14 Kasım 2023 Salı

Moğolların Bağdat'ı İstilası Müslümanların En Acı Yüzyılı XIII. YÜZYIL


Müslümanların En Acı Yüzyılı XIII. YÜZYIL



MOĞOL İSTİLASI



İslam dünyası; ardı ardına gerçekleşen haçlı saldırılarıyla boğuşurken, birden doğudan batıya doğru hızla yayılan Moğol İstilalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Daha önce tarih sahnesinde önemli bir rolü görülmeyen göçebe Moğol boyları, 1206 yıllarından itibaren Cengiz Han idaresinde güçlü bir birliktelik oluşturdular. Eski dünyanın demirden ırkı Moğollar; kısa bir süre içinde Asya'nın doğusunu, Kuzey Çin'in büyük bir bölümünü hakimiyet altına alarak Müslüman Türklerin hakimiyeti altındaki Türkistan ve Harizm bölgesine girdiler. Bu bölgede kendilerini tahkim ettikten sonra İran'a doğru sarkarak büyük-küçük demeden İslam şehirlerini yerle bir eden amansız bir saldırı başlattılar.

Jean Paul ROUX'un «Türklerin dağlı ve ilkel boyları» olarak tanımladığı putperest Moğollar; inanılması güç bir acımasızlık örneği göstererek geçtikleri her yerde yakma, yıkma ve yok etme dışında hiçbir yöntem uygulamıyorlardı. Tarihin tanıdığı az sayıdaki askeri dehalardan biri olan Cengiz; ölüm makinesi haline getirdiği demir miğferli atlı birliklerden oluşan yıldırım ordularıyla, İslam dünyasını bir baştan bir başa çiğniyor, önüne çıkan bütün mamur şehirleri harabeye çeviriyordu. Cengiz Han'ın başlattığı ve hanedanının devam ettirdiği bu kanlı süreç, öncelikle Moğolistan'dan Azerbaycan ve Güneydoğu Anadolu'ya kadar uzanan İslam memleketlerinde çok acıklı manzaraların yaşanmasına sebep oldu. Nitekim büyük tarihçi İbn-i Esir, Moğol vahşetini kitabına şu cümlelerle kaydetmiştir:

"Bu büyük ve dehşet verici olay, muazzam musibet, gün ve gecelerimizi kararttı, hayatımızı perişan etti. Bölgede yaşayan bütün insanları ve özellikle Müslümanları kökünden kazıdı. Şayet birisi çıkar da;

«Cenab-ı Allah'ın Hz. Adem'i yarattığı günden bugüne kadar bu büyük felaketin benzeri görülmüş ve yaşanmış değildir.» derse, mutlaka doğru söylemiş olur.

Moğol İstilası felaketini yazan tarihler bu olayı bütün dehşetiyle ne kadar anlatıp dursalar, yine de kıyısından, kenarından geçmemişlerdir diyebilirim.

İnsanoğlunun yeryüzünde yaşadığı en büyük musibet ve felaketlerden birisi olarak, Buhtunnasr'ın (Nebukadnezar) İsrailoğulları'na karşı giriştiği katliam ve Kudüs şehrini tahrip etmesi olayı kaydedilir. Bu lanetli heriflerin tahrip ettiği ve Müslümanların başına getirdiği felaket ne İsrailoğulları'nın başına gelen felakete benzer, ne de Kudüs'ün tahrip edilmesine ... Harabeye çevrilen her bir şehir Kudüs'ün başına gelen felaketi yaşamıştır. Müslümanlardan öldürülenlerin sayısı İsrailoğulları'ndan öldürülenlerle kıyaslanamaz. Moğolların bir şehirde öldürdükleri Müslüman sayısı belki de yeryüzünde yaşayan bütün yahudilerin toplamından çok daha fazla idi.

Cenab-ı Allah'tan temennimiz, bu dünya ayakta durduğu müddetçe, kıyamet kopuncaya kadar; Ye'cüc ve Me'cüc olayı hariç, bir daha böyle büyük bir musibet ve dehşet verici bir felaketin insanların başına gelmemesidir.

Yine Tarihçi Cüveyni, «Cihangüşli» adlı eserinde Buhara ve Semerkand şehirlerinin başına gelen felaketi anlatırken şöyle söylemektedir:

"Kıyamete kadar nesiller çoğalsa bile, bu şehirlerin nüfusunun onda birine çıkamaz."

Cengiz'in tarih sahnesine çıktığı yıllar, İslam dünyasının siyasi açıdan tam bir dağınıklık içerisinde olduğu yıllardı. Bilindiği gibi Büyük Selçuklular dağılmış, hükmettiği topraklarda mahalli Selçuklu devletleri ve atabeylikler kurulmuştu. Abbasi Halifeliği'nin hakimiyet alanı sadece Irak'la sınırlı kalmıştı. Haçlı saldırılarının bütün hızıyla devam ettiği bu dönemde, İslam dünyası İsmaili-Batıni akımlarla da uğraşmaktaydı. Aynı dönemde, batı Avrupa'nın güçsüz feodal krallarını etkisi altında tutmayı başaran papalık da bütün enerjisini Haçlı Seferleri düzenleyerek mukaddes Kudüs şehrini ele geçirme yolunda harcamaktaydı. Ayrıca Rusyada da Moğolları dengeleyecek büyüklükte bir devlet mevcut değildi.

Asıl adı Temuçin olan Cengiz Han, dağlı göçebe Moğol birliklerinden disiplinli bir ordu kurduktan sonra Moğolistan'da sadece birkaç bin asker bırakarak 1205 yılında Çin'e saldırdı. Bu askeri harekat Moğol yayılışının ilk adımı olarak tarihe geçti. Temuçin; girdiği bütün şehirleri vahşice talan ettirdiği gibi, başkent Pekin'i de yakıp yıktı. Korku ve dehşet uyandıran bu seferiyle Kuzey Çin bölgesinin hakimiyetini ele geçirerek büyük bir itibar elde etti. Bir süre sonra güneye yönelen Moğol orduları bu bölgeyi de ele geçirerek Cengiz Han'ın sultasını Güney Çin'de de tesis etti.

1218-1220 yılları arasında Cengiz'in orduları Orta Asya hakimiyeti için ilk kez Müslüman Türklerle karşı karşıya geldi. Cengiz'in Moğolistan'dan başlayıp Çin' in kuzey ve güney bölgelerini de istila etmesiyle sonuçlanan emperyalist tutumu, komşusu Müslüman Harizmşahları da tedirgin etmişti. İki ülke arasında gerçekleştirilen diplomatik temaslarda, Cengiz Han'ın Harizmşahlar hükümdarı Muhammede kendisini «baba» kabul etmesini telkin ederek üstünlüğünü tescil ettirmeye çalışması da Müslüman tarafta siyasi bir gerginlik yaratmıştı. Bunun üzerine Cengiz Han'ın ticari heyet adı altında ülkesine casuslar gönderdiği şüphesine kapılan Kutbuddin Muhammed Şah, Otrardaki valisinin verdiği bilgiye dayanarak yüz kişilik Moğol heyetini öldürterek içinden çıkılması zor bir diplomatik krizin oluşmasına zemin hazırladı. Bu durum Cengiz Han'ın eline İslam ülkelerine karşı çoktandır beslediği emperyalist arzularını gerçekleştirebileceği önemli bir fırsat verdi. Eline iyi bir saldırı gerekçesi geçtiğini düşünen Cengiz Han, saldırıdan kaçınamayacak bir durumda kaldığını şu sözlerle ifade etmiştir:

''Altın dizginlerimin Müslümanlar tarafından koparılmasına nasıl müsaade edebilirim? Kendisinin «Moğol Ticaret Heyeti», Harizmşahların ise «Moğol Casusları» olarak kabul ettiği Moğol heyetinin öldürülmesine böyle yaklaşan Cengiz Han, 1219 tavşan yılında Müslüman halka karşı büyük ve acımasız bir sefer başlattı.

Vahşi Moğol birliklerinin çekirge sürüleri gibi Orta Asya Müslüman Türk şehir ve kasabalarını istilaya başlamasının önündeki en büyük engel sayılan Harizmşah Sultanı Muhammed Tekiş, güçlü ordusuna rağmen Moğollarla açıktan bir meydan savaşını göze alamadı. İlk yıkım haberleri karşısında paniğe kapılarak doğru dürüst bir savunma hattı da oluşturamadı. Bunun üzerine kuvvetlerini bölüp ülkesini şehir şehir savunma pozisyonuna geçmesi Cengiz'in işini daha da kolaylaştırdı. Böylece başta Otrar olmak üzere Hokant, Buhara ve Semerkand gibi birçok mamur İslam kenti Moğolların insafına terk edilmiş oldu. Muhammed Tekiş bir daha Moğolların önüne çıkamadı. Önce İran içlerinde Mazenderan'a, ardından da daha güvenli olduğuna inandığı Hazar Denizi'ndeki Abeskun Adası'na kaçtı. Bir müddet sonra o adada öldü.

Onun ölümü üzerine Harizmşahlar Devleti'nin başına gerçek bir İslam kahramanı olan Celaleddin Harizmşah geçti. On yıl boyunca o da Moğolları durdurmaya çalıştıysa da kuvvetlerinin yetersizliği yüzünden buna muvaffak olamadı. Moğollara karşı Kuzey Hindistan hattında başlattığı direnişi azimle sürdürmesine rağmen önce Irak'ın Basra bölgesine, ardından Azerbaycan'a ve nihayet Anadolu'ya kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Moğollara büyük zayiatlar verdirmesine ve birçok mevzii zafere imza atmasına rağmen Celaleddin Harizmşah, emrindeki askeri gücün sınırlı oluşu yüzünden Moğolları durdurma ve İslam topraklarından atma idealini gerçekleştirememiş ve hayatını Doğu Anadolu'da acı bir suikast sonucu kaybetmiştir.

Celaleddin Harizmşah, Cengiz'in bile hayran olacağı kadar gözü pek, cesur ve mahir bir askerdi. Moğollarla giriştiği bir savaşta sıkıştırıldığı bir uçurumdan ırmağa atlayarak kurtulmayı başarmıştı. Bu duruma hayranlıkla şahit olan Cengiz Han;

"Ona hiçbir şey yapamazsınız. Böyle soğukkanlı ve cesur bir adam, bütün sıkıştırma denemelerinize karşı koyacaktır. Böyle bir oğula sahip her baba gurur duyabilir. Ve her oğul da böyle bir babanın soyundan geldiği için gurur duyabilir." demekten kendini alamamıştır."'

Yine Ermenistan bölgesinde süren bir savaşta Ermeni kralına haber gönderip;


"Boşuna askerler kırılmasın; ikimiz dövüşelim, kazanan galip sayılsın!" diyecek kadar kendine güvenen bir cengaverdi. Ne yazık ki, Harizmşah Sultanlığı bu başa göre çelimsiz bir vücut taşıyordu.

1221-1222 yıllarında Cengiz'in seçme komutanları Cebe ve Subutay komutasında gerçekleştirilen saldırıların ardından Horasan üzerinden Irak-ı Acem ve Azerbaycan'a girmeyi başaran Moğol birlikleri geride yanmış yıkılmış şehir ve kasabalar, viraneye dönmüş ev ve ocaklar, onlarca yıl geçse de izi silinemeyecek vahşi manzaralar bırakmıştı.

Moğol İmparatorluğu'nun genişlemesi Cengiz Han'ın 1227'de ölümünden sonra da devam etti. Ancak dünyayı titreten bu Moğol İmparatoru tarihe ceberutluğun ve ayak bastığı yerleri ateş topuna çeviren acımasız bir saldırganlığın sembolü olarak geçti.

Onun ölümünden sonra başa geçen Ôgedey döneminde Moğollar; hem Çin içerisinde güçlerini pekiştiren seferler yaptılar, hem de güçlü ordularıyla, prenslerden Batu kumandasında önemli bir direnişle karşılaşmadan Doğu ve Orta Avrupa'yı işgal ettiler. Nitekim tek bir merkezden idare edilemeyecek büyüklükteki bu muazzam devlet, Cengiz'den kısa süre sonra oğulları arasında dört hakimiyet sahasına bölündü.


ALTIN ORDA HANLIĞI (1242-1502)


Rusya, Doğu Avrupa, Kırım, Kafkaslar ve Kıpçak düzlüklerinde hakimiyetini diğer Moğol prenslerine kabul ettiren Batu Han (1226-1256) bu geniş coğrafyada Altın Orda Devleti'nin temellerini attı. İdil Nehri'nin aşağı havzasında Saray kentini kurarak burayı devletinin başkenti yaptı. Topraklarını doğuda ve batıda genişlettiği gibi, ölmeden önce Polonya ve Litvanya'yı da vergiye bağlayarak devletini güçlü bir imparatorluk haline getirdi.

Cengiz Hanedanı'ndan Berke Han (1256-1266) İslamiyet'i seçen ilk Altın Orda hanı oldu. Berke Han'ın iktidar dönemi, devletin en parlak dönemi olarak tarihe geçti. Zamanla İslamiyet sivil ve asker Moğol ahali arasında daha geniş kitlelerce benimsendi. Özbek Han zamanında İslamiyet devletin resmi dini haline geldi.

Altın Orda Hanlığı zamanla taht kavgalarıyla çalkalanmaya başladı. Toktamış Han, Timur'un desteğiyle başa geçip devleti toparladıysa da 1391-1395 yılları arasında yine Timur'un bölgeye düzenlediği seferlerle zayıflayarak çeşitli hanlıklara bölündü. Ortaya Kırım Hanlığı, Kasım Hanlığı, Gücüm Hanlığı, Astrahan Hanlığı gibi kimi uzun kimi kısa süre ayakta kalacak çeşitli devletler çıktı. Ancak Altın Orda Devleti'nin dağılıp parçalanmasının İslam dünyası için en trajik sonucu, dünya tarihini de köklü bir biçimde etkileyecek olan Rusya İmparatorluğu'nun çekirdeği Moskova Knezliği'nin temellerinin atılmasına zemin hazırlamış olmasıdır. Moskova Prensliği zamanla bölgedeki Müslüman hanlıkları birer birer etkisiz hale getirip kendisine bağlayarak Rusya Çarlığı'nı meydana getirecektir.


İLHANLILAR (1256-1336)


Cengiz'in torunu Hülagu tarafından kurularak İran, Irak, Azerbaycan ve Anadolu'da hakimiyet kurmuş etkili bir Moğol devletidir. Cengiz'in askeri politikalarını sürdüren bu devletin İslam dünyasını kritik bir şekilde etkileyen iki önemli zararı görülmüştür.

Bunlardan ilki, Anadolu Selçuklu Devleti'ni yıkılma sürecine sokan büyük Moğol saldırısıdır. Nitekim 1243 yılında Sivas'a seksen kilometre mesafede Kösedağ'da yapılan savaşta tecrübesiz sultan Gıyaseddin Keyhüsrev'in emrindeki Anadolu Selçuklu ordusu bozguna uğratılmış ve Anadolu' da siyasi hakimiyet İlhanlıların eline geçmiştir.

İlhanlıların Suriye ve Mısır'a yönelmeleri üzerine bir Kıpçak Türk'ü olan Baybars, İslam dünyasının yardımına koşarak İlhanlı ordusunu Ayn Calut Muharebesi'nde (1260) Filistin önlerinde durdurdu. Tarihe Moğolları yenmeyi başaran ilk komutan olarak geçen ve ardından Memluk tahtına oturan Sultan Baybars, Anadolu'daki İlhanlı sultasından kurtulmak isteyen bazı Selçuklu beylerinin yardım talebi üzerine 1277 yılında Anadolu'ya gelerek Elbistan' da Moğolları bir kez daha yenmeyi başardı. Ancak onun bölgeden ayrılmasının ardından Anadolu'ya gelen İlhanlı hükümdarı Abaka Han, aralarında sivillerin de bulunduğu on binlerce kişiyi katlederek gelenekleşmiş Moğol barbarlığını bir kez daha hatırlattı.

Moğol saldırısından sonra Anadolu Selçuklu Devleti her ne kadar varlığını 1300'lere kadar sürdüyse de, bir daha toparlanamayarak parçalandı. Anadolu'da, beylikler dönemi başladı. İçinde Osmanlı Beyliği'nin de bulunduğu on beş civarındaki Türk beyliği bu dönemin ürünüdür.


BAĞDAT'IN SUKUTU


Moğolların İlhanlı kolunun en önemli zararlarından biri de, dünya tarihindeki en önemli soykırım olaylarından biri olan "Bağdat'ın ele geçirilmesi ve bir milyona yakın Müslümanın kılıçtan geçirilmesi" olayıdır. Moğol saldırılarında Bağdat'taki saray, konak, medrese, kütüphane, cami ve kışla gibi bütün medeniyet unsurları tahrip edilmiş, Müslüman ahali eşine rastlanmayan bir acımasızlıkla hunharca katledilmiştir.

Hatta Hülagu'yu tanımakta gecikmiş olduğu gibi, ona karşı koymak için de yeterli bir kuvveti bulunmayan Halife Musta'sım, aile efradıyla öldürülmüştü. Moğolların vahşetle özdeşleşerek tarihe geçmelerine sebep olan bu yıkım ve katliam sonucunda beş yüz yıllık Abbasi Halifeliği de tarihe karışmıştır. Döneminin en büyük kültür merkezi olan Bağdat'ın bu feci sukutu, İslam dünyasında telafisi imkansız sosyal ve siyasi kargaşalara sebep olmuştur. Dicle'nin kıyısına yaslanmış bu büyük medeniyet merkezinin maruz kaldığı yıkım, katledilen insanların ve barbarca yırtılıp nehre atılan kitapların çokluğu yüzünden tarihçilerce;

"Dicle, on beş gün kan ve mürekkep aktı." sözleriyle ifade edilmiştir.

İlhanlıların göçebe yöneticileri çok geçmeden üstün yerli kültürün etkisi altına girdiler. Böylece tarih bir kez daha beynin pazuya üstün geldiğine şahit oldu. Yıkmak, öldürmek, yok etmek için belli bir kültüre ihtiyaç duyulmamıştı. Ancak kalıcı bir yönetim için iyi bir vergi sistemine, mal ve hizmetlerin güvenli bir yapı içerisinde dolaşımına ihtiyaç vardı. En önemlisi de, yönetici sınıfın sosyal ve kültürel yönden yönetilenlerle asgari bir müşterekte birleştirilmesi gerekiyordu. Muzaffer İlhanlı komutanlarının bu sayılan alanlarda İran ve Irak'ta mahalli Müslüman yöneticilerden faydalanmaktan başka seçenekleri yoktu. Çok geçmeden İslamiyet, Moğol kültürünü devam ettirmeye çalışan yönetici sınıfların da ilgi alanına girdi.

Büyük İslam bilgini Nasıruddin Tusi'nin bu değişimde çok önemli rolü olmuştur. O, Moğolları ikna ederek İran'ın çeşitli bölgelerinde birçok medreseyi kurduğu gibi Meraga'da büyük bir rasathane yapımına da muvaffak oldu. Bu durum Moğolların Müslümanlara önce iyi davranmasında daha sonra da İslam kültürüne geçmelerinde etkili oldu.

Aynı kritik rolü, Anadolu'da Konya'da önemli bir kültür merkezi oluşturarak Mevlana Celaleddin-i Rumi gerçekleştirdi. O, tüm Moğol işbirlikçisi suçlamalarına karşın İslamiyet'i sevgi ve irfan yoluyla Moğollara sunmayı başardı ve Moğolları etkisizleştirerek tahribatlarını da asgari seviyeye indirdi. Zaten zamanla Moğollar, Çin hariç girdikleri bütün topraklarda İslam alimlerinin çalışmaları sayesinde yumuşamış ve İslamiyet'e karşı ilgi duymaya başlamışlardı. Bu ilgilerini Müslüman tebaaya haklarını iade etmekle gösteren Moğol yöneticiler, hükümdarları Ahmed Teküdar'ın Müslüman olmasıyla İslamiyet'e daha da sıcak bakmaya başladılar. Dönemindeki başarılarıyla İlhanlıların en büyük hükümdarı sayılan Gazan Mahmud Han'ın İslamiyet'e geçmesi, ilhanlıların ihtidasını daha da hızlandırdı. Gazan Han ekonomiyi düzeltmek için talanı, haracı ve katliamları yasaklayarak yeni kanunlar koydu. Bütün bunlar, Moğolların giderek yerleşik hayata geçmelerini sağladı.

Gazan Han'ın halefi Olcaytu Han, samimiyeti ve entelektüel birikimiyle Moğolların kültürel dönüşümünün tamamlandığının işaretlerini veren bir iktidar dönemi yaşadı. Bölgedeki güçlü İslam kültürünün «demir yumruk» Moğol komuta kademesini kendi potasında eritmesiyle İlhanlı hanedanının eski siyasi gücü de zayıflamaya başladı. İlhanlıların tarih sahnesinden çekilmesinin ardından, İran ve Doğu Anadolu'da, hakimiyetlerini uzun süre devam ettiren Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri boy gösterdi.


ÇAĞATAY HANLIĞI (1227-1370)


Cengiz'in oğullarından Çağatay Han tarafından Batı ve Doğu Türkistan' da ve Maveraünnehir vadisinde kurulmuş bir Moğol devletidir. Tam bağımsız ve gerçek kuruluşu Duva Han zamanında tamamlanan Çağatay Hanlığı'nın ilk Müslüman hükümdarı Tarmaş Han'dır. ( 1326) Tarmaş Han Alaaddin adını aldı ve onun zamanında Moğolların İslamiyet'e geçişleri hızlanmış oldu. Zamanla bugünkü Özbekler, Maveraünnehir'e hakim olarak bu devletin devamını oluşturdular. Çağatay Hanlığı artan iç karışıklar sebebiyle güçsüz bir hale geldi. 1370 yılından itibaren Türkistan'da Cengiz soyundan geldiği kabul edilen Timur'un tarih sahnesine çıktığı yeni bir dönem başladı. Timur, Cengiz gibi zırhlı birliklerden oluşan ordusuyla kısa zamanda Türkistan' dan Anadolu'ya kadar uzanan güçlü bir imparatorluğu kurmayı başardı. Cengiz'den farklı olarak Timur, İslamiyet'i benimsemiş bir kişidir.


KUBİLAY HANLIĞI (1280-1368)


Çin'de Cengiz Han'ın oğullarından Kubilay Han tarafından kuruldu. Kore' den Almanya'ya kadar uzanan Moğol şiddet imparatorluğunun en etkili devletiydi. Gerek Altın Orda, gerekse İlhanlı ve Çağatay Hanları hiyerarşik olarak Kubilay Han'ın ve haleflerinin otoritesinin kendilerinden üstün olduğunu kabul etmişlerdi. Nitekim bu hiyerarşik üstünlüğü Kubilay Hanlığına hediyeler göndererek, vergilerden pay ayırarak gösteriyorlardı. Zamanla Çin milli isyanı sonucu Moğolların Çin'deki hakimiyeti zayıflayarak yıkıldı. Moğolların etkili olduğu yıllarda Çin Müslümanlarının Budist ve Konfüçyanist çoğunluğa karşı himaye görmüş olması bu devletin olumlu yanlarından birisidir.


MOĞOLLARIN İSLAM MEDENİYETİNİN GELİŞİMİNE OLUMSUZ ETKİLERİ


Şüphesiz Moğolların bu beklenmedik vahşi çıkışları, İslam medeniyetini son derece olumsuz etkileyen talihsiz bir gelişme olmuştur. Hatta bu gelişmeyi tek başına İslam dünyasının geri kalmışlığının sebebi olarak gören ilim adamlarından Prof. Dr. Osman TURAN:

"Gerçekten medeni hayatın tahribinden ve İslam dünyasının büyük bir felakete uğramasından sonra ilim ve kültürün gerilemesi için başka şart ve sebepler aramak beyhudedir. -ifadeleriyle bu felaketin İslam medeniyetine kritik etkisini ortaya koymuştur.

Moğolların Orta Asya işgallerinde inanılmaz oranlarda kan akıttıkları hemen hemen tüm kaynaklarda sabittir. Buhara, Semerkant, Ürgenç ve bir dönem Selçuklu Sultanı Sancar'a merkez olmuş Merv şehri teker teker Moğolların vahşi saldırılarıyla tek kelimeyle yok edilmişlerdir. Kaynaklar sadece Merv' de 700.000 ila 1.300.000 arasında Müslümanın şehid edildiğini kaydetmiştir. Yine kaynaklar milyonlarca insanın katledildiğinde hemfikirdir. Moğol tahribatının görgü tanığı büyük tarihçi Cüveyni, «Cihangüşa» adlı eserinde bu büyük felaketi şöyle tarif etmektedir:

"Cengiz Han'ın zamanına kadar dünyada muhtelif devletler ve kavimler mevcuttu.

Bunlardan gurur, kibir ve taşkınlığı en uç noktalara kadar çıkarmış kavimlere karşı Allah, Cengiz'e kuvvet verip onu han yaptı. O da Türkistan'dan Suriye'ye kadar kendine karşı koymaya çalışan ne kadar hükümdar varsa aile ve askerleri ile beraber hepsini yok etti. Yüz bin nüfuslu şehirlerde yüz kişi bile bırakmadı. Bu sözümüzü, ismi olup cismi olmayan şehirler doğrulamaktadır.

Her şeye rağmen İslam dünyası Moğollardan sonra yeniden toparlanmış ve Moğolların baskılarından kaçan yüz binlerce Türkmen, Anadolu' da büyük bir hareketliliğin habercisi olmuştur. Moğol fırtınasını atlatan İslam dünyası Osmanlı ile batıya yönelmiş, yeni ufuklara yelken açmıştır.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Mevlana / Konya

 


13 Kasım 2023 Pazartesi

Anadolu'da Yaşam | Yer Altı | TRT Belgesel

RECONQUISTA'NIN BAŞARIYA ULAŞMASININ SEBEPLERİ, MÜSLÜMANLAR İLE HIRİSTİYANLAR ARASINDA MEDENi, SOSYAL, EKONOMİK, TİCARi VE KÜLTÜREL İLİŞKİLER-1

Reconquista'nın Başarıya Ulaşmasının Sebepleri


İslam fethinin ilk yıllarında başlayan İspanya Hıristiyanlarının direnişi, uzun yıllar boyunca bilinçli bir şekilde ısrar ve sabırla sürdürülmüştür. Bu direniş, yerleşen İslam hakimiyetinin zamanla kalıcı bir karakter kazanmasına rağmen yok olmamış bilakis, Hıristiyanların Endülüs'ü geri alma yani Reconquista hareketine dönüşmüş ve Endülüslü Müslümanların hazırladıkları fırsat ortamlarında Reconquista başarıya ulaşmıştır.

İberya Hıristiyan toplumunun Endülüs Müslümanlarına karşı gerçekleştirmiş olduğu bu hareketin başarısı altında yatan çeşitli etkenler bulunmaktadır. Bunları basitten daha önemliye doğru sıralayarak üç başlıkta özetledik: 1 . Fiziki şartlar, 2. Hıristiyanların dini, siyasi, toplumsal, askeri durum ve motivasyonu, 3. İç kargaşa sebebiyle Müslümanların zaaf yaratan tavırları. 



1- Fiziki ve Coğrafi Şartların Getirdiği Avantajlar


Himyeri ve İdrisi gibi İslam coğrafyacı-tarihçilerinin verdikleri bilgilere baktığımızda, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında yapılan savaşların kaderini belirleyen etkenlerin, tarafların hazırlık ve güçleri yanında İberya Yarımadası'nın fiziki-coğrafi şartlarında da aranması gerektiği sonucuna varırız. Dağlar, platolar, nehirler, ovalar ve insan aktivitesini -iletişimini sağlayan yollar ile kaleler ve şehirler, savaşlara büyük etkisi olan tabiat unsurlarıdır. Reconquista'nın cereyan ettiği asırlar boyunca, Endülüs'ü baştan başa her yandan bir ağ gibi saran kara, deniz ve nehir yollarının sağladığı ulaşım kolaylığı, diğer fiziki şartlar içerisinde en dikkate değer olanıdır. Yolların önemli bir kısmını ve bağlantı noktalarını elinde bulunduran taraf, bunu siyasi-askeri ve ticari hakimiyeti yolunda değerlendirme avantajına sahip oluyordu.

Endülüs Yanmadası'nın yol sistemi, Roma döneminde oluşmuş ve daha sonra iki ana istikamette dallanarak şekillenmiş bir yapıdan ibaretti. Bu ana istikametlerin hareket merkezlerinden birisi, Hıristiyan hacıların uğrak yeri olan Şente Yakub, diğeri ise, Müslümanların siyaset-medeniyet merkezi olan Kurtuba idi.

Yol sistemi, bir devletin iletişim-ulaşım sisteminin de esasıdır. İletişim konusunda Doğu İslam dünyasında ve Endülüs'te görülen dikkat çekici devamlılığın benzeri sadece İspanya Hıristiyan devletlerinde değil, bütün Avrupa ülkelerinde yoktu. Roma' dan sonra okumasız yazmasız bir medeniyet getiren Cermen istilası haberleşme geleneğini de ortadan kaldırmış, devlet kavramından yoksun barbar krallıkları V. yüzyıldan IX. yüzyıla kadar devlet posta servisinden habersiz olmuşlardı. Charlemagne'ın IX., I.Othon'un X. yüzyılda kurdukları imparatorluklar bile bunu başaramamışlardı.

XIII. yüzyıl sonunda gelirinin yüzde birini posta giderleri için harcayan Phlippe Le Bel bile bir örgüte sahip değildi. Sözkonusu durum doğrudan toplumun örgütlenme biçimiyle ilgiliydi. Ortaçağ Avrupa'sında hakim olan feodal toplum düzeni, Avrupa'nın Batı dışı halkların baskısı altında kendini korumak için aldığı tamamen içe kapanık bir örgütlenme biçimiydi. Feodalizmin temeli, belirli toprak noktalarına yerleşmiş ve aşılmaz duvarlarla, kalelerle korunan küçük üretim birimleridir. Bu küçük birimler, merkezi haberleşmeyi gerektirecek bir özellik taşımamaktaydılar. Dış dünyadan düzenli bilgi akışı yoktu. Kral habercileri bile uzun süre yaya gidip gelmek zorunda kalmışlardı. Devlet kurumunun söz konusu olmadığı bu düzende örgütlü bir iletişim sistemi de bulunmamakta ve toplumlar arası ilişki son derece sınırlı bir hüviyet gösterdiği için yaygın bir haberleşme ihtiyacı da duyulmamaktaydı. Halbuki Roma'nın bu konuda güçlü bir örgüte sahip olduğu bilinmektedir.

Batı Avrupa'nın büyük bölümünde, bilhassa İspanya'da Roma'dan miras kalan yollar bulunmaktaydı. Fakat, bu yollar onarılamamıştı. Bu yüzden, yolcular mümkün olan her yerde su yolunu tercih etmekte, sıklıkla büyük nehirleri kullanmaktaydılar. Fakat, esas tercih denizlerdi. Tüccarlar mallarını katır kervanlarıyla veya su yoluyla taşımaktaydılar. İletişimin ancak doğrudan ilişkiler çerçevesinde sağlanabildiği Hıristiyan dünyasında gezginci şairler, din adamları ve tek tük görülen haber mektupları dış dünya ile ilgili sınırlı haber ihtiyacını karşılayan unsurlardı. Bunun yanında panayırlarda toplanılması suretiyle sağlanan yüzyüze ilişkilerle hiç değilse genel bir haberleşme mümkündü. Bu ortamda toplumsal bilincin yaygınlaştırılması görevi ise kilisenindi. Etrafı surlarla çevrili küçük birimlerde bu işi papaz yüzyüze görüşmeyle, vaazla gerçekleştiriyordu. Bu düzende eğitimin temel prensibi, toplumsal değerlerin kuşaklar arasında hiç bozulmadan aktarılmasıydı.

Hıristiyan dünyanın bu durumuna karşın, İslam dünyası daha gelişmiş iletişim imkanlarına sahipti. Konumuzla ilgisi bakımından baktığımızda, Doğu İslam dünyasından Endülüs' e giden yolda yani Kuzey Afrika'da III./IX. yüzyılda önemli yolların hemen hepsinin hedefi Kayrevan idi. Bütün kıyı boyunca bekçi kuleleri vardı ve trafiğin emniyeti sağlanmış bulunuyordu. Aşağı Mısır' dan iki büyük yol batıya gidiyordu. Bunlardan birisi, eski çağlarda olduğu gibi deniz kenarında, öteki ise daha güneydeydi. Posta başlangıçta ikinci yolu takip ediyordu (tariku's-sikke). Yol daha sonra Trablus'a dönüp buradan doğrudan doğruya Kayrevan'a gidiyor ve onu geçince tekrar kıyı boyunca devam ediyordu. Yolun mil işaretleri vardı. Kayrevan' dan Atlantik Okyanusu sahilindeki Susü'l-Edna'ya kadar 2150 mildir. İşte bu yol, Endülüs ile Doğu arasındaki trafiğin ana karayoluydu.

Endülüs'te ise, iki toplum merkezi etrafında şekillenmiş olarak Hıristiyan ve Müslüman bölgelerini birbirine bağlayan stratejik ve ticari yollar, Şente Yakub'tan hareketle Braga, Oporto, Kulumriye ve Şenterin'den Üşbune'ye; Tacu nehrini geçerek ayrılan istikamette Almada' dan hareketle Setubal, el­ Kasr (Alcacer), Bace ve Serpa vasıtasıyla İşbiliye'ye; Aşturga'dan hareketle Semmfüe, Şelemenka, Caceres ve Maride içinden İşbiliye'ye (The Silver Road, Gümüş Yol); Doğu sahillerine ulaştıran eski Augusta yolu Berşelune'den hareketle Tarrakune, Belensiye ve Mürsiye'yi geçerek Kartacene'ye (Cartagena); son olarak da Tuleytula'dan bütün bölgelere yayılan yollar önce Maride'ye; Abile yolundan Şelemenka'ya; Şekubiye ve Simancas yolundan Semmfüe'ye; Medinetü's­ Salim (Medinaceli) ve Vadi'l-Hıcare (Guadalajara) yolundan Sarakusta'ya; Üric (Oreja), Vebze ve Kunka üzerinden Belensiye'ye; Kunsfcre (Consuegra) ve Basit (Albacete) yoluyla Şatıbe'ye (Jativa); Despenaperros ve Beyyase geçidindeki Kunsfere yolundan Endülüs'ün güney ucu kıyılarına; veya Malekun (Malagun), Kal'atü Rebah, Erek ve Müdevver (Almodvar) yoluyla Kurtuba'ya çıkar.

Roma dünyasıyla ilgili "bütün yollar Roma'ya çıkar" söylemiyle, tarihi şartların çağrıştırdığı benzeşim sonucu İberya tarihi coğrafyası için de söylenebilecek veciz ifade, bütün yollar Tuleytula ve Kurtuba'ya çıkar olabilir. Ancak, bu yollardan dost ya da düşman herkes geçebileceği için onların korunması önem arz etmekteydi. Mesela, yağışlı havalarda korumasız fakat, aşılamaz hale gelen yolların çamur sorununu I.Alfonso 1126 tarihinde fark etmiş ve III.Fernando ise, 1236 tarihinde gerçekleştirdiği Kurtuba kuşatmasına giderken izsiz, yerleşimsiz alandan yol bularak yağış engelini aşmayı başarmıştı. Bu bilgiden, o yıllarda kuzeyden gelen Kurtuba yolunun bağımsız olduğunu anlıyoruz. Belki de İslami dönemde bu yolun, birgün Hıristiyanların eline düşebilir ihtimaline karşı bilinçli olarak böyle bırakılmış olduğunu düşünebiliriz. Her iklim şartında yakın kale muhafızlarınca iyi korunan Batalyevs, Maride, Medellin ve Kal'atü Rebah'ta Vadiane (Guadiana) geçitleri; Tütayle, Sarakusta ve Turruşe bölgelerindeki İbru nehri geçitleri ile Tacu nehri üzerinde bulunan el-Kantara (Alcantara), Talebire, Tuleytula, Fentidfinya (Fuentiduena) ve Üric (feribot benzeri) mevkilerinde bulunan köprüler, nehirlere karşı yolların aşılmasına yaradığı gibi, saldırı harekatlarında taraflara savunma veya taktik avantaj noktası da teşkil etmekteydi. 

Yarımadayı saran bu yollar ve köprüler, Hıristiyan devletlerin Reconquista hareketinin belkemiğini teşkil eder nitelikteydi. Ticaret, savunma ve savaş gibi hayati konuları, bu tür fiziki vasıtalar sayesinde toplumsal gerçekliğe dönüşebiliyordu. Nitekim Portekiz Krallığı, Roma'nın Braga adli bölgesinin mirasçısı olarak, bölge yöneticilerinin işgal ve yağma amaçlı seferleri için kullandıkları Braga-Üşbune yolu aşağısındaki bölgede gelişerek olgunlaşmıştır. Aynı şeyi, Aşturga bölgesinden başlayarak Semmure, Şelemenka, Kasareş ve Maride yoluyla lşbiliye'ye ulaşan Gümüş Yol hattı boyunca gelişen Leon krallığı; ya da Tarrakune bölgesinin bir parçası olarak meydana çıkan ve Augusta yolu boyunca yayılarak gelişen Katalonya-Barselona krallığı için de söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Eski Kastilya, güneye götüren büyük yola sahip değildi. Onun anayolu doğu-batı istikametinde geliştiği için Sarakusta ve Liyün'a karşı ilgisi gelişmişti. Ancak, Kastilya ne zaman ki Tuleytula'yı ele geçirdi (478/1085), işte o zaman Güney Endülüs'e yani, Kurtuba ve İşbiliye'ye doğru yolu pürüzsüz şekilde açılmıştı. Zaten, Reconquista'nın hızlanması da bu zamana tekabül etmektedir.

Fiziki şartların önemli unsurlarından olan kalelere gelince, bunlar esas olarak şehirlerde ikamet eden ve asıl amacı düşmana ait yerleşim yerlerini ele geçirmek olan, ayrıca yeri geldiğinde yağmacılıktan da hoşlanan savaşçıların etkili müdafaa merkezleriydi. Bu sebeple, şehir duvarları Abile'de olduğu gibi yüksek (13 m) veya Kuriye'de olduğu gibi kalın olmalıydı. Endülüs kaleleri klasik Ortaçağ, Roma, hatta Tarrakune gibi Roma öncesi dönemi işçiliğini, Tuleytula'daki Tacu vadisi benzeri doğal nitelikleri, ya da Şekubiye'deki Roma su kemeri gibi erken dönem yapı özelliklerini yansıtırlar. Ukliş'te olduğu gibi pekçok şehrin, savunmacıların son çare olarak geri çekilip sığındıkları bir iç kalesi vardır. İç kale ve dış kalenin de dışında nüfusu sürekli artan yerleşim yerleri, çağın savunma anlayışıyla tezat teşkil eder tarzda gelişme gösterirdi. Nitekim, şehrin bu banliyösü düşmanın saldırısına ilk hedef olduğu için genellikle savaşın ıstırabını ağır şekilde çeken taraf olurdu.

Endülüs şehirlerinin çoğu, direkt bir saldırıya veya kısa bir kuşatmaya karşı mukavemet edebilirdi. Ancak, bütün modern çağ öncesi dünya kalelerinde olduğu gibi, açlıktan ölmenin eşiğine getirecek tarzda şiddetli ve uzun kuşatmalar sonunda teslimiyet kaçınılmaz olurdu. Bu tür kuşatmalarda başarılı olmak için uzun hazırlıklar ve hatta birkaç kez sefere çıkmak gerekebilirdi. Endülüs Yarımadası'nda cereyan eden Reconquista savaşlarına bakarak diyebiliriz ki, bir fetih ya da işgal hareketinin metodu normalde üç aşamayı içerirdi. Birincisi, şehir topraklarına genel bir saldırı yapılarak şehir dışındaki yılların birikimi emlak, mallar ve ürünler tahrip edilir. İkinci olarak, kuşatmanın etkisini artırıcı mahiyette şehir civarındaki kaleler ele geçirilerek kentin yiyecek ve lojistik destek kanalları kapatılır. Son aşama olarak da, şehrin idari kısmı tahrip edilerek, kuşatmacıların kendi yiyecek stokları tükenmeden önce kuşatılanların beslenme kaynakları tükenip açlıktan ölme tehlikesi karşısında teslim olmaları beklenirdi. 



2. Reconquista Sonucu Hıristiyan Halkın Yeniden İskan Edilmesi


İspanya'da Müslümanların fethettikleri yerleri İslamlaştırma politikası kadar, Reconquista hareketi sonucu alınan Endülüs şehirlerinin tekrar Hıristiyan halk ile iskanı ya da Hıristiyanlaştırılma politikası ve bu topraklarda kalan Müdeccen Müslümanların durumları da Reconquista sürecinde araştırılması gereken önemli mevzulardandır. Çünkü, kendi topraklarında yaşayan Müslümanların sadakatsizlik ihtimaline karşı, Hıristiyan devletlerin onları zorla tehcire tabi tuttukları ve yerlerine Hıristiyan göçmenleri yerleştirdiklerine dair tarihi kayıtlar az değildir.

1085 yılından 1139 yılına kadar Orta Endülüs'teki Duviru nehri (Rio Duero) ile Remle vadisi (Guadarrainas) arasındaki Endülüs toprakları İspanyalıların eline geçtiğinde, buralar kuzeyli Hıristiyan halkın yeniden yerleşimi için iskan alanları haline getirildi. Çünkü, bu bölge Müslümanların saldırılarından korunmuştu. Kuzeyden getirilen Kastilyalı (Castellano), Aragonlu (Aragoneso) ve Navarlı (Navarreso) Hıristiyan halk Şelemenka, Şekubiye ve Abile'ye iskan edildiler. Buralarda oluşan yeni yerleşim yerlerinin isimleri de bu olaya şahitlik etmekteydi. Çünkü, yeni köylerin isimleri gelenlerin menşelerini yansıtır nitelikte "Aragona", "Mozarves" ve "Narrillos" şeklindeydi. Diğer yandan, İbru vadisinin kaybedilmesinden sonra buradan göç etmeyen Müslüman halkın çoğu yerlerinde bırakıldı ve yeni yerleştirilen sayısız Fransız göçmenle birlikte, sonraki yıllarda bu bölge kendine özgü kozmopolit bir toplumsal karakter kazandı.

İbru'dan sonra Yeni yerleşime açılan bir diğer bölge, Tacu vadisiydi. 1139 tarihinde Oreja'nın kaybıyla, Tacu vadisi Hıristiyan göçmenler için cazip bir merkez haline geldi. Sonraki on yıl zarfında, Tuleytula civarındaki küçük yerleşim yerleri de canlandırıldı ve ayrıca düzinelerce yeni köy kuruldu. Tuleytula bölgesine yerleşenler, daha çok Müslümanların elinde bulunan şehirlerden göç edip gelen Hıristiyanlardı. Bunların Muvahhid zulmünden kaçarak geldiklerini iddia edenler de vardır. Bu iddianın doğruluğunu gösterir bir rivayete rastlamak ise, oldukça güçtür. Ancak, İberya Yarımadası'nın o zaman içinde bulunduğu şartlar göz önüne alındığında, bu göçlerin sebeplerini kavramak oldukça kolay olacaktır. Çünkü, Muvahhidler ile İspanya Hıristiyan devletleri arasında devam eden savaşlar, Müslüman ülkenin ekonomik ve toplumsal düzenini bozmuş, artık iyi bir hayat için krallık toprakları daha cazip hale gelmişti. Müsta'rib halkların kuzeye göç etmesi için bu sebep, akla daha yatkın görünmektedir.

VI.Alfonso'nun fermanları Oreja (1139), Almoguera (1145), Kal'atü Rebah (1147), Dos Barrios (1154) ve Zorita'nın (1156) da aralarında bulunduğu pek çok yerde onun yeni yerleşim birimleri kurduğunu ve geliştirdiğini göstermektedir.

Oreja'da bir yerleşim birimi kurulmasıyla ilgili fermanından VI.Alfonso'nun bu konudaki siyaseti ortaya çıkmaktadır. Bu siyasetin esası, bölgeyi Müslümanlara tekrar kaptırmamak için yeni imtiyazlarla Hıristiyan halkın bölgedeki nüfusunu yoğunlaştırmak ve böylelikle Reconquistayı kalıcı kılmaktı. Alfonso, özel bölgelere ayırdığı Hıristiyan yerleşim yerlerinde Hıristiyanlara bazı ayrıcalıklar da tanımıştı. Buna göre, yerleşimcilerden her birine ev ve arazi verilecek, araziyi alan kimse orada bir yıl yaşadıktan sonra isterse kalmaya devam edebilecek veya isterse satabilecekti. Eğer, bu kişi başka bir yerde araziye sahipse, Oreja'da bulunduğundan dolayı onları kaybetmeyecekti. Hıristiyan göçmenler, sadece Tuleytula bölgesinde küçük miktar vergiler hariç, her türlü vergiden muaf tutuluyordu. Bir göçmen, başka bir yerde işlediği suçtan dolayı Oreja'da tutuklanamazdı. Bundan devlete ihanet, evli bir kadını kaçırma, herhangi bir yakın akraba ile cinsel ilişkiye girme suçlarıyla, kral tarafından sürülme durumu istisna edilmişti. Yeni bir Hıristiyan göçmen, (Oreja'nın dahil) eski sakinlerden biriyle kavga etse hapse atılamaz, ancak yerlilerden birinin himayesine verilebilirdi. Yeni· göçmenlere tanınan bu imtiyazlar, kuzeyli köylülerin ilgisini çekmeye yetmiş, özellikle kuzey Hıristiyan toplumu içerisindeki sorunlu tipler, Müslümanlardan alınarak yerleşime açılan bölgelere akın etmişti.

İşgal edilen Endülüs topraklarına gelip yerleşen veya yerleştirilen Hıristiyan göçmenlerin genel karakterleri suç işlemeye meyyal olmasına rağmen, onlar dinsiz değillerdi. Ayin yapmak için rahip isterler, gelmediği takdirde rahip bulunan yere giderlerdi. Dini ve ahlaki değerlerin yerleştirilmesi ve korunmasına önem verdiğini daha Tuleytula'yı aldığı zaman dini teşkilatı yeniden yapılandırarak göstermiş olan VI.Alfonso, yeni yerleşim bölgelerinde de dini hizmet sektörüne destek verdi. Müslümanlar ile yapılan savaşlar sırasında zarar gören kiliseleri onardı ve yenilerini yaptırdı. Bölgeye papazlar atadı ve piskoposluklar oluşturdu. Böylece, askeri ve ekonomik yapı kadar önemli olan dini yapılanma tamamlanmış oluyordu. Tuleytula merkezli dini teşkilat, Papalığın da desteğiyle büyük güç kazandı ve dini liderler, özellikle Müslümanlar ile olan sınır bölgelerinde ellerindeki büyük imkanları Müslümanlara karşı savaşmakta ve bölgelerinde toplumsal ve dini gelişmeler kaydetmekte kullandılar.

Merkezi İspanya'da yeni kurulan veya geliştirilen yerleşim yerleri, kral tarafından düzenlenen kanunlarla (Fueros) idari teşkilata katılırdı. Bunlardan Fuero Juzgo adlı kanun mecmuası, İspanya'da eskiden beri kullanılıyordu. Bundan başka, Fuero Spulveda adında bir kanunname daha vardı ve daha çok Duviru ile Tacu vadileri arasındaki bölgede uygulaması yaygındı. VII.Alfonso'nun yazdırdığı ve Fuero de Cuenca adı verilen bir kanunname Soria, Plasanca ve Kasareş'in de içinde bulunduğu pek çok şehirde yaygınlaştı. Aragon şehirlerinde ise, daha çok Fuero de Teruel ve Fuero de Ucles kanunnameleri yaygındı. Hemen her bölgede, bir şehir merkezli olarak farklı kanunnameler uygulanırdı. Öncekilere ilaveten, Fuero de Avila ve Fuero de Coria bunlardan sayılabilir. Sonuç olarak, Reconquista hareketiyle Müslümanlardan alınan Endülüs topraklarında Hıristiyan halkın çoğunluğu oluşturması, krallar için askeri ve lojistik desteğin artması anlamına geliyordu.



3. Hıristiyanların Askeri Güç ve Teşkilatları


Fuero'lar, yurttaşlıkla ilgili organizasyonun ve özellikle çağın gereği olarak askerlik konusunun ayrıntılarını da düzenliyordu. Buna göre, Hıristiyanların askeri teşkilatındaki bölge işgalleri, şavaş metotları ve hizmet şartlarına göre farklılık göstermekteydi. Mesela, muhafız birlikleri kral ve soylular tarafından oluşturulur ve paralı asker olarak görev yaparlardı. Devamlı askerlerden oluşan birlikler dışında, kralın ülkesinde yaşayan herkes gerektiğinde askere çağrılır ve yaya olarak savaşa gönderilirdi. Üstelik, upucho adında vergide verirlerdi. Ancak, at ve silah almaya gücü varsa o zaman vergiden muaf olur ve "Ortaçağ köylü şövalyesi" adıyla anılırlardı. Bunların zamanla artan ihtiyaç sebebiyle vergi muafiyetleri artırılarak sayı ve kaliteleri iyileştirilmişti. Soylular ise, şövalye olarak nakit para veya mal karşılığında askeri hizmet görürler ve vergi de vermezlerdi.



Askerlere uygulanan vergi muafiyetleri, savaş materyallerinin gelişme göstermesi ve şövalyelerin ihtiyaçlarına göre zamanla artış gösterdi. Bu muafiyet, şövalye ile birlikte yanındaki sekiz adamı için de geçerli oldu. Bu tip şövalyeler Kastilya krallığı şehirlerinin yönetiminde zamanla tekel oluşturmuşlardı. Bir şövalye soylular arasından ve özel bir merasimle kılıç, mahmuz ve kemer kuşanarak şereflendirilirdi. Soyluların şövalyeliği asli olup kolay kolay kayba uğramazdı. Ancak, köylü şövalye bu statüsünü kolayca kazanabildiği gibi, kaybedebilirdi de. Çünkü, eğer iki yılda bir yapılan geçit törenlerinde atını ve silahlarını gösteremezse sahip olduğu kariyer ve vergi muafiyeti hakkını kaybedebiliyordu. Eğer, başka birininkini göstermeye kalkarsa ciddi şekilde cezalandırılırdı.

Bir şövalye iyi bir ata, kılıca, mızrağa, zırha ve kaska sahip olmalıydı. Diğer askerlerin sahip olduğu malzeme onlarınki kadar incelenmezdi. Gerçekte, sıradan askerlerin bazıları da bir şövalye kadar hatta onunkinden daha iyi silahlara sahip olabiliyordu. İspanyol şövalyelerinin silah ve teçhizatı, kuzey Avrupalılara oranla daha hafif kalıyordu. Çünkü, İspanyalılar ağır süvari birliklerine ani baskın yapma durumunda kaldıklarından ağır teçhizat taşıyamazlardı. Onlar, çocukluktan itibaren yetişkin bir adamla bile at üstünde hafif zırhla savaşmayı öğrenirlerdi. Bu sebeple, sınır bölgelerinde karşılıklı askeri akınlar sıkça gerçekleşiyor ve bu da toplumsal hareketliliği artırıyordu. Köylü şövalyelerin fonksiyonu ise, Quviru bölgesinden ziyade merkezi İspanya' da daha çok önem veriliyordu. Çünkü, şehirlerdeki askeri güçlerin hemen tamamı yaya askerlerden oluşuyordu. Bunlara komutanlık edenler ise, Tuleytula'lı Kont Rodrigo Gonzalez gibi kral tarafından atanan soylu kişilerdi. Yaya askerlere gelince, bunlar savaşa çağrıldıklarında katılmak zorundaydılar. Yaya birliklerinin üçte biri önden gider, geri kalanları ise, malzemeleri taşırlardı. Şövalyelerin askeri görevleri ise, yayalara nisbetle daha sınırlıydı. Bazı bölgelerde onlar yılda bir defa, bazıları üç aylığına veya kral tarafından kumanda edilen seferlere katılırlardı.

Askeri hizmetin çeşitleri de vardı. Mesela, at üstünde yağmacılık için yapılan resmi akınlara, "Fonsado" veya "Buesta"; Müslüman saldırıları (Apellido), kuşatma ve savaşlarına karşı yapılan savunma harekatlarına "Cabalgado" adı verilirdi. Askeri hizmet, genel bir mecburiyetti. Bu hizmetin ifasında görülen başarısızlık ise, cezalandırılırdı (Fonsadera). Savaşlarda elde edilen ganimetin beşte biri krala gidiyor, gerisi ise sefere katılanlar arasında bölüştürülüyordu. Ayrıca, savaşta ölenlerin payları da adamlarına veya ev ve kale halkına veriliyordu. 

İspanya Hıristiyanları, içinde bulundukları ilkel hayat tarzına karşın, savaşçılık konusunda rakipleri Müslümanlardan pek fazla geri değillerdi ve hatta bazen ileri de geçebilmekteydiler. İhtiyaçları gereği Hıristiyan askerler,.Müslümanların emri altında paralı asker olarak da görev yapıyorlardı. Bunun . örneklerine el.Hakem (796-822) zamanından itibaren Endülüs ordusunda sıkça rastlamak mümkündür. Ayrıca, Sid gibi kendi birliğiyle Endülüs güçlerine katılan komutanlar da vardı.

Hıristiyan İspanya devletlerinin askeri güç ve teşkilatları, Reconquista'nın ilk döneminde daha basit ve asker sayısı sonraki dönemlere nisbetle daha az olduğu için olsa gerek, Endülüslülerin parçalanmış ve zayıf durumda olmalarına rağmen, dış destek almaksızın Tuleytula'nın işgali gibi büyük Reconquista hareketine kalkışamıyorlardı. Ancak, Reconquista'nın ikinci dönemi ortalarından itibaren askeri güçleri halkın nüfusuna paralel olarak artış göstermeye başladı. İşte o zamanlardan itibaren Hıristiyanlar Endülüs'e karşı büyük askeri harekatlara girişebildiler, hatta bunları sıklaştırmaya başladılar. Bu ise, Endülüs'ün sonunu getiren unsurların önemlileri arasında yer almaktadır. 

Ayrıca, İspanyalılar 718 yılından beri onyıllar boyunca devlet gücü bakımından gelişirken, Müslümanlarla ve kendi aralarında sürekli askeri çatışma içerisinde bulunageldiler. Yenile yenile yenmeyi öğrendiler ve savaş sanatında neredeyse Müslümanları geride bırakacak şekilde ilerleme kaydettiler. Bunun en açık delili, Muvahhidler döneminde Endülüs'te yapılan savaşlardır. Şehirleşmenin Mağrib'e nisbetle çok daha yoğun olduğu Endülüs topraklarında, meydan savaşından çok kale savaşlarına alışkın hale gelen Hıristiyanların bu özelliğine karşın Muvahhidler, Mağrib'te daha çok meydan savaşlarına hazırlıklı ve bu konuda tecrübeliydiler. Tarafların bu özelliklerinin de etkisiyle olmalı ki Vebze, Bace ve Şenterin savaşlarında Muvahhidler başarılı olamadılar. Çünkü, bunlar birer kale savaşlarıydı ve İspanyalılar kale savaşı tekniklerini Muvahhidler'den daha iyi biliyorlardı.



4- Kilise'nin Motivasyonu ve Hıristiyani İdealler


Avrupalılarda savaşın en iyi motivasyon aracı dini duyguları okşamaksa, gerçek amacı ganimet elde etmek yani, servet ve saltanattı. Köleler, altın, gümüş, değerli taşlar, elbiseler ve hayvanlar, savaşan sınıflar için hayvancılık veya çiftçilikten daha cazip gelir kaynağını teşkil ediyordu. Aslında, merkezi İspanya'da temel gelir kaynağı hayvancılıktı. Hıristiyan şehirlerinde, yarım düzine çoban tarafından koca bir şehir halkının hayvanları bakılabiliyor, çobanlar bu işe bakarken Hıristiyan askerler Endülüs'ü tahrip ve işgal etme imkanı buluyorlardı. Bir Müslüman saldırısı anında hayvanlar koruma altına alınabiliyor, ancak kale dışındaki arazide kalan mahsulün korunması mümkün olmuyordu. Bu sebeple, özellikle koyunculuk temel geçim kaynağını teşkil ediyordu. VII./XIll. yüzyılın sonlarına kadar, sığır ve koyun sürüleri yılda iki kez Duviru vadisinde yazlık meralarda gezdiriliyordu. Bölgenin kışlık meraları ise, Vadiane nehrine kadar olan yerlerdi. Bu bilgi ışığında, Reconquista ideali ve hareketinin temelinde Hıristiyanların Endülüs topraklarında kendi hayvan sürüleri için yeni otlaklar elde etme arzularının olduğu da iddia edilmektedir.

Vl./Xll. Yüzyıl İspanyası kral fermanlarında asıl konuyu, Hıristiyan kasaba ve köylerinden ganimet toplayan Müslüman akıncılara karşı savunma tedbirleri oluşturuyordu. Hıristiyan halkın askeri güçlerden tek isteği, toprakları savunmaları, mallarının yağmalanmasına engel olmaları ve vergilerin makul düzeyde tutulmasıydı. Fakat, Hıristiyan askerlerinin savaşlara motive edilmesinde sadece bu tür istekler etkili olamıyordu. Genelde, bütün savaşlarda komutan statüsünde öncü görevler üstlenen Hıristiyan din adamlarının gayretleri sonucu, "Hıristiyanlığın korunması" veya "Kilise'nin Haç düşmanlarına/ kafirlere karşı korunması" gibi dini duyguların askerlere sürekli aşılanmasıyla Müslümanlara karşı Reconquista savaşlarının gerçekleştiği de bilinen bir husustur. 

Müslümanlara karşı yoğun savaş arzusu, özellikle VI./XII. yüzyıl İspanya'sında yaygınlaşmıştı. Bunu besleyen bir önemli faktör de, Orta Doğu Türk ve İslam dünyasına karşı yapılan Haçlı Seferleri idi. Zamanın Hıristiyan nesirlerinde, kutsal toprakların tasvirleri (Fazienda de Ultramar) önemli bir yer tutuyordu. Najera Piskoposu, Pelayo ve Silenso vekayinamelerinde Reconquista yani, Endülüs'e karşı savaş fikri yoğun olarak işleniyordu. III.Alfonso, Vizigotlar'ın mirasçısı olarak hanedanının İspanya'yı yeniden fethedebileceğini düşünüyordu. Diğer Hıristiyan İspanya devletlerinin ortaya çıkıp güçlenmelerinden sonra bile, bir süre daha III.Alfonso'nun Leon krallığı Reconquista hususunda öncülüğünü muhafaza etti. Ancak Kastilya, Aragon ve Portekiz devletlerinin büyümesiyle birlikte, aralarında Müslümanlara karşı ittifaklar kurarak Reconquista idealini hep birlikte sahiplendiler ve İspanya adı verilen bir birliğe bağlılık bilincini geliştirdiler.

Haddizatında, Müslümanlara karşı savaşmak Hıristiyan İspanya toplumu için anlaşılır bir tavırdı. Ancak, kendi aralarında bunu özel bir meşruiyet ve haklılık temeline oturtmak icap ediyordu. İspanyalıların kendi aralarındaki çatışma ve savaşların gerekçelerini halka açıklama geleneği oluşmuşken, Müslümanlara karşı böyle bir gerekçe bulma ihtiyacı hissedilmemişti. Sid gibi İspanyol kumandanları veya normal şövalyeler, Müslümanlara karşı bir harekete girişmeden evvel "Tanrı'nın ve Kutsal Meryem Ana'nın yardımıyla savaşı kazanacağım" derlerdi. Bu onların dindar olduklarını gösterir, fakat din adına savaştıklarını göstermezdi. Zira, profesyonel bir askerin hayatı böyle şekillenmiştir yani, bu söylem hayat biçimlerinin gereğidir. Bunun benzeri bir durum da Müslümanlarda vardır. Dini duyguların okşanmasıyla askerler savaşa (cihad) teşvik edilirler. Fakat, aslında savaş her zaman din adına gerçekleşmez. Gerçekte, hanedan hakimiyetinin korunması ya da hanedan üyeleri şahsında bir milletin varlığını koruyabilmesi amacıyla yapılır. Din ve dini duygular, amaç değil sadece askerlerin savaşa motive edilmesinde bir araç olarak kullanılmaktadır.

Papalık tarafından İspanya'da Müslümanlara karşı Haçlı savaşına itilen Hıristiyanlar, kendilerine vaat edilen Endülüjans yani, günahlarının affedileceği konusunda endişeli olmalarına rağmen, Reconquista hareketini kutsal bir savaş olarak kabul ediyorlardı. Ölmüş Azizlerin semavi koruyuculuğuna sahip olduklarını göstermek için, Hıristiyan krallar sefere çıkmadan evvel bir aziz kabri ziyareti yaparlar ve zafer için dua ederlerdi. Böylelikle, askerlerini de motive etmiş olurlardı. Bu adet sebebiyle, bazı Aziz kabirleri küçük bir kiliseyken, kralların oraya büyük gelirler tahsis etmesiyle zengin ve güçlü bir başpiskoposluğa dönüşüyorlardı. Aziz James'in kabri bunlardandır. Bütün katedraller ve sınırlardaki bütün kiliseler, Aziz kabirleriyle birlikte Reconquista savaşlarına katılan Hıristiyan askerlerin semavi bir koruma altında oldukları fikrini devamlı şekilde işlemeye yarayan temel unsurlardı.

Seferde Hıristiyan orduları, ordu papazlarına sahipti. Papazlar savaştan önce ayin yaparlar, günah çıkartırlar ve askerlerin manevi hazırlığını tamamlarlardı. Sonuç olarak, özellikle VI./XII. yüzyıl ve sonraki İspanyol vakayinamelerinde, meşhur din adamı ve askerlerin adlarının sıkça geçtiği ve Müslümanları önce Endülüs'ten Mağrib'e, oradan da Kudüs'e kadar sürme şeklinde beliren Reconquista idealini müşahede etmek mümkündür.

Burada, savaşların akabinde tarafların dini veya milli duygularla birbirlerine karşı nasıl davrandıkları hakkında bilgi vermemiz yerinde olacaktır. Savaş bitiminde, kazanan taraf ölülerini topladıktan sonra genel olarak düşman komutanlarının cenazelerini evlerine gönderirlerdi. Zafer hatırası olarak, bayrak veya sancak, bazen de kafatası gibi şeyler toplarlardı. Müslümanların bayraklarının üzerinde Kuran'dan ayetler bulunurdu. Mesela, 1134 tarihinde gerçekleşen İkinci Zellaka savaşında Murabıtlar'ın bayrağı kırmızı zemin üzerine siyah yazı ayetlerle süslenmişti. Endülüs bayrakları ise, beyaz üzerine kırmızı renkte yazılmış ayetlerle bezenmişti. Müslümanlar da zafer hatırası olarak devletlerin bayraklarını ve daha çok kilise çanlarını tercih ediyorlardı. Yaralılar, daha çok Yahudi doktorlar tarafından sahra hastanelerinde tedavi edilirdi. Tutsaklık ise, iki taraf için de daha olumsuz ve halli güç bir problemdi.


5. Müslümanların Tavırları ve Toplumsal Zaafları


Bazı toplum ve devletlerin hayatında bazı hastalıklar erken dönemde ortaya çıkabilir. Fırsatını buldukça bu hastalıklar o toplum ve devletin büyümesiyle birlikte daha da belirgin hale gelir. Sırf bir kabile veya bir millet ya da bir vatana dayanarak ırksal farklılık ve millet üstünlüğü duygusunun dışa vurumu olarak bilinen milliyetçilik hastalığı, Endülüs Devletinin erken tarihlerinde görülmeye başladı. Zamanla da bütün toplum katmanlarını saracak şekilde yayılarak kökleşti. Üzüntü vericidir ki, olumsuz anlamdaki milliyetçilik düşüncesinin beslendiği damarları İslamiyet'in getirmiş olduğu eşitlik, adalet ve iyilikte umumi yardımlaşma gibi temel toplumsal değerlerin tam olarak yerleştirilememesi nedeniyle kurutmak mümkün olmamıştı.

Tarık b. Ziyad 92 (711) yılında 12700 askerle İspanya'ya çıkarma yaptı. Askerlerden, Tarık'ın kendisi dahil 9000 adedi Berberi idi. Buna rağmen, Araplar İslam ile müşerref olan ve onun sancağını taşıyan ilk millet olmalarına, ayrıca Tarık'ın peşinden bir yıl sonra Endülüs'e çıkan Musa B. Nusayr komutasındaki 18000 mevcutlu ordunun Arap askerlerden müteşekkil olmasına, Tarık'ın komutanı olan Musa'nın ve her ikisinin de memuru oldukları Emevi Devleti halifesinin de Arap olmasına dayanarak kendilerini Endülüs fatihi olarak görmüşlerdir.

Bu düşüncelerinde büyük gerçeklik payı vardır. Ancak, bu gerçek ülke insanlarına haksızlık vasıtasına dönüştürülmemeliydi. Nitekim, İspanya'nın fethi tamamlandığında Araplar, soğuk iklime sahip verimsiz, dağlık ve düşmanla yüzyüze bulunan orta-kuzey Endülüs bölgelerine Berberiler'i yerleştirirlerken, kendileri ılıman iklim yapısına ve verimli ovalara-otlaklara sahip olan doğu-güney bölgelere yerleştiler. İşte, yapılan bu haksız uygulamanın Endülüs tarihi boyunca ortaya çıkan ve Arap-Berberi anlaşmazlıklarına dayanan olaylarda çok etkili olduğu bilinmektedir. Arap yöneticilerin Endülüs'teki Berberiler'e karşı yaptıkları adaletsiz uygulamalar, sadece iskan alanıyla sınırlı kalmadı. Ülkenin yönetiminde de yani siyasi-idari alanlarda da görülmüştür. Endülüs'te iç karışıklıkların kaynağı sadece bundan ibaret değildi. Buna ek olarak, Arap kabileleri, Saklebiler, Mevaliler, Müsta'ribler, Müvelledler gibi toplumsal yapıyı oluşturan farklı unsurlar arasında bazen anlaşmazlıklar da olabiliyordu. Bazı dönemlerde bunlar arasında başlayan çekişmeler, ülkeyi içte ve dışta her bakımdan olumsuz etkiliyordu. Mesela, dışarda kalıcı ve etkili fetihler sürdürülemiyor, içte ise halkın refah ve huzuru sağlanamıyordu. Bu türden dönemlerin en çarpıcı örnekleri Valiler, Birinci-İkinci- Üçüncü Mülukü't-Tavaif ve Gırnata Emirleri dönemleridir.

Reconquista savaşları başladığından beri Müslümanların, Hıristiyanlara karşı kendilerini korumak ve biraz da ganimet elde etmek amacıyla savaştıklarını söylemek mümkündür. 711 yılından itibaren birkaç yıl içinde fethedilmiş olan yerleri yani, İberya Yarımadası'nı bir bütün olarak kabul edip tamamını geri almayı zaman zaman düşünmüş olsalar bile gerçekleştiremediler. Belki de, içine düştükleri şartlar artık böyle düşünmelerini engellemiş olabilir. Ancak, onların inancına göre Endülüs toprakları Allah yolunda yapılan cihat sonucu fethedilmiş olduğu için kutsaldı. Bu cihat ve ganimet arzusu, Mağrib'ten Murabıt ve Muvahhid orduları içinde gelen şeyhler ve gönüllüler için geçerli olduğu kadar, Endülüslüler için de geçerliydi.

Genel tutum böyle olmakla birlikte, tarihsel olayların gelişimi içerisinde Müslüman Endülüs dönemlerinde farklı davranış kalıplarının sergilenmiş olduğu da görülmektedir. Daha fethin ilk yıllarında, Pelayo ile Covadonga kayalıklarında başlayan Reconquista fikrinin oluşumuna karşı, Endülüs yöneticileri ciddi ve kalıcı bir önlem alamamışlardı. Bunun sonucu olarak Reconquista, fikir düzeyinden harekete dönüşmeye başladı. Elbette, özellikle Endülüs Emevileri'nin hakimiyeti gibi Müslümanların çok güçlü oldukları zamanlarda İspanyalılar, Endülüs'ü geri alma emellerini gerçekleştirme fırsatı pek bulamamışlardır. Ancak, Emevi hanedanı içinde güçlü bir oluşum olarak kendine yer bulan Amiriler hakimiyetinin, gerçek manada Hacib el-Mansür'un 1002 yılındaki vefatıyla iktidarının zayıflaması, aynı zamanda güçlü Emevi idaresinin de sonunu hazırlamıştı. Takip eden yıllarda Endülüs İslam ülkesi Arap, Berberi, İspanyol, Saklebi gibi unsurların iktidar için mücadele ve çarpışma sahası haline gelmişti. Bu arada, farklı milletlerden toplanmış saray muhafız birliklerinin bu mücadelede başrolü oynadıkları bilinmektedir.

Bu hakimiyet mücadeleleri sonucu Endülüs'te 20 civarında küçük devletçik ortaya çıktı ve siyasi birlik parçalandı. Mülukü't-Tavaif diye adlandırılan ve Endülüs tarihinde üç kez (Endülüs Emevileri'nin, Murabıtlar'ın ve Muvahhidler'in yıkılmalarından sonra) ortaya çıkan bu dönemin en bariz özelliği, her bir emirin diğerlerinden bağımsız hareket etmesi ve İspanyalılardan da yardım alarak hakimiyet alanını genişletmeye veya kendisine saldıran öteki Endülüslü emiri yok etmeye çalışmasıdır. Yani, böylesi dönemlerde Endülüs'te sadece kişisel bağımsızlık veya hakimiyet mücadelesine dayanan ve bütün Endülüslülerin kaynaklarını, güçlerini kurutan bir iç savaşlar manzarası hakim olmuştu. Belki de bu büyük zaafı olmasaydı, Endülüs ordusu daha ilk yıllarda Fransa üzerinden fetih yoluyla Doğu'ya Dımaşk'a (Suriye) geçebilirdi. Bu mümkün olsaydı, Avrupalılar Hıristiyanlığın ve son asırda da Pozitivizm, Komünizm, Materyalizm, Kapitalizm ve Faşizm gibi insani değerlerden yoksun sistemlerin karanlığına gömülmez, İslamiyet'in nuruyla aydınlanırlar ve insanca hayatın huzurunu tadabilirlerdi.

Endülüs Müslümanlarının durumu böyle olunca, Hıristiyan İspanyalı Reconquistasının harekete geçmesi ve hız kazanması gayet kolay oldu. Hıristiyanlar, Endülüslülerin birbirleriyle giriştikleri çatışmaları izlerken daima saldırı ve toprak kazanma fırsatı kollarlardı. Bu emellerini Mülukü't-Tavaif döneminden itibaren yavaş yavaş, 1085 tarihinde Tulaytula'nın işgali gibi büyük başarılarından aldıkları cesaretle ise, hızla gerçekleştirme aşamasına getirdiler. Buna karşı içine düştükleri olumsuz şartlar altında Endülüslülerin yapabilecekleri tek bir şey vardı, o da kıta dışındaki güçlü Mağrib devletlerinden imdat istemekti. Ne var ki, Murabıtlar ile Muvahhidler'in İberya Yarımadası'na gelerek Hıristiyanlara karşı başarılı olmaları, kalıcı bir nitelik kazanamadığı veya Endülüs'ün kayıplarını durdurup eski gücüne kavuşmasını sağlayamadığı için, Reconquista hareketinin kesin başarısını ancak bir müddet geciktirmeye yaradı.

Bu güçlü Afrika devletlerinin büyük desteklerini, Endülüslü Müslüman yöneticiler bir toparlanma ve kendine gelme fırsatı olarak değerlendiremediler. Murabıt ve Muvahhidler'in gelişleriyle sağlanan siyası birlik, onların zayıflamalarıyla tekrar bozuldu ve Mülukü't-Tavaif yeniden ortaya çıktı. Bu kargaşa ortamında Endülüs halkı üzerindeki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar daha çok artmaya başladı. Toprak kayıpları hızlandı ve bölünen siyasi birlikle birlikte siyasi hakimiyet bütünüyle tehlikeye düştü. Sonunda Kurtuba, İşbiliye gibi büyük Endülüs şehirleri ardarda düştü. Siyaset ve uluslararası ilişkiler açısından değerlendirildiğinde, tam bir çözülme hatta yok olma ortamını ifade eden bu manzarayı sergileyen Müslümanların tutumları karşısında, İspanya Hıristiyanlarının Reconquistayı başarmaları kolaylaştı. Yüzyıllar boyunca süren bir direnişle gerçekleştirdikleri Reconquista'nın sonuçları, sadece İberya Yarımadası'nın siyası hakimiyetini kendilerine tekrar açmakla kalmadı, aynı zamanda Müslümanların kültürel hayatından tevarüs ettikleri medeniyet değerleri sayesinde İslam -Batı arasında bir köprü oldular ve Avrupa rönesansında ön saflarda yer aldılar.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN 

Antep Kalesi Depremden sonra

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak