24 Ekim 2023 Salı

İLMİHAL-7 / NAMAZ-2

 


NAMAZIN SÜNNET ve ÂDÂBI


Sünnet, Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptığı ve bir mazeret olmaksızın terketmediği veya mazeretsiz nâdiren terkettiği şeydir. Namazda Sübhâneke duasını okumak, eûzü çekmek bu mânada sünnettir. Sünnetin yapılmasına sevap olmakla birlikte terkedilmesine ceza (ikab) yoktur; sadece kınama ve sitem (itâb) vardır. Namazın sünnetleri, namazın vâciplerini tamamlar, onlardaki kusurları telâfiye ve fazla sevaba vesile olur. Sünnetlere riayet etmek ve devam etmek Hz. Peygamber'e muhabbetin bir nişanesi sayılır. Bununla birlikte sünnetin terkedilmesi ne farzın terkedilmesi gibi namazın bozulmasını (fesad) ve yeniden kılınmasını, ne vâcibin kasten terkedilmesi gibi tahrîmen mekruhluğu, ne de vâcibin sehven terkedilmesi gibi sehiv secdesi yapmayı gerektirir. Fakat sünnetlerin kasten terkedilmesi "isâet" (yanlış ve kötü davranma) olur. İsâet, Hanefîler'in tanımlamasına göre tenzîhen mekruhun üstünde, tahrimen mekruhun altında yer alır. Hz. Peygamber'in devamlı olarak yapmayıp, yapılmasına teşvikte bulunduğu şeylere ise Hanefîler, mendup=müstehap adını vermişlerdir. Buna göre meselâ sabah namazının farzından önce iki rek`at namaz kılmak sünnet, ikindi ve yatsıdan önceki dört rek`at ise müstehap sayılmaktadır.


Edep (çoğulu âdâb) ise, Hz. Peygamber'in devamlı olmaksızın birkaç kere yaptığı şeylerdir. Rükû ve secdede üçten fazla tesbih yapmak (yani rükûda üçten fazla "sübhâne rabbiye'l-azîm" demek) böyledir. Hanefî kitaplarında edep tabiri, mendub=müstehap anlamında da kullanılır. Âdâb sayılan şeyleri terketmek, her ne kadar isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de bunlara riayet edilmesi daha faziletlidir (efdal). Esasen namazın âdâbı, yüce yaratıcının huzurunda durulduğunun farkında olunarak, zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır.


Buna göre Hanefîler'de namazın farz ve vâcipleri dışında yapılması uygun görülen şeyler kuvvetliden zayıfa doğru şöyle bir sıralama takip etmektedir: Sünnet, mendup=müstehap, âdâb.


Diğer mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık ve gereklilik söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey şeklinde tanımlanmaktadır. Mendubun yapılmasına sevap olmakla birlikte terkedilmesine ceza yoktur. Fakat mendubu terkeden kişi, kınama ve sitemi hak eder.


Buna göre, cumhurun mendup tanımı Hanefîler'in sünnet tanımı ve anlayışlarıyla örtüşmektedir. Esas itibariyle namazın farz ve vâciplerinden olmayan, dolayısıyla eksikliği namazın aslına zarar vermeyen, bununla birlikte yerine getirilmesi hem Hz. Peygamber'in uygulamasına uyma hem de namazın şekil ve içeriğini tamamlama anlamına gelen şeylerin genel anlamda mendup olarak değerlendirilmesi, namazın sünnet, müstehap ve âdâbının bu başlık altında düşünülmesi mümkündür. Bu bakımdan aşağıda namazın sünnetleri ve âdâbı olarak sayılan şeyler genel olarak namazın menduplarıdır.


A) SÜNNETLERİ


Namazın sünnet ve âdâbının çoğu, namaz fiillerinin belli bir düzen ve intizam içinde yapılmasını ve yapılan fiillerin şeklen güzel görünmesini sağlamaya yöneliktir. Namazın sünnetleri şunlardır:


İftitah tekbirini alırken ellerin yukarı kaldırılması ve bu esnada ellerin açık ve parmakların normal halleri üzere bulunması ve içlerinin kıbleye yönelik tutulması. Erkekler ellerini kulaklarına, kadınlar göğüsleri hizasına kadar kaldırırlar. Bu hüküm kunut tekbiri ve bayram namazının ilâve tekbirleri için de geçerlidir. Ayrıca, imama uyan kişi (muktedî) iftitah tekbirini, imamın iftitahından çok sonraya bırakmamalıdır.


İftitah tekbirinin hemen ardından el bağlamak (itimat). Bunda önce elleri salıverip (irsâl) sonra bağlamak yoktur. Erkekler göbek altından ve kadınlar göğüs üstünden el bağlarlar. Sağ el sol elin üzerine konulur. Erkekler sağ elin serçe ve baş parmaklarını sol bileğin iki tarafından halka yaparlar. Kadınlar halka yapmayıp, sağ ellerini düz bir şekilde sol elleri üzerine koyarlar.


Kıyamda iken ayakların arasını dört parmak kadar açık bulundurmak. Namaza başlarken ve ara tekbirlerinde ellerin kaldırılması, hizası, kıyam ve rükûda iki ayak arasındaki mesafe gibi konularda mezheplere göre farklı uygulamalar vardır.

Sübhâneke okumak, namaza Allah'ı bu şekilde överek, senâ ederek başlamak sünnettir. Bu bakımdan Sübhâneke birinci rek`atta iftitah tekbirinden (tahrîme) hemen sonra okunur.


Tek başına namaz kılan için sadece ilk rek`atta ve Sübhâneke'den sonra Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm demek (teavvüz). Cemaatle namaz kılma durumunda sadece imam "eûzü" çeker, imama uyan kişiler Sübhâneke'den sonra bir şey okumazlar.


Tek başına namaz kılan kişinin ve cemaatle namaz durumunda imamın, her rek`atın başında Fâtiha'dan önce besmele çekmesi. İmama uyan kişilerin besmele okuması gerekmez.


Sübhâneke'yi ve eûzü besmeleyi gizli okumak, Fâtiha'nın sonunda "âmin" demek. Fâtiha'yı okuyan da işiten de âmin der.


Tek başına namaz kılarken Fâtiha'nın arkasından okuyacağı sûrenin, sabah ve öğle namazlarında uzun sûrelerden, ikindi ve yatsı namazlarında orta uzunluktaki sûrelerden ve akşam namazında kısa sûrelerden seçilmesi. Cemaatle namaz durumunda, imam cemaatı soğutmamak durumunda olduğu için, bulunduğu yere ve cemaatin durumuna göre sûre seçer. Uzun sûreler, tıvâl-i mufassal olarak anılır. Hucurât sûresi ile Bürûc sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır. Orta uzunluktaki sûrelere de evsât-ı mufassal denir. Bürûc sûresi ile Beyyine sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır. Kısa sûreler ise, kısâr-ı mufassal diye anılır. Bunlar Beyyine sûresinden Nâs sûresine kadar olan sûrelerdir.


Rükûa varırken tekbir almak, yani Allahüekber demek.


Rükûda üç kere "Sübhâne rabbiye'l-azîm" demek.


Rükûdan doğrulurken "Semiallahü limen hamideh" demek (tesmî`). Bunu imam ve tek başına namaz kılan söyler; imama uyan kişi söylemez.


"Semiallahü limen hamideh" dedikten sonra, "Rabbenâ leke'l-hamd" veya "Allahümme rabbenâ leke'l-hamd" demek (tahmîd). Bunu tek başına namaz kılan ve imama uyanlar söyler. İmam da söyleyebilir (Ebû Hanîfe'ye göre imam söylemez).


Tek başına namaz kılan kişi, tesmî` ve tahmîdi gizli yapar. İmam ise tesmîi sesli söyler. Tahmîd her durumda sessiz okunur. Ancak kalabalık cemaatte imamın sesi arkalardan duyulmuyorsa ortalardan bir kişi, imamın tekbirlerini yüksek sesle tekrarladığı gibi tahmîdi de yüksek sesle okur.


Erkeklerin, rükû durumunda dizlerini dik ve arkalarını düz tutmaları, dizlerini elleriyle kavramaları, dizlerini tutarken ellerini açık bulundurmaları. Kadınlar ise ellerini dizleri üzerine koyarlar, dizlerini tutmaz ve parmaklarını ayrık bulundurmazlar. Dizlerini bükük ve arkalarını meyilli bulundururlar.


Rükûda başını aşağı, yukarı eğmeyip doğru tutmak.


Rükûdan doğrulup dik durmak (kavme). Bunun ta`dîl-i erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcip olduğu da söylenmektedir.


Rükûdan doğruluşta (rükû kavmesinde), bayram tekbirlerinin arasında elleri yana salıvermek (irsâl).


Secdeye varırken yere önce dizlerini, sonra ellerini, daha sonra yüzünü koymak ve secdeden kalkarken, secdeye varış sırasının tersini yapmak; secdeye varırken ve secdeden kalkarken "Allahüekber" demek.


İki secde arasında celse yapmak, yani kısa bir ara oturuşu yapmak. Bunun ta`dîl-i erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcip olduğu da söylenmektedir.


Secdelerde başını iki eli arasında yere koyup ellerini yüzünden uzak tutmamak ve parmaklar bitişik ve el ayası yere yapışık olmak.


Secdelerde üçer defa "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" demek.


Erkeklerin, secdede iken karnı uyluklardan, dirsekleri yanlarından ve kolları yerden uzak tutması. Kadınlar ise, secdede alçalıp kollarını yanlarına bitiştirir ve karnı uyluklarına yapıştırırlar.


Secde arası oturuşta (celse) ellerini uylukları üzerine koymak.


Gerek celsede gerek ka`dede, erkekler sol ayaklarını yere yayıp üzerine oturur ve sağ ayaklarını parmaklar kıbleye gelecek şekilde dikerler. Kadınlar ise ayaklarını sağ yanlarına yatık bir şekilde çıkarıp, öyle otururlar (teverrük).


Tahiyyât'ın teşehhüdünde "lâ ilâhe" derken sağ elinin şahadet parmağını yukarı kaldırıp "illallâh" derken indirmek.


26 Tahiyyât'ı gizli okumak.


Rek`atı ikiden ziyade olan farzların ilk iki rek`atının dışında Fâtiha okumak.


Son oturuşta, Tahiyyât'tan sonra salavat okumak. Bu, namazın müekked sünnetlerindendir.


Salavattan sonra dua etmek.


Selâm verirken başı önce sağa sonra sola çevirmek ve her iki tarafa selâm verirken "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh" demek. İmam, selâm verirken hafaza melekleri ile cemaate; imama uyan kimseler cemaate ve imama; tek başına namaz kılan kimse ise meleklere selâm vermeye niyet eder. İmam sola selâm verirken sesini biraz alçaltır. İmama uyanların selâmı, fâsılasız olarak imamın selâmının hemen ardından olmalıdır. Ayrıca birinci rek`attan sonra imama yetişen muktedînin (mesbûk), imamın ikinci selâmını beklemesi de sünnettir.


B) NAMAZIN ÂDÂBI


Âdâb, Hz. Peygamber'in bazan yapıp bazan terkettiği şeyler olup Hanefî literatüründe mendup veya müstehap anlamında kullanıldığı da olur. Bunları terketmek, isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de riayet edilmesi daha faziletlidir (efdal). Esasen namazın âdâbı yüce yaratıcının huzurunda durulduğunun farkında olunarak zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır.


Namazın âdâbı (müstehapları) şunlardır:


Namaz esnasında iken hem görünüşte hem iç dünyada bir tevazu, sükûnet ve huzur içinde bulunmak.


Kıyafete çeki düzen vermek. Meselâ gömlek gibi düğmeli bir giysi giyildiğinde düğmelerini iliklemek.


Kamet sırasında "hayye alel felâh" denirken imam ve cemaatin namaz için ayağa kalkması.



"Kad kameti's-salâh" denilirken imamın namaza başlaması, müezzini fiilen tasdik etmek anlamına geleceği düşüncesiyle âdâbdan (müstehap) sayılmıştır. Fakat imamın kametin bitmesini beklemesinde ve kamet bittikten sonra namaza başlamasında da bir beis yoktur. Hatta Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhep imamına göre en uygunu kamet bittikten sonra namaza başlanmasıdır. Çünkü bu suretle cemaate saflara çekidüzen verme fırsatı tanınmış olur.


Kamet getirilirken camiye giren kişi ayakta beklemeyip, hemen oturur ve cemaatle birlikte ayağa kalkar.


Erkekler iftitah tekbiri alırken ellerini yenlerinin dışına çıkarmak.


Namaza dururken kalbin ameli olan niyete lisanın fiili olan sözü eklemek. Söyleme kalbin amelini engelliyorsa kalbin niyeti ile yetinmek gerekir.


Namazda bulunan erkek ve kadının huşû üzere olup kıyamda secde yerine, rükûda ayaklarının üzerine ve secdede burnun iki kanadına, otururken kucağına ve uyluk üzerlerine ve selâmda omuz başlarına bakması.


Namaz esnasında mümkün oldukça öksürüğü, geğirmeyi gidermek ve esneme durumunda ağzı tutmak, dudakları dişlerle olsun kapamak; bu da yeterli olmazsa sağ el ile kapamak.


Tek başına namaz kılan kişinin, rükû ve secde tesbihlerini üçten fazla yapması.


Bütün bunlar yapılması güzel (müstahsen) olan şeylerdir ve ibadet esnasında Allah'ın huzurunda olma şuuruna ve O'na gösterilmesi gereken tâzime de uygun davranışlardır.




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.


Kelebekler Bahçesi / Konya

 


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-20

 KARADUTUN ÖYKÜSÜ


Doğu ülkelerinin en yakışıklı delikanlısı Piramos ile en güzel kızı Tisbe; tek duvarları birbirine bitişik iki ayrı evde oturuyorlardı. İkisinin de aynı kırlarda, güle oynaya birlikte geçti çocuklukları. Çok doğal olarak bu oyun arkadaşlığı, yetişkinlik çağlarında ateşli bir tutkuya dönüştü...


Ne var ki birbirine bitişik evlerde oturan ana-babaları; birbirleriyle anlaşamayan, komşu olsalar da kim bilir belki de kendilerinin bile unuttuğu bir neden yüzünden hasım kesilmiş iki aileydi. Bu yüzden baş başa verip anlaşmışçasına, çocuklarının birbirlerine duydukları büyük aşkı engellemek için, uzaktan bile olsa görüşmelerini yasakladılar! Ne var ki bu yasak, iki gencin arasındaki sevgiyi kısa sürede bir karasevdaya dönüştürdü... Tıpkı bir halk sözünün, "ayrılırsın aşk olur" dediği türden bir karasevdaydı bu...


Evlerinin ortak duvarında iki sevgili, karşılıklı bir delik açtılar ve bu deliğin üstüne, 'kem gözlerden bizi ırak tutsun' kabilinden, kraliçeleri Semiramis'in birer metal heykelciğini astılar. Artık bu gizli delik aracılığıyla iki âşık her gece, bazen şafak tanrıçasının yeri göğü boyamaya başladığı saate dek birbirleriyle fısıldaşıyor, birbirlerine en güzel umutlarla yüklü sözleri aktarıyorlardı. Gene anlatamadıkları duygularını, fısıltıya dönüşen öpücüklerle açıklamaya çalışıyorlardı... İşte böyle böyle fısıldaştıkları bir gece karanlığında, evlerine pek uzak olmayan kral Ninos'un mezarı yanındaki akdut ağacının altındaki pınarın yanında, gün batımına yakın bir saatte buluşmak üzere anlaştılar.


Tisbe ertesi gün, anlaştıkları saatte, ak ipekten bir tüle bürünmüş olarak akdut ağacının yanına geldi. Ama sevgilisi Piramos'u bulamadı... Heyecanla beklediği bir sürenin sonunda, birdenbire bir aslan kükremesi duydu. Aslan, her zaman olduğu gibi, dağda yakaladığı bir geyiği yemiş; kan bulaşıklı ağzıyla pınara su içmeye geliyordu. Aslanın kendisine saldırabileceği korkusuyla güzel Tisbe, ışıklı, sessiz ve beyaz bir hayalet gibi karanlık ormana doğru sıvışırken, beyaz ipek tülü de sırtından kayıp yere düştü. Hemen oralarda zar zor seçtiği karanlık bir kuytuya sindi sessizce. Susuzluğunu iyice gideren aslan da, ormandaki inine dönerken yolu üstündeki beyaz tülü gördü. İnsan kokusu sinmiş bu tülü kan bulaşıklı ağzıyla yokladı, kokladı; yer yer sivri dişlerini geçirdi. Sonra da kan kırmızısı beneklerle lekelenen tülü gene orada bırakıp inine doğru yollandı...


Buluşmasına biraz geç gelen Piramos, akdut ağacının altında sevgilisi Tisbe'yi göremeyince, içine garip bir kuşku ve tedirginlik saplanır gibi oldu... Sağa sola bakınaraktan sevgilisini aramaya başladı. Sonra ayakları dibinde bir beyazlık ilişti gözüne. Eline alıp yakından baktığı tül örtü nemliydi; üstelik yer yer dişlenmişti, kanlıydı!.. Korkunç bir gerçeğin zıpkınıyla vurulmuşa döndü!.. "Ey Piramos!" dedi kendi kendine. "Gördün mü, senin bütün varlığın demek olan sevgilini bir hayvan parçalayıp yemiş!.." Elindeki kanlı tülle, içi yana yana dut ağacının altına geldi. "Bu buluşmayı sen istedin," diye sürdürdü içsel konuşmasını. "Ama onun ölümüne neden oldun! Artık bundan böyle onunla öbür tarafta buluşacağız. Tanrıça Afrodit yardımcımız olsun!.." Bu sözlerden sonra hançerini çıkarıp böğrüne sapladı! Böğründen püsküren kan, beyaz dutları koyu kızıla boyadı hemen. Toprağa akan kanı da, topraktan süzülüp dut ağacının köklerine ulaştı. Oradan da ağacın bütün damarlarına yayıldı...


Bu arada Tisbe de saklandığı kuytuda, aslanın iyice uzaklaşıp gitmesini bekledi. Sonra da, kendisini sabırsızlıkla beklediğini düşündüğü sevgilisi Piramos'la buluşacakları akdut ağacının altına döndü. Ama orada, sevgilisi kanlar içinde yatmış, can çekişiyordu! Hemen üstüne atılıp ellerini, yüzünü yokladı tir tir titreyen elleriyle... "Sevgilim, ben Tisbe'yim! Duyuyor musun beni? diye feryada başladı. "N'olur ölme!.." Bütün yalvarıp yakınmaları boşunaydı... Çünkü olup bitenleri büyük bir acıyla sezip anladı. Sevgilisinin çığlıklarını duyan Piramos, zar zor gözlerini aralayabildi... Ve hiç de sözlere dökülemeyecek bir bakış attı sevgilisi Tisbe'ye. Bu bakışta bir elvedadan çok, sevgilisini gideceği yerlere çağıran yakıcı bir özlem vardı. Bunu bütün derinliğiyle duyumsayan Tisbe de, sevgilisinin yanında duran fildişi saplı kanlı hançeri aldı eline. Acı yazgısını bütün benliğiyle kabullenmişliğinin dinginliği içinde, son sözleri döküldü dudaklarından:


"Artık ben de korkmuyorum! Bizi yalnız ölüm ayırabilirdi! Şimdi ben de aşkım uğruna ölümü seçerek senin yanına geliyorum. Tanrılar ve bizi ayıran gaddar ailelerimiz beni duysun. Bu dut ağacı bizim kanlarımızla sulanıp bir karaduta dönüşsün ve mezar taşımız olsun. Küllerimiz de gene bu ağacın dibine saçılsın..."


Bu serüvenden çok etkilenen orman perileri, Akdeniz ikliminin egemen olduğu aşka teşne bütün coğrafyalarda, bu karadut ağacının fidanlarını diktiler... Ve artık bu ağaçlar ayrılıkçılığın değil, sevgiyle bütünleşmenin simgesine dönüştüler...


Aradan geçen binyıllar içinde de, doğulu batılı birçok soylu ozan, bu aşk serüvenini şiirlere döktüler; heykeltıraşlar mermerlere işlediler...



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

23 Ekim 2023 Pazartesi

Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-7

 


Çocuk Kitapları, Dergileri


Şimdinin büyükleri, onları çekecek bu kadar çok olanak varken çocukları kitap okusun istiyor. Yaşamın çocuklara göre ayarlanmayıp çocukların ayak altında dolaşmamasına göre örgütlendiği günlerde okuyacak çocuk kitabı yokken, çocukların ders kitabı dışında basılı kâğıtla ilgilenmeleri kaytarma sayılırdı.


Nabi’nin (1642-1712) Hayriyye, Sünbülzade Vehbi’nin (1720-1809) “İtibar eyleme pek hendeseye/ Düşme ol daire-i vesveseye/ Bakub eşkale mukarnas diyerek/ Bir murabbaya muhammes diyerek” tarzında oğluna tutulmayacak meslekler hakkında öğütler verdiği Eütfiyen Vehbi gibi eserler, çocuklara seslense de onların okuyabileceği nitelikte değildir.


Çocuklar için yazan ilk yazar, Hace-i evvel Ahmet Mithat Efendi’dir (1844-1912), Çocuk Melekat'i Uzviyesi, Hikmetli Peder, İstidad-ı Etfal, Babalar ve Oğullar, Peder Olmak Sanatı, Ana Babanın Evlad Üzerinde Hukuk ve Vezaifi adlı eserleriyle büyük ve küçükleri eğitmek istemiştir. Çeviri çocuk kitapları da aynı dönemde başlamıştır: Tercümen Hikâyen Robinson (Vakanüvis Lütfi, 1864), Gülliver’in Seyahatnamesi (Mahmud Nedim, 1872), 80 Günde Devr-i Alem (1875) ve Merkezin Arza Seyahat (Mehmet Emin, 1883), Beş Haftada Balonla Seyahat (1887), Gizli Ada (1889)...


Çocuklar için yazılmamış olan eserlerin, Jules Verne, Alexander Dumas, Walter Scott, Charlotte Bronte gibi yazarların ürünlerinde de olduğu gibi, zamanla çocuklar tarafından sevilip çocuk kitabı haline geldiği görülmektedir. Ömer Seyfettin ile Aziz Nesin en iyi yerli örneklerdir.


Çocuk edebiyatı kavramı eğitim dünyasının içinde gelişmiştir. Bu alanda öncülük İngiltere ve Almanya’dadır. Ezop’un İngilizce çevirisi 1484’de yapılmış, çocuklar için baskısı 1578’de çıkmıştır. Almanca çocuk edebiyatı daha da önce gelişmiş, 1563’de çocuklara yönelik ilk ciddi baskıdan sonra 1657’de ansiklopedik, didaktik yayınlar, 1697’den sonra masallar yayınlanmaya başlamıştır. Çocuk edebiyatında geleneksel ürünlerin ehlileştirilmesi, gerçekçilik, mizah gibi aşama ve unsurların toplumsallıktan kurtulup yazarların bağımsızlıklarına kavuşmaları 1960’lı yılları bulur. Türkiye’de de ilk çeviri döneminden sonra II. Meşrutiyet’le birlikte canlanan çocuk edebiyatı, daha çok militan bir eğitim kaygısıyla verilen ürünlerle, dönemin aydınlarının ‘sorumluluk’ anlayışıyla gelişmiş, kavram 1970’li yıllarda tartışılmıştır.


Alaaddin Gövsa (Çocuk Şiirleri, 1911), Ali Ulvi Elöve (Çocuklarımıza Neşideler, 1912), Tevfik Fikret (Şermin, 1914), Ali Ekrem Bolayır (Çocuk Şiirleri, 1917), M. Fuat Köprülü (Mektep Şiirleri, 1918), Abdullah Ziya Kozanoğlu (Kızıltuğ, 1923; Atlı Han, 1924; Türk Korsanları, 1926, vb.), Mahmut Yesari (Bağrı Yanık Ömer, 1930), Nimet - Rakım Çalapala (Oğuz, 1933), İskender Fahrettin Sertelli (Tahtları Deviren Çocuk, 1936) ve Eflatun Cem Güney 1945’ten itibaren masallarıyla bu alanda eser vermişlerdir.


1970’li yıllarda ünlü yazarlar çocuk edebiyatı alanında eser verdiği gibi, kitap sayısında da belirgin bir artış olur: Talip Apaydın (Doğan Kardeş Üçüncülük Ödülü alan Toprağa Basınca, 1966), Selma Mine (Uzay Yolu, 1973), Yaşar Kemal (Filler Sultanı ile Kırmızı Topal Karınca, 1977), Aziz Nesin (Doğ Güneş Doğ, 1975), Ülkü Tamer (Pullar Savaşı, 1975), Erol Toy (Fareler Cumhuriyeti, 1977), Bekir Yıldız (Ölümsüz Kavak, 1977), Fakir Baykurt (Sakarca, 1977) ve 1963’den beri bu alanda eser veren Gülten Dayıoğlu ile ilk kitabı Küçük Mirasyedi 1969’da, son kitabı Geriye Dönüş 1992’de yayınlanan, 301 çocuk kitabı yazan Kemalettin Tuğcu (1902-1996) sayılabilir.


İlk süreli çocuk yayını 1869’da yayın hayatına başlayan Mümeyyizdir. Çocuklara ilk sayısında şöyle seslenir: ‘“Biz okuyoruz mektebe gidiyoruz çalışıyoruz’ derseniz size şöyle cevap veririz ki biz sizi görüyoruz. Vak’a mektebe gidiyorsunuz cüzler ve kitaplar okuyorsunuz ve akşamlara kadar sallana sallana çalışıyorsunuz. Ama sair milletlerin mekteplerini ve çocuklarının güzel güzel mektebe gidip geldiklerini (...) çalıştıklarını (...) görüyoruz da sizin mektebdeki fırsat buldukça ettiğiniz gürültüleri ve mektebden azad olduktan sonra sokakdaki hallerinizi beğenmiyoruz. (...) Siz ahmak değilsiniz a! (...) ‘Ne suretle terbiye ederlerse öyle terbiye oluruz,’ derseniz ey bakalım şimdi mekteblerde her şey okunacak. Eğer ki çalışıp güzelce öğrenirseniz sözünüz sahih imiş. Bir de size mektebden çıktığınızda sokak ortasında birbirinizle yaka paça döğüşün diye kimse öğretmiyor. Ya buna ne dersiniz. Artık burada suçlusunuz. Ne ise şimdiye kadar olan oldu (...) Böyle sizin gibi sokaklarda döğüşür hiçbir milletin çocuğu kalmadı.”


Mümeyyizden sonra çıkan Osmanlıca çocuk dergileri şunlardır: Sadakat (1875), Et/aZ (1875), Arkadaş (1876), 13 sayı sonra Çocuklara Arkadaş adıyla  (1882), Vâsıta-yi Terakki (1883), en uzun ömürlü yayın olan Çocuklara Mahsus Gazete (1896). 1897’den 1904’e kadar, II. Abdülhamid rejiminin yarattığı ortam gereği yeni dergi çıkmaz, 1904’de Çocuk Bahçesi hükümet tarafından önce uyarılır, sonra 15 gün ve nihayet süresiz kapatılır. Meşrutiyet’in ilanından sonra çocuk dergisi yayını ancak 1913’de başlar ama bu yıl 6 çocuk dergisi birden çıkar. Çocuk Bahçesi “Çocuk demek, müstakbel millet demektir. Yaşama kavgasının yarınki askerleri çocuklardır,” cümlesiyle bu dönemin ve iktidarın siyaset ve eğitim anlayışını dile getirir. 1918-1922 yılları arasında savaş koşulları altında çocuk dergisi çıkarılamaz. (İsmet Kür, Türkiye’de Süreli Çocuk Yayınları, Ankara, 1991).


Cumhuriyet’ten sonra çocuk dergileri, eğitim ve eğlence, yerlilik ve çeviri, sanat ve siyaset eğilimleri ve piyasa koşulları içinde evrim gösterir. Ansiklopedist tavırdan çeviri çizgi roman seçkilerine kadar genişleyip daralan yelpazede Çocuk Sesi (1928), Afacan (1934), Ateş (1936), Çocuk Duygusu (1937), Yavrutürk (1938), Cumhuriyet Çocuğu (1938), çizgi roman dünyasında kalıcı bir etki bırakan 1001 Roman (1939), Yavrukurt (1940), Çocuk Alemi (1947) dergileri sayılabilir. Çocuk Haftası (1943) ve Doğan Kardeş etki ve uzun ömürleriyle İkinci Dünya Savaşı döneminden bugüne bağlanan bir köprü niteliği kazanırlar. Doğan Kardeş 1945’den 1978’e kadar yayınını devam ettirir, 1988’de yeniden çıkarılırsa da bu kez başarılı olmaz.


George Orwell ikinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz çocuk dergileri üstüne yazdığı makalesinde, yerli çocuk dergileri karşısında ABD dergilerinin kazandığı başarıyı irdeler. Amerikalılar İngiliz dergiciler gibi okul sistemi içinde kalan bir dünya kurmamakta, toplumsal gerçeklik ve gereklilik adına hareket etmemekte, özellikle teknoloji ve şiddet kullanımı konusunda çok rahat hareket etmektedirler. Türkiye’de çocukların sevdikleri dergilerde ve çizgi romanların başarısında da, çoğunlukla çevrilip aktarılan Amerikan tarzının etkisi görülür. Anne babaların çocuklarını abone ettikleri dergilerle, çocukların harçlıklarıyla aldıkları ve paylaştıkları dergiler arasındaki ayrım bu özelliklere göre yapılabilir. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığı dönem dönem çok iyi maddi koşullarla çizgi roman da dahil binlerle çocuk dergisi basmış fakat hiçbir sonuç elde edememiştir. 1980’li yıllarda kurumların çocuklara yönelik yayınları içinde en başarılısı, gazetenin eki olarak 1972’de yayınlanmaya başlanan ve sonradan bağımsız dergi olan Milliyet Çocuk’tur.


İsmet Kür 1869-1988 yılları arasında 119 yılda 200 kadar çocuk dergisi yayınlandığını tespit etmektedir. Bu birikim sonunda, ders kitaplarındaki tekel rantının paylaşımı kavgası dışında, kamuoyunda yürütülen bir tartışma yoktur.



Çizgi Romanlar


Çizgi romanın adı ‘Teksas Tommiks’ti. Çizgi roman zararlıydı, çünkü bir kere yararsızdı. Evde okulda ders kitapları arasına konulup okunur, mahallede takas edilir veya sinema önlerinde tezgâh açılıp alınır satılır, okuma yazma öğrenmeden ağabeylere okutulur, bütün maceralar ezberlenirdi.


Tommiks’in ağzına içki koymayan, ‘sümüklü’ diye alay edilen bir çocuk olduğunu, iki büyüğünün ise iyi içkici olduğunu, fakat Tommiks’in önderliğini açıkça dillendirmeden benimsediklerini büyükler bilmezdi. Tommiks “vay canına”, “melun” diye küfretmez, bütün alaylara rağmen Suzi’nin kötü pastalarını, eline sağlık deyip sonuna kadar yerdi.


Çelik Bilek ise Rodi’yle birlikte pastoral, komünal bir hayat sürüyordu. Çocuk kahraman Rodi, babasının kabilesine ziyarete gelmiş bir çocuk gibi, iyi bir avcı olarak yetiştirilirken, ebeveyn baskısı görmeden büyüğüyle arkadaş olarak yaşayıp aynı sorumlulukları paylaşırken, seviliyor ve kollanıyordu. Bu hürriyetsever toplumu ezmeye çalışan askerlere karşı umutlu bir mücadele sürdürülüyordu.


1990’lı yılların kahramanı Conan ise iktidar düşkünü, yalnız bir paralı asker, hırslı bir maçodur. Kendisi gibi paralı askerler, haydutlar ve onlardan farklı olmayan barbar ve şehirli iktidarlar dünyasının büyü ve gizem cangılında en fazla ürktüğü anda ‘Crom’ diye mırıldanan, kendi gücünden başka güvencesi olmayan bir profesyonel, çok net bir ilkeldir. Ve Conan, bilgisayar oyunları dünyasındaki benzerleriyle mücadele etmek zorunda kalan, çizgi dünyasının son popüler kahramanıdır.


17. yüzyılda karikatürle birlikte doğan çizgi roman, Fransa’da 1831 ’de yayınlanan La Caricature, İngiltere’de 1851 ’de yayınlanan Punch’la başlayan ilk karikatür dergilerinden sonra, ABD ’de 1890’larda bağımsızlığını kazandı. Joseph Politzer’in World adlı günlük gazetesinde karikatürlü Pazar eki vermeye başlamasıyla basın dünyasında yerini sağlamlaştırdı. 1920’lerde bugüne kadar yaşayan Güngörmüşler, Fatoş, Tarzan, Flash Gordon (Baytekin), Miki Fare, Dick Tracy, Hoş Memo üretildi. İlk çizgi roman dergisi 1933’de çıktı. Süperman’den sonra olağanüstü kahramanlar dizisi başladı ve bunların en başarılıları Batman ile Örümcek Adam oldu. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Belçikalı Tenten dışında ABD çizgi roman dünyasındaki üstünlüğünü korudu.


Türkiye’ye 1930’lu yıllarda çocuk dergileri ile giren çizgi romanın ilk yerli ürünü, Cemal Nadir’in Amcabey tiplemesiyle band karikatür biçiminde oldu. 1950’de Hürriyet gazetesi ilk kez çizgi roman da yayınlanan Pazar eki vermeye başladı. Türkiye’de aynı kahramanın serüvenlerinden oluşan ilk çizgi roman dergisi de 1951 yılında yayınlanmaya başlanan Pekos Bill’di. Pekos Bill’in yayını 1953’de durduruldu, fakat Koca Teks adıyla yayının devam etmesi sorun oluşturmadı. On ay sonra muzır olmadığı kararının çıkmasıyla ilk adına döndü. İlk yerli kahraman dergisi Köroğlu da aynı yıl yayınlanmaya başlandı.


1955’de Tommiks, 1956’da Teksas'ın yayınlanmaya başlandığı canlı savaş sonrası dönemde artık çizgi romanda Avrupa da etkisini duyuruyor, çizgi romanın yalnız çocuklar için olmadığı, sanat olduğu tartışılıyordu. İtalya’nın ‘spagetti western’leri doğuracak kovboy maceraları, Belçika’nın RedKid (1946) ve Asteriks’i (1959) dünya çapında etki yaratırken, Türkiye’de uyarlama ve kopya döneminden yerli çizgi romanlara doğru geçiş başlıyordu. Abdullah Ziya Kozanoğlu (1906-1966) ile Ratip Tahir Burak’ın (1903-1977) Orta Asya ve Osmanlı tarihinden esinlenen romanlarından metin ağırlıklı bantlara ve çizgi romanlara geçiş bu dönemde başladı. Birçok karikatürcü çizgi roman çizmeye ve kopistlik yapmaya başlamıştı. 1970’lerde en parlak dönemini yaşayacak olan Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ı da (1957), Suavi Süalp, Oğuz Aral’ın çalışmaları da bu dönemde çıktı. Tarihi çizgi romanların başlangıcı Kaan 1959’daydı. Kaan 1962’de filme çekildi, 1963’de albüm halinde yayınlanmaya başladığında, 1962’de Akşam gazetesinde tefrika edilmeye başlanmış olan Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ı da dergi olarak çıkmaya başlamıştı. 1965’de Karaoğlan ilk kez filme çekildi, türün öteki en sevilen iki kahramanı Ayhan Başoğlu’nun Malkoçoğlu 1965 ve Sezgin Burak’ın Tarkan’ı 1967’de yayınlanmaya başladı.


1970’li yıllarda herkesin kendi çizgi romanı vardı. Kızıl Maske, Mandrake, Kinova, Teks, Tom Braks, Kaptan Swing, Zagor, Mister No, Hasbi Tembeler, Yumurcak, Charlie Brown, Yüzbaşı Volkan, Bahadır, Tolga, Kara Murat, Ustura Kemal, dergi, albüm, gazete tefrikası olarak 7’den 70’e okuyucu buluyordu. Şiddet, korku ve cinselliği ana tema olarak benimseyen kahramanlar, macera ve dergiler ortaya çıktı.


1980’ler neredeyse çizgi romanların sonu oldu. Çeviri yayın ve dergi sayısı azalırken, yerli çizgi romanlar karikatür dergilerinin tarzı haline geldi. 1970’li yıllarda karikatür ve mizah sanatını yönlendirmeye başlayan Gırgır dergisinin dağılmasından ve 1989’da satılmasından sonra çıkan yeni dergiler artık çocuklara değil, gençlere sesleniyordu. 1980-90’ların çocukları çizgi filmlere yöneldiler, çizgi romanların filmlerini seyredip filmlerin romanlarını okudular, onların oyuncaklarıyla oynadılar. Bu dünya bilimkurgu ve bilgisayar dünyasının parçasıydı.

1994’de Yapı Kredi Yayınları Tenten’i, Remzi Kitabevi Asteriks’i nihayet aslına uygun ve nitelikli biçimde yayınlamaya başladılar. Aksoy Yayınlarının Teksas, Tommiks’le başlayan büyük boy ve kaliteli yayınları da nostalji dizisi niteliğinde. Türkçede çizgi roman üstüne yazılan birkaç bilimsel incelemeden biri olan Türkiye’de Çizgi Roman’ın (1996) yazarı Levent Cantek de kitabını bu duygularla bitiriyor: “Tüm olumsuz şartlara rağmen çizgi romanın yazılı basınla birlikte varlığını azalarak bile olsa sürdüreceğine inanıyorum. (...) Bize düşen ise sebebi ne olursa olsun - geçmişe özlem, merak, hastalık veya tutku - bu yayınları takip etmek oluyor.”



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Mevlana Meydanı / Konya

 


Frig Vadisi / Kütahya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak