26 Nisan 2023 Çarşamba

MEVLEVİLİKTE KUTSAL YAPILARIN MİMARİSİ: ALLAH'A ADANMIŞ YERLER

 


Mevlevi Tekkesi


Mevlevi Tarikatı inananlardan, dervişlerden oluşan bir tarikattır ve Sufilik sadece bir felsefe değildir. Sufi öğretileri ve uygulamaları hayatın bir parçasıdır ve yaşandıkları özel mekanlar vardır. Kısacası tarikatlar, var olmak ve yayılmak için binalara ihtiyaç duyar. Mevlevi tarihinin de birçok diğer tarikat gibi kendine has coğrafi yerleri ve mimarisi vardır. Kutsal olan, mimariye girdiğinde materyal olarak değer bulur. Eğer bugün tarikatın genel tarihi üzerine batı zorlamalarla çalışılıyorsa, bunun sebebi her tekkenin mimarisinin özel bir etüt alanı olmasıdır. Bu konuda yazılı olan materyaller oldukça fazladır ve Mevlevi Tarikatı'nın tarihinin, her mimari eserin çalışılması ile yeni bir ifade kazandığı söylenebilir. Mevlevi Tarihi'nin bu konudaki problemleri bir yana, tekkeler hakkındaki her bilgi sanat tarihinin alanına girer. Ayrıca İslam şehirlerini düşünecek olursanız, bu dini mekanların şehirdeki dini eğitimin ve ona bağlı olan bütün dini uygulamaların merkezi olması amacı ile kurulduğunu fark edersiniz. Konstantinopolis'in dini politikası, Türkler tarafından fethedildikten sonra yönetimin kontrolü ile gerçek bir İslam şehrine dönüşmek olmuştur. Mevlevihanelerin mimari yapılarını inceleyerek Mevlevilerin iç dünyasına girmeye gayret edelim.


Mevlevi Tarikatı'nın binalarını tanımlayan altı temel kelime şudur:


«tekke, zaviye, hankah, dergah . asitane, Mevlevihane" . Tekke, zaviye ve dergah gibi bazı terimler diğer tarikatlarda da kullanılmaktadır; ancak her zaman aynı anlama gelmeyebilir. "Zaviye" kelimesi "Sufi mekanı" demektir ve Arapça kökenli bir kelimedir. "Ribat" kelimesi de -Mevlevi geleneğinde kullanılmasa da- Arapça kökenlidir ve "Sufiliği yayan kişilerin durakladıkları küçük yer" anlamına gelir. Bu mekanlar mimari olarak sadedir. Aslında "zaviye" kelimesi, "Mevlevi Manastırı"nın tümü anlamına gelen dergahların her bir bölümüdür. Ancak zaviyelerde derviş adaylarına eğitim verilmez. Bu adaylar eğitim verilen özel tekkelerde ders alırlar. "Zaviye" için, Mevlevi misyonerlerin yolculukları sırasında kaldıkları hanlardır, denilebilir, Zaviyelerde birkaç gün kalınabilir ve Mekke'ye hac yolcuğuna gitmek için burada bekleme yapılabilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir bölgesindeki tekkeden başka bir bölgesindeki tekkeye gitmek için yolculuk ederken de zaviyelerde kalınabilir. Osmanlı ve Mevlevi terminolojisine girmemiş bir kelime olan “ribat" kelimesinin anlamı aslında ülkeyi düşmanlardan korumaya yarayan birliktir. Belki de Mağripli Sufilerin kendi bölgelerindeki kıyıları ve toprakları silahlı olarak korumakla görevli olduklarından dolayı, önceleri "ribat" askeri bir kelime olarak kullanıldı; ancak daha sonra "küçük Sufi binası" anlamı kazandı. "Ribat", daha sonraki dönemde Sufilerin Tanrı'ya giden yollarını tıkayan tutkularından ve benlik gururlarından kurtulmak için savaş verdikleri küçük tekke olarak kabul edildi.



Sema eden dervişler için "dergah" kelimesinin çok özel bir anlamı vardır. "Dergah", Farsça bir kelimedir ve der "kapı" anlamına gelir. "Dergah", kısa zamanda, "dervişlerin ve şeyhin oturduğu yer" anlamını kazanmıştır. "Dergah", tarikata girmek isteyen adayların kabul edildiği zaviyedir. Bir de "hankah" kelimesi vardır ve "ev, hane" anlamına gelir; burası eğitim verilen bir mekandır. Mevlevi terminolojisinde eğitim verilen binanın tam karşılığı "asitane"dir. Dergah'ın değeri, içinde oturan kişilere ve onların manevi kudretine bağlıdır. Ayrıca dergah, çoğu zaman tarikatın temellerini atan mistik kişi, kutsal kurucu Rumi'yi de simgeler. Mevlevi Tarikatı'nda dergah kelimesi Konya Mevlevihanesi'ni betimlemek için de kullanılmıştır. Nitekim orada Rumi'nin türbesi bulunmaktadır. Dergah içinde onu Sufi manastırı yapan bazı kısımlar bulunur. Konya'dan sonra birçok Mevlevi mekanı olan tek şehir lstanbul'dur. lstanbul'daki beş Mevlevihane'den dördü dergahtır: Galata, Yenikapı, Kasımpaşa ve Bahariye (Beşiktaş). Üsküdar'daki Mevlevihane ise bir zaviyedir. Asitane dergah ya da hankahlar, eğitim verilen tekkelerdir ve derviş adaylarının meşhur 1001 günlük inzivalarını yapmaları için gereken her şey buralarda mevcuttur. Osmanlı topraklarına yayılmış olan yüz kadar tekkenin arasında pek de fazla asitane bulunmamakta, yalnızca on kadar asitane tüm tarikatın eğitim ihtiyacını karşılamaktadır. Birçok aday, tarikata günlük ihtiyaçları karşılansın diye, yani karınları doysun diye girmek isterdi. Asitaneler, hiç şüphesiz ayrılışlarına kadar orada kalan öğrencilerin, orada yaşamayı seçen dervişlerin ve hizmet edenlerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılıyordu.


"Mevlevihane" terimi daha geniş bir tabirdir, bu bakımdan eğitim verilen yerlerden- (asitane) ve zaviyelerden ayrılır. Mevlevi. Tarikatı'na ait olan tüm binalar Mevlevihane'dir. Genellikle insanların ikamet ettikleri merkezlerden uzakta kurulan Mevlevihaneler, şehirlerin büyümesi ile o şehrin birer parçası olmuşlardır. Mevlevi tekkelerinin şehirlerin dışında kurulmuş olması dervişlerin halktan ayrılma isteklerini açıkça gösteriyor. Dervişler halk ile aralarına bir mesafe koymak ve ruhsal beklentilerinin farklı olduğunu, dünyasal meşguliyetlerden uzaklaştıklarını göstermek istemişlerdir.


Bu kutsal binaların mimarisi ile Mevlevi terminolojisi iç içe geçmiş olup birbirinden bağımsız bina ve bölümlerden oluşan bu mimari kompleksini bir dış duvar çevreler. Bu kompleksin içine Mevlevi terminolojisinde "cümle kapısı" denilen kapıdan girilir. İstisnasız herkes bu kapıdan içeri girebilir ve orada bulunan türbeye ya da kutsal kurucu dervişin mezarını onurlandırabilir. Konya Mevlevihanesi'nde de kalabalıkların, dervişlerin tekkesini gezmek için doldurdukları bu kapı, bugün de ayaktadır. Bazı durumlarda, Konya' da olduğu gibi, Çelebi'ye özel bir kapı da bulunur. Yenikapı Mevlevihanesi'nin mimarisinde, cümle kapısı dışında padişaha özel bir kapı da bulunur. Bu kapı, padişahın ziyaretlerinde resmi olarak giriş yapsın diye konulmuştur. Kapı maddi olarak değersiz ve sıradan gibi görünse de Sufi doktrini bu alana özel bir önem verir. Allah ile birlik ve hakikate götüren Sufi yolu çeşitli menzillere aşamalara, mertebelere ve fiziksel mekanlara uğrar.


Büyük de olsa küçük de olsa bir Mevlevihane'ye girildiğinde karşılaşılan dünya farklıdır; ancak tüm Mevlevihaneler bir uyum içindedir. Bu Mevlevihanelerden birçoğu müzeye dönüştürülse de uzun yıllar bu onamlarda hüküm süren Mevlevi ruhu kendini hala hissettirir. Valeria Ferraro, doktora tezinde (2008) dervişlerin yaşadıkları kutsal mekanların 20. yüzyıl boyunca müzeye dönüştürülmelerini analiz etmiştir. Ziyaretçiler, müzeye dönüştürülen tekkeleri gezdiklerinde soğuk ve cansız bir onamlar karşılaşırlar; ancak yaşanmış olan gelenek hala canlı durmaktadır.



Girişte karşılaşılan bahçe tüm bölümleri çevreler. Merkezde bulunan semahane, Mevlevilerin sema yaptıkları yerdir. Genelde bahçenin hemen yanında bir mezarlık bulunur. Avrupalı gezginler tarafından en çok ziyaret edilen tekkelerden biri olan Galata Mevlevihanesi'ne girildiğinde, yol sizi Mevlevilerin ve bazı ünlülerin mezarlarının olduğu kabristana götürür. Bu patika izlenerek bütün kabristan gezilebilir. Mevlevihaneler ile kabristan iç içedir. Kabristanın girişinde “Hamuşhane" yazar. Bu "sessizlik evi" anlamına gelir. Derviş kabristanında ölüler, diriliş ümidi ile istirahat ederler. (Dervişler, semadan sonra da seremoninin devamı olarak genelde burada toplanırlardı.) "Hamuşhane" terimi: Farsça "hamuş", "sessizlik" ve “ölüm" anlamına gelir. Rumi'nin çok değindiği ölümün derin bir sessizlik olduğu düşüncesi Mevlevihanelerin kutsal mimarisinde de yer bulmuştur. Mezarların üzerinde genelde ölünün soyundan bahsedilir ve mezarlar bambaşka bir araştırma ve çalışma konusudur. Burada, dervişlerin haricinde bir ermişin yanına gömülmek istemiş olan birinin mezarı ile de karşılaşılabilir. (Bakırcı, 2007) Osmanlı mezar yazıları İslam geleneğinde yeni bir olaydır ve bu yazılarda kesinlikle ölü hakkında övücü sözler bulunmaz; öyle ki ölü mezarında insani bir övgü olmaksızın sessizce istirahat edebilsin.


Mevlevi dergahının kalbi, hiç şüphesiz semahane, yani sema için yapılmış özel yuvarlak biçimli salondur. Bu salon büyük, yuvarlak ya da sekizgendir. Semahanede kıbleyi gösteren bir mihrap da bulunur. Dua edilirken dönülecek olan Mekke'nin yönü burada işaret edilir. Dervişlerin sema ettiği salonun merkezinin zemini genelde ahşaptır. Semahanenin tavanında bir kubbe bulunur ve bu kubbe evreni, dünyayı ve kozmik dansı simgeler. Duvarlarda dekorasyon amacı ile mistik ve Sufi yazılar bulunur. Örneğin Yenikapı Semahanesi'nde semanın Allah aşıklarının gıdası olarak çok değerli olduğu yazılıdır. Semahanelerde genelde ziyaretçilerin ve kadınların, tamamen kendilerinden geçen dervişlerin dikkatini dağıtmadan semayı izleyebilecekleri kapalı bir bölüm de bulunur. Üst katta bulunan bu bölümün yanında ''mutribhane" (enstrüman locası) vardır. Burada müzisyen olan dervişler tüm tören boyunca müzik yapar ve ritim verir. Bu salonlar camiye benzerler. Mihrap haricinde kürsü (minber) da semahanenin kısımları arasındadır. Nitekim semahaneler cami gibi bir dua yeri olarak da kullanılabilir. Semahanenin giriş kapısı mihrabın tam karşısındadır ve Ayin-i Şerif boyunca şeyh burada durur. Yeni yapılmış olan İstanbul tekkelerinin semahaneleri Anadolu'daki eski semahanelerden daha farklıdır. İstanbul'daki semahanelerde sema alanı, salonun tam ortasında bulunur. Bu sema dairesinin tam üstünde kubbe bulunur ve bu kubbe Kudüs'teki Mescid-i Aksa Camisini hatırlatır. İstanbul'daki semahaneler ve bu caminin büyük benzerliği, semahaneleri yapan mimarların Peygamber'in miracından esenlendikleri varsayımını doğurur. Mucizeye göre Miraç, kutsal şehir olan Kudüs’te, bu caminin olduğu yerde bir gece vakti vuku bulmuştur.


Sufiler için geceleri hacılık yolculuğu yapmak çok önemlidir. Bu yüzden o cami ile semahanelerin mimarisi arasında bir bağ olduğu düşünülebilir. (Tanman, 2007, s. 110-2)


Türkiye'de hala ziyaret edilebilen semahanelerin güzelliği Osmanlı devrinde Ayin-i Şerife katılmanın ne kazar güzel olacağı konusunda fikir veriyor. Gelibolu'daki Mevlevihane'nin tamamı semahane olarak inşa edilmiştir, yani Mevlevihane tek ve çok büyük bir semahaneden oluşur. Mevlevihanelerin kalbi işte bu semahane denilen yerlerdir. Mevlevihane ruhaniyetinin merkezi budur. Burada namaz da kılınır, sema da yapılır; Kur'an da Mesnevi de okunur.



Mutfak (matbah) hem dervişlerin beslenmesi için hem de derviş adaylarının (nevniyaz) ruhsal eğitimleri için çok önemlidir. Burada hem sanat hem de Mevlevi mistisizmi öğrenilir. Mutfak için "değerli, şerefli anlamına gelen "şerit" sıfatı kullanılır. Bu yerin tekkedeki adı Matbah-ı Şeriftir. Matbah-ı Şerifin ruhsal sorumlusu Ateşbazı-ı Veli'dir (Aziz Baş Aşçı). Bu isim, Rumi'nin zamanında yaşamış olan Şeyh Muhammed Hadim'den beri devam etmektedir. Derviş olmak isteyen adaylar "Ateşbaz-ı Veli"ye emanet edilirlerdi ve yolun başında olan bu zatların eğitimlerinden ve olgunlaşmalarından o sorumlu olurdu. Mutfakta iki koyun postu bulunurdu ve bunlar Ateşbaz-ı Veli'yi simgelerdi. Postlardan birisi "Sertabbah" denen eğitim sorumlusunun otoritesini, diğeri de şeyhin yardımcısı olan "Kazancı dede"nin otoritesini temsil ederdi. Matbah-ı Şerifin yanında, Meydan-ı Şerif denilen oda bulunurdu. Dervişler sabah namazı için burada buluşurlar ve namazın akabinde sessizce dua ederlerdi. Buradaki postlardan kırmızı olan Sultan Veled'in, beyaz olan da Ateşbaz-ı Veli'nindir. Mevlevi hayatında yetki sahibi olan kişilerin pozisyonları sade bir post ile simgelenirdi. Matbah-ı Şerif'te dervişler için ve derviş adayları için yemek pişerdi. Ancak misafirler ve ziyaretçiler için şeyhin hareminde bulunan mutfakta yemek pişirilirdi. Matbah-ı Şerif ruhsal inziva yeriydi. Çilehane de burada bulunurdu ve derviş adayı burada 1001 gün süren çilesini çekerdi. Aday bu çilehanede, ilk üç gün boyunca dua eder vaziyette hareketsiz dururdu. Bu üç günün sonunda Mevlevi Tarikatı'na girmek istediğini göstermiş olurdu, aday olarak kabul edilirdi.


1001 gün süren eğitimini tamamlayan adaylar dede, yani her anlamda derviş olurlardı. Sonrasında tekkede kalmayı tercih edebilirler ve bekar kalabilirlerdi. İsteyenler dünya yaşantısına da dönebilirdi. Tekkede kalan dervişler günün belli bir zamanını hücrelerinde dua ederek ve öğrencilerini yetiştirerek geçirirlerdi. Manastır hücrelerine benzeyen bu küçük oda dervişlere özel olan ortak bir koridora açılırdı. Koridorun girişinde ayakkabı koymaya yarayan bir yer bulunurdu. Sağda ya da solda bir ocak bulunur ve burada kahve içilirdi. Tarihi anlatılara göre kahve tüketimi Sufiliğin geçmişinde vardır. Kahve, Sufiler için öncelikli içecekti. Gece dua etmekte olan Sufilerin meditasyonuna yardımcı oluyor, içerdiği kafein onların uykuya dalmasını önlüyordu. Sufi yaşantısı için her zaman şu söylenmiştir: "az yemek, az uyku, az konuşma." Mevleviler bu üç emri uygulamıştır. Dergahların kutsal mimarisi de bu sürekli çileci yaşamını yansıtmaktadır. Bu yeri kutsal kılan başka bir öge ise hiç şüphesiz dervişlerin intisap yolunda ulaştıkları mertebeyi simgeleyen postlardır.


Mevlevi mimarisinin daha başka karakteristik özellikleri de vardır. Semahane cami olarak kullanılmasa da mescit olarak kullanılabilir. Müslümanlar beş vakit ibadetlerini burada yerine getirebilirler. Küçük bir dua salonu dergahın içinde olabileceği gibi, bir evliyanın türbesinde de olabilir.


"Meşkhane", Mevlevihane'de bulunması şart olmayan bir odadır. Anlamı "alıştırma yeri"dir. Burası dervişler için sema pratiği yapma yeriydi. Bu dairesel dönüşün tekniğini öğrenmek isteyen semazenler tahta üzerine çakılmış bir çivi üzerinde pratik yaparlardı. Bu dönüş sırasında yapılması gereken hareketlerin öğrenilmesi için bir zaman ayrılmalı ve özel bir yer hazırlanmalıydı. Bu eğitimden sonra semazen semahanede daha yaşlı dervişlerin yanında sema yapabilirdi. Mevleviler, yeni sema edecek olanlara meşkhanede "başlangıç seremonisi" (müptedi mukabelesi) yaparlar, akabinde Ayin-i Şerifte aralarına alırlardı.


Mimari kompleksi içinde ayrı ve en dünyevi olan onam şeyhin haremi idi. Burada şeyhin ailesinin kullandığı odalar haricinde bir mutfak ve misafir odası da bulunurdu. Dervişlerin eşleri ve anneleri de bu alanlarda misafir edilebilir, erkek ve kadınlar arasındaki ayrım ve sessizliğe zarar vermeden misafir edilebilirlerdi. Haremin yanında "Selamlık" denilen yer de bulunabilirdi. Şeyh burada misafirlerini ve davetlilerini kabul eder, onlara hoş geldiniz konuşması yapardı. Şeyh bu odada dervişleri de resmen kabul ederdi, burada dervişlere ünlü Mevlevi başlığı olan "sikkeyi" giydirirdi. Sikke giydirilmesi, kişinin tarikata girişinin törensel bir mührü gibiydi. Misafirler eğer biraz uzun bir süre kalacaklarsa burada misafir edilir, tekkenin günlük akışındaki olaylara katılırlardı. Ayrıca bu salonda sınıf farkı gözetilmeksizin dervişler, Osmanlılı yöneticiler, zavallı dilenciler aynı masada oturup yemek yerlerdi. Yenikapı Mevlevihanesi'nin tarihinde Farsça yazılmış şu beyitteki gibi:


"Bu sofrada halk ile soylu ayrımı yoktur/herkesin doyduğu sofradır bu." (Arpaguş, 2009, s. 98)


Bahsetmemiz gereken en son yer, tekkede bulunan Sikkehane'dir. Sikke denilen derviş başlığı bu odada üretilir ve bu oda sadece Konya Dergahı'nda bulunur. Sikkehane, büyük ihtimalle ana salonun bir kat altında bulunmaktaydı; ancak 1816 yılında yapılan yenileme çalışmaları ile ortadan kalkmıştır. (Erol, 1 996, s. 283-6) Bu yüzden 18. yüzyıla ait bazı evraklar sayesinde, sembolik olarak çok önemli olan bu parçanın üretilmesi için özel bir bölüm olduğundan haberdarız.

 


Dışsal Ortam ve İçsel Eğitim


Mevlevi mimarisi, oldukça sembolik karakterde yapısal bir komplekstir. Dışarıdaki insanların betimlemeleri ve Mevlevilerin yaptıkları bazı mimari tanımlamalar ile Sufilerin şekil ve geometri dünyalarındaki kutsallığa biraz aşina olabiliriz. Dervişler estetik olarak güzel olan bu yerlerde sadece yaşamaz. Mevleviler bu şekilleri içselleştirir. Bu mekanlar kurulmadan önce zaten içsek bir ruhsal evrende mevcutturlar. Mevlevi mimarisi Sufi düşüncesi ve mistisizminin bir koludur. Bu düşünce ve mistisizm farklı türlerdeki yapılarda açığa çıkmıştır. Bu mimari aynı zamanda dervişe dolaylı bir etkide bulunur ve kendisi ile binadaki ögeleri mukayese etme imkanı verir. Hümeyra Uludağ, araştırmasında tekke yazıları konusunu incelemiş ve iç dekorasyonda kullanılan öğelerin Sufi düşüncesi ile olan ilişkisini işlemiştir. Çok ince işlenmiş levhaların, cama boyanmış kutsal resim, yazılar ve tarikatlarda kullanılan eşyaların kullanıldığı iç dekorasyon, Sufilerin ruhlarını tanımamıza yardımcı oluyor. Hiç şüphesiz tüm tarikatlardaki gibi Mevlevi tekkelerinde de uygun bir dekorasyon yapılması beklentisi vardı. Binaların dışında ve içinde çok yazılar vardır. Dekoratif öğeler ve hat yazıları Mevlevi binalarını donatmıştır. Bu kadar farklı öğenin iç içe geçtiği dışsal mimari ile Mevlevilerin faaliyetleri arasında çok büyük bir bağ vardır. Mevlevi geleneğinde bir mühür gibi iz bırakan bu objeler, mistik evrenin yaradılışının son aşamasının ögeleridirler. Nitekim bu öğelerin arasında yaşayan derin, iç dünyasını da bu kendi geleneğinin getirdiği dışsal onama uydurma ihtiyacı hissetmiştir. Sufi işte bu şekilde dünyaya Mevlevi perspektifiyle bakar ve günlerinin her anını bu bakışla geçirir. Sufi eğiliminin ve disiplininin de amacı budur. Tekke binalarının mimari ve dekoratif olarak bakımının yapılması ve zenginleştirilmesi, çilecilik yolunun bir parçasıdır.

 


Binaların girişinde her zaman vakıf ya da tekke olduğu yazılıdır. Galata Mevlevihanesi'nin girişindeki yazıda 1791 yılında Padişah 3. Selim ve kurucusu İskender Paşa zamanında tekkenin kurulduğu 36 dize ile anlatılmaktadır. Ana giriş kapısının karşısındaki tuğrasında padişah, tekkenin doğru ellerde olduğunu ve dervişlerin de onun kurumsal gölgesi altında himayesinde olduğunu ifade eder. Elimizdeki bilgiler bizi tarihi ve ruhsal açıdan oldukça aydınlatıyor ve dönemin politik ve dini durumu hakkında genel bir tabloyu önümüze seriyor. Bugün bu mekanları ziyaret eden kişiler yazıların manasını anlayamıyorlar; ancak Osmanlı devrinde Mevleviler bu yazıları anlayabilecek sosyal, estetik ve yazımsal yetiye sahiplerdi. Binaların her yerinde yazılar var, girişten iç kısımlara kadar. Semahanenin girişindeki yazı, Mevlevileri Rumi'nin "Ya Hazret-i Mevlananın naatı ile karşılar. Sufilik yolunun kalbi olan tarikata girmek sadece kurucu Rumi'nin aracılığı ile vuku bulur. Bu çile yolunu işaret eden ve Allah ile bir olmaya götüren odur·, Bu naat sema sırasında söylenmenin yanında, birçok yerde yazı ve iç dekorasyon olarak karşımıza çıkar. Tüm bu yazılar Rumi'ye atıfta bulunur ama Mevlevi Tarikatı'na ait sembollerle süslenmişlerdir. Bu sembollerden biri Mevlevilerin ünlü başlığı sikkedir. Tekkelerin kendine has hat yazıları, Mevlevi kültürünün bir parçasıdır ve her türlü zemin üstüne işlenmişlerdir. Örneğin Konya'da bulunan eşsiz hat yazıları semahanenin duvarları üzerine uygulanmıştır ve özellikle Yeşil Kubbe'nin içini doldurmuştur. Bu yazılarda bir renk cümbüşü vardır ve altın rengiyle yazılmış Arap harfleri duvarı bir mozaik eserine dönüştürmüş, Rumi'nin büyüklüğünü yansıtmaktadır. Örtü, cam, kumaş üzerine işlenmiş olan hat yazıları Mevlevilerin sanatsal olarak ne kadar üretken olduklarını göstermektedir.


İç dekorasyona amropolojik olarak bakarsak, Sufileri iç dünyasında gerçekten harekete geçirecek ve dua etmelerini sağlayacak bir öğe olduğunu söyleyebiliriz. Hat sanatı İslam ve Sufilik dünyasında çok değerlidir. İslam'da ikonaların yerini bu yazılar tutar. İslam sanatında insanın resmedilememesi, başka teknik ve motiflerin çıkmasına engel olmamıştır. Hat sanatı kutsal evreni sanat yolu ile ifade etme arzusu sonunda doğmuştur. Minyatür sanatı da bu şekilde Rumi'nin ve Mevlevilerin mesajını yansıtmıştır. Bazı marjinal gelenekler harflere ezoterik değerler ve simgeler yüklemiş ve yazdıkları yazılarda insan resmi ve yüzü figürleri ortaya çıkmıştır. Mevlevi Tarikatı'nda Ortodoks denebilecek -Bektaşi gibi- bazı gruplar bundan uzak durmuştur; ama onlar da hat sanatı eserleri üretiminden tamamen çekilmemişlerdir. Bu tipik hat sanatı eserlerinin örnekleri, hem mezarlıklarda hem türbelerde hem de semahanelerin yanlarında görülebilir. Türbelerdeki sandukalar yeşil renkli bir örtü ile örtülür ve bu önünün yamaları altın rengi ip ile işlenir. Örtünün üzerine farklı ayet ve Arapça dua içeren cümleler yazılır.


Allah'ın Adı, dört halifenin adı, Rumi'nin adı ve Allah'ı simgeleyen isim (Hu) her yerde nakışlanır, özellikle de semahanede. Bu yerler nötr olmaktan çok uzaktırlar, canlılıkları ve estetik yanları da yoktur. Duvarlar oldukça sadedir. Bir hat panosu, yazı, nakış içeren bir tablo koyularak duvardaki monotonluk kırılmaya çalışılmıştır. 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına doğru -bugün bazı müzelerde görüleceği gibi- iç kısımlarda şeyhin fotoğrafı kutsal bir kişi olarak asılmaya başlandı. Şeyhin yüceltilmesi, Sufilerin mürşitleri ile yaptıkları biatleşmenin dışsal bir gösterimidir. Daha yakın zamanlarda ise Sufi öğretisini kuran en önemli kişilerin fotoğrafları tekkelerin iç kısımlarına asılır oldu. (Uludağ, 2005)


Duvarlara aydınlatma amacı ile asılmış olan kandiller bugün müzelerde sergileniyor; ancak zamanında bu kandillere de sanatsal başyapıt olarak yaklaşılırdı. Kandiller de değişik maddelerden yapılabilirdi: dallardan, üzerine hat işlenmiş camlardan ... Mevlevi müzelerinin kataloğuna bir göz atarsak, kandillerin sadece aydınlatma gereci olarak görülmediğini anlarız. Sonsuzluğu simgeleyen devekuşu yumurtası bu tekkelerin duvarlarına süs olarak asılmıştır ve bunlar sema sırasında havayı değiştirmek amacı ile buhurdan olarak kullanılmıştır. Tüm bu aksesuarlar Mevlevilerin maddesel kültürüdür ve tarikattaki tipik hayat atmosferine aittirler.


Bu iç mimariyi oluşturan ögeler Mevlevi öğretisini ve uygulamalarını yansıtmaktadır; Tanrı ilk plandadır. Tanrı'nın ismi tekkenin her yerine işlenmiştir ve böylece dervişler gün boyunca nerede olursa olsun o ismi anmaktadır. İkinci planda olan figür Mevlevi Tarikatı'nın kurucusu olan Rumi'dir. Tekkenin birçok yerinde onun beyitleri hat sanatı ile işlenmiştir. Bu beyitler hiç şüphesiz okunuyor ve melodi ile söyleniyordu. İç mimaride bunların dışında tarikatın sembolleri de kullanılmıştır. Sikke denilen uzun tarikat başlığı sembolü çok kullanılmıştır. Son olarak tarikatın son dönemlerinde tekkenin bazı bölümlerinin girişine görkemli fotoğraflar konulmuştur. Şeyhin öğretisi ve ruhsal rehberlik vazifeleri ile Tanrı. Rumi ve tarikat figürleri iç içe geçmiştir.


Bir hipoteze göre dergahın iç mimarisi bir anlam taşımamakta da olabilir. Bazı alanların birbiri ile ilgisi olmayan birçok dekorasyon ürünü ile doldurulmuş olduğu doğrudur. Bunun tek amacı boş bir duvarı doldurmak da olabilir. Bir başka düşünceye göre de birçok farklı element doğru şekilde yerleştirilirse anlamını kaybetmez ama bu elementler birbirini destekler. Antropolojik tarihe göre tarikatın tüm dönemlerini kapsayan değişimleri göz önüne alırsak bu düşüncenin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 17. yüzyılın en üretken yazarı ve tüm Mevlevi tarihinin en önemli teorisyeni olan Ankaravi'nin metinlerinden aldığımız bilgilere göre iç dekorasyona özel bir önem verilmemesi gerekiyormuş. Buna rağmen Ankaravi, tarikatın sembolojisinin yansıtılması konusuna ısrarla değinmiştir. Daha ileriki zamanlarda, 19. yüzyılda tekkelerin içindeki yaşam zirveye ulaşmış, tarikatın sembolleri iç mimaride de uygulanmış, artık semboller ikinci planda kalmamıştır. Bu son devreye gelindiğinde, iç mimari daha önceki dönemlerde hayal edilebilecek olandan çok daha önem kazanmıştır. Osmanlı sanat tarihçileri gün geçtikçe bu mimarinin Batı dünyasından ve Avrupa'dan etkilenip etkilenmediğini sormaktadırlar. Bazı "sanatsal" ifadeler Avrupa kıtasının sanat formları ile kolaylıkla eşleştirilebilir. Bu soru oldukça ilginç ve karışık görünse de, tekkelerin iç mimarisi ve dekorasyonunun dervişlerin içsel yapıları ve içsel eğitimleri için önemli bir etki yaptığı bir gerçektir.




Giyimden Objelere: Eşya Kültürü Ruhu


Sufi öğretisi ile dünya malları arasındaki ilişki incelenmek istenirse, tarikatın kullandığı malların özel bir kültür mirası olduğu analiz edilmelidir. Ancak bunu yapmadan önce yazılı tarihe bir göz atmak gerekir. Sufilik ve İslam tarikatlarına ilişkin yakın döneme ait yazılı tarih, Mevlevilerin ruhsal dünyalarında kullandıkları araç ve gereçlere pek fazla değinmiştir. Aynı yaklaşım ile örneğin Katolik tarikatlara ve gruplara bakılacak olursa, sadece yazılı tarihe değil, sözlü tarihe, kişilere ve objelere de çok değer verildiği görülecektir. Avrupa'da yapılan araştırmalar tarikat ve grupların gelişimini ve önemli tarihsel problemleri oldukça fazla çalışmış ve analiz etmişse de maddi objelerin değeri konusundaki yazılı tarihe de o kadar az değinmiştir. Bu alanda çalışma yapan Türk araştırmacıların kesinlikle büyük çoğunluğu Mevlevi Tarihi konusunda çalışmaktadır. Bu araştırmacılar on yıllar boyunca Mevlevi Tarikatı için çok önemli olan bazı objeler, sanat tarihi ve artistik olarak etüt ermişler ve çok çaba harcamışlardır. Bu araştırmaların amacı marjinal bir bulguya ulaşmak değil, Sufileri ve dervişlerin kültürleri hakkındaki önemli noktalara dikkat çekmektir. Giysiler, yiyecekler ve objeler her kültürde var olan temel öğelerdir; çünkü sosyal grubun kendi içindeki ilişkisini ortaya koyarlar. Aynı zamanda dünyadan uzak denebilecek yüksek ve özel bir ruhaniyetin parçalarıdırlar. Bu yüzden maddesel kültür ve semboloji, Mevlevi tarihinin ve yazılı tarihinin kalbidir.


Dervişlerin hayatlarındaki anları ve yaşadıkları alanları ayıran kutsal mimari ve Sufi öğretisinin prensiplerini içselleştirmeye davet eden dekorasyon dışında, günlük hayatta kullanılan objeler de ruhsallığın maddesel hal alışının son aşamasını oluşturur. Rumi'nin biyografisinde, giysinin önemi hakkında şu sözler bulunur:


Şems ortadan kaybolduktan sonra, Mevlana kendisi için bir tünik (ferace) ve altın renkli yünden bir başlık yapılmasını emretti. Akabinde gömleğini açtı ve beline bir kuşak doladı, kuşağın uzunluğu yere kadar değdi (şekeraviz). Tipik Mevlevi pabucu giydi ve tuniğini düzeltti. Altı telli keman (rebap) getirilmesini emretti ve semaya başladı. (Yazıcı, 2003-04, s. 13-4)



Başlık: Mevlevi giysisi Sufi öğretisi ile ilişkili birçok semboller içerir.   Yukarıdan başlayarak bu giysiye değinelim. En üstte birçok ismi olan ünlü başlık bulunur. Mevlevi Tarikatı'nda bu başlığa genelde "sikke" denir; ancak bu başlığa teknik olarak, biçiminden ötürü "Mevlevi Külahı da denir. Sikke'nin bir diğer adı da "destar"dır. Sikkeye sade iken de ayaklara kadar inebilen kuyruklu ya da kuyruksuz bir yeşil kumaş dibine sarıldığında da destar denilebilir. Sikke oldukça basit bir koni biçiminde ve bal rengindedir. Bu başlık, el ile yapıldığı için ve konik şeklinin verilmesi için çok sıkı dokunması gerekmekte, bu da çok uzun zaman almaktadır. Bu sembolik giysinin taşınmasındaki mana kendi formunda gizlidir. Diğer tüm tarikatların başlıkları, üzerlerinde bulunan kumaş katları ile birbirinden ayrılır; ancak Mevlevi başlığında kumaş bulunmaz ve bulunmalıdır. Dervişlerin başlığı olan sikke, Allah tarafından Muhammed Peygamber'e açıklanan Tek Allah inancını sembolize etmektedir. Mevlevi sikkesi katlı değildir. Çünkü Tanrı çok değil tektir. Sikkelerin birbirinden farklı oluşu, tarikat içerisindeki mertebe farklılıklarına işaret eder. Sade semazenler, yani kutsal semaya katılan dervişler sadece sikke takarlar; ancak, onların şeyhi destar takar, yani sikkenin dibi daha kıvrıktır ve omuzlara kadar inebilen kırmızı renkli bir kuşakla çevrilidir. Derviş, kırmızı renkli kuşağı 1001 günlük çilesinin sonunda alır ve bu kuşak dede olduğunu simgeler. Eğer bu şeyh Peygamber'in soyundan geliyorsa kuşağının rengi yeşil olur. Ancak günümüzde sema töreni sırasında yeşil renkli destar kullanma geleneği benimsenmiştir. Bazen bu yeşil kuşak, sikkenin tam ortasına bağlanır ve konik biçim ikiye bölünmüş olur. Bu bölünme semanın başka bir temel prensibine atıfta bulunmadır; kuşak bu durumda ufuk çizgisini (Hatt-ı istiva) temsil eder ve yuvarlak olan salonu simgesel olarak ortadan ikiye böler. Bu, ruhun Tanrı'dan bedene inişini ve bedenin tutsağı olan ruhun Tanrı'ya dönüşünü bir yay biçiminde simgelemektedir.

Sikke: Tüm tarikatı birleştiren ortak bir noktadır, çünkü inisiyatik bir biçimde ölmeyi ve Tanrı ile buluşmayı simgeler. Sema da Peygamber tarafından "ölmeden önce ölünüz" sözünün gerçekleşmesini sembolize eder. Semada Mevleviler bu çilesel ve inisiyatik ölümü sahneler, başındaki başlık da mezar taşını simgelemektedir. Nitekim mezarlar da üzerlerine yapılan mezar taşları ile birbirlerinden ayrılırlar. Türk kültüründe bir saygı ifadesi olarak başa şapka takılır ve her bireyin şapkası ait olduğu sosyal grubu işaret eder.

Asırlar boyunca Mevlevi Tarikatı'nı simgeleyen başlık sikke olmuştur. Sikkenin şekil ve simge olarak kullanılması her yerde Mevlevi kültürünü betimlemiştir. Edebiyat ve şiirde de bu sembol bolca kullanılmış, Mevlevi tarihinde asırlar boyunca bu simgenin açıklandığı birçok yazı yazılmıştır. 20. Yüzyılın başında bir şairin şiiri şöyledir:


Nüsha-i kübraya zinettir külah-ı 

Mevlevi Alem-i ekberde heybettir külah-ı 

Mevlevi istemem Allah bilir ben 

başka zıb-ü saltanat En mukaddes 

cac-ı devlettir külah-ı Mevlevi 

Dalkavuk olmaz deden serpüşu yüksek olsa da 

İzzet-i nefse işarettir külah-ı Mevlevi

Eşrefi hakka erenler iktisa eyler onu

Vuslat-ı kurb delalettir külah-ı Mevlevi


(Ömer Faruk Huyugüzel, Şerife Çağın. Eşref Bütün Eserleri, 1 . baskı 2006, Dergah Yayınlan, s.465)


Tercümesi: Mevlevi'nin külahı, binanın kubbesine benzer. Külah; başı arşa dek yükselmiş; ariflerin binlercesini altında barındıran bir kubbedir. Külah, velilik şahının sikkesi kabul edilerek hal ehlinin, aşk mihrabını altında bulabileceği bir köşkün veya vahdet köşkünün kubbesidir. O kubbenin altında, salik, vecit olma ve kendine gelme hallerini yaşamaktadır.

(Hilmi Yücebaş, Şair Eşref, İstanbul, 1984, s.371-372)


Üstlük: Siyah olan bu giysiye hırka denir ve bu giysi Sufi öğretisinde ve tarihinde Peygamber'den haleflerine ve oradan da zincirin en son halkası olan tarikatın şeyhine geçen ruhsal kudret ve kutsamayı simgeler. Bu giyim aksesuarı yalnızca Sufi ve Mevleviler tarafından kullanılır. Rengi siyahtır ve bu renk başlangıcından beri İslam'ın gözde rengi olmuştur. Ayaklara kadar inen bu Mevlevi hırkası, yalnızca ritüellerde kullanılmaz, aynı zamanda bir üniformadır. 20. yüzyılın başında çekilen bir fotoğrafta, dervişlerin semaya başlarken bu mantoyu çıkardıklarını ve beyaz giysileri ile kaldıkları görülür, bu üzerinde düşünülmesi gereken bir harekettir.


Destegül ve gömlek: Destegül bir tür beyaz cekettir. Yakasızdır ve boyun kısmı V şeklinde açıktır. Düğmesi bulunmaz, biraz geniştir ve bele kadar inmez. Dervişler bu ceketin altına gömlek giyerler. Gömlek beyaz, kolsuz ve yakasızdır. Mevlevilerin Vücutlarının üst kısmını sarar.

Tennure: Giysinin bu kısmı Arapça "tennur" kelimesinden gelir. Kelime anlamı "ekmek pişirilen fırın"dır. Bu işte giyilen giysinin bu şekilde olduğu düşünülmektedir. Tennure tüm Vücudu kaplayan bir giysidir. Bu parçanın üst kısmında yaka ve kollar bulunmaz. Sadece gömleğin ve ceketin kolları bulunur. Bu giysi bele kadar iner ve belden itibaren çok geniş bir etek haline gelerek ayaklara kadar ulaşır. Mevlevi bu etek sayesinde sema sırasında bir hafiflik ve dairesellik atmosferi yaratabilir. İki çeşit tennure vardır. Birinci türdeki tennure günlük işleri yaparken giyilir ve eteği çok geniş değildir, sadece dizlere kadar iner. Rengi siyah ya da kahverengi -yeşilimsi bir renk olabilir. İkinci türdeki tennure ise sadece semaya özeldir. Beyaz olabileceği gibi gök mavisi, kırmızı ya da yeşil de olabilir. Sema, mistik ölümün sembolik ve inisiyatik temsili olarak yorumlanır. Sikke nasıl mezar taşını simgelerse, tennure de Müslüman'ın ölüm soyunuşunu ve kefenini simgeler.


Elif nemed: Mevlevilerin bellerine sardıkları kumaş kuşağa "elif nemed" denir. Bu 10 santimetre genişliğinde ketenden bir kuşaktır ve olukça uzundur. Bele dolandığında geniş alan kaplar. İsmi Arap alfabesinin ilk harfi olan "elif"ten türemiştir. Derviş adayları tarikata girdikleri anda bu kuşak bellerine bağlanır. Kuşak beli en az iki kere dolaşacak kadar uzundur. Artan kısımlara düğüm atılır ve bu fazlalık "Destegül" altına gizlenir.


Mest ve pabuç: Mest deriden yapılmış bir tür ayakkabı anlamına gelir ve ayakları bileklere kadar örter. Ayağın şeklini tamamen alır ve böylece dervişler semahanede rahatlıkla dönebilirler. Dervişler bu kutsal alanın dışında pabuç denilen hafif deri ayakkabıları giyer.


Mevlevi giysisinin bu bölümlerine tespih gibi objeler de eklenmiştir. Bu tespih ile Müslüman müminler, Allah'ın birbirinden güzel 99 adını zikrederler. Mevlevi Tarikatı'nda tespihler, cemaatin duasında ve bireysel dualarda çok farklı biçimlerde ve farklı sayıdaki boncuklarla kullanılmıştır. Bazı Mevlevi tekkelerinde binden daha fazla sayıda boncuğu olan tespihler bulunmuştur (en uzunu 1754 boncukludur). Bu objelerden en az tanınanı ise "mütteka"dır. Bu, sapı olan tahta bir sopadır ve alın buna dayanır. Böylece uzun dua saatleri sırasında uykuya dalınmaz. Dervişlerin uykuya dalmadan uzun dualar yapabilmeleri için özel teknikler geliştirdikleri bilinmektedir.


Sufiliğin bir başka tipik objesi, önce Kalenderiler tarafından kullanılan ve daha sonra Mevleviler tarafından benimsenen, dilenci kutusu diye de bilinen "keşkül"dür. Bir çeşit Hindistan cevizinin kabuğundan yapılan bu kap, derviş tarafından beline asılırdı ve derviş dilenirken karşılaştığı insanlardan aldıklarını buraya koyardı. Bu objenin sembolü hacılıktır; daha doğrusu dervişin içsel ve dışsal yolculuğu, göçebeliğidir.



Sufi ve Mevleviliğin diğer objeleri de "sancak" denilen tarikat bayrağı ve "alem" denilen bayrak direğidir ve ikisi de sembollerle doludur. "Teber", ruhsal savaşı simgeleyen sembolik baltadır. "Pazarcı maşası ise tekke için alışverişe giden Mevlevi'nin taşıdığı bir obje idi.


Mevlevi Tarikatı'nın yaşamında yer etmiş olan bu objelerin oluşturduğu eşya kültürü, tarikatın hayatını ve ruhaniyetini öğrenmek için somut bir araştırma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün bu objeler müzelerde bulunuyor ve ziyaretçiler ile Mevlevi Tarikatı'nın geleneğini yeniden yaşamak isteyen kişilerin dikkatini çekiyorlar. Bu eşyaların Mevlevi Tarikatı'nın kültürü ve ruhsal geleneğinin aktarılması için birer araç olduğu unutulmamalıdır. Rumi'nin entarileri Konya Müzesi"nde birer ruhsal hatıra eşyası olarak muhafaza edilmekte, hayranlık ve bu ermiş ile yakınlık hisleri uyandırmaktadır. Aynı objeler biçiminde hediyelik eşyalar da yapılmakta ve böylece Mevlevi Tarikatı'nın kültür mirası yayılmaktadır. Örneğin "sikke", çok değerli bir sanat eseri olarak altından ya da gümüşten kolye ucu olarak işlenip satılır, Müslüman kadınlar ve Rumi'nin düşüncesine hayran olanlar tarafından takılır. Sikke, kişinin bu ideali yaşadığını sembolize eden rozetler olarak da bulunmaktadır. Günümüzde yapılan hat yazılarında (levhalarda) öncelikle sikke olmak üzere bu simgelere yer verilir. Levhalarda Rumi'ye bir yakarış olan "Ya Hazreti Mevlana" duası da bolca işlenir.


Ruhsal kültürün destekleyicisi olan bu maddesel kültürü oluşturan objeler, Osmanlı devrinde Mevlevi tarikatının atmosferini yaşamak için ısrarcı bir davetiye gibiydiler. Aynı objeler Cumhuriyet döneminde de sessiz bir çığlık gibi varlıklarını sürdürmektedirler.



ALBERTO FABIO AMBROSIO


DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ


Çevirmen: Buğra Poyraz

25 Nisan 2023 Salı

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-6

 

GAZNELİ SULTAN MESUD  (1041)


Gaznelilerin büyük hükümdarı Mahmud'un vefatından sonra yerine küçük oğlu Muhammed geçtiyse de, ağabeyi Mesut kısa bir süre sonra onu tahtından indirip hükümdar oldu. Mesud, Muhammed'in gözlerine mil çektirip bir kalede hapsetti ve uzunca süre tahtta kalmayı başardı. Fakat sonunda Dandanakan Meydan Muharebesi'nde Selçuklulara yenilince gücünü kaybedip kaçtı. Ordusunun da isyanı üzerine hapiste bulunan kardeşi Muhammed ikinci kez sultan yapıldı. Mesut yakalanarak esir edildi, zincire vuruldu, hanımı Sare Hatun ile beraber Gîri Kalesi'ne hapsedildi ve bir müddet sonra da bu kalede öldürüldü. (17 Ocak 1041) Oğlu Mevdud, amcası Muhammed'e isyan ederek Gazne'ye girdi ve henüz dört ay kadar tahtta oturabilmiş olan sultanı yakalayarak öldürttü.


Gazneliler bundan sonra da taht mücadeleleri ile iyice yıprandılar ve nihayet 1191 yılında son Gazneli Sultanı Hüsrev Melik ve oğlu Behramşah, Gur Hükümdarı Gıyaseddin Muhammed tarafından esir edilip öldürülünce bu Türk devleti tarih sahnesinden çekilmiş oldu.



ALPARSLAN (1072)


Büyük Selçuklu Devleti hükümdarlarındandır.


1071 yılında kazandığı Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolunun kapılarını Müslüman Türklere açmış,  bir  çok zaferler kazanarak devletini, imparatorluk haline getirmiştir. Selçuk Bey'in oğullarından Çağrı Bey'in küçük oğlu olup, iki ağabeyi ile giriştiği mücadeleden galip çıkarak ve onların hayatlarına dokunmayarak sultan olmuştur. 1072 yılında kalesini muhasara ettiği Yusuf Harizmî isimli bir kumandan tarafından, kendi çadırında, hançerlenerek şehid edilmiştir. Gerçek bir cani ve batinî olan Yusuf Harizmî daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayınca içkili bir eğlence tertip etmiş; gece yarısı, ele geçmesinler diye eşini ve üç çocuğunu öldürmüş,  sabaha doğru teslim olacağını ve Alparslan'la görüşmek istediğini bildirmiştir. Sultanın kendine olan aşırı güveninden istifade ederek yanına kadar sokulmuş ve çizmesi içine gizlediği hançeri ile Alparslan'ı göğsünden vurarak şehid etmiştir. Tabi hemen yakalanan Yusuf Harizmî de oracıkta katledilmiştir.

Alparslan'ın, Yusuf  Harizmî'nin  hançerini yedikten sonra ihtiyatsız davrandığını itiraf ettiği ve "gururum yüzünden bu aciz duruma düştüm. Halbuki herhangi bir sefere girişirken daima Allah'tan yardım dilerdim" dediği rivayet edilmiştir.

Alparslan'ın hançerlendikten sonra dört gün daha yaşadığı ve cenazesinin Merv'e nakledilerek defnedildiği bilinmektedir.



ROMONES DİOGENES (1072)


Sultan Alparaslan'ın Malazgirt Meydan Muharebesi'nde mağlup ettiği Bizans imparatorudur.

Daha sonra serbest bırakılmış, fakat tekrar tahta çıkmasına müsade etmeyen üvey oğlu tarafından gözlerine mil çekilmek suretiyle Kınalıada'da hapsedilmiş ve 1072 yılının Ağustos ayında feci şekilde öldürülmüştür.



KUTALMIŞ OĞLU SÜLEYMAN ŞAH  (1086)


Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusudur. Pek çok mücadelelerden sonra Melikşah'ın kardeşi Tutuş'un ordusuyla, Halep yakınlarında girdiği savaşta öldürülmüş, cesedi bulunarak Halep Kalesinin dibine defnedilmiştir. İkinci bir rivayete göre Süleyman Şah savaşı kaybedince kaçmaya çalışmış, ıssız bir yerde atından inip kalkanını bir tarafa fırlatmış ve kendisini yakalamaya gelen Tutuş'un adamlarını görünce hançerini çekip kendi bağrına saplayarak intihar etmiştir.



MELİKŞAH (1092)


Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Alparslanın oğludur.  Babasının şehid edilmesinden sonra tahta oturmuş,  bir çok zaferler kazandıktan sonra, genç denilecek bir çağda; henüz 37 yaşında iken, bir takım saray entrikaları ve Batinîlerin gizli gayretleri sonucu Bağdat'ta zehirlenerek öldürülmüştür. (20 Kasım 1092) Bu ölümde, hanımı Terken Hatun'un, Bağdat'tan çıkmaya zorlanan Halife Muktedî'nin ve nihayet bir ay kadar önce Batinîler tarafından hançerlenerek katledilen büyük Nizamülmülk'ün adamlarının payı olduğu rivayet edilmektedir. Sultanın zehirlenmesi işi yakın kölelerinden Hurdek isimli biri tarafından gerçekleştirilmiştir.

Cenazesi İsfahan'a getirilen Melikşah, mansıp kavgalarına girişen devlet erkanınca adeta unutulmuş  ve  sultanlara  yaraşır  bir  cenaze merasimi yapılmadan kabrine  defnedilmiştir.



NIZAMÜLMÜLK (1092)


Büyük Selçuklu Devleti'nin ünlü veziri Nizamülmülk, hem Alparslan hem de Melikşah zamanında devletin en yetkili ikinci şahsı olarak faaliyet göstermiş,  tarihe mal olmuş büyük hizmetleri ve  "Siyasetnâme"  isimli  eseriyle unutulmazlar arasına girmeyi başarmış yüksek bir şahsiyettir.

Ömrünün son günlerinde, Melikşah'ın hanımı Terken Hatun ve yerine geçmek isteyen hasmı Tacü'l-Mülk'ün entrikalarıyla görevinden alınan Nizamülmülk buna ziyadesiyle üzülmüş ve nihayet 96 yaşında iken Nihavend denilen şehirde, kendisine bir arzuhal vermek istediğini söyleyen Batinî bir suikastçı tarafından, göğsünden hançerlenerek şehid edilmiştir.  1092 yılının  Ekim  ayında vuku  bulan  bu  cinayet üzerine Sultan Melikşah'ın çok üzüldüğü ve eski veziri için Bağdat'ta üç gün yas ilan ettirdiği rivayet edilmiştir.



TERKEN HATUN (1093)


Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah'ın hanımı olan bu kadın son derece büyük bir hırs ve cesaret sahibi idi. Devlet işlerine doğrudan müdahale ederek ve uzun yıllar Selçuklu hanedanı arasında kan dökülmesine sebep olarak faaliyet göstermiş; başta Nizamülmülk olmak üzere bir çok insanın bedduasını almış ve nihayet kendisine daha fazla tahammül edilemeyeceği anlaşılınca bir suikast sonucu öldürülmüştür. Bazı kaynaklarda hastalanarak öldüğü rivayet edilmiştir.



CAKA BEY (1095)


Anadolu Selçuklularının ilk dönemlerinde, Kutalmış  oğlu  Süleyman  Şah'ın valisi  olarak İzmir ve yöresinde hüküm süren Caka Bey, ilk Türk  denizcilerinden  büyük  bir  şahsiyettir, Süleyman  Şah'ın vefatından  sonra müstakil olarak hareket etmeye başlamış; Caka Beyliği'ni kurmuş, kısa zamanda büyük güç ve zenginlik kazanarak Bizans imparatorluğunu yıkma planları yapmaya başlamıştır. Bu arada kızını I. Kılıçarslan'la da evlendiren Caka Bey, Bizansın entrikaları sonunda, damadı tarafından çağrıldığı İznik'te, onuruna verilen bir yemek sırasında öldürülmüştür.



I. KILIÇARSLAN (1107)


Anadoluyu  Haçlılara  mezar eden  Sultan  I. Kılıçarslan,  Kutalmış  oğlu  Süleyman  Şah'ın oğludur.  1107 yılında Habur Nehri civarında, Büyük Selçuklu Devleti'ne bağlı Çavlı Bey'in askerleriyle savaşa tutuşmuş, ordusunun dağılması üzerine,  bizzat Çavlı Bey üzerine saldırdıysa da müthiş ok yağmuru altında Habur Suyu'na yönelmek zorunda kalmış, karşı kıyaya geçip kurtulmayı düşünürken, atı ve kendisi zırhlı olduğundan, nehrin ortasında suya gömülerek boğulmuştur. Cesedi bir tabuta konularak Silvan'a nakledilmiştir.




ŞAHİN ŞAH (1117)


Sultan I. Kılıçarslan'ın oğludur. Babasının Habur Nehri'nde boğulduğu sırada 11 yaşında idi ve yakalanarak Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar'ın yanına gönderilmişti. Isfahan Sarayı'nda yetiştirildikten sonra 13-14 yaşlarında iken saltanat mücadelesine girişmiş, saraydan kaçıp Anadolu'ya gelmiş, Konya'yı ele geçirip, Anadolu Selçuklu Sultanı olmuştur. 6 yıl kadar çeşitli mücadeleler vererek sultanlık yapan ve henüz 20 yaşlarına ulaşmış olan Şahin Şah, kardeşi Sultan Mesud'la giriştiği taht kavgaları sonunda mağlup edilip yakalanmış; önce gözlerine mil çekilerek kör edilmiş, fakat görme duyularını tam olarak yitirmemiş olabileceği düşünülerek, kardeşi Mesud'un emriyle ve yay kirişiyle boğulmak suretiyle öldürülmüştür.



İNANÇ HATUN (1133)


Doğu Anadolu'da 1100 yılından 1207 yılına kadar ayakta kalan Sökmenliler Beyliği'ni kuran Sökmen'in hanımıdır. Kocasının vefatından sonra, beyliğin başına geçen oğlu Zahirüddin İbrahim zamanında nüfuzu iyice artmış; hırs ve ihtirasla, iktidarı tek başına ele geçirmek istemiştir.


Zahirüddin İbrahim, annesinin gölgesi altında 14 yıl kadar hükümdarlık yaptıktan sonra 1126 yılında ölmüş ve yerine kardeşi Ahmed yahut Yakup hükümdar olmuştur. Bu oğullarının değil de, torunu II. Sökmen'in tahta çıkması için siyasî faaliyetlere girişen İnanç Hatun, emelini gerçekleştirdikten sonra bizzat idareyi ele almayı başarmıştır. Devlet adamları, bu ihtiraslı kadının bir süre sonra torununu da öldürerek tam istiklal ile devlete hakim olmak niyetinde bulunduğunu öğrenince, 1133 yılında onu boğarak öldürmüşlerdir.



DAVUD ŞAH (1151)


Doğu Anadolu'da kurulan Türk beyliklerinden Mengûcek Oğulları'nın kudretli beylerinden biridir. Melik İshak'ın oğullarındandır. Babasının ölümünden sonra onun memleketini kardeşleri ile bölüşmüş,  Erzincan'da hüküm sürmeye başlamıştır.

Erzincan Beyi Davud Şah, 1151 senesinde karısı tarafından yay kirişi ile boğdurulmuş ve bu kadın Davud Şah'ın Divriği'de hüküm süren kardeşi Süleyman Şah'ı çağırarak onunla evlenmiş ve memleketi onun idaresine teslim etmiştir.



KUTBEDDİN İSMAİL (1151)


Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah'ın amcası olan Yakutî'nin oğludur.  Melikşah'ın zehirlenerek öldürülmesinden sonra hanımı Terken Hatun, İsmail ile evlenmiş, İsmail, Azerbaycan Türkmenlerini ve orada hüküm süren büyük emir  Sav Tekin'in  askerlerini  yanına  alarak İsfahan'a gitmiş ve Terken Hatun'la evlenerek siyasî mücadelelere girişmiştir. İsmail'in, sultan ilan edilen şehzade Mahmud'a rağmen daha geniş yetkilerle hareket ettiği görülünce Halep emiri Aksungur ve Urla emiri Bozan Beyler'e emir verilmiş ve onlar Kutbeddin İsmail'i yay kirişiyle boğarak öldürmüşlerdir.




BEG-TİMUR (1197)


Sökmenli Beyliği'nin son hükümdarlarından Beg-Timur, bin dinar altına satın aldığı kölesi Ak-Sungur'a çok değer vermiş, kısa zamanda onu kendi emirlerinden biri haline getirmiş, hatta kızı Ayna Hatun ile evlendirmiştir. Ne var ki, eline geçen fırsat ve imkanlarla iyice şımaran Ak-Sungur, kölelikten hükümdarlığa çıkma düşüncesiyle velinimeti ve kayınbabası Beg-Timur'u hunharca katlederek tahta oturmayı başarmış ve kısa bir süre hükümdarlık yaptıktan sonra 1197 senesinde ölmüştür. Bazı kaynaklarda Beg-Timur ile Ak-Sungur'un aynı tacirden satın alınan iki köle oldukları, Sökmenli Beyliği'ni ele geçirdikten sonra taht kavgasına tutuştukları Ve Beg - Timur'un, Batinîler tarafından öldürüldüğü yazılıdır.



GAZİ BELEK  (1124)


Artuklu Beyliği hükümdarlarından İl Gazi'nin yeğeni Belek kahraman, cesur, mert ve dindar bir kimse idi. Haçlılarla girişilen birçok savaşta büyük yararlıklar göstermiş, komutan olarak görev yapmış ve nihayet Harput ve Palu'ya sahip olarak kendine ait bir beylik kurmuştu. 1124 yılında, Halep yakınlarında, Haçlıları büyük bir bozguna uğrattığı sırada göğsüne saplanan bir okla şehid oldu. Bu düşman okunu vücudundan bizzat kendi eliyle çıkarmış, fakat oracıkta vefat etmiştir. Nâşı Haleb'e götürülerek defnedilmiştir.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-7


Tütün


Mısır’ın ünlü mumyası, İÖ 1300’den kalma II. Ramses 1979’da Paris’te bilim adamlarınca incelendiğinde birçok bitkiyle doldurulmuş bağırsaklarında kıyılmış tütün yaprakları da bulundu. Eski Mısır’da tütün içilmediği bilinse de, bu buluş tütün bitkisinin varlığını kanıtlıyordu. Ama tütünü ilk tüttürenler Kızılderililerdi ve beyazların ilk kez Amerika’da karşılaştıkları koka gibi, törensellik atfettikleri bu bitkinin esiri olmuş değillerdi.


1492 yılı Kasım ayında Küba’ya yaklaşan Kristof Kolomb’un gemisinde Rodrigo Yerez adlı bir İspanyol Yahudisi de vardı. İspanya’da Yahudilerin sürgün edildiği bu yılda Rodrigo gemiye İbranice, Arapça, Keldanice bildiği için alınmıştı, çünkü ada halkından bu kadim dillerden hiç olmazsa birini bilenin çıkacağı umuluyordu. Yerez yurduna döndüğünde ağzından burnundan duman çıkıyordu, ilk tütün tiryakisi beyaz adam, içine şeytan girdiği suçlamasıyla hapsedildi ve tütün tanınana kadar hapiste kaldı.


Tütün bilimsel adı ‘Nicotiana tabacum’un tabacum kısmını Orta Amerika Tabago adası ya da Yukatan’ın tütün bölgeleri Tabaco ve Tabas-co’dan almıştır. Nicotiana ise Fransa’nın Portekiz elçisi Jean Nicot’nun (1530-1600) adından gelir; tütünü 1560’larda Fransa’ya getiren odur.


Tütün önce süs bitkisi olarak bahçelere ekildi, sonra öksürük, astım, baş ağrısı, kusma, aybaşı ağrılarına iyi geldiği iddia edildi. Doktorlar tütün yetiştiriyordu, hatta Vatikan’ın bahçesine de dikilmişti. 

1586’da Virginia kolonisinde bir buçuk yıl yaşam mücadelesi veren göçmenler pes edip İngiltere’ye döndüler. “Fena halde kokan buhardan başka bir şey olmayan tütün dumanını eğlence ve sağlıklarını sürdürebilmek için büyük bir şevkle çeken ve ağız ve burunlarından tekrar dışarı üfleyen” göçmenler tütünü hızla yaydılar. Ama tütün pahalıydı. Pipoyla içiliyor ve tabagieen denilen bir tür birahanede pipolar elden ele dolaşıyordu. Ceviz kabuğunu oyup kamış takanlar da vardı, gümüşten pipo yaptıranlar da. Zengin gençler için pipo içmek, dans etmek, ata binmek, kâğıt oynamak gibi bilinmesi gereken meziyetlerden biri olmuştu. Tütün içmesi öğreniliyor, dumanından halkalar yapılıp savruluyordu.

Tütünün paraları havaya savurmak olduğu tartışması başladı. 1605 yılında Oxford Üniversitesinde kralın da katıldığı felsefi bir toplantı düzenlendi. Kral kendisi de söz aldı ve tütünün medeni ülkelerde bulunmadığını, barbarlara özgü olduğunu savundu. Üniversite profesörlerinden Doktor Cheynell ise ağzında piposuyla kürsüye çıkarak, kahkahalar arasında tütünün yararlarını anlattı.


1619’da tütün ekimi yasaklandı. Virginia’da altın bulamayıp tütün yetiştirmeye başlayan göçmenler, kralın Ispanyollarla işbirliği yaptığını düşünmeye başlıyor, tütün taşıyan İspanyol gemileri yağmalanıp ganimet İngiltere’de satılıyordu. 1625’de yeni kral ithal tütünden vergi alma yolunu seçti. 1643’de tütün tekeli ihaleye çıkarılarak ekimi serbest bırakıldı ve vergiler arttırıldı.


Tütün İtalya’ya 1615’de girdi ve Venedik’te 1622’de olmak üzere şehir devletlerinde vergiye bağlandı. Otuz Yıl Savaşları tütünün yayılmasında büyük etken oldu. İsveçliler tütünü I630’da savaşa katılarak öğrendiler. Savaşın sonunda “bir kısmı tütünü içer, bir kısmı yer, bazıları burnuna çeker, kulağına sokana tesadüf etmediğime hayret ediyorum... Her biri onu niçin kullandığını ve niye kendisine iyi geldiğini söylemeyi iyi bilir. Bir kısmının gözlerine kuvvet verir, diğerinin dimağını açar, diş ağrısını, kulak uğultusunu def eder, uykusuzluğu, susuzluğu önler...” diye yazan Alman yazar Grimmelshausen tütünün ne derece yayıldığına tanıklık ediyordu.


Fakat savaştan sonra yasak dönemi geldi. Alman şehirlerinin çoğunda tütün yasaklandı. Eczane dışında satışına ve kullanılmasına cezalar getirildi. Yasak 1634’de Rusya’ya girdi; tütün içenlerin burnu yanlıyor, kırbaçlanıyorlar, mallarına el konuyordu.


Tütünü Osmanlı topraklarına Cenevizli tüccarlar getirdi. Kısa sürede herkes çubuk sahibi oldu. Tütün düşmanı IV. Murad’ın Iran seferiyle tütün bu ülkeye de girdi. Şah da tütün içmenin cezasını idam olarak belirledi. Portekizliler tütünü Hindistan, Filipinler, Çin ve Japonya’ya taşımışlardı. Yasaklamalar da başladı. Tütün Çin’e 1567’de girdi, 1641’de yasaklandı. Fakat 1644 Mançu işgalinden sonra yasak unutuldu. Japonya tütünle 1596’da tanıştı, yasak 1607’de geldi ve 1625’de pirinç ve sebze yetiştirilen yerler dışında ekimi serbest bırakıldı. 1630’a gelindiğinde misafire tütün ikram etmemek ayıp sayılmaya başlamıştı.


İtalya’da tütünün günah olup olmadığı tartışıldı. Papazlar kürsüde tütün içiyorlar, ayin boyunca cemaat aksırıp tıksırıyordu. 1642’de papalık tütün içmeyi yasakladı. Fakat bu yasağın, bu konuda soru soran Seville kiliseleri için olduğu söylendi. 1650’de ikinci yasak kararı geldi; bunun da St. Pierre Kilisesi için getirilmiş olduğu savunuldu. İtalya’da günah ve yasak tartışmaları 1655’de tütün tekeli şarap tekeliyle birlikte ihaleye çıkarılana kadar devam etti.


Tütün tekellerinin kurulmasıyla yasaklar kalkmaya başladı. Büyük Petro İngiltere’de tütüne alışmıştı, din adamlarının günah kararına karşı zevkle tütün içiyordu; 1698’de İngiltere ile tütün anlaşması yaptı ve tekel hakkını Mençikov’a verdi. Alman devletleri dışında tütün artık serbestti. Silahdar Fındıklık Mehmed Ağa, 1687 yılında hazine sıkıntı içinde olduğundan içki emanetinin yeniden kurulduğunu, meyhanelerin açıldığını ve tütüne de izin çıkarılarak gümrük konduğunu yazar. Tütüncülerin esnaf loncası halinde örgütlenmesi de 1725 yılında olmuştur. Bu dönemde yeni bir moda başladı. Soylular artık pipo içmiyor, enfiye çekiyorlardı. Dumanı başkasının yüzüne gözüne üflemek artık ayıp olmuştu. Osmanlı üst sınıfları da enfiyeye başlamıştı, yolda birbirine rastlayan tiryakiler hemen enfiye kutularını çıkarıp ikram ediyorlar, buna da ‘kaldırım sohbeti’ deniyordu. Esrarı kabaktan içmeye alışkın Ortadoğulular ise bu yöntemi geliştirerek nargile içmeye başlamışlardı.


18.yüzyılın sonuna doğru Amerika’dan puro alışkanlığı geldi. İspanya’dan İngiltere ve Fransa’ya yayılışı gene savaş yoluyla oldu. 1788’de Hamburg’da ilk puro fabrikası İspanya örneğine göre kuruldu. Napoleon seferleri ise Avrupa’da tütünün girmediği yer bırakmadı. Savaştan sonra Almanya’da tütün yasakları gene konuldu. 1830 devriminde talepler arasında tütünün serbest bırakılması da vardı. Tütün içmek devrimcilikle özdeşleşmişti. Almanya’da tütün içme yasağının kaldırılmasında Italya-Avusturya mücadelesi de etken oldu. İtalyan milliyetçiler tütün boykotu uyguluyor, tütün içeni Avusturya casusu ilan ediyorlardı. 1847’de İtalyanlarla Avusturya askerleri arasında çatışmalar başladı. Bütün Avrupa’yı saran 1848 Devrimi tütün özgürlüğünü de getirdi. 25 Mart 1848’de Berlin’de “şehir merkezinde ve civar sokaklarda, yangın tehlikesi olmayan yerlerde” tütün içme yasağı kaldırıldı.


1853 Kırım Savaşı sigaranın yayılmasında en büyük etken oldu. Sigara İspanya’ya Brezilya’dan gelmiş, 1844’de Fransa’da üretimi başlamıştı. Kırım’da İngiltere, Fransa, Osmanlı orduları ilk kez bu çapta sigara tüketilen bir ortam yarattılar. Savaştan sonra sigara alışkanlığı yayıldı ve birçok devlet puroyla rekabet edebilmek için iyi tütün ve sigara kâğıdı kullanımına özen göstermeye başladı. Birinci Dünya Savaşı başladığında sigara birincil asker ihtiyaçları arasına girmişti.


Tütünün yüzyıl arayla pipo, enfiye, puro ve nihayet sigara evrelerinden geçişi tütün kullanımının benimsendiği toplum katmanlarıyla ilgiliydi.

Tütün ilk kez pipoyla öğrenilmişti. Pipo içmek bol dumanlı, bol araç gereç ve zaman gerektiren bir uğraştı. Kadınların tütün kullanmasının söz konusu olmadığı bu dönemde, erkeklerin buluştuklarında pipo içmeleri için ayrı salonlar gerekiyordu. Puro 19. yüzyılda bu aristokrat biçimine karşı halkın seçeneği olarak yayıldı. Ama ne öğrenci beş dakika teneffüste tuvalette puro içebilir, ne de makine başındaki işçi purosunun külünü ne zaman dökeceğini kollayabilir. Sigara, tütün bu kesimlere yayılmaya başladığında imdada yetişti. Bunların ara biçimleri enfiye ve ağızlıktı. Üst sınıfların tercih ettiği enfiye, pipo kadar donanım ve titizlik gerektiriyordu, en önemli özelliği hanımlarla birlikte içilebilmesi ve mekân sorununu aşabilmesiydi. Enfiye kutusu, yelpaze ve mendil süslü aristokratlara yakışıyordu. Sonunda dört biçimi de seçme olanağı doğduğunda, sigara 6-7 dakikalık bir soluklanma fırsatı sağlamasıyla kitlelerin, puro işadamlarının, pipo ise kişisel özelliklere sahip olma iddiasını barındıran kişilerin, sanatçıların simgesi oldu. Kadınların pipo veya puro içmeleri bugün bile tuhaf karşılanan bir görüntü iken, uzun süre ağızlık, bir kadının görüntüsüyle ilgilenmesi, kendisine yakışanı bilip seçmesinin simgesi, sigara ile pipo arası bir seçkinliği temsil görevini yürüttü. Kadınlar gibi, fiyakalarına düşkün olmak zorunda olan kabadayılar da ağızlığı bu nedenle sevdiler.


Fakat bugünkü sigara paketine ulaşmak, hele Türkiye’de hiç kolay olmadı. Osmanlı devleti, topraklarında yetişen tütünün gelirini dış borçlarına karşılık olarak 1883 yılında kurulan Müşterek Menfaa İnhisar-ı Duhan-ı Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, yani halkın bildiği adla Reji İdaresi’ne bıraktı. Osmanlı toprakları içinde tütün tekeline sahip olan Reji, tütünün fiyatlandırılmasından tartımına, depolanmasına kadar hep kendine yontar bir tutum sergilerken, köylünün kendi tüketimi için tütün ayırmasına bile göz yummuyordu. Reji’nin uygulamaları kaçakçılığa yol açtığında, Osmanlı Devleti bu tekele kendi kolluk gücünü oluşturma yetkisi tanıdı ve kolcularla ayınkacılar (tütün kaçakçıları) arasında süren kovalamaca on binlerce cana mal oldu.


Tütün, Saatli, Anahtarlı vb. markalar altında ve ikramiyeli 25 dirhemlik paketler halinde satılıyordu. Hacı Şeyhoğlu Ahmet Kemal, 1905’de 78 yaşında ölen, yani sigara öncesi dönemi gören dostu Halil Efendi’den nakleder: “Bir gün tütüncüye gittim. Her günkü gibi on para ile tütün kesemi uzattım. Tütüncü: ‘Halil Efendi, bugünden itibaren bandrol kondu, paket içinde satılacak, paketi 30 para amma ikramiyesi var. Belki bedava içersin,’ dedi. Ben hiddetlendim, ‘Görmeden alınan tütün nasıl içilir,’ dedim. Tütüncü, istersen beş para daha ver paketi kesip yarısını vereyim deyince 12,5 dirhem tütünü 0,375 santime almak çok ağır geldi. Bunun üzerine öfkelendim, otuz senedir geceli gündüzlü içtiğim tütünü o anda terk ettim .”


Tütün tezgâhlara bohça bohça yayılır ve ‘Amasya bamyası’ gibi kepenklere asılırmış. Kalın kıyım, ince kıyım, cıvan perçemi, ovalama, kasap gibi kıyım türleri varmış. Tütünün sarıldığı kâğıt da böylece yan sektör haline gelmiş. 1857’de İzmir’de Atnaşola Biraderler defter, kese kâğıdı yanında sigara kâğıdı da üretmeye başlamışlar. Nikolaki Seferoğlu ise niyetli, manili sigara kâğıdı üreticiliğiyle başlayan iş yaşamını büyük bir servetle kapatmasıyla dönemin ünlüleri arasına girenlerden. 1914 yılında Sigara Kâğıtçı Esnaf Cemiyeti de kurulmuş. Sigara kâğıdı üretimi vakıf ve derneklere tanınan imtiyazlarla taşraya yayıldığı için bugün bu ufak kâğıtlar toplumsal tarihin önemli tanıklıkları arasında yer alıyorlar. Yakın yıllara kadar ihtiyarlar paket sigaraya itibar etmeyip kaçak tütün içtiklerin den kâğıt ihtiyaçları da kaçak sağlanıyordu. Kendi kişiliklerine göre seçtikleri tabakalarında sergilenen işçilik ve sanat ise son dönem Osmanlı küçük üretiminin nadide örnekleriydi.


İttihatçılar Reji tekeline son veremediler, dış borç alabilmek için gene Reji’ye başvurmak ve imtiyaz süresini uzatmak zorunda kaldılar. Reji’yi kaldıran Cumhuriyet oldu ama tütün tekel konusu olmaya ve can almaya devam etti.

Cumhuriyet’in yirminci yılında Şükrü Saraçoğlu, “İki geniş gelir kaynağımız gümrük ve inhisarlardır. Bunların her ikisinde de sarsıntılara meydan vermeden halkı ve devleti memnun edici ıslahat yolundayız,” diyordu. İdare elindeki 1885 yılında kurulan ve 1994 yılına kadar çalışan Cibali Sigara Fabrikası’na yenilerini katarak, Tütün Islah Enstitüsü kurarak ve tüketicinin ihtiyacına yönelik yeni tarz ve biçimlerde ürünler hazırlayarak hizmet vermeye çalışıyordu. Örneğin, o zamanın anlayışına göre 500 veya 10’luk paketlerde sigara satılırken, paket alamayanlar için İkiz adıyla açık olarak ikisi bir arada satılan sigaralar hazırlanıyordu.

1935 yılında teneke kutuda satılan Gazi sigarasının ambalajı ve adı değiştirilerek Samsun adıyla piyasaya verildi. İlk filtreli sigara da 1959 yılında 300 kuruşa satışa çıkarılan Samsun oldu. Filtreli Samsun üretilmeye başlandığında “Filtreli sigaralar kötü vasıflı nikotin ve katranı fazla, sıhhat için zararlı tütünlerden imal olunuyor. Türk tütünlerinde ise süzülmeyi icab ettiren bir varlığın mevcudiyetine hiç kimse inanmaz” denilerek itirazlarla karşılanıyordu. Gerçekten de bu dönemde Türk tütünü dünyaca ün kazanmıştı. ABD ’de bir tütün ithalatçısı, Fuad Mehmet’e şunları anlatmıştı: “On beş seneden beri sizin tütünlerinizle meşgulüm. 

Harb-i Umumi’de tütünlerinizi almak imkânı kalmadığından müşterilerimize tütün beğendirmekte çok müşkilât çektik. Türk tütünlerine müşabih tütün yetiştirmek üzere birçok kıtalarda tecrübeler yaptık. Fakat muvaffak olamadık. Yalnız Kore’de yaptığımız tecrübeler bize ümid vermişti. Lâkin bunların da nefaseti sizin tütünleriniz kadar değildi. Müşterilerimiz bunu pek güzel takdir ediyorlardı. Amerika, tütünleriniz için çok ve geniş ihracat mahallidir,” (Fuad Mehmet, Amerika’da Türkler ve Gördüklerim, İstanbul, 1925).


1961’de mentollü Çamlıca ve 1969’da Samsun’un rakibi Maltepe piyasaya verildi. Uzun filtreli ilk sigara olarak da 23 Ekim 1971’de uzun Maltepe çıkarıldı. Tekel Meclis, Subay, Astsubay, Asker, Köylü, Birinci adlarıyla birçok kesim için sigara üretiyordu. Örneğin, Kulüp bitirimlerin, Birinci solcuların sigarasıydı. Her şeyin siyasallaştığı 1970’li yıllarda, 1976 yılında Maltepe paket deseninde yapılan değişiklikten sonra paket üstün de Nazi gamalı haçı bulunduğu, Bahar paketinin deseninin ise Mao’nun yüzü olduğu dedikoduları yayılmıştı.


Filtresiz sigaralar 1970’li yıllara kadar önemini korudu. Tekel 1977 yılında Yeni Harman’ın üretimine son verdi. Bu yıllar sigara kaçakçılığının başladığı ve ‘tombalacılık’ın önemli bir sokak mesleği haline geldiği yıllar oldu. Yılda tüketilen 3,5 milyar paketin 1 milyarının kaçak Amerikan sigarası olduğu 1975 yılında 6 milyar liralık dövizin kaçırılması söz konusuydu. Tütün üreticisi ülkede kaçak sigaralar her sokakta satılırken, sigara bulunmaz olmuş, Bulgaristan’da fason sigara yaptırılmak zorunda kalınmış, ‘hakiki’ Samsun tezgâh altına inmişti. Sonuçta ülkeye yabancı sigaranın ve tütünün girmesine yasal izin verildi. 1984’de yabancı sigara ithali başladı, 1986’da tekel kaldırıldı, 1988’de Tekel, “dünyaca ünlü Türk ve Amerikan tütünlerinden üretilen” Tekel 2000’i (1700 liraya) piyasaya verdi. Philip Morris ortaklığı 1992’de üretime başladı.


Tekel, enfiye, tömbeki ihtiyacını da karşılıyordu. 1933’de puro da üretilmesi kararlaştırıldı ve anlayanlarca halen çok beğenilen Pazar tütününden üretilen Tekel purolarının üretimine Havana’dan getirilen 22 kilo tütünle başlandı; bu tütünle dört bin puro üretilerek piyasaya verildi.


Olağan yaşam akışının sağlıksız olduğu kabul edilen kapitalist yaşam biçiminde 'sağlıklı yaşam’ sürmek için ek çaba gösterilmesi gerektiği benimsenince, işyerinde insanın aklını başına getiren kahveye izin veren sistem, çalışanlarının sigarasının dumanına boğulup dalıp gitmesine, yani kendisine sigara içimlik zaman ayırmasına engel olmanın kuramsal temelini yakalamış oldu: Sigara sağlığa zararlıydı. Bundan sonra kovalamaca başladı, 17. yüzyıldan beri kazanılan mevziler teker teker kaybedildi ve sigara içilmesine izin verilen kamusal mekânlar gittikçe daraltıldı. Türkiye’de de sigara paketlerine uyarılar yazılmasıyla başlayan kampanya, 1996’da çıkarılan reklam ve kapalı yerlerde sigara içme yasağı getiren yasayla mühürlendi.


Ölümünden sonra bilgisayarında bulunan yazısında Halil Erdoğan Cengiz (1934-1993) şunları söylüyordu: “Uç yıl önce ortaya çıkan kimi sağlık sorunları son bir yıldır iyice üzerime abandı; (...) belâların büyükleri, kırk beş yılı aşkın süredir gece gündüz yanımdan hiç ayrılmayan, nefes darlığı, öksürük gibi külfetlerini bile benden uzak tutmaya özen gösterdiği izlenimini bırakan yâr-ı kadîmim tütünden kaynaklandı. Yıllar yılı ben onu yaktım, şimdi de o beni yakıyor, ödeşiyoruz. Bu satırları da tütünden şikâyet etmek için yazmadım. Amacım, dostları uyarmak: Sigara içmenin bedelini ödemek tasavvur edilebildiğinden de güç bir iş. Söylemedi deme sinler..."



Ağızlık, Çubuk, Pipo


Ağızlık kemik ve kehribardan yapılır, ahşapta yasemin, kiraz, pelesenkağacı yeğlenir. Kuka, fildişi hatta yeşimden yapılan pahalı ağızlıklar da var. Tek parçalısına ‘som’ veya ‘yekpare’, iki parçalısına ‘geçme’ denir. Ağza giren ucu ‘başlık’, sigaranın takıldığı ucu ‘etek’. Bazısının başlığına dişle tutulabilmesi için çentik atılır, bunlara da ‘damaklı ağızlık’ denir.


Çubuk, ortası delik, tek ya da çok parçalı bir gövdenin ucuna oturmuş, lüle adlı, içine tütün konulan bir başlığı bulunan uzun ağızlıktır. Çubuklar 30 cm’den 2,5 metreye kadar değişen boylarda yapılmıştır. Kışın kiraz, yazın yasemin ağacından çubuklar tercih edilir; sahibinin zenginliğine göre imamesi kehribar, gövdesi elmas, yakut süslü çubuklar da vardır.


Konaklarda çubukçu ve ateşçiler çalışır Çubuk içecek olanlar, ev sahi birinin zenginliğine göre ahşap veya değişik metallerden yapılmış düz bir tabla olan ‘takatuka’nın çevresine otururlar, omuzunda her konuk için ayrı çubuk taşıyan çubukçubaşı gelir ve diğer çubukları yerinden oynatmadan çubuğun imamesini konuğun ağzına uzatarak takatuka üstüne yerleştirir. Bu sırada ateşçiler, içinde ‘fındık ateşi’ denilen, köz halinde küçücük kömürler bulunan küçük bir mangalla gelir, lülelere ateş yerleştirirler. Elbette çubuğa kahveler de eşlik eder.


Çubuk devletin en üst katında, sadrazamın bulunduğu toplantılarda da eksik edilmemiştir. Hatta bu toplantılardan ‘çubuk sürme’ terimi de çıkmıştır. Minderlere, sadrazamın karşısına şeyhülislam gelecek biçimde, 

rical rütbesine göre oturur ve çubuklar yakılıp görüşmelere başlanılır, işte görüşmeler sırasında sözünü dinletemeyip canı sıkılan biri olursa, çubuğunu sürerek dışarı çıkar, ‘infial’ halini anlatan bu hale çubuk sürme denir.


Tütün her yerde önce çubuk-pipo benzeri aletlerle içilmiştir. Osmanlı ise çubuğu özellikle sevmiş, oturma biçimi bağdaş kurma olduğu için daha uzun çubuklarla keyfine keyif katmıştır. Tütün ev veya kahve dışında, açık havada veya yürürken içilmeye başlandığında, çubuk ve piponun yerini puro ve sigara alacaktır.


Piponun ortaya çıkışı tütünden çok öncedir, hatta piponun tarihinin insanlık tarihi kadar eski olduğu bile söylenebilir, çünkü tarihöncesi döneme ait birçok arkeolojik kazıda demir cevheri veya pişirilmiş kilden yapılmış pipolar bulunmuştur. Ahşap pipoya rastlanmamasının nedeni ahşabın dayanıksızlığı olabilir. Bu pipoların bir bölümü tütsü kabı ve buhurdan, bir bölümü de, halen Okyanus adalarında devam eden, çeşitli otların tütün gibi içilmesi amacıyla kullanılmış gerçek pipolardır. Bugüne kadar bulunmuş olan en eski pipo, Kuzey Amerika’da gün ışığına çıkarılmıştır ve İO 5-6 bin yıllarına tarihlendirilmektedir.


Modern yani bugünkü biçime benzeyen ve tütün içilen pipoların tarihi Jean Nicot’ya dayandırılsa da, ilk pipoların Avrupa’ya Latin Amerika’dan Ispanyol ve Portekizli denizciler tarafından yerlilerden alınıp getirildiği daha akla yakın gelmektedir. 16. yüzyıl sonlarına gelindiğinde pipo Avrupa’da iyice yaygınlaşmış, Hollanda, Ingiltere, Prusya’da pipo yapımına başlanmıştır. Modern anlamda pipo yapımı ve tütün kesiminin öncüsü olan Fransa’ya ise pipo biraz daha geç girmiştir. XIV. Louis’nin ordularının fethettikleri topraklarda pipoyla tanışmasından sonra, pipo Fransa’da askerler ve halk arasında popüler olmuş, Louis askerlere tütün tayını tahsis edip, her askerin pipo ve gerekli avadanlıkları (çakmaktaşı, pipo kaşığı vb.) taşıması zorunluluğunu getirmiştir.


Piponun halk arasında entel veya snob işi olarak görüldüğü doğruysa da, dünya tiryakilerinin gözbebeği lületaşı pipolar Anadolu’da üretilmektedir. Topraktan çıkarıldığında çok yumuşak, dolayısıyla işlenmeye çok uygun olan, biçim verilmesinden kısa bir süre sonra sütbeyaz bir renkte sertleşip hafifleyen ve gözenekli yapısından dolayı çok emici bir özelliğe sahip olan lületaşı yalnızca Anadolu topraklarında bulunur. Bu özelliği yüzyıllardır bilindiğinden lüle yani ağızlık, boru anlamındaki bu adı almış tır. 19. yüzyıl başlarında Avusturyalı tüccarlar tarafından “keşfedilip” pipo yapımında kullanılmaya başlanmıştır ve birçok Avrupa dilinde Avusturyalılardan alınan, deniz köpüğü anlamına gelen Meerschaum sözcüğü kullanılmaktadır. Lületaşının bu adı esinleyen özelliği, kullanıldığı süre ce, farklı süzme niteliğinden dolayı her yerinin farklı biçimde renk değişimine uğraması ve renk armonisi yaratmasıdır. Ayrıca lületaşının, yüksek soğurma özelliği ile, içene ahşap pipolardaki gibi tahta tadı vermemesi nedeniyle tiryakilerce bu kadar tutulduğu da unutulmamalıdır.


Pipo gördüğü ilgiye karşın Fransa sarayına girememiş, Fransız aristokrasisi enfiyeyi tütüne tercih etmiştir. Prusya soyluları ise tütün ve pipoyu daima sevmişlerdir. 1. Friedrich Wilhelm yönetim kurulu toplantılarında sürekli pipo içilmesinin temel kural olduğu ‘Tobakscollegium’ adında bir tütün akademisi bile kurmuş ve başına geçmiştir. Ama 17.-18. yüzyıl süresince pipo yayılıp sokağa çıkmasına ve gündelik hayata yerleşmesine karşın, aristokratik mekânlara, diplomatik resepsiyonlara bir türlü giremedi. Piponun bu mekânları fethi 20. yüzyılda olacak, ama artık halkın tütün zevkini paketlenmiş sigara karşılarken pipo sanatçı ve bilim adamlarına özgü kalacaktır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

24 Nisan 2023 Pazartesi

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-6

 


ZEUS'UN MÜZİSYEN OĞLU AMFİYON


Baştanrı Zeus, Olimpos'taki sarayından Tebai kralının güzel kızı Antiyope'yi (Antiope) çiçek toplarken gözüne kestirdi ve uzun süre bakışlarını ayıramadı ondan. Sonra da hep huyu olduğu üzere onun güzelliğine vuruluverdi!.. Ne var ki elindeki yıldırımlar saçan silahlar yüzünden dünyalı güzellerin kendisini beğenmediğini de çok iyi biliyordu. O yüzden hemen bir Satiros kılığına girdi ve Olimpos'taki sarayının penceresinden o büyük boşluktaki yıldızların içine bırakıverdi kendini... Satiros kılığındaki Baştanrı; sessizce yeryüzüne indikten sonra doğruca kızın yanına gidip uzun uzun diller döktü. Arada şarkılar söyledi. Sonunda kızcağızı yumuşatıp isteğine kavuştu...


Bu birliktelikten gebe kalan Antiyope, başına gelenleri kimselere anlatamıyordu haliyle. Çünkü töreler engeldi buna! Gebeliği belli olmaya başlayınca da kral babasından ürküp komşu krallıklardan birine sığındı. Ne var ki babası, kızı Antiyope'nin töredışı gebeliğini duyunca erkek kardeşi Likos'a, onu arayıp bulmasını ve gerekli cezayı vermesini buyurdu. Kralın kardeşi Likos, Antiyope'yi aratıp buldurdu ve yaka paça Tebai'ye getirtti. Bir süre sonra da karnı burnundaki Antiyope, Zetos (Zethos) ve Amfiyon (Amphion) adlarını verdiği nur topu gibi iki bebek dünyaya getirdi... Bu arada Antiyope'nin kral olan babası öldü ve amcası Likos da onun tahtına kuruldu. Yeni kral Likos; ilk iş olarak, ileride tahtına el koymaya kalkarlar korkusuyla babası belirsiz bu ikizleri dağ başına bıraktırdı. Ve çok zaman olduğu gibi, bu talihsiz çocukların bakımını, o yörenin adsız bir çoban ailesi üstlendi...


Zaman içinde tez gelişen çocuklardan Zetos; avcılık, koşu, güreş gibi özel alanlarda kendini yetiştirdi. Katıldığı çeşitli yarışmalarda da üstünlüğünü kanıtladı. Ama kardeşi Amfiyon dağlarda sürülerini otlatıyor, içinde yaşadığı doğanın güzelliklerini ezgileriyle dillendirmeye çalışıyordu. Amfiyon'un müzik yeteneği, tanrı Apollon'un bile ilgisini çekti ve ona ödül olarak çok özel bir lir armağan etti. Artık gecesini gündüzünü bu çalgıyla geçirmeye başladı Amfiyon. Musiki alanında öyle bir aşamaya ulaştı ki, doğada ne varsa onlarla; ağaçlarla, hayvanlarla liri aracılığıyla konuşup anlaşabiliyordu... Ve istediği hayvanı, ağacı hatta bir tepeyi bile gönlünün çektiği yere kondurabiliyordu!..


Öte yandan Tebai'ye geri getirilen Antiyope'ye, kral olan amcası Likos ve karısı Dirke; gelenek dışı, babası belirsiz iki çocuk doğurduğu için akla hayale sığmayacak işkenceler uygulamaya başladılar. Bu işkencelerden gına getiren Antiyope, bir yolunu bulup saraydan kaçtı ve ikiz çocuklarının yaşadığı çoban ailesinin yanına sığındı. Ve yetişkin çocuklarına; geçmişte babalarıyla ve gebeliğiyle ilgili bütün gerçekleri anlattı! Onu can kulağıyla dinleyen Zetos'la Amfiyon, haliyle yıllar yılı analarına işkence etmiş olan kral Likos ve karısı Dirke'ye çok öfkelendiler...


Babaları Baştanrı Zeus'un yardımıyla, kral Likos'u ve karısı Dirke'yi ülke yönetiminden uzaklaştırdılar...


Artık bundan sonra da Zetos'la Amfiyon; Tebai'yi birlikte yönetmeye başladılar. Krallıklarının ilk eylemi olarak, ülkede babasız çocuk doğuran annelerle ilgili gerekli yasayı yürürlüğe koymak oldu... Müzisyen Amfiyon, krallığının yanında gene aynı şevk ve coşkuyla lirini çalmayı sürdürdü. Öte yandan ülkede halka açık kültürel amaçlı yapılar kurdurdu... Komşu halklarla da anlaşıp aralarındaki savaş amaçlı surları yıktırmaya başladı...


Kendi halkının ve komşu halkların işçileri, surları parçalayıp taşları sökerken, müzisyen kral Amfiyon da lirinden döktürdüğü ezgilerle onların işlerini yönlendiriyordu.


Bu ezgilerin eşliğinde taşlar ve kayalar, kendiliğinden yan yana ve üst üste, nasıl yerleşmeleri gerekiyorsa, öylece dizilip yerleşiyor; barışın ve sevginin ürünü olarak halkların hizmetine girecek büyük yapılara dönüşüyorlardı... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

23 Nisan 2023 Pazar

İLMİHAL-2

 



ABDEST


A) MAHİYETİ ve ÖNEMİ


Farsça âb (su) ve dest (el) kelimelerinden oluşan ve "el suyu" anlamına gelen abdest, belirli ibadetlerin ifasının ön şartı olan ve kendisi de ibadet mahiyetinde görülen bir nevi hükmî temizliktir. Arapça karşılığı güzellik, temizlik ve parlaklık anlamına gelen "vudû"dur. Fıkıhta abdest, "belli uzuvları usulüne uygun olarak su ile yıkamak ve bazılarını da eldeki su ıslaklığı ile meshetmek" şeklindeki ibadet temizliği olarak tarif edilir.


Abdestle ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın, başınızı meshedin ve topuklara kadar ayağınızı yıkayın. Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin" (el-Mâide 5/6) buyurulur. Bu âyet Medine döneminde nâzil olmuş ise de, müslümanların Mekke döneminde mi`rac gecesinde namazın farz kılınmasından itibaren namaz öncesinde mendup bir davranış olarak abdest aldıkları bilinmektedir. Âyet bunu müstakil bir hükümle teyit etmiş, ayrıca abdestin her amel için değil namaz için farz kılındığını açıklamıştır. Hz. Peygamber de hem müslümanlara fiilî olarak abdestin nasıl alınacağını göstermiş hem de abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın Allah katında kabul olunmayacağını belirtmiştir (Buhârî, "Vudû", 2; İbn Mâce, "Tahâret", 47).


Abdest başlı başına maddî temizlik özelliği de taşıyıp sağlık açısından bir dizi faydalar içermekle birlikte esasen hükmî temizlik işlemi ve arınma yoludur. Bunun için de fıkıh dilinde maddî kirlilikten temizlenme "necâsetten tahâret" olarak anılır; hükmî kirlilik olan hadesten temizlik ise birer hükmî temizlik usulleri olan abdest ve gusülle olur. Abdest ile ağız, diş, burun, el, yüz ve ayaklar gibi kirlenmeye ve dışarıdan gelecek mikroplara en açık uzuvlar günde birkaç defa su ile temizlenir. Bu sayede vücudun sinir sistemi ve kan dolaşımı daha düzenli hale gelir ve vücuda fizikî-tıbbî birçok fayda sağlar. Ayrıca abdest, namaz ibadetini ifa için yüce Allah'ın huzuruna çıkacak müminin mânevî ve ruhî hazırlık ve temizliği de demektir. Bu yüzden abdest, maddî temizlikle mânevî temizliği birleştirici, müslümana mânevî yönden destek ve güç sağlayıcı bir anlam ve öneme sahiptir.



B) ABDESTİN GEREKLİLİĞİ



Abdest başlı başına ve bizzat amaç olan bir ibadet değil belli ibadetleri yapmayı mubah kılan, kulun bu ibadetlere mânen ve ruhen hazırlanmasına ve bu ibadetlerden âzami verim elde etmesine yardımcı olan vasıta (vesile) ibadettir. Bazı ibadetler ve fiiller içinse abdestli olmak dinen gerekli görülmemiş olsa bile, taşıdığı birçok maddî ve mânevî faydalar sebebiyle tavsiye edilmiştir. Bundan dolayı abdestin dinî değer ve bağlayıcılık hükmü farz, vâcip ve mendup şeklinde üç çeşittir.


Namaz kılmak, Kâbe'yi tavaf etmek, tilâvet secdesi yapmak, Kur'an'a dokunmak için abdest dinen gereklidir. Sünnî mezheplerin çoğu bunların farz olduğunda görüş birliğinde olup yalnız Hanefîler Kâbe'yi tavafta abdesti vâcip görürler. Kur'an'a dokunmak için abdestin farz olduğu hükmü, Kur'an'a ve Sünnet'e de (el-Vâkıa 56/79; Beyhaki, Sünen, I, 87-88) dayandırılmakla birlikte esasen müslümanların Kur'an'a atfettikleri önemi ve ondan istifadeyi âzami ölçüye çıkarma gayretlerini yansıtan ve bünyesinde birçok sosyal ve psikolojik gerekçeyi barındıran kolektif şuur konumundadır.


Yatmadan önce abdest almak, vakit namazları için ayrı ayrı abdest almak, ezan okurken abdestli bulunmak mendup görülmüştür. Hatta mümine mânevî destek sağladığı, âdeta müminin silâhı olduğu, ayrıca Hz. Peygamber'in mümkün olduğu ölçüde abdestli halde bulunduğu göz önünde tutularak İslâm âlimleri müminin imkân ölçüsünde her işe abdestli olarak başlamasını ve abdestli bulunmasını tavsiye etmişlerdir.


Abdestin yukarıda özetlenen bu dinî hükmünün tabii sonucu olarak abdestsiz kimsenin, cenaze namazı da dahil namaz kılması, şükür ve tilâvet secdesi gibi namaz hükmüne tâbi fiilleri yapması, Kâbe'yi tavaf etmesi, Kur'an'a dokunması ve onu elle tutması câiz görülmez. Abdestsiz olarak Mushaf'a bakarak veya ezberden Kur'an okumak ise câizdir.


Kur'an yüce Rabbin kelâmı olduğu için ona her zaman âzami saygı göstermek, sû-i edeb olarak algılanacak davranışlardan kaçınmak gerekir. Kur'an tilâveti, öteden beri sünnet değer hükmü atfedilen bir ibadet olarak telakki edildiği için, Kur'an tilâvet ederken hem bu kolektif şuuru incitmemek ve hem de esasen her çeşidiyle ibadetin abdestli olarak ifasının ibadeti tamamlayan bir boyut olması sebebiyle böyle davranıp ibadet lezzetini daha derinden almak için abdestli olmaya özen göstermelidir. Fakihlerin Kur'an tilâvetini sünnet olarak nitelendirip ona ibadet içeriği yüklemeleri bu anlamda doğrudur ve bunun için abdestli olmanın şart koşulması da yerindedir. Ancak Kur'an okumaktan asıl maksadın mânasını anlamaksızın okuma değil, anlamak ve gereğini yerine getirmek üzere okumadır. Zaten Kur'an'ın indirilişinin aslî amacı da budur. Birinci okuyuşta ibadet niteliği ön plana çıktığı, ikincisinde ise anlama önem kazandığı için iki tür okuyuş arasında abdest açısından bir ayırım yapmak mümkündür. Bu ayırım sebebiyle olmalı ki, bazı bilginler, ikinci tür okuyuş biçiminde abdest almayı şart koşmamışlardır.



C) ABDESTİN FARZLARI



Abdestin farzları, bir fiilin abdest sayılabilmesi için onda bulunması zorunlu olan ana unsurlar demektir. Abdestin farzları ilgili âyette (el-Mâide 5/6) zikredildiği üzere dörttür:


Yüzü yıkamak.


Kolları dirseklerle birlikte yıkamak.


Başı meshetmek.


Ayakları topuklarla birlikte yıkamak.


Yüzün sınırı iki kulak yumuşağı, alındaki saç bitim yeri ile çenenin sona erdiği yer arasında kalan kısım olarak belirlenmiştir. Yüz yıkanırken sakal sık ise üstünü yıkamak yeterlidir. Abdest alırken parmaktaki yüzüğün altına su alacak şekilde oynatılması, el, yüz ve ayakta bulunan ve suyun deriye temasını önleyen maddelerin imkân dahilinde temizlenmesi gerekir. Dirseklerin yıkanması da abdestin farzları kapsamındadır. Başın dörtte birinin el içinin ıslaklığıyla meshedilmesi Hanefîler'e göre yeterlidir. Başın mesh miktarı Şâfiî mezhebinde daha az iken diğer iki mezhepte âdeta başın tamamıdır.


Abdestin bu dört farzında Sünnî fıkıh mezhepleri ittifak etmiştir. Ancak Hanefî mezhebinin dışında kalan diğer üç Sünnî mezhebin buna bazı şartları da ilâve ettiği görülür. Meselâ niyet bu üç mezhebe göre, abdeste başlarken besmele çekmek Hanbelîler'e göre, dört farzın âyette sayılan sıraya uygun yapılması (tertîb) Şâfiî ve Hanbelîler'e göre, bu işlemlerin ara verilmeden yapılması (muvâlât) Mâlikî ve Hanbelîler'e göre farzdır. Ca`ferîler, abdestle ilgili âyetin ifade tarzından hareketle ayakların yıkanmasının değil meshedilmesinin farz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe yakın olan bazı Sünnî âlimler de vardır.


Abdestin farzlarının yerine getirilmiş olması kuşkusuz alınan abdestin fıkhen geçerli (sahih) olması sonucunu da doğurur. Bununla birlikte kullanılan suyun temiz ve temizleyici olması, abdest alırken özür durumu hariç abdesti bozan bir durumun bulunmaması, yıkanması gereken uzuvlarda hiç kuru yerin kalmaması da gerekir. Bazı ilmihal kitaplarında, abdest alırken yıkanan uzuvlarda iğne deliği kadar kuru yerin kalmamasının istenmesi, hakiki anlamı değil bu konuda âzami titizliğin gösterilmesi gerektiğini ifade içindir. Abdest uzuvlarında bulunup suyun deriyle temasını önleyen maddelerin imkân ölçüsünde temizlenmesi gerekir. Temizlemede zorluk varsa bunların bulunması abdeste zarar vermez. Boyacı, marangoz gibi esnafın, sanatkârların el ve kollarında bulunan boyalar böyledir. Bunlar el ve tırnaklardan kazınmadıkça abdestin geçerli olmayacağının söylenmesi, bilgiye dayalı fıkhî bir hüküm olarak değil de yukarıda sözü edilen hassasiyetin abartılı ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Aynı şekilde bir uzvu yıkamak sağlık açısından sakıncalı ise meshedilir, meshetmek de zararlı ise terkedilir.



D) ABDESTİN SÜNNETLERİ ve ÂDÂBI



Hz. Peygamber'in farz ve vâcip kapsamında olmaksızın sürekli veya genelde yaptığı ve ümmetine de yapılmasını tavsiye ettiği fiillere fıkıh ilminde ve ilmihal dilinde sünnet, Hz. Peygamber'in bazan yapıp bazan da terkettiği fiillere ise mendup, müstehap veya âdâp denildiğini, fıkıh usulünde ise bu gruba giren bütün fiillerin, şer`î hükmün beşli taksimi içinde "mendup" olarak nitelendirildiğini biliyoruz.


Abdestin başlıca sünnetleri şöyle sıralanabilir: Abdest almaya niyet etmek, başlarken besmele çekmek, elleri bileklerle birlikte üç defa yıkamak, ağız ve buruna su çekip iyi bir ağız ve burun temizliği (mazmaza ve istinşak) yapmak, misvak kullanmak veya dişleri fırçalamak, sakalın içine su girmesini sağlamak, el parmaklarını birbirine sokup ovuşturmak, başın tamamını elin ıslaklığıyla meshetmek, boynu meshetmek, abdest uzuvlarını yıkarken bu sayılan sıraya uymak, abdeste sağ uzuvlardan başlamak, bu uzuvları üçer defa yıkamak ve su ile iyice ovmak (delk), abdeste ara vermeden tamamlamak.


Abdestin bu sayılan sünnetlerine ilâve olarak abdestin âdâbı olarak da; abdest alırken -mümkünse- kıbleye dönmek, abdest sularını vücuda ve elbiseye sıçratmamak, dünya işlerine ilişkin konuşmayıp abdest dualarını veya bildiği dualardan okumak, suyu ölçülü kullanmak, abdest sonunda kelime-i şehâdet (Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh) getirmek gibi fiiller tavsiye edilir. Abdestin âdâbından maksat, abdestin farzlarının ve sünnetlerinin daha uygun şekilde ve ortamda, mükemmel bir şekilde yerine getirilmesini sağlamaktır. Bu sebeple abdest alan kimse hangi davranışının abdestin amacına daha uygun olacağına ve abdest alırken nelerden kaçınması gerektiğine biraz da kendisi karar vermelidir. Meselâ günümüzde abdest öncesinde ellerin ve yüzün sabunlu su ile yıkanması, iyi bir ağız ve burun temizliği, imkân varsa dişlerin fırçalanması, suyun ölçülü kullanılması, çevre temizliğine özen gösterilmesi hem bireyin sağlığı açısından hem de üçüncü şahıslara saygının gereği olarak ayrı bir önem kazanmıştır.



E) ABDESTİ BOZAN DURUMLAR



Abdestin maddî temizlik olma özelliği de taşımakla birlikte esasen hükmî temizlik olduğunu yukarıda görmüştük. Bu sebeple abdesti bozan durumların bir kısmı maddî kirlilik, bir kısmı da hükmî kirlilik grubunda yer alır.


Şu durumlarda abdest bozulur:


İdrar ve dışkı yollarından idrar, dışkı, meni, mezi, kan gibi bir necâsetin, herhangi bir sıvının veya maddenin çıkması, yellenmek.


Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya herhangi bir maddenin çıkması. Ağızdan çıkan akıcı haldeki kan, tükürükten fazla veya ona eşit ise abdesti bozar. Vücuttan çıkan kan akmadığı veya çıktığı yerin çevresine dağılmadığı sürece abdesti bozmaz. Yaradan çıkan irin ve sarı su da böyledir. Çıktığı yerin dışına kendiliğinden dağılmayan bu sıvıların silinmesi halinde de abdest bozulmaz. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre idrar ve dışkı yolları hariç vücuttan çıkan kan ve benzeri sıvı maddeler abdesti bozmaz.


Ağız dolusu kusmak. Kusulan şey ister yemek, ister safra veya kan olsun, abdest bozulur.


Bayılma, delirme, sarhoş olma, uyuma gibi şuurun kontrolüne engel olan durumlar. Uyku dışındaki şuur kaybına yol açan durumların süresi ve o esnada kişinin konumu ne olursa olsun abdest bozulur. Uyku halinde ise, kişinin farkında olmadan abdestinin bozulmuş olması ihtimalinin derecesi ölçü alınır. Bu sebeple yatarak derin uykuya dalma abdesti bozar, uyku ile uyanıklık arasındaki hal ise bozmaz. Oturduğu yerden uyuklamada oturuşun şekli kadar bu kimsenin durumu, abdestin bozulma ihtimalinin kuvvet derecesi de önemlidir. Bundan dolayı tereddütlü durumlarda abdest alınması tavsiye edilir.


Namazda yakındaki şahısların duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek. Hanefîler'e göre rükûlu ve secdeli namazda sesli gülme abdesti de bozar. Diğer mezhepler ise sadece namazın bozulacağı görüşündedir.


Cinsî münasebet veya fâhiş (aşırı) temas ve dokunma. Hanefîler'e göre erkekle kadının tenlerinin birbirine değmesi ile abdest bozulmasa da çıplak olarak veya arada bedenlerin sıcaklığının hissedilmesini engelleyecek bir giysi bulunmaksızın erkek ve kadının aşırı derecede şehevî teması, oynaşma ve kucaklaşması abdesti bozar. Hanefî fakihlerinin çoğunluğu temasın aşırılığında erkeğin cinsel organının sertleşmesini ölçü alırken, İmam Muhammed mezi gibi bir yaşlık çıkmadıkça abdestin bozulmayacağı görüşündedir. Şâfiîler'e göre erkek ve kadının tenlerinin birbirine değmesi, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre ise temastan cinsel haz duyulması halinde abdest bozulur.


Mazeret halinin sona ermesi. Su bulamadığı için teyemmüm eden kimse suyu bulunca, mest üzerine mesh yapan kimsenin -yolcu olanlara üç, yolcu olmayanlara bir gün olarak tanınan- mesh süresi dolunca, özürlü kimse için de namaz vakti çıkınca abdesti bozulmuş olur.


Hanefîler'in dışındaki üç mezhebe göre bir kimsenin kendi cinsel organına temas da abdesti bozar. Bir kimse abdest aldığını kesin olarak bilse de abdestinin bozulup bozulmadığında tereddüt etse, Mâlikîler'e göre abdesti bozulmuş olur, diğer üç mezhebe göre ise bu durumda abdest bozulmuş sayılmaz.


Ağlamak, gözden yaş gelmesi, kabuk bağlamış bir yaranın kabuğunun kan çıkmaksızın düşmesi, tükürük ve sümüğe az miktarda kan karışması, ağız dolusu olmayan kusma, ısırılan elma, ayva gibi sert bir meyve veya kullanılan misvak-diş fırçası üzerindeki akıcılığı olmayan kan (diş eti kanaması hariç), sivrisinek, pire gibi haşeratın emdiği kan, namazda uyuklama, namazda sessiz gülme, tırnak kesme, tıraş olma kural olarak abdesti bozmaz.


Abdestin bozulup bozulmadığıyla ilgili görüş ayrılığı bulunan konularda ihtiyatlı davranmak uygun olur. Özellikle imam olan kimselerin abdestinin diğer mezheplere göre de bozulmamış olmasına özen göstermesi şart değilse de yerinde bir davranıştır.



F) ABDESTİN ŞEKLİ



Sünnet ve âdâbına riayet edilerek, ayrıca dört mezhebin farz saydığı hususları da içerecek şekilde abdest şöyle alınır: Abdest suyunun elbiseye sıçramayacağı bir konum alınır, mümkünse kıbleye dönülür. Niyet ve besmele ile abdeste başlayıp önce eller bileklere kadar ve parmak araları da ovuşturularak üç defa yıkanır, cilt üzerindeki hamur, boya, sakız gibi maddeler temizlenir. Parmakta yüzük varsa oynatılır. Misvak veya diş fırçası ile, bunlar yoksa sağ elin parmaklarıyla dişler temizlenir. Ağız, sağ el avucuna alınan su ile üç defa çalkanıp temizlenir. Üç defa da burna su çekilip sol elle burun temizlenir. Oruçlu olmayan kimse ağız ve burnun her yerine suyun iyice ulaşmasını sağlar. Üç kere yüz yıkanır. Varsa sakalın içinden parmaklar geçirilerek suyun sakal diplerine ulaşması sağlanır. Sonra dirsekle birlikte sağ kol üç defa, sonra aynı şekilde sol kol üç defa yıkanır. Sağ el ıslatılarak avuç ve parmakların içiyle başın üstü bir defa meshedilir. Bu şekilde başın dörtte birini meshetmek yeterli ise de iki elle başın tamamının meshedilmesi -sağlık bakımından endişe verici bir durum yoksa- sünnettir. Eller yine ıslatılarak baş parmakla kulağın dışı, şahadet parmağı veya serçe parmakla içi meshedildikten sonra her iki elin arkasıyla boyun meshedilir. Önce sağ sonra sol ayak, parmak uçlarından başlanarak topuk ve aşık kemikleri de dahil olmak üzere yıkanır. Parmak aralarının yıkanmasına özen gösterilir. Abdestten sonra kelime-i şehâdeti okumak, içilebilir ise abdest alınan sudan bir miktar içmek ve Kadr sûresini okumak da abdestin âdâbındandır.


G) ÖZÜRLÜNÜN ABDESTİ



Devamlı burun kanaması, idrarı tutamama, devamlı kusma, yaranın devamlı kanaması, kadınların akıntısı gibi abdesti bozan ve kısmen süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara ilmihal dilinde özür (mazeret), böyle kimselere de özürlü kimse (mâzur, mâzure) denilir.


İslâm dini kolaylık ve rahmet dinidir. Namaz başta olmak üzere kişilerin ibadetlerini zamanında ve gerektiği şekilde yerine getirebilmeleri hem bir görev hem de bir haktır. Bu sebeple İslâm dini kişiye gücünün üstünde yük yüklememiş, ibadet hayatı da dahil daima kolaylığın sağlanmasını, zorluk ve sıkıntının önlenmesini ilke edinmiştir. Bu sebepledir ki normal durumlarda abdesti bozan şeyler konusunda özürlü kimseler için özel hükümler getirilerek bu kimselerin ibadet etmesine fırsat tanınmıştır. Su bulunmadığında veya suyun kullanımının sağlığa zararlı olduğu durumlarda teyemmüm imkânı, yaranın üstüne mesh hükümleri de yine İslâm'ın hem namazı ferdin aslî görevi ve dinin direği saymasının hem de kolaylık prensibinin birer örneğidir.


Yukarıda sayılan türde olup en az bir namaz vakti süresince devam eden bedenî rahatsızlıklar özür hali sayılır. Özürlü kimse her namaz vakti için abdest alır, bu özür halinin abdesti bozmadığı var sayılarak o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vâcip, sünnet, eda ve kazâ namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe'yi tavaf edebilir, Mushaf'ı tutabilir. Namaz vaktinin çıkmasıyla özürlü kimsenin abdesti bozulmuş olur, yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özürlü kimsenin abdesti özür hali dışında abdesti bozan ikinci bir sebeple de bozulur. Meselâ idrarını tutamayan kimsenin burnu kanamakla abdesti bozulur. İmam Şâfiî'ye göre özürlü kimsenin her namaz için ayrı abdest alması gerekir. Özürlü kimsenin bu sebeple elbisesine bulaşan idrar, kan özür devam ettiği sürece namazın sıhhatine engel olmaz. Kadınlar için aybaşı ve loğusalık hali farklı fıkhî hükümlere tâbi olup bunun dışında kalan kanamalar ve devamlı akıntılar (istihâze) özür hali sayılır.



H) MESH



İslâm dini namazın ifasını dinin temel vecîbelerinden saymış olmasının yanı sıra her türlü mükellefiyette zorluğu gidermeye ve kolaylığı temin etmeye de ayrı bir önem vermiştir. Bunun bir örneği de, mükellefler için mest ve sargı üzerine mesh yaparak abdest alma ve böylece üzerine düşen ibadetleri ifa etme imkânı getirmiş olmasıdır.


Mesh, bir şey üzerinde eli gezdirmek, o şeyi elle silmek demektir. Fıkıhta mesh, bir nevi hükmî temizlik işlemi olup abdestte elin ıslaklığıyla bir uzuv, mest veya sargı üzerinde, teyemmümde ise yüz ve kollar üzerinde toprakla yapılan sembolik temizlik çeşididir. Abdest alırken baş, boyun ve kulakların meshedilmesi abdestin ilkten (aslî) hükmü, mest ve sargı üzerine mesh ise yıkama yerine geçen (bedel, halef) bir işlemdir.



a) Mest Üzerine Mesh



Dinimizin ibadetlerde kolaylığı tercih etmiş olması sebebiyle, ayaklara mest vb. giyildiğinde, abdest için bunun çıkarılması ve ayağın yıkanması istenmeyip mestin üzerine mesh yapma câiz görülmüştür. Mest deri ve benzeri maddelerden ayaklara giymek maksadıyla yapılan, ayakları topuklarla birlikte örten, içine su geçirmeyecek veya yere konduğunda kendi kendine dik durabilecek bir ayakkabı çeşididir. Ayakları aynı şekilde örten çizme, potin, kendisiyle yol yürünebilecek dayanıklılıkta çorap ve boğazlı terlikler ve benzerleri de Hanefîler'e göre mest hükmündedir. Devamlı olarak yerle temas halindeki çizme ve ayakkabılara meshetmek yeterli olmayıp altında veya üzerindeki necis maddelerin de temizlenmesi gerekir.


Abdest alırken mestin üzerinde elin üç parmağı kadar yerin elin ıslaklığıyla bir defa meshedilmesi gerekir ve yeterli olur. Bunun için mestin abdestli olarak giyilmiş, mestin ayağın abdestte yıkanması gereken yerlerini tamamen kaplamış, ayrıca dayanıklı ve sağlam bir maddeden yapılmış olması aranır. Mest ile yaklaşık 6 kilometre yürünebilmesi veya bırakıldığında dik durabilmesi bu dayanıklılık ve sağlamlığın ölçüsü olarak zikredilir. Mestin topuktan aşağı kısmında, altında veya üstünde ayak parmaklardan üçü girecek şekilde bir deliğin, yarık veya yırtığın bulunmaması, mestin içine su almaması da gerekir. Üzerine deri kaplanmış veya altlarına pençe vurulmuş çorap üzerine mesh edilebilir. Hanefî fakihlerinden Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, altına pençe vurulmuş olması şartını aramaksızın kalın ve içini göstermeyen dayanıklı keçe ve yün çoraplar üzerine, bir grup fakih ise bu şartları da aramayarak çorap üzerine meshedilebileceği görüşündedir. İbadetlerin ve onlara hazırlık mahiyetindeki vecîbelerin yerine getirilmesinde bazı ölçüler belirlemeyi ve imkân dahilinde kolaylık sağlamayı hedefleyen fakihler arasındaki bu tür görüş farklılıkları mükellefe bu görüşlerden istediği tarzda bir kompozisyon oluşturma hakkını vermekten ziyade ihtiyaç halinde kullanılabilecek ruhsatları göstermesi yönüyle önem taşır.


Abdesti bozan durumlar mest üzerine meshi de bozar. Üzerine meshedilen mestin ayaktan çıkması veya çıkarılması, mestin içine giren suyun bir ayağın yarıdan fazlasını ıslatması, mesh süresinin sona ermesi meshi bozar. Mest üzerine meshin süresi, yolcu olmayanlar için bir gün bir gece (24 saat), yolcular için üç gün üç gecedir (72 saat). Bu süre, mestin abdestli olarak giyilmesinden sonra ilk hadesten yani abdesti bozan ilk durumdan başlar. Bu süre dolduktan sonra, ayaklar su ile yıkanarak abdest alınıp gerekiyorsa mest tekrar giyilmelidir. Öte yandan, ayaklarını yıkamak suretiyle abdestli olan kimsenin bu abdesti devam ettiği sürece mestleri çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestlerin üzerine meshetmek suretiyle abdestli olup mestlerini çıkaran kimse, sadece ayaklarını yıkayarak abdestini tamamlayabilir.



b) Sargı Üzerine Mesh



Üzerinde sargı bulunan bir organın abdest alırken su ile yıkanması sağlık açısından zararlı ise, bu sargı çözülmeyip üzerinin meshedilmesiyle yetinilir. Yapılan bu mesh o uzvu hükmen yıkama sayılır. Hatta mesh de zararlı ise ondan da vazgeçilebilir. Sargının çoğunluğunu sadece bir defa meshetmek yeterlidir. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi bu meshin süresi de yoktur. Özür hali devam ettiği sürece sargı üzerine meshedilebilir. Sargı üzerine ikinci bir sargı sarılsa bu sargıya ayrıca meshetmek gerekmez. Bir sargı üzerine mesh yapıldıktan sonra o sargı değiştirilirse hüküm yine aynı olmakla birlikte yeni sargının meshedilmesi müstehaptır. Üzerindeki ilâç, merhem bulunan yaraların meshi de sargı üzerine mesh hükmündedir. Yaranın iyileşip sargının çıkarılması halinde sargı üzerine yapılan mesh bozulmuş olur. Bu kimsenin şayet abdestli ise, sargı yerini yıkamakla iktifa etmesi mümkün ise de yeniden abdest alması daha yerinde bir davranış olur.


Doldurulmuş veya kaplanmış dişler de sargılı veya merhemli yara -veya suyun deriye ulaşmasını engelleyen fakat çıkarılması zor olan boya vb.nin bulaştığı organ- gibidir. Suyun kaplama ve dolguya ulaşması yeterlidir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

22 Nisan 2023 Cumartesi

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-7

 

HUZEYFE


Huzeyfe, Arapların Zeybân kabilesi reislerindendi. Kötü ruhlu, zalim bir adamdı. Bunun yüzünden hem kendi, hem de etraf kabileleri bir hayli harp etmişler, ölü vermişlerdi. Bilhassa Abes kabilesi ile aralarında kırk sene devam eden ve kendisinin de katli ile neticelenen hadiseler şöyle başlamıştı:


Abes kabilesinden Kays bin Zehîr, bir hicaz dönüşü Huzeyfe’nin obasına misafir olur. Misafirin Dahis ve Gabrâ adlı atlarını gören Huzeyfe, bunların kendi atları ile ödüllü koşu yapmasını teklif eder. Kays, bu işin kötüye varacağını sezer ve kabul etmez. Fakat Huzeyfe âdeta zorlar. Yüzer deve ödül ile yüz ok atımı mesafeden atları koşuya çıkarırlar. Huzeyfe kötü niyetli davranır ve yola pusu kurduğu adamlarına ileri geçen misafirin atlarını döğdürüp ürkütür. Ama gene misafirin atının birini, Gabrâ, koşuyu kazanır.


Huzeyfe, koşuyu takip eden halkın gözü önünde cereyan eden bütün bu hadiselere rağmen kendi kendisini galip ilân eder. Esasen baştan bu durumu sezen fakat misafir bulunduğu için bu işe mecbur kalan Kays, üzülerek, atlarını alıp kabilesine döner. Fakat Huzeyfe onun peşini bırakmaz, oğlu Nüdbe’yi peşinden göndererek koşu ödülü olan yüz deveyi ister. Esasen Huzeyfe’ye pek kızgın olarak dönen Kays, Nüdbe’nin böyle bir teklifle tâ kabilesine kadar geldiğini görünce; hiddetini yenemez ve Nüdbe'yi öldürür.

Bu sırada Kays’ın Malik adında bir kardeşi, Zeyban kabilesine misafir gitmişti. Durumu öğrenen Huzeyfe ve kabilesi de Nüdbe’ye karşılık bu Malik’i öldürürler.


Abes ve Zeyban arasında bu suretle yani Huzeyfe’nin bir kötü davranışı ile başlayan savaş, tam kırk sene sürmüştür. O kadar ki, bu harplerin devamlı meşgalesinden at ve develeri dahi yavrulamaya fırsat bulamadı.


Araplar, bu iki kabile ve müttefikleri arasında geçen bu harplere şu isimleri verirler: «Yevme Zil Müreylüb — Müreylib günü veya gadılk günü», «Urâir günü», «Hassa günü», «Yameriye günü», «Akiha günü», «Cifrul Hebaeh günü» ve «Ceracir günü».


Bu harplerden biri olan «Yevme Zi Hasa» Vadissefa’da, Fezare ile Abes kabilesi arasında geçmişti. Kays’ın kabilesi olan Abes kabilesi bozulmuş, geri kaçmak mecburiyetinde kalmışlardı. Fakat düşmanları peşlerini bırakmamışlardı. Nihayet Abes kabilesi, yedi çocuğu rehin olarak bırakarak sulh ve tazminat şartlarını görüşmek üzere mehil istemişlerdi. Şartlar kabul edilmiş, çocuklar Zeyban kabilesinden Amr’ın oğlu Sebiğ’in eline emanet edilmişti. Fakat tam bu sırada, çocukları emanet alan. Sebiğ öldü. Bunu haber alan Huzeyfe, çocukları Sebiğ’in oğlu Melik’in elinden alarak Yâmeriye denen yere götürdü. Durumu sezen çocukların: «Babaa, Babacığım!.» diye feryat edişlerini nazara almayarak hepsini hunharca boğazladı.


Bu korkunç fecaati öğrenen Abes kabilesi, hiç vakit kaybetmeden ve harp tazminatı için topladıkları para ile de silah temin ederek Huzeyfe’nin kabilesine hücum edip çocuklarının boğazlandığı sahada onları cezalandırdılar fakat asıl suçlu hunhar Huzeyfe kurtuldu. Ve kabilesinin bir kolu bulunduğu bütün Gatafan kabilesini ayaklandırarak Abes kabilesine hücuma hazırlandı. Bu suretle Abes’e son darbeyi indirmek istiyordu. Çocuklara yaptığı zulüm gözlerini perdelediği için, kardeşi Haml'in vazgeçirmek için yaptığı ricalarım da kaale almadı. Hazırlık bitti, yola çıktılar.


Beride Kays, kabilesini topladı, onlara harp plânlarını açıklıyarak talimat verdi. Kays: «Onlardan beni Bedr hariç diğer kabileler kan davasında değil, ganimet derdindedir. Bunun için, bütün mallarımızı bir yere bırakıp biz bir tarafa gizleneceğiz. Onlar gelip bunu görünce yağmaya dalacaklar. Bırakacağımız gözcü bize haber verecek ve biz de onları aniden basıp perişan edeceğiz» dedi.


Bütün kabile bunu pek uygun buldu ve öyle yaptılar. Dedikleri gibi de oldu. Düşman kabileler mağlup ve perişan oldular, dört yüzden fazla ölü verdiler.


Bu arada asıl suçlu Huzeyfe, gene kaçtı. Yanına kardeşi Haml’i ve beş atlıyı alarak Cifrulhebâeh denen ve bu harbe ismini veren su istikâmetinde bütün gece süratle at koşturdu. Sabah olunca, artık emin olarak atlarını çayıra salıp su başında istirahate çekildiler.


Halbuki Kays, yanına aldığı — Huzeyfe’nin evlâtlığı ve sonra Kays’ın emrine giren — Kiryuaş ve diğer arkadaşları ile sabaha kadar dolu dizgin Huzeyfe’yi takip etmişti. Nihayet sabah vakti onları istirahat halinde bastırdı. Ve adamları ile kısa bir görüşmeden sonra plânını tatbike koydu. Huzeyfe ve adamlarının atlarına binmelerine meydan vermemek için atları ile aralarına girerek onları kıskıvrak sardı.

Korku ve dehşete kapılan zalim Huzeyfe ve arkadaşları, hunharca boğazladığı çocukların: «Babacığım...Babacığım!...» diye haykıran hayalindeki seslerine cevap veriyormuş gibi: «Lebbeyküm, Lebbeyküm!.» «Buyrun, Buyrunî...» diye haykırmaya başladılar.


Kays, «Ey Huzeyfe, ey zalim! Boğazladığın masum çocukların halini şimdi daha iyi idrâk ediyorsun değil mi?» dedi.


Huzeyfe, yalvarıyor, boğazladığı çocuklara ve ölümlerine sebep olduğu yüzlerce kişiye karşı hiç duymadığı, düşünmediği merhameti şimdi onlardan bekliyordu.


Fakat artık zalime müsaade edilmedi. Lâyık olduğu, cezayı buldu. Evlâtlığı Kıryuaş tarafından habis ruhu teninden ayrıldı. Arkadaşları da aynı şekilde cezalandırıldı. Fakat yanında kaçırdığı oğlu Hasan, küçük olduğu için bağışlandı.



HÜRMÜZ


Hürmüz bir İran şahıdır. Adil Nûşirevan’ın oğludur. Hicret yıllarında yaşamıştır. Anası Türk Hakanının kızı olduğu için kendisine Türkzâde denirdi. Fakat, basit ve zalim bir insandı.

Adi ruhlu olduğu için kendisi gibi basit ve ahlâksız takımı ile görüşür, ciddi ve halkın sevgisini kazanacak çapta sayılı insanlardan nefret ederdi. Adeta, henüz yarası yeni deşilen Mezdeürizm (Komünizm.) in ruh çöküntüsünün izini taşıyordu. Bu ruhun tezahürü olan itimatsızlik, kin, nefret, kan dökücülük ve zulüm bunun hasletleri halinde idi.


Oğlu Perviz’i çekememiş, onu Azerbeycana sürmüştü. Her zalim gibi korku, vehim içinde bulunduğu için evlâdına dahi itimadı yoktu. Halka karşı ise pek zalim idi. Hele İran halkının ileri gelenlerine hiç tahammül ve insafı yoktu. Halkın eşraf kısmından 13600 insanı sebepsiz yere idam ettirmişti. Ve zulüm ve rezilce hareketleri halkı bizar etmişti. 13 küsur senelik böyle bir zulüm hayatından sonra ayaklanan halk ve oğlu Perviz, Hürmüz’ün evvelâ gözlerine mil çekip hapsettiler. Sonra da onu tutup bir yayın girişi ile boğdular.


Vak’a şöyle geçti: Bu zalim hüikümdarın kötülüklerine karşı halk, uzun müddet babası Âdil Nûşirevanın hatırı için sabır gösterdi. Fakat artık tahammül edilmez hale gelince ve düzeleceği yerde zulmünü arttırınca, halk, kıpırdamaya başladı. Bunu sezen dış devletler harekete geldi. Bir taraftan Bizans, bir taraftan Hazer hükümdarı ve diğer taraftan da Türk Hakanı saldırıya geçtiler.


Hürmüz’ün Rey’li bir kahraman kumandanı vardı: Behram Çapin... Hürmüz, bu adamı ordunun başına geçirerek Türk Hakanı üzerine gönderdi. Behram, bu seferde büyük başarı gösterdi. Türk ordularını yendi. Birçok illerini istilâ etti. Hakanı azledildi. Behram, tahta yeni çıkan Hakanın oğlu ile sulh anlaşması yaptı ve büyük ganimetlerle döndü.


Fakat Hürmüz, çok geçmeden Türk iline tekrar akında bulunması için. Behrama emir gönderdi. Fakat Türk Hakanı ile sulh anlaşması imzaladığını söyleyen Behram, bu emri red etti. Şah Hürmüz de emrinde ısrar edince, Behram, ordusu, ve kendisine iltihak eden halkla beraber isyan etti. Hürmüz Behramın üzerine ordu gönderdi. Fakat, ordunun çoğu askeri de Behrama iltihak etti. Ve Hürmüz mağlup duruma düştü. Bunu gören ve Azerbeycanda sürgünde bulunan oğlu gelerek babasından bizar olan halkın da yardımı ile sarayı bastı, babasını yakalayıp azletti. Gözlerine mil çektirerek hapse attı ve yerine geçti.


Fakat kumandan Behram, onu tanımadı. Babasının tarafını tuttu. Esas maksat tahta geçmek olduğu için bu defa da babasının tarafını tutarak yeni şah Perviz’e karşı harekete geçti. Durumu güçleşen Perviz, Behramın gelip babasını tahta çıkarmasından veya babasının tahtı Behrama bırakmasından korkarak etrafındaki adamlarla babası Hürmüzün kapalı bulunduğu yere gitti, onu yayın kirişi ile boğarak öldürdü. Ve bir zalim varlık daha toprağa serildi.


Bu vakalar olurken, Medine şehrinde de şöyle bir hadise cereyan ediyordu:


Hürmüz, yüce Peygamberimizin İslâmî neşre çalıştığını duymuş, pek kızmıştı. Adamlar gönderterek:  «Medinede bir arap, peygamberlik davasına kalkışmış, ülkemin huzurunu kaçırıyormuş, ona gidin ve kendisini yakalayarak behemahal bana getirin.» diye emretmiş ve adamları Medineye gelerek Hz. Muhammed (A.S.) a emri tebliğ etmişlerdi. Adamlar yüce Peygamberimizi hemen alıp götürmek niyetinde ve ümidinde idiler. Peygamberimiz, o gece dinlenmelerini, ertesi günü yolculuk işini kararlaştırabileceklerini söylemişti. Onlar istirahate çekildiler, Yüce Peygamberimiz de; gece evine çekilerek durumu rabbine arz ve bu zalim Hürmüz hakkında gereken ceza hükmünün tatbikini niyaz etti. Ayni gece İlâhî ceza, hükmü tecelli etti. Durum yüce Peygamberimize vahiy yolu ile müjdelendi.


Peygamberimiz, sabahleyin evinden çıktı. Hürmüzün adamlarını çağırttı, kendilerine İran’da geçen hadiseleri, Hürmüzün, oğlu Perviz tarafından katledildiğini ve Pervizin tahta çıktığını haber verdi. Yaptıkları tahkikatta, durumun Hz. Muhammed (A.S.) in haber verdiği gibi olduğunu öğrenen elçiler de çâr-nâçar elleri böğürlerinde geri dönüp gittiler.



KAYS BİN HATİM


Yesrib’in iki arap kabilesi Evs ve Hazrec, zaman zaman birbirleri ile şiddetli harpler ederlerdi. Bunların biri de, «Yevmül Feres»tir. Bu harpte Hazrec mağlup olmuştu, fakat Evs daha çok ölü vermişti.


Sulh masasına oturulmuş, sulh şartı olarak ölüsü fazla olan tarafa yani Evs (kabilesine fazla ölü sayısınca rehin verilmesi ileri sürülmüştü. Evs’in bu şartını mağlup Hazrec’liler kabul ederek Evs’in fazla üç ölüsü yerine üç çocuğu rehin vermişlerdi.


Fakat Hatim oğlu Kays’ın başkanlığındaki Evs’liler, ihanet ederek bu rehinleri öldürdüler. Bu yüzden iki kabile arasında başlayan harp kısım kısım uzun müddet devam etti. Fakat ilk harp zalimlerin cezalanmalarına kâfi geldi.


Çocuklara yapılan bu hunharlığı öğrenen Hazrec’liler, Abdullah bin Selûl’un başkanlığında ve iyi bir hazırlıkla hemen Evs’in üzerine saldırdılar.


Zulmün cezası Evs’i çabuk yakalamıştı. Evs mağlup ve perişan oldu. Çok kayıp verdi. Asıl mes’ul başı, reis Kays ise, birçok yerlerinden ağır yaralar alarak harpten çıktı. Fakat kalan ömrünü yaraların verdiği ızdırap içinde kıvranarak geçirdi.



KALİKÜLA


Milâdın 39. senesinde tahta geçen bu Kayser de pek zalim idi. Dört sene kadar süren iktidarı, zulüm ve ahlâksızlığın iğrenç örnekleri ile geçmiştir.


Ahlâksızlığı o kadar ileri götürdü ki; bütün kız kardeşleri ile dahi zorla zina etmiştir.


Zulmü o kadar ileri götürdü ki; Kudüs’te mescide diktirdiği heykeline bütün yahudileri taptırdı.


Bu suretle, Danyal Aleyhisselâmın bir mucizesi de tahakkuk etmiştir.


Danyal (A.S.) hitabında demişti ki: «Benî İsrail, Kudüs mescidine heykel dikildiğini, resim konduğunu ne zaman görürse; bilsinler ki Kudüs’ün harap olması yakındır.»


Nitekim 30 sene sonra Titos zamanında Kudüs ikinci defa tahrip edilmiştir.


Nihayet bu zalim ve ahlâksız Kalikula da cezasız kalmadı. İlâhî adalet, onu cezalandırmak için de kendi başkumandanını vazifelendirdi. Onun habis canını almaya karar veren baş kumandanı, fırsat kollamaya başladı. Bir gün onu, yatak odasında tenhaca kıstıran başkumandan, kılıcını çekerek üzerine saldırdı, bir kaç kılıç darbesi ile leşini yatağı üzerine uzatıp ayrıldı. Bu suretle bir zalim daha cezasını buldu. İşin garibi; diktirip halkı taptırdığı heykelleri imdadına yetişemediği gibi sonra kendi akibetine uğrayan putlarının imdadına da andıle kendisi yetişemedi.



KLEBER MISIR’DA PARİS’Lİ BİR FİRAVUN


Mısır’da 14 ay kalan, sırf iktidar ve şöhret hırsı için ve «Büyük kahramanlıklar Şark seferlerinde ancak kazanılır» diye yola çıkıp gerek Türkiye ve Mısır’a gerek Fransa’ya büyük zararlar verdiren Napolyon Pariste daha büyük bir mevki ve ikbal yıldızının parladığını görünce 23/Ağustos/1799 tarihinin gecesinde bazı yakın arkadaşları ile bir vapura atlayıp Fransa’ya kaçtı. Hem de kendisi ile kader birliği yapıp Mısır’a kadar gelen ve birçok meşakkatler çekip telafat veren asker ve kumandanlarını Çöl, deniz ve düşmanla çevrili, aç, susuz ve imkânsız bir hal içinde bırakarak...


Bonapart, kaçarken bıraktığı bir mektupta, yerine Kleber’i kumandan tayin etmişti. Kleber, Bonapart’ın mektubunu alınca' Kahire’ye geldi. Bonapart’ın Özbekiye meydanında oturduğu eve yerleşti. Bir beyanname neşrederek yeni başkumandan olduğunu askere ilân etti. Mısır ileri gelenleri gelip usulen kendisini tebrik ettiler. Kleber, bu sırada 50 yaşında idi.


Türk— Fransız harbi devam ediyordu. Kleber, Avusturya harbinde yakînen tanıdığı Yeniçerilerden çok korkuyor ve sulh yapabilme çareleri arıyordu. Şartlar el vermemiş, sulh, yapılamamıştı. Yapılan neticesiz bazı savaşlardan sonra bütün çaresizliğine rağmen Kleber, Mısır’da yerleşmeyi kararlaştırmıştı.


Mısır halkı, her ne kadar hadiselere, sonu gelmeyen harplere veya yabancılara alışır gibi oldu ise de, yer yer isyanlar oluyor, Kleber de bunları şiddetle bastırıyor ve halka ağır vergiler yükleyerek onları kıpırdayamaz hale getiriyordu.


Halk, Fransızları asla sevmiyor, Fransızlar da halka karşı hiç iyi davranmıyorlardı. Asker, halkla alay ediyor, halkın hürmet ettiği şeyhlere, «İhtiyar hamam böcekleri» diye tam Fransız inkilâbının yetiştirdiği dinsiz nesle yakışır hakaretlerde bulunuyorlardı. Bunları itidale sevketmesi gereken Başkumandan Kleber, aksine bu yola teşvikçi olmuştu. Her Mısır hakimi gibi o da çabucak değişmiş, gevşemiş, iyi hasletlerini 'kaybederek Firavunkârı gurur ve zulme doğru kaymıştı.


Halka ağır vergiler koydu. Bunu Camilere ve Şeyhlere de teşmil etti. Vermeyenlere dayak attırdı. Hapse attırdı. Hatta halkın Peygamber soyundan tanıdığı ve saydığı bir şeyhi, vergi vermeyi red etti diye hapsettirmiş, üstelik ona hapishanede dayak attırmış ve vergi vermeğe mecbur etmişti. Tabii bu hadiseler halkın büyük ölçüde nefretine sebep oluyordu.


Kleber, halktan topladığı vergilerin bir kısmı ile de kendi lüks hayatını ve saltanatını kurmaya çalışıyordu. Bonapart’ın sade hayatını hemen terk etmiş, süse, gösterişe, saltanat tezahürlerine kendisini kaptırmıştı. Emrine, fellahlardan birçok hizmetçiler aldı. Onların, etrafında hizmet edip dolaşmasından zevk alır oldu.


Gurur, haşmet içindeki ruh haletine ve halka karşı zalimane davranışına güzel ‘birer örnek olan şu haller de kayda değer:

İki özel seyisi vardı. Bunların vazifesi, Kleber ata binip inerken hizmet etmekti. Ata binip inerken bunlardan biri atının dizginini, öbürü de özengisini tutardı.


Bir yola çıktığı zaman bunlardan başka atının önünde iki kavas da bulundururdu. Bunlar, atının bir kaç adım; önünden gider. Her adımda ellerindeki uzun sopaları yere şiddetle vurur: «İşte başkumandan Hazretleri! Müslümanlar Yol açın ve ihtiram edin!» diye bağırırlardı. Bunu duyan halk, yol açıp iki sıra olur, At’da Eşek’te olanlar da hemen iner, hepsi birden el pençe durur, Kleber’e doğru eğilerek saygı gösterirlerdi.


Kleber, artık Mısır’da devamlı kalabileceğine iyice inanmış ve tam bir eski Mısır hükümdarı rolünü almıştı. İşte halkın artık Kleber’den bizar olduğu, vergi hakaret ve çeşitli zulüm içinde inlediği bu günlerde Süleyman adında Halep’li bir Müslüman genci Mısır’a geldi. 25 yaşında olan bu genç Ezher Üniversitesinde okuyordu. Pek dindar olan, her yıl Halep’e izinli gidip gelen bu genç ayna zamanda Hacca gitmiş ve Hacı da olmuştu. Kleber ve askerlerinin gerek Mısır, gerek Suriye ve Kudüs’te yaptıkları zulüm ve vahşeti yakından görmüştü. Dolayısiyle dini gayret ve hamiyyeti galeyana gelmişti.


Süleyman, uzun müddet düşündü. Müslümanların başındaki bu püsküllü belayı nasıl savmalı, Müslümanları bu zalimin elinden nasıl kurtarmalı diye. Nihayet yarayı başından deşmeyi, Başkumandan Kleber’i öldürmeyi kararlaştırdı. Ancak bu suretle bu zulmün önü ve intikamı alınmış olacaktı.


Süleyman, bir hançer satın aldı. Ezher’deki dört hocasına meseleyi açıp, onların tasviplerini de aldı. 40 gün oruç ve ibadetle geçirip manevi bir hazırlık yaptı. Sonra Kleber’i takipe başladı. Üç günlük bir takipten sonra onu Özbekiye’deki Sarayının bahçesinde sıkıştırabileceğini gördü. Halen tamir edilen bu saraya Kleber, her sabah mimarı ile gelip bakardı. Süleyman Sarayın bahçesindeki boş sarnıçta saklanıp onu bekledi. Biraz sonra Kleber, Mimarı ile beraber gelip ona talimat vermeye başladı. Süleyman, Sarnıçtan çıkıp Kleber’in önüne eğildi, ona bir dilekçe verdi. Kleber, dilekçeyi okurken de birden hançerini çekerek Kleber’in kalbine dört defa sapladı. Müdahalede eden Mimar da yaraladı. Kleber zalimi, bir "kaç saat sonra ölüp gitti. Bu suretle Mısır bir Zalimin elinden daha yakasını sıyırmış oldu.


Gerçi Halep’li Süleyman’ı hemen yakadılar, bir kolunu yaktılar ve kendisini kazığa geçirdiler. Ama o, milletini, dindaşlarını zulümden kurtarmış, karşılığında da şehadet mertebesini kazanmıştır.

Kleber’in yerine geçen yeni kumandan Meno, mütevazi bir adamdı. Üstelik hadiseler ona bir milletin izzeti nefsi ile ilelebet oynanamayacağını da göstermişti. Zülme gitmedi. Üstelik bir Türk kadını ile evlendi. Büyük bir ihtida merasimi ile müslüman oldu. Abdullah Yakup ismini aldı. Ve beş vakit namazına başladı.


Halep’li Süleyman’ın hamiyeti diniyye ve milliyesi yalnız Mısır halkını kâfir ve zalimlerin şerrinden kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda kafir Fransız askerlerinin Başkumandanını da küfründen kurtarmış oldu.

Fransızlar, gerek Kleber’i, gerek Halep’li Süleyman’ın kemiklerini daha sonra Fransaya götürdüler. Süleyman'ın kemiklerini müzeye koydular ve onun beyninde taassup hücreleri araştırdılar.

Garip şey, Keleber’in beyninde zalimlik ve Firavunluk damarı arayacak yerde aradıkları şeye bakın..,


Böyledir bu Garp kafası, Kendi zulüm ve soygunculuğunu medenilik, Şarklının milli hamiyyetini de taassup sayacak kadar kaimdir zaar...




LİYO’NUN KATİLLERİ.


İmparator Liyo, Mikâil’in tahta geçmek için hazırlık halinde olduğunu duydu. Tabii tahta geçmesi için de kendi hayatının bertaraf edilmesi gerekiyordu.


Mikâil’i takip ettirdi ve bir paskalya günü onun suçunu tespit ettirip yakalattı. Suçunun cezası olarak da ateşte yakılmasını emretti. Fakat imparatorun karısı araya girerek Mikâil’e şefaatçi oldu. Onu idamdan kurtardı, cezası hapse çevrildi.


İmparator, karısına; «Sen, bunu idam etmeme mani oldun, ama göreceksin bir gün bu adam beni öldürecek.» demişti. Endişesi haklı çıktı.


Bir gün imparator kilisede iken Mikâil’in adamları ansızın kılıçları çekerek üzerine hücum ettiler, onu parça parça ederek hunharca öldürdüler. Lâşesini de alarak At Meydanına götürüp attılar ve Mikâil’i hapisten çıkarıp imparatorluk tahtına oturttular.


İlk iş olarak eski imparatorun çocuklarını hadım ederek anneleriyle Pruta adasına gönderen Mikâil’e, Fransa'da çok kaldığı, dolayısiyla Re harfini güzel talaffuz edemediği için «Balbas» derlerdi.


Mikâil de Saltanatta huzur bulamadı. Kan üzerine kurulan taht kimseye huzur vermiyordu. Devri hep isyan ve dış harpler istilâlar ile geçti.


Kumandanlarından Tomas, maktul imparatorun intikamını almak için ayaklandı. Bütün Anadolu’yu ele geçirdi. Mikâil yaptığı bütün savaşlarda yenildi.

Bu arada müslümanlar, Girit ve birçok yerleri fethettiler. Tomas, İstanbul’u da kuşatarak, tam iki seneye yakın kuşatmayı devam ettirdi. İmparator, Bulgarlardan yardım talep ederek, ancak onların yardımı ile şehri ve saltanatını kurtarabildi.


Böylece; tam bir huzursuzluk içinde geçen onbir sene kadar bir saltanat devresinden sonra «Ser-Sam» denen bir hastalıkla hayatını tükettikten sonra oğlu Tiyofilius tahta geçti.


Tiyofil, tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak imparator Liyon’u kilisede katledip babasını tahta çıkaran katilleri toplatmak oldu.


Hepsini huzuruna toplatan Tiyofil : «Siz, hangi hakla bir imparatoru katlettiniz. Sizin cezanızda aynı akibettir.» Diye hepsini aynı şekilde kılıç darbeleri ile öldürterek cezalandırmıştır.



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak