amaçlarla yapılan çekişmelerden uzak duruyordu. Bu haliyle Taoizm, siyasal hayatla ilişkisi olmayan düşünürlerin ve büyük halk yığınlarının mizacına çok uygundu. Fakat Çin tarihi boyunca görülen sürekli savaşlar, memleketin şu ya da bu bölgesinde durmadan kargaşalık çıkaracak sayıda kişinin taoist öğretileri hiçe saydığını gösterir niteliktedir.

Konfüçyanizm, işte bu duruma bir ölçüde son vermek için ortaya çıkmış bir öğretidir.

KONFÜÇYANiZMiN Çin tarihindeki önemi, Taoizminkinden değişik ve çok daha büyüktür. Taoizm içinde görülen sekincilik, konfüçyanizm'de de görülür. Bazı taoistler Konfüçyüs'ün Lao-tsö'nün bir öğrencisi olduğunu ileri sürerler. Kişiliği, düşüncesinden doğup gelişen akımı büyük ölçüde etkilemiştir.

Konfüçyüs daha sonraları idealize edildi. Onunkinden çok daha sonra gelen düşünce sistemleri, onun adını kullandılar. «Seçmelerin şüpheye yer vermeyecek şekilde Konfüçyüs'e ait olduğu söyleniyor.

Çağdaş uzmanlar da bazı belgelere dayanarak, Konfüçyüs'ün bu eserin yalnızca yarısına yakın bir bölümünün yazarı olduğunu ileri sürüyorlar. Ağızlarda dolaşan özdeyişler tam olarak onun etkisini hissettirir nitelikte değildir. Bunları bazı yerde geleneksel çizgilerle tamamlamak gerekir.

Konfüçyüs, düşüncelerini yaymak ve uygulamak için yüksek seviyede bir yönetici göreve sahip olmaya çalıştı. Bu amacına ulaşıp ulaşmadığı kesinlikle bilinemiyor. Bu nokta bugün bile hala tartışma konusudur. Konfüçyüs, eski geleneklerin gerçek anlamını vermeye çalıştığını söylüyordu. Öğretilerinin, bilinen Çin mizacına çok uygun olduğu bir gerçektir. Konfüçyanizm; ahlak konusunu ele alışı, kişisel ve toplumsal yönleri, çabayı öğütleyen düşünce şekli ile Taoizmden bütünüyle farklıdır.

Konfüçyüs, federal devletleri zayıf düşüren savaşlarla kötü yönetim şekilleri konularını ele almıştı.

Günün düzeninde değişiklikler yapılmasından yanaydı. Yapılması gereken şeyler konusundaki düşüncelerinin "Bilge Krallar devrine kadar uzandığını söylerdi. Konfüçyüs'ün, çeşitli aşamalardan geçerek varılan bir tarih objektifi kavramından söz ettiği iddia edilemez. Seçmelerin Konfüçyüs'e ait olduğu söylenen bölümünde, hayatta ve tarihte geçerli tek şeyin “iyilik” olduğu belirtilir. Fakat Konfüçyüs'ün, Iyilik kavramından ne anladığı kesinlikle bilinmemektedir. iyilik niteliği taşıyan bir kişinin, ne türlü bir kişiliğe sahip olması gerektiği konusuna da hiç değinmemiştir.

Konfüçyüs'ün tutumu, genel anlamda, tôrel idi ve iyilik, edilgen anlam içinde bir sekincilik olmamalıydı. Huzur, kişinin amaçlarını gerçekleştirmesini ve toplumsal durumunun gerektirdiği görevleri yerine getirmesini sağlayan bir unsurdu. Konfüçyüs: -Herkes, zenginliği ve tanınmışlığı Ister. Yoksulluk ve unutulmuşluktan kaçar- diyordu. Buradaki herkes sözcüğü ile Konfüçyüs, üyesi olduğu ve bağlı bulunduğu yüksek sınıfı nitelendiriyordu. Bütün Çin'in zenginliği ve ün'ü aradığını, yoksulluk ve unutulmuşluğu istemediğini söylemek yadırgatıcı olur. Hele yoksulluğu candan kabulleneceklerin olabileceğini düşünmek de yersizdir.

Konfüçyüs, iyilik bizden bu kadar uzak mı? Derken gerçekten iyiliğe ulaşmak isteyenler onu çok yakınlarında bulabilirler diye sözü sürdürüyordu. Dış zorunluluk nedeniyle izlenen bir tutum, toplumsal anlamda geçerli de olsa, huzur verici nitelikte değildir. Dış etkisi ne olursa olsun, iyilikte direnmeli. Davranışı, ne sevgi ne de nefret etkileyip değiştiremez.

Hayatın anlamı içinde Konfüçyüs hislere de yer veriyor, Aşırılığa varmayan zevk ile kişiye zarar vermeyecek üzüntüden söz ediyordu. Dış şartlar ne olursa olsun, kişi, neşesini kaybetmemeliydi .. Görülmemiş" Hui'yi şöyle anlatıyordu: Yemek için yalnızca bir avuç pirinç, içmek Için yalnızca bir yudum su, yatacak yer için yalnızca kaldırım taşları. Hui'den başkası buna dayanamazdı. O, bütün bunlara karşılık yine de neşesini kaybetmiyordu.

Yoksulluktan gelmiş olmak da, ayırdetmede doğru bir ilke olarak kabul edilemez. İyilik, kişisel davranışta belirir; Gerçek bir efendi yatışkındır ve her zaman rahattır. Zayıf adam tırnaklarını yiyecek kadar huzursuzdur ve her yerde de rahatsız. Gerçek bir efendi ne şiddet, ne de gururla davranır. Bakışları Iyi niyetle doludur. Konuşurken kötü ve çirkin sözler sarfetmez. iyilik, kişiliğini aşarak toplumsal ilişkilerini kapsar. Törel güç yalnızlıktan taşar, çokluğa doğru akar.

Seçmelerin hangi bölümünün Konfüçyus'e ait olduğunun kesinlikle bilinmemesi, ana baba sevgisine verdiği değerin nitelendirilmesini güçleştiriyor. Çin toplumunun gözünde ana - baba sevgisinin taşıdığı önemin bilinmesi, bu güçlüğün ne anlamda olduğunu belirtmeye yeterlidir. Konfüçyüs'ün fikirlerinin saptırıldığını ileri sürenler olmuştur. Bunlar, Konfüçyus'ün, çağdaş demokrasiye benzeyen toplumsal ve siyasal eşitliğe taraftar olduğunu iddia etmektedirler. Öte yandan, Konfüçyüs'ün kademeli bir derebeylik düzeninin savunucusu olduğuna dair belirtilere de rastlanmaktadır. Konfüçyanizm, ahlakın, sınıfların yükümlü oldukları görevlerin bir kuralını meydana getirdiğini ileri sürer. Konfüçyüs'ün yaşadığı devirde, eski düzenini sürdüren derebeylik çöküntüye yakın bir sarsıntı içindeydi. Bu olayı çok yakından izlemiş olarak Konfüçyüs; geçmişi yüceltmiş, ideal derebeylik düzeninin en iyi şeklini yine geçmişte bulmuş ve bunu örnek olarak ortaya atmış olabilir.

Konfüçyüs, ..gerçek bir efendinin niteliklerini belirtmek için kullandığı sözler ile yönetici sınıf üyelerine düşen görevin özelliği konusundaki düşüncesini de ifade etmiş oluyor. -Gerçek bir efendinin günlük nitelendirmelere ihtiyacı yoktur. Yığınlara Tarik (Yao) konusunda bilgi verilebilirdi, fakat ona bunun gerçek anlamını anlatmak boştur. Konfüçyüs Tao'nun anlamı üstünde ısrarla duruyor ve çevresini de buna zorluyordu. Yığınların kendisi gibi anlayış yeteneklerine sahıp olduğuna inanmayan Konfüçyüs'ün bu davranışını, Tao'yu halka indirmek ve yaymak çabası olarak nitelendirmek yanlış olur. Sonuç olarak ileri sürdüğü sosyal tutum, demokratik değil, ataerkil bir hakkaniyetle hareket idi. Bunu şu sözlerle ifade ediyordu: .. Gerçek bir efendi ihtiyacı olanların yardımına koşar. Amacı zenginleri zengin etmek değildir. Ayrıca yaşlıları yalnız bırakmamalı dostlarla iyi niyetli ilişkiler kurmalı ve gençliği sevmelidir. Bütün bunlar kişisel davranışlardır. Konfüçyüs geleneksel inançlara karşı saygı ile davranılmasını istiyordu: iyi davranışlar insanlar arasında sade ve dengeli ilişkiler kurulmasını sağlar, asırlık inançların gerçekleştirilmesini kolaylaştırırdı. Bu öğütlemenin ilk bölümü yüksek sınıfa hitap ederken. ikinci bölümü aile geleneklerine titizlikle bağlı kalarak toplumsal ayrıcalıkların sürdürülmesini destekliyordu.

Konfüçyüs, müzikten zevk alıyor ve müziği anlıyordu. Nesillerin Dansı ve bu dansın müziği. Konfüçyüs'e göre; güzellik ve iyilik bakımından tam bir olgunluktu. Savaş Dansı ise tam anlamıyla güzel, fakat iyilik yönünde mükemmellikten uzaktı. Konfüçyüs, müziği bir eğitim aracı olarak kabul ediyor ve bunun yanında, insanın ruhunu besleyen bir kaynak olduğunu da belirtiyordu. Gelenekler Kitabı'nın bir bölümü olan Müzik Kitabı şöyle der: Musıki neşenin ifadesidlr. Tarihin anlamından bir parça sanki müziğin verdiği zevkteymiş gibiydi. Ama müzik Çin'de en az gelişmiş olan sanat dalıydı.

Konfüçyüs'ün, tarihin bir adalet ilkesine sahip olduğuna inanmış olması mümkündür. iyiler mutlu, kötüler de kaderin kurbanı olurlar. Konfüçyüs bunu şu sözlerle ifade ediyordu: .. Gerçekten iyi olan kişi, hiç bir zaman mutsuz olmaz. Olgun kişi bunalıma düşmez. Yiğit olan korkmaz. KIşinin yaşantısı bütünüyle dürüstlük olmalı. Yoksa üzüntülerden, tehlikelerden hiç kurtulamaz.

Konfüçyüs genellikle metafizik tartışmalardan uzak kalmıştır. Eğer onun yaşamakta olduğu devirde meydana çıkıp şekillenmiş olsaydı, taoist felsefesinin Tao'yu gerçek ve görülmeyen son olarak ele alışını benimsemezdi. Onun gözünde Tao'nun anlamı Tarik'ti. Düzenlilik, denge ve nizamdı. Onun içIn hayat ve tarih, tabii varoluşun yaşanmış deneylerinden başka birşey değildi. Konfüçyüs, halk arasında çok yaygın olan animizmin sayısız ruhlarının gerçekliğini reddetmiyordu. fakat öte yandan hayatı boyunca bunları hesaba kattığı görülmemiştir. Konfüçyüs. Tanrı'nın şekli konusunda ileri sürülenleri bir kenara iter. Fakat insandan üstün olan bir gücün varlığına inanır ve onu  “Gökler” deyimi ile nitelendirir. Göklerin emrine boyun eğmek zorunludur Konfüçyus için Göklere isyan edenin af beklemeye hakkı yoktur.

Tsukung, Konfüçyüs'ün Göklerin yolunda. ilerleyip gelişmeyi reddetmesinden yakınıyordu. Konfüçyüs'ün, tarihin anlamına bu dünyadaki hayatın ötesindeki bir yaşamda olduğunu belirleyen bır sözü yoktur. Tarihin anlamı hayattadır ve onun sürüp gittiği şekildedir.

Konfüçyus “Seçmeler”in bir bölümünde hayatını şöylece özetler: Onbeş yaşımda öğrenmeye gönül verdim. Otuz yaşında ayaklarım sağlam olarak yere basıyordu. Kırk yaşında tereddütlerimi yenmiştim. Elli yaşında Göklerin emrinin ne olduğunu biliyordum. Altmış yaşında emirleri yumuşak başlılıkla dinliyordum. Yetmiş yaşında hislerimin gösterdiği yola yöneliyordum; çünkü, artık beni yanıltmayacaklarını ve dengenin sınırını aşmayacaklarını biliyordum.

Belki de kendisini düşünerek şöyle söylediğini anlattılar: "İşte insanın kişiliği: Açlığını unutacak kadar düşüncelerine dalıp gider. O anın büyük mutluluğu içinde üzüntüsünü de unutur. Yaşlılığın içinde olduğunu fark etmez bile.

Konfüçyüs öğretisinin işlediği dört tema şunlardır: Kültür, iş yönetimi, üste karşı dürüst davranma ve verilen sözde durma. Konfüçyüs'ün hiyerarşik ve hatta feodalist özelliği, Mo-ti'nin (M. Ö. 500 - 396) muhalefeti ile su yüzüne çıkmıştır. Geleneksel sosyal sınıflar ve aile içi ilişkilerden doğan ayrıcalıkları reddeden Mo-ti, ahlakın temel ilkesinin “evrensel sevgi” olduğunu savunuyordu idari ve sosyal görevler. bunları yürütebilme yeteneğine sahip olanlara verilmeliydl. Yüksek bir sosyal sınıftan olmak bu görevleri hakketmek için yeterli nitelik değildi. Konfüçyüs'ün bütünüyle inkar etmemekle beraber oldukça hafife aldığı “Gökler”i, Mo-ti saygıyla anıyordu: Gökler evrensel sevgiyi emretmiştir. Bu yoldaki davranışları Gökler, niteliklerine göre mükafatlandırır ya da cezalandırır.

Mo-ti'nin öğretisi, yüksek sınıfın yaşantısını mahküm eder görünüştedir. Maddi huzurun ekonomik etkenle olan ilişkisini ve yalnızca faydalıya değer ve ten görüş tarzını kabullenmesinin nedeni büyük çoğunluğun yoksulluğundandı. Mo-ti, müzik, inançlar ve yararlılık kaynağından gelmeyen herşeyi gereksiz buluyordu. Düşüncesinin Çin toplumunda fazlasıyla yayılmamış olmasının nedenini anlamak, bu yüzden güç değildir. Çin'i yönetenler Konfüçyanizmi kendi çıkarlarına uygun buluyorlardı. Konfüçyanizme karşı olan bütün düşünce akımlarının kitaplarının yakılmasını isteyecek kadar ileri gidenler bile olmuştu. Böylece de Konfüçyanist olmayanlar da her zaman topluma hitap eden görevlerden uzak tutulmuşlardı.


Mensiüs hayattayken dikkatlerden kaçmıştı.. Sung hanedanı devrinde Mensis'ün Kitabı isimli eseri resmen tanındı. Eserinde, psikolojik çözüm diye tanımlayabileceğimiz bir yol ile. Konfüçyanizmin insan ruhunun oluşumuna uygun düştüğünü belirtmeye çalışıyordu. Tarihin özelliği konusunda kesin bir tutumu vardı. insanın doğuştan iyi olduğunu savunuyordu. Bu görüşü diğer üç görüşe karşı ileri sürüyordu. Bunlar sırasıyla: a- İnsan tabiatı ne iyi, ne de kötüdür, b- insan tabiatı içinde ne iyi, ne de kötü ögeler vardır, c- bazı insanlar doğuştan iyi, bazıları ise kötüdür. Mensiüs, bütün insanların doğal olarak, acıma duygusu, kötülük yapmaktan alıkoyan bir utanma hissi, terbiyeye yönelen bir alçak gönüllülükle doğruyla yanlışı ayırdetme yeteneğine sahip olduklarını iddia ediyordu. Kişi bu nitelikleriyle insan olmayan varlıklardan ayrıdır. İnsan da, tarihe anlam veren “İyi hayatta oluşabilir”. Mensiüs bu psikolojik çözümlemesine dayanarak Yang-çu'nun bencilliğini ve Motrnin ayrıcalık tanımayan evrensel sevgisini bir kenara atıyordu. Mensiüs'e göre; bütün sorumlulukların kaynağı. insanın kendisine karşı olan sorumluluğuydu. Görevlerin kaynağı da, ana - babaya karşı olan görevlerdi.

Menslüs, Konfüçyanizmin de kabul etmiş olduğu gibi bir sosyal ayrıcalıklar ilkesi olduğunu kabul ediyordu.

Yine Mensiüs'e göre; sevginin çeşitli dereceleri vardı: Bu dereceler, sosyal gruplar arası ilişkilere ve sosyal seviye bakımından geniş ölçüde değişiklikler gösteriyordu. Mensiüs, insan tabiatı açısından evreni akıı ve ahlakın bir benzeri olarak kabul ediyordu.

Dr. Fung Yu-Ian: insanların ahlak ilkeleri, evrenin metafizik ilkeleridir der. Bütün bu söylenenler, Konfüçyüs'ün Tao kavramının kapsadığı anlamı açıklamak içindi. Sonuç olarak, Konfüçyanizmde sosyal ahlakın önemi ne olursa olsun, bu sosyal ahlakı, bazı hallerde Batı'nın modern sosyolojisinin de ileri sürdüğü gibi, devirlere ve ortama göre gelişme gösteren toplumsal bır olay alarak kabul edemeyiz. Mensiüs, “mistik” olarak nitelendirebileceğimiz bir unsuru da hesaba katıyordu. Yeni konfüçyanistlerin Mensiüs'e verdikleri önemi buna bağlamak gerekir. Fakat eserlerini bize kadar ulaşabilmiş olan bölümlerinde bu mistisizmden söz eden satırlara rastlanmaz. Mensiüs:

“Herşey bizde var. İnsanın, kendi kendisini derinine

tanıyarak bunun bilincine varmasından daha büyük bir sevinç olamaz” diye yazmıştı. Mensiüs'ün görüşü açısından Konfüçyanizm, yalnızca bir sosyal ahlak değil; kişinin, evren içinde birim ve uyum olarak kendi üzerindeki deneyidir. Mensiüs'ün kitabı iki yerde tarih ile doğrudan doğruya Ilgileniyor. Birincisi, tarihte bir kararsızlık olduğu düşüncesini işleyen bölümdür:

“Düzenimiz vardı, fakat şimdi kargaşalık içindeyiz”, ..

Diğeri de Bilge Kralların geleneksel fikrini tekrar eder: .. Bir hükümdar beş yüz yılda bir gelir.

Mensiüs'ün uzun süre bilinmemiş olması, Siun­tsö'yü eski Konfüçyanizmi şekillendiren düşünür olarak kabul ettirmişti. Siun-tsö, Taoizmin edilgen öğretilerini bir kenara atıyor ve şöyle diyordu: Göklerin görevini, yapmaksızın yapmak, eylemsizlik içinde eylemlilik diye açımlıyorlar. Bu görevin anlamı ne kadar derin ve büyük, önemi ne denli hayali olursa olsun, bilgisi bütün olan kişi buna hiç aldırmayacak ve anlamak için çaba harcamıyacaktır.

Siun-tsö'nün günlük hayat deneyi açıklaması bu idi. Konfüçyüs'ün aksine, Siun·tsö metafizik unsura karşı çıkmıyor, fakat onunla da ilgilenmiyordu. Göklerin yolu ne kadar derin olursa olsun, kişi onu daha derinleştirmeye çalışmayacaktır. Önemine rağmen bu yolu anlamak için çaba harcamayacaktır. Sırlarla dolu olması onu etkilemiyecek, çözmek için düşüncesini çelmiyecektir.

Siun-tsö'nün tutumu, özellikle ahlakçıydı. insanların sıkıntıya nasıl son verebileceklerini göstermeye çalışıyordu. Mensiüs'ün aksine, insanın doğuştan kötü olduğunu söylemekle yetiniyordu. Siun·tsö'nün düşüncesine göre: iyilik, sonradan kazanılan bir nitelikti ve insanlar yalnızca kişisel çıkarlarının peşindeydi. Toplumsal karışıklıkların nedeni de buydu. İnsan, yaradılışının kötüye olan eğilimi yüzünden iyiliğe yöneliyordu ve tabiatının kötülüğü nedeniyle yönetilmeye muhtaçtı. Bunun yanısıra Siun-tsö, insanın özgür olduğunu ve yükselebileceğini kabul ediyordu. Mensiüs - bedeni, düşünce yönetir. Ruhun efendisi odur ...

Seçimi yapan, eyleme geçiren ve eylemi durduran da odur- diyordu. insanların davranışının, doğal ve önüne geçilmez sonuçları vardır.  Düşünce, yaptığı seçimlerin sonucunu yüklenir. Eylemlerin neticesinın kendiliğinden sürüp gitmesine karşı koyamazdı. insanların "üstün insan” idealine ulaşmasını sağlayan bu özgürlüktür. Bu ideale ulaşmayanlar, yalnızca istemedikleri için ulaşmamışlardır., Bütün insanlar, Konfüçyüs'ün Bilge Krallar öğretilerine dayanarak öğütlediği davranış şekillerinı uygulayarak iyi olabilirler.

İyi hayat, ne tabiatın, ne de Tanrı'nın verisi değildir. Siun·tsö bunun bütünüyle toprağa bağlı oldlığunu yazıyordu: - Doğum insanın başlangıcı, ölüm ise sonudur.- Hayatını güzel geçirmiş kişi için, yol tamdır, eksiksizdir. Tarihin gerçek anlamını hissetmiş -üstün insan_ odur. Onu, ilkeler yönetmiştir. Düzenli ve güçlü bir iradesi vardır. Mutludur. Kendi kendine saygısı vardır. İyi insanlar onun için birer sevinç kaynağıdır. Varlığın bütün yönlerini geliştirerek dengesini sürdürmek ister. İsteklerini ve tutkularını, ilkelerin yönetimi altında 'tatmin' eder. Bilgili ve ahlaka uygun bir güce sahip olmak için çaba harcar. Siun-tsö'nün naklettiği Konfüçyanizm, tarihe, uzak gelecekte bir amaç 'tayin' etmez. Tarihin anlamını sonsuzda, tarihten ötede olanda aramaz. Konfüçyanizm, o an içinde ve elle tutulabilende varolan ruh huzuruna ve toplumsal dengeye dayanan bir yaşantıyı savunur. Tabiat her ne kadar insanları birbirlerine benzer olarak şekillendirmişse de, aralarında, her kişiyi toplum içinde değişik özgül mevkilere geçmeye ve birtakım görevleri yüklenmeye yönelten farklılaşmalar vardır. İnsanı hayvandan ayıran, onun toplumsal örgütlenmeye olan eğilimidir. İnsanlar bütün isteklerini 'tatmin' yolunu bulamazlar. Fakat toplumsal durumlarını mümkün kılacak şeyi elde edebilirler. Genç yaşlıya, ast üste hizmet eder. Bu, evrenin uyduğu bır kuraldır. Eğer insanlar toplumsal durumlarını terkedip birbirlerine yardım etmekten vaz geçselerdi bu, yoksulluk olurdu. Yığınlar içinde sosyal farklılaşma olmasaydı. bu, sürekli tartışma kaynağı olurdu.

Siun·tsö, Konfüçyanizmin sosyal yönlerini de belirtir. M. Ö. IV. yüzyılda yazılmış olduğu ileri sürülen Büyük Bilgi, toplumsal unsur üzerinde ısrarla dururken, - kişisel varlığı filizlendirmek için, yine kişisel varlığı kök olarak kabul etmek gerekir. diye öğütlüyordu. Aynı tarihlerde yazıldığı sanılan Gerçek Ortada, kişinin açık ve gerçek olması gerektiğini belirtiyordu irade özgürlüğünün teknik tartışmasına girmemekle beraber Konfüçyanizm, kişinin özel bir tutum ve davranışı olmasını istiyordu.

Taoizmin, Konfüçyanizmin ve Mo-ti'nin ilk taraftarları, hem Bilge Kralcı, hem de geçmişin ideal kurallarının taraftarı olduklarını söylüyorlardı. Tarihsel görüşleri, gelecekten çok geçmişe aitti. Han Fey-tsö'­ nün (öl. M.Ö. 233) Kanuncular Düşünce Okulu'nun özelliklerinden biri de, bu akımın karşısında almaktı. Han Fey-tsö, mutluluğa ulaşmanın, geçmiş devirler yaşantısına dönmekle mümkün olabileceği ilkesine karşı çıkmaktaydı. Farklı devirlere ait farklı şartların, değişik tutum ve davranışlara ihtiyaç göstereceğini savunuyordu. Dr. Fung Yu-Ian bu konuda şunları diyordu: "Bir değişiklik süreci olarak bu tür bir tarih anlayışı, eski Çin düşüncesine egemen olan diğer düşünce okullarıyla karşılaştırıldığında, 'ihtilalci' bir nitelik göstermektedir .. Tarih içinde kişilere düşen objektiflerin hazcılık (hedonizm) açısından ele alınması, toplum bakımından yerinde bir davranış olmakla beraber. Kanuncular Düşünce Okulu bu görüşle yetinmekle kalmıyor, kişilerin tam anlamıyla uygulanan 'kanunlar yoluyla sosyal zorunluklara baş eğmelerini istiyordu. Bu düşünce okulunun öğretileri yöneticilere hitap ediyordu. Fakat yeteri kadar güçlü ve uzun süreli olamadığı için, geleneksel Konfüçyanizmin üstesinden gelemedi.

Özellikle Sung hanedanı devrinde şeklini bulan ve yaygınlaşan yeni Konfüçyanizm, X. yüzyılda başlayarak Çin'de en çok tutulan Konfüçyanizm şeklidir. Kavramları itibariyle ilkel Konfüçyanizmde daha felsevi, görüşü daha geniştir. Yeni Konfüçyanizmde, Taoizmin temel kavramlarının ve Budizmin önemli bır etkisi vardır. Ne Budizm, ne de Taoizm kişisel yönden olduğu kadar toplumsal yönden de insanın “doğrudan doğruya ve elle tutulabilen” konusundaki olaysal deneyini yeterli bulmuyordu. Dünya yüzündeki toplumsal ilişkiler içinde özel kişiliklerin dışında bir varlığın mevcudiyetine inanıyordu. Taoizm ve Budizm için, kişinin gerçek son ile olan ilişkisinde mistik bir yön vardı. Bu ilişki, tarih içinde olduğu gibi kişinin yaşantısı içinde de temel nitelikte bir ilişkiydi. Yeni Konfüçyanizm de bunu böylece kabul ediyordu. “Büyük Mutlak” kavramına ana kavram gözüyle bakıyordu. Fakat bu düşünce tarzı, kişinin davranışları ve toplumsal yaşantı konularında, Konfüçyanizmin ilk şeklinde olduğu gibi dünyadan elini eteğini çekme ilkesini getirmekteydi. Tao düşüncesine dalıp giderek siyasal eylemden geri durmak, hayatı bir çeşit yaşantı nizamı içinde terketmek ve manastırlara çekilmek yasaklanıyordu. Konfüçyanizmin pratik yönlerinde hiç bir değişiklik yoktu: Bu yönler, Yeni Konfüçyanizmin kabul ettiği deneyüstü ve kendiliğinden doğan mutlak'ın açısından görülüyordu. Yeni Konfüçyanizm, Eski Konfüçyanizm kavramları ile olan bağlılık ve sürekliliğini, Dört Kitap diye adlandırılan (Konfüçyüs'ün Seçmeleri, Gerçek Orta, Büyük Bilgi ve Mensiüs'ün Kitabı) eserlerin yaratmış olduğu derin etkiyle yürütebiliyordu. Yeni Konfüçyanizm. Eski Konfüçyanizmin pek az ilgilendiği mistik ve metafizik sorunlara cevap getiriyordu.

Tarihte salt olaydan başka birşey de vardır. Bu başka şey de ancak hayatın akışı içinde ve akışı ile anlaşılabilir. Bu, bir başka hayat süresinde bilinebilecek ve varılabilecek bir amaç değildir. Yeni Konfüçyanizmin Budizmi eleştirdiği noktalardan biri, sosyal yaşantıda dünya işlerinden el çekmeyi öğütleyip savunmuş olmasıydı.

Yeni Konfüçyanizm, Çin düşünce akımının belki de en yüksek ve en zengin ifadesidir. Yeni Konfüçyanizmin savunucusu büyük düşünürler içinde en tanınmışı Çu Hi'dir (M. S. 1130 - 1200). Düşüncesi, bir çok yerde, bu öğreti içinde unutulmaması gereken kavramları tekrar etmektedir. Çu Hi'nin sistemini Batılı anlamda bir idealizm olarak nitelendirmek yanlış olur. Çu Hi'nin ruhun üstünlüğünü kabul ettiğine şüphe yok. Çu Hi. ruhun kudretinin bedenin imkanlarıyla sınırlandığını söylüyordu: Ruh O kadar ince ki, bir saç teline. küçük bir otun içine girer ve ben bunun bilincine varabilirim. Ruh o kadar büyüktür ki, her yerde her zaman vardır. ister geçmişin en eski yıllarına dönülsün, ister geleceğin bilinmeyen devirlerine uzanılsın; düşüncem ruhumun kudretiyle en uç noktaya kadar varabilir. Ruh. zekası içinde ölçülemez niteliktedir. Düzeni ile, en el sürülemeyen, en yetkin olan odur ... 

Çu Hi'de Mensiüs gibi ruhun yaratılıştan iyi olduğuna inanıyordu. Kötülük, zevkine ve dünyadaki hayata bütünüyle dalmış ruhta görülür. Ruh huzuruna varamamanın nedeni, maddi dünyaya bencillikle bağlanma ve ona olduğundan fazla değer vermektir. Herkesin ruhu vardır. Çu : Hi'ye göre: -Bazıları bunu yalnız çıkarları için kullanır, öyle ki ruh bunlarla dolup taşar. Bunlar her yerde zevk ile açlıklarının tatminini ararlar. Düşünceleri doğar doğmaz bu noktaya yönelir.

Temel kavramı olan ”Büyük Mutlak”, Yeni Konfüçyanizme metafizik niteliğini vermektedir. Burada yine ilkel Taoizmin Tao'ya verdiği anlamlardan biri ile karşı karşıya gelindiği görülecektir. Fakat Yeni Konfüçyanizm törel yön üzerinde durur ve Tao terimini, ona törel bir değer vererek kullanır. Tarihin anlamı, kişinin iç dünyasında hissettiği ruhun tôrel niteliğinden doğmaktadır. Bu anlam, ruh ilkelerinin evrensel alanda uygulanmasından da doğmaktadır. Burada yen (iyi) temel unsurdur. Dürüstlük, ana - babaya saygı, bilgelik ve açıklıkla birlikte gider. Huzur ile tarihsel sürecin değeri, hayat boyunca bu ilkelerin gerçekleştirilmesini destekler. Dr. Çan, Yeni Konfüçyanizmin görüşü açısından, .. Büyük Mutlakın yin ve yang'ının sürekli iniş çıkışından doğan Evrenin gelişen düzenli bir sistemli olduğunu söyler. Dr. Çan -denge, bu sistemin değişmez kuralıdır diyordu. Deneyin özel noktalarının çokluğunda, her nokta tektir. Madem ki aynı akıl hepsinde var, hepsinin bir bütün meydana getirdiğini kabul etmek gerekirdi. Bütün milletler kardeştir, ben de her şeyin dostuyum.

Bu sözün anlamında, ..Büyük Mutlakla olan mistik bir ilişkinin verdiği haz hissedilir. CU HI, o devirde Çin'de pek çok sayıda olan budist rahiplerin öğretilerinin aksine, ruh göçü (metampsikoz) teorisini şiddetle yeriyor ve reddediyordu.

Vang Yang-ming'e (M. S. 1472 – 1529) göre; tarihin gerçek anlamı, bilge olmak için harcanan çabadaydı. Bilge, konfüçyanist idealin çizdiği manevi kişiliğe ve sosyal davranışa sahip olan kişiydI. Vang Yang-,ming budistlerin öğretisi yalnızca “seyir”den ibaret bir yaşantı anlamında aldığı için, konfüçyanist idealin, seyir değil, kişinin kendine düşen görevde eylemli bir yaşantı sürdürmesi olduğunu savunuyordu, Vang Yang-ming, tarihin anlamını gelecekteki amaca yönelmiş sosyal olaylarda aramıyordu: -En yüksek hasletler ruhta yaratılıştan vardı. Sosyal ilişkilerden ve duyusal deneyin dış görüntüsünden çok, ruhun özelliklerine eğilmeliydi. Yang-ming tarihin amacı zamanın ötesinde bulunuyormuşçasına insanların mistik bir sonsuz adına günlük yaşantı deneyinden yüz çevirmelerini kabul etmiyordu. Yang-ming'in ruh ölümsüzlüğü ve ruh göçünden söz ettiği de olur. Fakat bu kavramlardan ender ve bir rastlantıyla söz etmesi, onun, tarihin anlamı konusunda bu kavramları pek önemsemediğini belirtmektedir, iyilik. ruhun iç yapısında oluştuğu için, yaşantı boyunca her şekli ile uygulanabilir. Hayatın değişen şartları, başarı ya da başarısızlığa rağmen iç huzuru etkilemez, etkilememelidir de, Yetkin kişi için başarı da başarısızlık gibi., hayat da ölüm gibi. Göklerin emridir, Bunlar ruhu ne coşturur, ne de karamsar kılar.

Vang Yang-ming, eskiden uygulanan yönetim şekillerine dönmek gerektiğini savunan görüşe de karşı çıkmaktadır. Tarihi, olaylara dayanan bir görüş açısından inceler: -Beş Klasikler, iyiyi ve: kötüyü açıklamak. öğretmek ve önceden bildirmek amacıyla kendilerini tarihe adamışlardı. 'iyi'. bilime uygun düşmektedir, Zamanın akışı, davranışlara kural olsun diye izler bırakmıştır. Kötü de, uyarma yönünde yararlıdır.

xıx. yüzyıl sonu XX: yüzyıl başı düşünürlerinden Kiang Yu-vey, dinsel sonuçlarının üstünde durarak,

ilkel Konfüçyanizmin kenara atılmış yönlerini su üstüne çıkarmaya çalışmıştı. Bu çabası, tarihin üç dönemi fikri üzerine dikkatleri çekmek bakımından yararlı oldu. Bu fikir, Gelenekler Kitabı ile ilk Yaz ve Güz Yıllıklar (Han devri) eleştirilerinde işlenmişti.

Dr.  Çan 'ın "son büyük konfüçyanist dediği Kiang Yu-vey, bu fikrin Konfüçyüs'ün öğretileri içinde olduğunu savunuyordu. Eğer bu gerçek ise, bu fikrin Çin tarihi boyunca çok zayıf bir etkide bulunmuş olması garipsenecek bir olaydır.

Kiang, ilk döneme “karışıklık devri” adını veriyordu, Bu Konfüçyüs'ün yaşadığı devirdi ve başlangıçtan beri sürüp gelen en uzun devirdi. Kiang'a göre; ikinci dönem, Avrupa ve Amerika'daki sosyal ve siyasal reformlar yanında, Doğu ile Batı ilişkisinin gelişmesiyle başlamıştır. Kiang bu döneme «Doğruluk Devri» adını vermişti. .. Büyük Barış Devri diye adlandırdığı üçüncü dönem ise jen ile evrensel birleşmenin gerçekleşeceği. insanlar arasında sevgi bağlarının kurulacağı devirdi.


Budizmin Çin 'deki tarihi çok uzundur. Hindistan'da doğmuş olduğu ilk şeklinden çok değişik olarak uygulanmıştır. Çin'deki gelişmesi öylesine özel bir şekil almıştır ki, bir Çin Budizminden söz etmek yanlış olmaz. Budizmin öğütlediği rahip hayatı Çin'de çok yaygın bir hal almıştı. Bu durum sosyal hayat şartlarını tehlikeye sokar niteliğe bürünmüştü. Buddha'nın lao-tsö'nün öğretisini izlemiş olduğu fikri çok defa ortaya atılmıştır. O devir insanlarının Budizm ile Taoizmi ne derecede yaklaştırdıklarını, bu fikir, en iyi şekilde belirlemektedir.

Çin Budizmi özellikle sekinciydi. Bu niteliğiyle Çin mizacına çok uygundu. Tarihsel süreçleri doğuran olguların süreksizliği ve devamlı çoğalması öğretinin, her şeyi olduğu gibi kabul etme eğilimini destekliyordu. Bu tutum aynı zamanda dünya işlerinden kopmayı da kapsıyordu. Vang Yan-ming, huzura kavuşturanın Budizm değiL. Konfüçyanizm olduğunu savunuyordu:

Budistler, olaylarla hiç bir şekilde ilişkileri olmadığını söylerken, bunlarla ne kadar ilgili olduklarını açıklamış oluyorlar. Biz konfüçyanistler ise olaylarla ilişkilerimizin olmadığı noktasında hiç birşey söylemiyoruz. Olaylara bağlı olmadığımızı göstermek için bu davranış yeterlidir... Budistler, insanlar arası ilişkilerin güçlüğü önünde korkuya kapılmışlardır. Bu ilişkilerden bir an önce kaçıp kurtulmaya çabalıyorlar. Onlara bağlı oldukları için onlardan kaçmak zorunluluğunu duyuyorlar. Biz baba - oğul ilişkisine sevgiyle karşılık veriyoruz. Karı - koca ilişkisini karşılıklı saygı ilkesi Içinde görüyoruz. Biz olaylara karşı bir bağlılık hissetmiyoruz.

Çin Budizmi, yaşantının her yönünü eşitlikle ele alan Konfüçyanizmin aksine bir seyretme tariki şeklinde görünüyordu. Budizmin tarihin amacını Nirvana ile birleştiren ruh göçü öğretisi ile, Çin'in tarih karşısındaki tutumu konusuna bir değişiklik getirdiği söylenemez.

Çin'de olsun, Çin' in dışında olsun Çin felsefesinin yok olmaya yöneldiğini, yok olduğunu ve şimdi yalnız Batı düşüncesini izlemekten ibaret bir kopya felsefe olduğunu sananlar çıkabilir. Çok sayıda Çinli Üniversite öğrenimini Avrupa'da ve Amerika'da yapmıştır. Batı'nın felsefi düşünce şeklini benimseyen Çin düşünürleri olmuştur. Fakat pek azının düşüncesi idealizme, Tanrıcılığa yönelmiştir. Jonh Dewey ve Bertrand Russel Çin felsefesinden söz etmişlerdir. Her ıkisinin Batı'ya anlattıkları felsefede tabiatçı bir tutum vardı. Tarihin anlamının diğer bır hayatta, zaman ötesindeki bir amaca yönelen mistik bir ilişkide olduğunu belirleyen bir tek söze rastlanmıyordu.

Sosyal örgütlenmenin hiyerarşik şeklinin kabulü, Çinlileri toplumsal huzurun gerçekleşmesi için herkesin kendine düşen özel görevi yapıp bitirmesini beklemeye yöneltmiştir. Çin'i yönetenler çok ender olarak toplumsal huzur ile ilgilenmişlerdir. Son devir milliyetçi yönetiminin gerçek demokrasiye uygun düşmeyen bir şekilde, küçük bir azınlıkça kurulmuş olması, büyük Çin çoğunluğunu rahatsız etmemiştir. Fakat toplumsal huzura gerektiği kadar ilgi göstermemiş olması nedeniyle, komünizme karşı çıkışı, büyük Çinli yığınlarının geniş ve heyecanlı desteğinden yoksun kalmıştır. Komünistler propagandalarında, birinci amaçlarının toplumsal huzuru sağlamak olduğunu söylüyorlardı. Sosyal ideali daha iyi yerleştirebilmek için, geleneksel hislere hitap ediyorlardı.



Komünizmin maddeci diyalektiği ile Çin'in Tanrı'yı ya da diğer bir hayatı hesaba almayan düşüncesi arasında benzerlikler vardır. Çin'in tarih karşısındaki tutumu. büyük ölçüde doğacı olarak nitelendirilebilir. Komünizm de kendi özelliği içinde doğacıdır. Sekinci tutum yanında her Çinlide bulunan taoist düşünce, komünist örgütlenme ve yönetimi yadırgamaz. Uzun Çin tarihi boyunca görülen bütün yönetimler için de aynı şey söylenebilir. Çin mizacı, dış hayatta kurallara sıkı sıkıya bağlı kalma eğilimindedir. Fakat Çinli, kişi olarak bir iç özgürlüğe sahip olduğunu ve bu özgürlüğü kimsenin kısıtlayamıyacağını bilmektedir. Tarihte onun için belki de en değerli şey budur.

Sonuç olarak, günümüz Çin 'inin komünizm konusunu işlemeyen çağdaş bir Çin düşünürünün temel görüşlerini incelemekte fayda vardır. Lin Yutang bir rahibin oğluydu. Genç yaşta hristiyanlığı kabul ederek papaz oldu. Batı'ya gitti. Orada bir süre kalarak düşünce akımları ile yaşantı ilkeleri konusunu inceledi. Son yıllarda hristiyanlığa tekrar döndüğünü belirtmekle beraber "Yaşamanın Önemi» (1937) adlı eseri o devirde hristiyan dinini terketme nedenlerini 'manidar' kavramlar içinde açıklamaktadır. Aynı eserde Lin Yutang, Batı uygarlığını da derin bır eleştiriden geçirmektedir.

Kitabı şu cümlelerle başlar: -Eserimde Çin görüşünü açıklayacağım. Bu, Çin düşüncesinin en iyi ve en olgun temsilcilerinin, halka inmiş bilgelikleri ve güzel yazıları içinde açıkladıkları bütün hayat ile ilgili görüşleridir. Lin Yutang, eseri boyunca Çin edebiyatından. özellikle Çuang-tsö ile şair liao Yuang­ ming'den aldığı örneklerle, kişiliğinde Çinliliğin ne denli ağır bastığını göstermektedir.

Lin Yutang, Çinlilerin kişinin başka bir hayatı olacağı inancında olmadıklarını belirtiyordu. Aile kuruluşunun meydana getirdiği tarihsel süreklilikte, geçmiş ve gelecek kuşaklar önemli yer tutuyordu, Ölümsüzlük yalnızca ırk, eserler ve kişisel etkiler bakımından geçerli olan bir kavramdı. Tarihin anlamı; kişinin yaşantısı süresi içinde aranıyor ve bulunuyordu. lin Yutang: Ölümsüzlük söz konusu edilmeyince, yaşamak çok basit bir sorun olmaktan ibaret kalıyor, insan olarak dünya yüzünde çok kısa -ender olarak yetmişln üstünde- bir süre boyunca kalıyoruz. Bu nedenle. yaşantılarımızı birleştirerek içinde bulunduğumuz maddi şartların bizi mutlu kılabileceği kadar mutlu olmaya çalışmalıyız diyor ve Çinli düşünürler, hayat kavramına takılıyorlar. Sürekli olarak tekrarlanan sorunda. 'nasıl yaşayacağız?' sorununda birleşiyorlar­ diye ekliyordu.

lin Yutang, -genel bir hayat akışı içinde yüzdüğümüzden sık sık söz eder. Temel unsur kilitdir der. Felsefe kişi ile başlar, kişi ile sona erer. Çünkü kişi, hayatın son olgusudur, Kişi, kendi içinde bir bitiştir, bir sondur. İnsan düşüncesinin yarattığı başka şeyler yolunda kullanılacak bir araç değlldir.

lin, Konfüçyüs'ün yazılarından da bazı bölümler aktarır: imparatordan halk adamına kadar herşeyin temeli kişisel hayatın eğitilmesidır. 

Buna rağmen Çinli, kişiyi aile çerçevesi içinde ele alır. Aileye verilen değer kişiye verilmez. Çin düşüncesine göre; -aile olmadıkça ya da ailenin dışında, kişinin gerçek bir varlığı yoktur. Lin Yutang, "aile anlayışı, Çinlinin hayatındaki tek grup bilinci ve ekip fikrinin tek şeklidir. demeye kadar varıyordu. Eseri boyunca, siyasal ilerleme ya da devletin gelişmesi konularında herhangi bir fikir ileri sürmüş değildir. Kişi, her zaman devletten daha fazla önemsenmiştir ve üç hafta önceden, üç hafta sonraki bir görüşme için söz almak Çin 'de görülmemiş bir haldir.

Bu tutum genelleştirildiğinde, geleneksel düşünceye bağlı olan Çinlilerin, memleketlerinin gelecek devirlere ait tarihi konusunda, herhangi bir ciddi çaba harcamak eğiliminde olmadıkları kolayca anlaşılmaktadır.

Yaşantımızın amacı, hayvansal ve ruhsal içgüdülerimizin uyarlı bir şekilde tatminidir. Bu uyum, kaynağını Çinlinin düşüncesine sığmayan en anlamlı hayat idealinin ifadesi olan Gerçek Orta öğretisi içinde buluyor. 'Yarım felsefesi' diye adlandırılan düşünce akımı da aynı sonuçları kapsamaktadır. Hayat karşısındaki tutumları bakımından bütün Çinliler yarı taoist, yarı konfüçyanist doğmuşlardır. denir. Taoistin güçlü bir işçi olmasına rağmen, boş zamanlarında hiç birşey ile ilgilenmemesi. Lin Yutang’ın gözünde çok özel bir anlam kazanmaktadır. Lin Yutang, ÇinIinin tarih karşısındaki sekinci tutumu ile Amerikalıların edilgen tutumunun bir karşılaştırmasını yapıyor. Tarihsel deneyin değeri. tarihi hiç bir şekilde etkilemez ve onu kendi akışı içinde sürüp gitmeye bırakır. insanların hayatı belirlenmiş değildir. İnsanlar sistem ve teori yapımların bilgili hesaplarını alt üst eden beklenmedik davranışlarda bulunurlar.

Lin Yutango bu değerlerle bağıntılı olan deneylerin tatmin edici nitelikte olmadığını kabul ediyordu: -“erçek bir dünyada yaşayarak belirsiz ve heyecanlı bir hayat tarzı içinde yaşayıp giden kişinin gerçekleştirmek istediği bir ideali vardır.”

Bu noktaya kadar lin Yutang'ın görüşü, hümanist olarak nitelendirilebilir. Bundan sonra izlediği tutum değişiktir: c Bizi çevreleyen evrensel yaşantı ile uyumlu olan mutlu bir ilişki kavramını işlemedikçe, hiç bir felsefe, hiç bir kavram insanın ruhsal hayatı konusuna tam olarak girmiş ve kavramış sayılamaz. İnsan kendisi gibi olağanüstü nitelikleri olan bir evrende yaşamaktadır. Kendisini çevreleyen evrenin büyüklüğünün bilincine varamamış kişinin, tatmin edici bir hayat sürdürdüğü söylenemez .

Lin Yutango “dindar olmayan bütün Çinliler Tanrı'ya inanır” der. Çin edebiyatında sık geçen çao hu (Herşeyin Yaratıcısı) sözüyle de Tanrı terimi tam olarak ifadesini bulmaktadır: “Dindar olmayan Çinli” saygılı ve ürkek bir inançla Herşeyin Yaratıcısı'nı bir sır perdesi ardında bırakır. Bunu hissetmek, onun için yeterlidir derken, lin Yutang, özellikle “tanrılık” konusundaki özgül tartışmaları düşünüyordu.

Çinlilere özgü olan sakin mizaç, bu çeşit bir Tanrı inancına vardır niteliktedir. 




ALBAN G. WIDGERY

Tarih Boyunca BÜYÜK ÖĞRETİLER

Türkçesi : Gülçiçek SOYTÜRK


25 Aralık 2023 Pazartesi

Mevlana Müze ve Camii / Konya

 


İRAN TARİHİ-8

 MED İMPARATORLUĞU


Zagros Bölgesi 


Milâttan önceki birinci binde İran'ın kuzey- batı ve batı bölgeleri ve hele Zagros mıntakası Asur kaynakları sayesinde hayli aydınlanmış bulunuyor. Ön Turanlılar veya Proto-lran'lılar adiyle ayırdığımız İran’ın Hind-İran'lılardan önceki bu halkı ikinci binde vakit vakit eski soydaşları Elâm'lıların tazyiklerine uğramakla beraber eğemenliklerini muhafaza etmiş oldukları anlaşılmaktadır. İkinci binde kuzeydoğudan ilerleyen ve yalnız dilleri, dinleri, kültürleriyle değil, beden teşekkülleri, gelenek ve âdetleriyle de ayrı olan Hind - İran’lılar, bu yerli halkla önceleri kaynaşamamış, her iki halk zümresi, ayrı ayrı gruplar halinde yaşamışlardır. Hind- İranlı dalgaların doğudan tazyikleri, eski yerli halkın Zagros dağlarının çetin bölgelerine yığılmaları ve sonra daha çok kuvvetlenmeleri neticesini vermiştir.

Hind-lran'lıların, Zagros bölgesinin eski halkı üzerinde önemli etkiler yapmamış oldukları Asur kaynaklarından anlaşılıyor. Esasen eski halk kuvvetlendikten sonra Hind-İranlı'ları güney-doğuya sürmüş, aralarından çıkarmışlardır. Bu bölgeler halkı üzerinde Hind-lran'lıların derin tesirleri ancak birinci binin ikinci yarısı başlarında Ahamaniş krallarından birinci Dara (Dareios) zamanında (521-486) başlamış ve gittikçe artmıştır.

Birinci bin başlarında batı İran'daki Ön Turan'lı gruplar, ücra dağ vadilerine serpilmiş bulunuyorlardı. Menşe'de aralarında bulunan bağlar gevşemiş, belki de çözülmüştü. Fakat, bu grupların gelenek kalıntıları içinde soy birliklerini belirten noktalar kaybolmuş değildi. Bunun içindir ki Hommel Kafkas’la Kızılırmak arasındaki alanda bir zamanlar tek bir kavim oturduğunu haklı olarak ileri sürmüş, esaslı lengüistik mutalealara dayanarak İran'ın, Hind -Iran'lılardan önceki halk zümreleri dillerinin tek bir dil grupu teşkil ettikleri kanaatına varmıştır.

Asur kaynaklarının belirttiklerine göre M. ö. birinci bin başlarında İran’ın Elâm kuzeyindeki batı bölgesinde yaşayan ön Turanlılarla Hind-lranlı gruplar şöyle yerleşmişlerdi:

Elâm’ın kuzey sınırı üzerinde Ellipi memleketi bulunuyordu. Batıda, Der’in kuzey dağusundaki dağ vadilerini içine alan Ellipi, doğuda bugünkü Nehavend’e kadar uzuyor, İran’ın Mezopotamya ile muvasalasını temin eden Bağdat - Kirmanşah-Hemedan yolunu içine alıyordu. Bu yolun biraz kuzeyinde eski Guti’lerle, Kaş’lar memleketi bulunuyor, onların geri kalanlarından inen kabileler tarafından işgal ediliyordu.

Daha eski çağlarda olduğu gibi, birinci bin başlarında Şehrizor’un münbit ovasını kapsayan Lulubi’ler memleketi,, plâtonun önasya ile büyük ticaret yolunun kuzey çevresini içine alıyordu. Asurlular Lulubiler memleketini istilâ ettikten sonra burada Zamua veya Mazamua eyaletini tesis etmişlerdir.

Asur kaynaklarında bir de Namri memleketi adı görülüyorsa da, bu ismin bazan sınırları belli olmayarak güney-doğu memleketi anlamında kullanıldığı, bazan da Bit-Hamban’dan Diyale'nin kaynağına kadar uzayan bölgeye itlak edildiği anlaşılmaktadır.

Lulubi’ler memleketi kuzeyinde ve Urmiye gölünün güney ve güney-doğusunda Mannai memleketi bulunuyordu. Bu memleketin batısında küçük Zab ile Dragattu’nun kaynak alanları arasında Parsua veya Parsuaş’lar adile anılan Hind-lranlılar yani Fars'lar oturuyorlardı. Fakat, M. ö. 900 tarihlerinde burada görülen Parsua’lar, batıda Asurlular, kuzey-doğu ve güneyde ön Turan’lılarla çevrilmiş olduklarından, yerlerinde uzun müddet kalamamış, sonraları güney-doğuya inerek ileride gelişme ve yükselme alanları olan Parsumaş’da yerleşmişlerdir.

Lulubi’ler memleketi doğusunda Asur’luların Madai dedikleri Med’ler memleketi bulunuyordu. Bu memleket batıda Diyale ırmağının kaynak bölgesine, kuzeyde Mannai memleketine kadar uzuyor. Elvend dağının kuzey-doğu yamaçlarını kaplıyordu. Bu alanda sonraları Medya’nın başkenti olan Agbatana veya Hagmatana şehri kurulmuştur.

Bütün bu memleketler, birinci bin başlarından itibaren Asur’luların doğuya doğru olan akınlarına karşı koymuş, onların Zagros’lara girmelerini önlemek için yıllarca çarpışmışlardır. M. ö. 1115 -1093 yılları arasında Asur krallığında bulunan büyük savaşçı Tiglat Palasar 1, çivi yazılı tabletlerinde hükmü altındaki memleketi genişletmek için giriştiği savaşları anlatırken, önce Kommagene kuzeyindeki Muşki’lere taarruz ettiğini, sonra da doğu Anadolu dağlarına yöneldiğini, buralarda geçilmez ormanlarla karşılaştığını, nihayet Van gölüne çıktığını haber vermektedir. Fakat Zagros’lara doğru ilk teşebbüsün, Asur krallarından Adad-nirari (911 -901) zamanında vukubulduğunu görüyoruz. Bu kral bir yazıtında aşağı Zab ötesine geçerek Lulubi memleketine doğru ilerlediğini öğünerek anlatmakta ise de, Asur istilâ kudretini artıran Asurbanipal (885-860) den önce Zagros’lara doğru ciddî bir hücum yapılmamış olduğu muhakkaktır. Fakat gün geçtikçe Mezopotamya’yı İran’a bağlayan geçitleri emniyet altına almak, imparatorluğun doğu sınırlarına zaman zaman vukubulan akınları önlemek gerektiğinden, bu hükümdar zamanında Asurlular, ilk defa dağ zincirlerini aşarak Şehrizor’un doğusuna kadar ilerlemişlerdir. Asur’lular bu sefer esnasında yaptıkları üç büyük savaştan sonra buraları kısmen hükümleri altına almış, eski Atlila şehri yerinde, Duraşur adını verdikleri şehri kurarak burasını, zengin bölgenin tahılları için depo yapmışlardır

Asurbanipal’in bu akın sırasında çarpışmış olduğu başbuğlardan yalnız birinin adı Sâmt olup diğerleri hep asyanik, yani Turani isimlerdir. Bunlar arasında Ata gibi aslı pek açık olanlarda vardır. Bu adlar, M. ö. dokuzuncu yüzyılda Zagros bölgesi halkının eski çağlarda olduğu gibi Ön Turan’lılardan ibaret olduğunu belirtmektedir.

Anlaşıldığına göre Ön Turan’lılar doğudan gelen Hind-Iran’lıların tazyiki ile Zagros’larda batıya doğru ilerliyerek buralardaki müstahkem şehirlerin kontrolünü ellerine almış, Asurlular karşısına yenilmez bir kudret olarak dikilmişlerdir.

Salmanassar III (859-824)ün 856 da Zamua'da Nikdim ve Nikdiara adlarında ön Turan'lılardan iki şefle karşılaşmış olduğunu görüyoruz. 844 tarihinde de İnanzu adında biri Namri’de Asur vassalı olarak hüküm sürüyordu. Bütün bunlar, bu çağlarda Zagros’ların batı bölgelerinin bile ön Turanlılarla meskûn olduğunu göstermektedir.

Asur’da çıkan iç kargaşalıklar 824 de Salmanassar III saltanatına son verince, Zagros bölgesindeki ön Turanlı prenslikleri yeniden egemenliklerini kazanmışlarsa da, yukarı Azerbaycan platosunda bu sıralarda kuvvetlenen Haldia kralı, Urmiye gölü batısındaki araziyi işgal etmiş, gölün güney -batısındaki Keleşin Derbendinde adına bir stel diktirerek Zagros’larda Asur'lulara karşı kuvvetli bir rakip olarak belirmiştir.

Yeni Asur kralı Şamşi-Adad V (824-810) Urmiye gölü tarafına yürüyerek bu göle dökülen Joghati ırmağı vadisini çevreleyen bölge olduğu tahmin edilen Mesu ile Kızılbundu’ya girdiler Buraların hükümdarı olan Piri Şad adında biriyle karşılaştılar.  Buradan Madai (Med’ler memleketinin) içine doğru ilerlediler.  Karlarla örtülü tepede (belki taht-ı Belkis’te) bu bölge başbuğu Hanasuruka'yı buldular.

Asur belgesinde görülen Hanasuruka adının da Turanî lehçeye ait olduğu umumiyetle kabul edildiğine göre, M.ö. 822 tarihlerine doğru, ileride Medya adiyle tarihe girecek olan Zagroslar’da yaşayan halkın tamamiyle Ön Turanlı'lardan olmaları ve buralarda Hind - lranlı soydan kimse bulunmaması zaruri görülmektedir.

Şamşi-Adad V ’in ölümünden sonra Asur'luların istilâ kudretleri 63 yıl kadar hızını kaybetti. Gerçi bu zaman içinde Madai bölgesine sekiz, Mannai bölgesine iki ve Namri’ye dört sefer yapıldığı annallerde görülmekte ise de, bu seferlerin birer çete akını mahiyetinde oldukları ve önemli neticeler vermedikleri anlaşılmaktadır.

Asurluların kudretten düştükleri bu zamanlarda Haldia krallığının yıldızı yeniden parıldamağa başlamış, kral Menuaş, Urmiye gölünün batı ve güney batı bölgelerini istilâ ederek Mannai memleketinde Taştepe üzerine bir kitabe yazdırmıştır.

Asur istilâ tarihinin parlak devrine başlangıç olan Tiglatpalasar III'ün cülusiyle (745 -726 ) Ön Asya'da görülen büyük sarsıntılar sırasında Zagros'lar da yeniden istilâya uğramış, ilk hamlede mahsuldar Şehrizor bölgesi bir Asur eyaleti olmuştur. Buraya tayin edilen Asur valisi, sonraları Zagros halkından bazı grupların Suriye’ye sürülmelerine yardım etmiştir. Tiglatpalasar III, doğuya yaptığı ikinci bir seferde Zagros dağları içerilerine doğru hayli ilerlemiş ise de, bu seferi tasvir eden tabletteki memleket ve şehir adlarının yerleri tayin edilmemektedir. Fakat bu adlardan çoğunun Turani lehçeden oldukları görülüyor. Bu bölgelere ait adların hemen hepsi, daha sonraki devirlere kadar asyanik simalarını muhafaza etmişlerdir. Bunlardan Kaki, Tunaku, Mitaki, Battanu gibi şahıs adları, bunları taşıyanların Turanlı soydan olduklarını belirtmektedir.

Asur kuvvetlerinin son seferinin topografyası hakkında dikkatli bir inceleme, bunların Erdebil'in doğusunda takriben 180 kilometre kadar ilerliyerek Ban ve Bisütun bölgeleri yakınlarına kadar gittiklerini gösterir. Tiglatpalasar IlI'ün 737 deki seferinde daha ilerilere, bugünkü Hemedan'ın kuzey -batısına kadar girilerek bu bölge prensi Upaş, bugünkü Penja-Ali-dağ tepesine kaçmak zorunda bırakılmıştır. Asur kralı, bu seferi tasvir eden tabletlerinde Madai ve Ellipi memleketleri şefleriyle ve bütün dağ bölgeleri başbuğlarından vergi aldığını ve Bikni (Demavend) dağına kadar ilerlediğini anlatmaktadır.

Sargon II (722-705) Asur tahtına oturduğu zaman, Batı İran'da bir taraftan iç isyanlar, diğer taraftan da Haldia kralının Zagroslara doğru akınlariyle karşılaşmıştı. Asurlular, 719 da bu isyanları bastırmış, Madai memleketindeki 28 şehir şefini boyun eğmek zorunda bırakmışlardır. 715 de Haldia ordusu Mannai memleketine girmiş, buranın Daiaukku adlı yerli şefile - ki bunun oğlu Haldia'da rehine idi - birlikte, yirmi iki kadar müstahkem mevki almış olduğundan, Sargon II. 715 de bunları da tedip etmek zorunda kalmış, süratle hareket ederek Daiaukku’yu ailesiyle beraber esir etmiş, kuzey Suriye’de, Hama şehrine sürmüştür. Eski çağlar tarihinin belirttiği kudretli hükümdarlardan biri olan Sargon II’nin 714 de Zagros’lar üzerine vukubulan seferini tasvir eden tabletlerde, Ön Turan’lı adlar arasında tek tük Hind-iranlı isimler de vardır. Meselâ bu zamanda Ellipi prensinin adı olan Talta ön Turan’lılara mahsus bir isim olduğu halde, Şehrizor’un doğu ve güneyindeki bölgelerin üç şefinden yalnız birinin adı Perscedir.

Yazılı silindirlerden anlaşıldığına göre, Sargon II devrinde Asur orduları bugünkü Hemedan ötesine kadar ilerlemiş, Haşmar ile Simaş arasındaki memleketleri yağma etmişlerdir. Bu çağlarda Simaş, Ellipi memleketi gibi Elâm sınırında bulunuyordu.

Sargon II devrinde, Asurlulara inkiyadlarını sunan ve vergilerini getiren İran plâtosiyle Zagros'lardaki küçük prenslikler şeflerinin adlarını ihtiva eden iki listede Daiaukku, Maşdaiaukku, gibi asyanik adların görülmesi, bu zamanlarda da henüz bu bölgelerde hâkim unsurun ön Turan'lılar olduğunu belirtmektedir. Fakat, eski devirlere nisbetle bu listelerde Hind-lran’lılara mahsus adların da çoğaldıklarını görüyoruz.

Asur tabletlerinde görülen Bileni dağının Demavent dağı olduğu kabul edilmekle beraber, buranın Lapia-lazuli dağı olarak tasvir edildiğini gözönüne alanlar, Bikni’nin Tabran'a hakim olan özeri karlarla örtülü maimai elvri dağı olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Matapim ve Mata’lar veya Ön Med'ler İran’ın kuzey-batı ve batı bölgelerinin, tarihin ilk çağlarından beri Elâm'lılar ve Yakın Şarkın diğer ilk kavimleriyle akraba olan bir halk tarafından meskûn bulunduğunu görmüştük. Sâmi ve Hind-lranlı kavimlerden ayırmak için çok defa Asyanikler veya ön Turanlılar adı verilen bu halktan İran’ın kuzey–batı bölgesinde bulunanlar M.ö. VI ıncı yüzyıl başlarında ön Med’ler veya Mata’lar adiyle tanınmışlardır.

Milâttan önceki dokuzuncu yüzyıla ait belgelerde İran’ın kuzey–batı halkından Amadai veya Madai adiyle anılan boylar, Urmiye gölünün güney-doğusunda Elvend dağının kuzey –doğu yamaçlarında şimdiki Hemedan bölgesinde oturuyorlardı. Kuzeylerinde Mannai, güneylerinde Ellipi memleketleri bulunuyor, batı sınırları ise Diyala ırmağının kaynağındaki bölgeye kadar uzanıyordu, Dara’nın Bisütun (veya Behistun) kitabesinin Elâm’ca kısmında bu memleket, Matapim, burada oturan halk ise Mataa diyle anılmıştır. İran’ın, Hind-İran’lılardan önceki halkının konuştukları dil grupundan olan Elam lehçesindeki Mata adının Med'lerin kendi kendilerine verdikleri isim olduğu şüphesizdir.

Matapim'in sınırlarını tesbit eden Marquart’a göre, Hazer kapısı, doğuda bu memleketle Part'lar memleketi sınırını teşkil ediyor. Güney sınırı ise bugünkü Hemendan'dan beş günlük mesafedeki Kapsa şehrine kadar gidiyordu. Batıda Zagros kuzeyde ise Alburz dağları sınırı çeviriyorlardı Urmiye kazasını da Matapim içinde sayanlar varsa da, Atropaten gibi, buranın da ilk zamanlarda bu memleket içinde sayılmaları için yeter sebep görünmemektedir. Mata'lar, toprağı verimli suyu bol, meyveleri mebzul olan yurdlarını ekip biçiyor, koyun sığır sürüleri, at yılkıları besliyerek geçiniyor, seçilmiş başbuğlar idaresinde ya birbirleriyle veya sonradan memleketlerine gelen Arte'lerle, yani Pers'lerle çarpışıyorlardı.

Mata’lar, sonraları Demavend ve Alburz dağlarının güney bölgelerine doğru yayılmış ve çoğalmışlardı Herhalde Matapim yedinci yüzyıl başlarında biraz genişlemiş olmakla beraber, nisbeten küçük bir parça idi. İlk Matapim, yani Medya batıda Musi adlı kayalık bir dağ ile Arazias’dan ayrılmakta idi. Musi, Gühi-çehl-çeşme ile Medya'nın kuzey-batı sınırlarını teşkil eden Şarşarau'nun kaynak bölgesinde bulunuyordu. Güneyde Devlet-abad ile Hurrem-abad’ın yüksek vadilerinde bulunması gereken İlli ile sınırdaştı. İleride görüleceği üzere, bu asrın ortalarına doğru Matapim'de birlik kurulduktan sonra sınır genişlemiştir. Bu zamanlarda Yunan kaynaklarında Medya adiyle anılan memleket sınırları kuzeyde Hazer denizini çeviren dağlar, doğuda Hirkanya, güneyde Elâm, Anşan, batıda ise Asur ili ile çevrili idi.

Asur kaynaklarında Zagros'un ötesinde bu çerçeve içinde Nami, Harhar, Parsua, Ellipi, Gilıan yahut Guzan, Zamua, Kirra adlarında bir takım bölgelerden bahsedilmektedir. Hind-Iranlılardan önceki devirde bütün bu bölgelerde, Mata’larla çok yakın akraba olan bir halk oturuyordu. Bu hal, bu bölgelerin Matapim ile birleşerek Mata devletini kurmalarına yardım etmiştir.


Mata'ların Avrupa'lı bilginler, ötedenberi Herodotos'a ve (Proto-Med'ler diğer kaynaklara dayanarak Hind-lranlılar'dan) milliyeti ayırt ettikleri Mata'ları, Turan'lı kavimlerden sayıyorlardı. Bu kanaatte bulunan bilginlerden önce Rawlinson,  Narris, Lenorman sonra da Oppert, Bisütun kitabesinin ikinci sütununun Mata diliyle yazılmış olduğunu ileri sürmüş, bunu, kanaatlerini teyit eden bir belge saymışlardı. Fakat, sonraları bu sütundaki dilin Elâmca’nın neoanzanit lehçesiyle yazılmış olduğu anlaşılınca, bu kanaat birdenbire sarsılmış, Mata'ların milliyeti muamması uzun tartışmalara konu olmuş, bu hususta türlü iddialar ileri sürülmüştür. Bazıları sonraları Med adiyle tarihte yer alan halkın Hind-Iranlı olduklarını iddia etmişlerdir. Bazı bilginler ise bunların Fino-Moğol veya Turanlı oldukları kanaatinde direnmişlerdir. Üçüncü bir grup ise Med'lerin içinde biri Turanlı, diğeri Hind-Iranlı olarak iki zümre halk bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir. İlk iddiaya taraftar olanlar, evvelleri Medce sanılan Bisütun yazıtının Elâmca olmasından Mata'ların Pers'lerden ayrı bir dilleri olmadığı neticesini çıkarmışlardır. Halbuki bu kadar önemli bir konuda bu derece zayıf bir istidlâle dayanılamıyacağı meydandadır. Gerçi Proto-Med'lere atfedilecek ve onların diliyle yazılmış belgeler yoktur. Bilgimizin bugünkü durumuna göre eski Şark kavimleri arasında Med'ler, hiç bir yazıt ve anıt bırakmamış olan biricik kavimdir, fakat bunun böyle olması Mata'ları Hind-lranlı saymak için kuvvetli bir sebep teşkil edemez.

Hind - Iran'lılar gelmeden önce buralarda Elâm'larla aynı soydan inmiş bir halkın yaşadığı, son arkeoloji buluntuları ve Mezopotamya yazıtlariyle kesin olarak meydana çıkmıştır. Şüphesiz bu kavmin kendilerine mahsus bir dilleri vardı. Bugün yeniden keşfedilen Asur tabletlerinde bunlara ait bir takım şahıs ve yer adları görülmekte, dilleri hakkında bir fikir edinilmektedir. Bunlar gösteriyor ki İran’ın kuzey - batısında tarihin karanlıklarına gömülen çağlardanberi yaşayan ve türlü adlar taşıyan insan grupları, aynı soydan indiklerini belirten lehçeler konuşuyorlardı. Birbirleriyle yakın akraba olan bu insanlar brakisefal ve lehçeleri de bitişken bir dile bağlı olmakla Samî ve Hind-Avrupalı diller konuşan kavimlerden ayrılıyorlardı. Asur’lular devrinde, Ön Turanlılar adiyle ayırdığımız bu halktan inen gruplardan Kafkasların güneyindeki Haldia’lar, Urmiye gölü güney-doğusundaki Mannai’ler, bunların batısını işgal eden Gut (Guti) lar, Kass (Kasit) lar, bunların güneyinde Zagros dağları boyunca yurt tutmuş olan Lulubi’ler, Ellipi’ler, Kaşau’lar, Barhasi’ler, Brahşi'ler gibi türlü adlarla anılan gruplar, bugünkü Hemedan’ın doğusunda oturan ve müstakil Med’lerin çekirdeğini teşkil eden Mata ( Madai ) larla dil ve cismani teşekkül bakımından bir idiler. Bugün bile bütün bu bölgelerde ve İran platosunun kuzey ve doğu bölgelerinde brakisefal grupların çokluğu teşkil etmeleri sebepsiz değildir.

Asur kralı Sargon'un sarayını tezyin eden ve son zamanlarda meydana çıkarılan kabartmalar ile Dara'nın Bisütun âbidesindeki Mata’lar kralı Sattarita ve Saka'lar kralı Çaku-ka’nın tasvirleriyle, Dara’nın haleflerinden Kserkses ordusundaki Mata ve Saka askerlerine ait kabartmalarda yakın benzerlik ve yuvarlak kafa (brakisefal) tip açıkça görülmektedir.

Asur kaynaklarında, bu bölgelere ve buralarda oturanlara ait yer ve şahıs adlarının ne Sami, ne de Hind - Avrupa lehçeleriyle bir münasebetleri olmadığı, bunların bitişken (aglu-tinant) bir ana dile ait oldukları, bugün dil bilginlerince umumiyetle kabul edilmektedir. Gerek bu adlar ve gerek dil şivesini belirten tek tük sözler, Ön Turanlılardan inen Mata’larla bütün çevrelerindeki halkın müstakil yaşadıkları zamanlarla Ahamaniş’lerin ilk devirlerinde Turanî bir dil konuştuklarını göstermektedir.

M. ö. dokuzuncu yüzyılda Asur kralı Şamşi-Adad V (824 -810) lran’a doğru yürüdüğü zaman, müstakbel Medya sınırları içindeki alanda Kızılbundu bölgesinde Piri-Şad adında bir kralla karşılaşmış olduğunu tabletinden öğreniyoruz. Bu tabletteki yer ve kral adlarının, Turani dilden oldukları açıkça görülmektedir. Orhun kitabelerinde Şad sözünün muayyen bir bölge idaresine memur edilen prenslerin unvanı olduğunu biliyoruz.

Asurlu'lar daha sonraları Matapim memleketine yani Medya'ya sokuldukları zaman, burada Hanasiruka adında bir başbuğla karşılaştıklarını yine tabletlerden öğreniyoruz. Bu başbuğ adının da Turani lehçeye ait olduğu meydandadır.

Herhalde Proto -Med’lere ait olup Asur tabletleriyle bize kadar gelebilen şahıs ve yer adlarının Sami veya Hind-Avrupalı bir lehçeye bağlanmalarının mümkün olmaması, bu halkın Sâmî veya Hind - Avrupalı kavimler arasında sayılmalarına imkân bırakmamaktadır.

Medya’da tek tük olmak üzere Hind - Iranlı dilden sayılabilecek adlara ancak M.ö. yedinci yüzyıl başlarından itibaren rastlanmaktadır.

Proto - Med’leri ve onlarla yakın akraba olan önasya’nın eski halkını Fino - Moğol zümresinden saymak için de hiç bir sebep ve belge yoktur. Bu halk Sumer’ler, Saka’lar gibi Ural-Altay bölgesinden taşan dilleri bitişken, kafaları brakisefal soya mensup bulunuyorlardı. Bu ana soy, Türklerin de aslı olan ön Turan’lılar dediğimiz Alpli tip soydu.

Yukarıda bahsettiğimiz Sargon sarayının kabartmalariyle Bisütun kabartmalarındaki tasvirlerin Fino-Moğol simalara hiç bir benzerlikleri yoktur. Bu tasvirlerde, ait oldukları insanların Alpli ırktan bulunduklarının açık nişaneleri pek güzel seçilmektedir. Hepsinde kafatasları yuvarlak (brakisefal), burunlar düz ve simalar birbirlerine benzemektedir. Göz kapakları çekik olmadığı gibi, elmacık kemikleri de çıkık değildir. Bunlardaki bütün fiziki vasıflar, ait oldukları insanların Ural-Altay arasından türeyen soydan inmiş olduklarını belirtmektedir.


Ural-Altay bölgesindeki Kurganlarda bulunan kafatasları, Mata’lara, Sumer’lilere, Elâm’lılara ait istatülerle karşılaştırıldıkları zaman, bunların hepsinin fizikî vasıfları ve kafataslarının şekilleriyle birbirlerine benzedikleri ve aynı ırk vasıflarını taşıdıkları pek güzel anlaşılmaktadır. Herhalde Mata'lar ve bu çağlardaki İran’ın batı ve Zagros bölgesi halkı cismani teşekkül bakımından Elâm’lılara benzedikleri kadar Sumerlilere de benziyorlardı. Gudea heykellerinde ve diğer Sumer ve Elâm heykel ve kabartmalarında görülen tipler ile, Sargon II sarayını tezyin eden ve Urmiye gölü çevresindeki Kişişim şehrinin muhasarasını belirten kabartmalardaki Mata tasvirlerile Bisütun âbidesindeki Mata ve Saka krallarının resimleri arasındaki benzerlik ilk bakışta göze çarpmaktadır.

Bu halkın müstakil yaşadıkları çağlarda, hattâ Ahamanişler hâkimiyeti altına girdikleri ilk zamanlarda konuştukları dil, bir kaç şahıs ve yer adlariyle tek tük dil şivesini belirten kelimelerde bir tarafa bırakılırsa, tamamen kaybolmuştur. Bu halk ancak Darius zamanından itibaren eski dillerini bırakmak ve Parsua’ların dilleriyle konuşmak zorunda kalmışlardır. Darius zamanından önceki Med dili, bu zamandan sonraki dilden bünye, mahiyet bakımından tamamile ayrı bir lehçe idi. Fakat, Mata’lara isnat edilecek veya Mata dilinde yazılmış belgeler bulunmadığından bu hususu isbat etmek müşküldür.

Daha önce, Uyfalvy bu konuda şu satırları yazmıştı:  Fransız bilginlerinden Lenorman ile arkadaşlarının buluşlarına dayanarak Mata’ların Turanlı kavimler dilini konuştuklarını iddia edebiliriz. Çivi yazısını bulmak şerefi bu Turanlılara aittir (Uyfalvy, Migrations des peuples). Gerçi Bisütun kitabesinin evvelce Mata diliyle yazıldığı sanılan sütununun Elimea olduğunun anlaşılması üzerine Hind,—Germenciler, Mata’ları da Hind— İranlı saymak gayretinde bulunmuşlarsa da, son yıllarda Asur tabletlerinin verdiği malzeme, Lenorman'ın haklı olduğunu yeniden meydana koymuştur, Nasıl ki çivi yazısının icadı şerefini Sami'lere vermek isteyenler de yeni buluşlar karşısında gülünç bir duruma düşmüşlerdir.

Ahamaniş devri Pers'lerinin, Med’leri Turanlı saydıkları ve Medya’nın eski lran destanlarındaki Turan’a dahil olduğu, İran ve Yunan kaynaklarını karşılaştırdığımız zaman şüphe götürmez bir vuzuhla meydana çıkmaktadır.

Bu karşılaştırma gösteriyor ki Zendavesta ve Şehname’de savaşları o kadar mübalağa ile anlatılan Kiyaniyan hükümdarı Keyhusrev ile Turan Hakanı Efrasiyab’dan, evvelkisi Herodotos’un ilk Ahamaniş hükümdarı olarak tanıtdığı Kuraş (Kyrus), İkincisi de Med kralı Astiyag’tır. Savaş alanı elan iki memleket yani İran’la Turan da güney-batı İran’la kuzey-batı İran yani eski Persya ile Medya’dır.

Herodotos, bu çağlarda Mata'ların kendilerini asîl anlamına olarak Ari adiyle andıklarını, Pers’lere ise Arte’ler denildiğini haber vermektedir.


Proto- Mata’ların Hayat ve Adetleri


Proto - Mata’lardan doğunun düzlük alanında yaşayanlar göçebelik hayatı sürüyor, hayvan yetiştirmekle geçiniyorlardı.  Batı bölgesinde yaşayanlar ise  o çağlara göre  iyice  tahkim edilmiş köy  ve kentlerde  oturuyor,  ziraatle  meşgul  oluyorlardı. Sosyal durumları Pederşahi mahiyette olan Mata’lar Asurluların Razanu dedikleri sergerdelerin idareleri altında yaşıyorlardı. Tiglatpalasar III, Proto -Mata’ların başbuğlarını, dağlık ülkenin Razanu’ları yani şehir başbuğları unvaniyle yadetmektedir. Khorsabad kabartmaları arasında Asur kralı Sargon devrine ait iki relief, Proto - Mata’ların medeniyet seviyelerini belirtmek bakımından çok önemlidir.

Bu kabartmalardan biri Mata şehirlerinden Kişişim’in Asurlular tarafından zaptedilişini, ikincisi ise o çağlarda Sagart’ lar tarafından bir Mata şehrinin alınmasını göstermektedir. Kabartmaların belirttiğine göre, bu her iki Mata şehri kuvvetli surlarla çevrilmişti. Surlar, dış duvarlara eklenen çıkıntılar ve kısa mesafelerle konulmuş mazgallarla süslenmiş kulelerle tahkim edilmişlerdi.

Kişişim’de iç içe üç sur bulunuyordu. Mata’ların ilerlemiş bir halk olduklarını gösteren bu surlar, batıdan gelen Asur akınlarına karşı uzun zaman mukavemet etmelerine yaramışlardı.

Sinear kültürünün batı Proto -Mata'ları üzerine olan tesiri pek güzel takdir edilebilir: Zamua veya Namri bölgesi Sinear'dan Altın köprüye giden ana cadde üzerinde bulunuyordu. Bu kolay ulaşma sayesinde Mata ili ile önasya'nın kültür merkezi Sinear arasında başlayan münasebet gittikçe gelişmiş, bu memleketin maddi terakkisi üzerine küçümsenemiyecek derecede etki yapmıştır. Asur krallarından Şamşi-Adad V daha o zamanlarda (dokuzuncu yüzyılda) Sagbitu adında bir kral şehrinden bahsetmiş, Mata'ların pek çok şehrini zabtederek yakıp yıktığını anlatmıştır. Daha sonraları da Sagbitu, Mata ülkesinin başkenti olmuştur. Krallık devrinde Medye'nin başkenti olan Hagbatana'nın kuruluşundan sonra Sagbitu gölgede kalmıştır.

Tiglatpalasar III de tabletlerinde birçok Mata şehrinden bahsetmektedir. Mata'ların Fırat bölgesinde büyük kültür merkezleriyle olan geniş münasebetleri, Mata'lar memleketi ile halkının o zamanlar büyük ve müstakil bir devlet kurmuş olmamakla beraber -batı memleketlerinin en ücra yerlerinde bile erkenden tanılmış olduğunu göstermektedir.

Proto -Mata'ların Mezopotamya'lılar ve yakın akrabaları olan Elâm’larla münasebetleri muslihane olmuştu. Her halde Babilonyalılar, Elvend bölgesine nadir akınlar yapmış ve yalnız Proto -Mata’ları haraca kesmekle yetinmişlerdir.  Bunun haricinde Asurlu’ların satvetli zamanlarına kadar Proto -Mata'lar dıştan gelen bir tecavüze uğramamış, iç egemenliklerini muhafaza etmişlerdir. Asurbanipal III, zamanında Zamua'da kurulan ve kendi devrinde harap bir halde bulunan Atlib adında müstâhkem bir mevkiden bahsetmektedir. Parsua’da Silhaz, batı Medya’da Bit-Sangibutti, Namri’de Saksulcani adında bir takım müstahkem beldeler saymaktadır. Proto-mata memleketi Parsuva ile Mezopotamya arasında bir köprü teşkil ediyordu. Pesr'ler Babil takvimini kabul etmiş olmalarına göre, bu takvimin proto -Mata’larca da bilinmiş olması tabiidir.


Mata'lar-Parsuva'lar


Ön Turan'lılardan inen ve türlü adlarla anılan guruplardan yedinci yüzyıldan itibaren Mata adı altında toplanan kuzey -batı Iran halkı arasına, ikinci bin sonlarına doğru Asur kaynaklarında Parsua'lar denilen yeni bir grubun girmiş olduğunu görüyoruz.

M.ö.  Dokuzuncu yüz yıl sonlarında Urmiye gölü batısında oturduklarını gördüğümüz bu halk, Türkistan'dan kuzey doğu İran'a inen Hind -lran'lılara mensup bulunuyorlardı. Bunlar zamanla batıya doğru ilerliyerek dokuzuncu yüzyılda Asur'luların kendilerini tanıdıkları bölgeye, Urmiye gölünün batısına, küçük Zab suyu kaynağı ile Drıgattu kaynağı alanları arasına yerleşmişlerdi.

Herodotos'tan öğrendiğimize göre, o zamanlarda Arte'ler (Arteens) adını taşıyan bu halk, İran'ın eski halkından ırk, dil ve âdetce ayrılıyorlardı. Asurlular da bunları Parsua'lar adı ile eski halktan ayırt ediyorlardı.

Parsualar, kafataslarının yapısı, yüzlerinin hatları, boylarının uzunluğu, derilerinin açık rengi ile Hind-Germen ırkı temsil ediyor, bu vasıflariyle Ön Turancılardan inen eski halktan ayrılıyorlardı.

Herodotos’un ırk, âdet ve kıyafetçe Arte'lerden yani Parsua’lardan ayırdığı Matalar, realiteye uygun düşünüşleri, ilmî ve ahlâki prensiplere bağlılıkları, dini duygularının kuvvetli olması bakımından kendi kendilerini asiller anlamına Ari'ler adiyle anıyor, memleketlerine sonradan gelen Parsua’lara sığıntı, kirli, bayağı insanlar göziyle bakıyorlardı. Bu sebeptendir ki Parsua’lar, kuzey -batı İran’ın eski halkı arasında barınamamış, M.ö. 815 den itibaren Urmiye batısını terk ederek Zagros vadileri boyunca güney -batıya inmiş, Sus’un kuzey -doğusunda Anzan memleketi civarındaki Parsamaş veya Parsumaş bölgesine yerleşmişlerdir. Bu yer değiştirmenin izlerine Avesta’da rastlıyoruz. Avesta "Airyanem Vaejo„ denilen ve bir nevi dünya cenneti gibi gösterilen yitirilmiş bir memleketten mübhem surette bahsedilmektedir. Herodotos'un Med’lerin kendilerine Arî adını verdikleri haberi göz önüne alınırsa, yitirilen bu ülkenin Asur kaynaklarında Parsua denilen Urmiye gölünün batısı olacağını kabul etmek icabeder. Parsualar çekildikten sonra kuzey -batı İran’ın eski boyları M. ö. VI yüzyıl sonlarına doğru Dayakku adlı birinin başbuğluğu altında birleşerek tarihin tanıdığı ilk Mata krallığını kurmuşlardır. Proto Mata'ları ilk defa birleştiren bu başbuğun adı Yunan kaynaklarında Deiokes olarak görülmektedir.

Deiokes Herodotos'a göre birliği kuran şahsiyet Fraort'un oğlu Deiokes'tir.

Herodotos’un Mata devletinin kuruluşu hakkında vermiş olduğu malûmatı, aslen Mata soyundan inmiş olan Harpagos'dan almış olduğu sanılmaktadır, Herodotos diyor ki: vaktiyle Mata (Med) ler köy ve kentlerde dağınık bir halde yaşıyorlardı. Bunlar arasında Fraort'un oğlu Deiokes adaleti ve doğruluğu ile o kadar tanınmıştı ki ilk önce kendi köyü sonra da bütün kabilesi halkı aralarındaki ihtilâfları hallettirmek üzere kendisine başvurur olmuşlardı.

Böylece büyük bir nüfuz kazandığını gören Deiokes, kendi işlerine bakmaya vakit bulamadığını ileri sürerek sonraları davalara bakmaz oldu. Bunun üzerine hırsızlıklar, kargaşalıklar eskisi gibi alıp yürüdüğünden Med’ler, Deiokes'i kendilerine kral seçtiler. Mata’ların altı büyük kabilesi, yeni kralın hâkimiyeti altına girdi.

Kralın ilk işi kuvvetli bir muhafız teşkilâtı kurmak oldu.

Sonra Yunanlıların Ekbatan dedikleri Hagmatana şehrini kurarak başkent yaptı. İhtimal ki Asur’luları örnek tutarak sarakola göre herkes kralı bizzat göremezdi. İstekler ve dilekler, bunları krala arza memur adamlara söylenirdi. Bu gibi usuller, kralı harkesten uzak bulundurarak ona karşı saygı ve korku uyandırmak maksadiyle konulmuştu.

Herodotos’a göre, Deiokes elli beş yıl süren (728-673) saltanatı esnasında o vakte kadar dağınık kabileler halinde ayrı ayrı başbuğlar idaresinde yaşayan Mata'ları, bir millet halinde birleştirmeğe çalışmıştır.  Saltanatının büyük kısmı, Babil’liler, Elâm’lılar, Suriye ve Filistin'lilerle savaş halinde geçen Sennaherib (705-681) devrine rastladığından, Asur ordularının akınlarından masun kalarak, iç birliğini sağlamak fırsatını bulabilmiştir. Bu zamanda Medye'yi tehdit eden tek Asur seferi, Ellipi’ye, yani Kirmanşah bölgesine vukubulmuş, fakat daha ileri geçmediğinden, memleketin diğer bölgeleri sükûnet içinde yaşamıştı. Esasen Deiokes Asur'lulara yıllık vergisini muntzaman ödemek suretiyle onlar tarafından bir tecavüze uğramağa vesile bırakmıyordu.

Herodotos’un Medya devletinin kurucusu olarak gösterdiği Deiokes yani Dayakku adı Asur kaynaklarında yalnız Mannae’lerin bir başbuğunun ismi olarak geçmektedir. Bu başbuğun da Sargon Il tarafından 715 de Suriye’deki Hama şehrine sürülmüş olduğunu yukarıda görmüştük. Halbuki Herodotos’un Deiokes tarafından 728 - 673 tarihleri arasında kurulduğunu haber verdiği bir devletin Sargon zamanında mevcut olmadığı muhakkaktır. Herodotos’ta görülen Deiokes ve halefleri adlarının uydurma olduğunu iddia etmek için de elde hiçbir belge yoktur. Bu tezadı, Sargon II devrinde Mata’ların kuzeyinde yaşayan Mannae kabilesinin başbuğu olan ve Asur ordularıyle kahramanca çarpışan Daiaukku’nun müteakip nesillerce Medya krallığının müessisi gibi tanıtılmış olması ihtimaliyle bertaraf edebiliriz. Tarih bakımından Medya devletinin aydın devrine ancak Herodotos tarafından Deiokes’in oğlu olarak gösterilen ve 675-653 yılları arasında yaşadığı bildirilen Fraort ile girilmektedir.


Kimmer'ler ve İskit'ler


Ön Asya'nın Herodotos'un kuzeybatı İran'da bir Med devleti kurulduğunu haber verdiği çağlarda, M. Ö. yedinci yüzyıl başlarında Asur kaynakları tarafından, bu bölge simasında önemli bir değişiklik olduğunu anlatırlar. Asur’luların Gimirrai dedikleri Kimmer’ler, içinde bulundukları karanlık âlemden çıkarak Kafkas kuzeyinden Derbend yoluyla İran’a akmış, bunlardan bazı kabileler Haldia krallığını çaprazvari çiğneyerek hiç bir maniaya uğramaksızın batıya yönelmiş, Anadolu platosuna dolmuşlardır. Bunların arkasından da İskitler veya İşguzai’ler, Haldia’nın doğusuna akmış, İran vadilerine inmişlerdir.

Bunlar sürülerine otlak arayan barışsever göçebeler değillerdi. Belki at üstünde doğmuş, at üstünde büyümüş, yağmacı korkunç akıncılardı. İran’a akan grubun ilk merhalesi Urmiye gölünün güney ve güney-doğusundaki Mannae memleketi olmuştu. İskitlerin kuzey-batı İran’da bu görünüşlerinin, Herodotos’un rivayetine göre Deiokes zamanına rastlaması gerekmektedir; Halbuki Asur kaynakları bu zamanlarda buraların Asar-ah-İddin (681669) in nüfuzu altında bulunduğunu göstermekte ve Herodotos’un Deiokes (Daiaukku) inden hiç bahsetmemektedir. Asur kaynaklarına göre, Asur-ah-İddin, bu bölgedeki Dur-Enlil şehrinin elinden çıktığı, ve Şarru-İgbi'nin Kimmer’ler tarafından zaptedilmek tehlikesine düştüğü, hatta Asur’lulara karşı isyan etmiş olan Mannae prensi Ahşeri'yi tedip için göndermiş olduğu kuvvetinin tehdit edildiği haberini alınca, harekete geçmek mecburiyetinde kalmıştır. Asur kralı, bu sefer esnasında Mannae’leri dağıttığını, bunların müttefiki olan İskit başbuğu Işpakaya’yı öldürdüğünü iddia etmektedir.

Fakat oğlu zamanında Abşeri, yine isyan halinde bulunduğuna göre bu iddianın mübalâğalı olduğu şüphesizdir. Asur-bani-apli’nin (668-626) babası zamanında Mannae’lerin Şarru-İgbi’yi zabtetmiş oldukları yolundaki kaydı da bunu teyit etmektedir.

Buraların elden çıkması, Asur’lular için büyük bir kayıptı. Çünkü İran’ın Bisütun güneyindeki ovaya kadar olan kuzey batı bölgesi ile Zagros’lar elden çıkmış bulunuyordu. Halbuki Mannae bölgesi sulak ve bitkili vadileriyle Asur ordularının muhtaç oldukları atların yetiştiği, beslendiği bölgelerdi. Daha doğuda Matapim toprakları içinde, sonraları Khoara denilen bölgede at, kısrak ve deve sürülerinin otlağını teşkil ediyordu.

Asur’lular Kimmer’lerle Iskitlere karşı koymak için muhtaç oldukları atları elde etmek üzere BibKari’den Medya’ya doğru birbiri arkasından akınlar yapmak suretiyle ilerlemeğe başladılar. Bu akınların neticeleri hakkında kesin bilgi olmamakla beraber, bu hareketler esnasında önce Nisai ve ovalarının istilâ edilmiş olduğunu tahmin edebiliriz. Pervasız Asur'lular, binek hayvanları bulmak üzere muttasıl ilerlemiş, tepeleri karlarla örtülü Demavend ve tuzlu göl ile çevrili efsanevi mara (Arri) ya kadar gitmişler, buralardaki başbuğları esir, buldukları at, deve sürülerini iğtinam etmişlerdir.


zamana kadar Asur krallarından hiç biri İran platosunda bu kadar içerilere sokulamamıştı. Asur metinlerinde, Asur-ah-iddin'in büyük seferi üzerine üç Mata başbuğunun Ninova'ya gelerek vasallığı kabul ve tekrar şehirlerinin başına geçirilmelerini niyaz ettikleri haber verilmektedir. Ayni ırkdan bu başbuğlardan birinin Partakka prensi Uppis, diğerinin Partukka prensi Zanasama, üçüncüsünün da Uraha Zabama prensi Pamateia olduğunu öğreniyoruz. Bunların Asurlu'lar tarafından eski şehirlerinin başbuğluklarına geçirilip geçirilmedikleri anlaşılamamaktadır. Herzfeld bu şehirlerin Partiya ve Hirkanya’da olduklarını iddia etmektedir. Buna göre Asur akıncılarının İran içinde pek çok ilerlemiş olmaları icabedar.

M. Ö. 673 tarihlerinde Asar-ahiddin'in (Asarbaddon) İran içerilerine doğru bu kadar ileri sokulabilmiş olması bu zamanlarda Medye bölgesinde Herodotos’un tasvir ettiği kadar kuvvetli bir hükümet bulunması ihtimalini kaldırmaktadır.

Fraort ve Khşatrita (653-575)


Asur metinlerinin saçabildiği ışık altında Medya’da tanıdığımız devlet, Fraort ile başlamaktadır. Herodotos, bunu Deiokes’in oğlu olarak tasvir eder.

Fraort’un hükümdarlığa 675 tarihine doğru başlamış olduğuna şüphe etmeğe mahal yoktur.

Bu zamandan yüzelli yıl kadar sonra Ahamaniş’lerden Büyük Darius, çarpıştığı prenslerden Fraort adında birinin Keyaksar neslinden geldiğini ve hakiki adının Khşatrita olduğunu söylemiş olmasına göre, Herodotos’un Fraort dediği prensin saltanat adının Khşatrita olması gerekmektedir.

Esasen Asarahiddin (Asarhaddon)un son senelerine ait tabletlerde bu prensin adı asurlaştırılarak Kaştariti şekline sokulmuştur.

Asur kaynaklarından öğrendiğimize göre Fraort önce Karkaşşi şehri başbuğu idi. Bu şehir adının Kas’ların Zagros’taki eski merkezlerinin adına uymasına göre, Fraort’un başbuğ olduğu şehrin Kas’ların bu eski merkezleri olması ihtimalden uzak değildir. Esasen Herodotos’un Hagmatana şehrinin kuruluşu hakkındaki hikâyesi başka kaynaklarla teyit edilmediğine göre, henüz kesinleşmiş değildir.

Herodotos’un Fraort’u Pers’leri ilk defa Med hâkimiyeti altına alan kral olarak göstermesi, belki tarihi bir gerçeği ifade etmektedir. Çünkü Asur kaynaklarından Khşatrita’nın Asur’lulara muntazaman vergi vermek suretiyle iyi münasebetler idame ederek kuzey –batı İran’daki Asurlu kabileleri yavaş yavaş hükmü altında topladıktan sonra, kana susamış Asurbanipal’in (668-626) Elâm’larla uğraşmasından faydalanarak, M. ö. 670 tarihine doğru Parsumaş başbuğu Ahamaniş prensi Taispes'i hükmü altına almış olduğunu biliyoruz. Bu zamanlarda Taispes Anşan kralı unvanını taşıyordu. Fakat, Khşatrita’nın plâtonun kesin hâkimi olmak için, başka yerleri de hükmü altına alması lâzımdı. Bu toprakların başında Mannae memleketi geliyordu.

Buraları bir müddet önce İskit dalgalarının istilâsına uğramış ise de, prensleri Aşeri nihayet Iskitlerle anlaşmış, 660 tarihlerine doğru kuvvetlenerek Asurbanipal'i izaç etmeğe başlamıştı.

Asurbanipal'in çalâk akıncıları cüretkâr Aşeri'yi payitahtı olan Izertu'dan kaçmak zorunda bıkakmışlardı, Atrana'ye çekilen Aşeri başta Şarru-lgbi olmak üzere birçok şehri Asur'lulara bırakmak zorunda kalmıştı.

Mannae memleketinin istilâ edilen bölgelerindeki halk Asur garnizoniyle birleştiler. Buralarda bir Asur sancağı kuruldu. Talihsiz Aşeri de kaçmasını hoş görmeyen tebaası tarafından öldürüldü. Asur'lulara taraftar olan oğlu Ualli de yerine oturdu.

Asurbanipal'in Aşeri'yi yakalamak üzere Mata'lara ait topraklara girdiği anlaşılmaktadır. Bu sırada çiğnenilen yerler yağma edilmiş, bir şehrin başbuğu olan Birişatri ile iki oğlu yakalanarak Ninova'ya götürülmüş, bu suretle Mata'lara da Asur satveti gösterilmiştir.

Bu zamandan itibaren Asur'luların hükmü altına girmiş olan Mannae memleketi halkı, Mata'lara karşı Asur'lularla birlikte cephe almış Khşatrita'nın bu memlekete girmesi yasak edilmiştir.

Bu durumu memleketi için tehlikeli gören Khşatrita, Herodotos’un ifadesine göre, Asur’lulara karşı bir savaş açmış, batıya doğru yürümüştür. Herodotos’un bu rivayeti bir hakikat ise, Mata'lar prensindeki cüretin askeri kudretinin çok üstünde olduğunu kabul etmek icabeder. Asur tabletlerinde Khşatrita' nın, kendisi için felâketle neticelenmesi muhakak olan böyle bir hatada bulunduğunu gösteren hiç bir kayıt olmamakla beraber, Herodotos’un rivayeti de inanılmayacak bir şey değildir. Tarih babasının anlattığına göre, Asurbanipal üzerine yürüyen Fraort (Khşatrita) un ordusu perişan olmuş, kendisi savaş alanı olan Rago’da ölüler arasında bulunmuştur.

Herodotos’un 653 de gösterdiği ölümü ihtimal ki bir Asur sınır kentine hücum sırasında olmuş, adamları cesedini ihtimamla, onun çok iyi tanıdığı dağlarda, hâlâ görülmekte olan kaya mezarlardan birine gömmüşlerdir.



Medya'da İskit hakimiyeti  (653-625)      

  

 Khşatrita'nın oğlu Uvakhşatra   (Keyaksar), Medya tahtının varisi idi.  Eğer olaylar tabii olarak ceryan etmiş olsaydı,  babasının ölümünü müteakip kendisi tahta oturacaktı. Fakat,  İran’a dolmuş olan İskit'ler,  her tarafı yakıp yıkmağa, gördükleri her şeyi yağma etmeğe başladıklarından Keyaksar’ın duruma hâkim olmasına meydan bırakmadılar.

İskit’ler, kafkas’ları Derbend geçidinden aşarak Azerbaycan’a inmişlerdi. Matalar kralı onları Urmiye gölünün kuzeyinde karşılamış, fakat mağlup olmuş, galiplerin şartlarını kabul zorunda kalmıştı. Yunan kaynaklarının İskit'lerin İran'da yaptıkları tahriblere ait rivayetleri doğru olmak icabettiği gibi, onların İran ve önasya’da 28 yıl sürdüğü söylenen hakimiyetlerinin de ( 653-625 ) tarihi bir hakikat olması gerekiyor. Her halde İsrail oğulları peygamberlerinden Eremiya'nın dediği gibi (23, VI) Akdenize kadar uzayan bu istilâ dalgasını tutmak üzere ancak surlar kalmıştı. Bazı tarihçiler İskitlerin Protathyes’in oğlu Madiyes komutası altında Azerbaycan'a inişlerini, Medya’da beliren ve imparatorlukları için tehlikeli görülen kuvveti ezdirmek isteyen Asur'luların davet ve teşvikine atfederler. İskitlerin önasya'ya girişleri ister Asurluların davetiyle, ister Mesagetlerin arkadan vukubulan tazyikleriyle olsun, netice Yakın Şark için bir felâket olmuş, Asur imparatorluğunu zayıflatarak kesin yıkılışını hazırlamıştır.

Çünkü Keyaksar'ı mağlup ederek Medya’yı yakıp yıkan İskit'ler, sonradan Asur imparatorluğuna girerek Elcezire, Suriye, Fenike ve Filistin bölgelerini baştan başa yağma etmişlerdir.

Fakat, sürekli cenkler, değişik iklimler git gide lskit'leri yıpratmış ve azaltmış olduğundan sabırlı Keyaksar'ın bunları vurmak için beklediği zaman nihayet gelmiştir.

Herodotos'un rivayetine göre Keyaksar sonraları dost olduğu İskit kralı Madiyes ile belli başlı komutanlarını bir ziyafete davet ederek sarhoş ettikten sonra hepsini öldürtmüş, sonra da başsız kalan İskitler üzerine atılmıştır. İskitler ümitsiz bir mukavemetten sonra perişan olarak Medya'dan çekilmişlerdir.

Uvakhşatra'nın, yani Keyaksar'ın bu korkunç olaydan sonra M.ö. 625 tarihinde Med platosunda nizamı nihayet kurabildi. Keyaksar'ın bu parlak neticeyi ne suretle temin etmiş olduğunu bilmiyoruz. Herodotos bunu İskit şeflerini sarhoş etmekle izah eder. Her halde Keyaksar'ın iktidar mevkiinde serbest kalabilmek için pek çok didinmiş olduğu şüphesizdir. Sonraki başarılar ve vazifeleri hakkında mevcut bilginin de çok noksan olduğunu söylemek icabeder. Kesin olarak bildiğimiz, geçirdiği acı tecrübelerin, kendisine duruma hâkim olmak, tasavvurlarını gerçekleştirmek için kuvvetli ve disiplinli bir orduya lüzum olduğunu öğretmiş olmasıdır. Herodotos onu savaşçı, Mata’ların hakiki teşkilâtçısı olarak tasvir eder. Öyle anlaşılıyor ki İskit’lerin muvaffakiyetlerini temin eden ok atıcılığını, Mata’lara öğretmiş, Asur'luların askerlik usullerinden de geniş nisbette faydalanmağı bilmişti.

Babasının hayatına mal olan yenilginin, İskitlerin memleketini talân etmesine yol açan inzibatsızlık, ona başlı başlarına hareket eden beylerin toplayacakları kuvvetlerle muntazam orduları yenmenin imkânsızlığını öğretmişti. Asur ordusuna benzer bir ordu kurmağa karar verdi. Mızrakdarlar ve okçulardan mürekkeb piyade, diğeri süvari olmak üzere iki gruptan mürekkeb müteharrik bir ordu vücuda getirdi. Yaya askerler, ok, yay, kılıç ve mızraklarla mücehhez bulunuyorlardı. Mata’lar ötedenberi at yetiştirmekle meşgul olduklarından süvari kıtalar, düşmanlarınkinden fazla ve onlardan üstündü. Çocukluklarından itibaren ata binmeğe alışkın olan süvarileri, aynı zamanda her istikamete koşarken ok atabiliyorlardı.

Keyaksar, ordusunu kurduktan sonra önce platoya hâkim olmağa teşebbüs etti. O zamanlar krallar kralı (Şehinşah) unvanını taşıyan Anşan hükümdarı Ariaramna (640-615) üzerine yürüdü. Parsumaş ve Anşan bölgelerini hükmü altına aldı. Bu mağrur Pers kralının, üzerindeki yazıtta atalariyle o kadar öğündüğü meşhur gümüş tablet iğtinam edilerek Hagmatana’ya götürüldü. Ariaramna'nın oğlu Arşama ve torunu Viştasp (His-tasp) ın egemenlik ifade eden kral unvanını almaları yasak edildi. Bu ilk hamlede Keyaksar’ın Urmiye gölünün güneyine ve batısına tesadüf eden toprakların büyük bir kısmını da zaptettiği sanılıyor.

İhtimal ki daha bu zamanlarda Asur'luların Urmiye gölü batısındaki eski Parsua eyâletleri tamamiyle Keyaksar'ın hükmü altına girmiş bulunuyordu. Mannae’lerin bir kısmı Asur kralı SinşaMşkun (621-612) un yanına kaçmakla beraber, geri kalan çoğunluk ta Keyaksar'ın hâkimiyetini kabul etmişlerdi. Keyaksar, eski Lulubi memleketindeki Harhar bölgesini zaptettikten sonra (615 tarihine doğru), artık doğrudan doğruya Asur’lular üzerine hücum için yol açılmış bulunuyordu.

Asur imparatorluğu için bu aralık Babilonya’da da bir tehlike belirmeğe başlamıştı. Burada Deniz memleketi valiliğine atanmış olan Nabopolassar, seleflerinden BeMbni gibi yavaş yavaş Ninova’yı tanımamağa, istiklâle doğru yürümeğe koyulmuş, deniz memleketi kralı unvanını almıştı. Hatta bu sıfatla Uruk ile Sus arasındaki tapınaklarda yapılacak kültlere ait fermanlar çıkarmış, bunlarda kendisini BeMbni’nin varisi gibi göstermiştir. 616 tarihine doğru, bütün Babilonya kendisine tabi bulunuvordu. Bu kadar kuvvet kazandıktan sonra Asur ülkesine hücum etti.

Bu esnada Asur imparatorluğu tahtında oturan Sin-şar-Işkun, asırlardanberi Asur zulmü altında inleyen kavimlerin kurtuluş hamlelerini önleyebilecek bir azim ve kudrete haiz bulunmuyordu. Bununla beraber, Mannae mültecileri ile Babil prensini Kablinu’da karşılamak cesaretini gösterdi. Bu sırada imdadına gelen Mısır ordusunun da yardımiyle, Nabopolassar’ı geri çekilmek zorunda bıraktı. Fakat Babil kralı ertesi yıl (615) tekrar ilerliyerek Dicle hattını yarmağa teşebbüs etti. Arrapha (Kerkük) bölgesindeki Madanu şehrini zabtetti. Aynı yıl haziranında Asur şehri üzerine yürüdü. Fakat, Asur’luların yardımına gelmiş olan Mısır kuvvetleri bu defa da kendisini geri çekilmeğe mecbur etti. Bu sırada idi ki Nabopolassar'ın müttefiki olduğu tahmin edilemeyen Keyaksar sahnede görüldü.

Mata’lar kralı, 615 yılı Kasım ayında Arrapha (Kerkük) bölgesine girdi. Burada bir şehri aldı. Ertesi yılın ağustos ayında Dicle istikametinde ilerliyerek Asur ülkesinin kuzey taraflarını zabtettikten sonra, Ninova’yı muhasara altına aldı.

Fakat, başkentin kuvvetli surlarını aşamadığından Tarbisu'yu almakla iktifa etti. Sonra Dicle'yi takiben Asur şehri önlerine indi. Şiddetli ve ani bir baskınla, Babil kralının alamamış olduğu bu şehri zabtetmeğe muvaffak oldu.


Asur imparatorluğunun, Medya'lı rakip bir kralın eline geçmesi ihtimalinden telaşa düşen Nabopolassar, Asur şehrinin sukutundan biraz sonra bu şehir önlerine geldi. Can çekişen Asur imparatorluğunun eski başkenti önünde karşılaşan iki ordu için anlaşmak veya çarpışmak gibi iki yol vardı. Onlar birinci yolu tercih ederek anlaştılar. Aralarında bir dostluk ve birleşme andlaşması yaptılar. Bu andlaşmayı kuvvetlendirmek üzere Mata’lar kralının oğlu Astiyag’ın kızı Amytis Babil kralının oğlu Nabokhodonosor ile evlendirildi. Bu tarihten itibaren iki ordunun beraberce hareketine karar verildi. Bu ittifak yapıldığı sırada, bir zamanlar Yakın Şarkı titreten Asur imparatorlarının varisi olan Sin-şar-lşkun, akıbetini bekleyen mütevekkil bir seyirci durumunda kalmıştı.

613 yılında Keyaksar ordusu başka bir yerde meşguldü. İhtimal ki Medya kralı, bu yılı Asur imparatorluğu kuzeyindeki dağlarda kalan göçebe İskit'leri hükmü altına almakla geçirmışti. 612 yılına doğru, Keyaksar ile Nabopolassar bir zamanlar, yalnız adı bütün önasya’yı titreten Ninova'yı muhasara ettiler. Ctesias’ın rivayetine göre haziran ile ağustos arasında vukubulan üç savaşta Asurlular mağlup olarak Ninova surları içine çekildiler. Ağustos ayında müttefik ordularının müşterek hücümları kesin neticeyi verdi. Ninova yağma edildikten sonra yakılıp yıkıldı.

Keyaksar aynı senenin eylül ayına doğru, hissesine düşen ganimetlerle Medya’ya döndü. Fakat Medya kralı ile Babil kralının birlikte başarmağı taahhüt etmiş oldukları iş henüz bitmemişti. Asur krallık hanedanından Asuruballit, Asur ordularının enkazı ile kuzey Mezopotamya'daki Harran merkez olmak üzere, yeni bir Asur krallığı kurmuştu. 610 yılı başında Nabopolassar, son Asur mukavemetini de kırmak için Medya kralını yardımına çağırdı. Aynı senenin Kasım ayında Keyaksar büyük bir kuvvetle Mezopotamya'ya indi. Müttefikler Harran üzerine yürüdüler. Uzun süren mücadelelerden sonra şehir zabtolundu. Son Asur kuvvetleri de, son Asur prensi ile beraber, ebediyen tarihe gömülmüştü.

Bu zaferleri belirten Babil belgeleri olduğundan bu zamandan sonra Medya tarihi birdenbire bir daha karanlıklara gömülmekte, bizi faraziyeler yürütmek zorunda bırakmaktadır. İhtimal ki Asur imparatorluğunun Medya ile Babil hükümetleri arasında fiilen paylaşılması, bu zaferden sonra olmuş, Keyaksar hissesine düşen toprakları istilâ için Kızılırmak boylarına kadar gitmiştir. Bu suretle Medya’lıların batı sınırları, bu sırada Anadolu’nun en kudretli hükümeti olan Lidya krallığı ülkesine kadar uzanmış oluyordu.

Bu sırada Keyaksar krallığının sınırları doğuda bugünkü Tahran'ın güneyinde Rhages’i, güneyde İsfahan'ı, kuzey batıda Adropaten (Sovyet Azerbaycan’ı) bölgesini içine alıyordu. Bu zamanlarda Parsa memleketi de Keyaksar krallığı sınırları içine girmiş bulunuyordu. Med kralı, Parsa ve Parsumaş memleketlerinin başında bulunan Kambujiyas'ı (Kambyses) (600-559) tâbi prens olarak yerinde bırakmıştı. Yalnız Alburz dağlariyle Hazer denizi arasında yaşayan halk, istiklâllerini muhafaza ediyorlardı.

Ctesias, Keyaksar (Astibara) zamanında Part'ların Med'lere isyan ettiklerini haber vermektedir. Birçok savaştan sonra, Partlar nihayet Keyaksar’ın vassallığını kabul etmiş, aralarında bir ittifak andlaşması yapılmıştı, Bu rivayet, ihtimal harici görülemez. Her halde Part'ların o zamanlarda Keyaksar'a olan tâbiliklerinin, çok sonraki çağlarda dış eyaletlerin Arsakid'lere (Eşkânilere) olan tâbilikleri mahiyetinde olacağı tahmin edilebilir.


Medya Lidya 


Keyaksar'ın kuzey-batıdaki fetihleri daha genişti. Haldia krallığı arazisinden olan ve sonraları buralara gelen Ermenilerle meskun bulunan topraklar da Medya krallığı içine girmişti.  Herodot da, Ahamaniş imparatorluğunun teşekkülünden önce Kızılırmak (Halys) a kadar uzayan arazinin Med krallığına ait olduğunu kaydetmektedir.

Halbuki bu zamanlarda Lidya'ya hâkim olan Sadyattes'in oğlu Allyattes, kendisini küçük Asya’nın tek hâkimi tanıyordu. Bu sebepten Kızılırmak'a kadar sokulan Medya kraliyle arasında kanlı bir savaş başlamaması imkânsızdı ve böyle oldu. M. ö. 590 tarihlerine doğru Keyaksar büyük bir ordu ile Kızılırmak boylarında göründü. Burada Medya'lılarla Lidyalı’lar arasında kanlı bir savaş başladı. Beş yıl süren harp esnasında iki taraftan hiç biri kesin bir başarı elde edemedi. Altıncı yıl da savaş sırasında birdenbire gündüzün gece olması, her iki taraf askerlerini dehşet içinde bırakmıştı. Güneşin tam tutuluşunu, tanrıların harbin devamına karşı hoşnutsuzluklarına bir işaret sayan savaşçılar, derhal harbi durdurdular.

Medya ile Lidya arasında kesin sınırı kararlaştırmak ve sulh yapmak üzere iki taraf Babilli Nabu-naid ile Kilikyalı Siyennessis’i hakem seçtiler. Birincisinin Allyattes’i, ikincisinin de Keyaksar’ı temsil ettiği sanılan hakemler, Kızılırmak sınır olmak üzere bir andlaşma kararlaştırdılar. Andlaşmanın devamını emniyet altına almak için Allyettes'in kızı Aryenis ile Keyaksar'ın oğlu Astiyag evlendirildi. Keyaksar ile Allyattes de kan yalaşarak kardeşlik andı içtiler. Fakat, aynı yıl içinde Keyaksar öldü. Yerine oğlu Astiyag (Iştumegu) geçti (585).


Zaferlerin Matalar Üzerindeki Tesirleri


Hagmatana'nın Ninova yerine geçmesi, Mata'ların ahlâkları, âdetleri, yaşayışları, hatta dini telâkkileri üzerinde önemli değişmelere yolaçtı.  Ninova'dan iğtinam olunan şeyler, Hagmatana'nın imar ve tezyinine sarf olundu. Yedi katlı sur ile çevrilen bu şehirde Asur tarzında saraylar kuruldu. 

Büyük zaferler Medya'lılara pek çok kazanç temin etmişti. Keyaksar'ın yaptırdığı sarayın dış sütunlarına gümüş, iç sütunlarına dev altın levhalar kaplanmış olduğu rivayet edilir.

Ninova'nın alınmasından sonra Medya'da, Asur kâhinlerine benzeyen bir Muğ'lar zümresi teşekkül etmişti. Hatta Asur dininden, Medya'lılar arasına bazı merasim bile girmişti.

Ninova'da olduğu gibi Hagmatana'da da tanrılara kurban kesmek, uzun ve beyaz elbiseli Muğ'lara mahsus bir imtiyaz olmuştu. Keyaksar'ın asırlarca ön asya’yı titreten Asur imparatorluğunu yıkması, tarihte kendisine unutulmaz bir ün kazandırmıştır. Bu da yersiz değildi. Çünkü Keyaksar'ın İskit'leri kovmak, Asur imparatorluğunu yıkmak gibi büyük rolleri ön asya tarihine yeni bir devir açmıştır.

Her halde kudretli bir asker, tedbirli bir idare adamı, yılmaz bir kurucu olan Keyaksar, Lidya ile kesin bir anlaşma yapmakla askerlik kadar siyasette de maharetli olduğunu göstermiştir.

Astiyag (585-550) ve Mata Krallığının Yıkılması


M. Ö.  altıncı yüzyılın ilk yarısı, önasya tarihinin büyük olaylarına sahne olmuştur. Bu zamanda vukubulan olayların, sonraki çağları hazırlamak bakımından da önemleri çok büyüktür.

Astiyag Medya tahtına oturduğu sırada Babil tahtını ondokuz yıldanberi işgal eden asrın en kudretli siması Nabokhodonosor (604-562) batı Suriye ve Filistin'deki kazançlarından başka, güneyde Deniz memleketine, doğuda ise İran'ın Sus (Elam) bölgesine hakim bulunuyordu. Nabokhodonosor" un hayatı müddetince Medya krallığı ile Babil krallığı arasındaki dostluk ve ahenk samimi olarak devam etmişti.

Fakat, ölümünden sonra Babil’de iç durumun sarsılması neticesinde baş gösteren kargaşalıklar, Astiyag'a beklediği bir fırsatı vermişti. Fakat büyük başarılara çok elverişli bir durum içinde büyük ve düşmansız bir devletin başına geçmiş olan Astiyag, babasının başarıcılık ve yılmazlık temsil eden tacını taşımak liyakatinden mahrumdu. Bu sebepten siyasi fırsatlardan geniş nisbette ve zamanında faydalanacak bir hükümdar değildi.

Babil’de Nabokhodonosor'un yerine geçen oğlu Amel - Marduk (562-560) ise babasının siyasetini bırakarak papazların nüfuzu altına girmiş, bu yüzden memleketinde haricin ihtirasını kamçılıyacak bir durum yaratmıştı. Neticede askerî zümre kendisini tahttan atarak yerine Nergal-şar-usur’u geçirmişler, dört yıl sonra da rahipler sınıfı kuvvetlenerek yerine Labaşi-Marduk'u oturtmuşlardı. Fakat bu da 556 da askeri kuvvet taraftarlarınca katledilmiş, sallanan tahta Nabu - Naid (Nabonid) çıkarılmıştır.

Son siyasi buhran Elam ve Sus’un ziyaı ile vehametini artırmıştı. Fakat Babilonya’dan ayrılan Elam ve Sus’un gittikçe genişliyen Medya krallığı tarafından yutulmuş olduğu sanılıyordu. Bu sırada Babil’de Astiyag'ın yakında Babil’i de alacağı şayiası dolaşıyor, herkesi korku içinde bırakıyordu. Hatta İsrail peygamberi Hezekhiyal, Babil'deki Yahudilere mukadderatlarına razı olmağa ve yakında gelecek yeni efendileriyle iyi geçinmeğe hazırlanmağı tavsiye ediyordu.

Altı yılda tahta dört hükümdar çıkmasını icabettiren iç kargaşalıklar, papazlar zümresiyle askeri parti mücadeleleri, Babilonya'yı hakikaten yıprandırmış, korkunç akıbeti belirtmişti. Fakat, gereken kudret ve enerjiden mahrum olan Astiyag durumdan faydalanmağı aklına bile getirmedi. Halbuki İran'ın güney batısındaki Anzan'da kendi krallığiyle beraber Babilonya'ya ve bütün önasya'ya hâkim olacak bir sülâle bu durumdan istifade edecekti.

Herodotos'un rivayetine göre, sefih olduğu kadar da vesveseli bir adam olan Astiyag, kızından doğacak bir çocuğun kendi devletine son vereceği yolunda yorumlanan bir rüya üzerine, akibetinden endişe ederek kızı Mendane'yi, rakip olabilecek bir Mata prensi yerine, Mata'ların aşağı gördükleri Parsa'lar prensi Kambis I ile evlendirmiş, bu suretle kızını Hagmatana'dan uzaklaştırmıştı.

Astiyag'ın fikrince Mata'ların çok aşağı gördükleri bir Parsa prensinden doğacak çocuk, hiçbir zaman Medya tahtını iddia etmek cesaretini gösteremiyecek, gösterse de Mata'lar onu hükümdar tanımıyacaklardı. Herodotos'un naklettiği efsane doğru olsun olmasın tarih akışının belirttiğine göre İran'ın güney-batısında, Anzan-Parsumaş prensliğinde bulunan Kambis I, Babil krallığının partiler mücadelesiyle yıkıldığını Medya kralı Astiyag'ın da kendisini eğlence ve sefahat âlemine attığını görüyor, bu durumdan faydalanmak için münasip fırsat bekliyor ve ona göre istikbale ümitle bakıyordu.

Parsa'lar prensi Kambis I, Parsumaş ve Anzan'da kuvvetli bir otorite kurarak sükûnu temin etmiş, Keyaksar zamanında Medya krallığını metbu tanımak dirayetini göstererek sülâlesinin varlığını kurtarmış, onun tensibile İran’ın bu bölgesindeki Pers prensliğini yaşatmağa muvaffak olmuştu.

Astiyag’ın kızı Mendane ile evlenmesi, kendisinin Mata'lar nazarında aşağı görülmekte olan sosyal durumunu yükseltmiş, bu izdivaçtan İran tarihinin en büyük simalarından olan Kuraş II doğmuştu. Kuraş II'nin babasının yerine geçtiği 559 tarihinden biraz sonra Pasargad'da yaptırdığı anıtlar üzerine yazdırdığı kabartma kitabede kendisini "Büyük Ahamaniş kralı,, unvaniyle anmış olması, babası zamanında bu prensliğin Astiyag'a olan tâbilik bağını koparmış, kendisini müstakil bir kral ilân etmiş olduğunu göstermektedir.

Kuraş II'nin bu cesareti, Ninova'nın son zamanlardaki sefihane hayatının Hagmatana sarayına girmiş olmasından aldığını tahmin edebiliriz. Kendi kudretine ve atalarından büyük işler görmeğe namzed olduğuna inanan Kuraş II, ilk önce dağınık Pers kabilelerini kuvvetli idaresi altında topladı. Onun bu hareketi tabiatiyle kendisini bütün İran’ın tek büyük hükümdarı sayan Astiyag'ın canını sıkmıştı.

Kuraş ll'nin Babil kralı Nabu-naid'in ittifak teklifini kabul etmesi ise soğukluğun büsbütün artmasına sebep olmuştu. Kendisini Astiyag'ın tehdidi karşısında sayan Nabu-naid, bu ittifakı Med'lere karşı bir korunma vasıtası saymıştı. Çünkü Harran'a hâkim olan Astiyag, istediği zaman Babil ile Suriye arasındaki muvasalayı keser, Babil'i tehlikeli bir durumda bırakabilirdi.

Bu ittifaktan sonra Babil kralı, Mısır sınırındaki Gaze'den Basra körfezindeki deniz memleketine kadar uzayan ülkesinden asker toplamağa başladı. Hazırlıklarını ikmal eden Kuraş ll’de, 553 tarihlerine doğru maksadını artık gizlemeğe lüzum görmüyordu.

Bu sırada Astiyag vasalı olan Kuraş II 'yi, izahat vermek üzere Hagmatana sarayına davet etti. Fakat Kuraş II bu davete icabet etmedi. Bu, metbuuna karşı açıktan açığa isyan demekti. Kuraş ll’nin bu hareketi, Babil kralına, Suriye ile Mezopotamya arasındaki muvasala yolunu emniyet altına almak zamanının geldiğine bir işaretti. Nabu-Naid, Harran üzerine yürüdü. Burası Babil kralının sevinç tezahürleri arasında Med garnizonunun elinden alındı. Fakat, bu hadisede, Kuraş ll'yi isyan etmiş bir vasal sayarak, tedip için üzerine bir ordu gönderen sefih Astiyag’ın gözünü açmak, etrafında beliren büyük tehlikeyi görmek için kâfi değildi.

Büyük metbu Astiyag’la, vasallarından küçük Kuraş II arasında vukua gelen savaşlar hakkında Yunan tarihçileri birbirinden farklı iki rivayet naklederler, Babil kroniği ise olayı kuru bir ifade ile sadece anlatır. Yunanlı Ctesias'a dayanan Şam'lı Nicolaos'un rivayeti, pek çok koyulaştırılmış şark renkleriyle tasvir edilmiştir. Buna göre Med-Pers sınırı üzerinde cereyan eden ilk savaş Astiyag için büyük bir zaferle sona ermiş, yenilen Pers’ler Pasargad'a doğru kaçmışlardır.

İkinci savaş ise Pasargad yakınlarında olmuş ve iki gün sürmüştür. Birinci gün muvaffakiyet Med’liler tarafında belirmiş, fakat kadınlarının teşci ettiği Pers’ler ikinci gün parlak bir zafer kazanmışlardır, üçüncü savaşın Kuraş ll'nin kesin zaferiyle sona ermesine kadar savunma durumunda kaldı.

Nihayet ordusu büyük bir paniğe uğradı. Kendisi de dağılan askerleri arasında kaçarken, az bir mukavemetten sonra tutsak düştü.

İkinci rivayet Herodotos’undur: pek az şüpheli görülen bu rivayette Herodotos, yalnız iki savaştan bahseder: Birinci savaş esnasında Astiyag harp alanında değildi. Ordusu, zulmüne uğramış olan veziri ve generali Harpag'ın kumandası altında gönderilmişti. İlk çarpışmada Harpag maiyetindeki askerlerin büyük bir kısmiyle düşman tarafına geçmiştir. İkinci savaş ise ihtiyar Astiyag'ın kumandasında vukubulmuş, büyük bir hezimetle sona ermiştir. Astiyag, ileri gelen komutanlariyle beraber esir düşmüştür.

Babil kroniği, Herodotos’un rivayetine uymaktadır. Burada şöyle denilmektedir: Astiyag ordusunu toplayarak Anşan kralı (Kuraş Il)  üzerine yürüdü. Med ordusunda ihtilâl çıktı. İsyan eden askerler, hükümdarlarını Kuraş Il’ ye teslim ettiler (M.ö. 550) Parlak zaferlerden sonra Kuraş Il süratle Hagmatana üzerine yürüdü. Keyaksar'ın başkentini zabt ve yağma etti. Bu suretle Medya imparatorluğu tarihe gömülmüş, enkazı üzerinde Kuraş II muazzam bir imparatorluk kurmuştur.

Bu beklenmedik zaferden sonra Med'ler idaresindeki bütün memleketler Perslere geçmiş, burada kuvvetli bir hükümet kurmuştur. Satrablıklara ayrılan memleketler arasında Medya ikinci derecede, Elam ise üçüncü derecede birer satrablık oldular.

Kuraş Il’nin bu zaferi, önasya tarihine yeni bir akış açan büyük inkılâbın başlangıcı oldu. Artık köle Pers'ler efendi olmuş, asil ve hâkim Med’ler ise tâbi kavim durumuna düşmüşlerdi. Bu tarihten sonra, Mata’lar yavaş yavaş Persleştirildi.

Mata dili yerine Pers dili yerleşmeğe başladı. Gerçi Mata’lar bu duruma kolay kolay uymadılar. Daha Kuraş Il nin oğlu Kambis’in hayatında Mata zadegânı Gomata adlı bir Muğ’un başkanlığı altında birleşerek, Pers’lere karşı isyan ettiler. Keyaksar devletini diriltmek teşebbüsüne giriştiler.  Fakat, Darius l’in amansız kılıcı bu hareketi kanla boğdu. Darius, Mata’ların milliyet ve egemenlik aşkını söndürmek için,  bir taraftan kılıcına, diğer taraftan da siyasi tedbirlerine hız verdi. Aydın Mata ’ları, önderlik edecek zadegânı kılıçtan geçirdi. Geri kalan halka dilini, dinini, milliyetini unutturmak için var kuvvetiyle çalıştı. Pers dili imparatorluğun resmi dili oldu. Herkes bu dili öğrenmeğe, bu dil ile konuşmağa icbar edildi. Fakat, bütün bu tazyiklere, tedbirlere rağmen Mata’lar fırsat buldukça egemenliklerini, milliyetlerini kurtarmak için silâha sarılmaktan geri kalmadılar. Zamanla nihayet Arteler yani Persler, Ari’ları yani Mata’ları maddeten yuttular fakat, manen onların kültürü altına girmişlerdi. İran Medeniyeti Elâm -Mata medeniyeti üzerine kuruldu. Pers Atlis sarayına da Pars dinine da Hagmatana sarayından, Muğ’lar dininden birçok şeyler katıldı.

Mata’ların medeniyetleriyle bunların ârî adlarını da alan Persler, onların manevi hâkimiyet nişanesini plâto üzerinde müslümanlık devrine kadar adlarında muhafaza ettiler.




İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak