7 Ekim 2023 Cumartesi

Hint Dinleri II Budizm-Sihizm

 




GİRİŞ: BUDİZM


Budizm’in dinler tarihinin mi dolayısıyla bir din ve felsefe tarihinin mi dolayısıyla da felsefi bir sistem mi olduğu zaman zaman tartışılan bir konudur. Ancak onun ruhlara, tanrılara, kendisine hedef olarak koyduğu fakat tanımlanamaz olarak kabul ettiği nirvana inancından ve kutsal-kutsal olmayan arasındaki ayırımdan (bu dünyadan olan/lauikaka ve bu dünyadan olmayan/lokattara) ve “sekiz seçkin yol” öğretisinden dolayı bir din olduğu hususunda bugün genel bir uzlaşı vardır. Fakat bu onun diğer dinlerle aynı kategoride değerlendirildiği anlamına gelmez. Budizm bir kurtuluş yoludur; tanrıyla ya da dünyayla değil, özellikle akıllı varlıklar olan beşerin hayatıyla ve onun maruz kaldığı genedoğumun yol açtığı acının/ıstırabın kaldırılmasıyla ilgilenir. Kurtuluşa ulaşmak ne karşı çıktığı Brahmanların yönettiği ritüel kurbanlar, ne inanç ne de tanrısal iradeye değil, “eşyanın gerçek mahiyetinin ne olduğu”nu anlama yoluna dair derin bir anlayışa dayanır.



TARİHSEL SÜREÇ


MÖ. altıncı yüzyılda Brahmanların hâkim olduğu, kurbanın kurtuluşa götüren yegâne yol alarak kabul edildiği ve acımasız bir kast sisteminin bulunduğu bir dönemde alternatif kurtuluş yolları bulmak maksadıyla ortaya çıkan birçok hareketten bugün yalnızca ikisi varlığını devam ettirmektedir. Birincisi Buddha’nın yaşlı bir çağdaşı olan Mahavira tarafından kurulan Cayinizm; ikincisi ve birincisinden daha da önemlisi olanı ise Budizm’dir. Doğduğu yerin dışına çıkmayan birincisinden farklı olarak Budizm, kurucusunun vefatından sonra Hindistan’ın doğusunda, kuzeyinde ve güneyinde kalan ülkelere yayılmış ve yerel kültlerin katkısıyla farklı nitelikler kazanarak bulunduğu ülkelerin ya hâkim dini ya da önemli dinlerinden biri haline gelmiştir.


Bir din olarak Budizm’in tarihi, Goutoma Siddhartha’ya kadar geri gider. Siddhartha 35 yaşında Bodhi ağacının altında, dört soylu gerçeği keşfeder. O artık aydınlanmış, uyanmış bir kimsedir (Buddha). Bu halde dört hafta kalan ve bulduğu gerçeğin, anlaşılmasının zorluğundan dolayı insanlara anlatılıp anlatılmaması hususundaki tereddüdünü, Tanrı Brahman’nın müdahalesi ve kurtulacak olan insanların sayısının çokluğu ortadan kaldırır. Daha önce çile hayatını bıraktığı için kendisini terk eden beş müridini Varanasi/Benares’deki geyik parkında bulur ve onlara dört soylu gerçek ve çilecilikle dünyevi zevkler arasındaki orta yoldan bahseder. “Dharma/yasanın çarkını döndürmek” olarak bilinen bu ilk vaaz aynı zamanda, bugün Batı literatüründe Budizm, kendileri tarafından ise Buddha-sasana (Buddha talebeliği) olarak adlandırılan dinin tarihinin de başlangıcını oluşturur. Bu beş kişi, onun öğretisini kabul ederek arhat (aziz) haline gelirler ve daha sonra sangha adını alacak olan Budist cemaatin ilk çekirdeğini oluştururlar. Bir süre sonra Benaresli bir sarrafın oğlu ve ailesi de cemaate girer. Kısa zamanda cemaatin sayısı altmışa yükselir. Uruvila’daki gösterdiği birçok mucize sayesinde Agni tapınıcısı olan Brahmanlara ve Kasyapa kardeşlere öğretisini kabul ettirmeyi başarır. Kasyapa’nın bin kadar müridini de öğretisine dâhil eder. Bu andan itibaren yeni öğretiyi kabul edenlerin sayısı hızla artar. Kırk beş yıllık faaliyeti boyunca krallar da dâhil birçok mürit edinen Buddha, Kuşinagara’da seksen yaşında vefat ettiğinde (parinirvana=nirvanaya girme/ölme) cenazesinde binlerle ifade edilen bir cemaat toplanır.


Buddha’nın vefatından sonraki yaz, Kral Ajataştru’nun desteğiyle, öğretisini emanet ettiği Maha-Kaşyapa’nın gözetimi altında Rajagrah’da bir mağarada bir toplantı yapıldı. Budizm tarihinde birinci konsil olarak kabul edilen bu toplantıda keşişler, doktrini (dharma) ve disiplini (vinaya), onların nakli ve haklarındaki başka birçok tartışmayı hallettikten sonra derlediler. Buddha’nın nirvanaya ulaşmasından yüzyıl sonra sangha arasında, özellikle manastır kurallarının yorumu ve Buddha’nın manevi statüsü hakkındaki olmak üzere bir takım kanaat farklılıkları ortaya çıktı. Kral Kalasoka’nin hâkimiyeti sırasında Vesali’de ikinci konsil gerçekleştirildi. Keşişlerin en yaşlısı olan Sabbakami’nin başkanlık ettiği bu konsilde, ayrılıklar giderilerek vinaya ve dhammanın sahihliği onaylandı. Bu konsilde üzerinde uzlaşılan vinaya ve dhamma Budizm’deki bütün okullardaki öğretinin temeli kabul edildi.


Hem kendisi hem de bazı şakirtlerinin birkaç komşu ülkeyi ziyaret ettiklerine dair bilgiler olsa da, Buddha’nın faaliyet sahası hayatı boyunca kuzey Hindistan ve Hindistan’ın güneyindeki birkaç küçük toplumla sınırlı kaldı. Sonraki iki yüzyıl boyunca Hindistan’ın başka bölgelerine yayılmış olsa da, Kral Aşaoka’nın onu din olarak kabul etmesine kadar (mö. 3. Yüzyılın ortası), Budizm’in gerçek bir yayılım gerçekleştirdiği söylenemez. Kalinga’yı işgalinin hayatı için dönüm noktası olduğu Maurya Hanedanlığının kralı Aşoka (mö. 304-232), burada sebep olduğu ölümlerden dolayı büyük bir pişmanlık duydu. Halkı dindarların kurallarını yerine getirmeye teşvik etmek için gerektiğini düşündüğü bir takım adımlar attı ve onlara rehberlik yapsın diye kayalara oyulmuş fermanlar yayımladı. Aşoka’nın Budizm’e büyük faydaları dokunmuş olduğu ve mesela, seksen dört bin stupa inşa ettiği söylenir.


Aşoka’nın koruyuculuğu altında üçüncü yüzyılda Pataliputra’da Buddha’nın öğretisinin hakiki doğasının belirlendiği, Budist kutsal metin külliyatının tripitaka (üç sepet) olarak tamamlandığı üçüncü konsil gerçekleştirildi. Bunun arkasından Aşoka, Budizm’i yaymak maksadıyla farklı bölge ve ülkelere; Yavanalar’a (İranlı Yunanlılar), Gandhara’ya, Keşmir’e, kuzeydeki Himalaya bölgelerine, Hindistan’ın batı kısımlarına ve Malaya ve Sumatra’ya misyonerler gönderdi. Bunların yanı sıra fermanlarında, Suriye, Mısır, Makedonya, Epirus (kuzey Yunanistan) ve Cyrenia’ya ( kuzey Afrika) da misyonerler gönderdiği zikredilir. Miladi birinci yüzyılda Kuşhan imparatoru Kanişka da, merkezi Asya’ya, Çin’e ve Moğolistan’a misyonerler gönderdi.


Yedinci yüzyıla kadar Budizm Hindistan’da gelişti ancak bu tarihten sonra burada, sanghanın gücündeki düşüş, laik desteğin azalması, Cayinizm’in yayılması ve ibadet ve felsefi bakımdan tutarlı, tedricen Budizm’i içine alan Hinduizm’in ortaya çıkmasıyla bir çöküş yaşadı. Bu çöküşe rağmen, Nalânda, Valabhi ve Taksila gibi Budist manastır ve üniversiteler varlıklarını devam ettirdiler. Müslüman fetihler ve on birinci yüzyılda İslâm’ın yayılışı, Budizm’in Hindistan’ın kültürel hayatındaki, bazı kısımlarında devam eden, belirleyici etkisini sona erdirdi.


Yaklaşık 1850’den itibaren, Asya’daki yenilenmiş Budist faaliyetle uyumlu olarak Budizm Hindistan’da bir canlanma yaşadı. Bu Budist uyanışa batılı bilim adamlarının Budist kutsal metinleri, onların çevirileri ve tarihsel değere sahip kitapların yayınlanmasının da bir katkısının olduğu genel olarak kabul edilir. Batılıların bu çalışmaları, geçmiş kültürlerinin oluşumunda büyük katkısı olan Budizm hususunda Hindu bilim adamlarının çalışmalar yapmalarına sebep oldu. Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Hindistan’ın yetiştirmiş olduğu en büyük insan olan Buddha’yı onurlandırmaya yönelik yoğun bir istek var oldu. Bunun bir sonucu olarak, Budist semboller ulusal bayrağa konuldu. Birçok Budist kutsal anıtı restore edildi. Ortodoks Hinduizm’den büyük sıkıntılara maruz kalan “bastırılmış” sınıflar (dalit) Budizm’de kendilerine yer buldular ve Liderleri Ambedkar’ın (1891-1956) başkanlığında büyük bir kısmı Budizm’i kabul etti; bunun bir sonucu olaraktır ki, bugün Hindistan’da milyonlarca Budist vardır.


Her ne kadar Budizm Hindistan kökenli bir din olsa da, dışarıda bulunan Budistlerin sayısı oradakiyle kıyaslanamayacak kadar çoktur. Bu yüzden, çok kısaca da olsa Budizm’in Hint dışındaki yayılış tarihine de bir göz atmak gerekmektedir. Hindistan dışında Budizm’in yayıldığı yerler aynı zamanda onun, öz olarak aynı olmakla birlikte, oralardaki yerel kültürlerle karışarak doğduğu yerdekinden farklı Budist anlayış ve mezheplerin ortaya çıktığı yerlerdir. Bu farklılıklara uygun olarak Hindistan dışındaki Budizm’in tarihini Güney Budizm’i, Kuzey Budizm’i ve Doğu Budizm’i şeklinde ele almak uygun olacaktır.


Güney Budizm’iyle güney Asya ülkelerinden Sri Lanka, Seylan, Burma, Kamboçya, Endonezya, Laos, Tayland ve Vietnam gibi ülkelerdeki Budizm kastedilir. Budizm, Seylan olarak da bilinen Sri Lanka’ya yaklaşık mö. iki yüz ellide Aşoka’nın gönderdiği misyonerler vasıtasıyla Sri Lanka kralı Devanampityatissa zamanında gelmiştir. Aşoka’nın oğlu Mahinda tarafından Theravadin şeklinin getirildiği Budizm, o zamandan beri Sri Lanka’da çok güçlü olmuştur. Budist kutsal metinleri Hindistan’da şifahi olarak nakledilirken ilk olarak burada, mö. yaklaşık 25’de Pali dilinde olmak üzere yazıya geçirilmiş ve Pali Kanon olarak bilinmiştir. Sri Lankalı keşiş ve keşişeler Budizm’in hem Asya’da hem de dünyanın geri kalan kısımlarında yayılmasında çok önemli bir işlev görmüşlerdir. Seylan’da on dokuzuncu yüzyıldan itibaren İngiliz eğitimi almış laik kesimler arasında Budizm’in modernist bir versiyonu gelişti. Belli bakımlardan Protestan Hıristiyanlığın etkisi altında kalan bu insanlar “Protestan Budistler” olarak bilinirler. Bunlar, erken dönem metinleri öne çıkartan, laikler için daha çok rolü ve keşişler için daha çok sosyal faaliyeti savunurlar. Bu eğilimin hala mevcut olan bir örneği, Sri Lanka’da gelişen Sarvodaya Shramandâna Köy Gelişim Hareketidir.


Sri Lanka dışındaki güney Asya ülkelerinin dini ve kültürel gelişimlerinde de Budizm önemli bir rol oynamıştır. Sinhale sangha olarak bilinen Burma sanghası, özel meditasyon teknikleri geliştirme ve bunları öğretme özellikleriyle tanınırlar. Budizm’in güçlü bir yere ve daimi bir devlet desteğine sahip olduğu Tayland, Dharma hakkındaki öğretilerin ve uygulamaların gelişimi hususunda bir merkez haline geldi. Burada Budizm, bir devlet kurumudur. Seylan dışında Budizm bugün, Tayland, Kamboçya, Laos’da devlet dinidir. Kamboçya ve Laos’da halkın tamamı Budist’tir.


Kuzey Budizm’i, Tibet, Moğolistan ve merkezi Asya’daki Budizm’i içerir. Budizm, Tibet’e yedinci yüzyılda gelmiş ancak, kesin olarak yerleşmeye on birinci yüzyılda başlamıştır. Tibet’in ölü krallar kültü, ruhları ele geçirme/ ruhlar tarafından ele geçme, büyü, kötü ruh ve vampir çıkarma gibi inançlar üzerinde merkezileşen ve Bon olarak bilinen din, aynı zamanda Budizm’le yeniden doğum inancını paylaşmaktadır. Budizm tarafından etkilenen bu din, aynı zamanda Budizm’i etkilemiş ve Sanskritçe gurunun muadili olan lamayı kullandıkları için Lamaizm olarak bilinen Tibet Budizm’i ortaya çıkmıştır. Tibet Budistleri, çeviride ve edebi çalışmada, bilimde, mabet inşa etme ve onların varlıklarını sürdürme hususunda çok faaldiler.


Birinci yüzyılda Kanışka misyonerlerinden birini de Moğolistan’a gönderir. Budizm burada yerleşir ve ana dini olarak varlığını devam ettirir. Merkezi Asya’da birçok Budist imparatorluk olmuş ve son yıllarda yapılan kazılar, Budizm’in bu alanın geçmişindeki önemini ortaya koymuştur. Asya’da Budizm’den etkilenmeyen bir ülke yok gibidir. İki bin beş yüz yıldan daha uzun bir süredir Budizm Asya medeniyetinin gerisindeki birinci itki ve onun kültürel başarılarının ana kaynağı olmuştur.


Doğu Budizm’i kategorisi içinde Çin, Kore ve Japonya’daki Budizm yer alır. Çin’e Budizm ilk önce Kuzey Hindistan’dan İpek Yolu vasıtasıyla daha sonra da deniz yoluyla güney Asya ülkelerinden geldi. Budizm burada Budist tüccarlar ve onlara eşlik eden keşişler vasıtasıyla yayıldı. Çin’e mö. yaklaşık elli yılları civarında ulaşan Budizm burada dikkate değer bir genişleme gösterdi ve Budist metinlerin Çinceye tercüme edilme projesine yol açacak kadar büyük bir ilgi uyandırdı. Zamanla Budizm Konfüçyanizm ve Taoizm’le birlikte Çin’in üç dininden biri haline geldi. Hatta bazı krallıklarda devlet dini olarak kabul edildi; ancak zaman zaman da takibata maruz kaldı. Sri Lanka’lı keşişeler burada beşinci yüzyılda gelerek bir keşişeler tarikatı kurdular. Hindistan ve Sri Lanka gibi ülkelerle Çin arasında on ikinci yüzyıla kadar Budist öğreti ve uygulaması arasında yakın bir alış veriş vardı ve bunun bir sonucu olarak Budizm hem Konfüçyanizm hem de Taoizm’den etkilendi. Budist felsefesinin bir takım özelliklerini alan Yeni-Konfüçyanizm Budizm’in, halk düzeyinde güçlü olsa da, aydın kesim arasındaki etkisini tedricen zayıflattı. 1980’de itibaren ise Çin’de bir Budist uyanış oldu ve birçok Budist mabedi bugün aktif haldedir.


Kore’ye Budizm dördüncü yüzyılda Çin’den gelmiştir. Kısa bir sürede buraya yerleşen Budizm yedinci yüzyılda devlet dini olarak kabul edildi ve Budizm Kore kültüründeki hâkimiyetini bugüne kadar devam ettirdi. Kore’den altıncı yüzyılda Japonya’ya geçtiğinde Budizm kendisiyle birlikte Konfüçyanizm’in de içinde yer aldığı Çin kültürünü beraberinde getirdi. Kısa bir süre sonra, kraliyet çevrelerinde kabul edildi ve Japonya’yı 592’den 622’ye kadar yöneten prens Sotoku tarafından desteklendi. Japonya’da Budizm’in gelişmesinde ana rolü Çin Budizm’i (Chan Budizm) oynamıştır. Bir Japon keşiş Çin’e gitmiş ve dönüşte beraberlerinde Çince metinler getirmiştir. Japonya’da Konfüçyanizm’in gölgesinde kalmayan Budizm burada, Konfüçyanizm ve Japonya’nın yerli manevi geleneği olan Şintoizm’le birlikte faaliyet gösterdi ve nihai olarak Şintoizm’den etkilendi. Bu etkilenmeye rağmen farklı bir Budist gelenek oluşturarak (Zen Budizm) Japonya’da bulunan ana dinlerden biri olarak varlığını devam ettirdi.


KURUCUSU


Az önce ortaya çıkışını ve günümüze kadar olan tarihinden kısaca bahsettiğimiz Budizim’in/Buda Disiplinin (Buddha sasana) kurucusu olarak kabul edilen Buddha’nın tarihsel bir şahsiyet oluşu hususundaki tartışmalara, mö. üçüncü yüzyılla tarihlenen ve Buddha’nın doğduğu yerlere ilk Budist imparator olarak bilinen Aşoka’nın diktiği taşlar ve onlarda yer alan bilgiler sona erdirdi. Bu dikit taşlar onun tarihsel bir şahsiyet oluşunu kesin bir şekilde ortaya koydu. Ancak bu tarihsel Buddha hakkındaki bilgi kaynağıdır. Çünkü Budistler için Buddha yalnızca tarihsel olarak yaşamış bir şahsiyet değil o aynı zamanda, en azından bazı Budist gruplar için, mucizevî nitelikleri olan aşkın bir varlıktır da. Bu yüzden aslında Budizm’in kurucusu olarak Buddha’nın biri tarihin, öteki de inancın konusu olan birbirine girmiş olan iki hayatı söz konusudur. Burada önce tarihin Buddha’sının daha sonra da efsanenin ve inancın Buddha’sının portresi kısaca da olsa çizilmeye çalışılacaktır.


Talebeleri tarafından Buddha “bilen, aydınlanmış, uyanmış” sıfatıyla tanınan Gautama hakkında kesin olarak söylenecek şeyler onun, mö. 563 doğmuş ve 483 yılında vefat etmiş olduğudur. Kosalaların büyük ve güçlü krallığına bağlı olan, Nepal etekleriyle Rapti nehri arasında yer alan bugünkü Oudh eyaletinin kuzey doğusunda bulunan küçük bir krallık olan Sakyalar’ın yönetici sınıfına mensuptur. Buddha’nın ismi Siddhartha, aile ismi ise Gautama, babasının adı Suddhodana ve annesinin ismi de Mâya’dır. Siddhartha’nın annesi çocuğun (bugün Nepal’de bulunan Lumbini koruluğundaki) doğumundan yedi gün sonra vefat etmiştir. Mâya’nın kız kardeşi ve Suddhodana’nın bir başka eşi olan Mahapajâpatî annesinin yerini almıştır. Siddhartha, hareketli bir başkent olan Kapilavastu’da askeri konularda eğitilmiştir. Erken dönem kitaplar onun, brahmanik irfanı elde ettiğine dair herhangi bir işareti içermezler. Zengin gençler gibi, kış, yaz ve yağmur mevsiminde olmak üzere ikamet ettiği üç evi vardı. Bunlar güzel bahçeleri olan ve basit bir lüks içeren evlerdi. Evlendiği ve daha sonra şakirdi olan, Râhula adında bir oğlunun olduğu kaydedilir. Belli bir yaşta entelektüel ve manevi bir huzursuzluk yaşadı ve zevk dünyasına yönelik bir tatminsizlik hisseti. Bu tatminsizlik dünyanın geçiciliği ve insanın ölüme götürecek her türlü hastalığa maruz kalacağı gerçeğinden kaynaklanmaktaydı. Babasının, oğlunun, dönemin düşünürlerinin genel bir eğilimi olan dünyayı terk ederek bir münzevi olacağı korkusu gerçekleşti. Siddhartha kendisini alıkoyacak her türlü zevk ve lüksü, bütün insanları ölümün köleliğinden kurtulmada kullanılacak hakikati arayan gezginlerin “evsizlik hayatını” takip etmek için terk etti. Yıllar süren bir arama sonunda bu aydınlanmayı buldu. Arkasından gezici bir tebliğci olarak uzun bir dönem boyunca Dört Aryan Hakikatini ve Sekizli Yolu tebliğ etti. Bu tebliğ sonunda birçok şakirt edindi ve hem erkek hem de kadınların yer aldığı bir manastır tarikatı kurdu. Seksen yaşında iken öldü. Ölümünün arkasından şakirtleri, “Aydınlanmış olanın sözlerini” bir araya getirdiler ve bunlardan, bir yüzyıl boyunca Pali Konon’un bütünü ve farklı yorumlarla yoğun Mahayana sutralar külliyatı ortaya çıktı.


Genel olarak din tarihi çalışanları, Buddha hakkında gerçek olanın yukarıda anlattığımız kısım olduğunu, bundan sonra anlatacaklarımızın ise sonradan ona izafe edildiğini, böylece de onun insanüstü bir portresinin ortaya çıktığını düşünürler. Oysa Budist metinlerin takdim ettiği Buddha, ölüm kelimesinin işaret ettiği her türlü hastalıktan insanlar kadar tanrıları da kurtarmak maksadıyla gökten inmiş bir güneş tanrısıdır ve onun doğumu ve ölümü zamanla yaşıttır. Bu açıdan bakıldığında Buddha, insan suretindedir ancak o bir insan değildir.


Buddha, her bir çağda yeni bir bedenle yeryüzüne inen aydınlanmaya hazır, aydınlanacak olanlardan, bodisattvalardan biridir. Buddha, aydınlanmanın gerçekleşeceği nihai gelişten önce farklı bedenlerde olmak üzere birçok kez bu dünyaya gidip gelmiştir. Tarihsel Buddha bedeni onun bu şekilde gidip gelişindeki yedinci bedenidir. Onu, şimdilerde gökte müstakbel Buddha, bir bodhisattva olan Maitreye takip edecektir ve mesela, bilkuvve Buddhalar olan, ancak bütün varlıklar kurtuluncaya kadar Budalıklarına başlamayı erteleyen başka boddhisattvalar da vardır.


Yeryüzüne son gelişinden önce Boddhisattva, Tuşita göğünde ikamet etmektedir. Buradayken on bin dünya sisteminin tanrısı bir araya gelerek, boddhisatvanın, yeryüzündeki acılardan evreni kurtarmak için son kez yeryüzüne dönme vaktinin geldiğini ona haber verdiler. Bunun üzerine bodhisattva, doğum yerini, zamanını ve doğacağı aileyi, annesini ve brahman kastında mı yoksa kşatriya kastından mı doğacağına karar verdi. Buddha, doğacağı dönemde hangi kast hâkim ise o kastta doğar. Buddha’nın doğduğu zamanda kşatriya kastı hâkim olduğundan, Sakya klanında, bu kasta mensup Suddhodana’nın karısı Mâha Mâya’dan, Kapilavastu’da doğmayı seçer. Mâya rüyasında göklerden inen beyaz muhteşem bir filin rahmine girdiğini görür. Bu, onun hamile olduğu ve doğacak olanın ya evrensel bir kral ya da bir buddha olacağı şeklinde yorumlanır. Boddhisattvanın beden bulması üzerine, dilsizler konuşmaya, sakatlar yürümeye, bütün ağaçlar çiçek açmaya, gökyüzünden lotus çiçekleri yeryüzüne inmeye başlar. Çocuk annesinin karnında görünmektedir. Doğum zamanı geldiğinde Mâyâ, Devahrada’daki ailesini ziyaret etmek için yola çıkar. Yol üstündeki lumbini koruluğunda mola verirler; doğum zamanının geldiğini hisseden anne dayanmak için bir ağaç dalına uzanır, ancak dal kendiliğinden ona doğru gelir. Bu şekilde, hiçbir acı duymadan doğum gerçekleşir. Çocuk onun böğründen doğar. Bu doğumun bakire olarak gerçekleştiği anlamına gelir. Çocuk toprağa düşer düşmez, dört yöne yedi uzun adım atar ve kendisinin bu dünyadaki ilk kişi olduğunu, insanlığı cehalet ve ıstıraptan kurtarmak için geldiğini ilan eder. Evrenin her tarafını aydınlık kaplar. Aynı zamanda, bütün buddhaların doğumunda olduğu gibi, onun gelecekteki eşi, atı ve şakirdi Ananda da doğar.


Beşinci günde, ad verme töreni yapılır ve çocuğa Siddhartha adı verilir. Brahmanlar arasında bulunan sekiz kâhinden yedisi onun evrensel bir kral yedincisi, Kondanna onun bir buddha olacağını söyler. Bu Kondanna, daha sonra Buddha’nın ilk şakirtleri olacak olanlardan biridir. Onun bir buddha oluşuna yol açacak dört işaret; “yaşlanmanın tükettiği bir adam, hasta bir adam, ölmüş bir beden ve bir münzevi” olduğunu öğrenen prensin babası, oğlunun bunlarla karşılaşmasına engel olmak ve onun zihnini dünyevi zevklerle meşgul etmek için elinden geleni yapar. Annesi doğumdan sonraki yedinci günde ölür ve otuz üç tanrının göğünde yeniden doğar. Bunun üzerine çocuk, teyzesi ve sütannesine, Matron Gautami’ye emanet edilir. Bu arada Siddhartha, Çiftçilik Bayramında ilk mucizesini gösterir. Bir bambu ağacının altında oturur ve güneş dönerken, ağaçların gölgesi de güneşe uygun olarak yer değiştirirken Sidhattha’nın altında oturduğu ağacın gölgesi hiç yer değiştirmemektedir. Bunu fark ettiğinde kral çocuğu selamlar ve bu sana sunulan ikinci saygıdır, diye bağırır. Boddhisattva büyürken babası onun için, üç farklı yer inşa etmiştir ve mevsime uygun olarak o bunların birinde oturmaktadır. Burada Bodhisattva’yı her türlü lüks kuşatmıştı ve ona hizmet için tayin edilmiş binlerce dans eden kız vardı. Bütün eğitimlerde başarı olmuş ve savaş sanatlarında mükemmelleşmişti.


On altı yaşına geldiğinde kral onu evlendirerek daha çok dünyevi hayata bağlamayı düşündü. Brahmanları sakya aileleri arasında bir kız bulmak için gönderdi ve Siddhartha’nın kuzeni olan Yosadhara eş olarak seçildi.


Evlendikten sonra babasının bütün engellemelerine rağmen tanrılar Siddhartha’nın geçeceği yol üzerinde birinci gün yaşlı bir insan, ikinci gün bir hasta üçüncü gün yakılmak üzere götürülen ölü bir beden ve dördüncü gün dünyayı terk etmiş münzevi bir keşiş olarak çıkarlar. Bunları gören Siddhartha ihtiyarlık, hastalık, ölüm ve var olmanın yol açtığı bu değişikliklerin üstüne çıkmış insan hakkında bilgi sahibi olur. Babasına yaşadığı bu dünyevi zevk hayatını terk etmeyi ve ölümün üstesinden gelecek yolu bulmak için gezgin derviş olmak istediğini söyler. Ancak babası bunu yapmaması için gerekli tedbirleri alır. Fakat Siddhartha, tanrıların da yardımıyla ailesinden ayrılır. At bakıcısıyla beraber şehir dışına çıkar. Sahip olduğu bütün dünyevi şeyleri ve atı bakıcısıyla geri gönderir. Ancak, atı onun hasretine dayanamaz ve ölür. Saçlarını keser ve Tanrılar tarafından kendisine bir hacı elbisesi temin edilir. Saçları ve elbisesi göğe götürülür. Ölüm ve kötülük tanrısı Mara, kurtuluş yolunu bulmasına engel olmak için, “eğer geri dönerse kendisine dünya imparatorluğunu vermeyi” teklif eder. Kabul etmeyince yeni fırsatları kollamak için onu takip eder.


Bunun arkasından Siddhartha, brahman üstatlarıyla dersler yaparak kendisini herkesin altından kalkamayacağı nefis terbiye tekniklerini, usullerini bir deri bir kemik kalıncaya kadar uyguladı. Bu yaptıkları etrafında beş şakirdin yer almasına yol açtı. Ancak yerine getirdiği şeylerin hedefi açısından kendisine bir fayda sağlamadığını fark edip, dünyevi şeylerden tat almaya başlayınca etrafındaki şakirtleri onu terk ettiler. Bunun üzerine yakınlardaki bir ormanda, altında bir tahta ya da masanın bulunduğu bodhi/bilgi/uyanıklık ağacının altında, “bedenim kurusa bile ölümün acısına yol açan şey ile onun ilacının bilgisine ulaşmadan oradan ayrılmayacağım”, der. Mara tekrar gelir ve tahtın kendisine ait olduğunu söyler. Siddhartha, tahtın kendisine ait olduğu ve bunun için gerekli niteliklere sahip olduğuna tanık olarak toprağa dokunur ve toprak buna tanıklık yapar. Mâra kötü ruhlardan oluşan ordusuyla saldırır, ancak bütün bunlar istenilen sonucu vermeyince Mâra savaşmayı bırakır ve onun gelişiyle ayrılan tanrılar tekrar Siddhartha’nın yanına geri dönerler. Sabaha kadar Siddhartha, buddha olmasını sağlayacak olan mertebelerin hepsini aşar. Sınırlı oluşum (pratiya samutpâda) döngüsünü tam olarak anlar ve mutlak uyanıklığa ulaşır o artık bir buddhadır. Yaşadığı mutlu halden dolayı bütün evrenin yüzü değişir.


Buddha kurtuluş bilgisine ulaştıktan sonra uyanıklık/bilgi ağacının etrafında yedi hafta kalır. Burada iki şey meydana gelir. Birincisi Mâra’nın başaramadığını onun kızları gerçekleştirmeye çalışır. Buddha’yı yoldan çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar ancak başarılı olamazlar. İkincisi ise yukarıda da kendisinden söz ettiğimiz, Buddha’nın ulaştığı bilginin insanlar tarafından anlaşılamayacağı ve bu yüzden kendisinin sıkıntılar yaşayacağı hususundaki endişesidir. Ancak bu endişe tanrıların müdahalesiyle aşılır ve Buddha Benares’e gider ve burada, daha önce kendisini terk etmiş olan beş kişiye ilk vaazını vererek, “yasanın tekerliğini (dharmacakra) harekete geçirir/döndürür” 

Zamanla gezgin rahiplerden oluşan büyük bir topluluk meydana getirir. Kendisinin istememesine rağmen, teyzesi Mahapajâpatî’nin ısrarı ve gözde şakirdi Ananda’nın onu desteklemesi üzerine kadınların da bir keşişler topluluğu oluşturmalarına izin verir. Buddha zamanının büyük kısmını, manastırdaki bu kadın ve erkek topluluklarla ilgilenmekte ve keşişler topluluğuna vaazlar vermekle; Brahmanlarla tartışmalar yapmakla geçirirdi. Nihayetinde Buddha, yakın bir zamanda öleceğini şakirtlerine haber verir. Öleceği yer olarak Kusinagara şehrine yakın iki sal ağacı arasındaki yeri seçmiştir. Ananda’nın hazırladığı bu yerde son bir kez daha meditasyon yapmak üzere oturmuş ve bu haldeyken, kırk yılı tebliğle geçen seksen yıllık bir ömür sonunda büyük bir dinginlik ve huzur içinde vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine cesedi, bütün dünyaya hükmetmiş bir kralınki gibi önce yakılmış, sonra da külleri sekize bölünmüştür. Bunların bir kısmı kşatriya kastından olan Malla’lara; geri kalanlar da onların komşularına verilmiştir. Buddha’nın üzerinde yakıldığı odun yığını ve küllerinin bulunduğu kaplar üzerinde sonradan ilk on stupa inşa edilmiştir.



KUTSAL METİNLERİ



Buddha, kırk beş yıl boyunca bulduğu yola dair öğretisini şifahi olarak insanlara ulaştırdı. Bu öğretiyi muhatabı olan insanlara uygun hale getirerek yapmaya çalıştı. Sangha Buddha’nın öğretisini ezberlemişti ve bayramlar ve hususi vesilelerle onu grup olarak ezberden okumaktaydılar. Buddha’nın vefatından kısa süre sonra toplanan birinci konsilde ezberlenmiş olan öğreti nakledildi ve onun sahih olduğu onaylandı. Daha sonraki nesillere de bu, toplu okumalar yoluyla aktarıldı. Bu şifahi okuma geleneği bugün de sürmektedir. Sanhga bazı seçilmiş metinleri törenlerde okur laik kesim de onlara iştirak eder. Budistlerde metinlerin sesli bir şekilde okunmasının kutsal bir eylem olduğuna inanılır ve böyle yapmakla Budist zihnen sakinleştiğini, kötülükten korunduğunu, zihnen dinginleştiğini hisseder.


Budist kutsal metinleri üç kategoriye ayrılır: Birincisi, içeriklerinin genel olarak Buddha’nın ağzından geldiği kabul edilen Pali dilindeki Tipitakada (Sanskritçe=tripitaka) korunmuş olan erken dönem kanonik metinler. İkincisi kronolojik olarak az önceki kanonik metinleri takip etseler de, onların tespit edildiği zaman bu grup içine girme imkânı bulamayan, fakat kanonik olanlara benzeyen metinlerdir. Üçüncü kategoride yer alanlar ise birçok sahte kononik ya da kanonik olmayan metinlerdir. Bunlar tarihçi bakış açısından Mâhâyana’nın sutraları, Vajrayana’nın tantraları (bu metinler iki grup tarafından Buddha’ya atfedilir) ve kanonik metinler etrafında oluşan geniş yorum edebiyatını oluştururlar.


Buddha faaliyeti sırasında muayyen bir dili mesajını iletmek için seçmemiş, seyahat ettiği bölgenin yerel dilini bunun için kullanmıştır. Buddha’nın faaliyeti genel olarak Magadha bölgesinde vukuu bulduğundan onun kullandığı dilin eski Magadhi diline dayandığı söylenir. Bu dil, birkaç istisna dışında varlığını devam ettirememiştir. Ancak bu eski Magadhi’nin bir sürümü Therevadinlerin kutsal metin külliyatının (kanon) dilinde saklanmıştır. Miladın başlarından itibaren başlayan Sanskritçe nihai olarak Budist metinlerinin önemli dillerinden biri haline gelmiştir. Çince ve Tibetçe ve Japonca’ya yapılan çeviriler sonunda söz konusu dillerde de hatırı sayılır bir Budist kutsal metin külliyatı oluşmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Max Müller tarafından başlatılan Doğunun Kutsal Kitapları (Sacred Books of East) adlı serideki çevirilerle Budist kutsal kitapları İngilizce olarak da var olmaya başlamıştır. Farklı Budist gruplar bunlardan birini kullandıklarından, hepsi için ortak ve dolayısıyla da bir Budist kutsal dilinden söz etmek zordur.


Burada Pali ve Sanskritçe olarak yazıya geçirilmiş olan metin külliyatı hemen hemen aynı olduğu ve Palice’nin daha eski olduğu da göz önünde bulundurularak Pali metin külliyatıyla, Mahayanist, Tantrik, Tibet ve Moğol kanonundan kısaca bahsetmek istiyoruz.


Therevadinlerin kutsal metin külliyatı olan Pali kanonu mö. 25’deki dördüncü konsilde Sri Lanka’da yazıya geçirildi. Bu külliyat üç ana gruba ayrılır ve tipitaka (üç sepet) olarak adlandırılır. Bu üç bölüm, konsillerde tespit edilen sıraya göre: Vinaya Pitaka, Sutta Pitaka ve Abhidhamma Pitakadır. Bunlar muhtevalarına uygun olarak gruplandırılmıştır.


Vinaya Pitaka, Buddha’nın şakirtlerinin yanlış davranışları karşısında düzenlenmiş olan 227 davranış kuralını ve kadın (bhikkhuni) ve erkek keşişlerin (bihukkhu) manastır hayatında uyacakları sıkı eğitimin ne ve nasıl yerine getirileceğine dair bilgileri içerir. Kuralların büyük kısmı cemaatin ahlaki standardını muhafaza etmeye yönelik ahlaki bir özellik gösterir. Vinaya üç ana bölüme ayrılır: Keşiş ve keşişelere yönelik pathimokkha kurallarını içeren sutta-vibhanga; pathimokkha emirlerini tamamlamaya yönelik yeni Vinaya kurallarını içerir. Üçüncü bölüm olan parivara ise, Buddha’nın vefat etmesinden sonraki yüzyıllarda Vinaya etrafında oluşan farklı tarihlerdeki yardımcı çalışmalardan meydana gelir.


Sutta Pitaka, Buddha’nın öğretisinin ana kaynağıdır. Beş nikaya ya da derlemeden meydana gelir. Digha-Nikaya, Buddha’ya atfedilen uzun sözler derlemesidir. Öğretinin farklı yönleriyle ilgili 34 suttadan oluşur. Bu suttalardan birçoğu, Buddha’nın biyografisi hakkında başka yerde bulunmayan bilgileri içerirler. Majjhima-Nikaya, orta büyüklükteki sözler derlemesidir. Budist öğretinin bütün yönleriyle ilgili 150 suttadan oluşur. Samyutta-Nikaya, büyük kısmı çok kısa olan 3000, tartışılan konulara göre düzenlenmiş suttadan meydana gelir. Anguttara-Nikaya, ele alınan konuların sayısal olarak düzenlenmesiyle karakterize edilen suttalar derlemesidir. Khudda-Nikaya, bütün okullar tarafından sahih kabul edilmez. Şüpheli bir sahihliğe sahip olduğu için dört nikayanın dışında bırakılır.


Abhidhamma-Pitaka, tarih olarak ilk ikisinden daha sonra olan bu külliyat, farklı mezheplere göre değişen yedi ayrı Abhidhammadan oluşur. Bunlar öğretinin felsefi bir çözümlemesinin yapıldığı ve sistematik hale getirildiği metinlerdir. Keşişlerin bilimsel faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.


Budist mezheplerden bahsedeceğimiz yerde ele alacağımız Mahayana’nın bir mezhep olarak ortaya çıkıp gelişmesiyle yeni bir takım sutralar yazıldı. Mevcut Budist külliyata dayanmakla birlikte bu sutralara Mahayana düşüncelerini içeren yeni metinler ilave edildi. Birçok yeni sutradan dokuz tanesi özellikle önemli kabul edilir. Biz bunlardan en popüler olan dört tanesini zikredeceğiz. Prajnâparamita-sutta, hikmet, mükemmellik sutrası. Mahayana derlemelerinin en eskisi ve en etkilisidir. Mö. başlayan bin yıllık bir sürede tamamlanmıştır. Boşluk öğretisini (sunyattâ) açıklar. Saddharma pundarika Sutra, Lotus sutra olarak da bilinir. Derlemeden daha çok telif bir metin özelliği ortaya koyar, öğretiyi düzenler, öğretilerin birliğini açıklar ve Mahayanistlerin en yüce öğreti olduğunu kabul ettikleri boddhisattvayı över. Japonya’da ve Çin’de en önemli sutra olarak kabul edilir. Vimalakirtinirdesa Sutra, Hıristiyan döneminin başlarında telif edilen bu metin, laik bir Budist’in boddhistavalığa ulaşabileceğini açıklar. Sukhavati Sutra, Buddha Amida’nın ülkesinin bütün inananlara açık olduğunu öğretir.


Tantrik Budizm’in gelişimiyle, onların yeni düşünceleriyle ilişkili olan yeni metinler ortaya çıktı. Bunlar törenler ve ritlerle ilgili olan Kriya tantra; Yoga tantra ve üst düzey mistisizmle ilgili olan Anuttarayoga tantradır. Tantraların en batini içerikli olanı budur.


Tibet ve Moğol Budistlerin kullandıkları kutsal metin külliyatı, on dördüncü yüzyılda 333 cilt halinde Sankritçe’den Tibetçe’ye çevrilen metinler iki grupta kümelenir. Bunlardan birincisi Buddha’nın sözlerinin tercümesi olan Kanjur’dur. Vinaya, Sutra, Abhidhamma ve Tantrik metinlerden oluşur. İkincisi yorumların tercümesi olan Tanjurdur. Temel metinler üzerine yapılmış olan yorumları, ilahileri ve tıp, gramer gibi konular üzerine kaleme alınmış olan metinleri içerir.


Budist mezheplerin bu kutsal metin külliyatına bakışına gelince, Theravada’da bunlar Buddha’nın ilk dönem cemaatinin öğretisini ve hayatını yalnızca anlatan açıklayan metinlerdir. Mahayanistler’de bu metinlere kutsal özellik vermeğe yönelik bir eğilim vardır. Bu muhtemelen, zamanla metinlerin ifade ettikleri Buddha’nın aşkın hakiki bedeniyle özdeşleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.



İNANÇ ESASLARI


Klostermaier genel anlamda Budist olunamayacağını, ancak tarihi gelişimi sırasında gördüğümüz ve aşağıda mezhepler kısmında da ele alacağımız şekillerden birini seçmenin mümkün olduğunu (Klostermaier,1999, 3) söylüyor olsa da, ayrıntılardaki farklılıklara rağmen, üzerinde uzlaşı olan esaslar hepsinde ortaktır: Triratna (üç mücevher). Budistlerin her eyleme kendileriyle başladıkları üç mücevher, “Buddha’ya (aydınlanmış olana) sığınırım, Dharma’ya (öğretiye) sığınırım ve Sangha’ya (cemaate) sığınırım” şeklinde dile getirilen, Buddha, dharma ve sanghadan oluşur. Bunlar aynı zamanda bir kimseyi Budist yapan esaslardır ve bu yüzden de Budist âmentüsü olarak kabul etmek mümkündür.


“Uyanmış olma, anlama” anlamlarına gelen budh kökünden türeyen Buddha, aydınlanmış olan kimse için kullanılan bir sıfattır. İki tür Buddha vardır, bunlardan Pacceka Buddha, hakikate ulaşan ancak onu insanlara öğretmeyen; ikincisi olan Samma Sambuddha ise, hem hakikate ulaşan hem de onu insanlara öğreten Buddha’dır. Theravada onu, insanları aşan zihni gücüyle üstün bir insan olarak kabul eder. Gautama Buddha’nın kendisinden önce buddhalar olduğu gibi, kendisinden sonra da buddhalar gelecektir. Bunlardan Gautama Buddha’dan sonra gelecek ve dünyayı aydınlatacak olanın adı Maiteraya’dır.

 

Mahayana Budizm’i Buddha’yı aşkın bir varlığa dönüştürmüş ve onun her yerde hazır olduğunu ve aydınlanma yolunda insanlara yardım için bu dünyada Buddha olarak doğmuş olduğuna inanır. Gautama Buddha bu aşkın Buddha’nın tezahürü olarak kabul edilir. Mahayana’ya göre Buddha üç bedene/görünüşe sahiptir. Nirmankaya, evrensel aşkın buddha’nın dünyevi tezahürü olan beden; Sambhogakaya, Buddha’nın semavi bedenidir. Buddha bu bedeni, boddhisattvaları öğretmek için giyinir; Dharmakaya, Buddha’nın şekilsiz, tanımlanamaz hakiki bedenidir. Mahayana Budizm’inde mutlak hakikat düzeyinde yalnızca bu bedeni gerçektir. Diğerleri onun şekil aldığı, Dharmakayaya gönderme yapan geçici yollardır.


Buddha, buddha olmadan önceki doğumlarının hikâyelerinin anlatıldığı Jatakalarda kendisine boddhisattva olarak gönderme yapılır. Gautama Buddha’dan sonra gelecek olan Maitreya Buddha, şimdi göksel dünyada bir bodhisattva olarak yaşamaktadır. Mahayana bu bodhisattva anlayışını, kurtuluşa ulaşmış ancak bunu, diğer insanların kurtuluşuna yardımcı olmak maksadıyla erteleyen ideal insan haline dönüştürmüştür. Theravada Budizm’de kendi aydınlanmasını gerçekleştirmiş ve nirvanaya ulaşmış kişiyi ifade etmek için, arhat sıfatı kullanılır.


Üç Budist mücevherin ikincisini oluşturan ve Hint düşüncesinde “yanlışın” zıddı olarak “doğru”, “kozmosun yasası”, “eşyanın doğası”, “zihin, iyi hayat ve manevi yolun yasası” gibi anlamlarda kullanılan dharmadır. Bu Buddha’dan önce de olan ve kendisinden önceki buddhalar gibi kendisi tarafından da keşfedilmiş olan öğretiyi ifade eder. Bu yüzden Asya’da Budistler Budizm için Buddha’nın dharması deyimini kullanırlar. Buddha’nın öğretisinin iki yönü vardır: Birinci yönü, Buddha Isipatana’da bulunan Geyik Parkındaki ilk vaazında dharmanın özü olarak ortaya koyduğu Dört Seçkin Hakikattir. Sonraki metinlerde farklı şekillerde ifade edilmekle birlikte bu Dört Seçkin Hakikat (arya-satya), orijinal metinlerde özlü bir şekilde yer alır: Dukkha, Samudaya, Nirodha ve Maggha. Dharmanın ikinci yönü ise, Dukkha, anicca (her şeyin geçici oluşu) ve anatman (her zaman var olan, değişmeyen bir ruhun yokluğu) oluşturur.


1.Dukkha. “acı çekme” anlamındaki bu kelime, bütün Hindistan için ortak ve uzun bir geçmişi olan bir problemi ifade eder. Hint düşüncesinde insanlığın yaşadığı bu acı, yalnızca hayatında bir kez değil, daimi ölüm ve yeniden doğum döngüsü sebebiyle binlerce, milyonlarca kez yaşayacağı bir acıdır. İşte Buddha’nın da dikkatini yönelttiği ve çaresini bulmaya çalıştığı bu acı/dukkhadır. Buddha önce bu acının varlığını tespit eder: “Doğum acıdır, yaşlanma acıdır; hastalık acı verir; ölüm acıdır, hoşlanılmayan şeylerlerle birlikte olmak acıdır, hoşlanılan şeylerden ayrılmak acıdır, hak ettiğin şeyi elde edememek acıdır”. Bütün insanlar burada sayılan şeylere maruz kalırlar, bütün varlıklar mutluluğu yaşasalar da bu da geçici bir mutluluktur.


2.Samudya (acının kökeni). Acının varlığını tespit eden Buddha, Budist sebeplilik yasına uygun olarak, bir şeyin yani acının var olması için onun bir sebebinin olması gerektiği sonucuna ulaşır. Buddha’nın acının sebebi olarak tespit ettiği şey, arzudur. İnsan var olmaya, duygusal zevklere, ölümden sonra varlığını devam ettirmeye, kendisini korumaya vs. yönelik arzulara sahiptir. Bu arzu ise, insanın acıyla ilgili Dört Seçkin Hakikat hakkındaki cehaletten, arzu duyduğu şeylerin daimi bir yapısının, bir gerçekliğinin olmadığını bilmemekten ibaret olan cehaletten kaynaklanır. Bu cehaletten arzu çıkar, arzu eyleme yol açar, bu da yeni arzulara ve yeniden doğumlara. Yeniden doğumlar döngüsü, samsara (bhava-cakra), “var oluş tekeri’ olarak adlandırılır.


3.Nirodha (Acının kaldırılması). Buddha’yı diğer çağdaşlarından farklı kılan onun, varlığını ve sebebini tespit ettiği acının kaldırılmasının da mümkün olduğunu bulmuş olmasıdır. Eğer dukkhaya sebep olan cehaletten kaynaklanan arzu ise, arzunun ortadan kaldırılmasıyla acı da ortadan kalkacaktır.


4.Maggha (Sekiz Seçkin Yol) İnsanı, yaşadığı acıdan kurtulacak hale getirecek olan, kendi kendini disipline etme yolu, Budizm’in sembolü olan ve sekiz parmaklı tekerlekle gösterilen sekiz dilimli yoldur: bunlar doğru anlama, doğru konuşma, doğru eylem, doğru yaşam, doğru çaba, doğru düşünme, doğru yoğunlaşma (Goonewardene, s.143-147).


Budizm’in ahlaki yaşam kurallarını oluşturan bu sekizli yola ilave olarak tipitakanın ikinci sepetini oluşturan Sutta Pitakada bulunan, Panca Sila’da söz konusu seçkin sekizli yolun dördüncü safhasının bir genişletilmesi olan başka ahlaki davranış kuralları da yer alır. Bunlar beş Budist emir olarak bilinirler ve şunlardan oluşurlar: Yaşayan canlıları öldürmemek; verilmeyen şeyi almaktan kaçınma; duyusal yanlış davranıştan kaçınmak. Bu sonuncusu hem yasaklanmış ilişkilere girmeyi hem de yanlış fiziksel davranışları içerir. Mesela, Homoseksüellik, kesinlikle yasaklanmış bir davranıştır. Diğerleri ise, yalan söz söylemekten kaçınmak ve uyuşturuculardan uzak durmaktır.

(Fowler, 1999, s. 54-57).


Budist dharmanın ikinci önemli yönünü varlığın üç özelliği oluşturur. Bunlar aynı zamanda, Budist dünya görüşünün ve düşüncesinin de temelini oluşturan şeylerdir.


1.Geçicilik (anicca). Buddha’nın acıdan kurtuluş yolunu arayışında ulaştığı sonuçlardan biri, dünyada her şeyin sürekli bir akış halinde olduğu, her şeyin değiştiği, değişmeyen hiçbir şeyin bulunmadığıdır. Hiçbir şey, aynı kalmamaktadır. Dünya sistemleri bile geçicidir. Hatta Buddha’nın kendisinin öğretisi bile, ebed müddet var olacak bir şey değildir, o da yok olacak ve yeni bir Buddha ortaya çıkarak onu yeniden keşif ve ihya edecektir. Zihnimizin sürekli aynı kaldığını hissettiği şeylere gelince, bu yanlış bir histir ve değişimin farkına varamamaktan kaynaklanır.


2.Acı (dukkha). Bunun ne anlama geldiğini, ikincisini oluşturduğu Dört Seçkin Hakikati ele alırken görmüştük.


3.Ruhun Yokluğu (anatman). Buddha geyik parkında verdiği vaazda, öğrettiği şeylerin biri de, insanlar da dâhil canlı varlıkların hiçbirinin değişmeyen, sabit ebedi, Tanrı tarafından yaratılmış, ilahi bir kaynaktan gelen anlamında hiçbir şeyin bulunmadığıdır. Canlı varlıklar, beşe ayrılabilecek olan, sürekli değişen, skhanda (bir araya toplanma/gelme) olarak adlandırılan (maddi yapı, hissetme, algı, karakteri oluşturan zihni teşekküller ve bilinç) zihni ve fiziki şeylerin toplamından ibarettirler. Bunlar cehaletin yol açtığı hırs ve bencillik tarafından bir araya getirilirler. Dolayısıyla cehalet ortadan kalktığında ise tamamen ortadan kalkar yok olurlar. İnsanların cehalet döneminde yeni bedenlerle dünyaya gelmelerine yol açan ise karmadır. 


Karma


Karma, bütün Hint kökenli dinlerde kabul edilen ortak inançlardan biridir. “Fiil, eylem” anlamına gelen karma, aynı zamanda eylemin sonucu için de kullanılır. Ahlaki bir yasa olarak faaliyet gösteren karmaya gelince, insanların bu dünyada iradi olarak yaptıkları her şeyin karşılığını bu dünyaya bir sonraki gelişlerinde görecekleri, anlayışıdır. Şimdi bir insan bu dünyada belli bir fiziki yapıda, belli bir sosyal statüde bulunuyorsa, bu onun daha önceki hayatında ya da hayatlarında yaptıkları eylemlerin bir sonucudur. İnsanın mevcut halini belirleyen, herhangi bir varlık aşkın ya da içkin değil, bizatihi kendisidir. İyi davranışlar iyi karmaların, kötü davranışları ise kötü karmaların birikmesine ve sonraki hayatta kendilerine uygun sonuçların ortaya çıkmasına yol açarlar. Bu yüzden de, bir sonraki hayatında daha iyi bir hale gelmek istiyorsa ona göre bir hayat yaşamak zorundadır.



Yeniden Doğum


Buddha karma düşüncesinde olduğu gibi insanların bu dünyaya tekrar tekrar gelişlerini kabul etme bakımından da genel Hint düşüncesiyle uzlaşır. İnsan, acıya dair Dört Seçkin Gerçek hakkındaki cehaletinin üstesinden gelinceye ve Sekiz Dilimli yolu tatbik edip kurtuluşa (nirvana) ulaşıncaya kadar bu dünyaya gidip gelecektir. Hint düşüncesinde insanın geçmiş karmasına uygun olarak bu dünyadaki yeni doğumlarında aldığı bedenler değişse de, değişmeyen bir özün bulunduğu, bunun da ruh olduğu kabul edilir. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi Buddha değişmeyen bir öz anlamında ruhun varlığını kabul etmez. Bu yüzden de, Hinduizm’de olduğu gibi bu anlayışı reenkarnasyon/tenasüh olarak adlandırmak uygun olmaz. Onun yerine yeniden doğum ya da yeniden olma, diye adlandırmak Budist anlayışa daha münasip bir adlandırma olacaktır. İnsanın sürekli değişen bedeninden farklı olarak onu o yapan ve sürekli olarak aynı kalan bir özün varlığının reddine rağmen kabul edilen yeniden doğum, Budistler tarafından bir kısmını zikredeceğimiz, farklı biçimlerde açıklanır. Fiziki ya da biyolojik bedenin hayatı sona erdikten sonra, onda bulunan hayat güçlerinin bir başka biyolojik varlıkta var olmayı sürdürür. Burada insan bedeni, hayat güçleri için, geçici bir vasıta işlevi görür. Fiziksel ve zihni enerjiler sürekli değişmektedir. Bir andaki bir sonraki andakiyle ya da gelecek bir andakiyle aynı değildir. Bir anda ölüm ve bir sonraki anda yeni bir doğum vardır. Sürekliliğin varlığına yönelik his, bir yanılsamadır. Hiriyanna’ya göre, fail olarak adlandıracağımız bir ruhun yokluğu nasıl mümkünse, değişmeyen bir özün yokluğunda da yeniden doğum mümkündür (Hiriyanna, s.127). İnsanlar yeniden bu dünyaya gelmeden önce, kötü karmalarının bir gereği olarak cehenneme giderler. Dokuz sıcak ve dokuz soğuk cehennem olduğuna inanılır. Buraya gidenler büyük işkenceler gördükten sonra dünyaya yeniden gelerek bedenlenirler. İyi karmaları olanlar derecelerine uygun olarak gök tabakasında, cennette yaşarlar. Bu anlayışa göre cennet ve cehennem ölüm ve yeniden doğum arasında ara bir bölge olarak görülmektedir. Ancak bazen cennetin, nirvanayla özdeşleştirildiği de olmuştur.



Bağımlı Ortaya Çıkış (pratîtya-samutpâda)


Eğer değişmeyen bir öz anlamında ruh, onun da kendisinden kaynaklandığı aşkın bir varlık Tanrı yoksa insanların içine doğdukları fiziki şekil, toplumsal statü vs. kendilerinin önceki hayatlarında yaptıkları iradi iyi ya da kötü eylemlerin bir sonucu ise var olan şeyler nasıl oluyor da var oluyorlar? Bu soruların açıklandığı Bağımlı Ortaya Çıkış olarak çevrilen pratîtya-samutpâda Buddha tarafından öğretisinin anahtar unsurlarından biri olarak kabul edilir. Bu önem onun talebelerinden biri tarafından şöyle dile getirilir: “Bağımlı ortaya çıkışı anlayan dharmayı anlar dharmayı anlayan bağımlı ortaya çıkışı anlar” (Majjhima Nikaya I.191). Bu öğretiye göre, her şey birbirine bağlı olarak ortaya çıkar, var olur. Nirvana hariç hiçbir şey bağımsız değildir. Her şey başka bir şeyle ilişkilidir ve birbirine bağlı on iki zincir halinde, başka bir şey tarafından belirlenir. Bu on iki sebeplilik zinciri şunlardır: Manevi cehalet, inşa edici eylemler, bilinç, zihin ve beden, altı temel duyu, duyusal uyarım, his, arzu, tamah; varlık, doğum, yaşlanma ve ölüm. Böylece yaşlanma ölüm ve onlarla bağlantılı olan acı çekme, nihai olarak manevi cehaletten kaynaklanır. Bu cehaletin de herhangi bir başlangıcı, yani onun bulunmadığı bir andan söz etmek mümkün değildir. Manevi cehaletin sona ermesiyle de onlar yaşlanma ve ölüm sona erecek ve nirvanaya ulaşılacak. Bağımlı ortaya çıkış anlayışı, Dört Seçkin Hakikatin temelini oluşturur, yeniden doğuşun işlemesini açıklar ve bağlantılar dizisinin gerisinde değişmeyen bir özün bulunmadığını gösterir (Goring, 1995, s.135-136). Bu zincirin başında yer alan cehalet ortadan kaldırıldığında, zincirin sonunda yer alan doğum ve ölüm sona erecek ve artık doğum ve ölümün olmadığı nirvanaya ulaşılacaktır.



Nirvana


Budizm’in nihai hedefi olan kurtuluşu ifade etmek için kullanılan nirvana (Palice=nibbana), ateşin sönmesi için kullanılan bir kelime olup “sönme, “sakinleşme” anlamına gelir. Cehaletin ortadan kalkması durumudur. Bu Budistlerin ulaşmak istedikleri nihai haldir. Ancak burada kendisinden ulaşılmak istenen bir durum olduğundan söz edilmesi, onun bir yer olduğu anlamına alınmamalıdır. Çünkü nirvana bir yer değildir. O, bir haldir; mutluluk hali, duyuların faaliyet göstermediği bir mutluluk halidir. Ancak bu hal tanımlamaz, kelimelerle ifade edilemezdir. Bu yüzden de, nirvana olumlu sıfatlarla tanımlanmış olsa da, daha çok olumsuz sıfatlarla, ne olmadığı anlatılmaya çalışılır. Bazıları bu özelliğinden dolayı onu yokluk olarak tanımlamak istemiş olsalar da, bir yokluk da değildir. O, Budistlerin takip etmeleri gereken yolun bir sonucu olarak ortaya çıkan bir şey de değildir. İnsanlar dağa bir yol aracılığıyla ulaşırlar; ancak Dağ yolun bir sonucu olarak var değildir. İhtirastan, arzudan, nefretten ve yanılsamadan kurtulma yani, cehaletin ortadan kalkması nirvana halidir. Bu yüzden insanlar yaşarken nirvanaya ulaşırlar (arhat olurlar). Buddha, ilk beş talebesi ve daha sonraki talebeleri arasında yaşarken bu duruma ulaşmışlardır. Yaşarken kurtuluşa ulaşmanın kabulü, Budizm’e has olan bir şey olmayıp, Hinduizm’de yaşarken mokşaya ulaşan civan-mukti anlayışının bir devamıdır. Ancak insanlar yaşarken nirvana durumuna ulaşmış olsalar da, birikmiş olan karmaların sonucu olan bedenleri devam ettiğinden yaşamayı sürdürürler ve ölünce de nirvana tamamlanmış (pari-nirvana) olur bir daha yeni bir doğumla dünyaya gelmezler. Tükenmemiş olan karmalarının sonucu olarak varlıklarını devam ettiriyor olsalar da, onların yaşamları artık yeni karmalara yol açmayan, herhangi bir arzunun, ihtirasın yönlendirmediği, bir dinginlik yaşamıdır. Ölümden sonra ne olur şeklindeki sorulara Buddha’nın kendisi, bunun sorulamayacağını, çünkü nirvananın son olduğunu, mutlak olduğunu, eğer ondan sonra bir şey olacaksa bu onun nihai ve mutlak olmadığı anlamına geldiğini, söyler (Yılmaz, 164-212).

 

Budistleri kendisine sığındıkları üçüncü mücevher, sanghadır. Sangha, erkek keşişler (bhikkhus), kadın keşişler (bhikkhunis), erkek laik takipçiler (upasakas) ve kadın laik takipçilerden (upasikas) oluşan Budist cemaatini ifade eder. Ancak bugün genel olarak sangha ile kastedilen ilk iki gruptur. Bütün grupların üyelerinden her biri, gerçek Budist olarak kabul edilmesine rağmen, gereksinimler ve manevi beklentiler bakımından bir hiyerarşi vardır. Kararlı bir şekilde nirvanaya ulaşmak isteyenler erkek ya da kadın keşiş olmaya çalışırken laik durumundan memnun olanlar, yaptıkları iyi işler sayesinde kendilerini nirvanaya ulaştıracak yeni doğumlar kazanmayı ümit ederler. Laiklerden beklenen daha önce zikrettiğimiz beş ahlaki yasağı (panca-sila) yerine getirmeleridir. Onların asıl görevleri, getirisi olan herhangi bir iş yapmaları yasak olan keşiş ve keşişeleri desteklemektir.


Sanghaya giriş, ayrıntılı bir dini ve sosyal tören olan takdisle/atanmayla olur. On yükümlülüğün yerine getirildiği, genç takdisinden sonra, yirmi yaşına girdikten ve uzun bir süre eğitim gördükten sonraki yüksek takdis gerçekleştirilir. Bu sonuncusundan geçen kişi, sosyal ve aile bağlarını koparır ve bir manastırda yaşamaya başlar. Çoğunlukla da yeni Budist bir isim alır. Keşişlerin ve keşişelerin, elbiseler ve sadaka kâseleri dışında hiçbir şeyleri yoktur. Saçlarını tıraş eder ya da oldukça kısaltır ve renkli (Therevada’da portakal rengi, Kore’de gri, Japonya’da siyah ve Tibet’te, koyu kırmızı) elbiseler giyerler. Keşişler ve keşişelerin hayatlarını daha önce de söylediğimiz gibi Vinaya Pitaka düzenler. Sanghaların merkezi bir otoritesi yoktur. Ancak her ülkede, sanghanın alt grupları vardır ve bunların her biri yaşlı bir keşiş tarafından yönetilirler. Tayland’da sangha ulusal bir kurum olarak organize edilir ve kral sanghanın başkanını atar. Therevada ülkelerinde sangha günde bir öğün ve öğleden önce, kendilerinin topladıkları yiyecekleri yerler. Kendilerinin yapmaları gereken, duayı, meditasyonu, dharmayı uygulama ve öğretmeyi içiren katı hayat tarzlarının yanı sıra laik insanların dini ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla onların yanlarında olurlar. Doğum, hastalık ve ölüm törenlerine katılırlar.



İBADETLERİ


Dindarı kutsal sembollerle ve onların temsil ettikleri şeyle düzenli olarak temas haline getirdiği için ibadet ve dua Budist uygulamasının önemli bir yönünü oluşturur. Bu aynı zamanda dharmanın entelektüel olarak anlaşılmasının yeterli olmadığı, hedefe giden yolda ilerlemek için ibadet, dua ve meditasyon gibi bir takım eylemlerin de yapılması gerektiği anlamına gelir.


Bu açıdan bakılacak olursa, Budist ibadetler dışsal ibadet ve içsel ibadet; dışsal olanları da evlerde yapılanlar ve mabette yapılanlar olarak ayrılabilir.


Evlerde Buddha heykeli yüksek, hususi ve göze çarpacak bir konumda muhafaza edilir. Bir kısım Budistlerin evlerinde ibadet için ayrılmış mabet odalar ya da mabet olarak düzenlenmiş köşeler vardır. Bazı aileler, dolunay ya da hususi günlerde evde günlük olarak kısa hususi bir ibadet icra ederler. İbadet, lotus pozisyonunda, yatar durumda, ayakta ya da yürür şekilde yapılmış olan Buddha heykeline yüz dönük olarak yapılır. Burada yapılan ibadet mabette yapılana benzer ancak ondan daha kısadır.


Budizm’de ibadet bireysel olduğundan, toplu ya da cemaat şeklinde ibadetler normal olarak mabetlerde (pagoda) yapılmazlar. Bunlar büyük dinleyici kitlesini alacak şekilde düzenlenmemişlerdir. Birçok küçük mabet, kişisel ya da ailevi kullanım içindir.


İnsanlar ibadet için tek başlarına ya da grup halinde gözdeleri olan mabetlere gelir ve orada ibadetlerini istedikleri şekilde icra ederler. Ancak mesela Kandy’deki Kutsal Diş Tapınağı gibi büyük mabetler ve bir takım manastırlar hususi günlerde ya da dolunay günlerinde günlük ibadet aktiviteleri düzenlerler. Bir sadaka verme vs. törenleri gibi hususi vesilelerle de bir ibadet olur. Bu ibadet, bir keşiş tarafından ve mabette ibadet için ayrılmış bir odada icra edilir. İnsanlar mütevazı elbiseler giyer ve bir saygı işareti olarak mabede girmeden önce ayakkabılarını çıkarırlar. Onlardan burada, suhuletle davranmaları beklenir. Ellerinin avuç içlerini birbirlerine yapıştırmış bir şekilde, Buddha’nın heykelinin önünde yerlere kapanırlar. Takdime olarak, yiyecek, çiçekler ve mum sunulur. Buddha’ya saygılarını sunduktan sonra tek başlarına ibadet ediyorlarsa kendileri, eğer ibadeti keşiş yönetiyorsa onu takiben, “Saygı kutsanmış olana, saygıdeğer olana, bütünüyle Aydınlanmış olana. Buddha’ya sığınıyorum. Dharmaya sığınıyorum. Sanghaya sığınıyorum” der. Bunu üç kez tekrarlar ve arkasından Beş Emir ve Buddha, Dharma ve Sangha’nın övüldüğü sözler söylenir. Kadınlar ve erkekler ellerini birbirine bitiştirmiş, yüzleri yere doğru çok saygılı bir şekilde dururlar. Sonra keşiş, kutsal metinden bir parçayı melodili bir şekilde tilavet eder. Bunu Dharma hakkındaki bir konuşma takip eder.


Dünyanın varlığını hala devam ettiren en eski manastır hayatına sahip olan Budistlerin, mabetleri olan pagodaların yakınında ya da etrafında inşa edilen manastırların da, düzenli ibadet zamanları vardır. Haftalık tatil günü olan uposatha, bir araya gelmek ve oruç tutma anlamına gelir. Sangha’nın hususi toplantıları o zaman yapılır. Erkek keşişler için 227 ve kadın keşişler için 311 olan ve Pathimokkha olarak bilinen manastır kurallarını ihlal eden keşişler itirafta bulunurlar ve bunlardan manastırdan atılmayı gerektirenler dışındakiler, bir takım kefaretlerle tedavi edilirler. Bu sırada genellikle keşiş olmayan laik bir dinleyici de orada bulunur ve keşişler kutsal metin parçalarını tilavet ederken saygıyla onları takip eder. İnsanlar uygun yerlerde yere secde ederler. Keşişlerden biri, lotus şeklinde oturacağı bir vaaz kürsüsüne çıkar ve bir palmiye yaprağına yazılmış olan kutsal metni okur. Okumanın bitmesinden sonra laik halk manastırda meditasyon yapmak, keşişlerle konuşmak ya da çay içmek maksadıyla kalmayı sürdürürler (Parrinder, s. 108)


Mahayana Budizm’indeki ibadet, daha sonra Çin ve Japon dinleri ele alınırken ayrıntılı bir şekilde işleneceği için burada daha çok Theravada/Hinayana Budizm’ininki ele alınmıştır. Ancak iki ana Budist mezhebin ibadet noktasındaki temel farkın görünmesi için çok kısa olarak biri iki şey söylemek yeterli olacaktır. Mahayanistler daima var olan manevi bir Buddha anlayışı geliştirmişlerdir: Amida ve Mahavairochana gibi göksel Buddhalar ve Avolokitaşvera, Manjushri ve Tara gibi boddhisattvalar. Buddha’nın heykeli kadar bu buddhalar ve boddhisattvaların heykelleri de Mahayana ibadetinde kullanılır. Bunlar, yaşayan ilahları temsil ederler; bu yüzden Mahayanist ibadeti, kendisine ibadet ya da dua edenlere karşılık verebilecek kudrette bulunan söz konusu varlıklarla bir iletişim olarak kabul edilir.


İbadet için gidilen mabetlere gelince, mö. üçünücü yüzyılda ortaya çıkan Budist mabetlerini ifade etmek için kullanılan ilk kelime stupadır. Buralar, özellikle Buddha’nınkiler olmak üzere, kutsal şahsiyetlerin kalıntılarının bulunduğu çan şeklindeki tepeciklerdi. Bunlara verilen isimler Budizm’in yayıldığı yerlerde farklılaştı. Çin ve Burma’da onlara pagoda, Seylan’da dagoba Tayland’da ise wat denilmektedir. Bunlardan bazıları içinde bulundurdukları kalıntı (mesela, Buddha’nın dişi bulunduğu için Kutsal Diş Mabedi), bazıları da ihtişamları sebebiyle öne çıkmış ve daha çok ilgiye mazhar olmuşlardır (Güç, 2005)


Budist ibadetini dışsal ibadet ve içsel ibadet diye ikiye ayırdık ve dışsal ibadet kategorisi içinde yer alanları kısaca gördük. İçsel ibadete gelince bu, Budizm’i meydana getiren temel unsurlardan ve aydınlanmaya götüren yoldaki temel uygulamalardan biri olarak kabul edilen, Buddha tarafından uygulanmış olan meditasyondur. Meditasyon zihnin şekli olarak eğitilmesini, konsantrasyonu ve derin anlayışı içerir. Genel olarak kişisel bir rehberliğe ihtiyaç olduğu kabul edilen meditasyonun hedefi, zihni arındırmak ve hakikatin ya da nirvananın gerçekleştirilmesine götüren farkındalığı, enerjiyi ve huzuru geliştirmektir. Budizm’de iki türlü meditasyon vardır. Birincisi, zihnin dingin, sakin ve yoğunlaşmış hale gelecek şekilde, her şeyi dışlayarak belli bir nesne üzerinde zihni yoğunlaştırma olan, samhatadır. Bu nesneler ateş, ölü bedenler, Buddha vs. olabilir. Bununla bilinç yükselir ve meditasyon yapan daha yüksek mistik durumları gerçekleştirir. Bu tür meditasyon, niravanayı anlamaya götürmez. Buddha tarafından keşfedilen ikinci tür meditasyon ise, eşyanın ve nirvannın doğası hakkında bir anlayış sağlayan vipassanadır. Bu meditasyon tipi, düşünceli olmayı, gözlemi, dikkati ve analitik idrakin artışını içerir. Meditasyon yapan, düşünmeyle anlaşılamayacak türden çeşitli tecrübeler yaşar. Budizm’e has esas meditasyon türü, vipassna olarak adlandırılan bu meditasyondur (Harvey, 2001,144; Goonewardene, 1996, 178)


Dini bir eylem olarak hac, Budizm’de yaygındır ve kutsal varlıkların hayatlarındaki olayları canlı tutmak, manevi arzuları güçlendirmek, karma bakımından verimli eylemler icra etmek, gidilen yerlerdeki tanrıların korumasına mazhar olmak ve istediği bir şey gerçekleşirse hacca gideceği yeminini yerine getirmek gibi farklı sebeplerle yapılır. Buddha’ya göre, inanan bir kalple hac yolundayken ölen bir kimse, semavi memleketlerde yeniden doğacaktır. Ölümünden önce Buddha gözde şakirdi Ananda’ya inanların saygıyla ziyaret edecekleri, kendisiyle ilişkili dört yerin olduğunu söyler. Bunlar Budistlerin en eski kutsal yerleridir ve bugün çok yoğun bir şekilde ziyaret edilmektedirler. Nepal’da bulunan ve Buddha’nın doğduğu yer olan Lumbini koruluğu; Buddha’nın aydınlanmaya ulaştığı Bodhgaya; Buddha’nın ilk vaazını yaptığı Benares yakınındaki İsipatana ve öldüğü yer olan Kuşinara’dır. Bunların yanı sıra, Budist için hem Buddha’nın hem de azizlerin kalıntılarının bulunduğu mabetler, sutupalar ve manastırlar da hac ve ziyaret yerleridir.


Budist mezheplerinin her birinin kendisine özgü bayramları vardır. Ayrıca milli ve yerel bayramlar da kutlanır. Budistler tarafından kutlanan ancak Budist kökenli olmayan, tarımsal döngü, ulusal tanrılar ya da Konfüçyanizm gibi geleneklerin kutlanması gibi, bayramlar da vardır. Bu bayramlardan ikisini zikredeceğiz. Bunlardan en önemli olanı Vesakdır. Bu bayram, Buddha’nın doğumu, aydınlanması ve ölümü olaylarının anısına kutlanılan bir bayramdır. Genellikle Mayıs’ın on dördü, bayramın zirvesini teşkil eder. Evler ve caddeler süslenir ve fakirlere ve keşişlere hediyeler verilir. Zikredeceğimiz ikinci bayram ise, yağmur mevsiminin arkasından yapılır. Yağmur mevsimi, Buddha’nın gökte ikamet ettiği ve orada dharma’yı toplanmış olan tanrılara tebliğ ettiği zamandır. Hiçbir evlenme töreninin ve bayramın yapılmadığı yağmur mevsiminin sonunda, Buddha’nın gökten dönüşünün anısına dolunay zamanında büyük bir bayram yapılır. Evler ve pagodalar aydınlatılır. Yakılan lambalar, Buddha’nın yeryüzüne dönüşüne işaret eder.



MEZHEPLERİ


Buddha’nın vefatından yüzyıl sonra toplanan ikinci Budist konsilinde cemaat (sangha) içinde, zamanla Sthaviravadin’i oluşturacak olan Staviralar (Yaşlılar) ve daha sonra Mahasanghika (büyük cemaat/sangha) olarak bilinecek olan fakat o zaman Mahasanghalar olarak bilinen diğer rahipler arasında bir bölünme vukuu buldu. Bunlar arasındaki ayrılık noktaları, Sthaviravadinlerin manastır disiplinindeki herhangi bir değişikliği kabul etmemeleri ve Mahasanghikaların arahata daha düşük bir statü vermeleri ve Buddha’yı aşkın konuma yükseltmiş olmalarıdır. Budizm’in tarihsel gelişimi sırasında mesela, miladi asrın başlarında on sekiz okul ortaya çıkmış, ancak bunların büyük bir kısmı zamanla ya ortadan kalkmış ya da başkaları içinde kaybolmuştur. Bugün bunlardan üç ana okul varlığını devam ettirmektedir. Theravada (Hinayana), Mahayana ve zaman zaman Mahayana içindeki bir gelenek olarak da kabul edilen Vajrayana. Üç başlık altında toplanan bu okullar, yekpare olmayıp kendi içlerinde farklı gelenekleri de barındırırlar.


Theravada; bu okulun öğretisi Sthaviravadinlerin öğretisidir. Mahinda ve Sanghamitta tarafından Sri Lanka’ya getirilen ve Pali Kanonu olarak mö. 25’de yazıya geçirilen bu okulun öğretisidir. Burma, Komboçya, Sri Lanka, Laos ve Tayland’daki Budist okullar, Theravada okulu olarak bilinirler. Bu okul aynı zamanda, güney Budizm’i olarak da adlandırılır. Bunların inançları, üçüncü yüzyıldakiler gibidir. Ana kaynakları olarak Pali Kanonu’nu kullanırlar. Buddha’ya tapınır ancak başka şahıslara saygı göstermezler. Boddhisattva teorisini kabul etmemekle biraz sonra göreceğimiz Mahayanadan ayrılırlar. Onların nihai hedefi, “mükemmel bir aziz”, arhat olmaktır. Asıl hayatın manastır hayatı olduğunu bu yüzden de laik cemaat üyelerinin kurtuluşa ulaşabileceklerine inanmazlar. Topluma karşı herhangi bir sorumluluk taşımazlar. Kendi kurtuluşlarını, yani bireysel kurtuluşu gerçekleştirmek esastır. Bundan dolayı, Mahayanacılar Theravadinlere küçük kurtuluş yolu anlamında Hinayana yani, “küçük araba” adını vermişlerdir.


“Büyük araba” anlamına gelen ve bugün Tibet, Moğolistan, Çin, Kore, Vietnam ve Japonya’da hâkim olan Budizm’in Mahayana şeklidir. Miladi birinci yüzyılda Hindistan’da, dili Sanskritçe olan içlerinde önemli yeni gelişmelerin olduğu iki Budist okul vardı: Mahasanghika ve Sarvastivada okulları. Budist düşüncelerin yeni yorumları, Brahmanizm ve daha sonra Hinduizm’i içeren dini bir çevrede geliştirildi. Bu yeni gelişmeler ise, Mahayana’nın öğretilerini meydana getirdi. Mahayana okulunun ayırt edici özelliği, Boddhisattva ideali, her bir şahsın Buddha olma hedefi, Buddha’ya verilen aşkın statü ve ayrıntılı ve karmaşık felsefedir. Boddhisattva’ya verdikleri önemden dolayı kendilerine, Boddhisatvayana (Boddhisattva yolu) diye de atıfta bulunulur. Daha önce gördüğümüz gibi, mevcut metinlere benzeyen ancak yeni düşünceleri yorumlayan Sutralar kutsal metinlerini oluşturur. Mahayanistler, herkesin Buddha olması hedefi ve Buddha olanların Buddhalığa girmeyi, bütün varlıkların mutluluğu ve refahını gerçekleştirmek ve onlar kurtuluşa ulaşıncaya kadar ertelemelerini geri kalan diğer Budistlerinkinden üstün görür ve onları aşağılayıcı anlamda olmak üzere, yukarıda gördüğümüz gibi Hinayana (küçük araba) olarak adlandırırlar. Buraya kadar ele aldıklarımızı da katarak gelişmiş haliyle Mahayanacılığın temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: Boddhisattva, herkesin bir Buddha haline gelmesi ideali, trikaya (Buddha’nın üç farklı bedene sahip olduğu) anlayışı, merhamet ve hikmet, ibadet, laik kişilerin önemli oluşu, felsefedeki yeni düşünceler, nirvana ve samsara ilişkisi ve yeni sutralardır.


Vajrayana okuluna gelince, ms. yedinci yüzyılda Mahayana içinde yeni bir takım gelişmeler oldu. Bu, Mahayana ve Hinduizm’in birbirini karşılıklı olarak etkilemesinin harekete geçirdiği Budist Tantra’nın gelişimiydi. Mahayana’nın Madhyamika felsefesine dayanan Budist Tantra, çalışmayı gerektiren Hindu yoga sistemini anlaşılması güç zihni süreçlerle birleştirdi. Budist Tantra ya da Tantrayana (tantra yolu) veya Vajrayana (yıldırım ya da elmas yolu), Mahayananınkiyle aynı hedefe, yani Buddhalığa ulaşma hedefine sahiptir. Ancak tantrik uygulamalar, buna ulaşmanın daha kısa ve çabuk bir yolunu gösterirler. Vajrayana, Budizm’in erken şekillerinden daha fazla gizem, büyüsel dönüşümlerle ve mucizelerle ilgilenmeyi zorunlu kıldı.



DİĞER DİNLERE BAKIŞLARI


Her ne kadar Buddha’nın başka din mensuplarının da kendi dinleri içinde kalarak kurtuluşa erebilecekleri sonucunun çıkarılabileceği sözleri bulunsa da; insanların kurtuluşa ermek için eski bağlarını koparmalarını istemesi, kendi yolunu/dinini doğru diğerlerini yanlış olarak değerlendirmesi ve aydınlanmaya götüren tek yolun kendisininkinin olduğunu ısrarla vurgulaması göz önünde bulundurulduğunda, kendi yolu/dini dışında kalanların kurtuluşa ulaşacağını kabul etmediği sonucuna ulaşılabilir. Yalnızca kendisinin bulduğu sekiz katlı yolu takip edenlerin yani, Budist cemaatin/sanghanın kurtuluşu gerçekleştirebileceklerine inanır. Fakat bu cemaat içinde de, herkesin eşit derecede bu kurtuluş durumuna ulaşacağı anlamına gelmez. Kurtuluş dereceleri olan dört arhatlığın en yüksek derecesine ulaşmak mutlak anlamda kurtuluşu gerçekleştirmez. Bu duruma en yakın olanlar, laik inananlar değil fakat her türlü meşgaleden uzakta münzevi bir hayat yaşayarak bütün zamanlarını söz konusu duruma ulaşmak için harcayan, dilencilik yaparak hayatlarını idame ettiren keşişler cemaatidir. Erkek ve kadın keşişlerden oluşan bu grup içinde de, kadın keşişlerin kendilerine tabii oldukları erkek keşişler grubuna mensup olanlardır.


 

SİHİZM

Sihlerin mensup oldukları dini gurubu ifade eden, Sanskritçe, “talebe, öğrenci” anlamına gelen şisya ya da “öğreti” anlamına gelen şikşadan türeyen Sihizm, on beşinci yüzyılda güney Asya’nın Pencap bölgesinde ortaya çıkan ve dünyanın farklı yerlerindeki bağlılarıyla dünyanın ana dinlerinden birini oluşturan bir inanç sistemidir.



TARİHSEL SÜREÇ


Sihizmin bir inanç grubu olarak ortaya çıkışı bugün Guru Nanak olarak bilinen kişinin, otuz yaşlarında yaşadığı, kendisinin dini bir lider olmasıyla sonuçlanan dini tecrübeden kaynaklanır.


Müslüman bir idarecinin, Devlet Han’ın yanında çalışan Nanak, kaybolduğu üç gün boyunca kendisine Tanrı’nın bir fincan nektar sunan ve “Ben senin Tanrı’nım (Nam) ve benim İsmim’i tekrarla ve başkalarının da aynı şeyi yapması için çalış” dediği dini bir tecrübe yaşar. Daha sonra bu isim, Tanrı’nın gerçek İsmi ve Sihizm’in de merkezi dogması haline gelir.


Yirmi yıl boyunca, hem erkekleri hem de kadınları “Tanrı’nın yolunu” takip etmelerini teşvik etmek maksadıyla daha çok kuzey Hindistan’da vaazlar veren Nanak, birçok yere seyahat eder. Seyahat ettiği bu yerler arasında, Hindistan’ın dini merkezlerinin yanı sıra Tibet, Sri Lanka, Bağdat hatta Mekke bile zikredilir. Ravi nehrinin kenarındaki Kartarpur kasabasını inşa eden ve etrafında kendisini takip etmeye başlayan bir sihler grubu oluşturan Guru Nanak 1539’da vefat etti. Ölmeden önce Guru Nanak yerine, ikinci Guru olarak talebelerinden biri olan Lehna’yı “benim kolum/kanadım” anlamına gelen Angad adıyla varisi olarak seçti. Böyle varisin seçilmesi, etrafında kurulan cemaatin varlığını devam ettirmesine yönelik bir niyeti ortaya koyar. Kendisine varis olarak birinin seçilmesi, hareketin süreklilik kazanması ve nihai olarak da müstakil bir din haline gelmesinde önemli olmuştur. Cemaati Guru Nanak’tan başlayarak 1708 yılına kadar yöneten on guru kabul edilir.


Guru Nanak (1469-1539); Guru Angad (1504-1552); Guru Amar Das (1479-1574); Guru Ram Das (1534-1581); Guru Arjan1563-1606; Guru Hargobind (1593-1644); Guru Har Rai (1630-1661); Guru Har Krişna (1656-1664); Guru Tegh Bahadur (1621-1675); Guru Gobind Singh (1666-1708)


Bütün gurular Sihler tarafından, kşatriya kastına mensup tüccar bir alt gruba mensupturlar. Dördüncü gurudan sonra guruluk, hepsi de kendisi gibi kşartiya (Pencap’da Sodhi) kastına mensup olup Guru Nanak’ın soyundan olan erkekler arasında irsi olarak elde edilen bir görev haline geldi. Sihler her bir guruyu, eşit olarak kabul ederler. Eserleri Guru Sahib Granth’a dâhil edilen iki şair, gurular arasındaki manevi ilişkiyi şöyle dile getirmiştir:


“Tanrısal ışık aynıdır. Hayat şekli aynıdır. Kral, yalnızca bedenini değiştirdi”. Guruların aynı oluşunu ifade için bazen Mahala kelimesinin sonuna sayılar eklenir. Bu sayılar guruların sırasını dolayısıyla da o sırada yer alan guruyu ifade eder. Bunu bazen sih yazarlar, Guru Nanak’ın haleflerine gönderme yaparken kullandıkları Birinci Nanak, İkinci Nanak ya da Beşinci Nanak ifadeleriyle de aynı yaklaşımı dile getirmiş olurlar.


Sih cemaatinin (Sikh Panth) gelişiminde yukarıda zikredilen gurulardan bazıları önemli bir işlev görmüşlerdir. İkinci guru olan Angad, cemaatin varlığının devamını sağlamak için, Guru Nanak’ın ilahilerini, bir metin haline getirdi. Bu metin kendisinden sonraki gurular tarafından da geliştirildi. Ayrıca, dağınık şekilde bulunan sihlerin örnek alacakları bir hayat tarzı, ibadetlerinde kullanacakları malzeme sağlayan, Guru Nanak’ın doğum hikâyelerinden oluşan Janam Sakhinin derlenmesini teşvik etti.


Sikh Panth’ın gelişimi ve yayılışını kendi kontrolü altında olmasını isteyen Guru Amar Das, Beas nehri üzerinde Goindwal kasabasını kurdu ve Şivacı bir bayram olan Magha-shivatri, Rams Chandra ile ilişkilendirilen Diwali, yeni yılın başlangıcı olan Baisakhi ve Pencap’taki ilkbahar hasadında olmak üzere yılda üç kez huzurunda toplanmalarını istedi. Ayrıca cemaatini, her birinin bir masand tarafından gözetildiği yirmi iki alana ayırdı. Kast ayırımlarını lağvetmek için ortak mutfaklar uygulamasını başlattı.


Guru Ram Das, Amritsar şehrinin inşasına başladı ve tüccarları ve iş adamlarını buraya yerleşmeleri hususunda teşvik etti. Beşinci guru olan Arjun, başka kasabalar da kurdu ve buralar büyük ölçüde çiftçi bir sosyal grup olan jatiler tarafından iskân edildi. Bu durum. Arjan’a bölgede siyasi ve askeri bir taban sağladı. Sihleri hususi bir elbiseyle tanıştıran Arjun, Amritsar’da bir ibadet mekânı inşasına başladı ve Adi Granth’ı derledi. Daha sonra bu metni, Harimandir (Tanrı’nın Evi) ya da Darbar Sahip olarak adlandırılan yeni ibadet mekânına yerleştirdi. Bu alan bugün Altın Tapınak olarak bilinir.


On yedinci yüzyılda Moğol imparatoru Ekber Şah’la (1760–1837) iyi ilişkiler Sihleri, Müslümanlarla Hindular arasında bir uzlaşmanın olabileceğine yönelik bir umut beslemeye yöneltti ancak, Adi Granth’ın Harimandir’a yerleştirildiği iki yıl içinde Ekber Şah’ın ölmesi üzerine yerine, Guru Arjan’ı rakiplerini desteklediği şüphesiyle mahkûm eden Cihangir geçti. Guru Arjan hapiste öldü ve ilk Sih şehidi oldu. Bu dönemde sih dini, ayrı bir düşünce ve hayat tarzı olarak kendisini ortaya koydu. Hem Hindu hem Müslümanlar nezdinde eleştirildiler.


Guru Arjan’ın yerine geçen Guru Hargobind, Gurularla kral arasındaki bir uzlaşmayı Müslüman sufilerle olan arkadaşlıklarıyla etkiledi. Guru Hargobind, cemaate yönelik dışarıdan gelecek herhangi bir saldırıya karşı koymak maksadıyla Sihler için askeri bir program arayışına girdi. Kırk yıllık guruluğunun son yıllarında yönetimin kuvvetlerine karşı savaşmak zorunda kaldı. Seleflerinden farklı olarak Guru Hargobind, dini ilahiler telif etmedi. Bu da vurgunun yaşayan Gurudan, manevi bir rehber olarak Adi Granth’a doğru kayışını teşvik etti. Daha sonra uzun bir müddet çoğu şey değişmeden kaldı. Yedinci ve sekizinci gurular Guru Har Rai ve Guru Har Krişna Sih dininin gelişimine önemli bir katkıda bulunmadılar daha çok manevi meseleler üzerinde yoğunlaştılar. Liderliği daha çok geleneksel bir şekle dönüştürmüş görünen, dindar bir şair ve güçlü bir şahsiyeti olan dokuzuncu guru, Guru Tegh Bahadur, Evrengzib’in İslâmlaştırma siyasetinin başladığı bir dönemde guruluk makamına geçti. Evrengzib’in muhalifleri arasında yer alan Guru Tegh Bahadur 1675’de idam edildi ve Sihler tarafından hem inancı hem de dini özgürlükler için şehit olmasından dolayı saygı gösterildi.


Onuncu ve son Guru Gobind Singh, onun yerine geçti. Guru Gobind Singh iki bakımdan Sih dini tarihi için önemlidir. Birincisi Anandpur’daki Baisakhi toplantısında, Sihlerin silahlı gücü olan Khalsa (saf, temiz) tarikatını kurdu (1699). Su ve şekerden oluşan iki uçlu kılıçla karıştırılan kılıç vaftizini uyguladı ve bu şekilde vaftiz olanların isimlerinin sonlarına, kendi adının sonunda olduğu gibi aslan anlamına gelen singhi ekledi. Sihlere kendilerine özgü ve onları başkalarından görünüş bakımından da ayrı olmalarını ve kimlik olarak farklı olduklarını gösterecek, beş kutsal sembolden oluşan bir giyim tarzı geliştirdi. Ekim 1708’de suikasttan aldığı yaralardan dolayı ölmeden önce, oğulları arasında guruluk kavgasına engel olmak maksadıyla yerine Adi Granth’ı guru olarak tayin etti ve o zamandan sonra Sih kutsal kitabı Guru Granth Sahib olarak adlandırılmaya başlandı. Manevi önderlik ve yol göstericilik Guru Granth Sahib’e geçince siyasi ya da dünyevi otorite de Guru Gobind Singh’in doktrininde kendisiyle özdeşleştirilen khalsada kaldı.

 

1708 Sihizm’in kanonik döneminin sonuna işaret eder. On sekizinci yüzyıl Sihlerle Moğollar arasında uzun bir savaşa tanıklık etti. Sih liderlerden Maharaja Ranjit Singh 1799’da Lahoru’u ele geçirdi ve 1948’e kadar sürecek olan krallığı kurdu. Krallık bu tarihte oğlu Maharaja Dalit Sing’in krallığı ikinci Pencap savaşından sonra İngilizlere teslim etmesiyle sona erdi.


1799’dan 1948’e kadar Hindistan dışında İngiliz ordusunda görev yapan Sihler, görevden ayrıldıktan sonra Hong Kong ve Singapur’a yerleştiler. Asker olarak hizmet vermemiş olan diğer Sihler de bu göçe katıldılar. Sihlerin ana vatanlarının ortasından geçen bir sınırla Hindistan ve Pakistan’ın ayrılmasından sonra kalabalık Sih grupları Pencap’tan Delhi’ye, Bombay’a ve diğer şehirlere dağıldılar. Birinci dünya savaşından önce küçük bir grup İngiltere’ye gelmişti. Diğerleri de iki dünya savaşı arasında geldi. Bu göçler sayesinde bugün Sihizm, dünyanın farklı bölgelerine yayılmış bir dünya dini durumundadır. (Cole, 240-2146; Sambhi 281-286).


KURUCUSU


Sih kutsal metni olan Guru Granth Sahib’e Jaidev ve Nâmde gibi Hint şairlerinin yanı sıra Kebir ve Ramananda’dan dizeler yer almış olsa da Sihizm’in kurucusu ve ilk guru kabul edilen Guru Nanak, 1469’da bugün onun onuruna Nankana Sahib olarak adlandırılan, Pakistan’ın Lahor şehrinin güney batısındaki Talwandi’de doğdu. Kşatriya kastından hali vakti yerinde bir Hindu aileye mensuptu. Hem Müslüman hem de Hindu hocalardan olmak üzere iyi bir eğitim aldı. Sanskritçe, Farsça ve Arapça öğrendi. Eleştirel bir doğası olan, vaktinden önce büyümüş bir çocuktu. Dine yönelik büyük ilgi gösterdi. On iki yaşında, Sulakhani ile evlendi ve iki erkek çocuğu oldu. Gezgin kutsal şahsiyetlerle yaptığı tartışmalar onu hem Hinduizm, hem İslâm hem de çeşitli yoga kültlerinin uygulamaları hususunda bilgi sahibi kıldı. On dört yıl boyunca Sultanpur’da eyalet yöneticisi Nevâb Devlet Han’ın kilercisi olarak çalıştı. Burada saatlerini ilahiler okuyarak ve boş zamanlarını meditasyon yaparak ve inzivada yaşayarak geçirdi. Otuz yaşına geldiğinde yaklaşık 1699’da hayatındaki dönüm noktasını oluşturan, Tanrı’nın çağrısına muhatap oldu. Bein nehrinde banyo yaparken yaşadığı bu mistik tecrübeden üç gün sonra yeniden ortaya çıktı ve sahip olduğu her şeyi terk etti: “Ne Hindu ne de Müslüman vardır, öyleyse ben hangi yolu takip edeceğim? Ben Tanrı’nın yolunu takip edeceğim. Tanrı ne Hindu ne de Müslüman’dır ve ben Tanrı’nın yolunu takip edeceğim” sözünü tekrar etti. Bundan sonra hayatını tanrının yolunu tebliğe hasretti. Tebliğ maksadıyla birçok yere seyahatler yaptı. Gittiği her yerde insanlara söz konusu yolu öğretti, onlara ilahilerini söyledi ve Hindu ve Müslüman din adamlarıyla tartıştı; ibadet merkezi olarak bir dharmasâlâ kurdu. Nihaî olarak takipçilerinin günlük olarak banyo yaptıkları, ilahi söyledikleri ve Guru-kalangar’da toplu olarak yemek yedikleri Kartarpur’a yerleşti. Yerine talebelerinden Lehnâ’yı Angada adıyla varis olarak atadı ve Ekim 1539’da öldü. Bu Nanak hakkındaki tarihi bilgilerdir; bunların yanı sıra onun hem çocukluğunda hem de daha Tanrı tarafından görevlendirildikten sonra gösterdiği mucizelere Janam-sakhilerde yer verilir.


Guru hakkında daha önce söylediklerimize ilave olarak Nanak Sihler için bir reformcu, İslâm ve Hinduizm’in birleştiricisi değil, o aynı zamanda insanların kendisiyle birleşmeye çalıştıkları yüce ve mükemmel Gurudur. Sihlerin evlerinde ve dükkânlarında yaygın bir şekilde görülen bir resim onu, Hindu safran rengi elbiseyi giyen elinde Müslüman tespihi taşıyan sakallı ve sarıklı yaşlı bir insan olarak gösterir.



KUTSAL METİNLERİ


Sihlerin kutsal metinleri, Guru Grant Sahib olarak bilinen kitaptır. Guruların öğretileri yüzyıl kadar şifahi olarak dolaştıktan sonra dördüncü Guru olan Arjan tarafından 1604 yılında bir araya getirildi. Guru Gobind Singh’in guruluk makamına Adi Granth’ı atamasından sonra kitap Guru Granth Sahib olarak adlandırıldı ve bugün bu şekilde isimlendirilmektedir. Kitaba verilen ismin anlamı (Granth=derleme, Sahib=efendi, üstat) ona yönelik sih saygı ve hürmetinin bir ifadesidir. Kitap, ibadetle ilgili ilahileri içerir, hiçbir anlatı malzemesine yer vermez. Guruların yanı sıra Sih olmayan ortaçağ Hindu ve Müslüman azizlerinin (Namdev Ravidas; Kebir, Şeyh Ferid) kutsallaştırılmış olan seçkilerini de içerir. Farklı din ve inançtan insanların metinlerinin kitaba dâhil edilmesinin, hakikatin herhangi bir dinin tekelinde olmadığı, farklı yollarla ve Tanrı inayetiyle onu seven herkes için ulaşılabilirliğini ifade eden sembolik bir anlamı da vardır. Metnin ana dilinin Pencapca olmasına rağmen içinde Farsça, Sanskritçe yazılmış olan metinlerin bulunması da bunu destekler mahiyettedir.


Vahiy olarak kabul edilen Guru Granth Sahib Sihlerin hayatında merkezi bir öneme sahiptir. Aşağıda göreceğimiz gibi o, hem mabetteki hem de evdeki ibadetlerin merkez noktasını oluşturur. Hiçbir tören dini ya da seküler onsuz tamam olmuş sayılmaz. Sih bayramlarının arifesinde, evlilikten önce ve ölüm sonrası okunarak hatim edilir. Ancak verilen bu önem, hiçbir zaman ona tapınma anlamına gelecek kadar ileri götürülmemiştir. Çünkü tapınma yalnızca Tanrıya yapılır ve Sihler bu konuda çok katıdırlar. Bu, Guru Granth Sahib’ın başında bulunan ve Sihlerin sabah duasını oluşturan Japji Sahibde: “Tek Tanrı vardır/O en yüce Hakikattir/O, yaratıcıdır….O doğmamıştır/bir kez daha doğmak için ölmez…” şeklinde açıkça ifade edilir.


Guru Granth Sahibte Tek Tanrıya ibadet, aile hayatı, beşeri varlıkların eşitliği; putlara tapınmanın, dünyayı terk etmenin ve kehanetlere ve mucizelere inancın reddi; şekilciliği, taassubu, manastır hayatından caydıran, bira, şarap ve uyuşturucu kullanımını mahkûm eden; karmayı, ruh göçünü ve tanrının inayetine inancı kabul, öne çıkan düşünceler yer alır.



İNANÇ ESASLARI


Sihizm’in inanç esasları başlığı altında hem tanrı anlayışlarını hem de Sihizm’i, içinde doğduğu Hindu toplumundan ve Müslüman toplumdan ayıran öğretilerine yer verilecektir. Bu bağlamda olmak üzere, Tanrı, karma cennet cehennem, kurtuluş; guru anlayışlarından kısaca söz edilecektir.


Sihler monoteist bir inanca sahiptirler. Onlarda Tanrı Nam diye isimlendirilir. O doğrulmamış yaratıcıdır ve aynı zamanda yok edicidir. Zamandan münezzehtir, görünmez ancak hayatın bütün şekillerinin gerisinde vardır. Bütün kalplerde gizlidir ve bütün kalpler İlahi Varlık tarafından aydınlatılır. Guruların inayetiyle bilinir. Tanrının enkarnasyonları yoktur, bu yüzden de Hindu tanrıları Krişna ve Şiva varlıklar olarak kabul edilir.


Nam’ın, nitelikleri olan bir tanrı oluşunun yanı sıra aşkınlığı da vurgulanır. Tanrıyı betimlemek için birçok isim kullanılır, ancak bu onun tanımlanabilir olduğu anlamına gelmez: “Senin isimlerin sayısızdır, ey Rab, onların sonunu bilmem, ancak ben bir şeyden eminim ki, senin gibisi yoktur”. Sih guruları, Müslümanlar, Hindular ve yoga uygulayıcıları arasında yaygın olan Tanrı isimlerinin birçoğunu kullanırlar. Ancak bunlardan Guru Nanak tarafından tercih edilen Sat Nam (Ebedi Gerçek) ismidir ve Sihler arasında en popüler olan ise Waheguru’dır (Mükemmel Rab).


Sihler de karma inancını esas alırlar ve insanların iyi işlerinin onların manevi gelişimine yardımcı olacağını, başka şekilde daha fazla ilerleyemeyeceğini kabul ederler. Karma hem ilerletici hem de geriletici olarak faaliyet gösterir. Yani eylemlerine göre onun varlığını ve çevresini değiştirir. Bu da, iyi amellerin daha iyi bir ailede kötü amellerin ise onun daha düşük hayvanlar ya da kuşlar seviyesinde yeniden doğması anlamına gelir. Yeniden doğum ve ölüm döngüsü, bizatihi Tanrı’nın kendisi tarafından sona erdirilir. Kendisinin sınırlarını ve noksanlıklarını bilen ve bu yüzden de uyanmış olan kimse inayet için Tanrıya döner. İnsan tanrıyla olan bağını ona övgüler söyleyerek ve iyi ameller takdim ederek güçlendirir.


Ölüm insan için bir son olmayıp onun manevi gelişimi ve Tanrıyla nihai birleşimindeki bir safha olarak kabul edilir. Hayatın sonunda insan birikmiş eylemlerine göre yargılanır ve gelecek hayatı ona uygun olarak belirlenir. Ya edebi huzura geçer ya da davranışlarını geliştirmesi için yeni bir doğum döngüsü bahşedilir. Geçici cennet ve cehennem bölgeleri yoktur; onlar bu dünyadaki hayat şartları olarak kabul edilirler.


Kurtuluş, tanrı gibi olmaktır ve bu aynı zamanda Sihizm’in ideal insanıdır. Tanrı ile uyumlu bir hayat, kurtuluştur. İnsanın kendisini bu dünyada tam olarak gerçekleştirmesi olmamış bir şey değildir, ancak bunun için gayret sarf etmesi gerekir. Tanrının sürekli olarak anılması, onun inayetinin ve kurtuluşun yolunu hazırlar. Bunları gerçekleştiren Tanrı hakkında tam bir bilince sahip olur bu da onun Tanrı’yı tam olarak idrak etmesiyle sonuçlanır. Bu hale ulaşan kişilere jivan mukti, yaşarken kurtulmuş kişi denir. O aynı zamanda bir Brahm Gyani, yani Tanrının bilgisine sahip olan kişidir. O artık karma yasasına tabii değildir ve başkalarına maneviyat yolunda liderlik eder.


Bütün varlıkların bu mertebeye ulaşmasını kabul ettiğinden kadın erkek ya da sosyal statü ayırımı yapmaz. Her sınıftan ve inançtan insan onların mabetlerine gelebilir ve sahip oldukları imkânlardan yararlanabilir. Ayrıca, kurtuluşu gerçekleştirmek için dünyayı terk etmek bir kural değildir. Bu yüzden de sih panthı (sih cemaati/toplumu) içinde herhangi bir ayırım söz konusu değildir.


Hinduizm’deki gibi manevi rehber ve öğretmen anlamında ve bu özelliğe sahip olduğu düşünülen herkes için kullanılan guru sıfatı Sihizm’de yalnızca on Guru için kullanılır. Sih gurularının rolü, geleneksel Hindu gurularından kısmen farklıdır. Hinduizm’de gurular mevcut kutsal metin temelinde olmak üzere insanlara tanrı bilgisini aktarırken Sih guruları hakikatin yani Tanrı bilgisinin vahyedicileri olarak faaliyet gösterirler. Dahası gurular kendilerini Tanrının tezahürü; tanrının sözlerini aktardıkları elçiler olarak görürler.



İBADETLERİ


Sih ibadetinin merkezini Guru Granth Sahib oluşturur. Sih ibadeti onun huzurunda yapılır. İbadet ondan, ilahilerin toplu olarak söylenmesi ve kutsal kabul edilen kitapların okunması yorumlanmasından ibarettir. İlahilerin söylenmesi müzisyenler tarafından icra edilirken, kutsal metin okuma ve yorumu ise cemaat üyeleri tarafından yapılır.


Kutsal gün anlayışı olmayan Sihlerde herhangi bir günde bir defa yapılabilecek olan cemaatle ibadet, gurdwara (guruların kapısı, ya da guruların ikametgâhı) olarak adlandırılan mabetlerde icra edilir. Ancak bu isim, aynı zamanda içinde kutsal metnin bir nüshasının bulunduğu evin bir odası için de kullanılabilir. Mabetlerdeki ibadette belli bir sıra vardır: Granth’ın açılması, müzik, kutsal metnin yorumlanması, vaaz, Guru Amar Das’ın “İsme Sevinç Şarkısı”nin söylenmesi, bir dua edilmesi, Granth’tan bir paragraf okunması, tereyağı, şeker ve undan yapılmış olan bir komünyon yiyeceğinin dağıtılması. Komünyon yiyeceğinin alınmasından sonra cemaat dağılır.


Bir Sihten, evinde Guru Granth Sahib’in bulunduğu bir odanın olması ve her gün ondan belli bir parçayı okuması ve bunu her akşam yapması beklenir. Kutsal metnin okunması son sayfanın üstündeki paragrafla başlar. Tehlike anlarında kutsal metnin tamamı okunabilir.


Haftalık ibadet yoktur. Ancak insanlar tek tek ya da aile olarak herhangi bir günde gurdwaraları ziyaret edebilir. Bir takdime sunar ve okunan Guru Granth Sahibi dinler. Ana mabet olan Amritsar’daki Altın Mabet’te günlük kutsal metin okumaları şafaktan önce başlar ve gün batımından sonrasına kadar devam eder.


Guru Gobind Singh, Moğollar tarafından öldürülen babasının intikamını almak ve dış baskılara karşı koymak maksadıyla sihler içinde seçkin bir savaşçı azizler tarikatı kurdu. Arapça hâlis=saf kelimesinden türeyen khalsa diye adlandırılan bu gruba, amrit sanskar (pahul) denen bir törenle girilir. Girmek isteyen adayın ve beş iyi sihin hazır bulunduğu bir mecliste, iki ağızlı bir hançerle karıştırılmış olan şekerli su (amrit) adayın saçlarına, vücuduna serpilir ve ondan içirilir. Sih adabı (raht) açıklanır. Bu içecek adayı bir aslana döndürdüğü, onu bir savaşçı haline getirdiği için nektar olarak da adlandırılır. Bu törenden sonra aday, khalsanın bir üyesi olur ve isminin sonuna Singh (aslan) lakabı eklenir. Khalsanın bir üyesi olduğunun bir göstergesi olarak beş şeyi taşıması gerekir. Bunların her biri “k” ile başladığı için beş ks anlamında kakka olarak adlandırılırlar. Kesh: Kesilmemiş, uzatılmış saçlar; kanga, küçük bir tarak; kacca, dizlere kadar olan beyaz don; kara, çelik bilezik ve kirpan kılıç, bugün hançer. Bunların her birinin sembolik anlamları vardır. Saçların uzatılması, azizliğin doğal görünüşünü; tarak düzeni; beyaz don iffeti: bilezik itidali ve guruya adanmışlığı/bağlılığı, asaleti, gücü ve cesareti sembolize eder.


Sihlerde bütün dinlerde görülen hac, oruç ve kurban gibi ibadetler yoktur. Hac yeri olarak kabul edilmemiş olsa da, Altın Tapınağı ziyaret etmek, Sihlerin hayatında önemli bir yer tutar. Guru Nanak’ın doğum ve ölüm günleri ve diğer bazı gurularla ilgili bu tür günlerle, Sihlerin tarihlerindeki bir takım olayların yıl dönümleri kutsal günler (gurpurb) olarak kabul edilirler. Hinduların da kutladıkları Baisaki ve Divali gibi bayramlar Sihler tarafından da kutlanırlar.


Ölmekte olan insana, Vahe Guru, Vahe Guru (Muhteşem Guru) kelimesini birkaç kez söylemesi teşvik edilir. Mevcut olanlardan biri kutsal metinlerden parçalar okur ve ölüm gerçekleştiğinde de ölü yakınları teskin edici sözlerle ağlamamaya ikna edilmeye çalışılır. Ölü yıkanır ve inancın sembolleri giydirilir, bir tabutla yakma yerine getirilir. Küller ertesi gün toplanır ve yakınlarda bulunan bir nehre ya da akarsuya atılır. Yakmak için gerekli malzemelerin bulunmadığı yerlerde ölülerini gömerler. Mezarların üzerine büyük abidevi binaların yapılması yasaktır.



SİH MEZHEPLERİ


Modern dönemlere kadar iki önemli sih grubu vardı. Kesadhariler ve Sahajdhariler olan bu iki grubun ortaya çıkışı Guru Gobind Singh tarafından khalsanın kuruluşuna kadar geri gider. Bu gruplardan birincisi geçiş törenine tabii olarak khalsaya giren ve dolayısıyla yukarıda zikredilen beş ayırt edici işaretini taşıyanlardır. İkinciler ise, her yönüyle sih inancına sahip ve sih toplumunun bir parçası olarak kabul edilen ancak khalsaya girmemiş dolayısıyla söz konusu beş ayırt edici işareti taşımayanlardır. Bunlar, henüz tam sih olmamış ancak ileride olacak kişiler olarak görülürler.


Modern dönemde ise, hem Arya Samaj’ın hem Hıristiyan misyonerlerin Sihlerden tabiiler kazanma faaliyetleri hem de Sihizm ahlakını düzeltmeye yönelik çabaların bir sonucu olarak reform hareketleri ortaya çıktı. Bunlar kendilerini Sing Sabha gibi organizasyonlarla ifade ettiler. Kahlsa tarafından kurulan okullarda eğitimi teşvik etmek için çok şey yaptılar.



DİĞER DİNLERE BAKIŞLARI


Müslüman sufi Kebir geleneğinden gelen bir kökene sahip olan Sihizm, tek bir hakikat olmakla birlikte insanların ona farklı yollarla ulaşabileceğini; dolayısıyla da Sih olmayanların da kurtuluşa ulaşacağını kabul ederler. Kutsal kitapları Guru Granth Sahib’de Guru Nanak dışındaki kişilerin metinlerinin bulunması da bunun bir işareti olarak kabul edilir. 



YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ


Kızılırmak Deltası

 


3 Ekim 2023 Salı

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-7

 


Şamanın Kutsanması



Stadling, Yakut şamanların bir adetinden bahseder ki, her yaşlı şamanın bir şaman adayını eğitip, onu göreve hazırladığını ve onun için bir “ämägät” resmi yaptığını anlatır. Aynı konuda Pripuzov, Yakutların arasında şahit olduğu, genç bir şamanın göreve başlama ayinini şöyle aktarmaktadır: “Yaşlı şaman, genç şaman adayını yüksekçe bir dağa veya bozkırın ortasında bir yere götürür, üzerine şaman kıyafeti giydirip, ona davul, tokmak ve etrafına at dizgini sarılı bir söğüt dalı verir. Adayın sağ tarafında kabilenin faziletli gençlerinden dokuz delikanlı, sol tarafında da dokuz bakire kız durur. Yaşlı şamanın kendisi âyin kıyafetlerini giyer, adayın arkasında durarak, adayın tekrarlaması gereken ruhanî kelimelerini söylemeye başlar. Şaman adayı ilk olarak yaşlı şamana, kendisi için değerli olan her şeyden ve Tanrıdan vazgeçip, bundan sonra kendisinin dileklerini yerine getirecek olan ruhun hizmetine adayacağına yemin eder. Daha sonra bu “özel ruh”un kim olduğu, nerede yaşadığı, hangi hastalıklara sebep olduğu ve nasıl yatıştırılıp rızasının kazanılabileceği konuşulur. Şaman adayı bunu takiben bir kurban keser ve kanını elbisesine sürer, kurbanın etini de ayine katılanlarla birlikte yerler” Anlatılan bu törende meselâ “Tanrıdan vazgeçme” gibi bazı unsurların Pripuzov’un kendi yorumu olma ihtimâli varsa da, yeni şamanın vazifesini devralabilmesinin bazı özel tören veya ayinlerle olması muhtemelen doğrudur. İnançları gereği, kendi refah ve mutluluğu için şamanın varlığının vazgeçilmez olduğuna inanan ve şamanın bütün o pahalı kıyafet ve malzemelerini karşılayan kabile üyeleri temsilcilerinin yeni şamanlarının bu ilk göreve geliş törenini izlemeleri gayet anlaşılabilir bir durumdur.


Tunguz kabilelerinde de, şaman adayının bazı ananevî ritüelleri yerine getirip, kabiliyetlerini kabile mensuplarına sergilediği ve sonunda adayın şamanlığa hak kazandığı bu törenlerin tarihi çok önceden tesbit edilir. Kurban kesilmesi ile sona eren bu törenler bazen günlerce sürebilir.


Yeni şamanın göreve başlama merasimi, Goldelerin kurban şölenlerinin en önemli ritüellerinden biri olup, şaman adayı sırayla köydeki her haneyi dolaşır, şaman dansı yapar ve kurban şölenine davet eder. Köy içersindeki bu ziyarete önce tek başına başlar, her hanede bir kişi peşine takılır ve şaman adayıyla, onu takip eden kalabalık en sonunda adayın kurban töreni hazırlıkları yapılan evine gelirler. Şölenin yapılacağı akşam, şaman danslarıyla başlar, dans edenlerin hepsi belinde çıngıraklar olan bir şaman kemeri takar ve ellerinde şaman davulu olur. Bu dansa en az dokuz kişi katılır. Yeni şaman, şaman kıyafetini giydikten sonra ortada dans etmeye başlayıp, diğerleri davullarını çalarak etrafında dönerler. Dansa ara verildiğinde, şaman adayı ruhlar için bir methiye söyler ve onlara yeni görevinden bahseder, sonra yüksek sesle “Seon”un verdiği ve herkesin uyması gereken buyrukları söyler. Daha sonra yeni şamanın önünde yakılan ateşe yaban biberiyesi atılır. Goldeler, bu bitkinin dumanının arındırıcı özellikleri olduğuna inanırlar. Şaman adayının methiyesi bittikten sonra kabilenin en yaşlı üyesi, şamanın önünde diz çökerek, ona bir tas içerisinde içki sunar. Genç şaman, üç defa parmağını tasın içine batırarak ruhlar için bir parça içki serper. Bu serpme işlemi sol elin üzerinden yapılır. Ertesi gün, sunak yerine gidilir. Buraya daha önceden dokuz tane domuz getirilmiştir ve şaman yardımcıları verilen bir işaretle bunları kesmeye başlarlar. Şaman adayı kurban kanından bir parça içtikten sonra, dans etmeye başlar, kendinden geçer ve orada bulunanlar ona gelecekle ilgili sorular sormaya başlarlar. Şölen, etler ve içkiler bitene kadar devam eder. Şamanın görevde olduğu sürece belli yıllarda kendi “Seon”u için bu tip şölenler vermesi gereklidir.


Şaman ayinine ait teferruat yönünden Buryat şamanlarının göreve başlama merasimleri çok daha ilgi çekicidir. Changalov, bazı Buryat şamanlarının şamanlık görevini ifa ediyor olsalar bile, “kutsanma” fiilini gerçekleştirmemeyi tercih ettiklerini anlatır ki, “kutsanma”, şamanın üzerine çok daha ağır görevler yüklemekte ve bu sebeple de “kutsanmış” olan şamanlar, daha itibarlı ve üst düzey şamanlar grubunu oluştururlar. Buryat inanışlarına göre, “kutsanmak” çok özel bir anlam taşır, bu sayede şamanın zihni aydınlanır, öte dünyanın ve ruhlar aleminin esrarları önünde açılır. Tanrıları, Tanrıların yaşadıkları yerleri, yarattıkları varlıkları ve bunlara kimler aracılığıyla nasıl ulaşabileceğini öğrenir.

“Kutsanma”, adayın kendini belli görevlere vakfetmesi ve belli bir hayat tarzını benimsemesi anlamına geldiğinden, “kutsanma”nın belli bazı hazırlık aşamaları vardır. Aday, kirli kabûl edilen her şeyden uzak durmayı-meselâ domuz eti yememe- kabûl etmek zorundadır veya düzenli olarak bazı yıkanma ayinleriyle kendini temizlemesi gerekir. Gerçek “kutsama törenleri”ni “şaman babası” adı verilen ve adayın hocalığını üstlenen gerçek bir “kutsanmış” kişi yönetir. Bu ayin için seçilmiş dokuz delikanlı, ayinde “şaman yardımcısı” olarak hizmet ederler. Bu yardımcılar, ayin için gerekli ön hazırlıkları yapar, şaman adayı ile beraber şölen için gerekli malzemelerin tedariki için koştururlar. Bu maksatla kaldıkları çadırda, onlara süt, tarasun, kurunga gibi yiyecek ve içecekler, para ve değerli hediyeler sunulur. Adayın elinde taşıdığı küçük bir kayın fidanına bez ve deri parçaları takılır. Balagansk bölgesinde şaman yardımcıları ellerinde bir kayın fidanı taşırlar.


Aynı bölgedeki geleneklere göre, şaman adayı, “şaman babası” ve şaman yardımcıları bir çadırda inzivaya çekilip, dokuz gün boyunca oruç tutarlar ve bu süre boyunca çay ve suda pişirilmiş un dışında hiçbir şey yiyip, içmezler. Bu çadırın etrafına at kılından yapılma bir ip çekilir ve bu ipe küçük orman hayvanlarının postları, kumaş parçaları, çomak veya kaşık gibi benzeri cisimler asılır. Bu süre içinde kabilenin diğer üyeleri “kutsanma merasimi” için gerekli diğer hazırlıkları yaparlar. Şölen gününün arifesinde kutsal koruluktan veya mezarlıktan kayın dalları ve köküyle birlikte sökülmüş en az iki tane kayın ağacı getirilir. Ağaçları sökmeye gidenler, yanlarında “tarasun” adını verdikleri içki ve bir koyun götürürler ve bu koyun “kutsal koruluğun” efendisi adına kurban edilir. Kayın ağaçları ertesi gün köye getirilip, ayinin yapılacağı yerlere yerleştirilir. Köküyle beraber sökülüp getirilen kayınlardan birisi şamanın çadırındaki ocak yerinin yanına, tepesi yukarıdaki bacadan çıkacak şekilde toprağa dikilir. Ayin esnasında şamanın üzerine tırmanarak göğün üst katlarına çıkacağı bu ağaca, “Kapı bekçisi” (Udešii burkhan) adı verilir ve bu ağacın şamana göğün çeşitli katlarının kapısını açtığına inanılır. Bu ağaç, “adanma töreni” sonrasında da yerinde muhafaza edilir ve köye giren herhangi biri “kutsanmış” şamanın çadırının hangisi olduğunu kolayca anlayabilir. Köküyle beraber sökülüp getirilmiş olan diğer kayın da benzeri önemde bir rol oynar. “äkhä šara modon” adı verilen bu ağaç, çadırın dışına dikilir ve ayin esnasında şaman bu ağacın üzerine tırmanarak göğe çıkar. Köküyle dikilen kayın ağacının yanına, dokuz tane kayın dalı dikilir. Bunların kökleri olmadığı için, onlara “kuru kayınlar” adı verilir. Changalov’un aktardığına göre, bu “kuru kayınlar” üç küme hâlinde dikilir ve etraflarına at kılından bir ip çekilip, ipin üzerine beyaz, mavi, kırmızı ve sarı şeritler asılır. Bu renklerin ne anlama geldikleri konusunda herhangi bir bilgimiz olmamakla beraber, dört ana yönü ifade etmiş olmaları muhtemeldir. En son kümedeki ağaçlara dokuz hayvan postu ve içinde içki bulunan kayın kabuğundan yapılma bir kap asılır. Changalov, bütün bu ağaçların, mavi-beyaz renkli bir iple çadırdaki ağaca bağlanmış olduğunu ve bu ipin “gök kuşağını ve şamanın tengrilerin katına yapacağı seyahâti” ifade ettiğini aktarır. Petri’nin aktardığına göre bazı bölgelerde bu ip mavi, beyaz ve kırmızı renklerdedir. “Kutsanma töreni” için dikilen kayın ağaçlarının dışında, toplam dokuz tane başka ağaç veya kazık daha dikilir ve bunlara kurban edilecek koyunlar bağlanır.

Kutsal törenin gerçekleşmesi için daha dokuz tane “žido”ya ihtiyaç vardır. Bunlar, alt ucu sivriltilip, üst tarafına da Sibirya çamı (abies pichta) reçinesi takılmış kayın dallarıdır ve orta bölümlerindeki yontulmadan bırakılmış olan bir dala, bir bez parçası asılır. Ayin esnasında meşale olarak kullanılan bu dalların alt uçlarının sivriltilmesinin sebebi, toprağa rahatça saplanmasını sağlamaktır.


Aday ve törene katılan şaman yardımcıları, tören esnasında beyaz elbiseler giyerler, şaman adaylarının eteklerinde mavi bez parçaları takılıdır. Potanin, tören sırasında “şaman babası” ve şaman adayının kafalarında kırmızı ipek püskülü olan beyaz başlıklar taktıklarını aktarır.


Şamanın “kutsanma” öncesi, şamanın alet ve malzemeleri de, meselâ asaları, at kırbacı, telli çalgısı (khur) ve benzerleri “kutsanır”. Özellikle şamanın “at kırbacı”nın kutsanması, bu kırbaca bir nevi can verilmesi anlamı taşır ki, şamanın ruhlar âlemine yapacağı seyahâtlerde bu kırbacın sahibine bir at gibi hizmet edeceğine inanılır. Asaların “kutsanması” esnasında, “at kırbacının efendisine” ve “karısına” (khorboši nojon ve khorboši khatun) bir koyun kurban edilir ve onların şerefine etrafa “tarasun” serpilir. Bazı törenlerde, kırbacın alt ucuna kurban edilen koyunun kanı sürülür. Kutsanma merasimi esnasında, şamanın telli çalgısı (khur), “tarasun” hazırlanan kabın altına, taşan damlaların çalgının tellerinin üzerine damlayacak şekilde yerleştirilir. Bu şekilde kutsanan bir çalgının sesini Tanrıların da duyacağına inanılır.


Tören günü, sabahtan itibaren çadırda toplanan davetliler şaman dansı yapmaya, Tanrılara dua etmeye ve onlara “tarasun” sunmaya başlarlar. Törene ilk olarak “ärgil bugha nojon tonkhoi”nin şerefine içki serpmekle başlanır. Adı geçen bu varlık, yeryüzünde kendini ilk olarak kutsamış olduğuna ve sonra da diğer şamanların kutsanmalarına yardımcı olduğuna inanılan şamanın ruhudur. Daha sonra, “Batı hanları” ve onların dokuz oğulları için içki serpilip, dualarda onların “yeryüzünde yaşadıkları, dokuz ülkenin hükümdarı ve Buryatların da koruyucu ruhları oldukları, gümüş kemerlerinin ve gümüş kılıçlarının oldukları” anlatılır. İçecek sunulan diğer varlıklar ise, sırasıyla; “şaman babası”nın ataları, mahallî ruhlar, yeni şamanın koruyucu ruhları, bulunulan bölgenin ve diğer bölgelerin ölmüş ünlü şamanları, büyük “Burkhan”lar ve diğer güçlü tanrılardır. İçecek sunusundan sonra “şaman babası”, çeşitli ruhlara tekrar dua eder ve bu duanın sözlerini şaman adayı tekrarlar. Bu devir töreni esnasında şaman adayı elinde bir kılıç tutar ve bu kılıcın kendisine şamanlık yetileri gibi gökler tarafından bahşedildiğine inanır. Şaman adayı bir anda çadırın içindeki kayın ağacına tırmanmaya başlar ve bacadan çadırın damına çıkar, bu esnada da Tanrılardan yardım diler. Artık, “kutsanma yeri”ne gitme zamanı gelmiştir. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz meşaleler yakılır, bir tanesini “şaman babası”, bir diğerini de şaman adayı ellerine alır. Arkadan gelen “şamanın oğulları”, “kutsanma ayini” için gerekli olan keçe minderleri ve diğer malzemeleri taşırlar. Onların arkasında, daha önce “adanmış” olan kişiler ve özel davetliler yer alır. Bütün ayin malzemeleri, güzel kokulu otlarla yakılmış olan çadırın önündeki ateşe tutularak arındırılır ve kutsanır. Şölene katılan davetliler, içinde kokulu otların tüttüğü bir ateş küreğiyle, başlarının üzerinden üç defa geçirilmek suretiyle önceden arıtılmışlardır. Törene katılanlar çadırdan çıkıp kayın ağaçlarının yanına gelirler ve şarkı söylerler.


Bazı bölgelerde çadır ile kayın ağaçlarının arasındaki yer otlarla kaplanmış olur. Kayın ağacı sırasında en Doğuda bulunan ağaca “turge” adı verilir. Bu ağaç çeşitli kumaş parçaları ile süslenmiş ve dibine keçe bir minder konularak, bir nevi sunak taşı hâline getirilmiştir. Minderin üzerine içi “tarak” ve “tarasun” dolu kaplar ve kurban etinin içine konulacağı büyükçe bir leğen bulunur. Dokuz sayısının, İdil boyu halklarında olduğu gibi Buryatların dini merasimlerinde de mühim bir yeri vardır, meselâ sunu kaplarının veya sunulan ekmeklerin sayısı daima dokuzdur. “Turge”nin yanında, şaman adayı ve kutsanmayı gerçekleştirecek kişiler yarım daire şeklinde dizilirler ve meşaleler buralara dikilir. Kayın ağaçlarının Kuzeyine dokuz adet sunu kazanı yerleştirilerek, geri kalan seyirciler de bu kazanların çevresinde toplanırlar.


“Kutsanma merasimi”nin en önemli unsurlarından anlarından biri de adayın kan ile arındırılmasıdır. Aday bunun için bedeninin üst tarafı çıplak olarak beyaz bir keçe minderin üzerine oturur. Tören yerine beyaz bir keçi getirilip, adayın başının üzerine kaldırılır ve kanı adayın üzerine akacak şekilde bıçakla yaralanır. Fışkıran kan, dokuz defa adayın değişik yerlerine tutulur ve sonra keçi serbest bırakılır, törene katılan genç erkekler keçiyi yakalayıp kurban ederler. Changalov’un aktardığına göre aday, keçinin kanını başına, gözlerine ve kulaklarına sürer, Balagansk ve bazı başka bölgelerde ayrıca keçinin kanından da içer. “Kan ile arınma”dan sonra, sıra “su ile arınma”ya gelir. Bunun için üç değişik su kaynağının suyu ile önceden doldurulmuş bir kazan içine kızdırılmış taşlar atılarak ısıtılır ve “şaman oğulları” bu suya daldırılan kayın dalı demetleriyle adayın vücudundaki bütün kan lekeleri kaybolana kadar adaya vururken, bu esnada bir şaman, “khur” çalarak buna eşlik eder ve “şaman oğulları” adaya bundan sonra sıkı sıkıya bağlı kalmaya antiçeceği kuralları okurlar. Changalaov’un aktardığına göre bu kurallar; “Fakir bir insan senden yardım isterse, oraya yürüyerek git ve emeğin için ondan fazla ücret alma, sana ne veriyorsa onu kabûl et. Daima fakirlerin ve zayıfların yanında ol ve Tanrılara, fakir ve zayıfları, kötü ruhlardan ve onların güçlerinden korumaları için dua et. Eğer seni zengin bir adam çağırırsa, ona bir öküz ile git ve ondan da çok para isteme. Seni aynı anda hem bir zengin, hem de bir fakir çağırırsa, önce fakir olana git, sonra zengin olana” biçiminde va’z edilen daha çok ahlâki içeriklidir. Bunun akabinde kurban verilecek hayvanların kesilmesine başlanır. Hayvanların sayısı en az dokuz olmalıdır, ama törene katılanların sayısına bağlı olarak daha fazlası da olabilir. Bir yandan şölen yemeği hazırlanırken, diğer yandan da şaman ritüelleri devam eder. Törenin bir başka önemli anı da, “göğe yükselme” bölümüdür. Bu bölümde “şaman babası” yukarıda bahsi geçen büyük kayın ağacının tepesine kadar tırmanır ve dokuz defa kendi etrafında döner. Şamanın yukarı tırmanışı esnasında, ruhunun da göğe yükseldiğine inanılır. Yaptığı her dönüş, göğün bir katının geçilmesini ifade eder. Göğün dokuzuncu, yâni son katına çıktıktan sonra, tekrar dokuz defa döner ve aşağıya yeryüzüne iner. “Şaman oğulları” bütün bu göğe çıkış ve iniş süresi boyunca, ağacın altında keçe bir minder tutarlar ve şaman aşağı indiğinde kendini bunun üzerine bırakır. Hemen akabinde, yeni aday da aynı şekilde göğün katları arasındaki seyahâtine başlar, hâtta daha eskiden kutsanmış olan şamanlar da aynı şeyi yaparlar. Toplanan seyirci kalabalığının bu esnada kendinden geçtiği anlatılır. Genç şaman ağacın tepesine çıktığında, ruhları yardıma çağırır ve içlerinden hangisine her gün “tarasun” sunacağını bildirir.


Bu merasim, çeşitli bölgelerde bazı ufak farklılıklarla ama temelde aynı şekilde yerine getirilmektedir. Meselâ, Balagansk bölgesinde şaman adayı bir keçe minderin üzerine oturtulup, dokuz kayın ağacının etrafında dokuz kere Doğu-Batı yönünde dolaştırıldıktan sonra aday, sırayla her ağacın üzerine tırmanıp, dokuz defa ağacın gövdesinin etrafında döner. Şaman adayı yukarıda dönerken, “şaman babası” da aşağıda ağacın dibinde aynı dönüşleri tekrarlar. Potanin, çadır kapısının sağında dokuz tane kayın ağacının dikili olduğunu ve yeni şamanın keçe bir minder üzerinde buraya taşındığını anlatır ki, en uzaktaki kayının yanına gelindiğinde genç şaman, minderden kalkıp, ağaca tırmanmaya başlar, en tepeye ulaştığında ağacın gövdesinin etrafında üç defa döner ve bir sonraki ağaca geçer. Bütün ağaçlarda bunu tekrarladıktan sonra getirilmiş olduğu keçe minderin üzerine tekrar oturur. Bu törende dokuz kayın ağacının bulunmasının sebebi, muhtemelen dokuz kayının göğün dokuz katını temsil etmesidir. Bu kutsanma ritüelleri gerçekleştirilirken diğer taraftan da sunulacak kurban etleri pişirilmiş olarak, özel sunu kaplarına konarak “turge”nin yanına bırakılırlar. Her kabın içine, kurban edilen her hayvanın etinden biraz konulur. İlk olarak “Ateşin efendisi”ne bir parça et ve çorba, ardısıra “Şaman babası”, “Şaman oğulları” ve diğer şamanlar sıraya girerler, her biri ellerinde Tanrılar için bir kap et ve bir kap çorba tutarak Tanrılara yeni şamanın sunularını kabûl etmesi için dua edip, ellerindeki et ve çorbaları havaya veya ateşe atarlar. Bundan sonra törenin şölen bölümüne geçilir. İlk olarak “Şaman babası” yemeğe başlar, diğer katılanlar da onu takip ederler. Kurban edilen hayvanların kemikleri itinayla samana sarılır ve dokuz kayın ağacının (gur burgahan) dallarına asılır.


Kurban töreninde sonra şamanlar çadıra geri dönerken, kabilenin gençleri eğlenmeye başlarlar. Ertesi sabah, “döbedöi” için bir koyun kurban edilir. Buryat efsanelerinde “döbedöi”, Solbon’un (Venüs yıldızı) seyisi olarak geçer ve muhtemelen sabah yıldızını, yâni Venüs’ü temsil etmektedir. Koyunun kemikleri yakılır, postu ise “turge”nin arkasında yer alan ve “zuhäli” adı verilen ağaca asılır. Hayvanın burun deliklerine kayın yaprakları doldurulur ve kafasına bir meşale (žido) takılır.


Şaman kutsama töreninde bazen başka sunular da yapılır. Bunlardan birisi, “bugha nojon” (Boğa efendi) için verilen hayvan sunusudur. Bu törende hayvan öldürülmez, bu sadece hayvanın Tanrılara vakfedildiği bir sunudur. Bunun için koyu gri renkli bir boğa seçilir ve kutsanmış su ile yıkanır, kurdelelerle süslenip, bir boyunduruk takılır. Hayvanın başından aşağı “tarasun” dökülür, kısa bir dua yapıldıktan sonra hayvan serbest bırakılır. Şaman kutsama törenleri çoğu zaman dokuz gün sürer, dokuz günün sonunda kayın ağaçlarına asılı olan bezler ve postlar toplanarak, şamanın kutsanmış araç gereçlerinin saklandığı bir sandığa konur.

Changalov’un dokuz, Petri’ninse beş kutsanma derecesinden bahsettiği bu merasimleri, eski dönemlerde çok daha sık yapılırmış. Anlaşıldığı kadarıyla her yeni kutsanma, şamana daha fazla itibar kazandırmakta ve ulaşılan kıdem derecesini gösteren belli işaretler taşımakla birlikte, bu işaretlerin neler olduğunu ve nereden çıkmış oldukları bugün bilinmemektedir. İlk kutsanmasında şamana verilen kılıç, şamanın göğe çıkışında onu kötü ruhlardan korumak içindir, inanışa göre kötü ruhlar kılıcın kendilerine değmesinden korkarlar. Muhtemelen kutsanmalarla kazanılan kıdeme ilişkin işaretler, şaman giysilerine de yansımaktadır. Bu konuda Petri, beş defa kutsanmış bir şamana “zarin” unvanının verildiğini anlatır. Ancak, bu oldukça teferruatlı kutsanma törenlerinin, törenlerin asli hâlinden çok uzaklaşmış oldukları aşikardır ve muhtemelen de bu kadar uzun ve karmaşık bir tören hâline kendiliğinden dönüşmemiştir. Bu törenlerin, yabancı bir dinin ritüelleri örnek alınarak geliştirildiğini varsaydığımız takdirde, bu dinin hangi din olduğu sorusu karşımıza çıkmaktadır. Bu törenlerde Lamaizmin etkileri olabilir mi? Zira, Lamaların da kendi kutsanma törenleri ve buna ilişkin kıdem dereceleri vardır. Lamalar, “temiz” kabûl edilmeyen hayvanların etlerini yemeleri yasak olduğu gibi, kutsal vazifelerini devretmek için öğrenciler yetiştirirler ve özel kıyafetleri vardır, ama Budist lamalarının bile “pagan zamanlardan kalma inanç kalıntıları” olarak nitelendirdikleri Buryat merasimlerinde Lama törenleri ile başka bir paralellik gözlenmez.


Bu hususta dikkâtimizi Mani dinine çevirecek olursak, neler bulabiliriz? Orhon nehri kıyısındaki Kara Balasagun harabelerinde bulunan ve üzerinde üç dilde yazılar bulunan yazıtlarda “kutsal usta” (Mar), Mani’nin öğretilerinin Uygur devletinin doğduğu dönemlerde (8.yy) bu bölgede yayılmaya başladığı anlatılır. Buryatların bazı halk destanlarına Pers baş tanrısı “Ahura Mazda”nın (Hürmüz) girmiş olduğunu düşündüğümüzde, Mani dinine ilişkin bazı tasavvurların veya ritülellerin de geçmiş olabileceği akla yakın gelmektedir. Mani dini hakkında bildiklerimiz bize bu konuda çokda fazla mukayese imkânı vermemekle birlikte, ancak Sogd dilinde yeralan ve aslında” dilenci keşiş” anlamına gelen “šaman” kelimesinin, aynı telaffuzla Mançu Tunguzlarına geçmiş olduğunu hatırladığımızda, kutsanmış şamanların hayatları boyunca uymaları gereken kurallar dizisinin bu Mani keşişleriyle ilgisi olduğunu görürüz.


Roma imparatorluğu döneminde Hıristiyanlıkla kıyasıya bir rekabete girmiş olan eski Pers inançlarına bakıldığında, dikkâte değer birtakım ilişkiler göze çarpmaktadır. Mitra kültünde, Buryatların kutsama ayinlerini andıran törenler vardır. Adayın kan ile kutsanmasının bir başka örneği, Mitra inancı dışındaki bildiğimiz diğer dinlerde görülmez. Mitra dini mensuplarının “taurobolium” adını verdikleri bir töreni anlatan Prudentius, bir boğanın kanının yerdeki delikli döşemeden alttaki bir oyukta oturan adayın üzerine akacak şekilde akıtıldığını ve adayın yüzünü akan kana doğru dönüp, bu kanı yanaklarına, kulaklarına, dudaklarına ve burnuna sürdüğünü, diliyle yaladığı ve hâtta heyecanla bunu içtiğini anlatır. Görüldüğü gibi, Buryatlarda aynı ayin, kurban edilecek keçinin adayın tepesinde tutularak yaralanarak, akan kanın adayın “başına, gözlerine ve kulaklarına sürmesi, hâtta içmesi” şeklinde uygulanmaktadır.


Hayat boyu uyulması gereken kurallar ve edilen yeminler, domuz eti ve başka “pis” kabûl edilen yiyeceklerden uzak durulması, kutsanma dereceleri ve bunlara ilişkin işaretler de bu konuda birbirine benzerlik gösteren yönlerden bazılarıdır. Ama bütün bunlar arasında en dikkâte değer olan, Mitra rahiplerinin göğe çıkış veya gök katları arasında gezinme merasimleridir. Origines’in aktarmış olduğuna göre bu ritüel, kutsanma töreninin en önemli bölümünü teşkil etmektedir ki, bu kadar çok benzerliğin tesadüfî olması beklenemez.


Mitra dini, bütün inanç esasları ve rahipleriyle Roma İmparatorluğunda yayılmaya başladığında, zaten çok uzun bir gelişme dönemini geride bırakmış ve doğduğu topraklara ait bir çok tasavvur ve ritüelleri kendi içinde barındırıyordu. Bu ritüeller, muhtemelen gerek o dönem, gerekse sonraki dönemlerdeki Pers büyücüleri tarafından da uygulanmaya devam etmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Buryatlara ait yukarıda aktardığımız bu ritüellerin Pers büyücülerinden ilham almış olma ihtimâli çok daha yüksektir. Zira, gerek büyücülerin, gerek şamanların görevlerinin aynı ruhanî mevzuları ihtiva ettiği, benzer şekilde gerek Mitra kültü, gerekse şamanizmde âyin esnasında kendinden geçmenin önemli bir yer işgâl ettiği düşünüldüğünde, Orta Asya halklarının kültürel yönden daha yüksek bir medeniyete sahip olan Pers komşularından ciddi ölçüde etkilendiklerini söylemek mümkündür.


Bahsi geçen bu geleneklerin muhafaza edildiği yegâne topluluk Buryatlar değildir. İlijskoi ve Tarbagatay bölgelerinde yaşayan ve Tunguzların bir kolu olan Sibo kabilesinde de benzeri kutsanma ayinleri yapılmaktadır. Bu kabilenin kutsanma törenlerinde “kara kabuklu kayın” dedikleri ve üzerine basamaklar oyulmuş bir kayın ağacı kullanılır. Krotkov’un anlattığına göre bu basamaklar göğün katlarını temsil etmektedir. Kutsanacak olan şaman adayının evinde yine üzerine dokuz basamak oyulmuş -ama daha küçük- bir ağaç bulunur. Altay Tatarlarının şamanları da göğe çıkmak için dokuz basamak oyulmuş bir kayın ağacı kullanırlar. Yakutların törenlerinde de, bazı Buryat kabilelerinde olduğu gibi sıralı şekilde dizilmiş kayın ağaçları kullanılır. Hâlen geleneklerinde göze çarpan izlerden anlaşıldığı kadarıyla, muhtemelen Yakutlar ve Goldelerin kutsama törenleri de eski dönemlerde Buryatların törenlerine benzer şekilde yapılmaktadır.






Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Osmangazi Köprüsü ve Fatih Sondaj Gemisi

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak