6 Mayıs 2023 Cumartesi

MEMLUKLER DÖNEMİNDE MISIR'DA SOSYAL HAYAT

 

I -- İDARİ DURUM


A -  IKTA NİZAMI


Memluk devleti kelimenin tam manasıyla ıkta esasına dayanan bir devletti. Mısır arazisi yirmi dört parçaya ayrılmıştı. Bunun dört parçası Memlük sultanına tahsis edilmişti. On parçası, sayıları yirmi dört tane olan Yüzler Emiri (Binler Komutanı) 'ne ve geri kalan on parçası da diğer ümera ve askerlere ayrılmıştı. Sultan ve ümeranın büyükleri, en kıymetli parçalara sahip olurken; küçük emirler ve memlükler, geliri daha az olanlarına tasarruf ediyorlardı.


Ikta tamamen şahısla kaim olup, bunun mülkiyet hukuku ve veraset sistemiyle bir alakası yoktu. Ikta sahibinin ölümü veya şartlara uymaması halinde sultan onun ıktaını elinden alıyordu. Yeni bir sultanın cülusu, ıkta dağıtılmasına bir vesile teşkil ederdi. Sultan kendi adamlarına geniş ve zengin ıktalar verirken, hasımlarınınkini azaltırdı. Ayrıca Memluk sultanları, asker teftişi esnasında da ıkta dağıtırlardı. Saltanat müddetinin uzunluk veya kısalığına göre bir veya birkaç kere askeri teftiş eden sultan, askeri hizmetlere elverişli olanları seçer ve bu hizmetten kalanların ıktalarını alarak onlara dağıtırdı. Fetih veya arazi ıslahı ile yeni toprak kazanılması durumunda bu topraklar da ıkta olarak dağıtılırdı.


Memlükler devrinde Mısır arazisi, birkaç kere tahrir edilmiş; toprak, verimlilik ve kıymetine göre sınıflandırılmıştı. Bu tahrir işini Memlukler  devrinde er-Ravk denilirdi. Bunların en meşhuru Melik el-Mansur Hüsameddin Laçin'in (1296-1299) yaptırdığı er-Rav­ ku'l-Hüsami ve en-Nasır Muhammed b. Kalavun'un yaptırdığı er-Rav­ ku'n-Nasıri'für. er-Ravku'l-Hüsami 1297 yılında yapılmış ve elli sekiz günde tamamlanmıştı. Fakat ümera ve askerler hisselerinin azalması sebebiyle bu tahrirden memnun olmamışlardı. Bu sebepten en-Nasır Muhammed b .Kalavun, 1315 yılında yetmişbeş günde tamamlanan yeni bir tahrir yaptırmıştır . Bu ikinci tahrir neticesinde ümera ve askerlerin payı artırılmış ve Laçin'in tahririnde bunların payı onbir hisse iken ondört hisseye çıkarılmıştır.



Tahrirlerden sonra sultan ıktaları bizzat dağıtırdı. Kendisine bir memluk takdim edildiğinde sultan ona adı, aslı, Mısır'a gelişi, kendisini tüccardan satın alan efendisinin adı ve terbiyesine dair sorular sorar ve aldığı cevaplar hoşuna giderse ona bir ıkta vermeyi kararlaştırırdı. Nazırü'l-Ceyş'in yazdığı el-Misal adı verilen ve ıkta sahibinin adı ve hissesi yazılı olan yazıyı sultan imzaladıktan sonra Hacib'e verirdi. Memluk, sultanın önünde yer öper ve misal ele korunmak üzere Divanü'l-Ceyş'e gönderilirdi . Sultan ümeranın ve Ecnadü'l-Halka'nın misallerini bizzat imzalardı. Ümera askerlerine gelince, onların misalleri, ait oldukları ümera adına çıkardı. Bunlarda ıktaın üçte birinin ümeraya ve üçte ikisinin de onun askerlerine ait olduğu belirtilirdi. Yaşlı emir ve memluklere ıkta yerine, belli bir maaş tahsis edilirdi.


Ikta sistemi, Memluk tarihi boyunca çeşitli değişikliklere uğramış ve devletin sonlarına doğru, devlet teşkilatındaki umumi bozukluğa paralel olarak, bu nizam da bozulmuştur. Ümera ve askerler ıktalarını satmak veya başka birisine devretmek gibi yollara başvurmuşlar ve böylece pek çok katip, din adamı, sanatkar ve esnaf ıktalara tasarruf etmeye başlamışlardır. Memlükler devrinde ordu ile ıkta nizamı arasında bünyevi bir bağ olduğu için bu nizamın bozulması ordunun da zayıflamasına ve nihai olarak devletin çökmesine sebep olmuştur.


B --   SULTAN


Ikta nizamında Memluk Sultanı piramidin tepesinde bulunuyordu. Sultan aynı zamanda idarenin başı ve en yüksek otorite sahibiydi. Bu vasıflarıyla Memluk sultanları Sultanü'l-İslam ve'l-Müslimin, Kasimu Erniri'l-Mü'min'in gibi çeşitli lakaplar kullanmışlardır. Bunlardan birincisi, Memluk sultanlarının müslümanlığına ve hakimiyetlerinin şeriliğine delalet ederken ikincisi de Memlük sultanları ile Kahire Abbasi halifeleri arasındaki şekli alakaya ışık tutmaktadır. Bu ikincisine göre sultan ve halife, birisi siyasi ve askeri konularda, diğeri de dini konuda olmak üzere, müslümanların idaresinde ortak olmaktadırlar. Fakat bütün Memlük sultanlarının sadece bu ünvanları kullandıkları zannedilmemelidir. Onlar birbirinden farklı muhtelif ünvanlar kullanmışlardır.


Görüldüğü gibi Memlükler devrinde sultanlar, sultan olmadan önce birer emir idiler. Onların şahsiyeti, dirayeti, memluklerinin çokluğu vb hususiyetleri akranlarına üstünlük sağlamalarına ve bu makama gelmelerine yardım ediyordu. Bir emir sultan olunca, uygun gördüğü memluklere emirlik rütbesi veriyor ve muayyen usullere göre ıktalar tahsis ediyor ve önemli görevleri de dilediklerine dağıtıyordu· Fakat bütün bu icraatları mutlak bir otoriteye sahip olan sultanın, başkalarının fikir ve reylerine ehemmiyet vermediği manasına alınmamalıdır. Sultan, yetkilerini kullanırken ümeranın ileri gelenleriyle ve devlet ricaliyle istişare ederdi. Sultan'ın başkanlık ettiği bu danışma meclisinde atabekü'l-asker, halife, vezir, dört mezhebin başkadıları ve hepsi yirmidört adet olan birinci sınıf emirler bulunurdu. Çeşitli sebeplerle sultanın başkanlık edemediği durumlarda, bu meclise onun vasisi veya naibü's-saltana başkanlık ederdi. Sultanın görüşüne karşı çıkılarak otoritesinin sarsılabileceği endişesiyle adet üzere sultan konuşmaz, onun adına başka birisi konuşurdu. Bu meclis savaşa ve barışa karar vermek, başta naiplikler olmak üzere, büyük görevleri tevcih etmek gibi konuları müzakere ederdi. Fakat sultan bu meclisi toplamak ve görüşünü almak mecburiyetinde değildi. Nihal olarak bütün salahiyet ona aitti.


Sultan ailesi, saray görevlileri ve hizmetçileriyle Kal'atu'l-Cebel'de otururdu. Burası Memlukler devrinde sadece sultanın makamı ve idare merkezi olmayıp, sultanın memluklerinin kışlalarının bulunduğu; ümeranın evlerinin, aile efradının memluklerinin ve divanların bulunduğu; Divanü'l-İnşa (İnşa Divanı), Divanü'l-Ceyş (Ordu Divanı), Beytu'l-Mal (Devlet Hazinesi) ve Hızanetü'l-Has (Sultan'ın Hususi Hazinesi) 'i ihtiva eden Darü'l-Vezaret (Vezirlik Binası) 'in bulunduğu küçük bir şehir gibiydi. Bu sebeple Memluk sultanları Kal'a'ya büyük ehemmiyet vermişler ve orada, görenleri hayran bırakacak pek çok binalar yaptırmışlardır. Kal'a'nın korunması ve hizmetlerinin görülmesi vazifesi Divanu'd-Devleti'ş-Şerife denilen bir divana verilmişti. Bu divanın nazırı (başkanı) sultanların saraylarının tamir ve bakımı, yiyecek-içeceği, dağıtacağı sadakalar ve sultana ait evlerin ihtiyacı olan her şeyin tedariki ile görevliydi. Sultan'a ait evler müteaddit olup, her birinin başında, pek çok yardımcıları olan birer Yüzler Emiri bulunur ve idare ederdi. Bu evler: Sultan'ın ihtiyacı olan muhtelif içkileri ve ilaçları bulunduran Şarabhane; yıkanmak, abdest almak, el-yüz yıkamak için lüzumlu olan ibrik, tas ve muhtelif kap-kacağın bulundurulduğu Taşthane; muhtelif yatak, sergi, çadır, ve tahtların bulundurulduğu Firaşhane; bütün silahların; kılıç, ok, yay, kargı ve zırhların bulundurulduğu Silahhane; eyer ve yular gibi at koşum takımlarının bulunduğu Rikabhane; davul, boru ve sair mehter takımlarının bulunduğu Tablhane; sultanın yemek ve sofrası ile ilgili bütün ihtiyaçlarının bulunduğu ve Matbah-ı Amire'nin ihtiyaçlarının temin edildiği Ravaichane idi.



C -   İDARİ NİZAM



Memluk devletinde idari nizam, dikkat ve sağlamlık bakımından oldukça mükemmeldi. Kahire'de bir· merkezi idare vardı ve bu idarenin dayanağı divanlar ve büyük görevlilerdi. Aynı şekilde naiplerin ve valilerin başında bulunduğu, çeşitli bölgelere mahsus mahalli idareler de vardı. Bu büyük idare mekanizmasının başında Memluk sultanı bulunuyordu.Sağlam bir posta teşkilatı vasıtasıyla ülkenin dört bir tarafından ona haberler gelir ve bu teşkilatla her tarafa emirlerini gönderirdi.

Sultana idarede yardımcı olan büyük görevlilerin başında Naibü's-Saltana gelirdi. Adından da anlaşılacağı üzere bu görevli, sultanın vekili mesabesinde olup, devlet işlerinde onun sağ kolu idi. Naibü's-Saltana, büyük görevlilerin tayini, ıktaların dağıtılması ve idari kararların çıkarılmasında sultan ile birlikte çalışırdı. Bu yüzden kendisine Kafilü'l-Memaliki'ş-Şerifeti'l-İslamiyyeti'l-Emayi'l-Amiri lakabı verilmişti. Çünkü o, pek çok devlet işini tekeffül ediyordu. Memlukler devrinde saltanat naipliği iki kısım idi .Birincisi en-Naibü'l-Ktlfil veya Naibü'l-Razre denilen ve sultanın Mısır'da bulunduğu ve Kahire'de ikamet ettiği sırada naiplik yapan naip ve diğeri ise Naibü'l-Gaybe denilen ve birincisine göre daha az ehemmiyetli olup, sultanın hacc, harp ve diğer sebeplerle hükümet merkezinde bulunmadığı sıralarda naiplik yapan naip idi.


Suriye naipliklerindeki saltanat naiplerine gelince, bunlar: Dımaşk, Halep, Tarabulus, Hama, Safed ve Kerek naiplikleriydi. Bu naiplerden her birisi idari birliklerinde sultana niyabet eder ve idarede sultanın temsilcisi itibar olunurdu. Kesin olarak kendilerinin yetkileri dahilinde olmayan meselelerde sultana veya naibine müracaat ederlerdi. Suriye'deki naipler, naiplik bölgelerini iç ve dış tehlikelere karşı korumakla sorumlu oldukları için, sultanlar bunları şecaatleriyle ve idarecilikleriyle tanınmış ümeranın büyüklerinden seçerlerdi.


Naibü's-Saltana'dan sonra Atabeg gelirdi. Bu kişi Memluk ordusunun başkomutanıydı .Selçuklular zamanında veliahdı terbiye eden, yetiştiren hatta. vasisi olan kimse için kullanılan bu tabir zamanla, ümeranın büyüklerine verilen bir şeref ünvanı haline gelmiş ve Memlukler devrinde de sadece başkomutana verilmiştir. Atabeg, ordu komutanı ve ümera arasındaki en kuvvetli vurucu güce sahip olan kişi olarak devlet idaresinde büyük bir nüfuz ve söz hakkına sahipti. Atabeglerin nüfuz ve kuvvetlerine delil olarak, onlardan bir çoğunun sultan olduklarını hatırlatmak yeter. Küçük veya dirayetsiz sultanlar atabeglerin elinde birer oyuncak oluyorlar ve atabegler istedikleri gibi hüküm sürüyorlardı.


Devlet idaresinde ehemmiyet derecesine göre atabegten sonra gelen görevli vezir idi. Fakat vezirin Memluk devletindeki nüfuzu, onların Bağdat Abbasi halifeleri veya Mısır Fatımileri devrindeki nüfuzundan daha zayıftı .Çünkü Memluk devletindeki saltanat naipleri ikinci adam olarak eski devirlerdeki vezirlerin yerini aldığından onlara fazla bir nüfuz sahası bırakmamıştı. Vezirin görevi, sultanın veya naibinin talimatını yerine getirmek ve devletin mali işlerini bununla görevli nazır ile müştereken idare etmekti. Bazı hallerde Memluk sultanları, bir anda iki vezir tayin ediyorlardı. Bunlardan birisi ilmiye sınıfından olup buna Vezirü's-Sohbe, ikincisi de askeriyeden olup ona da sadece el-Vezir deniliyordu. Vezaretin öneminin zamanla azaldığının en güzel örneklerinden birisi de bu görevin bazan kaldırılmasına rağmen, idarede herhangi bir boşluk vuku bulmaksızın işlerin uzun müddet yolunda gitmesidir.


Bunlardan başka Memluk devletinin idaresinde mühim görevler ifa eden başka büyük görevliler de vardı. Bunların başında bugünkü idari nizamda valinin görevini yapan ve daima ümeradan seçilen valiler geliyordu. Bu valilerin en mühimi Kahire valisi idi. Onun görevi başkenti ve halkı hırsızlara, fesatçılara ve fitne çıkaracak unsurlara karşı korumaktı. Bir yangın vukuunda vali itfaiyenin başında hemen oraya koşar, hırsızlık vukuunda hemen peşlerine düşer, sarhoşların çoğaldığı durumlarda içki yapanları basarak cezalandırır, uyuşturucu kullanma yaygınlaşırsa onların ekildiği tarlaları bozar, gündüzleri çarşı-pazarı dolaşarak halkın aldatılmasına engel olur, geceleri sarhoşları, hırsızları ve başıboş dolaşanları yakalayarak onları muhakeme ederdi. Bunun yanında şehrin kapılarının kontrolü, akşam kapanıp sabahleyin açılması da valinin görevleri arasındaydı. Görevinin ehemmiyeti ve sorumluluğunun ağırlığı sebebiyle vali ancak sultanın izni ile şehir dışında geceleyebilirdi. Kahire valisine Fustat, el­ Karafa ve Kale valileri yardım ederdi.


Suriye'deki her şehire bir naip tayin edilirken, Mısır'da sadece bir şehire naip tayin ediliyordu. Bu şehir de 1365 yılından itibaren ehemmiyeti gittikçe artan ve Mısır'ın Akdeniz'deki en önemli limanı olup, bir hayli yabancı barındıran ve bu sebeplerle idari bakımdan hususi bir ehemmiyet arzeden İskenderiye şehri idi. Bu sebeple İskenderiye naibi yüksek bir mevkie sahipti. Hatta iskenderiye naibleri bazan Naibü's -Saltana'ya denk bir mevkie yükselmişlerdi. İskenderiye şehri bir vali tarafından idare edilirken 1365 yılında ·naiplik haline getirilerek idaresi bir naibe havale edilmiştir. İskenderiye şehrinin bu yılda Kıbrıs hakimi tarafından büyük bir hücuma maruz kalmasının yanında ticari bakımdan da mühim bir şehir olması bu idari değişikliğe sebep olmuş olabilir.

Kahire ve İskenderiye dışında el-Vechü'l-Bahri ve el-Vechü'l-Kıbeli denilen ve kabaca Delta bölgesi ve Güney Mısır diye adlandırabileceğimiz iki bölgedeki muhtelif şehirlerde de valiler bulunuyordu. Delta bölgesi on valiliğe ayrılmıştı. Bunlardan sadece el-Buhayra'da vali değil bir naip bulunuyordu. Bunun sebebi de muhtemelen buradaki Arapların zaman zaman isyan ve karışıklıklar çıkarmasıydı. Güney Mısır'da ise sekiz valilik vardı. Gerek Delta bölgesinde (el -Vechü'l-Bahri) ve gerekse Güney Mısır'da (el-Vechü'l-Kıbeli) sadece Çerkez Memlukleri devrinde birer naip bulunuyordu. Bahri Memlukler devrinde ise her iki bölgede Kaşif adı verilen birer görevli bulunuyordu ki bunlar günümüzde bölge valileri gibi büyük bir nüfuza sahiptiler.

Memluk devletinde idari kadroda hizmet gören görevliler iki kısma ayrılmıştı: Erbabü's-Süyfü (askerler) ve Erbabü'l-Kalem (ulema veya siviller) .Birinci gurup yalnızca memluklerden müteşekkil iken ikinci gurup ulemadan ve okuma-yazma ile meşgul olan Mısırlılardan seçiliyordu. Büyük-küçük bütün görevliler Memluk tarihi boyunca istikrar içinde olamamışlardır. Onlar da umumi hadiselere tabi olarak azı, hapis veya idam gibi çeşitli durumlarla karşı karşıya idiler. Bir görevli azledildikten sonra kontrol altında tutuluyor ve hatta bazan Mekke, Kudüs ve Kus gibi uzak şehirlerde ikamete mecbur ediliyordu.



D  DİVANLAR


Memlük Devleti'nin bu geniş idari mekanizması çeşitli devlet işlerini büyük divanlar marifetiyle yürütüyordu. Bu divanların en mühimleri Divanü'l-Ceyş, Divanü'l-İnşa, Divanü'l-Ahbans, Divanü'n-Nazar ve Divanü'l-Htls idi.


Divanü'l ceyş:



Devletin en mühim divanı idi. Memluk devletinin askeri karakteri ağır basan bir devlet olduğunu ve devamını bu düşünceye dayandırdığını hatırlayacak olursak Divanü'l-Ceyş'in ehemmiyetini daha iyi anlarız. Divanü'l-Ceyş'in görevini anlatabilmek için Memluk ordusunun yapısından kısaca bahsetmemiz gerekir. Memluk ordusu üç ana guruptan oluşuyordu: el-Memalikü's-Sultaniyye, Ecnadü'l-Halka ve Memal'ikü'l-Ümera. ;

el-Memlukü's-Sultaniyye, işbaşındaki sultanın memlukleri olup bunlar sayı, güç, birbirine bağlılık, ıktalarının genişlik ve zenginliği bakımlarından en büyük gurup idiler. Emirler bunlardan olur ve üst üste terfi ettirilirlerdi. Ecnadü'l-Halka, daha önceki sultanlar ve ümeranın askerleri olup devletin daimi ordusu mesabesindeydiler. Memalikü'l-Ümera ise rütbesine ve ıktaının durumuna göre ümeranın bizzat satın alıp yetiştirdiği memluklerden müteşekkil askerlerdi .


Divanü'l-Ceyş, Memluk ordusunu oluşturan bu üç gurup askerin işlerini yürütür ve bütün ümera ve askerlerin hususi evrakını muhafaza ederdi. Ümeranın askerleri önceleri Divanü'l-Ceyş'e kaydedilirken, XV. yüzyıl başlarında bu nizam değişmiş ve her bir emir hususi bir divan kurmuş ve askerlerinin isimleri oraya kaydedilip bunun bir sureti de Divanü'l -Ceyş'e gönderilmeye başlanmıştır. Hiçbir emir, kendi askerinden bir tanesi ölüm veya başka bir sebeple hizmetten çıkarılma gibi bir durum olmadıkça yeni bir memlukü hizmetine alamazdı.


Divanü'l-Ceyş'in en mühim görevlerinden birisi de ıktalarla ilgili meselelerdi. Burada, sultan tarafından verilen her ıktaın hususi bir sicili bulunurdu. Ikta sahibinin adı, ıktanın genişliği ve nev'i burada yazılırdı. Bu divanın başkanına Nazırü'l-Ceyş adı verilirdi. Devletin en mühim görevi olan bu görevinde bazı büyük görevliler de ona yardım ederdi. Bunlardan birisi Sahibu Divani'l-Ceyş olup işlerin yürütülmesinde Nazır'a niyabet ederdi .Bir diğeri Müstevfiyü'l-Ceyş olup o da askerlere verilecek parayı belirler ve onları ıktalara bakan görevlinin (Müstevfiyü'l-Iktaat) yardımıyla hususi defterlere kaydederdi .Diğer bir yardımcısı da Müstevfiyü'r-Rızk olup onun görevi de askerlerin aylıklarının ve ayni olarak verilen rızıklarının idaresiydi .Bütün bu görevlilerin emin ve işbilir kişiler olması şarttı .



Divanü'l - İnşa:


Bu divanın görevi devletle ilgili resmi yazışmaların idaresiydi. Muhtelif devletlerden sultana gelen mektupların cevaplarının hazırlanarak gönderilmesi, sultanın muhtelif hükümdarlara ve ümeraya gönderdiği mektupların hazırlanması vb. Bu divanın başındaki kişiye Nazırü'l-İnşai'ş-Şerif ünvanı verilirdi. Sultanın ve devletin esrarına muttali olan güvenilir kişi olması hasebiyle görevinin tehlikesi ve ehemmiyetiyle mütenasip ·olarak başka ünvanlar da verilirdi. Sultanlar vezirlerinin, ümeranın, kendisine en yakın kişilerin ve hatta evlatlarının muttali olmadığı şeyleri onlara söyledikleri için bu divanın başındaki kişiler her takımdan güvenilir, ağzı sıkı, ifadesi düzgün ve sağlam, asil ve vakfü kişilerden seçilirdi.


İnşa Divanı'nın başındaki kişinin görevi zamanla genişlemiş ve memleket dahilinde cereyan eden hadiselerle ilgili haberleri geliş sırasına göre sultana iletmek, görevi dolayısıyla valiler, hakimler ve ümeranın görevlerine tayini esnasında ettikleri bağlılık yeminin metnini hazırlamak ve bu nev'i görevlere tayin edilen kişilerle ilgili görevlendirme yazılarını yazmak da onun vazifeleri arasına girmiştir. Her makama başka türlü hitap ediliyor ve her bir görevli için de onun derecesi ve rütbesine göre farklı üslupta yazı yazılıyor ve bütün bunlar çok ince protokol bilgisini gerektiriyordu. Sultan adına İnşa Divanı'ndan çıkarılan yazılar, yazıldıkları kağıdın ebadına, yazının cinsine ve gönderilen kişinin durumuna göre çeşitli isimlerle anılıyordu. Bütün bunların kaideleri en ince teferruatına göre tespit edilmişti.


Bir tek kişinin böyle ihtisas ve dikkat isteyen ağır bir görevi tek başına yürütmesi mümkün olmadığından bu divanın başında bulunan kişinin yardımcıları da vardı. Bunların başında Naibu Katibi's­Sır denilen ve başkanın çeşitli sebeplerle divanda bulunmadığı sırada ona niyabet eden kişi geliyordu. Bundan sonra Küttabü'd-Desti'ş-Şerif denilen ve kendilerine Muvakki adı verilen İnşa Divanı Katibleri gelirdi. Bunlar başkanları ile birlikte Darü'l-Adl'de sultanın meclisinde otururlar ve sultana sunulacak dilekçeleri ve şikayetleri kaydederlerdi.


İnşa Divanı'nın görevleri Küttabü'd-Dest denilen katiblere dağıtılmıştı. Bunlardan bir kısmı İslam hükümdarlarına gönderilecek mektupları kaleme alırlardı. Bunların lakapları çok iyi bilmesi lazımdı. Bir kısmı Avrupa hükümdarlarına gönderilecek mektupları kaleme alır ve onlardan gelen mektupları tercüme ederdi. Bunların yabancı dilleri çok iyi bilmesi gerekiyordu. Bir kısım katipler hüsn-ü hat üstadı idiler. Katibü's-Sır da denilen bu İnşa Divanı başkanına, Devadar denilen görevli de bağlı idi. Bu kişi sultandan gelen­giden yazıların tebliği ile görevliydi. Bu görevin sahibi Divanü'l-İnşa'dan çıkan ve buraya gelen her türlü yazışmaya muttali olurdu. Çünkü o sultanın mührü ile bunları mühürler ve hususi sicillere kaydederdi. Bu sebepten onun görevi Memlukler devrindeki mühim görevlerdendi ve daimi olarak da ümeranın büyüklerinden seçilirdi.


Memlükler devrinde İnşa Divanı ile  bağlı ve mühim bir idare daha vardı. Bu da İdaretü'l-Berid (Posta İdaresi) denilen ve devletin bir ucunu diğerine bağlayan bir görevdi. Posta iki nev'i idi: Kara postası hayvanlar vasıtasıyla olup Kal'atu'l-Cebel'den çeşitli cihetlere giden yollar vasıtası ile yapılırdı. Bu yollar boyunca postacılara ve hayvanlarına lazım olan her türlü yiyecek-içecek, barınak vb. ihtiyaçlarını temin eden menziller vardı. Postacıların görevi fevkalade mühimdi. Onlar bazan şifahi emirler de götürürlerdi. Dolayısıyla bunların konuşma ve kendisine verilen emirleri harfiyyen ve doğru olarak aktarmada mahir olmaları gerekirdi.


Havadan yapılan haberleşmeye gelince: Bu usulü Memluk devletinde ilk defa tatbik eden ez-Zahir Baybars'tır. Baybars bu haberleşme sistemi için burçları ana merkez görevini ifa eden Kal'atu'l-Cebel'i kullanmıştı.· Bu iş için posta güvercinleri kullanıldığından onların taşıdıkları mektupların kağıdı çok ince hususi bir kağıt idi. Keza bu mektupların ifadesi de kısa ve özlü olurdu. Mektuplar güvercinlerin kanadının altına hususi bir şekilde yerleştirilirdi. Çok önemli mektuplar ise güvercinin yolunu şaşırması veya herhangi bir sebeple istenilen yere ulaşamaması tehlikesine karşı iki nüsha yazılır ve ayrı güvercinlerle gönderilirdi. Posta güvercinlerinin getirdiği mektuplar acil ve fevkalade mühim olduğu için gelir gelmez anında sultana arzedilirdi. Kuşların uçuş menzili içerisinde durak vazifesini gören güvercin kuleleri inşa edilmiş olup, buralarda işi güvercin yetiştirmek olan görevliler bulunur, onlar bir güvercinin getirdiği mektubu alarak diğer bir güvercin ile bir ileri menzile gönderirlerdi. Mektubu getiren güvercin de orada dinlendikten sonra üssüne dönerdi.


Memluk devletindeki üçüncü idari divan «Divanü'l-Ahbasn (veya Divanü'l-Evkaf) denilen divan olup bu divanın başkanının görevi cami., medrese, zaviye, ribat vb. hayri ve dini müesseselerle ilgili işleri yürütmekti .Vakfedilen arazi ve akarların idaresi de onun görevi dahilindeydi. Vakıf işleri Eyyubiler devrinde kadıların ihtisası iken Memlükler bunları çeşitli bölümlere ayırmışlardı: Haremeyn-i Şerifeyn Evkafı ve müslüman esirlerini hürriyetlerine kavuşturmak için tesis edilen Fidye Evkafı. İkinciye el-Evkaf el-Hukame de deniliyor ve bunun başındaki görevliye Nazırü'l-Evkaf deniyordu. Buna çoğunlukla Şafii Başkadısı bakıyordu. Bir diğer vakıf türü de aile vakıfları idi. Bu vakıfları, sultan veya kadılar tarafından görevlendirilen ve çoğunlukla vakıfın evladı arasından seçilen mütevelliler idare ediyordu. Ayrıca cami ve zaviyelere mahsus vakıflar ayrı bir gurupta toplanmıştı. Vakıflardan gelen gelirler, sadaka veya bağış şeklinde muhtaç olanlara dağıtılırdı. Buna Devadar veya Nazırü'l-Has bakardı. Memlukler devrinde vakıflar, sadece han, dükkan, bina ve zirai araziye münhasır olmayıp yağhaneler, değirmenler, fırınlar, sabunhaneler, dokuma tezgahları, zahire depoları, tavuk kuluçka yerleri gibi pek çok sahaya dağılmıştı.



Divan-ün Nazar:


Bu divan devletin hesaplarını kontrol ederdi. Tabiatiyle devlet gelir ve giderlerini idare eder ve görevlilerin maaşlarını dağıtırdı. Bu görevlilere ücretleri para olarak dağıtıldığı gibi ayrı olarak da (hububat, et, şeker, mum, elbise vb ). Verilirdi. Bu takdirde bunların bir kısmı günlük, bir kısmı aylık ve bir kısmı da yıllık olarak verilirdi. Bu divanın başkanına pek çok kişi yardım ederdi. Bunların başında Müstevfiyü's-Sohbe gelirdi. Bu kişi divanın başkanının vekili mesabesindeydi. Ayrıca hazine şahitleri, hazine sarrafı ve pek çok katip de onun yardımcılarındandı.


XIV. yüzyıldan itibaren, bu divandan, sultanlar için hususi bir divan ayrılmış ve en-Nasır Muhammed, 1327 yılında Divanü'l-Has adıyla bir divan kurmuştu. Bu divanın görevi sultanın mali işlerini idare etmek ve sultanın hazinesini kontrol etmekti. Bu divanın başında büyük bir görevli bulunurdu ki, buna da Nazırü'l-Has denilirdi.


Bu divanlardan başka, Memluk devletinde diğer işleri yürüten pek çok divan vardı. Başkanının hububat öğütülmesi işini yürüttüğü Divanü't-Tavvahin, sultana ait hububatın saklandığı depoları idare eden Divanü'l-İhra, ümeranın terekesi ile alakalı işlere bakan Divanü'l-Mürteciat vb. gibi. Ancak bu divanlar daha az ehemmiyetli idiler. Bunun gibi Memlükler devrinde küçük idarelere Devavin ( Divanlar) adı verilmiştir ki bunlar Divanü'l-Istablat, Divanü'l-Ama'ir ve varis bırakmaksızın ölenlerin terekesi ile ilgili işlere bakan Divanü'l-Mevarisi'l-Haşeriyye gibi küçük divanlardı.



E - KAZA VE MEZALİM


Memluk sultanları, yargı ve adaletin tevzii işine büyük ehemmiyet vermişlerdir. Sultan ez-Zahir Baybars 1265 yılında, 'o zamana kadar yalnız Şafii başkadısının ve naiplerinin yürüttüğü şer'i mahkeme usulünde değişiklik yaparak diğer üç mezhebin başkadılarına da bu hakkı vermiştir. Fakat Şafii başkadısı yir..de yetimlerin davalarıyla, vakıflar ve Beytü'l-Mal ile ilgili davalara tek başına bakacaktı . Böylece Şafii başkadısı bazı devlet görevlilerini azletme hakkına sahip bulunuyordu. Ehemmiyet derecesine göre Şafii başkadısından sonra sırasiyle Hanefi, Maliki ve Hanbeli başkadıları geliyordu.


Memluk ordusunda ortaya çıkan hukuki meseleleri ise sadece askeri davalara bakan kazaskerler hallediyorlardı. Memluk ordusunda Şafii, Hanefi ve Maliki mezheplerini temsil eden askeri kadılar bulunuyordu. Bazan Hanbeli kadısı da bulunurdu. Kazaskerler, dört mezhep başkadısı ile birlikte Darü'l-Adl (Adliye Sarayı)'de hazır bulunurlardı. Ancak onlardan daha altta otururlardı. Seferlerde adet üzere sultanla birlikte giderlerdi.


Kadılar bu devirde cemiyette mühim bir görev ifa etmekteydiler. Bunlar sadece şahıs hukuku ile ilgili değil, medeni ve cezai hukukla ilgili davalara da bakarlardı. Ayrıca imamlık yaparlar, vasiyetnameleri kaleme alırlar, vakıfnameleri tanzim ederler, yetim ve mahcurların işlerini takip ederler ve medreselerde müderrislik yaparlardı.


Mahkemeler bazan camilerde ve bazan da adliye binalarında kurulurdu. Kadıya mübaşirler, hacibler, şahitler, katipler gibi görevliler yardım ederlerdi. Dil bilmeyenler için tercümanlar da bulundurulurdu.


Memlukler devrinde el-Mezalim denilen ve günümüzdeki Danıştay ve idare mahkemelerine benzer bir görev ifa eden yüksek bir mahkeme daha vardı. Bu mahkeme idare edenlerle edilenler yani devlet görevlileri ile vatandaşlar arasında zuhur eden davalara bakardı. Ehemmiyetinden dolayı sultanın başkanlık ettiği bu mahkeme Pazartesi ve Perşembe günleri olmak üzere haftada iki gün toplanırdı. Muayyen günlerde sultan Darü'l-Adl (Adliye Sarayı) veya Eyvan denilen yerde, üstü ipekle kaplı bir tahta iskemleye oturur, sağında Şafii ve Maliki solunda Hanefi ve Hanbeli başkadıları yer alırdı. Maliki kadısının sağında üç kazasker (Şafii, Maliki ve Hanefi), onlardan sonra Darü'l-Adl müftüsü, hazine görevlisi ve Nazırü'l-Hisbe gelirdi. Solda Hanbeli kadısından sonra vezir ve sır katibi otururdu. Böylece daire tamamlandıktan sonra sultanın arkasında Camedar ve Silahdarlardan küçük memlukler ayakta dururlar, onlardan onbeş zira kadar mesafede yaşlı büyük emirler otururlardı ki, bunlar yukarıda bahsettiğimiz danışma meclisi emirleriydiler. Diğer görevliler ve ümera ise ayakta durulardı. Sultanı çeviren bu halkanın arkasında Hacibler ve Devadarlar ayakta durarak davalarla ilgili evrakı takdim ederlerdi. Sonra davalar sultana okunur, sultan danışmak ihtiyacı duyduğunu kadılara danışır, askerlerle ilgili olanları Kazasker ve Nazırü'l-Ceyş ile istişare eder ve böylece hüküm verirdi. Sultanların bu mecliste oturmaları zamanla çok kısalmış ve bilhassa hiçbir kimsenin davasını kadılara gördürmeden sultana arzetmemelerinin ilanından sonra tamamen şekli bir hal almıştır.


Bu çağlarda Muhtesiplik görevi kadılık ile sıkı sıkıya bağlı bir görevdi. Bu yüzden bazan kadılık ve Muntesiplik bir kişiye tevcih edilirdi. Kadılar, karar vermek için, kılı kırk yararcasına, meseleyi enine boyunca tartışıp delil isterlerken, Muhtesipler çarşı-pazar nizamı ve umumi ahlaka aykırı davrananları yerinde ve anında muhakeme ederek, davaları süratle neticelendirirlerdi. Muhtesip ve yardımcıları şehir sokaklarında ve çarşılarında dolaşırlarken ölçü ve tartıları, dükkanların temizliğini ve satılan nesnelerin fiyat ve kalitelerini kontrol ederler; han, hamam, otel gibi yerleri devamlı murakebe altında tutarlardı. Böylece halkın aldatılmasına ve umumi ahlakın bozulmasına mani olurlar, suçluları cezalandırırlardı. Cezaların en ehveni hapsedilmekti. Bundan sonra teşhir ve tecris cezası gelirdi. Teşhir cezasında suçlu bir eşek veya öküzün sırtına bindirilmiş olduğu halde cadde ve sokaklarda dolaştırılırken, münadiler yüksek sesle bağırarak ve ziller çalarak mümkün mertebe fazla kalabalık toplarlar" ve bundan sonra da suçu ilan edilerek, halkın gözü önünde kırbaçlanırdı. Bundan başka suçlunun bir azasını kırmak, dilini kesmek, dişini sökmek, başına sıcak madeni tas geçirmek veya ısıtılmış madeni nesneler üzerine oturtmak gibi muhtelif cezalar tatbik edilirdi.



II -   İÇTİMAİ DURUM


Memlukler devrinde Mısır cemiyeti çeşitli tabakalardan meydana gelmiş bir cemiyet manzarası arzediyordu. Bu tabakalar birbirinden çeşitli bakımlardan ayrıldığı gibi devletin de onlara bakışı farklı olup herbirinin hakları ve görevleri farklıydı. Memlukler devri Mısır cemiyetinde, idare edenlerle edilenler arasında büyük fark vardı. İdare edenler her bakımdan yerli halka yabancı olup onları Suriye ve Mısır halkına bağlayan hiçbir bağ yoktu. Bu yüzden Memlukler çoğu zaman halk ile iyi münasebetler içinde olmayı ve onların faydasına olan işler yaparak refah seviyelerini yükseltmeyi göz önünde bulundurmamışlardır. Memlukler Suriye ve Mısır'da imtiyazlı bir askeri tabaka olarak hüküm sürmüşler ve idareleri altındaki halkı kendilerinden daha aşağı derecede insanlar olarak görmüşlerdir. Bu sebeple onları askeri işlere karıştırmamışlardır. İdari işlerde yerli halktan bir dereceye kadar istifade  etmişlerse de bu onlara ihtiyaç duydukları için olmuştur.


Memluklerin hepsi bir asıldan değildi. Başta Türkler olmak üzere Moğol, Çerkez, Rum ve diğer milletlerdendi. Kendi durumlarını kuvvetlendirmek için  esir tüccarlarının getirdikleri muhtelif milletlere mensup esirlerden çokça satın alırken onların meziyet ve özelliklerini göz önünde bulunduruyorlardı.


Memlukler çoğunlukla efendilerine nispetle anılıyorlardı. Fakat kendisini getiren tüccara izafe edilenler de vardı. Memluk sultanları kendi memluklerinin yetiştirilmelerine çok ehemmiyet ve itina gösteriyorlardı. Bir sultan yeni memluk satın alınca önce onları bedeni bakımdan muayene ettirir ve sonra her birisini kendi cinsinden olanların bulunduğu ocağa yerleştirirdi. Tıbak denilen bu ocaklar Kal'­ atu'l-Cebel'de idi. Aynı asıldan veya aynı ülkeden getirilen memlukler aynı ocağa konurlardı. Bu acemi memluklerin terbiyesi ile kendilerine Tavaşi denilen hadım görevliler meşgul olur; fakihler ise Kur'an okumayı., yazı yazmayı ve İslamiyeti öğretirlerdi. Kendi isimleri ne olursa olsun hepsi muhakkak bir Türkçe isim alırlardı. Muhtelif ülkelerden celbedilen ve çeşitli milletlere mensup olan ve Memlük tarihi boyunca sayıları yüzbinleri bulan memluklerin hepsinin Türkçe isimler taşımaları ayrıca üzerinde durulmaya değer.


Memluk; büyüyüp akil baliğ olunca, binicilik ve harp kaideleri kendisine öğretilir ve yaman bir savaşçı olarak yetiştirilirdi. Bundan sonra tıbaktan çıkarılarak sultan veya ümeranın hizmetlerine mahsus evlere dağıtılırlar ve böylece terfi ederek sonunda emir olurlardı. Bir memluk tıbaktan ayrılırken ona bir maaş bağlanır, ancak kısa bir müddet sonra bir ıkta tahsis edilirdi. Memluk kabiliyet, liyakat, başarı ve mensup olduğu emirin durumuna göre terfi ederek önce Onlar Emiri, arkasından Tablhane Emiri ve nihayet Yüzler Emiri, bahtı yaver olursa sultan bile olurdu.


Memlukler yerli halk ile karışmazlardı. Zevcelerini de tüccarların getirdiği kendi cinslerinden olan esir kızlardan seçerlerdi. MemIükler, hiçbir memlükün herhangi bir şekilde memluk olmayan sivil birisine intikal etmesine müsaade etmezlerdi. Bu sebeple idare edenlerle edilenler arasında büyük bir boşluk meydana gelmiş ve bunun neticesinde sivil halk, memluk tarihi boyunca dışarıda ve içeride vukübulan ve kendi cemiyetini ilgilendiren olaylarla hiç alakalanmamıştır. · Onlar sadece merasimlerin iyi bir seyircisi olmuşlar ' ve memlük gurupları arasında cereyan eden çatışmaları da endişe ile takip etmişlerdir. Böylece çiftçi tarlasında, tüccar ticarethanesinde, hoca ise medrese veya camisinde kalmıştır. Kendilerine ne emrediliyorsa yapmışlar ve ne isteniyorsa vermişlerdir.


Ülkenin hakimi olan memlük tabakasından sonra gelen ikinci tabaka ilim adamlarının veya okumuşların teşkil ettiği münevver tabakasıdır. Bu tabakadan olan fukaha, ulema, üdeba ve katipler muhtelif divanlarda görev almışlardır. Bu vasıflarıyla halka nazaran nispeten imtiyazı olan bu zümre zaman zaman mihnetlere de duçar olmuşlardır. Memlukler hakimiyetlerini devam ettirmek için halkı memnun etmek mecburiyetinde olduklarını bildiklerinden bunu sağlamak için bu ulema gurubundan istifade etmişlerdir. Bu sebeple memlükler, alimlere ve din adamlarına, efkar-ı umumiyeyi kazanmada kendilerine destek olarak gördükleri için hürmet etmişlerdir. Buna rağmen bazı sultanlar ve ümera onlara zulmetmekten de çekinmemişlerdir.


Ulemadan sonraki üçüncü sınıf, tüccarlardı. Memlukler başları sıkışınca bu guruptan para alabileceklerini bildiklerinden onları kendilerine yaklaştırmışlar ve iyi muamele etmişlerdir. Tüccarlar, Memlukler devrinde büyük servetlere sahiptiler. Bu durum Mısır'ın bu asırda Doğu ile Batı arasındaki ticaretin mühim bir halkasını oluşturmasının tabii bir neticesiydi. Fakat bu servet bazan sultanların iştahını kabartmış ve arada sırada tüccarlar müsadere edilmişlerdir. Bu sebeple tüccarlar bu devirde servetlerinden hiçbir zaman emin olamamışlar ve devamlı şikayetçi olmuşlardır.


Memlükler devrinde Kahire ve diğer büyük şehirlerde işçi, zanaatkar, satıcı, taşıyıcı ve yoksullardan oluşan büyük bir gurup insan yaşıyordu ki, bunlar «avam» umumi adı altında zikredilirler. Avam tabakası diğer tabakalara nazaran çok kötü şartlar altında yaşıyordu. Bazı Avrupalı seyyahlar bu devirde sadece Kahire'de. ellibin ile yüzbin arasında insanın evsiz barksız, yollarda sokaklarda yarı çıplak ve perişan bir vaziyette yaşadıklarını naklederler. Ayrıca dilencilerin çokluğu da onları şaşırtmıştı. Salgın hastalıklar ve kıtlıklar esnasında avam tabakası sultanlardan ve ümeradan biraz alaka görüyor idiyse de bu onların hırsızlık yapmalarına ve karışıklık anında yağmacılık yapmalarına mani olmuyordu.


Çiftçilere gelince: Bunlar Mısır halkının çoğunluğunu teşkil ediyorlardı. Memlükler devrinde bunların da ihmal edilerek hakir görüldüğünü ve «Fellah» kelimesinin «Zayıf ve güçsüz insan» manasına geldiğini görüyoruz. Valiler ve hakimlerin kanuna aykırı olarak bunlardan fazla vergi almaları onları daha da güçsüzleştirmişti. Öte yandan çiftçiler, bedevi Araplar'ın hücum ve yağmalarından da emin değildiler. Her seferinde bu bedevi Araplar mahsulü yağmalıyorlar ve hayvanları sürüp götürüyorlardı. Bu devirde bedevi Arapların hareketleri Mısır'ın dahili ve iktisadi durumu üzerinde olumsuz tesir yapmıştır.


Memlukler devrinde, Mısır ve Suriye'nin muhtelif bölgelerinde yarı göçebe bir halde yaşayan Arap kabileleri gerek idareciler ve gerekse yerleşik halk için büyük bir memnuniyetsizlik kaynağı olmuşlardır. Memluk devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar Arap kabilelerinin isyanları devam etmiş ve bunları tedib için pekçok askeri hareketlerde bulunulmuştur.


Şehirlerde Hayat:


Memlükler devrinde Kahire, İskenderiye, Dimyat ve Reşid gibi şehirler evlerinin bitişikliği ve sokaklarının darlığı ile temayüz ederler. Bu devirde Mısır'ı ziyaret eden gezginler şehirlerin büyüklüğünü ve nüfusun kalabalıklığını müttefiken zikrederler .Bu seyyahların bildirdiğine göre sokaklar hayvanlar ve satıcılarla doluydu .Bu sebeple, kendilerinden başka kimsenin ata binmesine müsaade etmeyen memluklerin atlarının ayakları altında ezilenler oluyordu. Evlerin ve çarşıların su ihtiyacı develerle taşınarak temin ediliyordu. Bu maksatla Kahire'de ellibin ile ikiyüzbin arasında devenin bulunduğu zikredilmektedir.


Kahire'de denildiğine göre dörtbin cadde ve sokak bulunup bunlardan iki kapılı ve iki bekçili olanlar çoktu. Her caddede dükkanlara ilaveten pekçok ev vardı ve geceleyin sokaklar kandillerle aydınlatılıyordu. Kapılar kapandıktan sonra pekçok bekçi cadde ve sokaklarda dolaşıyor, emniyet ve asayişi temin ediyordu. Bulaşıcı hastalıkları taşıyanlar şehirlerde barındırılmıyorlardı.


Bütün Mısır şehirleri ve özellikle Kahire, Memlukler devrinde büyük yapılarla süslenmişti. Büyük hanlar, hastahaneler, sebiller, hamamlar, camiler, medreseler bunların başında gelenlerdi. Hapishanelere gelince, bunlar da askeri ve sivil olmak üzere ayrı ayrıydı. Aynı şekilde kadınlar için de ayrı bir hapishane vardı. Cezaların en hafifi hapsedilmek olmasına rağmen, bu hapishanelerin hepsi de gayr-ı sıhhi şartlar içindeydiler.


Memlükler devrinde halkın, maruz kaldığı zorluklar ve krizlere rağmen eğlence ruhunun da ölmediğini ve halkın çeşitli vesilelerle bahçelerde ve piknik yerlerinde. eğlenceler tertiplediği görülmektedir.


III --   İKTİSADİ DURUM


A -·- ZİRAAT


Memlük sultanları, Mısır'da ziraate büyük ehemmiyet vermişlerdir. Çünkü ziraat bu asırlarda Mısır halkının çoğunluğunun meşgalesi ve en büyük gelir kaynağı idi. Söylediğimiz gibi Mısır'ın ekilebilir arazisi sultan, ümera ve askerler arasında ıktalar şeklinde yirmidört parçaya ayrılmıştı. Ziraat arazisi toprağın verimliliğine göre çeşitli sınıflara ayrılmıştı. Birinci derecede itibar edilen topraklar keten ve buğday yetiştirilmesine elverişli olanlar olup, bunlardan bir feddan (Takriben üç dönüm), yıllığı kırk dirheme kiralanıyordu. Daha az verimli olanların ücreti gittikçe azalıyor ve nihayet hiç ziraate elverişli olmayan otlaklara ve kıraç topraklara iniliyordu. Aynı şekilde sulanıp sulanmaması da toprağın değerini artıran bir unsurdu. Memlükler sedler ve kanallar yaparak ve Mikyas'a ehemmiyet vererek arazinin sulanmasını ve dolayısiyle verimin artmasını sağlamışlardı. Her yıl pek çok emir sed ve kanal yapımı ve kontrolü için çeşitli bölgelere gönderilip, bunlardan bir emire de Kaşifü'l-Cüsur deniliyordu. Bazı sultanlar bu işle bizzat meşgul oluyorlardı. Bu devirdeki zirai mahsullerin başında buğday geliyordu. Bazan ülke ihtiyacından fazla olan buğday Suriye, Hicaz, Nube ve diğer yerlere ihraç ediliyordu. Buğdaydan sonra keten ve pamuk geliyordu. Büyük mikyasta mensucat Mısır'dan komşu ülkelere ihrac ediliyordu. Keza şekerkamışı ziraati de fevkalade mühimdi. Hububata ilave olarak bol miktarda sebze ve meyve yetiştiriliyordu.


Ziraat arazisinden devlet için harac vergisi almıyordu. Güney Mısır'ın harac'ı umumiyetle buğday, arpa, nohut, bakla, mercimek vb. mahsullerden ayrı olarak alınırken, Delta bölgesinin haracı ise umumiyetle nakdi olarak alınıyordu. Memlukler devrinde Mısır'da hayvancılık da büyük bir gelir kaynağıydı. Bu sebeple sultanlar hayvan neslini ıslah için tedbirler alıyorlardı.


Ziraate ve bununla ilgili hususlara ehemmiyet verilmesine ve gelirin artmasına rağmen bunun ziraatle meşgul olanların hayat seviyesini yükselttiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü ülkenin geliri ve serveti, Memluk sultanları, ümerası ve askerleri arasında bölüşülüyor ve bunu üretenlere çok az birşey kalıyordu.




-  SANAYİ VE ZENAAT:


Servetin· tabii bir neticesi olarak Memlükler devrinde Mısır'da sanayiin de geliştiğini görüyoruz. Bilindiği gibi usta eserini meydana getirmek için sarfettiği zaman ve gayret ile mütenasip bir şekilde ödüllendirildiği zaman, onu daha da yükseltmeye gayret sarfeder. Diğer taraftan müstehlik ise serveti artıp asli ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, lüksü düşünmeye başlar ve satın aldığı değerli şeylerin fiyatı onun için artık ikinci planda kalır. İşte Memlükler devrinde Mısır'da sanatkarın sanatını yükseltmesinin de esas sebebi budur.


Memluk devleti askeri bir devlet olarak doğup, askeri bir devlet olarak gelişerek varlığını sürdüğü için sultanından erine kadar askeri bir tabaka oluşturan Memlükler Furilsiyye (binicilik ve silah kullanma) de en yüksek dereceye çıkmak için büyük bir gayret sarfetmişler ve emellerini gerçekleştirmelerinin bundaki başarıları ile doğru orantılı olduğunu bildikleri için, Mısır'da harp alet ve edevatının yapımıyla ilgili sanatlar birinci derecede yer işgal etmiştir. Bu devirde Kahire'de Sukü's-Siltih adında çeşitli silahların yapıldığı ve satıldığı büyük bir çarşı vardı. Bir isyan vukuunda veya harp halinde bütün ümera ve askerler bu çarşıya doluşurlar ve silah fiyatlarıyle silah yapanların ücreti birden yükselirdi .


Harp sanayiinin bir kolu da gemi yapımcılığı idi. Memluk sultanları, uzun sahillerini korumak için, kuvvetli bir donanmaya sahip olmaları gerektiğini çok iyi bildiklerinden, er-Ravza Adası'nda, İskenderiye ve Dimyat'taki tersanelere fevkalade ehemmiyet vermişlerdir. Kullanma gayesine göre harp gemileri çeşitli tip ve ebatta yapılıyordu. Bunlar muharip gemiler, zahire gemileri ve hayvan taşıyan gemiler olmak üzere çok çeşitliydiler. Bir kısmı demir ve bakır çiviler çakılarak yapılırken bir kısmı da ipler ve liflerle bağlanarak yapılıyordu. Her iki tip için de lazım olan kereste ise Suriye, Anadolu ve Avrupa'dan getiriliyordu.


Sivil ihtiyaçlar için yapılan sınai faaliyetler ise askeri faaliyetlerden daha geride değildi. Memlukler devrinde Mısır'a hususi bir ün kazandıran dokumacılık bunların başında geliyordu. Bilhassa Fustat şehrinde dokunan kumaşlar, Fustiytin adiyle meşhurdu. Tinnis şehri, kadın kumaşlariyle ve Dimyat şehri de renkli dokumalarıyla meşhurdu. Bu devirde Mısır'da dokunan pamuklu, ipekli, yünlü veya keten kumaşlar dokunuşlarındaki dikkat, renklerindeki canlılık ve dayanıklılıklarıyla meşhurdu. Alelade kumaşların yanında, sultanların devlet büyüklerine hediye ettikleri ve kenarlarında kendi ünvanlarının yazılı olduğu hil'atlerin yapıldığı hususi bir kumaş da dokunuyordu ki bunun dokunduğu yerlere Darü't-Tıraz deniliyordu. Burada ayrıca her yıl yenilenen Kabe'nin örtüsü de dokunuyordu.


Memlükler devrinde maden işçiliği de fevkalade gelişmişti. Evlerin ihtiyacı için kap-kacak yapılan bakır, başta cami olmak üzere mimari eserlerde çeşitli gayelerle kullanılıyordu. Madeni kakmacılık ve altın, gümüş kaplamacılık da fevkalade gelişmişti. Mısır'da demir madeni bulunmayıp dışardan ithal edildiği için demir işçiliği pek gelişmemişti. Ancak Mısırlı  ustalar, demir silahların yanısıra bazı anahtar, kilit, kapı, pencere vesaire yapıyorlardı.


Memlukler devrinde Mısır'da cam işçiliği de çok gelişmişti. Bunlar şekil, renk ve süs bakımlarından dikkat çekmektedir. Toprak eşya yapımında ise Mısır, bütün İslam aleminde en mühim merkezdi.


Aynı şekilde ahşap işçiliği de Memlukler devrinde yüksek bir dereceye çıkmıştı. Oyma, kakma ve geçirme tekniği ile yapılan ve bilhassa hendesi şekillerle dikkati çeken Mısır ağaç işçiliği eserleri fevkalade sanatkaraneydi. Rahle, pencere, kapı, masa ve iskemle yapımında abanoz ile fildişi birarada fevkalade güzel kullanılmıştı.


Memlükler devrinde deri işçiliği de çok gelişmişti. Bilhassa eyer ve at koşumları yapımı bunda müessir olmuştu. Bunların en değerlisi Bulgari denilen deriden yapılanı olup bazan altın ve gümüşle kaplanıyordu.


Kısaca saydığımız bu el sanatlarının yanısıra yiyecek-içecek ile ilgili sanayi de gelişmişti. Bilhassa şekerkamışından şeker elde etmede Mısır mühim bir merkezdi.



Her meslek sahibi, kendi mesleğine has bir teşkilata üye olup bunların sayılarını, çalışma şekilleri ve birbirleriyle olan münasebetleri ile halk ve hükümetle olan münasebetlerini tanzim eden belli usul ve kaideleri vardı. Her bir meslek gurubunun başında bir reis veya şeyh bulunur ve kendisine intikal eden meseleleri hallederdi.



c ·--   TİCARET



Mısır ve Suriye'de XIII. yüzyılın ortalarında Memluk Devleti kurulduğu sıralarda, Kızıldeniz ve Mısır limanlarının ehemmiyeti çok artmış, doğu ile batı arasındaki diğer mühim ticaret yollarının önemi de azalmıştı. Memluk devletinin kurulmasından bir müddet sonra Bağdat'ın Moğollar tarafından istilası ve Moğollar'ın İran'ı tamamen hakimiyetleri altına aldıktan sonra nüfuzlarını Suriye ve Anadolu'da yaymaları neticesinde, Çin ile Anadolu ve Karadeniz limanları arasındaki ticaret yolu da önemini kaybetmişti. XIII. yüzyıl sonlarında Uzak- Doğu'yu ziyaret eden meşhur seyyah Marko Polo, Moğol istilacısının sebep olduğu karışıklık yüzünden, yolların emniyetinin kaybolduğunu ve hırsızların ticaret kervanlarına hücum ettiklerini anlatır. Bu sıralarda Uzak-Doğu'dan Basra Körfezi'ne gelen ticaret gemileri de bu körfezdeki adalar halkının korsanlık faaliyetleri sebebiyle rota değiştirerek Yemen ve Aden limanlarına doğru yönelmişlerdi. Doğudan gelen ticaret gemilerine Aden'den daha yukarıya gitme izni verilmiyor, orada emtiasını boşaltan tüccarlar, mallarını, kervanlarla karadan veya müslüman gemileriyle Kızıldeniz'den Akdeniz'e doğru naklediyorlardı.


Böylece XIII. yüzyılda Asya ticaret yollarının kapanması ile Kızıldeniz ve Mısır yolu canlandı. Bu da Mısır'daki Memluk sultanlarına doğu ile batı tüccarları arasında aracılık etmeleri için değerli bir fırsat verdi. el-Mansur Kalavun'dan başlayarak Memluk sultanları, Kızıldeniz ticaretini canlandıracak tedbirler aldılar. Kızıldeniz havzasındaki İslam devletleriyle dostane münasebetler kurarak anlaşmalar yaptılar. Mısır içindeki ticaret yollarını emniyet altına almak Kızıldeniz limanlarından ve özellikle Ayzab'dan Akdeniz limanlarına ve bilhassa Dimyat ve İskenderiye'ye emniyet içerisinde ulaşılmasını temin etmek doğu tüccarlarını, mallarını Kızıldeniz sahilindeki Mısır limanlarına getirmeye teşvik ederek, Avrupalı tüccarları da Dimyat ve İskenderiye limanları arasında gidip- gelmeye alıştırmak gibi akıllıca tedbirler alıp teşvikler uyguladılar.


Bunu temin etmek için önce Nil ile Kızıldeniz arasındaki sahada ticaret kervanlarının emniyet altında geliş-gidişlerini sağladılar. Öte yandan limanlardaki naiplerine mektuplar göndererek Avrupa'dan gelip- giden tüccarlara iyi davranmalarını, onlara adil muamele etmelerini ve kanunların gösterdiğinden fazla birşey almamalarını, dünyanın neresinden gelirse gelsin, bütün yabancı tüccarlara iyi muamele etmelerini tenbih ettiler.



Memluk sultanları, Uzak-Doğu tüccarlarını Mısır yolunu takip etmeye teşvik ederken, İskenderiye ve Dimyat'a gelen Avrupalı tüccarları da doğu mallarını almaya teşvik ettiler. Bu konuda Memluk sultanları büyük bir ileri görüşlülükle davranarak din ve ticareti birbirinden ayırdılar. Kendileri bir taraftan Haçlılar ile savaşırken, diğer taraftan Avrupalı tüccarlara da her türlü kolaylığı gösterdiler. Bunun neticesinde Avrupalı tüccarların Mısır'a geliş-gidişleri arttı. XIV. yüzyıl başlarında İskenderiye'deki Avrupalı tüccarların sayısı üçbini geçmişti. Mısır topraklarında bunların işlerini takip eden konsolosları da bulunuyordu. Her milletten tüccar guruplarının kaldığı hususi hanlar vardı ki bunlara Vekdlet deniliyordu. Çeşitli İslam ülkelerinden gelenlerin yanı sıra Venedik, Cenova, Kıbrıs, Girit, Marsilya vb. yerlerden gelen pek çok tüccar, Akdeniz sahillerindeki Mısır limanlarında ikamet ediyorlardı.


Memlükler devrinde Mısır dış ticaretinin en önemli kapıları şunlardı: Nübe ile ticarette Asvan şehri; Yemen, Hindistan ve Çin ticaretinde Ayzab liman şehri; Mısır ile Avrupa ticaretinde İskenderiye ve Dimyat şehirleri.


Uzak-Doğu ile Batı Avrupa arasındaki ticarete ek olarak Mısır ile Batı Sudan ve Orta Afrika arasında da canlı bir ticaret hüküm sürüyordu. Buralardan gelen tüccarlara el-Karimiyye ve et·-Tekrariyye adı veriliyordu. Bu tüccarlar, bütün Ortaçağ boyunca, Avrupalılar'ın en çok rağbet ettikleri baharatı kendi ülkelerinden getiriyorlar ve buradan da Avrupa'ya sevk ediliyordu. Bu tüccarlar sadece kendi memleketlerinin baharat mahsulü ile yetinmeyip Yemen, Hindistan ve Çin'den de baharat getiriyorlardı.

Memlükler devrinde Karimi tüccarların faaliyet merkezi Said'deki Kus şehri idi. Burada onların hükümet tarafından tanınan bir nakibleri bulunurdu. Bu kişiye Reisü'l-Karimiyye denilirdi. Memlükler devrinde Mısır, doğu ile batı arasındaki ticaretten çok büyük kar elde etti. Memluk sultanları, bu iktisadi bağları diplomatik bağlarla da  kuvvetlendirdiler. Bu sebeple Sicilya, Kastilya, Aragon ve İtalyan Cumhuriyetleri ile müteaddit anlaşmalar imzaladılar.


Ayzab ve Kus'un, Afrika ve Asya ticareti için birer merkez olmasına karşılık, İskenderiye ve Dimyat şehirleri de Akdeniz yoluyla gelen Avrupalı tüccarların getirdiklerini satıp, doğu mahsullerini alıp götürdükleri birer ticaret merkeziydiler. Ancak 1250 yılındaki Haçlı hücumundan sonra, Dimyat şehri ve limanının kısmen tahribi neticesinde, büyük gemilerin yanaşamaması sebebiyle Avrupalı tüccarlar daha ziyade İskenderiye'yi tercih ettiklerinden bu şehir Memlükler devrinde Mısır'ın Akdeniz'deki en büyük limanı haline geldi.


Memluk devleti, bu geniş ticari faaliyet üzerinde müessir bir kontrol kurmuştu. Durum ve şartlara göre ithalat ve ihracata konulan ve «meles» (çoğulu: mülcus) denilen verginin nisbeti değişiyordu. Vergi alındığını belirtmek üzere emtia mühürleniyordu. Malın kalitesini belirten ayrı bir mühür daha vuruluyordu. Bu işi mühürdar denilen görevliler yapıyordu. Bunlar adeta bugünkü gümrük memurlarının görevlerini yapıyorlardı. Memlük sultanları, dış ticarete ve bilhassa baharata ağır vergiler koyuyorlardı. Mesela Kahire'de fiyatı elli dinar olan karabiber İskenderiye'de Avrupalı tüccarlara bunun üç misline satılıyordu. Bu yüzden özellikle Venedikli tüccarlar, sık sık sultana şikayette bulunuyorlardı.


Memlükler devrinde Mısır'ın dış ticaretini baltalayarak devleti zayıflatmak için bazı düşmanca hareketler de yapılıyordu. Mesela Papalık 1291 yılında Akka'nın fethedilerek Haçlıların Suriye'den tamamen kovulması üzerine de böyle bir teşebbüste bulunmuştu. Papalık, Memlük Devleti'ni servet ve güç kaynağından mahrum etmek için Avrupalı tüccarların onlarla ticaret yapmalarını yasaklayan fermanlar neşretmiş ve buna uymayanların cezalandırılacağı ilan edilmişti. Buna göre, askeri maksatla kullanılabilecek demir, kükürt, kereste, zift ve yiyecek maddeleri başta olmak üzere içki ve sıvı yağlar ve Memlukler'in temel dayanağı olan beyaz kölenin Mısır'a götürülüp satılması yasaklanmıştı. Avrupalı büyük tüccarlar, bu yasağın kendilerine de büyük zarar vereceğini bildiklerinden, çeşitli yollarla ticaretlerini sürdürdüler. Önce Aragon hakimi, arkasından da Venedik Mısır ile ticari anlaşmalar imzaladılar. Böylece Papalığın teşebbüsü ümit edilen neticeyi vermedi.


Burci Memlukler devrinde, ıkta nizamının bozulmasına paralel olarak gelirleri azalınca Memluk sultanları da gelirlerini artırmak için ticarete para yatırmaya başladılar. Bu ise ticaret üzerinde menfi tesir yaptı. Bunun neticesinde baharat fiyatları fevkalade yükseldi. Bu yüzden tüketicinin yanısıra Avrupalı tüccarlar da büyük zarar ettiler. Memlük sultanlarının bilhassa baharat üzerindeki bu ihtikar siyasetleri el-Eşref Barsbay zamanında en yüksek seviyeye ulaştı. Barsbay, ez:.Eşrefi denilen dinarlar bastırarak, Venedik ve Floransa altını ile alış-verişi de yasaklamıştı. Sonunda Avrupalılar bundan kurtulmak için Hindistan ve Uzak-Doğu'ya Atlas Okyanusu yolu ile ulaşmak gayretlerini artırdılar. Hindistan'a ulaşmak için yeni bir yol ararken Vasko de Gama XV. asrın sonunda Ümit Burnu Yolu'nu keşfetti. Dünya ticaretinde büyük bir ihtilale sebep olan bu keşif, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki ana ticaret yolu olan Mısır'ın eski ehemmiyetini de kaybetmesi demekti.



D ·- İÇ TİCARET


Memlükler devrinde, Mısır'ın iç ticareti de fevkalade gelişmişti. Başta Kahire olmak üzere Mısır şehirleri büyük çarşıları ile meşhurdu. Bu çarşılarda her çeşit malın satıldığı ayrı bölümler vardı. Kürkçüler çarşısı, Bakırcılar çarşısı, Mumcular çarşısı vb. Bu nizam sayesinde herhangi bir tüccar malını komşusundan daha fiyatlı satamıyordu. Alacağı malın fiyatını ve kalitesini beğenmeyen müşteri aynı malı kolaylıkla bitişik dükkanda da bulabilirdi. Bunun tek mahzuru, farklı nesneler alacak olan kişinin şehri bir uçtan bir uca dolaşmak mecburiyetinde olmasıydı. Çünkü bir çarşıda ancak bir nevi mal satılıyordu. Yiyecek-içecek için de ayrı çarşılar vardı.


Bu devirde Kahire'de Türk, Yemenli, Hindistanlı, Acem ve Mağripli tüccarlar için de ayrı ayrı binalar (vekalet) vardı. Herhangi bir ülkeden gelen tüccar, o ülkeden gelen diğer tüccarların indiği binaya iniyordu. Memlukler'in, korunmasına hususi ehemmiyet gösterdikleri bu vekaletlerde tüccarlar, mal ve canlarından emin olarak ticaret faaliyetlerini sürdürüyorlardı.


Çarşılardaki alış-veriş başıboş bırakılmamıştı. Muhtesib, gece - gündüz çarşıları gezerek ölçü-tartı, fiyat ve kaliteyi kontrol eder ve bilhassa anında tüketilen yiyecek-içecek maddelerine ayrıca dikkat ederdi.



E - UMUMİ MALİYE (DEVLET HAZİNESİ)


Umumi Maliye, Memlukler devrinde, Devlet Hazinesi'ni ve onun ana gelir kaynaklarını ifade eder. Gelirler iki kısma ayrılıyordu: Şeri gelirler ve gayr-ı şeri gelirler.


Şeri gelirler aşağıdaki vergilerden elde ediliyordu:


Harac (Arazi Vergisi) : Bu vergi, toprağın verimliliğine ve ekilen mahsulün çeşidine göre değişirdi.


zekat: Bilindiği gibi İslam'a göre, şer'an zengin olan müslüman, servetinin kırkta birini zekat olarak vermek mecburiyetindedir. Memlükler devrinde zengin müslüman, zekatını dilediğine verirdi. Ayrıca devletin aldığı iki vergi daha vardı: Bunlardan birincisi Mısır'a gelen tüccardan, getirdiği malın % 2 veya % 2,5'u altın ya da gümüş olarak alınırdı. İkincisi de Barka ahalisinden, sürülerini otlatmak için el-Buhayra'ya geldiklerinde, koyun veya deve olarak alınan vergi idi.


Cizye: Ehl-i zimme'den alınırdı. Memlukler devrinde bu vergi çok azalmış olup mükellef başına yirmibeş ile on dirhem arasında değişiyordu. Bunu toplamak için Kahire'de sultan tarafından tayin edilen bir Nazır vardı. Bundan toplanan paranın bir kısmı kadılara ve ilim ehline sarfedilirken, bir kısmı da Beytü'l-Mal'e gelir kaydedilirdi. Kahire dışındaki şehirlerin cizyesi ise, ıkta olarak kendisine verilmiş olan emir ve diğer kişiler tarafından toplanan ıkta statüsünde idi.


Sugur: Bu vergi, deniz yoluyla Mısır'a gelen gayr-i müslim tüccarlardan alınırdı. Şeri olarak bu vergi % 10 nispetinde idi. Ancak Şafii mezhebine göre, bir ülkenin hükümdarı % 10'dan fazla alabileceği gibi, % 5'e kadar da indirebilirdi. Hatta bir mala ülkenin fevkalade ihtiyacı olursa, bu vergi tamamen kaldırılabilirdi. Memlükler devrinde bu nispet % 20 olarak uygulanıyordu.


el - Mevarisü'l - Haşeriyye: Bu vergi varis bırakmaksızın ölenlerin devlet hazinesine gelir kaydedilen mallarından müteşekkildi. Bu iş sultan tarafından tayin edilen bir nazır marifetiyle yapılırdı.


Darphane vergisi: Bu vergi Kahire darphanesinde kesilen sikkeden alınan vergi idi. Burada kesilen sikkeler üç kısım idi: Altın, gümüş ve bakır. Darphane vergisinden kastedilen altın, gümüş veya bakır sahibinin bu madenleri paraya çevirtmesinden alınan vergiydi. Mısır'da iki ana darphane vardı: Kahire ve İskenderiye darphaneleri. Bunlardan başka, küçük ve daha az ehemmiyetli darphaneler vardı. Darphane'de kesilen her bin dinardan % 14,5 hesabıyla vergi alınırdı.


Maden vergisi: Bu vergi Mısır'da çıkarılan zümrüt, şap ve natron gibi madenlerden alınan vergi olup, Avrupalılar'ın şiddetle ihtiyaç duydukları bu nesneleri hassaten sultanlar ellerinde tutarlar, kat kat fiyatlarla satarlardı. Sultanlardan başka hiç kimse bunun alış-verişi ile iştigal edemezdi. Divanü's-Sultani, bu işe bakardı ve hususi olarak bu tür eşya bulunduranların malları müsadere edilirdi.


Gayr-ı şeri gelir kaynaklarına gelince: Bunlar şeri bir dayanağı olmaksızın alınan vergilerden müteşekkildi. Bunlar sadece Memluk sultanlarının kendilerinden ihdas ettikleri vergiler olmayıp, eski asırlardan beri devam edegelen vergilerdi. Bu nevi vergiler Memlük tarihi boyunca belli bir kaide üzerine devam eden vergiler değildi. Bir sultan bunu kaldırırken, diğeri miktarını artırarak toplardı. Hububat alım-satımından alınan vergi, valilerin çarşı kethüdalarından aldıkları vergi, hapishanelerden alınan vergi, şekerkamışı ve şırahanelerden alınan vergi, kayıklardan ve deniz araçlarından alınan vergi, fetih müjdesi getirilen şehirden alınan vergi, Nil'in taşması sebebiyle alınan vergi gibi çok çeşitli vergilerdi.


Bu asırda sultanın maliyesi ile devlet maliyesi arasında bir fark olmadığı görülmektedir. Şeri veya gayr-ı şeri olarak toplanan bu vergiler çeşitli hizmetlere sarfedilirdi. Bunların başında memlük satın alınması gelmektedir. Onların yetiştirilmeleri ve yiyecek- içecekleri için hiç bir masraftan kaçınılmazdı. Ayrıca sultanın hususi ve resmi hayatındaki bütün harcamalar bundan yapılırdı. Bununla ilgili olarak kaynaklarda akıl almaz masraflar anlatılmaktadır. Öte yandan vezirlerin, valilerin, kadıların, divanlarda görevli nazırların ve katiplerin maaşları da bunlardan ödeniyordu. Ayrıca su bentleri ve kanalların yapımı ve tamiri, cami, mescit, medrese vb. inşaat da buradan finanse edilirdi. Tabii harp halinde sefere çıkan ordunun ve donanmanın bütün ihtiyacı da bu hazineden karşılanırdı.



F --   PARA POLİTİKASI



Memluk devleti kurulduğu zaman, Mısır ve Suriye'de mütedavil para, Eyyubi sultanı el-Melikü'l-Kamil'in 1225 yılında darbettirdiği dirhemler idi. Bu dirhemler de iki kısım olup birincisi; üçte ikisi gümüş, üçte biri bakır olan ve el-Fıddatu'n-Nukra denilen dirhem; ikincisi ise, Derahimü'l-Fülus en-Nuhasiyye denilen bakır dirhemlerdi. Bunlardan ikincisi, 1233 yılındaki iktisadi krizden sonra daha çok kullanılmaya başlanmıştı. Eyyubi devletinin yıkılışı sırasında bir gümüş dirhem, altı bakır dirheme muadil idi.



Eyyubi devletinin yıkılıp, Memluk devletinin kuruluşu, para politikasında da bazı değişikliklere sebep oldu. İlk Memluk sultanları,· kendi isimlerine sikke kestirdilerse de 1260 yılına kadar istikrarsızlık devam etti. Bu tarihte sultan olan ez-Zahir Baybars, kendi adıyla anılan (ed-Derdhimülz-Zahiriyye) ve üzerinde kendi arması bulunan (Bars resmi) dirhemler kestirdi. Her halukarda biz Memlükler devrinde parayı incelediğimiz takdirde muhakkak şu üç çeşit para ile karşılaşırız. Bunlar: Altın Dinar, Gümüş Dirhem ve Bakır Fels ( çoğulu: Fülus) idiler.


Dinar: Esas para birimi daima dinar olup, diğer paralar ona göre ayarlanıyordu. Ancak Memluk tarihi boyunca dinar ayar ve vezin itibariyle çeşitli değişikliklere maruz kalmış ve bu sebeple tüccarlar ve halk devamlı temkinli davranmışlardır. Sultanlar ve ümera, gayr-ı şeri olarak dinarla oynarlarken XIII. yüzyılda Venedikliler el­ İfrentı veya Duka denilen ayar ve vezni sağlam altın paralar basıyorlar ve bu paralar İslam ülkelerinde de büyük rağbet görüyordu. Bir yüzünde bu parayı kestiren hükümdarın resmi, diğer yüzünde Havarilerden St. Peter ve St. Paul'u temsil eden iki resim bulundurması sebebiyle Müşahhas (şahıslı, resimli) da denilen bu Venedik paralarının çok rağbet görmesinden rahatsız olan Memluk sultanları bununla aynı ayar ve vezinde dinarlar kestirdilerse de standardı korunamadığı için yine halkın güvenini temin edememiştir.


Gümüş Para:  Şeri olarak dirhemin üçte ikisi gümüş ve üçte biri bakır olurdu. Fakat XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Memluk dirhemlerinin ihtiva ettiği gümüş nispeti azalarak kıymeti düştü. Dirhemlerdeki gümüş nispeti üçte bire, hatta daha fazla düştü. Bu yüzden bakır para (fels) kullanımı arttı.


Bakır Fülüs: Memlukler devrinde değeri en düşük para bu idi. Bununla kıymetli birşey almak mümkün değildi. Günlük ev ihtiyaçları, sebze ve meyve alımında kullanılıyordu. Buna rağmen Memluk sultanlarının kar gayesiyle para ile oynamaları sebebiyle bu para da zamanla değerini kaybetti. Paranın istikrarsızlığı, iktisadi hayatın da sarsılmasına sebep oldu. Hatta insanlar alış-verişlerini takas usulüyle yapmaya başladılar. Bu sadece iç ticarette değil, dış ticarette bile tatbik edilmeye başlandı.


IV -   İLMİ HAYAT


Memlukler devrinde Mısır, geniş bir ilmi harekete sahne olmuştur. Bu devirden kalan muazzam edebi eserler, her biri ciltler tutan tarihler, dini ilimlerle ilgili dev eserler ve ansiklopediler bunun en güzel örnekleridir. Mısır'da Memlukler devrinde görülen bu ilmi uyanışın, Abbasi hilafetinin Mısır'da ihyasının bir neticesi olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bunu Moğol istilası neticesinde diğer İslam ülkelerinden pek çok alimin Mısır'a göç etmesi ile alakalı görenler de vardır. Her iki görüş birer hakikati ifade etmekle birlikte, Memluk sultanlarının ilmi ve ulemayı teşvikleri olmasa elbette bu netice alınamazdı. ez-Zahir Baybars devrinden itibaren ilmi faaliyetler, gittikçe kuvvetlenmiş ve Ezher Camii etrafında adeta küçük bir ilim şehri teşekkül etmişti. Pek çok Memluk sultanı kalede haftada bir kaç kere din ve ilim meclisleri topluyorlardı. Bu meclislerde muhtelif meseleler münakaşa edilir ve münazaralar yapılırdı. Sultanlar gibi, bazı emirler ve çocukları da ilme ve ulemaya destek vermişler hatta bazıları tarih, fıkıh, hadis, Arapça ve diğer ilimlerle uğraşıp eserler vermişlerdir.



A -  MEDRESELER



Memluk sultanlarının ilmi faaliyetlere verdikleri ehemmiyetin bir delili de, onların çoğu zaman bir medrese vazifesi de gören camilere ilaveten yaptırdıkları medreselerdir. Eyyubi sultanlarından Selahaddin de medrese yapımına ehemmiyet vermiş ve en-Nasıriyye, es­ Salihiyye ve el-Karnhiyye gibi meşhur medreseler yaptırmıştı. Ancak Selahaddin ve haleflerinin yaptırdığı medreseler, Mısır'daki Şii propagandasına karşı, Sünni akidesini neşretme gayesini güdüyorlardı. Memluk sultanları, züht ve takvalarına bir delil olmak ve böylece halk nazarındaki durumlarını kuvvetlendirmek maksadıyla medreseler yaptırmışlardır. Bunların başlıcaları, ez-Zahir Baybars'ın yaptırdığı ez-Zahiriyye, en-Nasır Muhammed b. Kalavun'un yaptırdığı en­ Nasıriyye, ez- Zahir Berkuk'un yaptırdığı el-Berkukiyye medreseleri gibi. Memluk sultanları, sadece Kahire'de medrese yaptırmamışlardır. Mesela el-Eşref Barsbay Siryakos'ta, Kayıtbay Hicaz ve Suriye'de, Kansuh el-Guri Mekke'de medreseler yaptırmışlardır. Medrese yaptırmada Memluk ümerası sultanlarla adeta yarışıyorlardı. Bunların en meşhuru Ferec devri ümerasından Cemaleddin Mahmud'un yaptırdığı el-Cemaliyye veya el-Mahmudiyye diye meşhur olan medresedir.


Bir medresenin yapımı tamamlanınca, başta sultan olmak üzere ümera, fukaha, kadılar ve ayanın hazır bulunduğu büyük bir törenle açılış merasimi yapılır, törenden sonra muhtelif yemek, tatlı ve meyvelerin yenildiği büyük ziyafetler çekilirdi. Medresenin yapımında çalışan mimar, mühendis, usta ve diğer görevlilere hil'atler giydirilir; müderris, fakih, müezzin, kurra ve ferraş gibi görevliler tayin edilirdi.


Medreselerde müderrislik şerefli bir görevdi. Müderris, İnşa Divanı'ndan yazılan bir beratla öğretim görevine tayin edilir ve sultan tarafından hil'atlenirdi. Her müderrisin kendisine yardım eden ve talebelere dersleri tekrar ettiren asistanları olurdu. Medrese talebeleri okuyacakları dersleri seçmekte serbesttiler. Talebe şöhretini duyduğu bir müderristen ders almak için, şehir şehir dolaşırdı. Tahsilini tamamlayan talebeye şeyhi, müderrislik veya müftülük için ehliyetini bildiren bir icazetname verir ve buna onun adı, şeyhleri, okuduğu dersleri, mezhebi ile diğer bilgiler yazılırdı. Medreselerin bu görevlerini yerine getirebilmeleri için muhtaç olduğu mali kaynak, çoğunlukla vakıflardan temin edilirdi.



B --  KÜTÜPHANELER


Bilindiği gibi ilmi hayat, kitap ve kütüphanelerle sıkı sıkıya bağlıdır. Kitap ve kütüphane olmaksızın ne ilim yapılabilir ve ne de başkasına bir şey öğretilebilir. Memlükler devrinde de hem muhtelif ilimlere dair kitaplar yazılmış hem de kitap toplama ve kütüphane kurmaya büyük ehemmiyet verilmiştir. Kütüphane kurma işinde sultanlar başta geliyordu. Bu sebeple Kalatu'l-Cebel'de bir kütüphane kurmuşlar ve bu kütüphanede kıymetli kitaplar toplamışlardı. Muhtelif zamanlarda geçirdiği yangınlara rağmen Kalatu'l-Cebel'deki bu kütüphane devletin yıkılışına kadar varlığını korumuştur.


Memlukler devrinde her medrese ve camiin de birer kütüphanesi vardı. Medreseyi yaptıran sultan veya emir bunun devamını temin eden mali kaynağı sağladıktan sonra başta tefsir, hadis, fıkıh, edebiyat, tıp ve Arap dili olmak üzere çeşitli sahalarda yazılmış kitaplardan müteşekkil bir de kütüphane kuruyordu. Bu kütüphanelerde kitapları tanzim eden, koruyan ve gerektikçe tamir eden hafız- ı kütüpler ve diğer görevliler bulunurdu. Kütüphaneler satın alma, hibe ve istinsah yollarıyla yeni kitaplar edinerek mevcutlarının sayısını artırırlardı. Kitapların kütüphane dışına çıkarılması yasaktı.


Cami ve medreselerdeki umumun istifadesine açık olan kütüphanelerin yanı sıra sultan ve ümeranın bazıları hususi kütüphaneler de tesis etmişlerdi. Mesela bunlardan Tatar (1422) , Türkçe'ye olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle sadece Türkçe kitaplardan müteşekkil bir kütüphane kurmuştu. Yine aynı sultanın emri ile bazı mühim kitapların Arapça ve Farsça'dan Türkçe'ye çevrildiğini biliyoruz.


C -   MEKTEPLER


Memlukler devrinde, medreselerin yüksek okul veya üniversite seviyesinde olduğunu kabul edecek olursak, mektepler ilkokul seviyesinde eğitim ve öğretim yapan müesseselerdi. Mekteplerin kuruluş gayesi müslüman yetimlerini yetiştirmekti. Pek çok hayırsever bu maksatla vakıflar kurmuştu. Bazan kendisine fakih de denilen muallimler burada çocuklara okuma-yazma öğretir ve dini bilgiler verirdi. Çocuklara biraz hesap, biraz dilbilgisi ve biraz da şiir öğretilirdi. Müderrisler gibi muallimlerin de yardımcıları olurdu. Bu mektepleri kuran kişi burada görevli eğitici ve yardımcıların her türlü ihtiyacını karşılardı.



V --   DİNİ HAYAT


Memlukler devrinde Mısır'da canlı bir dini hayat yaşanıyordu. Memlüklerin yabancılıklarını ve tahtı gasp yolu ile ele geçirdiklerini unutturarak halk nazarında itibarlarını artırmak için dini konularla daha fazla ilgilendikleri görülür. Yine bu sebeple onlar cami yapımına da ehemmiyet vermişlerdir. Mısır'daki dini hayatın bir diğer vasfı da Sünni mezheplere ağırlık verilmesidir. Selahaddin ve haleflerinin, Mısır'da Şiilere karşı Sünni akidesini kuvvetlendirmek için sarfettikleri gayrete rağmen, Memlukler devrine kadar Şii tesiri devam etmiştir. Bu sebeple Memlük sultanları, bazen onlara karşı kuvvet bile kullanmışlardır. Hatta bir kişi, rakibini bertaraf etmek istediği zaman ona Şii iftirasını atması yetiyordu. Memluk sultanları, dolaylı yollarla da Sünnileri destekliyorlardı. Şiilerden kadı tayin edilmiyor, şehadetleri kabul edilmiyor, imamlık, hatiplik ve müderrislik görevleri verilmiyor ve böylece dolaylı olarak bu mezhep zayıflatılıyordu. Keza medreselerde tatbik edilen program da tamamen Sünni akidesini destekleyici ve kuvvetlendirici mahiyetteydi. Esasen medreseler, daha başlangıçta Şiilerle mücadele için kurulmuştu. Medreselerde dört Sünni mezhepten daha ziyade Şafii ve Hanefi ilimleri öğretiliyordu. Fakat bu Maliki ve Hanbeli mezheblerinin yasak olduğu manasına alınmamalıdır.


Medreselerin yanı sıra camiler ve zaviyeler de dine hizmet ediyorlardı. Haddizatında cami ve medrese, hem ilmi hem de dini müesseselerdi. . Ancak adından da anlaşılacağı üzere medreseler, öncelikle ilmi müesseseler olup, onların dini vasıfları din ilimlerinin buralarda öğretilmesi sebebiyledir. Cami ve mescitler ise münhasıran dini hizmetler için inşa edilmiş olup, onların tedris maksadıyla kullanılmaları ikinci derecede görevleriydi. Bu devirde Mısır ve Suriye'de çok sayıda cami ve mescit yapılmıştır. XV. yüzyılın ilk yarısında Fustat ve Kahire'de cuma hutbesi okunan yüzotuz cami ve yine aynı asırda Kahire'de binden fazla mescit bulunduğu kaydedilmektedir. Sadece en-Nasır Muhammed b. Kalavun devrinde sultan ve ümera tarafından yirmisekiz cami yaptırılmıştı.



Zaviyeler ve Tasavvuf:


Memlükler devrinde Mısır'da dini hayatın gözardı edilemeyecek bir yönü de tasavvufun yaygınlaşmasıdır. Bu konu ile ilgilenen araştırıcılar, çeşitli ülkelerden şeyhlerin Mısır'a gelmesinin bu hayatı kuvvetlendirdiğini kaydederler. Bilhassa Endülüs ve Fas'da dara düşerek doğuya göç eden müslümanlar Mısır'da büyük bir hüsnü kabul görmüşlerdi. Muhtemelen Haçlı ve Moğol tehlikelerinin yanısıra. Memluk sultanlarının kötü muameleleri, sık sık baş gösteren kıtlık ve salgın hastalıklar insanların teselliyi züht ve takvada aramalarına sebep olmuş olabilir. Bu sebeplerle sufilerin davetleri kuvvetli bir taraftar bulmuş ve kendilerine fukara denilen kalabalık bir sufi kitlesi teşekkül etmiştir. Bunları Ahmedi, Rifai, Şazeli ve Nakşi gibi şeyhler ve alametleri farklı müteaddit guruplar teşkil ediyorlardı. Bir gurubun şeyhi vefat ettiği zaman halefi onun yerine geçer ve sultan ona Kale'de hil'at giydirirdi. Tasavvuf, nefsi tezkiye etmek için dünya nimetlerine kendini kaptırmamayı ve meşakkatli bir züht hayatı yaşamayı gerektirdiği için bunlar çok basit bir hayat yaşıyorlardı. Memlukler devrinde tasavvufun kuvvetlenmesi ve müritlerin artması, bunlarla ilgili hankahların çoğalmasına sebep olmuştur. Bunların  ikamet ettikleri yerlere hankah, ribat veya zaviye denilmekteydi. Memlük sultanları bunlara geniş vakıflar tahsis etmişlerdi. Buralara daha ziyade yoksullar ve garipler kabul ediliyor keza bekarlar da evlilere tercih ediliyordu. Kadınlar için de ribatlar vardı. Oralarda ise daha ziyade dullar ikamet ederlerdi. Bu müesseseler de diğerleri gibi, devletin son zamanlarına doğru oldukça bozulmuş, usul ve erkanı zedelenerek toplum üzerindeki etkileri azalmıştır. 


Abbasi Halifeliği:


Memlukler devrinde, Mısır ve İslam tarihini ilgilendiren mühim bir olay da Abbasi hilafetinin Kahire'de ihya edilmesidir. İslam aleminin, 1258'de Bağdat'ın işgali ve Abbasi hilafetinin yıkılışı ile hissettiği manevi boşluk böylece doldurulmuş. Abbasi hilafeti Kahire'de ihya edilmeden önce, bazı İslam hükümdarları, halifeliğin manevi nüfuzundan istifade etmek için, onu kendi memleketlerinde ihya etmek istemişlerdi. Ancak daha ziyade Suriye'deki Eyyubi meliklerinin bu tasavvuru kendilerinin Moğollar karşısında zebun hale düşmeleri sebebiyle tahakkuk edememiş; siyasi ve askeri bakımdan güçlü olan Mısır'da kurulmuştur. Bu fikri ortaya atan ve tahakkuk ettiren ez-Zahir Baybars'tır. Böylece Abbasi hilafeti, 1517 yılına kadar Kahire'de devam etmişse de, bu halifelerin hiçbir siyasi ve askeri gücü yoktu. Bunlardan bir tanesi fiilen sultan dahi olmuş idiyse de (1412) bu sadece ismi bir hakimiyet olup, halifeler gerçekte birer semboldüler.


VI --   SANATLAR


Her devirde ve her yerde sanatın gelişmesi iktisadi hayat ve zenginlikle sıkı sıkıya bağlıdır. Fakir bir cemiyette insanlar öncelikle hayat mücadelesi verdikleri için, sanat lüks telakki edilip iltifat görmez. Bu durumda içtimai hayatın gerektirdiği bazı binalar ve levazımatı sadece kullanılış amacına uygun bir basitlik ve sadelik içindedir. Zengin bir cemiyette ise durum bunun tam tersidir. Bunun gibi, sanatkar da kendisini tam bir tatmin içerisinde hissederse onunla mütenasip eserler meydana getirir. Bu bölümde, Memlükler devrinde Mısır'ın iktisadi bakımdan büyük bir gelişmeye mazhar olduğunu ve servetin de bununla paralel olarak arttığını görmüştük. Bu servetin bir kısmı askeri maksatlarla sarfedilmesine rağmen, askeri faaliyetler dahi bir nev'i kar getiren faaliyetlerdi. Bu devrin kaynakları Memluklerin; Haçlılardan, Kıbrıslılardan, Ermenilerden, Nube ve harp halinde bulundukları diğer yerlerden ne kadar çok ganimet elde ettiklerini tafsilatiyle anlatırlar. Bazan o kadar çok ganimet ele geçiriliyordu ki paralar tasla, bölüşülüyordu. Bundaki mübalağa  payı ne kadar olursa olsun, büyük harplerin sadece bir masraf kapısı olmadığı, bunlardan devletin bazen karlı bile çıktığı açıktır. Öte yandan Memlukler'in ne kadar zengin olduklarının delili bize kadar ulaşan sanat eserlerindeki mükemmeliyettir. Bugün hala ayakta bulunan muhteşem Memluk yapıları, ile sadece Mısır'da değil, dünya müzelerindeki eserler bunun canlı şahitleridir.



VII -   MİMARİ


Memluk devri, hiç şüphesiz Mısır tarihinin İslami mimari bakımından altın devridir. Cami, medrese, türbe, hamam ve han gibi pek çok muazzam eser bu devirde yapılmıştır.

Memluk devri mimarisini dini ve sivil mimari olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Dini mimarinin başında cami, medrese ve türbeler gelmektedir. Memluk devri İslam mimarisi içerisinde öncelik camilerde olup, bunlar arasında da en mükemmeli şüphesiz Sultan Hasan camii'dir. Yapımı üç yıl süren ve 1363'te bitirilen bu eser, İslam sanatının övünebileceği en güzel eserlerden birisidir. Keza el-Mansur Kalavun'un yaptırdığı medrese, türbe, ve hastahaneden oluşan külliye de en güzel Memluk eserlerindendir. Bu külliyenin en güzel parçası Kalavun'un ve oğlu Muhammed'in gömülü olduğu türbedir. Memluk devri dini mimarisi arasında ez-Zahir Berkuk türbesinin de mühim bir yeri vardır. Oğlu Ferec tarafından, 1410 yılında tamamlanan bu eser, büyük bir cami ve hankah da ihtiva ediyor ve bu sebeple dini mimarinin çeşitli cüzlerini birarada bulunduruyordu. Aynı şekilde Kayıtbay'ın türbesi de Memlukler devrinden kalan en güzel eserlerden birisidir. Bu türbenin yanında bir medrese, bir çeşme ve bir de mektep vardı.


Sivil mimariye gelince: Bu eserlerden bütünüyle günümüze kadar gelebileni maalesef yoktur. Bazısının girişi, bazısının bir duvarı, bazısının bir salonu veya odası günümüze kadar kalabilmiştir. Bize kadar gelebilen parçaları, onların diğer kısımları hakkında bir fikir yürütmemize imkan tanımaktadır. Aynı şekilde bunlardan kalan taş, mermer ve ağaç işleme ve süslemeler de bunların mükemmelliği hakkında bir fikir vermektedir. Sivil mimarinin çeşitleri ise saraylar, ticarethaneler, hamamlar vb.'dir.




VIII -- RESİM VE HEYKELTIRAŞLIK


Puta tapıcılığı hatırlattığı için bu sanatların İslam dini tarafından iyi bir gözle görülmediğini biliyoruz. Bu sebeple İslam sanatçıları, ilk devirlerden itibaren insan ve hayvan resmi ve şekillerinden ziyade bütün sanat kudretlerini hendesi şekillere ve bitki süslemelerine vermişlerdir. Buna, bir süs vasıtası olarak yazıyı da ilave etmeliyiz. Başta kufi olmak üzere pek çok eserin hüsnü hat misalleriyle dolu olduğunu görüyoruz. Bununla beraber, Ortaçağ boyunca, İslam sanatçıları canlı varlıkların resimlerini de yapmışlardır.


Bağdat'ın Moğollar tarafından istilasından sonra, pek çok sanatkarın Mısır'a göç etmesi onların temsil ettiği ekolün de Suriye ve Mısır'da eserler vermesini intac eylemiştir. Aynı şekilde Abbasi hilafetinin Kahire'de ihyası burayı bütün Müslümanların dini merkezi haline getirmiş ve pek çok İslam ülkesinden çok sayıda sanatkar burada toplanmıştır. Dini yapıların eyvanları ve kubbeleri kufi yazılar ve hendesi şekillerle süsleniyor ve renkli mermerler adeta bir tablo canlılığı ile işleniyordu. Süsleme ve resimler sadece mimari eserlere münhasır olmayıp mensucat, madeni eşyalar, cam ve ciltcilikte de kullanılıyordu.


Topraktan yapılan eşyaya gelince: Bu devirde bunların şöhreti, Mısır ve Suriye hudutlarını aşmıştı. Bunların üzerindeki hayvan ve kuş resimleri, bitki ve geometrik şekiller fevkalade güzeldi. Bazan bunların üzerinde sülüs yazısıyle yazılmış yazı örnekleri de bulunuyordu. Bilhassa beyaz ve mavi renklerin hakim olduğu bu eşyalar üzerinde yazılar, bitki dalları ve geometrik şekillerle ayrı bir kompozisyon teşkil ediyordu. Memluk devrinden kalan bu çeşit kap-kaçağın bir kısmı bugün müzeleri süslemektedir. Bunların üzerindeki bazı yırtıcı hayvan resimlerinin, bazı Memlük sultanlarının armaları olduğunu da biliyoruz.



Bu devirdeki dokumaların renkleri fevkalade canlı ve süslüydü. Bunlarda bazı hayvanların avlanma sahneleri dahi tasvir ediliyordu. Memlukler devrinde maden işçiliği de fevkalade gelişmişti. Çeşitli kutular, kandiller, mutfak eşyası, madeni iskemleler bunların başında gelmekteydi. Bunların hepsi geometrik şekillerle süslenmişti. Büyük bir kısmının başta kufi ve nesih olmak üzere yazılarla süslendiğini, Üzerlerinde sultanların isimlerinin ve lakaplarının yazılı olduğunu görüyoruz. Resmin en güzel göründüğü nesnelerden birisi de cam eşya ve cilt kapaklarıydı. Memluk devri cilt kapakları birbirine geçmiş hendesi şekillerle süslüydü. Kitaplar ve ciltler altın ve gümüş ile tezhip ediliyordu. İslam sanatkarlarının ve bilhassa hattatların en çok itina gösterdikleri eserlerin başında Kur'an geliyordu. Yazısının yanı sıra sahifelerinin tezhibi ve cildinden her birisi ayrı bir sanat eseri olan bu Kur'anlar bugün dünyanın çeşitli müzelerinde bulunmaktadır. Keza diğer kitaplar da birer sanat şaheseriydiler. Bunlardan bilhassa sultan veya ümeraya takdim edilmek üzere hazırlananlara daha ziyade dikkat ve itina gösteriliyordu.




IX - OYMACILIK VE KAKMACILIK


Başta taş, mermer ve alçı üzerine olmak üzere oymacılık, Memluk devrinde gelişen sanatlardan birisiydi. Bu devirde büyük binaların yapıldığını söylemiştik. Bunlar mimari bakımdan temsil ettikleri mükemmeliyetleri kadar süslemeleri ile de fevkalade değerliydiler. Başta camilerin mihrap ve minberleri olmak üzere kubbeleri, eyvanları, duvarları ve minareleri çeşitli cinsten oymalarla süslüydü. Taş ve mermer işçiliğinin yanı sıra ağaç oymacılık da fevkalade gelişmişti. Pencerelerde ve kapılarda bunların en güzel misallerini görmek mümkündür. Burada fildişi ve sedef gibi başka malzeme de kullanılıyordu. Bütün bu nev'iden günümüze kadar intikal eden örnekler bu sanatların ne kadar geliştiğini bize göstermektedir. El sanatlarından olan halıcılığın da bu devirde Mısır'da önde gelen sanat dallarından olduğu görülmektedir.





Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ


5 Mayıs 2023 Cuma

İLMİHAL-3

 GUSÜL



Sözlükte gusül (gasl ve gusl) "bir şeyi su ile yıkamayı", fıkıh ilminde ise "bütün vücudun temiz su ile yıkanması şeklinde yapılan hükmî temizlik işlemi"ni ifade eder. Fıkıhta abdeste küçük temizlik, abdest almayı gerektiren hallere küçük kirlilik (hades-i asgar), gusle büyük temizlik, guslü gerektiren hallere de büyük kirlilik (hades-i ekber) denilir. Guslün Türkçe'deki bir başka adı da boy abdestidir.


Kur'an'da "Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin" (el-Mâide 5/6) buyurularak cünüplük halinden kurtulmak için guslün gerekliliği bildirilmiş, ayrıca hayzın (ay hali) kadınlar için mazeret hali olduğu belirtilerek gusledip temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişki kurulması yasaklanmıştır (el-Bakara 2/22). Cünüplük hali ile kadınların hayız ve nifas kanlarının kesilmesi halinde guslün gerekli olduğu ve bunun nasıl yapılması gerektiği hususuna Hz. Peygamber'in söz ve uygulamaları da önemli açıklamalar getirmiştir.


Abdest gibi gusül de esasen hükmî-dinî temizlenme ve arınma vasıtasıdır. Böyle olmakla birlikte bunların maddî temizlenmeyi de sağladığı, ayrıca birçok tıbbî yararlar içerdiği de inkâr edilemez. Guslün insan sağlığı açısından önemi ve yararı Doğulu ve Batılı ilim adamlarınca ayrı ayrı dile getirilmiş, boy abdesti temizliği müslüman milletlerin belirgin özelliği, İslâm medeniyetinin beden temizliğine ve sağlığına verdiği önemin âdeta simgesi olmuştur. Gusül ile, hayız, nifas ve cünüplük halinin vücutta bırakabileceği maddî bir kalıntı ve bulaşıklar iyice temizlenmiş olur. Ayrıca gusül, cünüplük halinin vücutta yol açacağı yorgunluk ve gevşekliği giderme, bedende yeni bir denge kurma, kan dolaşımını düzene koyma ve kişiyi hükmî kirlilikten kurtararak ibadet atmosferine hazırlama gibi beden ve ruh sağlığı açısından birçok yararı içinde barındırır. Buna ilâve olarak, bilinebilen veya bilinemeyen birçok hikmet ve fayda taşıdığı inancıyla Allah'ın bu emrini yerine getiren mümin Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmenin haz ve sevabına kavuşur.



A) GUSLÜ GEREKTİREN DURUMLAR



Esasen hükmî-dinî temizlenme ve arınma vasıtası olan guslün sebebi hükmî kirliliktir. Bu sebeple hükmî kirlilik hali sayılan cünüplük, hayız ve nifas halleri guslü gerektiren üç temel sebeptir. Ancak bu üç durumun dinî literatürde büyük kirlilik olarak anılması, bu durumdaki kimselerin dinen necis sayıldığı anlamına gelmez. Mümin necis olmaz. Hatta müşriklerin necis olduğu meâlindeki âyet de (et-Tevbe 9/28) onların hükmî kirliliklerine işaret olarak anlaşılmıştır. Bu sebepledir ki, cünüp olan, hayız ve nifas gören kimselerin hükmî kirliliği, onların namaz, tilâvet secdesi, Kâbe'yi tavaf, Kur'an'ı eline alma ve Kur'an okuma, mescide girme gibi belirli ibadetleri veya ibadetle yakından ilgili fiilleri yapmak için gerekli ruhî ve mânevî hazırlığa sahip olmadıkları anlamına gelir. Bundan dolayı cünüp kimsenin oruca devam etmesi veya namaz vaktine kadar yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmayıp namazın kılınabileceği son vakit öncesinde gusletmesi farz görülmüştür. Diğer bir anlatımla gusül, hükmî kirliliği sona erdirip belirli ibadetleri yapmayı mümkün hale getiren bir hükmî temizlenme usulünden ibarettir.



a) Cünüplük



Fıkıh dilinde cünüplük (=cenâbet), cinsî münasebet veya şehvetle meninin gelmesi (inzal) sebepleriyle meydana gelen ve belirli ibadetlerin yapılmasına engel olan hükmî kirlilik halinin adıdır. Meni gelsin veya gelmesin cinsî münasebet sonunda kadın da erkek de cünüp olur. Cünüplüğe yol açan cinsî münasebetin ölçüsü ve başlangıç sınırı, erkeklik organının sünnet kısmının girmiş olmasıdır. Erkek veya kadından şehvetle (cinsî zevk vererek) meninin gelmesi cünüplüğün ikinci sebebidir. Meninin uyku halinde veya uyanıkken, iradî ya da gayri iradî gelmesi sonucu değiştirmez. Şâfiîler hariç fakihlerin çoğunluğu, cünüplük için meninin şehvetle gelmesini şart gördüklerinden, ağır kaldırma, düşme, hastalık gibi sebeplerle meninin gelmesini cünüplük sebebi saymazlar.


Uyandığında ihtilâm olduğunu hatırlamamakla birlikte elbisesinde meni bulaşığı gören kimsenin gusletmesi gerekir. Buna karşılık ihtilâm olduğunu hatırladığı halde elbisesinde böyle bir iz görmeyen kimsenin ise gusletmesi gerekmez.


Cünüp olan kimsenin farz veya nâfile herhangi bir namaz kılması, tilâvet secdesi yapması, Kâbe'yi tavaf etmesi, Mushaf'ı eline alması, camiye girmesi ve orada bulunması câiz görülmez. Bu kimseler dua ve zikir maksadıyla besmele çekip Fâtiha, İhlâs, Âyetü'l-kürsî gibi sûre ve âyetleri okuyabilirler. Cünüp kimsenin bu halini herhangi bir farz namazın ifası vaktine kadar geciktirmesi ve bu arada yeme içme de dahil beşerî ve sosyal faaliyetlerini sürdürmesi fıkhen câiz ise de bir an önce cünüplükten kurtulması, bunun için de ilk fırsatta boy abdesti alması, değilse cinsel organını, el ve ağzını yıkaması tavsiye edilmiştir.



b) Hayız ve Nifas



Hayız (ay başı) ve nifas (loğusalık) kanlarının kesilmesiyle veya bu iki hal için öngörülen âzami sürelerin dolmasıyla gusül gerekli olur. Bu süreyi aşan kanamalar özür hali (istihâze) sayıldığından bu tür kanamanın sona ermesi halinde gusül gerekmez.


Hayız ve nifas halindeki kadının hükmü cünüp kimseninki gibidir. Ayrıca bu durumdaki kadınların cinsel ilişkide bulunması haramdır, oruç tutması da câiz değildir. Kadınlara mahsus haller ve bunların fıkhî hükmü aşağıda anlatılacaktır.


Fakihlerin çoğunluğuna göre, müslümanın cenazesinin -şehid hükmüne tâbi olanlar hariç- yıkanması gerekir ve bu görev geride kalanlar için cenaze namazı gibi farz-ı kifâye cinsinden bir dinî sorumluluktur. Bu yıkama bir yönüyle o müslümanın cünüp olarak ölmesi ihtimaline karşı bir tedbir mahiyetinde ise de esasen İslâm'ın insana verdiği değerin, müslüman olarak yaşamış bir kimseye karşı gösterilen sevgi ve saygının bir ifadesidir.


Yeni müslüman olmuş bir kimsenin sırf bu sebeple gusletmesi Mâlikî ve Hanbelî fakihlerine göre vâcip, Hanefî ve Şâfiîler'e göre ise mendup bir davranıştır. Cünüp ise gusletmesinin gerekliliğinde ittifak vardır. İslâm dinine giren kimsenin bu sebeple guslü, geride kalan mânevî kirlilikten ve günahlardan arınıp yeni bir hayata tertemiz başlangıç anlamını taşır.


Yukarıda sayılanlara ilâve olarak cuma ve bayram namazları öncesinde, hac veya umre niyetiyle ihrama girerken ve Arafat'ta vakfe için gusletmek sünnet, cenaze yıkama, kan aldırma, Mekke ve Medine'ye girme, Berat ve Kadir gecelerini ihya etmeyi isteme, bir toplantıya katılma, yeni elbise giyme, bir günahtan tövbe etme gibi çeşitli sebep ve durumlarda gusletmek de müstehap görülmüştür.



B) GUSLÜN FARZLARI



Gusül, ilgili âyette de (el-Mâide 5/6) işaret edildiği gibi bütün vücudun kuru bir yer kalmayacak şekilde tamamen yıkanmasından ibarettir. Bunda bütün fakihlerin ittifakı vardır. Ancak Hanefî ve Hanbelî mezhebinde ağız ve burnun içi gusülde bedenin dış kısmından sayılmıştır. Böyle olunca guslün; ağza su almak (mazmaza), burna su çekmek (istinşak) ve bütün vücudu yıkamak şeklinde üç farzından söz edilir. Mâlikî ve Şâfiîler ile Şîa'dan Ca`ferîler'e göre ağız ve burnun içini yıkamak sünnettir. Gusülde niyet Hanefîler'e göre sünnet, diğer mezheplere göre farzdır. Mâlikîler'e göre vücudu ovalamak ve ve gusül işlemlerinin arasını açmamak da guslün farzlarındandır.


Gusül mutlak su denilen nehir, pınar, kuyu, deniz, kaynak ve yağmur suları ile yapılır. Saç, sakal, bıyık ve kaşların yıkanıp diplerine suyun ulaşması, kadınların örgülü olmayan saçlarını yıkamaları ve saç diplerine suyun ulaşması gerekir. Örgülü saçın çözülmesi şart olmayıp sadece diplerine suyun ulaştırılması yeterli olur. Hanbelîler hayız ve nifas sebebiyle gusül için örgünün çözülüp saçın yıkanmasını gerekli görür. Gusül esnasında, bedendeki yara üzerinde sargı varsa bakılır; şayet yıkama yara için zararlı olmayacaksa sargı çözülüp yıkanır, değilse sargı üzerine meshedilir. İlmihal türü kitaplarda yer alan, boy abdesti alan kimsenin vücudunda iğnenin deliği kadar kuru yer kalmaması tavsiyesi gerçek mânada değil, vücudun su ile iyice yıkanması gerektiği şeklinde anlaşılmalıdır. Diş dolgusu ve kaplama, ayrıca deri üzerinde olup suyun deriyle temasını önleyen ve izâlesinde de güçlük bulunan boya ve benzeri maddeler, yukarıda da açıklandığı üzere gusle mani değildir. Bu sebeple vücudun maddî temizliğini imkân ölçüsünde ve sabun kullanarak yaptıktan sonra deri üzerinde kalıp suyun deriye ulaşmasına mani olan boya, hamur gibi maddeler guslün sıhhatine engel olmaz. Diş dolgu ve kaplaması da böyledir.



B) GUSLÜN SÜNNETLERİ ve ÂDÂBI



Bu ibadeti oluşturan fiillerden hangilerinin farz veya vâcip, hangilerinin sünnet ve âdâb olduğu konusunda fakihlerin görüş ayrılığına düşmesinin sebebi, Hz. Peygamber'in sahâbeye ibadetleri, hangi alt fiilin farz veya adâb, emredilmiş veya tavsiye edilmiş olduğu açıklama ve ayırımını yapmaksızın bütün halinde uygulayarak ve fiilen örnek olarak göstermiş, sahâbenin de ibadetleri Hz. Peygamber'den gördüğü ve öğrendiği şekilde yapmaya çalışmış olmasıdır. Daha sonraki dönemde fakihler bu rivayet ve bilgileri inceleyip hangi fiilin o ibadetin ana unsuru, hangilerinin de tavsiye edilen fiiller olduğunu belirlemeye çalışmışlardır. Bu durum, bir ibadetin farz ve sünnetleri konusunda fakihlerin farklı sonuçlara varmasını kaçınılmaz kılmıştır. Böyle olunca ibadetlerin ifası, bir mezhebin belirlediği farz çizgisinin altına düşmediği müddetçe kişiyi prensip olarak sorumluluktan kurtarırsa da, madem ki ibadetler Allah'ın rızâsını kazanmak, ona kulluğumuzu ve bağlılığımızı en iyi şekilde arzetmek için yapılır, o halde ibadetlerin mümkün olduğu ölçüde bütün farz, sünnet ve âdâbıyla yapılması gerekir.


Gusle besmele ve niyet ile başlamak, öncelikle elleri ve avret yerini yıkamak, bedenin herhangi bir yerinde kir ve pislik varsa onu gidermek, sonra namaz abdesti gibi abdest almak, fakat su birikintisi varsa ayakların yıkanmasını sona bırakmak, abdestten sonra önce üç defa başa, sonra sağ, sonra sol omuza su dökmek, sonra diğer uzuvları yıkamak, her defasında bedeni iyi ovuşturmak, her âzayı üçer defa yıkamak, suyun kullanımında aşırı davranmamak, avret yerlerini örterek yıkanmak, gusül esnasında konuşmamak, gusülden sonra çabucak giyinmek guslün belli başlı sünnet ve âdâbındandır. Abdestin âdâbı sayılan diğer güzel davranışlar gusül için de geçerlidir.


Müslümanın kaplıca, yüzme havuzu, hamam gibi umuma açık yerlerde yıkanırken avret yerlerini örtmede titizlik göstermesi, başkasının açılan avret yerlerinden gözünü sakındırması, ayrıca bu yerlerde sağlık ve temizlik kurallarına da âzami ölçüde uyması gerekir. Hz. Peygamber hamama bir örtü ile girilmesini emretmiş, avret yerlerini açarak veya çıplak yıkanan kimselere meleklerin lânet edeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, "Hammâm", 2-3; Nesâî, "Gusl", 2). İslâm bilginlerinden hamama gitmeyi doğru bulmayanlar da dönemlerinde hamamlardaki açıklık ve hayasızlıktan şikâyetçi oldukları için bir bakıma tepkisel davranıp karşı tedbir almaya çalışmışlardır. Hadislerde ve fıkıh kitaplarında bu konuda dile getirilen kaygı ve sakıncalar, o dönemde insanların örtünmeye ve edebe dikkat etmeksizin fütursuzca soyunup yıkandığı hamamların komşu ülke ve bölgelerde yaygın olması, aynı âdetin müslümanlar arasında da yayılma istidadı göstermesi sebebiyledir. Bu tehlike ve sakıncanın bulunmadığı dönemlerde hamamlar ve umumi temizlik mahalleri İslâm'ın temizliğe verdiği önemin bir yansıması olarak İslâm toplumunda giderek yaygınlaşmış, neticede bu eserler İslâm medeniyet ve mimarisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

4 Mayıs 2023 Perşembe

Türk Soylu Halklarda Tabiat Ruhları-4

 


Avcı ve Av


Avcı ile av arasında karşılıklı korkuya dayanan bir ilişki vardır. Hayvanlar tabii olarak avcıdan ürktükleri gibi, avcı da öldürdüğü hayvanların öç almasından korkmaktadır. Avı avlamadan önce uygulanan âdetler, hayvanların duyduğu korku ile av esnasında veya sonrasında yerine getirilenler ise avcının korkusuyla ilgilidir. Her iki gruptaki âdetler, aynı zamanda avcının avdaki şansını yitirme korkusunu da yansıtır.


Sibiryadaki bütün avcı topluluklar için, ava çıkmadan önce avcının arınması, avın en önemli şartlarından biri olup, bu arınma genellikle avcıların bir ateş yakıp, üzerinden atlamaları veya kendilerini, silâhlarını ve hâtta köpeklerini dumanla tütsüleme şeklinde cereyan eder. Meselâ, Yakutlar sonbaharda av mevsimi başladığında elbiselerini ve av gereçlerini yaktıkları ateşin yanına koyarlar. Bu arınma merasimine ihtiyaç duyulmasının sebebi genelde kadınlarla ilgili olup, orman ruhunun arınmamış silâhlarla ava çıkılmasından nefret ettiğine, dolayısıyla adet döneminde veya yeni doğum yapmış bir kadının silâhlara dokunmuş veya üzerinden geçmiş olmasının avın başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olacağı inancıyla, ava çıkmadan önce bu arınma merasimi mecburî kabûl edilir. Kirlenmiş av gereçleri, ateşle, mümkünse yıldırım düşmüş bir ağacın kıymıklarıyla yakılan bir ateşle arındırılır. Şorlar ve diğer halklarda av seferi hazırlıkları yapılırken, avcıların eşleriyle ilişkiye girmeleri de yasaktır. Fin-Ugur avcıları da kadınların erkeklerin kirlenmesine sebep olduklarına inanır, Syrjänler, “avın temiz bir şey olduğunu ve temiz insanlar gerektirdiğini” söylerken, Ostyaklar, ayı avına çıkacakları zaman kendilerini dumanla arındırır ve bunu; “Ayının öfkesini çekebilecek bütün kirlerden, özellikle de bir kadının teması sonucu oluşacak kirlerden arınmak” olarak açıklarlar. Finli avcı kabileler arasında bu arınma geleneği, çeşitli şekillerde görülebilir.


Halk inançları arasına yerleşmiş olan bu “orman ruhunun kadının kirlettiği av malzemelerinden nefret etmesi” veya “ayının öfkesini çekmek” gibi gerekçeler, çok eski dönemlere dayanan bu geleneklere, daha sonraki dönemlerde getirilmiş olan suni açıklamalardır. Bu arınma ayini, insanlar ve av malzemeleri üzerine sinen insan kokusunu bastırmak ve av hayvanlarının hassas koku alma yetenekleriyle, insan kokusunu alarak kaçmalarını önlemek için alınan tedbirden kaynaklanmaktadır. Zaten bir çok topluluğun bu arınma törenlerinde ardıç, Sibirya çamı kabuğu veya kuvvetli kokuları olan otları kullanmaları da bunu ortaya koymaktadır. Bu konuda meselâ Finli avcılar, avlarının kokularını almalarına tedbir olarak kendi bedenlerini, tüfeklerini ve diğer av gereçlerini çam yapraklarıyla ovar veya sığır sidiği sürerken, Altay Tatarlarlarının bazı kabileleri av aletlerini ve elbiselerini evlerinin içinde değil, dışarıdaki kilerlerde saklarlar ki, buralarda genellikle ağır bir yiyecek kokusu olur.

Laponlar gibi Sibirya halklarının çoğu da ayı avına kışın çıkarlar ve ayıyı ininde öldürürler. İnin girişi kapatılıp, tavandan açılan bir delikten sokulan mızraklarla ayı öldürülür. Bazı bölgelerdeki avcılar, gelenek gereği ine geldiklerinde, önce girişinin önünde eğilerek ava saygılarını sunar, ona övgü dolu sözler söyleyip, onun huzurunu bozdukları için ayıdan özür dilerler. Priyanski Tunguzları, ayıya; “Baba, sana değer veriyoruz, bizden korkma” diye seslenirken, Tuhansk Tunguzları da ayının kendilerini tanımaması için ayının inine yaklaşırken, yüzlerini kurumla boyayarak, öç almak isteyecek olan ayının aklını karıştırıp, öfkesini komşuları olan Yakutlara yöneltmek için; “Buraya, senin yanına gelen Tunguz değil, yolunu şaşırmış bir Yakut” diye seslenirler.


Uyuyan ayıyı öldürmeden önce uyandırmak, avcılığın temel şartı olarak kabûl edilir ki, ayının da ormanda uyuyan bir insana saldırmayacağına ve bir ayıyı uyandırmadan öldüren bir avcının, başka bir ayı tarafından onu uyurken öldürmek suretiyle intikam alacağına inanılır. Ayıyı sopalarla dürterek uyandırırken ona; “kalk ayağa, seninle dövüşmek için savaşçılar geldi” denilerek, meydan okunur. Laponlar, uykuda olan bir ayının öldürülmesini alçakça bir hareket olarak görürken, Ostyaklar inin içine ancak hayvan hareket etmeye başladığında ateş ederler ki, benzeri âdete Karelyalılar arasında da rastlanır. Vuokkinemi bölgesindeyse ayı; “sevgili ayı, kalk, misafirlerini ağırla” sözleriyle uyandırılır.


Av esnasında hayvana eziyet etmeden, hızlı şekilde öldürmeye özellikle dikkât edilir ki, hayvana eziyet edildiği takdirde avın uğurunun kaçacağına inanılır. Turuhansk Tunguzları, bir av tuzakta uzun süre acı çekerek beklediğinde, aynı yerde bir daha tuzak kurmanın uygun olmayacağına inanırlar. Bir hayvana eziyet edip, ona acı veren kişinin hastalanacağı ve her av hayvanının ruhunun olduğu ve bu ruhun ona acı çektirenlerden intikam alacağına dair inançlar Tunguzlar arasında oldukça yaygındır. Maack’ın naklettiği bir hikayeye göre, Kolma nehri yakınlarında bir takım kötü kâlpli insanlar, bir ren geyiğini yakalayıp diri diri derisini yüzüp, sonra bırakırlar, hayvan acı içerisinde oradan kaçıp gittikten sonra, bir daha o bölgeye ren geyikleri gelmemiştir. Hikâyenin devamında anlatıldığına göre bir defasında bir ren geyiği sürüsü nehri geçip gelmek üzereyken, bu diri diri derisi yüzülen geyik ortaya çıkıp, koşarak sürünün yanından geçmiş, bütün sürü tekrar geri dönüp gitmiştir. Lapon avcıları, ayıyı ilk hamlede öldüremeyip, ayı yaralı hâlde inine çekilirse, onu öldürecek yeni bir fırsat için inin girişinde beklerken; “Maksadımız, seni yaralayıp acı çektirmek değildi. Seni hiç acı vermeden hemen öldürebilmeyi isterdik, ama buna sen izin vermiyorsun. Acılarının sebebi biz değiliz” sözleriyle, ayıdan özür beyan ederler. Bu konuşmaların sebebi hiç şüphesiz, ayının öcünden ve lânetlenip bir daha av uğurunun kaçmasından duyulan endişe olup, bu sebeple olmalı ki, Altay Tatarlarında avın, gözüne veya kulağına ateş etmek yasaktır. Ayı öldürüldükten sonra ininden dışarı çıkartılıp, bu arada ondan defalarca af dilenerek, avcılar kendilerini bunun için kendilerini mazur göstermeye çalışırlar. Bogoraz, Lamutların ayıyı dışarı çıkartırken onun ruhunu yatıştırmaya yönelik ilâhiler söylediklerini ve bir tür “barış ayini” düzenlediklerini anlatır. Yenisey vadisindeki Tunguzlarsa, ayıyı öldürdükten sonra bir süreliğine inden dışarı çıkıp, sonra sanki tesadüfen oradan geçerken ayının ölüsünü görmüş gibi davranarak, bir taraftan da hiç tanımadıkları insanların ayıyı öldürmüş olduğundan yakınarak, hâtta bazı bölgelerde; “seni biz öldürmedik, bunu bir Yakut yaptı” diyerek ayıya bilgi verirler. Yakutlar da genelde ayıyı öldürdüklerinde suçu komşuları olan Jukagirlere atarlar. Duyulan korku sebebiyle suçun başkalarına yüklenmesine, Ostyaklar, ayıyı öldürdükten sonra; “seni Rusların yaptığı bir ok öldürdü, seni öldüren, Rusların yaptığı bir mızraktır” şeklinde konuşmayla, yine ayının öç almasından korkan Yakutlarda, ayının kendini öldüren kurşunu kimin attığını bilmemesi için hep beraber aynı anda ateş etmeleri şeklinde başka bölgelerde de rastlanır.

Diğer taraftan barışma ritüelleri sadece ayılar için yapılmaz, meselâ Yakutlar kurdukları tuzağa bir vaşak düştüğünde ağlamaklı bir sesle, kendi aralarında; “Yazık, karanlık ormanların bu değerli hayvanı buradan geçerken hayatını kaybetti” diyerek hayıflanırlar.


Avlanan bir hayvanın derisi yüzülürken, çoğunlukla ilk olarak ağzın etrafında dudaklar, burun ve burun delikleri ile beraber yüzülür. Soyote âdetlerine göre avcı, avın burun deliklerini yüzüp çadırında saklar, bu sebeple eskiden kürk tacirlerinin Soyotelerden burun delikleri olan bir ayı kafa postu alma imkânı olmazdı. Priayanski Tunguzları da avladıkları tilkinin çene derisini yüzerek, üç gün sakladıkları sonra bir ağaca astıkları anlatılır. Yakutlar, avladıkları orman tilkileri veya Kutup tilkilerinin çene derilerini ayırırken, bazı Altay Tatar kabileleri avlanan tilki ve samurun çenelerinin derilerini ayırıp, içinde o hayvanların ruhlarının saklı olduğuna inanılan bu deriler, bir kutu içerisinde saklarlardı. Soyoteler, avladıkları samurların dudakları ve bıyıklarını göğüslerinde taşıyarak, bunların avda kendilerine uğur getireceğine, Çukçeler yaban hayvanların çenelerinin evlerini koruduğu inancıyla bunları evde saklarken, Gilyaklar da fok balığının burnunu kesip saklarlar.


Benzeri âdetlere, Fin-Ugur halkları arasında rastlanır ki, Gondatti, Vogulların yanında bir tilki, samurun yahut bir kakımın çenesinin bulunduran kişinin işlerinin rast gideceğine inandıklarını aktarır. Vogullar da ayıyı öldürdükten sonra çenesinin ve etrafının derisini yüzerler. 18.yy’da aynı gelenek Laponlar arasında da devam etmekteydi. Fjellström, Laponların ayının ağız çevresindeki ince ve tüysüz derinin nasıl ön taraftan başlayarak yüzdüklerini ve yüzen kişinin bunu kendi yüzüne takışını anlatır. Finlandiyada hayvan öldürüldükten sonra ilk olarak -ve acilen- hayvanın ağız çevresi (turparengas) veya dudakları (huulipanta) yüzülür. Ayının ağız çevresinin Samoyedler için ne denli önem taşıdığını, Kai Donner’in Ket nehri yakınlarından alıp, Helsinkideki Fin Milli Müzesine getirdiği şaman kıyafetinden de anlaşılmaktadır. Bu kıyafeti tamamlayan alın bandı, ayının ağız çevresi derisinden meydana gelmiş ve ayının burun delikleri bariz bir şekilde görülmektedir. Şaman, bu alın bandını muhtemelen ayinlerde ayıyı canlandırmak veya kendisine ayıya has özellikleri kazandırmak maksadıyla kullanmaktadır. Finlandiyanın bazı bölgelerinde de tavşanın ağız çevresi derisi (kirsio) yüzülüp, tavşanın öldürüldüğü yerde bırakılır. İdil bölgesinde bu eski av geleneklerine artık pek riayet edilmemekle birlikte, Çeremislerde görüldüğü üzre nadir de olsa Çeremisler, kurban ettikleri atın derisini yüzmeden önce, ağız çevresinin derisini burun delikleriyle beraber yüzüp ayırmaktadırlar.


Bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olan bu geleneğin çok eski dönemlere dayandığı ve temelinde bir korunma güdüsü olduğu aşikardır. Ayı avına ilişkin bir Fin şarkısında geçen; “Ayının burnunu keserim, böylece artık koku alamaz” sözleri, bu geleneğin arkasındaki düşünce biçimini çok açık bir şekilde özetlemektedir. Bu konuda Gilyakların kendisini kimin öldürdüğünü bilememesi için yakaladıkları fokun burnunu ve gözlerini kesip, denize attıkları, Sakaların “artık insanları görememesi için” öldürdükleri ayının gözlerini çıkarttıkları, Kareller ayının gözlerini yutarak, böylece ayıların onlara saldırmayacağına, Şorların ise, ayının gözlerini yeme âdetinin oldukça yaygın olduğu bilinmektedir.


Kondoma bölgesi Şorları, öldürdükleri ayının ilk olarak dişlerini sökerler, bu âdet bazı Altay halklarında da görülür ki, Yakutlar derinin değerini düşürme pahasına avladıkları tilkinin pençelerini veya ayaklarını kesip, çıkartırlar. Her ne kadar bu kesilen uzuvlar büyülerde kullanılsa da, kesilmelerinin asıl sebebi, ileride başlarına gelebilecek tehlikeleri engellemektir. Syrjänlerin ayı avı hakkında aktardığı şu tanıklık, konuyu bariz bir şekilde anlatmaktadır: “Bir ayı öldürüldüğünde, ilk iş olarak çenesindeki dişleri kırılıp, pençeleri sökülür. İnanışlarına göre, ayı ancak bunlar yapıldığında gerçek anlamda ölmüş sayılır ve avcılar ancak bundan sonra rahatça oturup sigaralarını tüttürebilirler”


Anlaşılacağı üzere, avlanan bir vahşi hayvanın sadece ağız çevresi değil, gözleri, dişleri, pençeleri de en kısa sürede çıkartılması gerekir. Bu işlerin bu kadar aciliyet kesbetmesi, yukarıda belirtmiş olduğumuz korku unsurunu doğrulamaktadır. Tehlikenin ancak bu uzuvlar kesilip, bedenden uzaklaştırıldığında geçmiş olacağı inancı, çok eski bir avcılık geleneğinde kendini göstermekte olup, bu geleneğe göre ayının öldürüldüğü yere tesadüfen gelen başka bir avcı, öldürülen ayının pençeleri ve dişleri sökülmemişse, ayının eti üzerinde ayıyı avlayanlar kadar hak sahibi olarak kabûl edilir. Rusya’nın Karalien bölgesinde de benzer bir avcı geleneğine göre ayının ağız çevresindeki deri tam olarak yüzülüp çıkartılmadan oraya gelen bir yabancının, av üzerinde hakkı olduğuna dairdir. Deri tam olarak yüzüldükten sonra gelenlere pay verilmemesinin sebebiyse, artık lânetlenme tehlikesinin ortadan kalkmış olduğu inancı olsa gerektir.


Sibiryadaki avcı halklar, avladıkları ayının derisini avladıkları yerde yüzerler ve aynı yerde bir ateş yakarken, Turuhansk bölgesi Tunguzları, yaktıkları ateşin üzerinden atlayarak arınma merasimlerini yerine getirirler. Karagasseler öldürdükleri ayıyı ininden çıkartır çıkartmaz ardıç dalları ve hayvan yağıyla bir ateş yakıp tütsülerlerken, bir yandan da “kik, kik, kik” diye sesler çıkartarak, hayvanın kürkünü tüylerin ters yönde sıvazlarlar. Ostyaklar, avlandıkları yerde ateş yakıp, yanlarında bulunan tütsülenmiş yemekleri yer, Laponlar avladıkları ayının bedenini yaktıkları ateşle arındırırlar. Finli avcıların da benzeri şekilde ayıyı öldürdüklerinde ateş yaktıkları anlatılır.


Ayının öldürüldüğü yerde ateş yakılması, eti ister orada pişirilsin, ister sadece biraz dumana tutularak tütsülensin, ateş ve duman yoluyla ayının ruhunun uzaklaştırılması maksadına matuf olduğunu gösterir. Yaban hayvanlarının çobanların yaktıkları ateşten ürkmeleri gibi, bu hayvanların ruhlarının da yakılan ateşten ürküp kaçacağı inancı oldukça yaygındır. Ateşin kötü ruhları uzak tutma özelliğini daha önce cenaze defin merasimlerinde de görmüştük. Bu sebeple olmalı ki, Şorlar, ayının kafasını kestikten sonra, kafayı bir yaban üvezinden yapılma bir sopanın ucuna takar, ateşte biraz tütsüledikten sonra yüzü Doğuya bakacak şekilde sopayı yere diker, akabinde ava katılan avcıların tamamı ayının kafasına ateş edip, ayının kafası sopanın ucunda asılı iken ayı ile; 


Bir ağaca tırmandın, ayağın boşa bastı ve öldün

Yemişlerden yedin, kayadan yuvarlandın ve öldün

Yaban üvezi meyveleri yedin, kaydın ve öldün

Yaban mersinlerinden yedin, bataklığa battın ve öldün.


dedikten sonra, ayının kafasını kürküne sararak eve götürürler veya bazı yerlerde avlandığı yerde sopaya takılı olarak bırakırlar.


Altaylı avcıların, ayının öç almasından korkarak yaptıkları ve kendilerini bu ölümde suçsuz göstermek ve bütün bu olanların sorumlusunun aslında ayının şanssızlığı olduğunu anlatmak maksadı taşıyan bu konuşma, bize Finli avcıların ayı avında söyledikleri şarkıyı hatırlatmaktadır.


En mine sinua pannut

Ben seni öldürmedim

Eike toinen kumppalini

Yol arkadaşlarımdan biri de öldürmedi

İtse hairahit haolta

sen kendin ormanda tökezledin

İtse vierit vempelelte

ağacın dalından sen kaydın

Puhki kultaisen kupusi

ve o altın bedenin patladı

Hakli marjaisen mahasi

ve yaban mersini dolu miden patladı


Bazı bölgelerde de, ayının derisi yüzüldükten sonra çıplak kadavrası dallarla kırbaçlanır ki, Laponlarda öldürülen ayıyı dal parçalarıyla kırbaçlama geleneği, lisanlarında “ayıyı dalla döv” deyimi bu geleneğin yaygınlığını ortaya koymakla birlikte, bu geleneğin arka plânında “ruhu bedenden çıkmaya zorlamak” düşüncesinin olup olmadığı konusunda ne yazık ki bilgi sahibi değiliz.


Altay Tatarlarının, ayının ruhunun onları takip edememesi amacıyla ayı ininden çıktıktan sonra değişik yerlerde havaya ateş etmeleri, kar ayakkabılarının izlerini örtmek için ayakkabılarının altına dikine dal parçaları yerleştirmeleri veya kar üzerinde daireler çizerek yürümeleri, ayının ruhunun şaşırıp bu dairelerden çıkamayacağı inancını yansıtır. Şoreler de, ayının kendilerini takip edebileceği izleri ortadan kaldırırken, “yolumuzdan gelme” diye seslenmeleri, öldürülen ayının ruhunun üç gün boyunca etrafta dolaştığı, insanları korkutup onlara eziyet edeceği ve eğer bir avcı kulübesine yaklaşacak olursa, kulübedeki ateşin sönüp, köpeklerin havlayıp ulumaya başlamaları inancıyla ilgilidir. Sibiryalı avcılar, başarılı bir ayı avı sonrası eve dönerken, köyden tanıdıklarına rastlayacak olurlarsa, avdaki başarılarını onlara değişik sesler çıkartarak veya şarkılar söyleyerek anlatırlar. Ayının postu eve taşınmadan önce süslenir ve hâtta bazen avın cinsiyetine göre erkek veya kadın elbiseleri giydirilip, bir de başlık takılır. Yenisey Tunguzları ayıya cinsiyetine göre; “büyük baba” veya “büyük anne” diye hitap ederler ki, Ostyaklarda da rastlanan bu âdet üzre, ayıya uzun zamandır görmedikleri bir akrabaları gibi davranarak, ruhunu yatıştırmaya çalışırlar. Bu ritüeller sadece ayılar için değil, diğer av hayvanları için de geçerli olup, Ionov; Yakutların tuzağa düşen bir tilkiyi öldürdükten sonra köye döndüklerinde hemen eve girmeyip, dışarıda bir müddet bekledikten sonra kapıyı çaldıklarını ve “Ormanın efendisinin hediyesi var” dediklerini aktarır. Bu söz üzerine evdekiler neden bahsedildiğini anlayıp, “Ormanın efendisine” sunmak üzere hemen ocak ateşine tereyağı ve yiyecek koyarlar ve evin avlusuna bir şapka bırakırlar. Avcılar bu şapkayı tilkinin başına geçirip, tilkiyi elbiselerinin etekleri ile örterek evin içine taşırlar. Bu esnada tilkinin yüzünün asla ocak ateşine dönük olmamasına dikkât edilir. Tilkinin derisi, evin arka tarafında ocağın gerisinde bir yerde yüzülür ve postu, sanki evin şeref misafiriymişçesine evin baş köşesinde bir yere yerleştirilerek, gün boyu orada kalır, sonra kilere kaldırılır. Yakutlar hakkındaki bir başka anlatıma göre ise, Yakutlar avladıkları bir vaşağı evin penceresinden içeri sokmadan önce, hayvanın boynuna gümüş bir kolye takıp ona kadın kürkleri giydirirler. Buryatlar avladıkları bir samuru, özel olarak açtıkları bir delikten kulübeye sokarken; “bir dostumuz misafir geldi” derken, Tunguzlar, samur veya mavi tilki gibi değerli kürklere sahip hayvanları şereflendirmek için avların kafalarına bir başlık geçirip veya bir beze sarıp, onları öpüp, okşayarak, sevgi gösterisinde bulunurlar. Yakutlar, “Ormanın efendisinin” neşeli ve gürültücü bir varlık olduğu inancıyla, kurdukları tuzağa yakalanan bir kakımın ağzına tereyağı veya kaymak sürerken yüksek sesle güler, tuzağa bir ren geyiğinin yakalandığını gördüklerindeyse, çocuklar gibi zıplayıp, bağırıp çağırarak, kahkahalar atarlar.


Turuhansk Tunguzları arasında dikkât çekici bir başka âdetse, avladıkları ayının etini pişirmeden önce onun daha önce bir insan yeyip yemediğini öğrenmektir. İnaçları gereği daha önce insan yemiş olan bir ayının eti yenmez. Ayının insan eti yiyip yemediğini öğrenmek için ayının ön ayağı havaya atılır ve yere nasıl düştüğüne bakılır. Eğer ayının ön ayağı yere ters şekilde düşerse, ayının daha önce bir insanı yediğine hükmedilir. Şorlar da ayının etini pişirmeden önce kalbine bakarak, kalbinde insan tüyü veya benzeri bir şeyler bulurlarsa, ayının daha önce insan yemiş olduğuna hükmederek, bu durumda ayının eti ve postunu ateşe atarken, Ostyaklar aynı şekilde ayının insan yemiş olup olmadığını öğrenmek için midesine bakıp, midesinde saç yumağı veya benzeri bir şeye rastlarlarsa, insan yediğine kanaat getirip, ayıyı ve postunu yakarak imha ederler. İnsan yemiş olduğuna inanılan bir ayının bedeninin postuyla beraber imha edilmesi, muhtemelen ayının öldürmüş olduğu insanların ruhlarının hâlen ayının bedeninde bir yerlerde olmasından duyulan korkudur. Bu sebeple o ayının eti yenmediği gibi, aynı zamanda ayıdan bir nevi intikam alınması olarak da değerlendirilebilir.


Daha önce insan yemediğine kanaat getirilen ve dolayısıyla “saygın” bir ayı ise, bir ziyafet düzenlenerek şereflendirilir. Bu yemekte ayının ruhunu sakinleştirip, neşelendirmek maksadıyla yerine getirilen bir çok ritüel aslında ayının ruhundan duyulan korkuya dayanır. Aslında burada hedeflenen şeylerden biri de, öldürülen ayıya güzel kıyafetler giydirip, tatlı sözler söyleyip, hâtta ona ikramlarda bulunarak, diğer av hayvanlarının da gönlünü almaktır. Bunun için Yakutlar, avladıkları kakım, samur veya tilki gibi hayvanların ağızlarına tereyağı sürerken, aslında onların gönlünü hoş tutmak ve bundan sonra kurdukları tuzaklara düşmelerini sağlamaktır. Keza, Kamçaladlar da avladıklara foklara izzet ikramda bulunurken, maksatları diğer foklara aslında insanlara misafir olarak gelmiş oldukları mesajını vermektir. Kola bölgesindeki Laponlarsa, avladıkları Kutup ayısının ağzına bir balık yerleştirip, ona hitaben; “Sana iyi ev sahipliği yapmadığımızı söyleyemezsin, diğerleri de gelsinler, onların da karnını doyururuz” şeklinde konuşurlar.


Sagalar, avlamış oldukları ayı için bir nevi defin töreni düzenlerler. Ayının ölüsü için düzenlenen bu törende bütün gece boyunca yenilip, içilir, şarkı söylenir ve avladıkları hayvanın ruhunun bu mecliste yeralıp her şeyi görüp duyduğuna inanırlar. Şölen esnasında, ayının cinsiyetine göre, “yaşlı büyükbabam öldü” veya yaşlı büyükannem öldü” diye feryat edip yakınılır. Diğer Sibirya halklarında ayı için benzeri cenaze şöleninden olmak üzere; Tunguzlarda bu törene katılan kimse, şölen bitmeden oradan ayrılıp, uyuyamaz. Ayının ölüsü için düzenlenen bu tören, bir başka yönüyle ölen insanlar için yapılan gömülme ve anma merasimlerine benzer. Bu tören esnasında evden dışarı hiç-bir şey-hâtta su bile- çıkartılmaz. Misafirleri ağırlamak için ayı eti sunulur ve bu etin ikramı daha sonraki günlere bırakılamaz. Lamutlar ve Laponlar bu şölene bütün komşularını davet ederler.

Maack, Amur vadisi halklarının geleneklerini aktarırken, “ayı şölenleri”nde gerçekleştirilen bazı mizahî de sayılabilecek birtakım ritüellerden de bahseder ki, bunlardan en ilginç olanı, ayıyı şaşırtıp kafasını karıştırmaya yönelik olanıdır. Potanin, Yakutların “ayı şöleni” esnasında çıkarttıkları seslerle, ayının aklını karıştırmaya çalıştıklarını anlatır. Bu şölende erkekler “gark! gark!”, kadınlar da “tag! tag!” sesleri çıkarıp, karga seslerini taklit ederek, güya ayının toplanıp kendisini yiyenlerin insanlar değil de, kargalar olduğunu inanacağına inanmalarıdır. Bazı Yakut kabilelerinde de, avlanan ayının kalbi daha bedeni soğumadan çıkartılıp, avcılar tarafından parçalanıp yenirken, avcılar bu sırada “garkh! garkh” diye, karga seslerini taklit ederler. Dyrenkova, bu geleneği aktarırken; ava katılan herkesin ayının kanından içtiğini, avın karaciğer, kalp ve yağından birer parçayı çiğ olarak yediklerini ve gözlerini gökyüzüne çevirerek üç defa “ukh” diye bağırdıklarını anlatmaktadır.


Angara nehrinin yukarı havzasında yaşayan Tunguzların da “ayı şöleni” esnasında uyguladıkları benzer bir âdetle; avcılar avdan köye geri dönerken ormanda “kuk!, kuk!” diye bağırmaya başlarlar ve bu sesleri duyan köydeki herkes çadırlarından çıkıp ellerini kollarını sallayarak “kuk!, kuk!” diye onlara eşlik ederek karşılarlar. Köye geldiklerinde ayının etlerini parçalamaya başlayan erkekler önce “uhuu” sonra da “kuk” diye sesler çıkartırlar. Çeşitli bölgelerdeki Tunguzların “ayı şölenleri”ne şahit olan Dobromyslov, şölene katılanların kuşların kanat çırpması gibi, kollarını sallayıp, havaya sıçradıklarını ve karga sesi çıkarttıklarını aktarır. Bu törenlerde bazen yüzlerini is ve kurum ile siyaha boyarlar. Tunguzlar, avın kemiklerini ormana götürürken; “Seni öldüren biz değiliz, bunu Ruslar yaptı, seni yiyenler biz değiliz, bunu kargalar yaptı. Biz sadece senin kemiklerini bulduk ve gömüyoruz” sözleri, bu geleneğin arkasında yatan sebebi açıkça ortaya koyar. Bu sözler, Ostyaklar ve Samoyedlerde görülen bir geleneği hatırlatmaktadır ki, o da bu toplulukların ayının aklını karıştırmak için, ayının kafasını ve postunu çadırın arkasına bırakıp, gözlerini ağaç kabuğuyla kapatarak, onu oraya kargaların getirmiş olduğunu söylemeleridir.


Konuyla ilgili bu tür temsiller (canlandırmalar) ve muhtemelen bundan daha eskiye dayanan danslar, Ostyaklar ve özellikle de Vogulların “ayı şölenleri”nin vazgeçilmez parçaları olmalıdır. Karjalainen, Ostyakların danslarından bahsederken, dans figürlerinin “başta eller olmak üzere, belli uzuvların bilinçli bir şekilde döndürülmesi veya ileri geri hareket ettirilmesinden oluşturulan figürlerin ne anlama geldiği günümüz kabile üyeleri tarafından her ne kadar anlamlarını bilinmiyorsa da, aslında ilk ortaya çıktıkları dönemlerde birtakım savunma ve saldırı hareketlerini temsil ettiklerini” söylemektedir. Patkanov, Ostyak kadınlarının “ayı şöleni” esnasında kollarını çırparak ortalıkta dolandıklarını aktarmasından, bu temsillerden maksadın, hiç şüphesiz yırtıcı kuşların taklit edilmesidir ki, kimi zamanlar ayı şölenlerinde Vogulların yırtıcı kuşları çağrıştıran kıyafetlere büründükleri, Tunguzların yaptıkları karga taklitleri aynı anlamı taşımaktadır. İlkel avcı kültürünün bir parçası olan bu gelenekler aslında günümüz sahne sanatlarının geçmişine de ışık tutmaktadır.


Tumen nehri boylarında yaşayan Oroçeler, Sahalin’de yaşayan Orokeler, Aino ve Ostyaklar, ayı yavrularını yakalar ve iki üç yaşına kadar beslerler. Ayı büyüyüp yenecek hâle geldiğinde-bu genellikle kış yaklaşırken olur- önce süslenir ve köyde dolaştırılarak bir nevi sahne işlevi gören bütün ahâlinin toplandığı bir meydana getirilip burada ok atılarak öldürülür. Orokeler ayıyı oklayarak öldürecek olan kişiyi başka bir kabileden seçerler. Ayı öldürüldükten sonra yapılan şölen ise, ormanda öldürülen bir ayı için yapılan törenden pek farklı değildir.


Bu bölgede yapılan ayı törenlerinde; Oroçeler, Olçeler ve Gilyaklar köpek, Orokeler ise ren geyiği yarışmaları düzenlerler. Uzak yerlerden bile gelenlerin olduğu bu yarışmalar “ayı şölenleri”nin en cazip bölümünü oluşturur. Daha önce bahsi geçmiş olduğu gibi, Türk kökenli bazı kabilelerin ölüleri için düzenledikleri anma törenlerinde de bu tip yarışlar yapıldığı görülür. Bütün bu toplulukların düzenledikleri “ayı şölenleri”nin son aşaması, hayvanın kemiklerinin “itinalı” bir şekilde defnedilmesidir. Bu definden dönen avcılar için, aynı bir cenaze töreninden dönüşte olduğu gibi bir arınma ayini düzenlenir ki, zaten her ikisinden sonra arınma yapılmasının ardında yatan düşünce de aynıdır. Arınma ayinlerinin en yaygın iki çeşidi ateş üzerinden atlamak ve ardıç veya Sibirya çamı gibi ağaçlarla yakılan ateşin dumanı üzerinde bir müddet oturarak tütsülenmektedir. Ayının kemikleri ormanda defnedilip, eve dönülürken, avcılar ayının kemiklerinin bırakıldığı yere doğru ateş ederler. Bu tür âdetlerden olmak üzere Karaller, bir ağaca astıkları ayı kafatasına ateş ederek, kendilerini emniyet altına almaya çalışırken, Tunguz avcıları, yaşça en büyükten başlayarak sırayla ayının karnına ok atarlar ki, benzeri gelenek Finlilerde de görülür. Meselâ, Kareller öldürdükleri ayının göğsünü yarıp, ayının kanı ile yakınlardaki bir çam ağacına bir çarpı işareti çizip, ona ateş ederken, bazı yerlerde ayının dalağı hedef tahtası olarak kullanılır. Laponlar ise ayının karaciğerini bir çam ağacına asıp ateş ederler ve içlerinden bundan sonra ilk ayıyı avlayacak olanın ciğere ilk isabet ettiren olduğuna inanırlar. Öldürdükleri avı tekrar tekrar vurma geleneğinin kökeninde de muhtemelen kendini koruma güdüsü yatmaktadır.




Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞLARI VE BUNLARIN HAYAT VE FAALİYETLERİ-3

 


SECAH



islam tarihinde görülen ilk yalancı peygamberlerden üçüncüsü olan Secah, ne Esved gibi önemli toprakları eline geçirmeğe muvaffak olmuş bir komutan, ne de Müseylime gibi Kureyş hâkimiyetini tanımamak davası uğrunda hayatını fedaya razı gelmiş bir idealisttir. Fakat gene de tarihe malolmuş, ilgi çeken bir şahsiyettir; çünkü Secah Arabistan gibi bir bölgede, hâkimiyet yolunda ortaya atılmış bir kadındır ve onun hayatı Yemâme'nin başkanı yalancı Müseylime'nin hayatı ile pek sıkı bir şekilde ilgilidir.


Aslen Mezopotamyalı olan Secah, sadece peygamberlik iddiasında bulunmakla kalmamış, mensup olduğu büyük kabilenin önemli erkeklerini, davasına iştirak ettirerek önce Ribab'lara ve Medine üzerine sefer açmak istemiş. Ribab'lar onu yenilgiye uğratınca Yemtime üzerine yürümüştür. Arabistan gibi bir bölgede, bir kadının bu derece kuvvet ve nüfuz elde etmesi, hattâ peygamber olduğunu iddia ederek bir takım insanları, samimi bir inançla olmasa bile arkasından sürüklemesi hayretle karşılanacak bir olay gibi görünmekte ise de, tarih bize bunun daha önceki devirlerde mevcut örneklerini vermektedir: Kuzey Arabistan'da Zebibilerin ve Şemsnerin melikelerinin bulunduğunu Horabad paralarından öğrendiğimiz gibi, Tedmür'deki Arap melikesi Zenobiya da konumuz için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Hatta bu sonuncusunun Roma imparatoru Aurelianus ile savaşacak derecede cesaret sahibi olduğu da anlatılmaktadır.


Secâh da diğer yalancı peygamberler gibi, peygamberlik iddiasına başlamadan önce bir kâhindi. Mes'adi (Müruc üz - Zeheb, IV., S. 199) onun Satih, İbni Selma, el - Me'mun el - Harisi ve 'Amr gibi bir kâhin olduğunu kabul ediyor.

Beni Temim gibi çok geniş bir kabileye mensup bulunan Secah'ın son derece güzel ve secili sözler söylemesi ve kâhine olması kabilesi içinde ona üstün bir durum teminine yardım etmiştir. Hazret -i Muhammed'in ölümü haberi büyük Temim kabilesi içinde bazı rakabetlerin ve Ridde'nin doğmasına sebep olunca. Secâh bundan istifade etmek maksadiyle Hazret Muhammed'i taklid ederek, kendi peygamerliğini iddiaya başladı. Çok eski devirlerden beri Temim kabilesi birçok kollara ayrılmış bir halde Yemâme ile Fırat - Dicle arasındaki meralara yayılmıştı. Bu kabilenin bazı kolları Hristiyanlığı kabul etmiş olduğu halde, büyük kısmı putperest kalmayı tercih etmişlerdi.


Hudeybiye barış andlaşması ile, kurulmakta olan yeni İslam devletinin Kureyşliler tarafından tanınması üzerine, Arap kabileleri Hazret -i Muhammed' e temsilci heyetleri göndermeğe başlamışlardı. Hudeybiye'den beri fiili olarak tanınan bu İslam siyasi varlığı, Mekke'nin fethedilmesi üzerine tam bir devlet halinde kendisini gösterince, Arabistan' ın bütün kabilleri heyetler göndererek, Medine hükümetine bağlılıklarını bildirdiler. İşte bunun için bu yıla "Senet ül- Vüfud" denilmektedir ki, bu Hicretin 9. yılıdır (bk. Sahih-i Buhari, Tür. ter., X., S. 400). Gene bu yılda yukarıda bahis konusu olan Beni Temim'in temsilcileri, Hazret-i Muhamme d'e gelip islâmiyet'i kabul ederek, kendi memleketlerine dönmüşlerdi. Buhari Beni Temim'den Medineye gelenlerin 70 - 80 kişi olduklarını kaydettikten sonra, İbni İshak'a dayanarak, içlerinde eşraftan şunlar vardı diyor: Ka'ka'a bin Ma'bed, Utârid bin Hacib, İkra' bin Hâbis, Zibrikan bin Bedr, Amr bin el -Ehtem (el - Ehsem diye yazılmıştır). Hammad bin Yezid, Nuaym bin Yezid, Kays bin ksım, İlyeyne bin Hısn. Bunlar bir öğle sıcağında Medine'ye gelmişler ve hüşunetle: "Ya Muhammed bize çıksana!" diye bağırmışlardır. Bunun üzerine Kur'anın (XLIX., 4 - 5) "Keşke sen onlara çıkıncaya kadar sabretselerdi; sana hücrelerin gerisinde bağıranlar şüphesiz akılları ermeyen kimselerdi!" âyetinin geldiği, sonra bunların islâmiyet'i kabul ettikleri, Peygamber'in onları affettiği ve bazı hediyelerle taltif ettiği gene Buhari tarafından ayni sahifede bildirilmektedir.


Hazret-i Muhammed, beni Temim'in ileri gelenlerinden biraz önce adlarını yazdığımız bazılarını vergi amili ve vali olarak kendi kabileleri üzerine tâyin etmişti. Fakat 11. yılda birçok kabile şefleri Peygamber'in ölümünü, onun eserlerinin de sonu zannettiler ve vegileri topladıkları halde, teslim etmediler; yeniden halka dağıttılar. Bu arada İslam'a sadık kalanlar da oldu. Bu iki zihniyet arasında ciddi rekabetlerin bulunması ve Secah'ın tam bu sırada ortaya çıkması, bu rekabetlerin yer yer savaş haline inkilap etmesine sebep oldu.


Bu durumu parlak bir ışık altında takip edebilmek için Temim kabilesinin kollarını ve bunların şeflerini tanımak gerekir. Seyf'e göre Temimler dört esas kola ayrılır: 1) Sa'd bin Zeyd Menat'lar, bunlar Avf, Ebnâ, Mukais ve Butân kollarına ayrılırlar; 2) Amr bin Temim., bunlar da Behda ve Haddâm olmak üzere ikiye ayrılırlar; 3) Hanzala, bunlar Yerbu' ve Malikler diye ikiye ayrılır; 4) Ribâb, bunlar Abdu Menât ve Dabbe olmak üzere ikiye ayrılırlar. Amr ve Ribâb kabileleri İslam'a sadık kaldılar. Mukais'lerle Butân'un valisi olan Kays bin Asım bir müddet tereddüt içinde bekledi. Ribâb, Avf ve Ebnaların valisi olan Zibrikan zekatı Ebu Bekir'e teslim ederse, Kays bin Asım onun aksini yapacaktı; çünkü araları açıktı. Biri diğerinin yaptığını yapmak istemiyordu. Zibrikan vadini yerine getirdi; zekat develerini Ebu Bekir'e teslim etti. Kays tereddüt geçirdiğinden pişman oldu. El - Ala bin ül - Hadrami tarafından kuşatılınca zekat develeri ile birlikte onu karşıladı ve tereddüdünün sebeplerini açıkladı. Bu sırada Yerbu'ların başkanı Malik bin Nüveyre ve Maliklerin başkanı Vaki, kabileleri ile birlikte dinden dönmüşlerdi. İşte Beni Temim içinde kabilelerin bir kısmı dinden dönüp, bir kısmı tereddüt içinde fırsat bekler, rekabet ve düşmanlık hisleri içinde birbirleriyle meşgul olurlarken, Hâris'in kızı Secâh ansızın Mezopotamya'dan çıka geldi.


A. Secah'ın soyu:


Belazürrde, Secâh'ın soyu iki şekilde gösterilmiştir: 1) Ümmü Sadır Secah bint-i Evs bin Hikk bin Usâme bin ül - Guneyz bin Yerbu' bin Hanzale bin Mâlik bin Zeyd Menât bin Temim; 2) Secah bint ül-Haris bin Ukfan bin Süveyd bin Hâlid bin Usâme.

El - Vat vat'da: Secal bint-i Süveyd bin Halef bin Usâme bin ül - Anber bin Yerbu'dur.

İbni Kuteybe, Seeah'ın sadece Beni Yerbu'dan olduğunu kaydedip geçmiştir.

Mes'udi, Belazürinin verdiği ikinci şecereyi hemen hemen tekrar etmiş, ancak Üsame yerine bin Yerbu demiştir.

İbni Haldûn, Taglib'in batınlarından Beni Ukfan soyundan Süveyd bin ül - Hâris'in kızı olduğunu söylemiştir.

Taberiye gelince, onun Haris bin Süveyd bin Ukfa'n ın kızı olduğunu söyler.

Böylece Belazüri, Mes'udi ve Taberinin pek az farklı bir şekilde kaydettikleri, Beni Yerbu'dan olan Secâh' ın soyunu kısaca: Secâh hint ül - Haris bin Süveyd bin Ukfan olarak tespit etmemiz gerekir.


B. Secâh'ın Peygamberlik iddiasında bulunması ve taraftarları:


Annesi tarafından Taglib kabilesine mensup bulunan Secâh, gene Taglib'lerin bölgesinde peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Nemir kabilesinden Ukbe bin Hilal, Şeybanların başında bulunan Selil bin Kays ile Ziyad bin Bilal'i ve bu arada Huzeyl bin Umran'ı kendi tarafına kazanmağa muvaffak olmuştu. Bunlar arasında Huzeyl Hristiyan olduğu halde kendi dinini bırakıp Secâh'ın dinine girmiştir. Esasen Secâh da Taglibler arasında Hristiyan olarak yetişmişti ve bu dinin inceliklerine vakıftı. Secah her biri kendi şef ve komutanı tarafından idare edilen kabilelerin başında olarak Mezopotamya'dan hareket edip Arabistan'a girmiş ve Ebu Bekr'e karşı sav şmak için hazırlık yapmak üzere Hazn denilen yerde konaklamıştı.


Secâh' ın peygamberliğini iddiaya başlaması Hazreti Muhammed'in ölümünden sonradır. Bütün kaynaklar hattâ tetkikler, en küçük bir şüpheye yer vermeden bunu kabul ettikleri halde, Caetani sadece kendi mülahazalarını (VIII, S. 340) esas tutarak onun Hazret-i Muhammed'in ölümünden sonra değil daha önce peygamberliğini ilan etmiş olduğunu kabul ediyor. Hattâ daha da ileri giderek, Esed ve Hanife kabileleriyle rekabet olsun diye gayrimüslim Temim'lerin onu kendilerinin peygamberi ilan ettiklerini ilave ediyor. Halbum Taberi (III., S. 237), İbni Haldan ( İber, II., S. 72), Ebu'l-Fereç (Agani, XVIII., S. 165), El - Vatvat (Gurer, 131), Ebu'l-Fida (I., 165) Z eheb (Tarih ül - İslam, I., S. 356), Muir (Annal, S. 30 - 31), Vacca (Encdel' İsl. IV., 46) gibi müellifler Secah'ın Peygamberden sonra ortaya çıktığını açıkça belirtmektedirler. Caetani bu iddiasını ispat için zaman meselesini öne sürmekte ve Hâlid'in Butah üzerine yani Malik bin Nüveyre üzerine hareketi anına kadar geçen zamanın, Secah'ın Mezopotamya'dan Yemâme'ye gelip tekrar geri dönmesi için kâfi gelemiyeceğini yazmaktadır. Halbuki Peygamberin ölümünden Buzaha ve Butah hareketlerinin olduğu tarihe kadar üç buçuk, dört ay kadar bir zaman geçmiştir. Bu zaman ise Secah' ın esasen çok kısa olan savaş ve anlaşmaları için pekala kâfidir. Nitekim Yemen hâdiseleri sırasında Esved'in üç ay gibi kısa bir süre içinde peygamberliğini ilan ederek bütün Yemen'i, Necran' ı Tâif sınırına kadar güney Arabistan'ı eline geçirdiğini ve gene bu üç ay içinde bir suikast tertiplenerek öldürülmüş olduğunu göz önüne getirirsek, Esved gibi büyük askeri başarılar kazanamamış olan Secah' ın kısa süren Yemâme harekatının üç aydan çok daha az bir zamanda bile yapılmasının mümkün olduğunu kabul etmemek için makul bir sebep yoktur.


Secah, Hazn'den Yerbu'ların başkanı olan Mâlik bin Nüveyreye haber gönderip bir anlaşma yapmağı teklif etti. Malik bin Nüveyre onun bu teklifini kabul etti. Fakat Ebu Bekir üzerine yürümekten vazgeçmesini de tavsiye etti. Zira o sırada Beni Temim'in bir kısmı Secah'a karşı cephe almış bulunuyordu. Malik bin Nüveyre Secah' ın önce bu kavimler üzerinde hakimiyet kurması gerektiğini ileri sürdü. Secâh bu teklifi kabul etti ve Malik bin Nüveyre'ye: "İstediğin gibi iş gör, ben Beni Yerbu'dan bir kadınım, neticede bir hükümranlık bahse konu olursa, bu da size ait olacaktır"ı " dedi. Ayrıca Beni Malik bin Hanzala soyuna da haber yollıyarak, onlarla da barış yapmak istedi ise de, bu kabilenin ileri gelenlerinden birçokları, bu arada Utârit bin Hacil kaçıp Beni Anber'lere sığındılar; fakat Maliklerden Vaki', Secah' ın elçileriyle anlaşma yapıp, onun tarafına geçti.



C. Secah'ın savaşları:


Böylece Vaki' ve Malik bin Nüveyre, Secah ile birlikte olup İslamiyet'e sadık kalmış olan Ribablar üzerine hücum ettiler. Çünkü Ribâb'lar kendilerini savunmak için coğrafi bir engele bile sahip değildiler. Mâlik bin Nüveyre, Ribâbların zor durumda kalınca Decâni ve Dehânriye sığnımalarına engel olmak üzere, önceden bu yerleri işgal etti. Fakat Ribâblar bunu haber alıp oraya gittiler. Savaş sonunda Ribâb'lar ile Dabbe'ler Secah kuvvetlerine birçok zararlar verdirerek üstün geldiler. Taraftarlarından birçoklarını esir aldılar. Ka'ka' ve Vaki' de bu arada esir düşmüşlerdi. Secâh galiplerle barış yaparak, esirleri kurtardı. Mezopotamyalı askerleri ile birlikte Nebâc denilen yere hareket etti. Orada Evs bin Huzeyme komutasındaki Beni Amr'lar ile savaşa tutuştu. Bu karşılaşma sonunda da zayiat verdi ve bu defa adamlarından Ukka ile Huzeyl düşmanlarının eline esir düştüler. Secâh bu adamlarını kurtarmak için Temimler ile uzlaşmağa mecbur kaldı ve onların topraklarını tamamen terkederek Yemâme üzerine yürümeye karar verdi. Kararını da şu sözlerle kavmine bildirdi: "Yemâme ahalisi çok kuvvetli ve şevketlidirler. Müseylime kuvvetlenmiştir. Siz Yemâme üzerine yürüyünüz. Güvercin yürüyüşü gibi yavaş yavaş ilerleyiniz. Bu kesin bir savaştır; bundan sonra azar işitmiyeceksiniz" (Taberi, Tür. ter. II., 123). El- Vat-vat, Gurer ül - Hasâis'inde (S. 131) bu konuda şöyle demektedir: Secâh bu sırada Müseylime hakkındaki rivâyetleri duyunca, "Haydi Yemâme üzerine yürüyelim ve güvercinler gibi oraya koşalım. Orada Müseylime bin Sümânte'yi bulalım. Eğer peygamber ise işaretleri vardır. Yalancı ise kavmine pişmanlık vardır" dedi ve Yemâme'de oturan Beni Hanife üzerine yürüdü. Wellhausen (Skizzen, VI, S. 14). Taberi (Tür. ter., III., 128)'de mecut olan bir rivâyete dayanarak, Temimlerden Zibrikan'ın da dinden çıkıp daha birçok kimselerle birlikte Secâh' ın yanı sıra Yemâme'ye hareket ettiğini Kelbrye atfen yazmakta ise de, bu rivâyet Kelbrnin değil, Taberide bulunan daha önceki anonim rivâyetin bir devamıdır. Bu anonim rivâyetlerin ise, son derece müstehcen olmaları itibariyle, râvilere kadar ulaşmalarına imkân yoktur. Wellhausen da bu rivâyetlerin tamamiyle Secâh ve Müseylime'yi küçültmek maksadıyla uydurulmuş olduğunu bütün yazarlar gibi kabul etmektedir. İşte Kelbî bu anonim rivâyetin sonunda, sadece bir cümlesi ile yer almakta, arkasından gelen "Zibrikan, Utarit, Amr... Secâh' ın yanında olduğu hâlde memleketine döndü" cümlesi ise Kelbrnin bir cümlelik rivâyetinden hemen önceki anonim rivâyeti tamamlamaktadır. Bu itibarla, Wellhausen' ın dayandığı Taberi'deki anonim rivâyete değer vermek doğru değildir. Zaten bu konuda Seyf'in rivâyetini şüphe ile karşılamak mecburiyetinde kalsak bile, Vesime (Höhnerbach, S. 50), Kitab ür - Ridde'sinde Zibrikan' ın durumunu açıklamakta ve "ez-Zibrikan bin Bedr, Peygamber onu halk ının sadaka amili yapmıştır; Ridde sırasında bu vergileri Ebu Bekr'e vermiş, o da onun vazifesini devam ettirmişti" demektedir. O halde bu konuda Wellhausen'a değil Seyf'e hak vermek gerekmektedir. Ayrıca Gurer ül - Hasais'-de Utarit ve Amr bin ül - Ehtem vs kimseler Secâh'la birlikte sayıldığı halde Zibrikan'ın adına asla tesadüf edilmemektedir.


Askerleri ile Yemame üzerine yollanan Secah, Ebu'l - Ferec'e göre (XVIII., S. 165) kabilesi mensuplerına şöyle demişti: "Ey sakınan müminler, dünyanın yarısı bizim yarısı Kureyşindir. Fakat Kureyş kabilesi azgın bir kavimdir. Ey Temim kabilesi Yemâme bölgesine gidiniz. Orada bulduğunuz insanları öldürünüz ve yakıcı bir ateşle yakınız ki, orası siyah bir güvercin gibi kalsın. Bu iş (yani peygamberlik) Rebia kavimlerine verilmemiş ancak Mudar kabilelerine verilmiştir. Bu topluluk üzerine yürüyünüz. Onu dağıttıktan sonra Kureyş üzerine dönersiniz". Müseylime bunları duyunca canı sıkıldı Çünkü etrafında bulunan Müslüman kabilelerin ve bunların başında bulunan kendisine rakip Sümâme bin Vsal ve Şurahbil bin Hasene'nin Hacer'i ellerine geçirmelerinden korkuyordu. Bu yüzden Secahla dost olmak çarelerini aradı ve Ebu'l-Ferec'e göre"' Secah'a şöyle bir haber yolladı: "Ulu Tanrı sana ve bana vahiy gönderdi; biz birleşelim ve Tanrı'nın bize gönderdiğini tetkik edelim. Hakkı bilen, diğerine tabi olsun. Böylece toplanıp benim ve senin kavminle Arapları idaremize alırız." Taberi, İbni Haldan ve el – Vatvat Müseylime'nin adam göndererek Secah'dan aman istediğini, aman verdiği takdirde yanına geleceğini bildirdiğini kaydetmişlerdir. Secah aman verdi. Müseylime onun yanına geldi ve "Yer yüzünün yarısı bize aittir, adâlet ile iş görselerdi kalan yarısı Kureyş'e ait olacaktı. Tanrı Kureyş'in reddettiği bu yarıyı sana bağışladı. Hâlbuki kabul ettiği takdirde bu pay Kureyş'in olacaktı" dedi. Bunun üzerine Secah, Müseylime'ye:


"Bu payı ancak doğruluktan, adâletten sapanlar reddederler..." diye cevap verdi. Müseylime ona: "Tanrı kendisinin sözlerini dinliyenlerin sözlerini işitti. Ümit edenlere, hayır ümidini verdi. Rabbimiz daima kendisini sevdiren işlere dair emirler verir. Bu emirlerin yerine getirldiğini gördüğünde sizi takdis eder. Sizi korkulu hâllerden uzaklaştırır. Kendisinin ceza ve müldifatlandırma günü için sizi kurtarır. Bize azgın toplulukların ibadeti değil, hayırlı ve salih kütlelere mahsus olanların namaz ve dualarını meşru kılar ki, salih insanlar uyumadan geceleri ibadetle geçirirler...."



Kabilinden âyet diye iddia ettiği sözleri söyliyerek dostluk teklifinde bulundu ve Yemâme'nin bir yıllık mahsülünün yarısını Secâh'a vermek şartıyla barış yaptı. Seeâh, gelecek yılın mahsülünün yarısını da almak için israr edince, Müseylime buna da razı oldu ve onun gelecek yılın mahsüllerini götürmek için vekil bırakıp kendisinin bu yılın mahsülünden payını alıp memleketine dönmesini teklif etti. Secah bunu kabul etti; Hüzeyl, Ukka ve Ziyad' ı vekil bırakarak Mezopotamya'ya döndü. Hâlid'in ordusunun bu sıralarda yaklaşması bunların dağılmasına sebep oldu. Secâh ise Cemaât yılı'na kadar Taglibler arasında yaşadı"


Buraya kadar anlatılanlar gösteriyor ki, Müseylime rakib kabile şeflerinin ve Ebu Bekr'in, etrafını gittikçe bir ağ gibi sarmakta olduklarını gördüğünden Secâh' ı ve ordusunu barış yoluyla Yemâme'den uzaklaştırmak politikasını kendisi için en uygun çare olarak kabul etmişti.


Secâh'a gelince, büyük ümitlerle atıldığı bu maceranın, daha ilk denemelerde iyi sonuçlar vermediğini, bir yandan da Hâlid'in Esed'leri yenmesi üzerine adamları tarafından terkedildiğini görüp Müseylime ile anlaşmayı menfaatine en uygun hareket tarzı saymış, böylece küçük bir menfaatin temini ile yetinerek, görünüşü kurtarmak istemişti. Fakat hüküm ve nüfuzunun birkaç gün içinde mahvolduğuna iyice kanaat getirince çarçabuk ve sessizce geldiği yere dönmeğe mecbur olmuştu. Bu andan, Muaviye zamanında Kufe'ye nakledilinceye kadar geçen zaman içinde Secah' ın ne yapmış olduğu hakkında elimizde hiçbir bilgi yoktur. Yukarıdan beri anlattıklarımız, Seyf' in bize verdiği haberlere dayanmaktadır. Taberi'deki anonim rivâyet Secah'ın Beni Hanife yanındaki macerasını başka türlü anlatır. Bu arada Fütuh ül - Bül - dân, Agani, İber, Kitab ül - Maarif, Gurer ül - Hasâis, Ravzat üs - Safa, Tarih-i Ebu'l-Fida gibi kitaplarda da vak'a aşağı yukarı Taberi'deki anonim rivâyete uygun olarak şu yolda anlatılır: Müseylime onunla buluşmak üzere deriden bir otağ kurdurur içinde güzel kokulu bitkiler yaktırır. Kokunun çok olmasına bilhassa dikkat edilmesini emreder. Bu işler bitince Müseylime sözcüsü ile onu otağa davet eder. Secah ona, "Sana ne vahy edildi" diye sorar. O da kadında cinsi duygular uyandıracak müstehcen sözleri, güya kendisine vahy edilmiş, âyetlermiş gibi söyler. Secah bunun üzerine, onun peygamberliğini kabul eder ve kendisine de ayni şeyler vahy edildiğini bildirip Müseylime'nin kendisini kavminden istemesini teklif eder. Sonunda evlenirler. Üç gün sonra da Secah kendi adamlarının yanına döner. Kabilesinden olanlar, mehirsiz evlendiği için onu ayıplarlar ve Müseylime'den mehir istemeğe onu zorlarlar. Secah, tekrar Müseylime'nin yanına gider, Müseylime ona şehir kapılarını açmadan, ne istediğini sorar. Sonra Secah' ın müezzini Şebes bin Rib'i'yi çağırıp ona: "Allah'ın resülü Müseylime, Muhammed'in kendilerine farzettiği sabah ve yatsı namazlarını üzerinizden kaldırdı; bunu kabilelerinize bildir" der.


İbni Haldan ve Mirhond gibi tarihçiler bu konuda Yemâme mahsülünün bir yıllığının yarısının mehir olarak bu sırada verilmiş olduğunu kabul ederler ( İbni Haldan, II. S. 73, Mirhond, II., 224 /5).


Secah böylece komutanlarına vadettiği büyük menfaatleri temin edememiş olarak geldiği yere dönmeğe koyulunca, ona uyanlardan birçokları pişman olup kendisini terkettiler. Kaynaklar bu münasebetle yazılan şiirlerden bilhassa bir tanesini naklederler ki, o da "Bizim peygamberimiz kadın olup biz onun etrafında tavaf ediyoruz. Başka kimselerin peygamberleri ise erkekdirler" mısralarıdır.

Gene, Hakim bin Kelbi'ye atfedilen bir şiirde "Sizi doğru ve sabit bir dini kabule çağırdılar; siz onu bırakarak, sihir ve efsaneler defterine yazılmış, hüküm ve amelde kalmış sözlere inandınız" denilmektedir.


Pişmanlık çok geçmeden bütün Temimlerde kendisini gösterdi. Mâlik'lerin başkanı bulunan Vaki' bin Malik zaman kaybetmeden islamiyet'e döndü. Halbuki Yarbu'ların başında bulunan Malik bin Nüveyre biraz geçikmiş olmasının cezasını hayatıyla ödedi.


D. Secâh'ın Müslüman oluşu:


Secâh Mezopotamya'ya, Basra'ya, döndükten sonra nelerle meşgul oldu bilmiyoruz. Kaynaklar onun, Muaviye'nin üstünlük elde ettiği yıllara kadar nasıl yaşadığı hakkında bir bilgi vermediklerinden, Secah'ın bu yıllar arasındaki hayatı büsbütün karanlıklar içinde kalmıştır.


Muaviye, Irak halkı kendisine biat ettikten sonra birçok aileleri olduğu gibi Secah ve adamlarını da bulundukları yerden başka tarafa, Kûfe'ye nakletmiştir. İşte bu sırada Secah'ın Müslümanlığı kabul ettiğini, hem de iyi bir Müslüman olduğunu bütün tarihler ittifakla yazmaktadırlar. Fakat bazı kaynaklar onun, Kûfe'de değil Basra'da Müslüman olup gene orada Müslüman olarak öldüğünü açıklarlar. Onbirinci yılın ortalarında meydana çıktığı kesin olarak belli olmakla beraber ölüm tarihi kesin olarak belli değildir. Ancak Hicri 41'den önce ölmemiş olduğu anlaşılmaktadır.



E. Secâh'ın doktrini:


Secah' ın kendisine tabi olanlara oruç, namaz, zekat veya sadakayı emretmiş olduğu ancak domuz eti yemeğide mubah kıldığı iddia olunmaktadır. Onun, Hristiyanlığı pek iyi bildiği ve büyük kısmı Müslümanlıktan dönmüş olan Temimlere dayandığı gözönünde tutulursa, peygamberlik iddialarını, bu iki büyük dinden aldığı ilhamlarla beslemiş olduğu tahmin olunabilir. Onun vahiy adı altında yukarıda bahsettiğimiz sözleri, taraftarlarını savaşa katılmağa sevketmek ve menfaatler elde etmek için verilmiş komutanca emirlerden ibarettir.

 


Secah'ın kurmak istediği dinden zamanımıza kadar gelmiş bir kalıntı yoktur. Ancak eğer Secâh gerçekten Müseylime ile evlenmiş ise ve mehir verme meselesi doğru ise, o takdirde Ebu'l -Ferec'in yaşadığı H.508 - 597 yıllarında Temimler'in Müslüman oldukları halde ikindi namazını kılmamış olduklarını Secâh' ın kurmak istediği mezhebin bir kalıntısı olarak kabul etmek gerekir (Agâni, XVIII., S. 165; el - Vatvat, Gurer ül - Hasâis, 131). Fakat Secah' ın istilâ maksadı ile gittiği Yemame'den bir miktarcık mahsül ve hediye ile dönerken, esasen tatmin edilmemiş olan kavminin önünde, üç gün gibi kısa bir süre için evlenmeyi göze alması, peygamberlik iddiasında bulunan bir kadın hakkında pek makul görünmemektedir. Seyf'den başka bu konuda yazı yazmış olan hemen bütün Islam tarihçilerinin kabul ettikleri Secâh - Müseylime evlenmesini gene de şüphe ile karşılamak mecburiyetindeyiz. Bizi buna yönelten başlıca sebep Taberi ve Ebu'l - Ferec'deki asılsız ve hayasız rivâyetin gittikçe hafifleyerek Mirhond, Ebu'l - Fida ve diğer tarihçiler tarafından nakledilmiş olmasıdır. Hiç şüphe yok ki, bu derece müstehçen bir konuşma başkalarının yanında cereyan edemez ve başkalarına anlatılamazdı. O halde bunu hangi râvi kimden alarak nakletti? Bu, belli olmamıştır. Taberi her rivâyetin sahibini yazdığı halde, burada hiçbir isim kaydetmemiş "bu konuda başkaları şunları söyler" diyerek ihtimal ki, islâmiyet'in düşmanı olan bu iki insana karşı, sırf İslami bir gayret güderlikle uydurulan ve ağızdan ağıza yayılmış olduğu muhakkak olan halk şayialarını kitabına almıştır.


Secâh - Müseylime evlenmesi kendi tâbileri arasında Secah'ın prestijini kaybetmesi bakımından da bize imkansız görünüyor. Şayet böyle bir evlenme vaki olmuşsa bu, sırf politik mecburiyetlerden doğmuştur. Müseylime islamlara karşı bir müttefik bulmak ümidiyle onunla evlenmiş olabilir; fakat Secah'ın kurmak istediği dini, Müseylime'ninki ile birleştirmesi, sonra onun peygamberliğini tanıyıp ona tâbi olduğunu ilan etmesi sabah ve yatsı namazlarının kaldırılmasına baş eğmesi gibi rivâyetler, kabul edilmesi pek güç olan adeta çocukça iddialardır. Seyf'in bu konulardaki sükutunu onun, Temimi olması dolayısıyla, Wellhausen ve Caetan’nin iddia ettikleri gibi taraf tutma gayreti diye vasıflandırmamız ne dereceye kadar doğru olur bunu cevaplandırmak pek güçtür.


F. Netice:


Hemen söyleyelim ki, Secâh da Esved ve Tuleyha gibi hakiki bir peygamber olmaktan çok uzak olup sadece bir kahine idi ve Hazret-i Muhammed'in ölümünden sonra Temimler arasında çıkan karışıklıktan ve irtidadtan faydalanmak istemişti. Fakat alelade bir kadın değil, dini bilgilere sahip şair, hüküm ve emretme kabiliyeti gibi birçok meziyetleri bulunan haris bir kadındı. Fakat islâmiyet bakımından onun hareketleri, ne Esved ve Tuleyha, ne de Müseylime gibi tehditkar olamamıştır. O, kuvvetli bir rüzgâr gibi kuzey - doğudan Arap yarımadasına esmiş , fakat önce Müslüman Ribâb ve Amrlar kayalığına çarparak kuvvetini kaybetmiş, Yemâme'de Hacer ve Hadikat ür - Rahman surlarına ulaştığı zaman, dini ve siyasi kuvvet ve hüviyetini büsbütün kaybetmişti.


Secah'ın sonradan islamiyet'i kabul etmesi, onun hakiki bir peygamber olmadığının en büyük delilidir. O, sadece Hazret-i Muhammed'i kendisine örnek tutarak iktidar sahibi olmaya çalışan iktidar heveslisi bir kadındı.


İslam dininin ve Halifelerin geniş müsamahası Tuleyha gibi Secah' ın da hayatını bağışlamış ve bu suretle belki de din uğrunda ölenler hakkında sonradan halk arasında çıkan ve bazen tehlikeli durumlar yaratan inanışların doğması ihtimali önlenmiştir.

 



İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)


Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak