1 Ekim 2023 Pazar

Erzincan Ergan Dağı Kayak Merkezi

 


BATI ASYA DİNLERİ

 


Sümerlerin dini -Asur-Babillilerin dini - Hititlerin dini - Frikya'nın dini - Fenike'nin dini


Batı Asya' da ya da kimi zaman dendiği gibi Asya yakın doğusunda da çoğu kez aralarında benzerlikler bulunan çeşitli dinlerle karşılaşmaktayız ve bunların kimileri, diğerleri üzerinde etki yapmıştır.


Bu bölgelerde yerli halkla Hint-Avrupalılar ve Semitler karşılaşmışlardır. Genel olarak bunlar şöyle ayrılırlar: Güney Semitleri (Babilonyalılar ve Asurlular), Batı Semitleri (Fenikeliler, Filistinliler, İsrailliler), Güney Semitleri (Habeşler ve Araplar).


Gerek yerin altında, gerekse üstünde olmak üzere bu bölgelerde yapılan araştırmalarla büyük sayıda arkeolojik, yazıtsal ve edebi belgeler bulunmuş; bunlar, Asya yakın-doğusu hakkındaki bilgileri birçok noktalarda yenilemiştir. Bu arada balçık üzerine yazılan belgelerin doğruluğunu göstermek için bunların üzerlerine basılan yassı, ya da silindir biçimi mühürler de özellikle incelenmiştir.

Mezopotamya'ya - yani Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgeye- egemen bulunan ve adına Kuzey Semitleri denen grup bu nehrin deltasına girince, Sümerler diye adlandırılan kavimlerle karşılaştı. Son zamanlarda yapılan incelemeler, bu kavimlerin önemini ortaya koymuş bulunmaktadır.


Aynı dönemde, Sümer bölgesinin Kuzeyinde Bağdat'a kadar olan yerlerde Akad ülkesi vardı ve burada da daha önce kurulmuş olan Babil kenti bulunuyordu.


M.Ö. IV. bin yılın ortasıyla III. bin yılın ortası arasında Sümerler üstün bir nüfuza sahip oldular.


Onların uygarlığı ile Hindistan'daki Dravidyen'lerin uygarlığı arasında ilişki kuranlara ve Masson-Oursel'in dediği gibi "Hint döneminden daha önceye ait olup Sümer Dravidyen olması muhtemel bulunan bir kültürün varolduğunu" sananlara rastlanmıştır. Ayrıca Sümer uygarlığı, Mısır uygarlığının başlangıcına da benzetilmiştir: Her iki uygarlık da bir deltada doğmuş bulunmaktadır. Mısırlılar deltalarını hazır bulmuşlarsa da, Sümerler kendi deltalarını kendileri yaratmak zorunda kalmışlardır. Türkistan bozkırlarından ya da Elam dağlarından inen Sümerler hem denizci, hem tarımcı bir kavim haline gelmeden önce kanallar açmak, sulama ve kurutma işleri yapmak zorunda kalmışlar; tahıl ekip yetiştirerek bunları dünyanın geri kalan bölümüne de öğretmişlerdir. Ayrıca yapı, seramik ve yazı işleri için balçık kullanmasını da öğrenmişlerdir. Bu konuda sık sık anacağımız Masson-Oursel'in dediği gibi, "bu çeşitli işler için yapılması gereken işlem, yoğurulabilen bir maddeye biçim vermektir. Sümer efsanelerinin içindeki metafiziği de bu tema az-çok ifade etmektedir."

Sümerler kutsal varlıklara sahiptirler, onlara ilkel totem'ler miras kalmıştır: Kartal, boğa, arslan, gibi.

Animizm, güneş, ay, zühre gibi yıldizlarda tanrılaşan ya da ileride tanrılaşacak olan ruhlar bulunduğuna inanmaktaydı.

Tanrılar bir kentten ötekine değişmektedir. Yerli olan bu tanrılar çoğu zaman kadındır ve "Evrensel Ana" diye adlandırılıp Akdeniz' den Bengal körfezine dek uzanan bölgedeki Egeliler, Asyalılar ve Dravidyenlerin tapındıkları büyük tanrıçanın parçalarıdır. Bunlardan Tiamat, Okyanus tanrıçası; Nana ya da Nina da Babilonya' daki İştar'ın aslıdır. Parlak bir geleceğe aday olan tanrı Marduk, Tiamat'a galip gelerek maddeye biçim veren ve Delta'yı halketmiş olan yaratıcıdır. Tüm bu tanrılar Babilonya dininde yine ortaya çıkacaklar ve dünyanın yaratılışı ile tufan hakkındaki Sümer efsaneleri orada da işlenecektir.


Tanrılar insanı kendilerine tapınsın ve kendilerini beslesin diye yaratırlar. İnsan, bir tanrının can verdiği balçıktan yapılmadır.

Hükümdarlar tanrıların oğullarıdır: Doğanın bereketliliğini, suların kabarmasını sağlayan, bitkilerin gelişmesini yöneten onlardır.

Dağlardan indikleri sanılan Sümerler, "yüksekliklere tapınış" ı korumuşa benzemektedirler; "Mezopotomya'ya yerleşince de, bu tapınıştan esinlenerek Tanrıdağı diye adlandırılan Ziggurat (ya da Zikkurat)ları yani yedi katlı som ağır kuleleri inşa etmişlerdi. Bu kulelerden Ur ve Musul yakınında Horsabad'da bulunanlar bize, bunların somut örneğini vermektedirler. Babil Kulesi ise bunların en ünlü örneği olmuştur."

Bir ya da birkaç Semit grubu Sümerlerle Akadları egemenlik altına alma işini başardılar. M.Ö. III. binyılda başlayan fetih işi, Il. binyılın başında tamamlandı.


Delta'ya Babilliler (ya da Kaideliler), daha kuzeye de Asurlular yerleştiler. Babilliler daha aydın insanlardı; nitekim dinin ve sanatın öncüleri de onlar olmuşlardır. Asurlular ise daha güçlü, daha haşin, daha savaşçıydılar. Asurlular Babillilerin egemenliği altına girmeden önce, uzun zaman onların egemenliği altında kaldılar. Fakat Babilliler uyruk durumunda oldukları zaman bile, Yunanistan'ın Roma üzerinde yaptığına benzetilebilecek olan düşünsel bir hegemonyayı yürüttüler. İnançların başlıcalarını veren onlar oldu. Bu koşullar altında bir Asur-Babilonya Uygarlığı'ndan sözedebiliriz.


· Büyük bir hükümdar olan Hamurabi (2003-1961), Masson-Oursel'in "Sümer-Semit bireşimi" diye adlandırdığı işi başardı.


Sümerler kendi tanrıları ile efsanelerini, Semitler de zengin ve yumuşak olan, her biçime girebilen dillerini ve politik dehalarını ortaya koymuşlardı: Siteleri ve Sitelerle birlikte tanrılarını da grupladılar.


Tanrılar yerli niteliklerini korudular. Kendi siteleri üstün geldiği zaman, tanrılar da az çok bir egemenlik kuruyorlardı; öteki tanrılar onlardan sonra gelmekte, ya da kimi zaman onlarla kaynaşmaktaydılar.


 Nippur tanrısı olan Enlil (ya da Bel) in büyük bir nüfuzu vardı.


Tevrat'ın birinci kitabı olan Tekvin'in anlattığına göre Hz. İbrahim'in çıktığı kent olan Ur'da, bir ay tanrısı olan Sin hüküm sürmekteydi. Onun oğlu olan şamaş, bir güneş tanrısı, aynı zamanda da adalet tanrısı idi.


Babil'deki tanrı, Marduk'tu. Yaratılış efsanesi ona bağlanır ve tufan efsanesi de bunun uzantısıdır. Sümer kökünden olan bu efsaneler, Hamurabi döneminde yazılmışa benzemektedirler.


Marduk öteki tanrılar tarafından Okyanus tanrısı Tiamat'la savaşmaya çağırılır, onlardan tüm yetkileri alır. Tiamat'ı yener, denize sınırlar çeker, tanrılara tapınan, hizmet eden, onları koruyan bir varlık bulunsun diye insanı balçıktan yaratır.


İnsanlardan hoşnut kalmayan kimi tanrılar, onları yoketmeyi kararlaştırırlar. Tanrılardan birisi olan Ea, sevdiği bir insan olan Ut-Napiştim'in rüyasına girer, ona bir gemi yapmasını emreder. Bu adam geminin içine ailesini, işçilerini, davarlarını, kırlardaki hayvanları, tohumlarını yerleştirir. Derken tufan başlar, insanların hepsi boğulur. Tanrılar bu durum karşısında korkuya kapılırlar. Tanrılar kraliçesi olan İştar sızlanmaya başlar. "Çok eski insan ırkı yeniden balçık oldu; ben de kavmimi yokeden bu fırtınanın çıkmasını Tanrılar Kumlu'nda onayladığım zaman korkunç bir şeye razı olmuşum meğer!" der.


Fırtına olanca gücüyle tam yedi gün sürer. Ut-Napiştim bir güvercin salıverir, kuş geri gelir; bir kırlangıç salıverir, o da geri gelir; sonra bir karga salıverir, o geri gelmez. Bunun üzerine gemisini durdurur, dağın doruğunda bir kurban keser, tüm tanrılar da "sinekler gibi" bunun çevresine üşüşürler. Tufanı düzenlemiş olan tanrı Enlil, tasarısını açığa vurmuş olan Ea'ya, kendisine kalleşlik etti diye çıkışır; sonradan yatışır ve Ut-Napiştim'le karısına ölmezlik yetisini bahşeder ...


Babil öteki kentlerden baskın çıkınca onun tanrısı olan Marduk büyük tanrı olur. Hamurabi zamanında kendi çeşitli yönleri sayılan öteki tanrıları da içine alıp yutar: Karanlıkları aydınlattığı için Sin'dir; egemenlik tanrısı olduğu için Enlil'dir; adalet tanrısı olduğu için Şamaş'tır vd .. M.Ö. VI. yüzyılda ise hala en yüce tanrı yine odur.


Söderblom diyor ki: "Hükümdar Nabuhod nosor (Buhtunasr) kuramda değilse bile uygulamada Marduk'u kendi kişisel ve tek tanrısı saymaktaydı. Mezopotamya krallarından hiçbiri tanrı kavramı bakımından tektanrıcılığa onun kadar yaklaşan bir görüşe sahip olmamıştır. Devletin dini çoktanrıcı idi ve öyle kaldı. Buhtunasr tahta çıktığı zaman Marduk'a ithaf edilmiş güzel bir duanın da yazarıdır. Bu hükümdarın dindarlığı, Babilonya ve Asur tahtlarına kendinden önce çıkanlarınkini derinlik ve saflık bakımından geçmektedir.


M.Ö. Il. binyılın başında büyük hükümdar Hamurabi'ye 282 maddelik bir yasayı dikte etmiş olan Şamaş, yani Marduk'tur ve bunu adalet tanrısı olarak yapmıştır. Bu yasanın kimi soruşturma yöntemleri pek üstünkörüdür ve kimi cezaları da aşırı derecede serttir; fakat içinde yine de akıllıca hükümler vardır.


Cezaların sertliği bakımından şu örnekler verilebilir: Zina ile suçlanan, fakat suçüstü yakalanmayan bir kadın; büyücülükle suçlanan bir erkek nehire atılır. Eğer suçluysalar nehir bunları "alır". İhmal yüzünden emzirdiği çocuğun ölümüne neden olan bir sütninenin memeleri kesilir vd.


Dinden ancak yasanın başlangıcı ile bitişinde söz edilmektedir. Bu da Babillilerin dini hukuktan ayırdıklarını ileri sürme olanağını vermiştir.

 

H.Berr, bu ünlü yasayı içeren sütunun Sus'ta 1901 -1902'de bulunduğunu yazmaktadır. Samuel Reinach da "Orphcus" adlı yapıtında bu konuda şunları yazıyor: "Güneş tanrısı Şamaş burada, Kutsal Kitap'ta sözü geçen Tur-u Sina'daki tanrı rolünü oynamaktadır. Hamurabi yasaları ile Musevi yasaları arasında, sırf rastlantıyla açıklanamayacak benzerlikler vardır. Oysa, Hamurabi yasası, Musevi yasaları için ileri sürülmesi gelenek haline giren tarihten altı yüzyıl önce yapılmıştır; eğer Musevi yasaları Musa'ya tanrı tarafından telkin edilip yazdırıldıysa, tanrı Hamurabi'nin yapıtından aşırmış demektir. Böyle bir sonu Alman bilginlerinin en ünlüsü olan imparator II. Wilhelm tarafından haklı olarak kabule değer görülmemiştir; bu bilgin hükümdar bir amirale yazdığı mektupta tanrının zaman zaman Hamurabi, Musa, Carolus Magnus (Şarlman), Luther ve kendi büyükbabası I. Wilhem gibi büyük adamlara esin verdiği sonucuna varmaktadır."

 

Marduk'un yanısıra halkça en çok sevilen tanrı, İştar'dır. İştar sabah ve akşam yıldızının (Zühre'nin), aşkın, analığın ve döl bereketinin tanrısıdır. Tapınaklarında kutsal fahişeler hizmet ederler.


İştar - kendisine çocuk, çoban, efendi de denen- Temmuz'un anası, ya da karısı, ya da sevgilisidir. Temmuz kimi efsanelere göre bir yabandomuzu; başka efsanelere göre de İştar'ın kendisi tarafından öldürülür. Cehenneme iner. İştar ağlayıp sızlar. Gidip onu "karanlıklar evinde, bir kez içine girilince kimsenin geri gelmediği evde" aramak ister. Onu cehenneme bırakırlar, fakat yedi katının her birinden geçerken, urbasının bir parçasını vermek zorundadır, böylece de cehennem kraliçesinin karşısına çırılçıplak gelir, kraliçe kendisini hapsedip alıkoyar. İştar böyle mahpusken toprak kurur; kısırlaşır; yeryüzünde arzu, istek diye bir şey kalmaz. İnsanlarla hayvanlar yok olacaklardır. Kurbansız kalmaktan korkan tanrılar, cehennem tanrıları nezdinde girişime geçerler. İştar serbest bırakılır ve dirilen Temmuz da yanında olduğu halde yeryüzüne döner. Daha sonraki bazı metinlere göre genç tanrı Temmuz'un yarısı aşk tanrıçasına, öbür yarısı cehennem tanrıçasına ait olacaktır. Doğanın, kışın ölüşü, yazın dirilişi böyle açıklanmakta ve bitkilerin yeniden yetişmelerini sağlamak amacını güden dinsel yöntemler böylece haklı gösterilmektedir. Kadınlar Temmuz'un kayboluşu yüzünden ağlayıp sızlarlar. Kutsal dramlar sergilenerek tanrının ölüp yeniden dirilişi anılır.  

Denis Saurat bu dramlardan birini şöyle anlatmaktadır: "İlkin tanrı görkemli bir alayla kente girmektedir. Sonra bir felaket sonucu hapse atılır. Dağın eteğinde yargılanır. Yandaşları kentte ayaklanma çıkarırlar. Karısı tanrılara yalvarır, ağlayıp sızlar. Tanrı ortadan yokolmuştur. Tanrıça askerler tarafından korunan mezara gider. Tanrı mezarın içindedir, mezarın üstü de yeni yeni sürmeye başlayan yeşil buğdaylarla kaplıdır. Tanrıdan önce iki hırsız da yargılanmış bulunmaktaydı. Bunlardan biri ölünce Babil'in kapısına asılır ve öbür dünyaya tanrı ile birlikte gider. Ötekinin ise suçsuz olduğu anlaşılarak serbest bırakılır ... İyilik tanrıları toplanırlar; bir savaş başlar; şeytani güçler yenilir. Dirilen tanrı da muzaffer bir eda ile dağın içinden çıkar ... Mezopotamya' da Eski Ahit'in başlıca verilerini, yani dünyanın yaratılışını, Tufan'ı ve Hz. Nuh'u bulduktan sonra burada da İncil'in ana konusunu yani tanrı'nın zaferini, ölüşünü ve dirilişini buluyoruz."

İştar'la ilgili bir başka efsane daha, Gılgamış kralı efsanesi de vardır. Tanrıça krala aşık olur ama Gılgamış onun bütün sevgililerini öldürdüğünü bildiğinden, kendisine yüz vermez. Fena halde alınan İştar, kralın üzerine azgın bir boğayı saldırtır. Kral, dostu Engidu'nun yardımıyla boğayı alteder. Bu Engidu kıllarla kaplı, çok bilge bir yaratıktır (belki de bir arslandır). İştar Engidu'yu lanetler, o da ölür. Cüzzama tutulan Gılgamış da ölmekten korkar. Cennetlikler adasına, atası Ut-Napiştim'e akıl danışmaya gider. Daha önce de gördüğümüz gibi bu adam, Tufan'dan kurtulmuş ve ölmezliğe erişmiştir. Atası, Gılgamış'ın cüzzam hastalığını iyileştirir, ona bir de gençliği geri getiren bitki verir. Gılgamış bunu ele geçirir ama bir yılan bitkiyi yer.


Ölüler tanrısı Gılgamış'ın Engidu ile görüşmesine izin verir. Engidu acı gerçeği krala bildirmekten çekinmektedir. Sonunda, savaşlarda ölenler dışında, ölülerin ne denli mutsuz olduklarını ona anlatır:


Kendisine kimsenin aldırmadığı insan,

- Ki sen de, ben de gömüştük böylelerini,

- Açlıktan kıvranıp durur, yiyecek bulamaz,

 Sokağa atılanları yemek zorunda kalır...


Asur kralı 1. Sargan (ya da Şarrukin) ile ilgili bir başka efsane daha vardır ki, İştar'ın bunda da adı geçer. Kralın babasının kimliği bilinmemektedir, bir sepete konup Fırat'a salıverilir, bir köylü onu kurtarır, İştar da onu görüp aşık olur, krallığa yükseltir. Samuel Reinach'ın belirttiği gibi, bu efsanenin konusu da Musa ve Romulus'la ilgili efsanelerin konularının eşidir. 

Tanrıların hepsinin Marduk'a toplandıkları Hamurabi döneminde "semitik olan İştar'ın adı tanrıça adı ile aynı anlama gelen bir tür ismi 'olur ve tüm tanrıçalar onun karşısında hemen hemen kaybolur."


Asurlular başka tanrılara ve bu arada İştar'a tapınmakla birlikte, bir de başlıca tanrıları vardı ki bu, onların ulusal tanrıları haline gelmeden önce Asur kentinin tanrısı olmuştu ve adı da Asur'du. Asurlular yeryüzünde Roma'ya dek dünyanın bir eşini daha görmediği korkunç bir askeri güç kurduktan sonra, zaferlerinin peşinden bir takım korkunç zulümler yaparak tanrılarına saygı gösterdiklerine inanırlardı. Masson-Oursel bu konuda şöyle diyor:


"Savaşta yenilenler toptan öldürülüyor, halk toplulukları yığın halinde sürgün ediliyor, düşmanın saygı gösterdiği kralların cesetleri mezarlarında yokediliyor, tanrı tasvir ve heykellerine el konuluyordu; Ninova'nın egemenliğini sağlayan yöntemler işte bunlardı, fakat yine bu yöntemler ona karşı öylesine hınç beslenmesine yol açtı ki, bu ülkenin yokedilmesi üzerine tüm Batı-Asya'da herkes rahat bir soluk aldı."


Özellikle Kalde'deki dinsel yaşamın öteki yönleri daha az tiksinti vericidir. Çile mezmurları'nda tanrılardan gerek kendilerine karşı, gerekse başka insanlara karşı işlenmiş günahların bağışlanması istenmekteydi; bu da bu ilahilere ahlaksal bir kapsam veriyordu. Bu şiirlerden kimilerini Tevrat'ın mezmurlarına benzetenler olmuştur.


"Yüreği üzgün, acılı ve yakınmalı gözyaşlarının ve acı ah-u vahların ortasında, bir güvercin gibi, gece gündüz yana yana ağlayıp inliyor. Merhametli tanrısına yabani bir inek gibi sesleniyor."

Bir şiir de Istırap çeken Dürüst Adam konusunu işlemektedir. Başına türlü felaketler gelmiş dürüst bir kimse, haketmediği bunca felakete kurban oluşuna şaşmaktadır. Tanrı Marduk da ona acır, malını mülkünü geri verir.

Bir Bilgelik Kitabı'nda akıllıca düşüncelere rastlanmaktadır: "Bilge insan, bildiğinden daha azını biliyormuş gibi görünür." Sana kötülük edene iyilik yap."

Babil ve Asur'daki politik rejim her zaman bir teokrasidir. Bütün iktidar bir tanrıdan ya da tanrılardan gelmektedir. Kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Başlıca görevi· tanrıları gözetmek, onları beslemektir.


Tapınışın esas eylemi olan kurbanın konusu da budur. Görünüşe göre kurbanlık hayvan, inananın yerine geçmektedir, yoksa tanrı insanın kendisini yiyecektir. Nitekim bir şiirde şöyle denmektedir:


"Cam için kuzuyu verdi. 

İnsanın başı için kuzunun başını verdi."


Sonradan Yahudilerin de benimsedikleri bir adet vardır ki şöyledir. Çile yortusunda bir teke bulunur, halkın ne denli günahı varsa sanki bu tekenin sırtına yüklenir, sonra hayvan çöle doğru kovalanır. Kalde'de bu eylemle ilgili tüm yöntemlere rastlanmaktadır; tüm kurtuluş umutlarının tanrısal kuzunun kurban edilmesine bağlı olduğuna inanılmaktadır. Nitekim Kalde'deki bu kurban yöntemi sonradan Batı'ya da yayılmıştır.


Koyunun karaciğerine bakıp falcılık yapmak yüzünden, Babilliler kimi anatomik gözlemlerde de bulunmuşlardır.


Öte yandan, yıldızların Ziggurat'lar (Tanrıdağı) üzerinden rasat edilmesi de onların zihinlerinde büyük bir yer tutmuştur: Gökyüzünde birtakım olayların geçeceğini önceden haber veren belirtilere rastlanmaktaydı. Müneccimlik böylece yıldızlar üzerine önemli araştırmalar yapılmasına yol açmış; bu sayede doğanın determinizmi ve zamanın ölçülmesi hakkında değerli sonuçlara varılması mümkün olmuştur.


Kaideliler günleri uğurlu ve uğursuz diye de ayırdetmekteydiler: Her yedi günlük dönemin ilk günü tabu (tekinsiz) idi, hiçbir işe o gün başlamak doğru değildi ki, Yahudilerin Sabbat (sebat) günü, kökünü bundan almaktadır. Haftanın yedi günü kutsal yıldızların adlarıyla gösterilmektedir ki Yunanlılarla Romalılar da bu geleneğe uymuşlardır. Her yıldızla ilgili tanrının niteliklerinin, o gün doğmuş olan kimse üzerinde etki yapacağı kabul edilmektedir: Ay'ın, Merih'in, Jüpiter'in etkisi altında olan insanlar vardır.


Başka yerlere yayılmış olan dinsel düşüncelerin çoğu -Yahudiler de Babil tutsaklığı sırasında yetmiş yıl oturmak zorunda kaldıkları Mezopotamya'dan çıkmıştır ki başlıcaları: Gökyüzünün değeri, günahları bağışlatan kurbanın değeri, Yaratış ve Tufan efsaneleri, mevsim değişmelerinin bir tanrının ölüşü ve dirilişi ile açıklanmasıdır.

Günümüzde Sümer kavimlerinde olduğu gibi Hititlere de büyük önem verilmektedir. Bunların Hatti diye adlandırılan İmparatorlukları, M.Ö. Il. bin yılda Küçük Asya'da ve özellikle Kapadokya'da büyük bir gelişmeye kavuşmuştur.


Sanıldığına göre Hint-Avrupalılar burada-bugün pro-Hitit diye adlandırılan- Önasya kavimlerine, ülkenin adını değiştirmeksizin, egemen olmuşlardır. İşte, Hitit adı altında anılanlar, bu Hint-Avrupalılardır.


Bunlarda tanrısal boğa, kutsal yılan gibi totemik olmaları muhtemel kimi kalıntılara rastlanmaktadır.


1893 -1894'te Fransız Chantre tarafından eski başkent olan Hattus'da kimi çivi yazılı tabletlerin bulunması üzerine Alman Winckler Kapadokya'da, eski Hattus'un bulunduğu Boğazköy'de kazılara başlamıştır. 1906- 1935 arasında yapılan bu kazıların, Hititleri tanıtmak bakımından, özel yardımları olmuştur.


Başlıca tanrı, Arinna adlı Güneş Tanrıçası idi ve aynı zamanda "Hatti Kraliçesi" idi. Onun kocası da fırtına tanrısıydı.


Kimi Hitit heykelleri yorumlanarak bunların, Kibele, Attis ve bir çeşit Dionysos gibi Frikya tanrılarının asılları oldukları yolunda bir olasılığa varılmıştır; Sanıldığına göre bu noktada Frikyalılar Hitit'lerin dinsel miraslarına konmuş bulunmaktaydılar.

Kesin olan şu ki Frikyalılar Hatti'ye Avrupa'dan gelen bir itiş sonunda, Troya'nın 1180'e doğru zaptından sonra, M.Ö. XII. yüzyılın başlangıcında yerleşmişlerdir.

Başlıca tapındıkları, adı Ana Tanrıça Kibele olan bir tanrıça ile onun oğlu ya da sevgilisi olan Attis'tir; Attis ölür; tanrıça ağlaya ağlaya onu aramaya çıkar; sonra genç tanrı dirilir. Onun ölüşü ile dirilişi· Mart sonunda bir çeşit kutsal haftayla anılır ki bu, bitkilerin kayboluşlarını, sonra yeniden ortaya çıkışlarını simgeleştirmektedir.


Adlarına Gaile denen rahipler hadımdırlar: Kanlı bir şenliğin cezbesi içinde kendi erkeklik organlarını keserek tanrıçanın heykeli önüne atarlar. Kadın gibi giyinirler, kadınların hareketlerini, davranışlarını izlerler. Başlarında, adına archigalle  denen, bir çeşit papa vardır. ,


Bugün tam Vatikan'ın bulunduğu yerde bir Phrygianum bulunmaktaydı ve orada sırtına görkemli urbalar giymiş bir başrahip, bir kutsal hafta boyunca, Kibele ve Attis onuruna ayinler kutluyordu.


Frikya'da bir de şarap ve sarhoşluk tanrısı Dionysos'a tapınış vardı ki, bu nedenle zevk-eğlence ve içki alemleri yapılıyordu.


Frikya daha sonra Mithra dininde ölmezliği muştulayan bir gizem ve bilgelik dini görerek, bunu elverişli biçimde karşıladı.

Akdeniz kıyısında, Filistin'in kuzeyinde, Karmel dağı ile Okra dağı arasında semitik asıldan bir kavim, yani Fenikeliler yerleşmişlerdi. Bunların limanları olan Sur, Sayda ve Cübeyl (Byblos), M.O. II. bin yılın ortalarında zaten çok gelişmiş durumdaydılar. Ake-Mikene deniz egemenliğinin Dor'lular tarafından yıkılmasından yararlanan Fenikeliler bütün Akdenize yayılarak ticaret merkezleri ve sömürgeler kurdular, bunların da en ünlüsü Kartacadır.


Fenike'nin dini ile onun güney komşusu olan Filistin'in dini arasında sıkı benzerlikler vardır. Zaten Fenikelilerin de Filistin'den geldikleri söylenmektedir. 

1929'dan başlayarak eskiden Ras Şamra olan Ugarit'te yapılan verimli kazılar, M.O. XIV. yüzyıldan kalma dinsel bir edebiyatın gün ışığına çıkmasına hizmet etmişlerdir. 

Tapınış, yerli tanrılara hitap etmekteydi; bunların kimileri erkildi ve adlarına Baal (çoğulu: Baalinı) ya da El, bazen Melek (kral), ya da Adan (Hazret) denmekteydi; diğerleri ise dişildi ve adlarına Baalat, Mi/kat ya da Aştoret yani Astarte denmekteydi (Görünüşe göre İştar sözcüğü Aşlar diye söylenmekteydi; Fenike dilindeki Aştoret, Yunan dilindeki Astarte deyimleri buradan gelmektedir). Baal ile Baalat bir çifttiler ve birleşmelerinden döl bereketi ve yaşam doğuyordu.

Cübeyl (Byblos) tanrısı Adonis, Astarte'nin sevdiği genç bir avcıydı; bir yabandomuzu tarafından avda öldürüldü, sevgilisi onun ardından ağladı; sonra Adonis dirildi (Salomon Reinach'ın "Orpheus" adlı yapıtında yazdığına göre Adonis kutsal bir yabandomuzuydu ve kendisine bir kadınlar klanı tapınmaktaydı: Bunlar her yıl bir kurban şöleninde onu yiyorlar, sonra bir başka yabandomuzu satın alıyorlardı).


Tanrısal çift Kartaca'da Baal Haman'la Tanit'ten oluşmaktaydı. Tanit belki Kuzey Afrika'dan çıkmaydı, sonradan Kartacalı oldu. Tanit herhalde Fenike Astartesi'nin Afrikalı şekli olsa gerektir. Kartaca'da ayrıca bitkiler tanrısı Esmun'a da tapılıyordu. O da Adonis gibi ölüp sonradan dirilmişti. Kartaca'da bir kutsal fahişeler sınıfı vardı ki büyülü çalışmaları toprağın, davarın, insanların döl bereketini sağlamaktaydı.


Tanrılar her şeyin ilkini istiyorlardı. Kimi tanıklara göre kendilerine ilk doğan erkek çocuğun kurban edilmesi bununla izah olunmaktadır. Ayrıca Fenikelilerin günahlarını bağışlatmak için, ya da sömürge zaptı ve savaş için sefere çıkmazdan önce çocukları yığın halinde kurban ettikleri de söylenmiştir.


Denizci ve tüccar bir kavim olan Fenikeliler, ilişkide bulundukları kavimlerin din ve güzel sanatlar bakımından etkisi altında kaldılar. Daha birçokları arasında şu meraklı olay da bunu kanıtlamaktadır: Il. Ramses'in çağdaşı olan bir Fenike kralının mezarında bu kral Mısır yöntemince giyinmiş ve kutsal armağanların bulunduğu bir masa önünde durmuş olduğu halde betimlenmiştir; Mezopotamya'dakiler tipinde arslanlar, sandukanın "tekne"sine destek görevi görmektedir; sandukanın içinde ise seramikler ve bir Mikene fildişi vardır. İlk Fenike harfleri bu sandukanın üzerinde bulunmaktadır.

II.binyılda Fenikeliler, Mısırlıların hiyeroglif yazılarıyla Mezopotamyalıların çivi yazısında zaten kullanılmakta olan hece sedalarını sesli ve sessiz harflerle ayırma işini başarmışlardır. Yunan alfabesiyle modern alfabeler bu alfabetik yazıdan çıkmadır. Bu buluş Fenikelilerde olağanüstü bir çözümleme yetisi bulunduğunu gösterir ki bunu, Saydalı Moshos'un atomistik varsayımı kurarak gösterdiği çözümleme düşüncesine benzetebiliriz. Bilindiği üzere atomistik varsayım maddenin açıklamasını çok ufak ve bölünmez elemanlar olan atomlarla yapmaktadır.

Fenike alfabesi ve daha önce anlatılan düşünceler dinsel düşünce tarzının egemen olduğu Batı Asya'nın evrensel uygarlığa yaptığı değerli armağanı oluşturmaktadır.  



Felicien Challaye dinler tarihi


Çeviren: Samih Tiryakioğlu

30 Eylül 2023 Cumartesi

Sinop

 


Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-6

 


Yuva, Anaokulu



Fransızca creche (beşik), Almanca Kirıdergarten (çocukbahçesi), Avrupa’da ilköğrenim öncesi çocukların bakım ve eğitimini üstlenen kurumlar olarak çağdaş biçimleriyle 19. yüzyılda ortaya çıktılar. Fransa’da ilk kreşler 1850’lerde, İngiltere’de 1860’larda kuruldu. 19. yüzyılın ikinci yarısında özellikle sanayi merkezlerinden başlayarak kreşler yaygınlaştı. Anaokulları İngiltere’de Robert Owen’ın fabrika işçilerinin çocukları için 1816’da açtığı okullarla başladı; Fransa’da Jean-Jacques Rousseau’nun etkisiyle 1779’dan beri açılan okullar 1833’de hükümetçe devralındı; Almanya’da eğitim reformcusu Friedrich Froebel “Kindergarten” adıyla 1837’de, İtalya’da Maria Montessori yeni yöntemlerle 1907’de anaokulları açtılar. Fransa, İtalya, Sovyetler Birliği’nde kreşler okul sistemi içine alınmış, ABD’de ise özel girişime bırakılmıştı.

Osmanlı üst sınıfları arasında yayılan, çocuğu terbiye etmesi ve ona piyano, Fransızca öğretmesi beklenen Avrupalı mürebbiye döneminden sonra, İstanbul’da özel kreşler açılmaya başlandı. Bunlar çoğunlukla Yahudi ve Ermeni öğretmenlerin yönetimindeydi II. Meşrutiyet’ten sonra eğitim üstünde özellikle duran ittihatçılar kreşlerin gayri Müslimler elinde olmasından rahatsız olmuşlardı. Kazım Nami Duru’nun 1909 yılında yaptığı Avusturya-Macaristan gezisinden sonra kreş ihtiyacı gündeme alınarak Selanik’te “Ravza-i sıbyan” adlı kreş açıldı. Türk ‘bayan’ öğretmen yokluğundan dolayı ‘yerli’ kreşler yaygınlaştırılamayınca, Darülmual-limat’a ders konularak 1913-14’de ana muallime sınıfı açıldı. 6 Ekim, 1913’de Tedrisat-ı iptidaiye Kanun-ı Muvakkati çıkarılarak, 1914 bütçesiyle on kreş açılması kararlaştırıldı. 15 Mart 1915’de Ana Mektepleri Nizamnamesi kabul edildikten sonra konuya gösterilen ilgi sürdürülerek 1917’de ilköğretim yaşı 4-12 olarak belirlendi.


1923-24 öğrenim döneminde 80 kreş vardı. Fakat genel okuma-yazma ve okullaşma oranının düşüklüğü karşısında ilkokul öncesi çocukları için yatırım yapma zamanının henüz gelmediği düşünüldü, hatta 1925 ve 1930’da Maarif Vekaleti’nin kararlarıyla anaokulları kösteklendi. Kapanan anaokullarının yerini İstanbul Belediyesi doldurmaya çalıştı. 1932’den itibaren Tekel’e ait işletme kurumlarında açılan yuvalarla çalışan annelerin ihtiyacı giderilmeye çalışıldı. Bu dönemin en gözde kreş ve çocuk yuvası, önce Ankara radyosunda çocuk programı yaparak büyük ilgi toplayan Neriman Hızır’ın 1946’da açtığı “Ayşe Abla” özel yuva ve ilkokuluydu.


1953 yılında toplanan V. Milli Eğitim Şurası’nın teşvikiyle kız enstitüleri bünyesinde anaokulları ve resmi ve özel okullarda anasınıfları açılmaya başlandı. İstanbul’dan başlayarak Ankara’da ve diğer büyük şehirlerde kreş ve anaokulu ihtiyacı 1970’lerden itibaren kendisini hissettirdi, özel kreşler çoğalırken devlet kurumları da kendi personeli için kreş ve yuvalar açmaya başladı. Bu dönemde kamu kumrularının açtığı kreşler kaliteli eğitimleriyle torpille girilen yerleri oluşturuyordu. 1980’lerden sonra bir yandan çalışan kadın sayısının artması, bir yandan çekirdek ailelerin yaygınlaşması çocukların ‘varlığını’ sorun haline getirdiğinden, bir yandan da ilkokul öncesi eğitimin çocukların hazırlandıkları rekabet için zorunlu görülmeye başlamasından dolayı kreşler yaygınlaştı. Devlet Memurları Kanunu’nda gerekli görülen kamu kurumlarında kreş açılması zorunlu tutulmuş olduğu gibi, 1987’de İş Kanunu’nun ilgili maddesi gereği çıkartılan tüzükle 150’den fazla kadın işçi çalıştıran işyerleri için bakım evleri ve emzirme odaları kurulması, ‘yurt’ işyerine 250 metreden uzaksa, işverenin taşıt sağlaması zorunluluğu getirildi.

1960’lı yıllarda anti-komünizm propagandası yapmak için Sovyetler Birliği’nde çocukların aileden kopartılıp kreşlere verildiği ve o yaşta kendilerine Rusça öğretildiği tartışma konusu yapılırken, 1980’li yıllarda kreşlerin yaygınlaşması ve velilerin İngilizce öğretilen kreşleri tercih etmesi sorun oluşturmadı.


Son yıllarda yalnız yuva ve anaokulları için değil, ilk ve ortaöğrenim için de soran oluşturan servislerin ilk biçimi, çocukları evden okula okuldan eve götüren ve çantalarını sırığa geçirerek taşıyan bevvab ve mubassırlardı. 1913’de çocuk eğitimi konusundaki yaklaşıma örnek oluşturması için Çocuk Dünyası adlı dergide çıkan, ‘karşılaştırmalı-eleştirel’ yazıya göz atalım:


“Beyoğlu çocukları hayattan korkmazlar. Her vakit görüyorum, 7-8 yaşında çocuklar çantaları arkalarında, yemek sepetleri ellerinde vapura biniyorlar, Arnavutköy’e mektebe gidiyorlar. Böyle büyüyen çocuk elbette hayattan korkmaz. Sizin hayatınız, sizin terbiyeniz böyle mi? 10 dakika, nihayet yarım saatlik mesafedeki mekteplere, kendisini idareden âciz bir mubassır, her tarafı çanta ve sepetlerle dolmuş, sizi önüne katmış, makineli bebek haline sokmuş, sevk eder durur. Böyle bir terbiye altında yetişen çocuklar elbette pısırık, yılgın, cesaretsiz olurlar.”



Çocuk Şarkıları


“Çocuk Marşı”: “Türk çocukları, Türk çocukları/Gözler ileri, başlar yukarı/ Yarınki hayat yurt ufukları/ Her şey sizindir Türk çocukları/ Çocuklar aziz vatan malıdır/ Ulu ağacın birer dalıdır/ Yardım görmeli bakılmalıdır/ Özü ateşli Türk çocukları...”


Çocuk şarkısı denince eskiden marş anlaşılıyormuş. Pedagogların önem verdikleri ‘ben-biz dili’nin de farkında değilmiş ‘büyükler’; çocuk hep büyüklere sesleniyor, yurt, ulus kavramlarıyla tarihe ve geleceğe karşı sorumlu tutuluyor. Repertuarı zenginleştiren ancak şiir ve müzik olarak büyük çoğunluğu ısmarlama tadını aşamayan ilkokul müfredatının konularına adanmış Kızılay, İlk Okuma Haftası, 23 Nisan vb. şarkıları da farklı yapıda değil.


Çocuk şarkılarının öncüsü İngiltere’de konu 19. yüzyılın başlarında tartışılmaya başlanmış. 1800 yılından öncesine ait çocuk şarkılarının, büyüklerin esinlendiği halk masalları ve sokak tekerlemelerinden etkilendiği ve zararlı olduğu iddia edilmiştir. O zamana kadar basitçe ‘song’, ‘ditties’ diye adlandırılan şarkılar ilk kez 1824’de kullanılan sözcükle bugün ‘nursery rhymes’ olarak bilinir.


Çocuk şarkıları, kreşler gibi gayri Müslim öğretmenlerin üretimi olarak İttihatçıların dikkatini çekmiş, o zamandan beri de çocuklar, geleceğin olması istendiği gibi olmasını sağlayacak yurttaşlar kuşağı olarak umut kapısı olmuş. 1990 yılında Devlet Bakanlığı tarafından yayımlanan Türk Müziği Çocuk Şarkıları kitabında, “Gelişmiş veya gelişmekte olan 200’e yakın ülkede çeşitli toplumlar olanca güçleriyle bir yarış içindedir,” denildikten sonra “çocuklarımızın kendi kültürlerinin bülbülü olarak şakıya bilmesi” arzusunun bu yarıştaki önemi anlatılır ve çocuk şarkıları yarışmalarıyla repertuarın büyütülmesi dileği belirtilir. Bu yarışmalardan çocuk şarkıları adına istenilen sonuç elde edilebilmiş değildir. Ama gerek TRT programları ve yarışmalarının gerek öğretmen okullarının katkılarıyla bugün gittikçe zenginleşen çocuk şarkıları repertuarı ve hazırlanmış bulunan müzik eğitim programı, nitelikli müzik öğretmenlerini beklemektedir.


Halk müziğinin örnekleri, tekerleme ve sayışmalar müzik öğretmenleri için söz ve ritim açısından zengin olanaklar sunarken, Alman müzik okulunun eğitimdeki egemenliği sonucu, ses algısı yerli-halk müziğinden uzaklaşmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeğlenen mandolin pahalı ve eğitimi zor bir enstrüman olduğu için terk edilirken, ses yapısını etkileyen blok flüt ve meraklı öğrencilerin gazete promosyonlarıyla da ulaşmaları kolaylaştırılmış olan org, bugün eğitim programının handikapları durumuna gelmiştir.


Bebeğine bakıp ona ninni söyleyen Küçük Ayşe, askeri donanımına bakıp kışlasına giden Küçük Asker ile düşmana saldırmazsa sütünü helal etmeyen anne, “Ali Baba’nın Çiftliği” (“Old MacDonald”) ile başlayan şarkılar dizisi, “Küçük Kurbağa”, “Bu karga ne budala”, “Tik tak tik tak olur mu hiç çalışmamak”, “Baltalar elimizde”, “Pazara gidelim”, “Dön de aynaya bak” ile çoğalıp, “Leylek leylek havada”, “Yağ yağ yağmur”, “Menekşe buldum derede”, “Dere geliyor dere” ile binlere varıyor...


Ortadoğu insanları hafızalarındaki şiir ve şarkı bolluğu ile Avrupalıları şaşırtıyor. Ama anonim müzikten ‘piyasa’ müziğine uzanan örnek bolluğu içinde, genç yeteneklerin benimseyecekleri müzik tarzı ve ‘idol’leri açısından da, yoğun bir sanat tartışması olması gerekiyor.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.


29 Eylül 2023 Cuma

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-18

 MERMERE CAN VEREN PİGMALYON


Kıbrıslı genç Pigmalyon (Pygmalion), yaşamını tümden heykelciliğe adamış halim selim, genç bir sanatçıydı... Pek çok insanın başına geldiği gibi onun da uzun süre aşktan yana başı gülmedi... Ve bu konuda ne geldiyse başına, hep hemşehrisi olduğu tanrıça Afrodit yüzünden geldi!..



Çünkü gönül verdiği her kız, hep güzellik tanrıçası Afrodit'in hışmına uğramış Amonthonte adındaki bir kadının arsız ve yüzsüz kızlarından biriydi!.. Bunun hep böyle olmasının nedenini ilk zamanlar Pigmalyon pek anlayamadı. Çünkü tanrıların kendilerine başkaldıran ölümlüleri acımasızca cezalandırdığı gibi bir olgudan haberi yoktu... İşte tanrıça Afrodit de kendisine yüz gönül vermeyen ve tapınağının yanından bile geçmeyen Amonthonte adlı bu kadını cezalandırmıştı. Onun doğurduğu Propoedites denen bütün kızlarının ar perdelerini yırtıyor, onları önüne gelenle düşüp kalkan arsız sokak kızlarına dönüştürüyordu... Gene heykeltıraşımız Pigmalyon da, tanrıça Afrodit'e yüz vermeyen, onun adına mermerler yontmayan bir sanatçıydı. O yüzden sokaklarda dolaşırken, sanatçımızın karşısına çıkıp da gönlünü kaptırdığı kızların hep o yüzsüz Propoedites'lerden birinin olması boşuna değildi!..


Pigmalyon her seferinde karşısına çıkan bu kızlardan öylesine bıkıp usandı ki, artık işliğine kapanıp mermerden, gönlüne uygun örnek bir kadın heykeli yontmaya karar verdi... Uzun süre evinden çıkmadı. Gece gündüz demedi; hep yonta yonta şekillendirdiği mermerle uğraştı didindi... Sonunda kusursuz denebilecek bir genç kız heykeli çıkardı ortaya... Ama Pigmalyon bu kadarla yetinmiyor; heykelin orasını burasını sürekli düzeltiyor, elinden geldiğince –belki de ayırdında bile olmaksızın, tanrıça Afrodit'i çileden çıkarırcasına– heykelin en göze batmaz kusurlarını da gidermeye çalışıyordu... Heykeltıraşımız heykeliyle öylesine çok ve inceden inceye ilgilendi ki, sonunda başka bir heykel yontmak bile içinden geçmez oldu. Daha sonraki günlerde, heykelinde yontulup düzeltilecek taraf bulamayan Pigmalyon, bu kez de ona gerçek ve sınırsız bir tutkuyla bağlanmaya başladı. Ona tanrıçalara yaraşan giysiler, ayaklarına en gözalıcı ve en usta ellerde örülmüş çoraplar, gösterişli ayakkabılar giydiriyordu artık. Daha sonraki günlerde de geceleri onu yatağına almadan uyuyamaz oldu!.. Bu durum tanrıça Afrodit'in de ilgisini çekmeye başladı. Heykeltıraş, gün boyu heykelinin karşısına geçiyor, canlı bir kadınmış gibi ona diller döküyor; durmadan bir şeyler anlatıyordu. Pigmalyon, günlük gereksinimlerini gidermek dışında, evinden bile pek çıkmıyordu artık. Hele hele durmadan karşısına arsızca çıkan Propoedites'lerden hiçbirine dönüp bakmıyordu bile...


Bir gün penceresinden dışarıya bakarken Kıbrıs'ta çok uzun süren baharın geldiğinin ayırdına vardı. Her zaman olduğu gibi, baharın gelişiyle birlikte, denizin köpüklerinden can bulan Kıbrıslı tanrıça Afrodit adına düzenlenen şenlikler de başladı. Gelenek olduğu üzere rengârenk giysilerle donanmış genç kızlar, başları çelenkli delikanlılar, bu bayramı doya doya kutluyorlardı. Yalnız kalmış, o ana dek aradıklarını bulamamış gençler de, bu şölenlerde beğendikleriyle tanışıyorlardı. Kimileri de Afrodit'in kutsal tapınağında, gönüllerinden geçen aşk dileklerinin gerçekleşmesi için tanrıçaya yalvarıp yakarıyorlardı.


Yıllardır gece gündüz yonttuğu heykelden başka bir gönüldeş düşünemeyen Pigmalyon, son bir kez yeniden talihini denemek istedi. Bu amaçla şölen coşkuları içindeki genç kızlardan biriyle ilişki kurmaya kalkınca, karşısına gene o arsız kızlardan biri çıkıverdi!..


Artık yazgısına ilençler yağdıraraktan evine, heykelinin yanına dönmeye karar verdi. Ne var ki yolu üstündeki Afrodit'in tapınağının yanından geçerken, aniden durakladı. Tapınak, kendisine uygun eş bulabilmek için dileklerde bulunan gençlerle dolup taşıyordu. "Ben de bu başı gülmemişlerden biri gibi gidip gönlümden geçenleri tanrıça Afrodit'e anlatsam olmaz mı?" dedi kendine ve tapınağa girenlerin arasına karışıverdi... Tapınaktaki tanrıça Afrodit'in heykeline bakarak; "Tanrıçam, şimdiye dek sana hiç derdimi açmadımsa da beni bağışla. Beni, heykelime benzeyen bir kızla eşleştir. Dileğimi yerine getirirsen, sana yaraşacak en güzel heykelini yontacağım..." diye söz verdi. Afrodit her ne kadar ölümlülere uyguladığı cezalarda inatçıysa da, heykeltıraşın içten yalvarışı karşısında çok duygulandı.


Üstelik kendisine yaraşacak en güzel heykeli yalnızca onun yontabileceğini de bildiği için; düşünde bile görse inanmayacağı bir armağan sunmaya karar verdi ona!..

Pigmalyon tapınaktan çıkıp akşama dek bayramı kutlayan kalabalıklar arasında, içi biraz rahatlamış olarak gezip tozdu...


Daha sonra da gene tek sevgilisi olarak benimsediği heykeliyle oyalanmak üzere mahzun mahzun, evinin yolunu tuttu... Eve varınca sabah evden çıkmadan önce, rengârenk bayramlık giysilerle donattığı heykelinin yanına gitti doğruca. Her zamanki gibi halini hatırını sorduktan sonra ona sarıldı. Umutsuzca dudaklarından öptü. Ama aniden heykelin dudaklarında bir kadın sıcaklığının uyandığını duyumsadı; irkildi. Belki yanılmış olabileceğini düşünerek yeniden sarılıp öptü. Bu kez heykelin daha bir ısındığını, canlı canlı titremeye başladığını, kendisine sıkıca sarıldığını gördü. Şaşırmaktan öte, iliklerine dek ürperdi...


Artık heykeliyle aralarında, tanrıça Afrodit'in gönderdiği ve durmadan aşk kıvılcımları saçan yaramaz Eros vardı. O yüzden de heykel, çok geçmeden canlı bir kadın gibi ellenip ayaklandı; dillendi...

Bu aşamadan sonra, kendiliğinden can bulan heykelle Pigmalyon arasında olup bitenler konusunda fazla bir şey bilinmiyor. Ama Pigmalyon; mermer damarlarında aşk kanı dolaşmaya başlayan, ete kemiğe dönüşüp can bulan heykele Galateya (Galateia) adını verdi... Güzel mi güzel çocukları oldu; hatta çocukların ortancası Pafos (Paphos), Yunanistan'daki bir kentin isim babası bile oldu...


Ama Pigmalyon'un tanrıça Afrodit'e en güzel heykelini yapacağı konusunda verdiği sözü tutup tutmadığı da bilinmiyordu. Büyük bir olasılıkla, sözünü tutmaya çalıştıysa da, sevgilisinden daha güzel bir kadın heykeli yontamayacağı kesindi...


Pigmalyon'dan sonraki bütün soylu heykeltıraşlar, Afrodit'te simgeleşen en güzel kadın ve en yakıcı aşk özlemini dillendiren, sayısız ve birbirinden anlamlı Afrodit heykelleri yonttular hep.


Çünkü ilk ustaları Pigmalyon'un tanrıça Afrodit'e verdiği sözü, onun adına gerçekleştirmek istiyorlardı... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan


Karanlık Kanyon / Kemaliye / Erzincan

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak