10 Nisan 2023 Pazartesi

Endülüs'te Murabıtlar Döneminde Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

 


Yusuf b. Taşfin Dönemi (1085-1109)


a). Murabıtlar ve Endülüs'e Geçiş Sebepleri


Murabıtlar (Almoravides), kuzey Afrika'da (Mağrib, Fas) kurulan ve başşehri Merakeş olan bir Berberi hanedanın adıdır. Murabıtlar Devleti, Mağrib yanında Cezayir'in bir kısmı ile Endülüs ve el-Cezairu'ş-Şarkıyye'de (Balear Adaları, Cüzürü'l-Belyar) hakim olmuştur. Devletin kurucuları, aslen Himyer' e mensup Sanhace kabilesinin Lemtune ve Güdale boylarıdır. Bu nedenle, kendilerine "Lemtuniyyun", şiddetli iklimde korunma maksatlı bir peçe (lisanı) kullandıkları için de peçe kullananlar anlamında "Mülessimun" veya "Mülessime" de denmiştir.

Lemtune veya Gudale boyunun reisi olan Yahya b. İbrahim, hacdan dönerken (440/1048) Kayrevan'da karşılaştığı İslam alimi Ebu Imran el-Fasi'nin talebesi Abdullah b. Yasin el-Cezilli'yi, kendilerine İslamiyet'i öğretmesi için yanına alarak memleketine götürdü. Öncelikle kendisine merkez olarak bir ribat kuran İbn Yasin, burada halka dini eğitim vermeye başladı. Ribatında bin kişi civarında insan toplanınca bu topluluğa "Murabıtlar" (Murabitun) dendi. Yahya b. İbrahim' den sonra davasına destek vererek çevresinde toplanan kabileler içerisinde bulunan Lemtune kabilesi lideri Yahya b. Ömer ve kardeşi Ebu Bekr b. Ömer, bu hareketin gücünü temsil edeceklerdir. Çok cesur ve savaşçı erler olarak yetiştirilen müritler, kendisini İslamiyet'in hamisi "İmam" olarak ilan eden İbn Yasin' in devlet kurma çalışmalarında (da've, davet, çağrı, cihad) etkili görevler ifa ettiler. Ordu komutanı olan Yahya b. Ömer el-Lemtuni, komşu kabileleri itaat altına alarak Vadi Dara' da Sicilmase'yi ele geçirdi (446/1054). 1057 tarihinde Yahya ölünce kardeşi Ebu Bekr kuzey şehirleri Sus ve Agmat havalisini fethetti (449 /1058). Sanhace kabilesi boyları arasında siyasi ihtilaf çıktığı bir zamanda Ebu Bekr, idareyi önce vekaleten (453/1061), yönetim yeteneğini görüp beğendikten sonra da asaleten amcasının oğlu Yusuf b. Taşfin b. İbrahim'e devretti (463/1073). Yusuf, yeni fetihlerle birlikte iç düzenlemelere de önem verdi ve devleti güçlü duruma getirdi. İlk başşehri Agmat'ta iken Merakeş'in inşasını tamamladı (454/ 1062) ve devlet merkezini oraya nakletti. Endülüs'e yakın yerdeki Sebte'yi (Ceuta) fethetti (1084). Böylece, sınırlarını Tunus bölgesinden Atlas Okyanusu'na kadar genişletmiş oldu. Yusuf, Murabıtlar Devleti'nin gerçek kurucusu sayılır.


Yusuf'un Abbasi halifesi Muktedi-Biemrillah'a sembolik bağlılığı söz konusudur. Konu üzerinde bütün kaynaklar müttefiktirler. Mesela, İbnü'l-Esir şöyle der: "Yusuf Mülükü't-Tavaif devrine son vererek bütün Endülüs'ü hakimiyeti altına aldıktan sonra başkenti Merakeş'e döndü ve alimleri topladı. Alimler kendisine, cümle halkın itaat etmesini sağlamak için velayetinin halife tarafından onaylanması ve onun adına ülkelere hükmetmesi gerektiğini salık verdiler". İbnü'l Esir bu nasihati bilhassa Endülüs ulemasına nisbet etmekte ve olayın devamını şöyle vermektedir: "Nasihatin peşinden Yusuf, halifeye elçiler göndererek arzusunu bildirdi. Halife de kendisine hükümdarlık hil'ati ve alametlerini gönderirken, bir de onu 'Emiru'l-Müslimin ve en-Nasırü'd-Din' olarak lakaplandırdı" . Diğer kaynaklardaki farklı rivayetlerle konu tartışmalı hal almışsa da, işin gerçeği bu olay halife Muktedi-Biemrillah'ın vefat tarihi olan 487 (1094) yılından evvel gerçekleşmiş olmalıdır. Nitekim, İbn Ebu Zer' ve İbnü'l-Hatib de bunu desteklemektedir. Bu durumda görünen o ki, bu tabiiyet ve lakaplanma Zellaka zaferinin akabinde (479 /1086) gerçekleşmiştir.

Yusuf ile Murabıtlar güçlenirken, Endülüs'te tam tersine gelişmeler yaşanmaktaydı. İslam hakimiyeti bağımsız küçük emirlikler elinde parçalanmış, İspanya Hıristiyanları ise özellikle Kastilya kralı VI.Alfonso (1072-1109) ve Aragon-Navar kralı I.Sancho Ramirez (1063-1094) önderliğinde, Reconquista yolunda birleşmiş durumdaydılar. Müslüman toprakları birer birer hızla İspanyalıların eline geçiyordu.


Endülüs Emirleri içerisinde en güçlü konumda bulunan İşbiliye ve Kurtuba'nın sahibi el-Mu'temid b. Abbad, VI.Alfonso'ya haraç vermekle birlikte, Tuleytula'nın yedi sene süren kuşatması esnasında ona karşı koymaya çalışan ancak başarılı olamayan bir emir idi. el-Mu'temid, Endülüs'ün diğer emirlerinin de zayıf durumlarını ve daha da kötüsü birbirlerine karşı lspanyalılardan yardıma başvurduklarını görünce, Endülüs'ün tamamen kaybedileceğinden korktu ve güçlü hükümdar Yusuf b. Taşfin' den Hıristiyanlar'ın durdurulması için yardım istedi (istincad). Kurtuba'da 13 Endülüs emirinin imzaladığı davet mektubu Yusuf'a ulaştırıldı. el­ Ceziretü'l-Hadra'yı almak şartıyla Yusuf teklifi kabul etti ve hazırlıklarını tamamlayarak güçlü bir orduyla Endülüs'e geçti (15 Rebiülevvel 479/30 Haziran 1086).



b. Zellaka (Sagrajas) Zaferi (1086) ve Sonrası



İşbiliye Emiri el-Mu'temid b. Abbad, kendi davetlisi olarak Endülüs' e gelen Yusuf'u karşılamak üzere oğlu Abdullah'ı, İberya Yarımadası'nın ilk giriş noktası olan el-Cezire­tü'l-Hadra'ya gönderdi. İşbiliye'ye gelen Yusuf'u gayet sıcak karşıladı. Yusuf buradan diğer Endülüs emirlerine cihada hazırlanmaları için haber gönderdi. Bu çağrıya Gırnata Emiri Abdullah b. Bulukkin, kardeşi Maleka Emiri Temim b. Bulukkin hemen icabet ederken, el-Meriye Emiri İbn Sumadih'in oğlu Muizzüddevle'yi gönderdi. Murabıt ordusu Batalyevs'e geldiğinde, Emir el-Mütevekkil İbnü'l-Eftas Yusuf'u iyi karşıladı. Burada orduya katılımlar kabul edildi. Gelemeyen gönüllülerin de Hıristiyanlara karşı savunma ile meşgul olduklarını öğrenen Yusuf, derhal harekete geçerek Batalyevs'in 12 km. kuzey doğusunda kalan Zellaka ovasına vardı. Burada ordusunu tanzim etti. Endülüs birlikleri ayrı bir saf oluşturdular ve kumandasını İbn Abbad üstlendi. Murabıt ordusunda ise komutan olarak Yusuf'tan başka Davud b. Aişe ile Sir bin Ebu Bekir vardı. Birleşik Müslüman ordusunun sayısı 24 binden fazlaydı.


Vl.Alfonso, Murabıt ordusunun Endülüs' e geçtiğini Sarakusta muhasarası esnasında öğrendi (Cemaziyelevvel 479 /Ağustos 1086). Korkuya kapılıp muhasarayı kaldırdı, fakat her halükarda bu tehlikeyi bertaraf edebileceğine inanarak merkez şehri Tuleytula'ya çekildi ve hazırlıklarına başladı. Diğer Hıristiyan krallarla ittifak oluşturdu. Yardıma çağırdığı Aragon kralı bu sırada Turmşe kuşatmasıyla meşguldü. Hıristiyan İspanya devletlerinde eli silah tutan bütün erkekler orduya alındı. Hatta Pireneler'in ötelerindeki Güney Fransa ve İtalya kontluklarından da gönüllü birlikler akın akın İspanya'ya geldiler. Bundan anlaşılıyor ki, gerçekleşecek olan İslam-Haçlı savaşı iki taraf için de bir ölüm kalım savaşı vasfını taşıyordu. Alfonso, ordusunu iki ana kısma ayırdı. Birinci ordunun komutasını amcasının oğlu Kont Garda Roderic'e, ikinci orduyu da Sancho Ramirez ile Kont Raimund Berenguer'e verdi. Kendisi ise merkez ordunun başında kaldı. Ünlü komutanı Alvar Fanez'i Belensiye'den göreve çağırdı. 60 binden fazla mevcudu olan Hıristiyan ordusunun başına geçen rahipler, ellerindeki incillerle vaazlar veriyor böylelikle askerlerin dini duygularını okşayarak onları savaşa hazırlıyorlardı. Ordusunun çokluğuyla gururlanan Alfonso, İslam ordusunun durumuyla ilgili pek az bilgiye sahip olduğu halde savaş meydanının bulunduğu Batalyevs yönüne hareket etti.


Bugün Sagrajas adı verilen ve İslam tarihçileri tarafından Zellaka adıyla bilinen ovadaki nehrin (Rio Guerrero) bir yakasında İslam ordusu, diğer yakasında Hıristiyan ordusu mevzilendi. İslam kaynaklarında Hıristiyan ordusunun asker mevcudu hakkında seksen bin, elli bin ve kırk bin gibi farklı rivayetler varittir. Aynı şekilde İslam ordusunun asker mevcudu konusunda da kırk sekiz bin ve yirmi bin gibi farklı bilgiler nakledilmiştir. Ancak, kaynaklardan anlaşıldığına göre Hıristiyan ordusunun mevcudu her halde Müslümanlarınkinden daha fazlaydı. Savaş meydanındaki manzaraya göre Hıristiyan devletler onbirinci yüzyılın başlarından itibaren büyüyerek güçlenmişler, Endülüs Emevileri'nin yıkılmasından sonra bölünen Endülüs'e karşı Reconquista siyasetini hızla ve başarıyla uygulayarak buraya gelmişler; diğer yanda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olan Endülüslüler, kendilerini kurtaracak bir gücü arkalarına alarak düşmanlarının karşısına çıkmışlardı ve bu savaşı kesin olarak kazanmalıydılar. Yoksa, 375 yıldır ecdatlarının kanlarıyla vatan olmuş Endülüs toprakları kısa sürede İspanya Hıristiyanlarınca ellerinden alınırdı. Savaşa başlamadan önce Yusuf, Alfonso'ya (klasik İslamı usule göre) ya İslam'a girmesi veya cizye vermesi ya da savaşa razı olmasını öngören bir mektup yolladı. Bu teklife Alfonso çok öfkelendi ve karşılık olarak gönderdiği mektubu çok ağır ifadelerle doluydu. Bu durumda savaştan başka bir seçenek kalmadı ve 12 Receb 479 (23 Ekim 1086) Pazartesi günü savaş başladı.


Zellaka savaşının tarihi konusunda İslam kaynaklarında farklı rivayetler mevcuttur. İbn Hallikan 15 Receb 479 (27 Ekim 1086) Perşembe gününü benimserken, İbnü'l-Esir de ona katılır. Bir farkla ki, Receb ayı değil Ramazan başlarını gösterir. Abdülvahid Merraküşi ise, 480 yılı Ramazan ayını (Kasım 1087) verirken, el-Hulelü'l-Mevşiyye ve İbn Ebu Zer' 12 Receb 479 (24 Ekim 1086) tarihini benimsemektedir. Doğru olan da bu olmalıdır. Çünkü, savaş sonunda bizzat Yusuf zaferini bildiren mektuplarında bu tarihi şöyle zikretmektedir: "Bu büyük nimet (zafer) bize 479 yılı Receb ayının on ikisinde (23 Ekim 1086) müyesser olmuştur". Aynı tarihlendirmeyi Hıristiyan kaynakları da nakletmişlerdir. Bu durumda bundan farklı bir kayıt düşen tarihçiler, mümkündür ki Yusuf'un risalesini elde edememişlerdir.



Başlarındaki rahipler tarafından cesaretlendirilen Hıristiyan askerler silah ve at bakımından Müslümanlardan daha üstün durumdaydılar. Diğer taraftan Müslüman ordu içerisinde bir uyumluluk yoktu. Müslümanlar, bu iki dezavantajla savaşa başladılar. 23 Ekim sabahı daha tan yeri ağarmadan Hıristiyan süvarileri el-Mu'temid komutasındaki öncülere saldırdı. Dağılan Endülüslü askerlerin ortasında zor tutunan el-Mu'temid, hemen Yusuf'u destek için çağırdı. Merkez ordu başında çarpışmayı izleyen Yusuf, sağ ve sol cenahları savaşa sürdü. Her yandan süvarilerce kuşatılan Hıristiyan ordusunun, geriden Yusuf'un da gelmesiyle kaçacak yeri kalmadı ve feci şekilde hezimete uğratıldı. Murabıt ordusunun kullandığı davulların yeri göğü inleten gümbürtüsü, Hıristiyan askerlerini oldukça ürkütmüştü. Ayrıca, birleşik saflar halinde savaşmakta olan Murabıt askerler karşısında Hıristiyan askerler şaşkınlık yaşadılar. Çünkü, böyle bir savaşma tekniğiyle de ilk kez karşılaşmışlardı. Onlar ferdi dövüşme şekline alışkınlardı. Sonuçta Arabıyla Berberisiyle Müslümanlar birlik halinde büyük bir zafer kazandılar. Çok zamandır zafere hasret kalmış olan Endülüslülerin, Mağribliler sayesinde yüzleri güldü ve Yusuf'un da büyük bir savaş stratejisti olduğu görüldü. Alfonso ise, yok olan ordusundan arta kalan 500 kadar süvarisiyle kaçmayı başardı. Müslümanlar, gece boyunca kaçan Hıristiyanları yakalamakla meşgul oldular. Ancak, ertesi sabah Yusuf'a oğlunun öldüğü haberi gelince takipten vazgeçti ve geriye döndü. el-Mu'temid, Endülüs sınırlarını çıkıncaya kadar Yusuf'a refakat etti ve teşekkür ederek onu memleketine uğurladı. Savaş sonunda tarafların kayıpları konusunda kaynaklardaki farklı bilgi ve tartışmalar pek fazla yer tutacağından dolayı, biz zaferin cereyan tarzı ve ayrıntılarından ziyade, tarih içinde haiz olduğu önemi ve sonuçları üzerinde durmayı tercih ediyoruz. 


Bu büyük Zellaka zaferi, beşiğini İspanya'nın teşkil ettiği ve kısa süre sonra Doğu İslam dünyasının başına gelecek olan Haçlı savaşları tarihinde önemli bir aşamayı teşkil etmektedir. Çünkü, bu olay Kastilyalıların hezimeti veya Müslümanların zaferinden daha fazla anlam ifade etmektedir. Şöyle ki, kuzey Afrika' da kurulan ve kısa sürede büyüyen Murabıtlar, denizi geçerek Endülüs'e gelmişler ve ne kadar güçlü olduklarını dosta düşmana göstermişlerdir. Bunun anlamı, özellikle Hıristiyan dünya için çok büyüktü. Çünkü, İberya-Pireneler hattında yaşayan Hıristiyanlar bu tür büyük İslam çıkışlarına daha evvel de maruz kalmışlardı. Birinci büyük hamle valiler döneminde gerçekleşmiş ve Karl Martel tarafından 732 tarihinde Balatüşşüheda savaşında durdurulmuş, ikinci hamle el-Mansür İbn Ebi' Amir tarafından yapılmış ve İspanyalılar bundan da kurtulmayı başarmışlardı. Zellaka zaferiyle neticelenen bu son hamle de evvelkiler gibi bütün bir Hıristiyan alemini tehdit eder hale dönüşebilirdi. Bunun farkında olan Alfonso, savaş öncesi Hıristiyanları bir Haçlı ruhuyla seferber etmişti. Ancak, çabaları işe yaramadı ve İspanya' da güç dengeleri yeniden Müslümanların lehine döndü.


İslam tarihçilerinin ifadelerinde görüldüğü gibi, savaşın haçlı rengi üzerinde durularak zafer bir efsaneye dönüştürülmüş olmasına rağmen, gerçekte Alfonso ve müttefiklerini bir süre durdurmakla kaldı, yani kalıcı bir fayda sağlamadı. Çünkü, şartlar çok müsaitken Yusuf Alfonso'nun gücünü iyice kırmadan geri çekildi. Bu çekilmeden sonra, 1076 yılından bu yana bozuk olan Kastilya ile Aragon ilişkileri düzeldi. Alfonso, dağılan ordusunu toparlama ve kısa süre sonra yeniden İslam topraklarına saldırma fırsatını elde etti. Bu sebeple, bu çekilme eski ve yeni pek çok tarihçi tarafından esefle değerlendirilmiştir. Ancak, Yusuf'un makamı ve zamanın şartları gereği taşıdığı sorumluluk göz önüne alındığında çekilmenin haklı nedenleri olduğu görülecektir. Yusuf'un oğlunun Merakeş'te hastalanması veya ölmesi ve yine devletin merkezi Kuzey Afrika' da devlete karşı isyanların çıkması bu sebeplerin başında görülmektedir. Ayrıca, Endülüs emirleri de zaferi değerlendirecek şekilde birleşerek Hıristiyanlara saldırma yoluna gitmediler ve önceki dağınık hallerine geri döndüler. Bu durum da Yusuf'un gözünden kaçmamış olmalıdır.



c .  Tuleytula Kuşatması ve Endülüs'ün Murabıtlar Tarafından Fethedilmesi (1090-1104)



Yusuf'un Merakeş'e dönmesinden sonra, beklendiği gibi VI.Alfonso Endülüs'e karşı saldırılarına yeniden başladı. Bu kez zor duruma düşen özellikle Doğu Endülüs şehirleri Belensiye, Mürsiye, Litrka (Lorca) ve Besta (Baza) idi. Alfonso, Tuleytula'yı işgalinin ardından Garda Jaminez komutasındaki ordusuyla ele geçirmiş olduğu Leyyit kalesini (478/1085) Endülüs topraklarına saldırı için üs olarak kullanıyordu. Bu saldırılarla baş edemeyen Müslümanlar yardım aramak zorundaydılar. Endülüslüler adına yine el-Mu'temid, bu kez Merakeş'e giderek Yusuf'tan yardım istedi. Bunun üzerine Yusuf, ikinci kez Endülüs'e geçti (Rebfülevvel 481/Temmuz 1088).


Yusuf, kendisine katılan Endülüslüler ile birlikte Alfonso'nun işgal ettiği Leyyit kalesini kurtarmak üzere harekete geçti. Kaleyi kuşatma hareketi dört aydan fazla sürdü. Direnen Hıristiyanlara destek birlikleri de geldi. Zaten aralarında anlaşamayan emirler, kale savunmasının güçlendiğini görünce savaşmaktan korktular. Onların isteksizliğini gören Yusuf'un da şevki kırıldı. Kaleyi kurtarmak üzere Alfonso'nun hareket ettiğini haber aldığında, yanındaki orduyla savaşa girmeyi uygun bulmadı ve derhal geri çekildi. Alfonso kaleye geldiğinde içeride bin yüz kadar askerin kalmış olduğunu gördü ve az adamla böyle bir yerin muhafaza edilemeyeceğine karar vererek kaleyi tahliye etti (482/1089). Geri çekilen Endülüs birlikleri kendi bölgelerine dağıldı ve Yusuf da memleketine geri döndü. Fakat, dönerken Endülüs'ün gerçek kurtuluşunun mevcut parçalanmışlığa son vererek siyasi birliğin sağlanmasından geçtiğini de iyice kavramıştı. Bu sebeple Endülüs' e üçüncü kez geçmek için emirlerden imdat çağrısı beklemedi.


Yusuf, Endülüs'ü kendi hakimiyeti altında birleştirme isteğini İslam aleminde pek çok alime bildirdi ve bu konuda fetva istedi. İmam Gazzali''nin de içlerinde bulunduğu alimlerin verdiği fetvanın özeti şuydu: "Mülukü't-Tavaif ile aralarında olan antlaşmaları iptal ederek onların görevlerine son vermek yani onların ellerinden hakimiyeti almak, Emiru'l-Müslimin Yusuf'un hakkı olmaktan öte görevidir". Çıkan fetva gereğince ve tabi ki büyük bir hükümdar olarak yeni ülkelere hakim olma arzusuyla da Yusuf, 483 (1090) tarihinde üçüncü kez Endülüs'e geçti ve derhal Alfonso'nun merkezi durumundaki Tuleytula'yı geri almak için hareket etti. Şehrin kalesine ulaşana kadar düşmana ait her yeri tahrip etti ve kaleyi kuşattı. Ancak, bu sırada gerek kuşatmanın güçlüğü ve gerekse Endülüs emirleri konusundaki kararı onu kuşatmayı kaldırarak Gırnata üzerine yürümeye sevk etti. Tuleytula kuşatmasına ise, büyük ihtimalle gerçek niyet ve hedefini gizleyerek emirleri hazırlıksız yakalamak maksadıyla kalkışmıştı. Ancak, Yusuf'un niyetini öğrenen emirler kendilerini müdafaa etmek için çeşitli tedbirler almışlardı. Gırnata Emiri Abdullah b. Bulukkin b. Badis b. Ziri de savunma hazırlıklarını tamamlamıştı. Civardaki küçük kaleler Yusuf'a kendiliğinden teslim oldu ve sıra Gırnata kalesine geldi. İki ay süreyle kuşatma altında kalan Emir Abdullah, sonunda teslim oldu ve böylece Gırnata Murabıtlar'ın fethettiği ilk büyük şehir oldu. Gırnata'dan sonra Murabıt ordusu beklemeden Maleka'ya yöneldi. Emir Temim b. Bulukkin direniş göstermeksizin şehri teslim etti (Receb 483/Eylül 1090).


Sıranın kendilerine geldiğini anlayan diğer emirler, Endülüs' ün değil de sırf kişisel çıkarlarını koruma güdüsüyle Murabıt istilasına karşı kendi aralarında ve Alfonso ile ittifak antlaşmaları yaptılar. İşbiliye Emiri el-Mu'temid de savunma hazırlığını yapmıştı. Yusuf'un birleşme çağrısını da reddetti. Savaşı kaçınılmaz olduğunu anlayan Yusuf, orduyu güçlendirmek amacıyla Mağrib'e döndü ve bütün Endülüs'ü, hatta Hıristiyanların işgali altındaki bütün yerleri tamamen ele geçirmek için büyük bir hazırlık yaptı. Ordusunu dört kısma ayırdı ve dört koldan Endülüs üzerine gönderdi. Endülüs'te · kendi yerine vekil yaptığı komutanı Sir b. Ebu Bekr'i lşbiliye ve İbnü'l-Eftas'ın memleketi Batalyevs üzerine, komutan Ebu Abdullah b. Muhammed'i el-Me'mun lakaplı Feth İbnü'l­ Mu'temid'in hakimi bulunduğu Kurtuba üzerine, komutan Zekeriya b. Vasnu'yu Mu'tasım Muhammed b. Muhammed b. Sumadih'in emir olduğu el-Meriye üzerine ve dördüncü orduyu da Cervera Haşemi komutasında Runde emiri Razi Yezid İbnü'l-Mu'temid üzerine gönderdi.

Murabıtlar'ın Endülüs'teki askeri operasyonları hızla başladı. 1091 tarihinde Tarif alındı. Komutan Sir, buradan hemen lşbiliye'ye yöneldi. İşbiliye, Endülüs devletçikleri içerisinde en güçlü ve önemli olanıydı. Onun ele geçirilmesinden sonra diğerlerini almak çok daha kolay olurdu. O yüzden, el­Mu'temid'in hakimiyetine son verilmeliydi. Murabıtlar İşbiliye'yi kuşattılar ve el-Mu'temid'in yardım alma yollarını hızla kestiler. Bu arada, komutan Sir lşbiliye kuşatmasını sürdürürken bir yandan da diğer komutanların harekatını sevk ve idare ediyordu. Komutan Cerver Runde'yi, diğer komutan lbnü'l-Hac Kurtuba'yı kuşatmıştı. Sir, Batıyy b. İsmail komutasında bir birliği Ceyyan üzerine gönderdi ve şehir sulhen alındı. Batıyy, Ceyyan' dan Kurtuba'ya sevkedildi ve İbnü'l­ Hac ile birleşti. Kurtuba Emiri Feth İbnü'l-Mu'temid, müdafaa hazırlıklarını iyi yapmasına rağmen, kale içinde halkın durumu kötüleşince isyan çıktı ve halk kapıları Murabıtlar'a açtı. Böylece, Endülüs'ün hilafet merkezi olan şehir Murabıt idaresine geçti (484/1091).


Buradan hareketle Batıyy, Kal'atü Rebah, Beyase, Hısnü'l­ Balat, Müdevver, Suhayre ve Şaküre'yi aldı. Bu arada Sir, 1091 tarihinde Karmune'yi ele geçirince Alfonso'nun merkezi konumundaki Tuleytula'ya iyice yaklaşmış oldu. Ancak, Tuleytula'dan önce el-Mu'temid'in işi bitirilmeliydi. Bu amaçla Sir, güçlerinin büyük bölümünü doğudan ve batıdan lşbiliye üzerine sevk etti. Batı ordusundaki Murabıt deniz filosu, şehrin lojistik destek almasını engelledi. Böylece, el ­Mu'temid her taraftan kıstırıldığını görünce Alfonso'dan bir günlüğüne bile olsa acil yardım istedi. Alfonso, düşmanı Murabıtlar' dan intikam alma fırsatı yakaladığına inanarak çağrıya olumlu yanıt verdi. Şimdi aynı toprağın ezeli düşmanları, Murabıtlar'a karşı birleşmiş oldu. Alfonso, lşbiliye'yi kurtarmak üzere 40 bin yaya ve 20 bin süvariden müteşekkil büyük bir ordu sevk etti. Ancak, İbrahim b. İshak komutasındaki 10 bin süvariden oluşan Murabıt ordusu daha yoldayken Hıristiyanların önünü kesti. Hısnü'l-Müdevver (Belme, Palma) yakınında gerçekleşen savaşı, büyük güç dengesizliğine rağmen Murabıtlar kazandı (484/1091). Hısnü'l-Müdevver Zaferi sayesinde el-Mu'temid'in dış destek umudu tükenmiş oldu. Şehir halkı iyice bunalmış olduğundan büyük ayaklanma başgösterdi. Halktan bir grup kale kapılarını Murabıtlar'a açtı. Onlara engel olmaya çalışan el-Mu'temid'in çabaları yeterli olmadı ve Murabıtlar Endülüs'ün en güçlü şehrine girdi (22 Receb 484/9 Eylül 1091). Mağrib'e götürülen el-Mu'temid, orada vefat etti (488/1095).


Abbadiler'in hakimiyetine son verildikten sonra, Murabıtlar el-Meriye'ye yöneldiler. Şehrin emi'ri Mu'tasım b. Sumadih, fazla direnç gösteremedi ve hastalanarak öldü (484/ 1091). Oğlu Muizzüddevle direnişi sürdürdüyse de dayanamayıp kaçtı ve şehir teslim oldu (484/1091). Diğer yandan Batı Endülüs bölgesinin büyük kenti Batalyevs henüz alınmamıştı. Şehrin emi'ri el-Mütevekkil İbnü'l-Eftas, el-Mu'temid'in akıbetinden sonra korkuya kapılarak bir yandan Sir ile iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor diğer yandan da gizlice Alfonso ile irtibat kuruyordu. Sonunda Alfonso ile üç yerleşim yeri verme karşılığında Murabıtlar'a karşı ittifak yaptı. Buna çok öfkelenen Sir, derhal orduyu Batalyevs üzerine sevk etti. Şilb ve Yabüre alındıktan sonra ordu Batalyevs'e geldi. Alfonso, el-Mütevekkil'e yardım ulaştıramadı. Şehir halkından bazılarıyla anlaşan Sir, gece vakti kapıların açılmasıyla şehre girdi (487 /1094). Asi el-Mütevekkil ve ailesi kılıçtan geçirildi. İdamdan kurtulabilen aile üyesi el-Mansür ise, Hıristiyanlara sığındı ve daha sonra Endülüs'e karşı yapılan akınlara katıldı. Sir, buradan hareketle el-Mütevekkil'in İspanyalılara teslim ettiği Üşbüne sınır bölgesini şiddetli bir savaştan sonra geri aldı (487 /1094).

Bu arada, Doğu Endülüs'teki İslam arazisini işgal eden Hıristiyanlara karşı Yusuf, oğlu Muhammed'i gönderdi. Mürsiye civarına gelen Muhammed, burada Hıristiyanlar ile yaphğı savaşı kazanarak şehre girdi ve emiri İbn Reşik'i azletti (484/1092). Sonra Vebre şehrini aldı (485/1092) ve oradan Daniye'ye yönelerek emiri İbn Mücahit Amid'nin terk ettiği şehri teslim aldı. Oradan Şatıbe'ye geçti. Oranın emiri İbn Münkız da kaçmıştı. Dolayısıyla şehir Muhammed'e kaldı ve kendisi de bölgenin valisi oldu.


Bir başka büyük Endülüs şehri olan Belensiye, çıkarı gereği Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında sürekli saf değiştirebilen bir Hıristiyan lider olan Sid'in işgali altındaydı. Belensiye Kadısı Cafer İbn Cehhaf Muafiri, Murabıtlar ile irtibata geçerek onlardan destek istedi. Komutan İbn Aişe, istenen desteği gönderdi ve ordu şehri Hıristiyanlardan geri aldı (485/1092). Kadı Cafer, Murabıtlar adına burada özerk bir idare kurdu. Ancak, askerlere kötü muamele ettiği için Murabıtlar ile arası açıldı. Bu sebeple Sid'e yanaştı. Kaybettiği yeri geri alma hırsıyla yanmakta olan Sid, büyük bir güçle saldırdığı Belensiye'yi yeniden ele geçirdi (487 /1094). Şehirdeki Müslümanları çıkararak yerlerine Hıristiyanları yerleştirdi. Kadıyı da yaktırarak öldürttü. Bu durum Yusuf'u çok kızdırmıştı. Murabıt ordusu Endülüslülerin de katılımıyla şehri kurtarmak için harekete geçti. Sid Murabıtlar'ı bozguna uğrattı. Hatta, bir ara şehirden huruç yaparak bazı yerleri işgal edip geri döndü. Şehrin hakimiyeti 492 (1099) tarihinde ölünceye kadar Sid'in elinde kaldı. Bu tarihte Alfonso, şehrin idaresini ele aldı. Ancak, Yusuf' un sevk ettiği orduya karşı koyamayacağını anlayınca ortalığı ateşe vererek geriye çekildi ve Murabıtlar şehre girdi (Ramazan 495/Haziran 1102).


Belensiye' den hareketle Murabıtlar, Doğu Endülüs'te bazı küçük yerleri daha ele geçirdiler (496/1103). Oradan Şentemeriye'ye geçerek Emir Abdülmelik b. Zirin'in elinden şehri aldılar ve kendilerine kattılar (Receb 497 /Nisan 1104).150 Murabıtlar buradan Berşeleme bölgesine saldırıya geçerek büyük tahribat yaptılar ve Hıristiyanlara gözdağı verdiler.


Böylece Yusuf, Müstain İbn Hud'un hakimiyetindeki Sarakusta dışında bütün Endülüs emirliklerini hakimiyeti altında birleştirmiş ve hatta, Belensiye gibi Hıristiyanların eline geçmiş pek çok yeri kurtararak Endülüs'ü eski günlerini anımsatan güçlü konuma getirmişti. Yusuf'un Endülüs'ün hilafet merkezi olan Kurtuba' da biat kabul etmesi de bunun simgesi olmuştu.



d. Endülüslü Zaide ile Kastilya Kralı VI. Alfonso'nun Evliliği Meselesi



İspanyol kaynaklarında geçen bir hikayeye göre, el­ Mu' temid b. Abbad'ın kızı Zaide Vl.Alfonso ile evlenmiş veya Alfonso onu dost edinmiş ve bu evlilikten Sancho adında bir erkek çocuk doğmuştur. Hatta, el-Mu'temid Murabıtlar'a karşı yardım etmesi için Alfonso'ya kızını, mehir olarak da birkaç yerleşim yerini vermiştir. Ana fikri böyle olan hikaye, asırlarca İspanyalılar arasında gerçekmiş gibi anlatılagelmiştir. Bu hikayeye, Florez'in kaleme almış olduğu Espana Sagrada adlı eserin VII. cildindeki "Pelayo de Oviedo" başlığı altında yer verilmiştir. Ayrıca yine Florez, Reinos Catolicos'unda; Toledolu Roderik, De Rabis Hispanica'sında; Tudelalı Loca, Cronicon Mundi'sinde; Modesto Lafuente, Historia General de Espana'sında; Menendez Pidal, La Espana del Cid'inde hikayeye yer vermişlerdir. İspanyalıların Endülüslü Zaide anlamında "Zaida la Mora" veya "Ceida" dedikleri Zaide'nin İspanyol versiyonu hikayesinde, şahsın mevcudiyetinden başka bir gerçek yan yoktur. Alfonso'nun bu isimde bir kadınla ilişkisi ve ondan Sancho adında bir oğlu olmuştur fakat, büyük Endülüs araştırmacısı olan Muhammed Abdullah İnan'a göre bu kadın el-Mu'temid'in kızı değil geliniydi ve Alfonso'ya antlaşma bedeli olarak verilmemişti. el-Mu'temid'in Kurtuba emiri olan oğlu el-Me'mun lakaplı el-Feth, Murabıtlar tarafından kuşatıldığında hanımı Zaide ve çocuklarını Hısnü'l­ Müdevver'e göndermiş, veya kale Murabıtlar'ın eline geçince Zaide çocuklarıyla birlikte kaçmış ve sonra durumun kötüleştiğini görünce belki el-Mu'temid'in de muvafakatıyla Alfonsoya sığınmıştı. Alfonso da kadınlara düşkün biri olduğundan fırsatı değerlendirip güzel bulduğu Zaide'yi kendisine eş yapmıştı (485/1092).


Alfonso'ya eş olduktan sonra Zaide Hıristiyanlığa geçti ve İsabella veya Maria adını aldı. Ancak, buna rağmen Me'mun'dan olan evladına ve destekçilerine yardım etmeye devam etti. Hiç oğlu olmayan Alfonso'dan bir erkek çocuk dünyaya getirdi ve adı Sancho oldu. Sancho'nun doğumunda ise kendisi öldü (1097 veya 1098). Oğlu Sancho, sonraki yıllarda Murabıtlar ile yaptığı Ukuş savaşında öldü (501/1108). Oğlunun ölümünden büyük üzüntüye düşen Alfonso da kısa süre sonra oğlunun peşinden gitti (502/ 1109).



e. Künneşre (Consoicra) Zaferi (1097) ve Tuleytula Kuşatması (1098)



Endülüs'ün Murabıtlar'a bağlı bir eyalet haline gelmesi, İspanyalıların saldırılarını durudurmaya yetmedi. Vl. Alfonso, Murabıtlar'ın hakim oldukları yerlere saldırmaya başladı. Kal'atü Eyyub'u işgal edip Medinetü Salim'i de kuşattı. Bu arada, Veşka (Huesca) da kaybedildi (490/1096). Bu durumda derhal harekete geçen İbnü'l-Hac komutasındaki Murabıt ordusu, Alfonso ile Künneşre'de karşılaştı. Taraflar arasında cereyan eden çarpışmanın ilk anlarında Müslümanlar dağılır gibi olduysa da, savaşın kızışmasıyla toparlandılar ve Hıristiyanları bozguna uğrattılar. İspanyalıların kayıpları çok oldu ve Alfonso çok az adamıyla beraber kaçarak devletinin merkezi Tuleytula'ya sığındı (492/1097).



1098 Tarihinde Mağrib'den Endülüs'e geçen Emir Yahya Ebu Bekr, yanına Sir ve İbnü'l-Hac'ı alarak Tuleytula'yı kuşattı. Yedi gün süren kuşatmanın ardından kale civarında büyük tahribat yaparak Hıristiyan halkına gözdağı verdikten sonra geri çekildi. Bu, 1090 yılındakinden sonra gerçekleşen ikinci Tuleytula kuşatması oldu. 1102 tarihinde Sarakusta bölgesinde İbn Hud'un imdadına yetişen Murabıtlar, Hıristiyanları bölgeden püskürttüler. Ancak, Hıristiyan saldırılarına başarıyla karşı konulurken komutan İbnü'l-Hac öldü.


Yusuf, bu savaştan sonra Kunka'ya ordu sevkederek Aragonlar'ı mağlup etti ve ordusu Ceziret Şakar denen yerde Sid'in birliklerini donanma desteğiyle yenerek bölgeye sahip oldu. Bu arada, Yusuf'un hasta olduğu haberi Endülüs'te yayıldı. Bunu duyan Alfonso, Müslümanlardan intikam almak için fırsat doğduğu inancına kapılarak saldırıya geçti ve İşbiliye yakınlarına kadar sokuldu. Ancak, yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı. Sonuçta Doğu Endülüs'teki Hıristiyan Müslüman çatışması kesin bir netice ortaya çıkmaksızın Yusuf'un vefatına kadar devam etti.



2. Ali b. Yusuf Dönemi (1106-1143)



Emiru'l-Müslimin Yusuf b. Taşfin, Endülüs'ü kendi idaresi altında birleştirdikten ve oğlu Ali için biat aldıktan sonra Mağrib'e başkenti Merakeş'e döndü. 498 (1104) yılı sonlarında hastalandığında ölümünün yakın olduğunu anladı ve oğluna yaptığı vasiyetini yineledi. Vasiyet üç hususu kapsamaktaydı. Birincisi Mağrib'in idaresi, ikincisi Sarakusta'da Hudiler'in Hıristiyanlar ile kendi arasında bir tampon bölge teşkil etmesi için yerinde bırakılması, üçüncü husus ise Kurtuba halkına iyi davranılarak onların kötü davranışlarının affetmesiyle ilgiliydi. Yusuf, iki yıl iki ay süren hastalık döneminden sonra vefat etti (3 Muharrem 500/4 Eylül 1106).


Babasının vefatıyla Ali, 2 Muharrem 500 (3 Eylül 1106) tarihinde ve 23 yaşındayken hükümdar oldu. Birkaç ay sonra Endülüs'e geçtiğinde kendisini herkes iyi karşıladı (500/1107). İdari düzenleme ve atamalar yaparak geriye Merakeş'e döndü. Kardeşi Temim b. Yusuf'u Gırnata valisi ve Endülüs'teki Murabıt ordusunun başkomutanı tayin etti. Mağrib'e döndükten sonra Alfonso'nun saldırılarını artırdığı haberleri kendisine ulaşınca, "Endülüs'te Hıristiyanlara karşı cihada başlanması" hususunda Temim'e bir emir gönderdi (501/1107).



a.  VI. Alfonso'ya Karşı Ukuş (Ucles) Zaferi (1108)



Murabıtlar'ın Endülüs valisi Temim b. Yusuf, kardeşi Ali'nin de isteği üzerine babalarının hastalığından yararlanarak saldırıya geçen VI. Alfonso'ya karşı harekete geçti. 501 (1108) tarihinde Uku'ş'e (Ucles) saldırdı. Şentemeriye bölgesinin sağlam kalelerinden birisi olan Ukuş, Tuleytula dağlarının kuzeyinde ve Vebze'nin (Huete) batısında kalır. IX./X. yüzyıl sonlarında Feth b. Zinnun tarafından inşa edilmiş ve Zünnuniler'in merkezi olmuştu. Tuleytula düşünce bu hanedanın bölgedeki hakimiyeti de sona ermiş ve kale Kastilyalıların eline geçmişti.


Murabıt ordusu kaleye saldırıya geçtiğinde içerideki Hıristiyanların ciddi bir mukavemet gösterebilecek vakit ve imkanları kalmadı ve kale ele geçirildi (15 Şevval 501 /28 Mayıs 1108). Temim, kaledeki kiliseyi camiye çevirdi. Buna karşı Kastilya ordusu, Alfonso'nun tek oğlu olan Sancho komutasında kaleyi kurtarmak üzere yola çıktı. Kaleye yaklaştıklarında Murabıt ordusunun durumu ve komutanın düşüncesi hakkında farklı rivayetler mevcuttur. İbn Ebu Zer'e göre, düşmanın yaklaştığını öğrenen Temim onlarla karşılaşmaktan kaçınarak geri çekilmek istemiş, ancak yanındaki Muhammed b. Aişe ve Muhammed b. Fatıma gibi komutanların nasihati ve gerçekleşecek olayı makul göstermeleri sayesinde kalmaya karar verdi. İki ordunun sayı mevcudu hakkında kaynaklarda yeterli bilgi mevcut değildir. Ancak Müslüman ordunun Gırnata, Kurtuba ve Doğu Endülüs'teki birliklerden müteşekkil olduğu ve her üç bölgede en az biner adet muhafız gücü bulunduğu dikkate alındığında toplam sayının üç bin civarında olması muhtemeldir. Yardıma gelen Kastilya ordusu ise, büyük ihtimalle Endülüslülerden daha fazla sayıda asker barındırıyordu. İbn İzari'ye göre, yedi bin süvarilik bir Kastilya gücü söz konusuydu. Temim'in ilk anda savaşmaktan kaçınması da bunu destekler mahiyettedir. Aynı yılın 16 Şevval (29 Mayıs) günü gerçekleşen savaş çok çetin geçti ve sonuçta Alfonso'nun Me'mun b. Abbad'ın dul kalan eşinden olma olduğu söylenen tek oğlu Sancho dahil pek çok Kastilya komutan ve askeri öldürüldü. Sonuçta, Murabıtlar kaleye ve civar bölgeye tamamen sahip oldular.


Sancho'nun yanında savaşa Alfonso'nun yedi önemli komutanı daha katıldığı ve hepsi öldürüldüğü için bu savaşa Yedi Komutanlar Savaşı (Batalla de los Siete Condes) de denmiştir. Sonucu itibarıyla savaşın, Alfonso'nun ölümüne neden olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü, oğlu Sancho'nun ölümüne çok üzülmüş ve kısa süre sonra da hastalanarak ölmüştür (502/1109). Müslümanlar açısından bu zafer, Zellaka zaferini anımsatıcı bir etkiyle sevinç yaratmış, ayrıca en önemlisi Belensiye şehri geri alınmıştır. Böylelikle Murabıtlar Endülüs'teki varlıklarını güçlendirmiş, askeri güçlerini ispatlamış oluyorlardı. Buna ilave olarak bu zaferin, Murabıtlar'ın Hıristiyan topraklarına karşı düzenleyecekleri bir dizi saldırı harekatının başlangıcını teşkil ettiği de anlaşılmaktadır. Hıristiyan kaynaklarında Ukuş savaşına geniş yer verilir. Sancho'nun nasıl öldüğü ayrıntılı şekilde anlatılır. Ancak, bundan sonra olay efsaneleştirilerek gerçeğin dışına taşınır. Şöyle ki, oğlunun öldürüldüğü haberine çok üzülen Alfonso, intikam almak üzere içinde halife Ali'nin de bulunduğu Kurtuba'yı kuşatır. Pekçok Müslümanı esir alır ve yaktırır. Sonunda da Ali'yi barış istemek zorunda bırakır.



b.  Tuleytula Kuşatması (1109), Talebire (Talavera) ve Kulumriye'nin (Coimbra) Fethi (1111 ve 1117)



Hükümdar Ali, Ukuş zaferinden on dört ay sonra ikinci defa, bu kez sırf cihat maksadıyla Endülüs'e geçti (25 Muharrem 503/24 Ağustos 1109). Gırnata ve Kurtuba'da hazırlıklarını tamamladıktan sonra dört yüz binden fazla mevcutlu ordusunun başına geçerek Tuleytula'yı hedef aldı ve harekete geçti. Bölgedeki Hıristiyan yerleşim yerlerine sel gibi akan Murabıt ordusu her yeri tahrip etti, yüzlerce esir ve ganimet elde etti. Ayrıca irili ufaklı pek çok kaleyi fethetti. Kastilyalılar büyük bir korkuya kapıldılar. Bu harekat esnasında Murabıtlar önce Tuleytula'nın batısındaki Tacu nehrinin kıyısında yer alan Talebire şehrine yöneldiler. Ani bir saldırı sonucu kaleyi ele geçirerek içerde bulunan esir Müslümanları kurtardılar ve askerlerin çoğunu öldürdüler. Şehir kilisesini camiye çevirip bir vali atadılar ve güçlü bir muhafız birliği yerleştirdiler.


Buradan ilerlemeye devam eden ordu, Batı Endülüs ve Kastilya arazisi ortalarına kadar girerek Kastilyalılar ile giriştiği pekçok çatışmada galip gelerek düşman kuvvetlerini ezdi. Tuleytula'ya bağlı bulunan civar kalelerden yirmi yedi adedini fetheden Murabıtlar, bundan sonra Mecrit ve Vadi'l­ Hicare'yi de fethederek doğrudan Tuleytula'ya yöneldiler ve kaleyi muhasara ettiler. Burada, Murabıt saldırılarının Hıristiyan kaynaklarındaki versiyonu biraz farklılık arzetmektedir. Onların bildirdiğine göre, Murabıtlar güney Kastilya topraklarında tahribat yaptıktan sonra önce Tuleytula üzerine yürüdüler. Ani bir saldırıyla kale çevresindeki daha evvel Zünnuniler'in çiftliği olan yeşillik alanları ele geçirdiler. Bundan sonra da Tuleytula kalesini kuşattılar. Kaleyi müdafaa eden askerlerin başında Kastilya ordusu başkomutanı Alvar Fanez vardı. İslam kaynaklarına göre Murabıtlar kalenin kuşatmasını ancak üç gün sürdürdüler ve sonra çevresindeki tarım alanlarını tahrip ederek geri çekildiler. Ancak, İbn Dihye kuşatmanın bir ay kadar sürdüğünü kaydeder.


Diğer bir Hıristiyan kaynağında ise, kuşatmanın yedi gün sürdüğünü, Murabıtlar'ın kuşatmayı mancınıklarla surları dövmek ve burçları yakmak suretiyle çok şiddetli gerçekleştirdikleri, ancak bütün bu çabalarının boşa çıktığı, çünkü sağlam surlar içerisinde savunmanın çok iyi bir şekilde yapıldığı kayıtlıdır. Devamla, kuşatmanın yedinci günü Fanez'in kaleden çıkış yaparak çetin bir savaşa giriştiği ve sonuçta Murabıt tarafının zor durumda kalarak 1110 tarihinde muhasarayı kaldırdığı, bundan sonra ordunun Talebire üzerine giderek şehri ele geçirdiği, oradan hareketine kuzey yönünde devamla bölgedeki Mecrit, Vadi'l-Hicare, Kanaliş, vd. şehirleri ele geçirdikleri; ancak tam bu noktada orduda veba salgınının belirdiği ve bu yüzden Ali'nin Kurtuba'ya geri çekilmek zorunda kaldığı belirtilmektedir. Sonuç olarak, İslam ve Hıristiyan kaynaklarının üzerinde anlaştıkları gerçek şu ki, Murabıtlar'ın Kastilya topraklarına yaptıkları bu büyük askeri harekat, ordunun, hazırlıkların büyüklüğü ve hareketin çerçevesinin genişliği göz önüne alındığında Kastilyalılara karşı yıkıcılık ve caydırıcılık bakımlarından çok önemli sonuçlar doğurmuştur.



Aynı anda bir başka koldan ilerleyen Si'r komutasındaki diğer bir Murabıt ordusu da Portekiz topraklarında Yabire, Üşbune ve Şenterin'i geri alarak (504/1111) Portekiz'in başşehri Kulumriye'ye ulaştı. Ancak, şehrin fethi şimdi değil, altı yıl sonra mümkün olacaktı. Kulumriye ise, bizzat Ali b. Yusuf tarafından Endülüs'e üçüncü geçişinden (511/1117) sonra fethedildi (515/1121). Murabıt hücumu karşısında Portekiz (Kulumriye) kraliçesi Teresa bir varlık gösteremedi ve Hıristiyanlar her yerde Müslümanların önünden kaçtılar. Bu durumda işi kolaylaşan Ali, şehri ele geçirdi. Ancak, stratejik dezavantajlar nedeniyle burayı muhafaza edemedi ve geri çekildi. Bu arada, Yahya b. Ali İşbiliye valiliğinden alındı ve yerine Ebu Hafs Ömer b. Yusuf atandı. Yine, bu yıl ile 516 (1122) yılı arasında Ali'nin emriyle hareket eden donanma komutanı Muhammed b. Meymun'un, Sicilya adası ve civarında Hıristiyanlara karşı giriştiği ve kazandığı birkaç deniz savaşından da bahsedilmektedir.



c. Vali Mezdeli'nin Tuleytula Kuşatması ve Kastilyalılar ile Yapılan Savaşlar (1114-1115)




Hükümdar Ali'nin 505 (1111) tarihinde kendisine Kurtuba ve Gırnata valiliğini tevdi etmiş olduğu Emir Ebu Muhammed Mezdeli'nin, Hıristiyanlara karşı başarılı seferleri oldu. Mezdeli, öncelikle Kastilya topraklarına bir saldırı hareketi düzenledi. Yerleşim yerleri ve tarım alanlarında büyük tahribat yaptı. Ürcene (Oreja) kalesini fethetti. Buradan Tuleytula'ya yöneldi ve kaleyi kuşatmaya aldı (507/1114). Komutan Alvar Fanez, bu esnada 1111 tarihinde işgal etmeyi başardığı ancak, kısa süre sonra Murabıtlar tarafından geri alınacak olan Kunka'da bulunuyordu. Tuleytula'nın kuşatıldığı haberi kendisine ulaşınca, derhal on bin süvarisiyle yola çıkarak kale önüne geldi ve Murabıtlar ile savaşa tutuştu.

Kale önünde taraflar arsında pek çok çatışma vukua geldi. Her iki tarafın da ağır kayıpları oldu. İslam ve Hıristiyan kaynaklarının ortak kaydına göre, Kastilyalıların kaybı yedi yüz asker kadardı fakat, sonuçta onlar ağır kuşatma aletlerini yakarak Murabıtlar'ı muhasarayı kaldırmak zorunda bıraktılar. Ancak, İslam kaynakları Müslümanların başarısızlıklarını örtme endişesinden olsa gerek, komutan Fanez'in Mezdeli'nin karşısına çıkmaya cesaret edemeyerek geceleyin kale önünden kaçtığını ve Mezdeli'nin de muzaffer bir şekilde . Kurtuba'ya geri döndüğünü yazarlar.


Tuleytula kuşatmasından sonra, Mezdeli'nin Vadi'l-Hicare üzerine yaptığı bir başka seferinden daha bahsedilir. Şehre saldıran Mezdeli ile karşılaşma cesaretini gösteremeyen kale komutanı Garcia, savaş yerinden firar etti ve kale içindekilerle birlikte Murabıtlar'ın eline geçmiş oldu. Bu fetih olayıyla ilgili Hıristiyan kaynaklarında herhangi bir kayda rastlanmamıştır. Mezdeli, başarılı idarecilik ve kumandanlık hayatını, Tuleytula kuşatmasını gerçekleştirmesinden bir yıl sonra 508 (1115) tarihinde yine Kastilyalılara karşı yaptığı Mestaniye kalesi yakınındaki savaşta şehit olarak sona erdirdi. Ölümü üzerine, yerine oğulları göreve getirildi. Ancak, Kurtuba valisi olan oğlu Muhammed, babası gibi sürekli cihada çıkıyordu. Kurtuba bölgesine saldıran Kastilyalılara karşı savaşırken babası gibi şehit oldu ve ordu savaşı kaybetti (Safer 509 /Haziran 1115). Onun yerine Kurtuba'ya vali olarak atanan Emir Ebu Bekir Yahya b. Taşfin, Beyyase yönünde Kastilyalıların peşine düştü. Fakat, düşmanı ondan önce yakalamak Mezdeli'nin diğer oğlu olan Abdullah'a kısmet oldu. İki taraf arasında meydana gelen çarpışmada Murabıtlar tekrar hezimete uğradı (28 Cemaziyelahir 509 /18 Kasım 1119).


Murabıtlar'ın halife Ali zamanında yürüttükleri fetih harekatına katkıda bulunanlardan birisi olarak vali Mezdeli ile kendisinden sonra göreve getirilen oğulları, Endülüs'te görev yapan diğer Murabıt liderler gibi fil..erlerine düşen görevi yerine getirme yani, Endülüs topraklarını İspanyalılara karşı koruma gayreti içinde oldular. Bu tür liderlerden birisi de komutan İbnü'l-Hac idi. O da aynı düşünce doğrultusunda hareket ederek Barselona Kontluğu topraklarına karşı büyük bir saldırı düzenledi (Safer 508/Temmuz 1114). Ancak, Hıristiyanlara yenilerek şehit düştü ve yerine Mürsiye, Belensiye, Turtfişe ve Sarakusta bölge valisi olarak atanan Ebu Bekir b. İbrahim b. Tafifü, harekatı kaldığı yerden devam ettirdi. Barselona topraklarına girerek Berşelune kalesini kuşatmaya aldı. Taraflar arasında meydana gelen çarpışmalarda her iki tarafın da kayıpları büyük oldu. Sonuçta Murabıt ordusu büyük bir başarı kazanamadan geri çekildi.


Artlarda gerçekleştirilen Tuleytula merkezli Murabıt saldırılarının sebebi ve amacını bu aşamada tahmin etmek zor değildir. Müslümanlar düşmanı tamamıyla çökertmeye, Hıristiyanların her fırsatta yaptıkları yıkımlı saldırılara karşı kalıcı şekilde kendilerini korumaya, hatta Tuleytula ve çevresini alarak Endülüs'ü eski sınırlarına kavuşturmaya çabalamaktadırlar. Bu strateji planlamasına esas teşkil eden önemli olaylardan birisi, Murabıtlar'ın yüksek askeri güce sahip olmaları ise, diğer bir unsur da Vl. Alfonso'nun ölümünün ardından Kastilya tahtının varissiz kalmasından doğan otorite boşluğu ve taht mücadelesi olmalıdır. Kastilya tahtı Alfonso'nun kızı Urraca'ya kalınca, bir cephede Urraca ile eşi Aragon kralı I.Alfonso arasında, ikinci bir cephede ise yine Urraca ile oğlu Alfonso Raimundez'in Galicialı taraftarları arasında taht kavgaları baş göstermiş, doğal olarak bu hal Endülüs topraklarına saldırmak bir yana Hıristiyan savunmasını zaafa uğratmıştı. Zamanın en büyük Hıristiyan komutanlarından birisi olan Kastilya ordusu başkomutanı Alvar Fanez de bizzat bu iç savaşlara iştirak etmişti. Murabıtlar'ın bu boşluktan yararlanarak Tuleytula'ya yüklenmeleri ve bir an evvel emellerini gerçekleştirme çabasında ısrar etmeleri anlaşılır bir durumdur.



d. el- Cezairu'ş Şarkiyye'nin (Balear Adaları) Fethi (1116)




Ali b. Yusuf'un ilk yıllarında Hıristiyanlara karşı kazanılan önemli başarılardan birisi de Meyürka, Menurka ve Yabi­ se (Ibiza) adalarından müteşekkil el-Cezairu'ş-Şarkiıyye'nin geri alınmasıdır (509 /1116). İtalyan devletlerinden Pisa ve Cenova (Genoa) yanında, Frank devletleriyle de birleşen Barselona Kontluğu, birleşik donanma ordularıyla adalara çıkarma yapmışlar, savunmayı kırarak büyük bir tahribat gerçekleştirmişlerdi (508/1114). Bundan bir sene sonra aynı grubun saldırısı sonucu Meyürka adası işgale uğramıştı.


Halife, bu olayları dikkatle takip etmekteydi ve adaların kendileri açısından stratejik öneminin farkındaydı. Adaların valisi Abdullah Murteza, felaket haberini kendisine ulaştırınca derhal Emiru'l-Bahr (Deniz Kuvvetleri Komutanı) Tafirtaş komutasında 300 gemiden müteşekkil donanmayı bölgeye sevk etti. Murabıt donanmasının yola çıktığını haber alan işgalciler, her tarafı yakıp yıkarak ve pek çok Müslümanı öldürerek adalardan kaçtılar. Bölgeye gelen ordu (509 /1116), yeniden imar faaliyetine girişti. Göreve tayin edilen vali Vanür b. Ehi Bekr Lemtuni'nin çalışmaları sonucu dağlara kaçan . halkın evlerine geri dönmeleri ve huzur içerisinde yaşamaları temin edildi. Ancak, Murabıtlar'ın özellikle denizlerdeki çıkarları açısından önem vererek kurtardıkları bu adalar, daha sonra kendilerine karşı isyanların merkezi olmak gibi tehlikeli bir rol oynayacaktı.


Burada konuya ilave edilmesi gereken bir husus daha vardır ki, o da bu adaların Murabıtlar'ın eline geçmesine kadar Amiriler hanedanının elinde bir bilim kültür merkezi olmuş olmasıdır. Merkezi idarelerin alimler üzerinde zaman zaman görülen baskılarından kaçan pek çok ünlü İslam alimi, merkezden uzak ve rahat bir ortama sahip olan el-Cezfüru'ş-Şarkıyye' de, özellikle Meyı1rka ve Daniye'ye yerleşmeyi tercih etmişlerdi. Bu gerçeği, Endülüs ulemasının hayatını konu alan tarihi kaynaklarda görmek mümkündür.



e. Aragon Kralı I. Alfonso'nun Sarakusta'yı (Zaragoza) İşgali (1118) ile Endülüs'te Murabıtlar'ın Gücünün Tükenişi



Sarakusta, stratejik bakımdan Endülüs hükumet merkezinden uzak, Turu nehrinin sol kanadında güçlü mevkii ve sağlam kaleye sahip olması sebebiyle, bir yönden merkezi hükumete baş kaldırma ve mahalli istiklal düşkünü hanedanların pek sevdiği bir yer, öbür yandan Müslüman toprakları ile Hıristiyan ülkesi arasında doğal bir ayraç olmuştu. Endülüs'ün milli siyaseti bakımında ise, doğusundan Barselona Kontluğu, kuzeyinden Aragon ve Navar devletleri, batısından da Kastilya krallığı ile çevrelenmiş fiziki coğrafyasıyla Sarakusta, Hıristiyan İspanya devletleri arasında onların iştahlarını kabartan bir av gibi kalmıştı. Nitekim, VI.Alfonso Tuleytula'yı aldıktan sonra şehri istila etmek için pek çok kararlı girişimde bulunmuş ancak, Murabıtlar'ın 1086 tarihinde lberya Yarımadası'na ilk gelmeleriyle geri çekilmek zorunda kalmış ve Emir el-Müstain İbn Hud rahat bir nefes almıştı. İbn Hud, şehrin savunmasını güçlendirirken, bir yandan da Yusuf ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Murabıtlar Doğu Endülüs' ten itibaren batıya doğru ilerleyerek bütün Endülüs'ü kendilerine katarken, Sarakusta emiri Yusuf'a elçiler göndererek dostluk ilişkisi kurdu ve bu sayede yerinde bırakıldı.


Bu arada el-Müstain Hıristiyanlar ile savaşırken şehit düştü (503/1109) ve yerine oğlu İmadüddevle lakaplı Abdülmelik İbn Hud geçti. Abdülmelik İbn Hud Hıristiyanlara meyl edince, Murabıtlar İbnü'l-Hac ile Sarakusta'yı Hudiler'in elinden aldılar (503/1110). Bir sene sonra İbn Hud, Aragon kralı I.Alfonso ile birleşerek Sarakusta'yı geri almaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Ancak, çarpışmalar sırasında vali İb­ nü'l-Hac şehit düştü.


Yeni vali Ebu Bekir b. İbrahim b. Taflfü el-Müsevvifi, Sarakusta' da iki yıl kadar yaptığı görevi esnasında ülkesini müdafaa ve halkının huzurunun sağlanması uğrunda büyük çaba içerisinde oldu. Yanına vezir olarak da ünlü İslam filozofu Ebu Bekir İbnü's-Saiğ İbn Bace'yi (Beja) aldı. Aragonlular'a karşı pek çok çarpışmada bulundu ve başarılı sonuçlar elde etti. Diğer yandan, Murabıt fetihleri karşısında durumları iyice kötüleşen İspanya Hlristiyanları, bu kötü gidişe bir dur diyebilmek amacıyla Frank kontluklarının katkılarıyla bir Haçlı ordusu oluşturdular. Oluşumun öncülüğünü yapan Aragon kralı I.Alfonso, birleşik orduyu Sarakusta'ya sürdü. 512 yılı Safer ayında (Mayıs 1118) başlayan ve yedi veya dokuz ay süren muhasaradan sonra dayanılmaz hale gelen açlık ve zorluklar sebebiyle şehir düştü (3 Ramazan Çarşamba 512/18 Aralık 1118).193 İslam ve Hıristiyan kaynakları düşü­ şün tarihi üzerinde mutabık gibidirler. Bir farkla ki, Hıristiyan kaynakları 18 Aralık yanında, ll'i de olabileceğini yazarlar.


Şehrin düşüşünün sebeplerinden birisi olarak, Murabıtlar'ın savunmayı iyi yapmamaları gösterilmektedir. Ancak, iki yıl önce (1116) Murabıtlar'a karşı isyan hareketine kalkışan İbn Tı1mert, bu sırada Murabıtlar'ı ciddi şekilde uğraştırıyordu. 1125 Yılındaki Muvahhidler'in başarısız Merakeş kuşatmaları ardından Ali, Endülüs işleriyle ilgilenme fırsatı bulabildi. Ayrıca, Ali'nin hükümdar olmasıyla hanedan içerisinde taht mücadelesi de başlamıştı. Bunların Murabıt Devletinin gücünü zayıflatan etkenler olduğu da bilinmelidir. Sarakusta, Tuleytula'dan sonra Hıristiyanlann eline geçen ikinci büyük ve önemli Endülüs kentiydi. Dolayısıyla, onun düşüşü Endülüs'ün geleceği baknnından endişe verici bir gelişme oldu. Murabıtlar açısından ise, devletin savaşçı ruhunun erken çöküşünü getirmişti. İspanyalılar açısından bakıldığında, onlar için bu işgal Reconquista hedefini gerçekleştirme yolunda önemli ikinci adımdı. Nitekim, Sarakusta' dan sonra es-Sagru'l-A'la (En Uzak Sınır) adı verilen bölgedeki yerleşim yerleri ve kaleler zamanla peşpeşe düşmeye başladı.




f. Aragon Kralı I. Alfonso Karşısında Ketunde (Cutanda) Yenilgisi (1120) ve Gırnata Savaşları



Sarakusta kentinin kaybına çok üzülen Hükümdar Ali b. Yusuf, İşbiliye valisi olan kardeşi Emfr İbrahim'e haber göndererek Aragon kralı I.Alfonso'ya (İbn Rezmfr) haddini bildirmesini istedi. Bu esnada Alfonso, bazı rivayetlere göre Kal'atü Eyyub'u işgal etmiş ve oradan güneydeki Deruga'yı (Daroca) almaya yönelmiş durumdaydı. Diğer bir rivayete göre, ise henüz Kal'atü Eyyilb'un işgalini tamamlamadan evvel Murabıt ordusunun hareket ettiğini haber almış ve hazırlığını yenileyerek, on iki bin süvari ve binlerce yaya askeriyle Müslümanları karşılamaya çıkmıştı. Murabıtlar ile Sarakusta bölgesi Deruga şehri beldelerinden Ketunde' de (Cutanda) karşılaşan Alfonso, şiddetli geçen savaş sonunda galip geldi (24 Rebiülevvel 514/24 Haziran 1120). Murabıt ordusunda 20 bin kadar asker şehit oldu. Zamanın ünlü İslam alimleri olan Ebu Ali es-Sadefi ile el-Meriye Kadısı Ebu Abdullah lbnü'l-Ferra' da şehitler arasındaydılar.198 Alfonso, savaşın peşinden Den1ga kalesini işgal ederek yakınına Belensiye ve Mürsiye yönünden gelebilecek Müslüman saldırılarına kalkan teşkfl etmesi, ayrıca savaşçı tarikat mensubu Hıristiyan askerlere mekan olması için Monreal diye adlandırılan sağlam bir kale inşa etti.


Ketunde yenilgisi, Endülüs'ün istikbali açısından büyük bir felaket ve Murabıtlar için ise bir askeri zaafın başlangıç göstergesiydi. Nitekim, durumu farkeden Müsta'rib Gırnata Hıristiyanları, Murabıtlar'a karşı isyana cesaret edebildiler. Kendisine mektuplar göndererek Alfonso'yu Murabıtlar'ın Endülüs'teki idare merkezleri olan Gırnata'yı işgal etmeye teşvik ve davet ettiler. İçlerinden 12 bin erkeğin isminin geçtiği mektuplarında Müslümanlara karşı yapılacak savaşa bedeni ve mali her çeşit katkıyı yapmaya hazır olduklarını yazdılar. Bu davete dayanarak Alfonso, 25 bin mevcutlu ordusuyla 519 yılı Şaban ayında (Eylül 1125) Sarakusta'dan hareketle önce doğuya, ardından güneye yöneldi. Belensiye içlerine kadar girdi ve geçtiği her yeri tahrip etti. Yürüyüşü esnasında kendisini işgale çağıran Endülüslü Hıristiyanlann katılımlarıyla ordusunun adedi sürekli artmaktaydı. Bu Hıristiyanlar aynı zamanda Alfonso'ya Müslümanların sırlarını ve zayıf noktalarını da ifşa ediyorlardı.


llerleyişini sürdürerek Gırnata şehri yakınlarına kadar gelen Alfonso'ya Müslümanlar ancak burada karşı koyabildiler. Alfonso bir haşan elde edemedi ve Murabıt ordusunun hızla geldiğini haber alınca da geri çekildi (26 Zilhicce 520/14 Ocak 1127). Hızlı bir şekilde şehrin imdadına yetişen Murabıt ordusu, geri çekilmekte olan Alfonso'yu şehre yakın bir yerde yakaladı. Cereyan eden savaşın başlangıcında Murabıtlar üstün durumda olmalarına rağmen, kötü komutanın neden olduğu strateji hataları yenilmelerine sebep oldu ve ordugahları Hıristiyan işgali altında kaldı. Bu başarısından cesaret alarak Alfonso, tekrar Gırnata üzerine saldırıya geçti. Şehir çevresinde çok şiddetli çarpışmalar yaşandı. Sonuçta ordusunun büyük kayıplar verdiğini görünce, Gırnata'yı ele geçirme hedefine erişemeden geri dönmeye karar verdi. Böylece, Gırnata ve daha doğrusu Endülüs yok olma tehlikesini geçici de olsa atlatmış oldu.


Alfonso'nun giriştiği bu harekatın gerçekleşmesinde Endülüslü Hıristiyanların büyük rolü olmuştu. İspanya fethinin ilk yıllarından itibaren Müslüman hükumetlerden adaletli ve güzel muamele görmelerine rağmen, bu davranışları sebebiyle devlet ile olan zimmf antlaşmalarını bozmuşlar, isyan etmişler ve böylelikle artık Müslümanlar için gizli değil açık bir tehlike timsali haline gelmişlerdi. Çünkü, onlar Müslümanlar ile savaşma ve İspanyalıları Endülüs'e saldırtma hususunda her fırsatı değerlendirir olmuşlardı. Bu duruma kesin bir çare arayan Müslümanlar, içlerinden Gırnata Kadısı Ebu'l-Velfd İbn Rüşd liderliğindeki bir heyeti Merakeş' e Ali'nin yanına gönderdiler. Gırnata Hıristiyanlarının yaptıklarını Ali'ye anlattılar. Yapılan durum müzakeresi sonunda İbn Rüşd, hainlerin sürgün edilmesi yönünde fetva verdi. Ali de bu fetva ile amel ederek onları Mağrib şehirlerine sürgün ettirdi. İbn Rüşd'ün hükümdardan diğer bir isteği de, Endülüs valisi Temfm'in azledilmesiydi. Ali onu da kabul etti ve oğlu Taşfin'i yeni Endülüs valisi olarak atadı (521 /1127).



g. Vali Taşfin b. Ali'nin Hıristiyanlara Karşı Seferleri (1128 - 1139)



Murabıtlar'ın Endülüs valisi olarak atanan Taşfin b. Ali, Hıristiyan tehlikesinin daha fazla kötü sonuçlara sebep olmasını önlemek amacıyla pekçok askeri sefere çıkmış ve ekserisinde galip gelmiştir. Göreve başladığı sene Kal'atü Rebah yakınındaki Cibalü'l-Keres dağlarına saldıran Kastilyalıları mağlup etti. (523/1129) tarihinde ise, komutanlarından Ömer b. Sir'i İşbiliye'den Kastilya bölgesine sevk etti. Ancak, ordunun yenilmesi üzerine Taşfin valiyi azletti. 524 (1130) Tarihinde bu kez Kastilya güçleri saldırılarını Kurtuba yakınlarına kadar sürdürünce şehrin valisi Abdullah, Taşfin' den yardım istedi. Hızla yola koyulan Taşfin'in gelişini haber alan Kastilyalılar geri çekildiler.


(1130) Yılı Ramazan ayında Taşfin, Tuleytula yakınındaki Hısnü' s-Sikke kalesine hücum ederek ele geçirdi. Buradan yürüyüşe devamla Hısnü Barcas kalesine sonra da Tuleytula banliyösünde bulunan San Serfardo'ya kadar ilerledi ve bura­ dan Gırnata'ya geri döndü. 526 (1132) Tarihinde Kastilyalılar Tuleytula' dan hareketle Kurtuba üzerine yürüdüler. Derhal karşı taarruza geçen Taşfin, Beraşe köyü mevkiinde düşmanı karşıladı. Cereyan eden savaş sonunda Kastilyalılar mağlup oldu ve baş komutanları esir edildi. Taşfin buradan Kal' atü Rebah' a geçerek yanında getirdiği esirleri, Hıristiyanların eline geçen Müslüman esirler ile değiştirme yapabilmeleri için kale halkına teslim etti ve sonra Gırnata'ya geri döndü.

526 (1132) Tarihinde Kastilyalılar, Kont Derigo Gonzalez komutasındaki orduyla İşbiliye bölgesindeki Hısnü'l-Kalf'a kalesine saldırdılar. Kale komutanı Ömer ibnü'l-Hac, saldırıya başarıyla karşı koydu. Bu arada, düşmandan esir aldığı bir grup askerin savaş meydanından geçen nehrin karşı yakasındaki kardeşlerinin gözleri önünde boyunlarını vurdurdu. Doğal olarak, bu hareket Kastilyalıları çok öfkelendirdi ve savaş yeniden kızıştı. Bu kez de Murabıtlar mağlup oldular ve İbnü'l-Hac şehit düştü. Bu başarıdan cesaretle ilerlemeye koyulan düşmanı, yapılan yeni bir savaşla ancak Taşfin durdurabildi.


Görüldüğü gibi, Kastilyalılar ile sürekli mücadele halinde olan Taşfin' e onlar da hırsla karşı koyuyorlardı. Taraflardan bazen biri ve bazen de diğeri galip geliyordu. Hıristiyan İspanya devletleri içinde dini-siyası birliğin büyük oranda sağlanabildiği her dönemde olduğu gibi, bu kez de Hıristiyanların iyice alevlenen Reconquista ateşi, böylece Kastilyalıların elinde kısmen gerçeğe dönüşüyor, bu arada Müslümanların üstünlük ve direnişlerini de kırıyordu. Hatta, karşılıklı saldırılara bakıldığında Hıristiyanların Müslümanlara karşı kendilerine oldukça fazla güvendikleri görülecektir. Nitekim, Reconquista hareketinin büyük öncülerinden birisi olan Leon-Kastilya kralı VII.Alfonso, bu düşünceyle hareket ettiğinden olsa gerek, büyük bir orduyla Batalyevs üzerine yürüdü. Ona karşı koymak üzere harekete geçen Taşfin ile Zellaka ovası yakınında bir yerde savaşa girişti. Ancak, Alfonso'nun kendine olan güveni bu kez pek işe yaramadı. Taşfin'in dedesi Yusuf zamanında kazanılan ünlü Zellaka zaferini anımsatan savaş sonunda Murabıtlar galip geldiler (528/1134).



528 (1134) Yılı şonlarında Balbikar (Albcar) mevkiinde Hıristiyanların saldırısına uğrayan Murabıt ordusu, az daha yeniliyordu. İki bin kadar Kastilya askeri Murabıt ordugahına dalış yaparak Taşfin'in çadırına kadar ulaşmayı başardılar. Ancak, bir Murabıt askerin baş komutanlarını öldürmesi üzerine Kastilyalıların düzeni bozuldu ve mağlup oldular. Hıristiyan kaynakları bu savaşa işaret etmişlerse de, İslam kaynaklarında olduğu gibi savaş yerini tam olarak vermemişlerdir. Bu arada, İslam kaynaklarında 529 (1134) senesi olayları arasında Ravta (Rueda, Rota) şehrinin kaybına yer verilmektedir. Sarakusta bölgesi emiri el-Müstansır-Billah İbn Hud, Kastilyalılara karşı koyamayınca Ravta şehri karşılığında onlarla bir barış antlaşması yapmayı ve biraz daha rahatça hüküm sürmeyi tercih etti. Şehrin kalesi, bölgedeki en önemli kalelerden biriydi. İbn Hud, bu kaleyi düşmana teslim etmekle merkezi otoritenin zayıfladığı zamanlarda Endülüslü liderlerin başvurmuş oldukları tipik davranışlardan birini sergilemiş olmaktaydı.


532 (1137) Tarihinde Taşfin, Kunka yönüne sefere çıkh. Vebze'ye saldırarak oradan ilerledi ve Erekun şehrini fethetti. Altı bin civarında esir ile geriye döndü. valiliği döne­ minde sürekli gazadan gazaya koşan Taşfin, babası Ali'nin ağır şekilde hastalanması üzerine Merakeş' e çağrıldı ve kendisine hükümdar olarak biat edildi (8 Rebiulevvel 533/13 Kasım 1138). Bir müddet sonra babasının vefat etmesiyle de Murabıtlar'ın yeni hükümdarı oldu (Receb 538/0cak 1144).



h. Aragon Kralı I. Alfonso Karşısında Kıla'a (Alcolea) Yenilgisi (1129)



Aragon kralı l.Alfonso, Endülüs'ün kuzey sınır bölgesinde (Sagru'l-A'la) istila hareketine yeniden başlamıştı. Niyeti, burada Müslümanların elinde bulunan Laride, İfrağa, Miknase ve Turtulşe şehirlerini ele geçirerek Akdeniz'e ulaşmaktı. Turtuşe'nin kuzeyindeki Tarrakune şehri de aynı bölgedeydi. Fakat, burası 40 yıl kadar evvel Barselona Kontu Berenguer'in eline geçmiş bulunuyordu. Yani, Sarakusta sınır bölgesinde Müslümanların elinde kalmış olan son yerleşim yeri Turtulşe idi. İşte, Alfonso bu şehri almak üzere harekete geçti. Sarakusta' dan hareketle doğuya İfrağa ve Laride üzerine yöneldi.


Sarakusta ile Laride arasındaki bölge, Sarakusta'nın düşüşünden bu yana Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında sürekli bir çatışma alanı olmuştu. Bu sebeple, Murabıtlar'ın bölgedeki askeri takviyeleri güçlü ve her an savaşa hazır durumdaydı. Yürüyüşünü sürdüren Alfonso, güneye Belensiye topraklarına doğru ilerlemeye başladı. Tehlikeyi haber alarak bölgede Alfonso'nun işgallerine bir son verme amacıyla or­ duyu sefere çıkaran halife Ali, komutayı Emir Ebu Muham­ med b. Ebu Bekr b. Sir'e verdi. Ordu, Belensiye'nin güneyinde Şakar adası yakınında bulunan el-Kıla'a veya el-Kali'a mevkiine kadar geldiğinde savaş başladı. Ancak, Müslümanlar mağlup oldu ve bütün varlıkları düşman eline geçti (523/1129).


Hıristiyan kaynaklarındaki kayıtlara göre, el-Kıla'a İbrü (Ebro) nehrinin kollarından birisi olan ve İfrağa yakınındaki Sinka çayının sol yakasında kalan küçük fakat sağlam bir kaledir. Bunun anlamı, bu savaşın Murabıtlar ile Aragonlular arasında Belensiye topraklarında değil de Sağru'l-A'la' da olduğudur. Hıristiyan kaynağı ilave ederek, savaşın akabinde Alfonso'nun el-Kıla'a beldesini işgal ettiğini ve adamlarından birine ikta olarak verdiğini belirtir. Diğer yandan, aynı Hıristiyan kaynağında Alfonso'nun Belensiye'yi 1129 yılı başlarında kuşattığı kayıtlıdır ki, bu da İslam kaynaklarındaki savaşın Belensiye topraklarında gerçekleştiği tespitini desteklemektedir. 

Savaştan sonra düşman kuvvetleri Guleyre'yi (Cullera) işgal ettiler. Mağlubiyeti haber alan Ali, valilere mektup göndererek bölgenin en kısa zamanda işgalden kurtarılmasını emretti. Alfonso ise, yeni bir Murabıt taarruzundan çekindiği için galibiyetin semerelerini toplayamadan ancak, tahribat yaparak geri döndü.  




i. Aragon Kralı I. Alfonso'ya Karşı Ifrağa (Fraga) Zaferi (1134)



Aragon kralı l.Alfonso, kuzey Endülüs sınırında bulunan Miknase şehrini 527 (1133) tarihinde işgal ettikten sonra İfrağa ve Laride kentlerine yöneldi. Önce İfrağa'ya saldırdı. Vali Sa'd İbn Merdeniş, halkıyla birlikte güçlü bir direniş gösterdi. Alfonso'nun sebep olacağı kayıplardan endişe eden Murabıtlar, Barselona Kontu III. Ramon Berenguer ile 12 bin dinar karşılığında Alfonso'ya karşı ittifak oluşturdular. Bu ittifaka Alfonso çok öfkelenerek savaş için harekete geçti ve İfrağa surları önünde Yahya b. Ganiye komutasındaki Murabıt ordusu ile karşılaştı. Savaştan evvel, İfrağa'yı almak veya surları önünde ölmek üzere komutanlarıyla birlikte yemin ettikten sonra din adamlarının askeri birliklere komuta etmelerini ve onlara moral vermelerini emretti.


Bundan sonra cereyan eden olayların detayları hususunda kaynaklarda farklı rivayetler kayıtlıdır. İslam kaynakları Murabıt ordusu kale önüne varır varmaz çarpışmanın başladığını haber verirken, Hıristiyan kaynakları kalenin düşmesini engellemek amacıyla İfrağa sırtlarına gelen Murabıt ordusu ile Hıristiyanlar arasında iki çarpışmanın cereyan ettiğini ve bunların ikisinde de Müslümanların mağlup olduğunu, bunun üzerine teslim olmak zorunda kalan İfrağalılar'ın teslim şartlarını Alfonso'nun reddettiğini ve kaleyi kılıç zoruyla almaya karar verdiğini, tekrar direnişe geçen kaledekilerin yardımına koşan Murabıtlar ile savaşın yeniden başladığını kaydederler. Sonuçta iki taraf arasında çok şiddetli bir savaş gerçekleşti. Murabıt ordusunun sayısı Hıristiyan ordusununkinden daha az olmasına rağmen, Hıristiyanlar mağlup oldular ve ordugahları Murabıtlar'ın eline geçti (23 Ramazan 528/17 Temmuz 1134).


Savaştan kaçarak zor kurtulabilen Alfonso Sarakusta'ya çekildi. Kısa süre sonra da orada üzüntüsünden öldü. Böylece Endülüs, l.Fernando ve VI. Alfonso gibi Ortaçağ İspanya tarihinin büyük krallarından olan I.Alfonso'dan kurtulmuş oldu. Murabıtlar ise, muhtemelen Mağrib'teki büyük sorunlar nedeniyle, kazandıkları bu zaferin meyvelerini toplamak yani, kaybedilen Sarakusta ve civar illeri, hatta Tuleytula'yı geri almaya girişmek yerine, Zellaka'nın akabinde yaptıkları gibi geri çekilmeyi tercih ettiler. Bu hareket ise, Endülüs'ün geleceği açısından olumsuz sonuçlar doğuracak bir askeri strateji hatası oldu. Yine de, zaferin Endülüs ve İspanya cephelerinde farklı manevi sonuçlar doğurduğunu söylemek mümkündür. Yani, Murabıtlar'ın askeri prestijleri tazelenirken, Hıristiyanlar arasında ise bir müddet ümitsizlik hakim oldu.





3. Taşfin b. Ali Dönemi (1143-1146 veya 1149)



Kendisinden evvel veliaht seçilmiş olan kardeşi Sir'in 533 (1138) tarihinde vefat etmesi üzerine Taşfin yeni veliahd olmuştu. Daha sonra, babası Ali'nin vefatıyla da hükümdar oldu (538 /1143).

 


a. Kastilya Kralı VII. Alfonso (1126-1157) ile Yapılan Mücadeleler



Reconquista hareketinin büyük öncülerinden birisi sayılan el Emperador lakaplı Leon-Kastilya kralı VII. Alfonso Raimundez (1126-1157), 31 yıllık iktidarı boyunca Endülüs'e karşı büyük savaşlara girişmişti. İslam kaynaklarında adı "et­ Tağıye Ezulnş b. Remund" veya küçük kral manasında "es- Süleytin" olarak geçer.


1133 tarihinde Şüreyş ve Ardu'l-Ferentire'ye kadar ilerleyerek Endülüs'e karşı büyük taarruzu başlattı. Bu ilk hücumu karşısında Murabıtlar direnemediler. 1138 tarihinde Ceyyan, Beyase, Übbede ve Enducer bölgesine saldırdı. Büyük tahribat yaparak ilerlerken başlangıçta Murabıtlar'ın müdahalesi etkili olamadı. Ancak, kaçan Müslüman askerlerinden galibiyet sarhoşluğuyla daha fazla esir alabilmek amacıyla savaş meydanındaki Vadi'l-Kebir nehrini geçen bir grup Hıristiyan askeri, yağmurun şiddetinden nehrin kabarması üzerine geri dönemediler ve kralın gözü önünde kılıçtan geçirildiler. Tuleytula'ya geri çekilen kral, intikam için bir süre sonra Kuriye şehrine saldırdı. Ancak, şiddetli savunma karşısında ikinci kez başarısızlığa uğradı.


1139 Tarihinde Alfonso, Tuleytula bölgesinin en sağlam Müslüman kalelerinden biri olan Hısnü Emebe (Oreja) kalesine saldırdı. Kurtuba, Mürsiye ve İşbiliye' den yola çıkan Murabıt kuvvetleri Yahya b. Ganiye ve Kurtuba valisi Abdullah komutasında kalenin imdadına koştular. Ancak, bundan sonrası pek meçhuldür. Haddizatında, bu Emebe savaşıyla ilgili İslam kaynaklarında fazla bilgi olmadığı ve Hıristiyan kaynaklarında verilen, kraliçe Berenguela merkezli, Müslüman askerleri küçük düşürücü ve alaycı ifadelere de inanılması zor olduğu için, Murabıt ordusunun bu savaşta ne yaptığını, sonucun ne olduğunu kestirmek şimdilik imkan dahilinde değildir. Hıristiyan kaynaklarına göre, savaş esnasında Alfonso'nun hanımı kraliçe Berenguela Tuleytula'da kral vekili olarak kalmıştı. Emebe'ye doğru yol alan Murabıt ordusu, Tuleytula sırtlarına kadar geldiğinde şehre hücum için şartlar müsait olduğu halde, kraliçenin İbn Ganiye'ye elçi göndererek "kral seni Emebe kalesi önünde beklerken sen bir kadının savunduğu şehre mi saldıracaksın" gibi aldatıcı sözler iletmesi ve bir yandan da Murabıt ordusunun görebileceği şekilde güzelliklerini sergiler eda içinde görünmesi sayesinde ordu geriye çekildi. Ayrıntısı kaynaklarda bulunamadığı için belli olmayan nedenle ordu, buradan Alfonso üzerine de gitmedi ve kale düşmana teslim oldu (525/1130).


Hısnü Emebe'nin kaybına karşın, Taşfin Hıristiyanlar ile (1135) tarihinde Cebelü'l-Kasr mevkiinde karşılaştı ve düşmanı yenerek büyük ganimet elde etti. 1140 tarihinde Murabıtlar, bu kez Tuleytula'nın güneyindeki Kal'atü Mure'yi ele geçirerek civardaki Kastilya yerleşim yerlerine düzenledikleri akınlar için burayı merkez yaptılar. Buna karşı Alfonso, Tuleytula Kontu Rodrigo Femandez komutasındaki bir orduyu Vadi Yane bölgesine sevk etti. Bölgede büyük tahribat yapıldı. Kral, kendisi de bir başka ordu başında Kuriye kalesini muhasara etti. İki aylık kuşatmadan sonra kale düştü (536/1142). Buradan Mure kalesine saldıran Kastilyalılar, şiddetli bir savaştan sonra Kurtuba ve İşbiliye kuvvetlerinden müteşekkil Murabıt ordusunu hezimete uğrattılar. Orduya komuta eden Kurtuba ve İşbiliye valileri şehit edilerek kafaları Tuleytula'ya götürüldü ve mızrak ucunda sokaklarda teşhir edildi (537 /1142). Ertesi yıl Kastilyalılar Müre yöresindeki Müslüman varlığına son vermek amacıyla yeni bir saldırı başlattılar. Saldırıya Kal'atü Rebah valisi karşı koydu ve bu kez düşman yenildi. Düşman güçlerin iki büyük komutanından biri yaralı olarak kaçarken, diğerinin başı kesilerek sokaklarda teşhir edildi (538/1143).  


1143 yılındaki yenilgiden büyük üzüntü duyan Alfonso, intikam için yemin ettikten sonra 1144 tarihinde İslam arazisine karşı saldırıya geçti. Kurtuba ve İşbiliye civarındaki tarlaları ve köyleri yakıp yıkarak büyük zararlara sebep oldu. Tahripkar ilerleyişini, Gırnata ve el-Meriye topraklarına kadar sürdürdükten sonra bolca esir ve ganimet elde ederek geriye döndü.




b. Doğu Endülüs Valisi Yahya b. Ganiye'nin Seferleri



Murabıtlar döneminde Sarakusta'nın düşmesinden (1118) sonra, Doğu Endülüs Belensiye ve Mürsiye illerinden ibaret kalmıştı. Belensiye'den kuzeye doğru Şatıbe'den es-Sagru'l­ A'la'ya kadar, denizden batıya doğru Kunka'ya kadar, güneye doğru da el-Meriye iline kadar Endülüs yerleşim yerleri bulunuyordu. Yusuf'un oğlu Emir İbrahim' den sonra Mürsiye valisi olan Ebu Muhammed Yeddir b. Verka, şiddetlenen Hıristiyan saldırılarına direnmekte zorlandığında hükümdar Ali'den kendisine yardımcı olarak Yahya b. Ganiye'yi istedi. 515 (1121) Tarihinde İbn Ganiye Mürsiye'ye komutan olarak gönderildi. 


İbn Ganiye, Endülüs'te Murabıtlar'ın bu son döneminde önemli olaylarda rol almış bir kimseydi. Mürsiye merkezli Doğu Endülüs'te Hıristiyanlara karşı Aragon ve Katalonya ile yapılan hemen tüm savaşlara katılmıştı. 519 (1125) yılında, Gırnatalı Hıristiyan vatandaşların isyanları ve düşmanı davet etmeleri sonucu ülkeye saldıran l.Alfonso'ya karşı mukavemet hareketinde İbn Ganiye'nin yeri büyük olmuştu. 524 (1129) Tarihinde vali Yeddir vefat ettiğinde İbn Ganiye, Belensiye merkezli Doğu Endülüs valisi oldu. Yine l.Alfonso'ya karşı yapılan İfrağa savaşında imdat kuvvetleri komutanı olarak zaferin kazanılmasında büyük rolü oldu (528/1134).


İfrağa zaferinden sonra İbn Ganiye, Kunka ve Kastilya arasındaki sınır üzerinde ve Tuleytula'nın doğusunda kalan Emebe kalesine yapılan Hıristiyan saldırısını püskürtme harekatına da katıldı. Kuşatma sebebiyle zora düşen kale halkının imdadına Kurtuba valisi Abdullah ile birlikte yetişen İbn Ganiye, diğer Murabıt kuvvetlerle birleşerek Hıristiyanlara karşı koymuştu. Haddizatında, bu Emebe savaşıyla ilgili İslam kaynaklarında fazla bilgi olmadığı ve Hıristiyan kaynaklarında verilen kraliçe Berenguela merkezli Müslüman askerleri küçük düşürücü ve alaycı ifadelere de inanılması zor olduğu için, İbn Ganiye ve daha doğrusu Murabıt ordusunun bu savaşta ne yaptığını, sonucun ne olduğunu kestirmek şimdilik imkan dahilinde değildir.



c.  Murabıtlar'a Karşı Endülüs İsyanları ve Sonuçları



Kuzey Afrika'da Murabıtlar' a karşı bir dini-siyasi hareket olarak ortaya çıkan (1116) ve Murabıtlar'ın hakimiyetlerini zedeleyen Muvahhid hareketinin etkisi Endülüs'te de görüldü. Hakimiyet merkezlerini koruma derdine düşen Murabıtlar, Endülüs ile yeterince ilgilenemez oldular. Bu sebeple, Hıristiyan saldırılarına zaten karşı koyamayan Endülüslülerin başlattıkları isyanlarla yüzyüze kaldılar. Endülüs'e ilk kez bir kurtarıcı sıfatıyla gelen Murabıtlar, daha sonra Endülüs fatihi olmuşlar ve tamamını hakimiyet altına aldıkları İberya Yarımadası'nda Hıristiyanlara karşı yegane mukavemet gücü teşkil etmişlerdi. Ancak, her an Hıristiyan çizmesi altında ezilme tehlikesiyle yüzyüze de olsalar, kendi küçük bağımsız dünyalarından mahrum kalan eski Endülüs emirleri ve aileleri, baştan beri içlerinde Murabıtlar'a karşı olumsuz duygularla doluydular. Dolayısıyla, bağımsız olabilmek için her fırsatı değerlendirebilecek bir durumdaydılar. Ayrıca, bölük pörçük olmuş siyasi bir tablodan birleşik bir Endülüs devletini tekrar vücuda getiren Murabıtlar'ın, yapılan işin tabiatı gereği bu faaliyetleri esnasında Endülüslülere karşı bazen biraz sert tavırla muamele ettikleri olmuştu. Yine, bu ailelerin kendilerini Murabıtlar' dan daha medeni görerek onları küçümsedikleri de hatırlanmalıdır. İşte, bunun gibi sebeplerle Endülüs'te peşpeşe isyanlar patlak vermeye başladı.


Emiru'l-Müslimin Yusuf b. Taşfin'in vefatından 15 yıl sonra başlayan Endülüs isyanlarından ilki, Ali b. Yusuf zamanında Kurtuba' da ortaya çıktı (515/1121). Bu ve benzeri ilk dönem isyanlar sadece mahalli çekişmelerden kaynaklanmaktaydı. Ancak, 1144 yılından itibaren meydana gelen ve ikinci Mülükü't-Tavaif dönemi olarak da adlandırılan Murabıtlar'ın bu son döneminde isyanların öncekilerden çok farklı önemli bir özelliği vardı ki, o da Endülüs milliyetçiliği duygusuyla yapılmış olmasıydı. Bu sebeple, bunların şekli, etkisi ve sonuçları büyük olmuştu. İsyan ateşi doğusundan batısına bütün Endülüs topraklarında parlamıştı.


Kurtuba'dakinden 23 sene sonra 539 (1144) tarihinde Batı Endülüs'ün Mirtele, Şilb ve Bace şehirlerinde Ahmed b. Kasi; aynı sene Kurtuba'da Ebu Cafer İbn Hamdin; Gırnata'da Ebu'l-Hasan Ali b. Adha; Doğu Endülüs şehirlerinden Belensiye ve Mürsiye'de önce Kadı b. Abdülaziz, ondan sonra da İbn İyaz ayaklandılar. İbn İyaz, Hudiler'den Seyfüddevle adına bu harekete girişti ve Seyfüddevle, isyanların Endülüs milli lideri haline geldi. Seyfüddevle İbn Hud'un el­ Besit savaşında öldürülmesinden (540/1146) sonra İbn Iyaz, Kastilyalılar ile giriştiği bir savaşta ölmesine (542/1147) kadar bütün Doğu Endülüs bölgesine hakim oldu. Ölümüyle yerini Muhammed b. Sa' d b. Merdeniş aldı. Süratle güçlenerek Belensiye' den Kartacene'ye kadar diğer Doğu Endülüs şehirlerine de hakim oldu. İbn Hud'tan sonra isyanlarda ikinci büyük milli lider haline gelen İbn Merdeniş, İbn Ganiye komutasındaki Murabıt güçlerinin kendisiyle birkaç yıl süren mücadelelerinden sonra, Muvahhidler'in Endülüs'e hakim olmalarıyla asıl onları uzun yıllar uğraştırmış ve ancak kendiliğinden ölümüyle isyan sona ermiştir.


Murabıtlar'ın bu son ve zor dönemlerinde bütün Endülüs şehirlerini karıştıran isyanlar sonucu başlayan iç savaş esnasında, Endülüslü liderler Hıristiyanlardan yardım almaktan da geri kalmadılar. Hıristiyan İspanya devletleri ise, birinci Mülükü't-Tavaif devrinde olduğu gibi Müslüman emirlerden gelen bu tür davetlere memnuniyetle icabet ettiler. Çünkü, bu yolla iki temel amaçlarına erişme fırsatı yakalıyorlardı. Birincisi, Müslümanlar arasında tefrika yaratarak onlardan bir grubu ezmek ve yardım karşılığında mal-toprak alarak güçlenmek; ikincisi de Endülüs emirleriyle birlikte paylaştıkları ortak vatanın hariçten gelen Berberiler tarafından istila edilmesi tehdidini bertaraf etmekti. Endülüs'te Hıristiyanlar ile kendi Müslüman kardeşlerine karşı yapılan bu tür dayanışmanın en çarpıcı örneği, daha sonra Muvahhidler döneminde İbn Merdeniş ile görülecektir.




d. Haçlıların Elinde el - Meriye'nin (Almeria) Düşüşü (1147)



Murabıtlar'ın Endülüs hakimiyetlerinin son zamanlarında meydana gelen isyanlardan başka, iki önemli olay daha vardır. Birincisi, kuzeydeki büyük yerleşim yerlerinin tamamının kaybedilmesi, ikincisi de doğu eyaletlerinden el-Meriye'nin elden çıkmasıdır. Gerçekte el-Meriye, Katalonya, Cenova ve Pisa gibi Hıristiyan devletlerinin sürekli olarak işgal fırsatı kolladıkları önemli bir liman şehriydi. Nitekim, bu devletler kente yönelik donanma saldırılarıyla pek çok kez tahribatlara neden olmuşlardı. Endülüs'te Murabıtlar'ın çözülmesiyle devlete hakim olan kargaşa ortamını el-Meriye'yi işgal için bulunmaz bir fırsat olarak gören Hıristiyanlar, Papalığın teşvikleriyle bu işi gerçekleştirmeye karar verdiler.


Kastilya kralı VII. Alfonso önderliğinde Kastilya, Katalonya, Navar, Pisa, Cenova ve Pireneler ötesi Frank kontluklarından bazılarının katılımlarıyla bir müttefik haçlı ordusu oluşturuldu. el-Meriye, karadan ve denizden yoğun şekilde kuşatmaya alındı. Üç ay süren kuşatma sonunda, maişet kaynakları tükenen ve yardım alamayan şehir düşmana teslim oldu (542/1147). Sahip olduğu imkanlarıyla Endülüs devleti için her bakımdan önemli olan el-Meriye'nin kaybı, diğer bölgelerde de büyük yankı uyandırdı. Şehrin Hıristiyanlardan geri alınması ise, ancak Muvahhidler'in Endülüs'e hakim olmalarından sonra mümkün olacaktır.


Alfonso, el-Meriye işgali yolunda ilerlerken Orta Endülüs'te çok stratejik bir konuma sahip durumdaki Kal'atü Rebah'ı ele geçirmişti. Endülüs'ün savunmasında büyük fonksiyonu bulunan bu kale, daha sonraki yıllarda Muvahhidler ile İspanyalılar arasında cereyan eden savaşlarda büyük bir role sahip olacaktı. el-Meriye ve Kal'atü Rebah'tan başka, Muarbıtlar'ın yıkılmasından kaynaklanan otorite boşluğunda Katalonya Kontluğu da Turruşe (543/1148) ve Laride'yi ele geçirmişti (544/1149).




e. Haçlıların Elinde Üşbune (Lisbon) ve Şenterin'in  (Santarem) Düşüşü (1147)


Murabıtlar'dan boşalan kaos ortamında Endülüs'te gerçekleşen bir diğer mühim hadise de, Batı Endülüs bölgesinde bulunan illerin Portekizliler tarafından işgal edilerek üzerlerinde Portekiz krallığının kurulmasıydı. Portekiz kralı Alfonso Henriquez, Üşbune'yi (Lişbune, Lisbon, Lisboa) Tacu nehrinin denize döküldüğü yerdeki önemli stratejik mevkii, sağlam bir kale olması ve en önemlisi de Portekiz ortalarında güçlü bir Müslüman savunma noktası teşkil etmesi sebebiyle ele geçirmekte kararlıydı. Bunu tek başına yapamayacağını bildiği için doğuya gitmekte olan ve İngiliz, Alman ve Hollandalılar'dan müteşekkil Haçlı ordusundan yardım istedi.


Kral, 541 (1147) yılı sonlarında kenti kuşatmaya aldı. Denizden Müslümanlara destek yolunu Haçlılar kapattılar. Şehir surları çevresinde iki taraf arasında pekçok çatışma yaşandı. Müslümanlar şehri çok iyi savundular. Ancak, saldırının çok şiddetli olması ve kuşatma uzadıkça maişet kaynaklarının tükenmesi, direnişi zayıflattı. Sonunda, surlardan gedikler açmaya muvaffak olan düşman şehre hakim oldu. Hıristiyanlar, şehirde katliam ve soygun yaptılar. Büyük camiyi kiliseye çevirdiler. Piskoposluğuna da Gelberto'yu atadılar (542/1147). Üşbune'den sonra istila hareketine devam eden Alfonso, aynı sene Üşbune'nin güney doğusunda kalan Şenterin'i ele geçirdi. Devamla, civar Endülüs yerlerini de kendi topraklarına kattı. Bu esnada başka olaylarla uğraşmakta olan Muvahhidler, bölgeyi kurtarmaya gelemediler.


Kuzey Afrika ve Endülüs'te Murabıtlar'ın Sonu (1147)


Ali b. Yusuf'un hükümdar olmasıyla hanedan içerisinde taht mücadeleleri başladı. Yönetim işleri devletin temelini teşkil eden bazı büyük kabilelere mensup kadınların eline kaldı ve dolayısıyla siyasi çekişmeler kızıştı. Bu arada halkın işleri de unutulmaya başlandı. Bazı İslam tarihçileri bu hali bir devlet zaafı ve Murabıtlar'ın kargaşaya düşmesi olarak adlandırmaktadırlar. Ali b. Yusuf zamanında kazanılan büyük Ukuş zaferiyle (501/1108) birlikte Murabıtlar, Endülüs'teki hakimiyetlerinin en güçlü devrini idrak ediyorlardı. Fakat, el-Cezairu'ş-Şarkıyye'nin geri alınışı (1116) yıllarına dek 30 yıl süren bu dönem sonunda Mağrib'te kendilerine karşı bir tehlike belirmeye başlamıştı. Sus bölgesinde Mesmude kabilesinden Ebu Abdullah İbn Tumert, kendine özgü fikirlerle Murabıtlar'a karşı bir güç oluşturarak isyan hareketini başlattı. Sürgünden sonra sığındığı Tinmal'i merkez yaparak oradan saldırıya geçti. 520 (1125) tarihinde Merakeş'i az daha ele geçiriyordu.


İbn Tumert'in "11-Aşere" diye anılan on müridinden birisi Abdülmü'min b. Ali idi ve şeyhinin ölümünden sonra hareketin idaresini üstlendi. 1130 tarihinde Murabıt ordusunu yenmeyi başardı. Bunun üzerine, Endülüs'ten Mağrib'e dönmek zorunda kalan Taşfin b. Ali'nin peşinden Endülüslüler ayaklanma fırsatı yakaladılar. 1138 tarihinde Taşfin ile Muvahhidler arasında bir ay süren büyük bir savaş daha oldu ve Murabıtlar burada da yenildiler.


Ali b. Yusuf'un vefatından (537 /1143) sonra Taşfin, Muvahhidler'e karşı bazı başarılar kazandıysa da hareketi sona erdiremediği için sonunda kendisi de yenildi. Daha fazla dayanamayacağını anlayınca da, Endülüs'ün el-Meriye şehrine sığınmaya karar verdi ve son müdafaa savaşlarından birini verirken Vehran kalesinde uğradığı bir kaza sonucu öldü (28 Ramazan 539/23 Mart 1145). Abdülmü'min, buradan hareketle Tlemsen ve Fas'ı ele geçirdi (540/1146) ve Merakeş üzerine yürüdü. Çok güçlü tahkimata sahip olan kalede Ebu İshak İbrahim b. Taşfin liderliğindeki Murabıtlar, açlık ve ümitsizliğin galebesiyle daha fazla dayanamadılar ve şehir düştü. İbrahim ile birlikte şehirde çok insan öldürüldü. Böylece Murabıtlar Devleti sona ermiş oldu (Şevval 541/Mart 1147). 


Bu esnada, isyanlarla çalkalanan Endülüs'te Murabıt komutan İbn Ganiye'nin gayretleri fayda etmedi ve isyancılar Kurtuba'yı ele geçirdiler (539 /1145) . Endülüs isyancılarının başı konumunda bulunan İbn Kası, destek olmadan Endülüs'te Murabıt varlığına son veremeyeceğini anlayarak Muvahhidler'i Endülüs'e davet etti. O sırada, buna müsait olmayan Muvahhidler yardım gönderemeyince İbn Kası Portekiz kralı, İbn Ganiye de Kastilya kralı ile antlaştı. Bunun üzerine Endülüs'e ordu göndermeye karar veren Abdülmü'min, Berraz b. Muhammed el-Müsevviff komutasında birinci, peşinden Musa b. Said ve Ömer b. Salih komutasında ikinci ve üçüncü orduları Endülüs'e sevk etti (541/1146).247 Muvahhidler, kısa sürede İşbiliye dahil büyük bir bölgeyi ele geçirdiler (541/1147). Böylelikle Mağrib'te Murabıt varlığına son verdikten sonra, Endülüs hakimiyeti yolunda ciddi olarak atılıma geçtiler. Hıristiyan kuvvetlerin yetişmesine fırsat vermeden Safer 543 (Haziran 1148) tarihinde Kurtuba'ya hakim oldular. Buradan hareketle Gırnata'ya da sahip oldular ve İbn Ganiye burada öldü. Onun ölümüyle, Murabıtlar'ın Endülüs hakimiyetleri tamamen sona erdi.


Murabıtlar'ın çöküş sebepleri arasında gösterilebilecek on beş kadar madde vardır. Bunların en önemlisi, devlet müesseselerinin iyi çalışmayışı olsa gerektir. Murabıtlar, kabile yapısından kaynaklanan kapalı bir toplum hayatı sürdürürlerdi. Egemenlikleri altına aldıkları milletleri kendi hayatlarına ortak etmezler, fakat o ülkelerden askeri ve ekonomik bakımdan yararlanırlardı. Bu durum ise, devlet-millet kopukluğuna yol açmış ve arada olması gereken kaynaşmaya engel olmuştu. Aynca, devlet içinde kabilelerin hakimiyet mücadeleleri ve devlet teşkilatının yapılandırılmasında yaşanan olumsuzluklar sonucu Hıristiyan birliklerden yararlanamama gibi unsurlar da onların kaderinde etkili görülmektedir.


Murabıtlar'ı yıkılışa götüren diğer etkenleri kısaca maddeleştirelim:

Endülüs'te konuşlandırılmış bulunan Murabıt ordusunun büyük kısmının Mağrib'teki savaşlar için geri çekilmesi

Ali b. Yusuf'un vefatının ardından devlet yönetiminin zaafa uğraması

Murabıtlar'ı teşkil eden kabileler arasında cereyan eden ihtilaf ve çatışmalar

Bazı hukukçu ve kadıların yanlış ve zararlı tasarrufları

Fitneye sebep olan isyanların bastırılmasında aşırı gevşek davranılması

İbn Tumert'in, Sanhace ve Masmude kabileleri arasında mevcut ezeli düşmanlıkları istismar etmesi

Devletin son yıllarında vergilerin ağırlaştırılması ve bunların tahsil edilmesinde gösterilen sertlik

İmam Gazzali'nin İhya adlı eserinin yakılması olayını İbn Tumert'in kendi lehine değerlendirmesi

Bazı Murabıt görevlilerinin görev suistimalleri

Mağrib'te hayat memat mücadelesine düşen devletin Endülüs savunmasına gereken önemi verememesi

Siyasi duruma paralel olarak iktisadi ve zirai hayatın bozulması

Son olarak da Hıristiyan İberya devletlerinin gelişim göstermeleri ve aralarında birliği sağlamaları


Güçlü bir Müslüman devletini yok oluşa götüren bu etkenleri bir şablon haline getirerek günümüzdeki bazı İslam ülkelerinin üzerine koyarsanız, pekçok noktada örtüşme ya da kesişmenin gerçekleştiğini rahatlıkla görebilirsiniz sanıyorum.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN 

Peygamberliğin Anlamını, Özellikleri, Nitelikleri ve Vasıfları

 


Peygamberler gönderildikleri toplumları; şirk ve küfrün karanlıklarından İslam Dininin nurlu aydınlığına, sapıklıktan hidayete götürmüşlerdir... Peygamberlerin daveti; şirk ve putçuluğun pençelerinden milletleri kurtarmaktır. Çözülme, fesad, anarşi ve bozulmanın getirdiği çöküntüleri ve çirkefleri temizlemek ve düzeltmek olmuştur... Nitekim Kur'an-ı Kerim, bu durumu şöyle anlatmaktadır:


"İnsanlar tek bir ümmet idi. Binaenaleyh Allah, Peygamberleri; müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o Peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan bir kitap indirdi. Oysa kendilerine kitab verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o (kitap hakk)ında anlaşmazlığa düştüler. İşte Allah (böylece), İman edenleri kendi izniyle, hakkında ihtilafa düştükleri gerçeğe ulaştırdı. Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir.


Bu ayeti kerime; "İnsanların, önceden hidayet ve Hakk din üzere olduklarına, fakat insanların birbirleriyle ihtilaflara düştüklerine, birbirleriyle çekişip durduklarına ve yeryüzünde bozgunculuk çıkardıklarına; sağlam ve güçlü olan Allah'ın yolundan saptıklarına, bunun üzerine Yüce Allah'ın bu topluluklara Peygamberler, uyarıcılar ve müjdeciler gönderdiğine işaret etmektedir.


Abdullah ibn Abbas (r.anhüma)'nın da bu konuyla ilgili olarak şöyle söylediği rivayet edilmiştir: "Adem ile Nuh arasında on asır vardı. Bu ikisi arasında yaşayan Adem oğulları hak üzereydiler. Ne zamanki ihtilaflara düşünce, Allah, onlara; Nuh'u ve ondan sonra gelecek olan Peygamberleri göndermiştir ."

Şanı Yüce Allah -sözlerin en doğrusunu söylediği halde-insanlara, Peygamberler göndermesinin sebebini şöyle açıklamaktadır:


"(Bunları,) müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, Peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın."


Nitekim Yüce Allah, bütün Peygamberleri; gönderildikleri toplulukları, cehalet ve sapıklık karanlıklarından kurtarması için, göndermiştir. Yüce Allah, bu durumu ise şöyle anlatmaktadır: "Biz Mûsâ 'yi, 'kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara, Allah 'in günlerini anlat' diye mucizelerle (İsrail oğullarına Peygamber olarak) gönderdik. Şüphesiz ki bunda, çok sabreden ve çokça şükreden herkes için ibretler bulunmaktadır.


Peygamberliğin Rabbani Bir Hediye Oluşu


Peygamberlik, ilahi bir fazilet ve insanlığa verilmiş Rabbani bir hediyedir.  Yüce Allah, peygamberliği, kullarından dilediğine ve yarattıklarından istediğine verir...

Peygamberlik; gayret etmekle, çalışmakla, her türlü güçlüklere ve zorluklara katlanmakla ulaşılmaz... İtaatin ve ibadetin çokluğuyla da elde edilemez. Ancak Yüce Allah'ın özel ilahi seçmesiyle olur. Yüce Allah, bu konuyu şöyle anlatmaktadır:


"Deki: 'Fazilet, doğrusu Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. Allah, rahmetini dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir."


Buna göre Peygamberlik, "seçilene" ve "tercih edilene" göredir. Yüce Allah, peygamberliği, kullarından taşıyabilecek kimselere verir. Çünkü Peygamberlik, ağır bir yük ve büyük bir tekliftir. Ona ancak insanlardan Ulu'1-azm (azim sahibi büyük kimseler)in gücü yeter.

Nitekim Yüce Allah, bununla ilgili olarak nebilerin ve resullerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)'e hitaben şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu biz, sana, taşıması ağır bir söz indireceğiz"


Peygamberlik; veraset, galebe ve üstün gelme yoluyla da elde edilemez. Ancak "seçme" yoluyla elde edilir. Bu da, Şanı Yüce Allah'ın, yarattıklarının en faziletlisi ve kullarının en seçkin olanlarından risalet yükünü taşıyabilecek kimseleri seçmesiyle gerçekleşir. Çünkü Allah, bu yüce iş için, onları, insanlar arasından seçer. Nitekim Yüce Allah, bu konuyu Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatmaktadır:

"Allah, Meleklerden de ve insanlardan da "Peygamberler" seçer. Doğrusu Allah, işitendir ve görendir."

Yine Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır "Doğrusu Allah; Adem'i, Nuh'u, İbrâhîm ailesini ve İmrân ailesini, bütün alemlerin üzerine üstün kılmıştır. "

Yine Yüce Allah, bazı Peygamberlerin hayatını anlatma hususunda şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu Peygamberler, katımızdaki seçkinlerden ve hayırlılardandır."


Mekkeli Müşriklerin, Hz.Muhammed(s.a.s)'in Peygamberliğine İtirazları:


Mekkeli müşrikler, Peygamberliğin; güç, kuvvet ile zenginlik alametlerinden ve kendi yanlarında büyük bir yeri ve değeri bulunan hükümranlık ile meliklik görüntülerinden hiçbirisine sahip olmayan bir fakire ve yetime inmesini garipsediklerinden dolayı, Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed'in -Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun- peygamberliğine itiraz etmişlerdir. Zira böyle bir şey, onların hoşlarına gitmemişti. Çünkü onlar, peygamberliğin; böyle yetim ve fakir bir kimseye değil de, Kureyş'in ileri gelenleri ile büyüklerinden veya Kureyş'in eşrafı ile liderlerinden ya da şerefli ve büyük bir yere sahip zengin kimselerden birisine gelmesi gerektiğini söylüyorlardı. Fakat ardından onların bu isteklerini azarlayan ilahi cevap gelmiş ve Şanı Yüce Allah -bu ilahi cevapta- onların şüphelerini anlatmış ve onların bu isteklerine, keskin ve anlaşılır bir yöntemle şöyle cevap vermiştir:


"(Mekkeli müşrikler:  'Muhammed'e inen)  bu  Kur'an,  iki  şehirden  büyük bir adama indirilmeli değil miydi ?' Yoksa Rabb'inin rahmetini (peygamberliğini), onlar mı paylaştırıyorlar? Halbuki dünya hayatında onların geçimliklerini, aralarında, Biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık Rabb 'inin rahmeti, onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır.


Görüldüğü üzere ayeti kerime; Mekkeli müşriklerin "Peygamberlik, ancak Mekke'nin (veya Taifin) zenginlerinden veya büyük kimselerden birisine inmeli, Ebu Talib'in yetimi gibi fakir ve yetim birisine inmemeliydi" şeklindeki iddialarını, onların zayıflıklarını ve ahlaksızlıklarını dile getirerek Yüce Allah'ın onların bu isteklerine karşı, Peygamberliğin (rahmetin) ancak kendisinin yarattıklarından ve kulları arasından dilediğini seçmesiyle ve tercih etmesiyle olabileceğini anlatmaktadır.

Yine Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Allah, Peygamberlik işini nereye vereceğini çok iyi bilendir."

Peygamberlik; mal, mevki ve meliklikten konum itibariyle daha yücedir. Buna göre Allah'ın, Yüce hikmeti gereği, mal ve rızıktan her insana rızkını ve her yarattığına bundan hissesini belirlemiş olmaktadır. Üstelik mal, peygamberliğe nispetle daha küçük bir iştir. Dolayısıyla maldan daha yüce ve daha büyük bir konuma sahip olan Peygamberlik, insanların arzularına ve isteklerine nasıl bırakılabilir? Halbuki Yüce Allah, rızkı dağıtma işini bile yeryüzünde bulunan insanlara bırakmayıp aksine herkese düşen hisseyi, kendisi paylaştırmış, belirlemiş ve ayırmıştır. Buna göre rızkı dağıtma işini bile insanlara vermeyen Yüce Allah, Peygamberlik gibi Önemli bir meseleyi insanların arzularına ve isteklerine nasıl bırakılabilir? Şanı yüce Allah'ın şu ayetinde de belirtildiği üzere, Peygamberlik meselesi (nin kime verileceği konusu) gizli ve çok önemli bir konudur:

"Yoksa Rabb'inin rahmetini (peygamberliğini) onlar mı paylaştırıyorlar? Halbuki dünya hayatında onların geçimliklerini Biz paylaştırdık"

Buna göre insanlara verilen rızık, Peygamberliktir.  


Peygamberlik ile Meliklik Arasındaki Fark



Peygamberlik, şanı yüce Allah'ın; yarattıklarından ve kullarından dilediğine verdiği bir lütfü ve hediyesidir. Bundan dolayıdır ki, Peygamberlik, özü itibariyle meliklikten ve sultanlıktan farklıdır. Bu farklılıkların en önemli noktaları da şunlardır:


1). Peygamberlik, veraset yolu ile olmaz. Dolayısıyla peygamberin çocuğu, babasından mirasla Peygamber olamaz. Aksine Peygamberlik, özel ilahi bir üstünlük ve Rabbani bir seçilmeyle olur.

Yüce Allah bu hususu şöyle anlatmaktadır:

"Biz onları (İsrail oğullarını) alemler üzerinde seçkin kıldık Yine Yüce Allah, konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu Allah; Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini, bütün alemlerin üzerine üstün kılmıştır. "


2). Peygamberlik, sultanlığın ve melikliğin aksine hiçbir zaman kesinlikle kafir bir kimseye verilmez. Peygamberlik sadece mümin kimselere verilir. Fakat sultanlık ile meliklik ise, mümin kimselerin dışındaki herkese verilebilir. Yüce Allah, Sultanlığın ve melikliğin, mümin kimselerin dışındakilere de verildiğine dair, Firavundan naklen şöyle buyurmaktadır:

"Firavun, kavmi arasında seslendi ve: 'Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar, benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?' dedi "


Nitekim Yüce Allah, Hz. İbrahim (a.s) zamanında "İlahlık" iddiasında bulunan Nemrut'tan naklen de şöyle buyurmaktadır:


"Allah, kendisine mülk (hakimiyet ya da hükümranlık) verdiği için ibrahim'le Rabbi hakkında çekişeni görmedin mi? Hani Ibrâhîm: 'Benim Rabbim; hem diriltir ve hem de Öldürür' deyince, O: 'Bende diriltir ve öldürürüm' demişti. Ibrâhîm: 'Allah, güneşi doğudan getiriyor. Haydi sende onu batıdan getir' deyince ise, o kafir şaşırıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez. "


3). Peygamberlik, erkeklere özel bir durumdur. Kadınlar için ise kesinlikle böyle bir şey söz konusu olamaz. Çünkü bir teklif olmasından dolayıdır. Buna göre tabiatı gereği zayıf olan kadın, ağır ve zor olan Peygamberlik görevini yüklenemez. Çünkü Peygamberlik görevini yüklenen kimsenin, cihad etmeye ve sabretmeye ihtiyacı vardır. Bundan dolayıdır ki, bütün Peygamberler, iman etmiş topluluklarıyla birlikte zor ve güç mihnetler içerisinde kalmışlar ve Allah'ın davasını tebliğ etme yolunda şiddetli belalara, musibetlere ve sıkıntılara maruz kalmışlardır. Nitekim Yüce Allah, bu konuyu şöyle anlatmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Peygamberlerden Ulu'l-azm (azim sahibi) olanların sabrettiği gibi sende sabret!"


Peygamberliğin, erkeklere özgü bir görev olduğuna dair delil, Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir: "Biz, senden önce, kendilerine ancak vahyeder olduğumuz erkekleri (Peygamber olarak) gönderdik."


El Lukkani"Cevhere" konu ile ilgili olarak şöyle der:

"Hiçbir zaman kadın, 'Peygamber' olmadığı gibi; çirkin davranışları olan bir erkekte, 'Peygamber' olamaz."


4). Peygamberliğin alanı geniş, gayesi yüce ve hedefi, hedeflerin en üstünüdür. Zira davet, Peygamberliğin temelidir...


Peygamberler, Allah'a ve Ahiret gününe iman etmeye ve Ahireti, insanlardan birçoğunun arzu ettiği geçici dünya hayatına tercih etmeye davet etmektedirler. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Dünya hayatı bir aldanma metaından başka bir şey değildir."

Meliklik ise bu Peygamberlik davasıyla çelişmektedir. Çünkü meliklik; Peygamberlerin -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- dünyevi şeylere Önem vermemeye (Zühde) çağırdığı, dünyevi büyüklenmelerin görüntülerinden ortaya çıkmıştır... Eğer Peygamberler; melikler, krallar, emirler ve sultanlar olsa, sonrada insanları, dünyadaki şeylere önem vermemeye çağırsalardı, insanlara yaptıkları davetlerinin, insanlar üzerinde hiçbir tesiri olmazdı. Çünkü kendileri melikler gibi saraylarda konfor ve lüks içinde yaşarlarken, insanlardan, dünya hayatına önem vermemelerini isterlerdi. Bundan dolayıdır ki insanları bir şeylere çağıran davetçi bir kimse, yaşantısıyla insanlara örnek olmadıkça, insanlara dair yaptıkları konuşmalarında da bir etkileme ve tesir gücü olmaz...

Bunun anlamı; bir insanda, hem peygamberliğin ve hem de melikliğin bir arada bulunması imkansız demek değildir. Çünkü Hz. Süleyman (a.s) 'ın şahsında da meydana geldiği gibi, bir kimsede, Peygamberlik ve meliklik, bir arada bulunabilir. Fakat böyle bir şey, hem az ve hem de pek nadir olan bir şeydir, Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Süleyman (a.s) 'ın, hem Peygamber ve hem de melik oluşunu şöyle anlatmaktadır;

"(Süleyman:) Rabbim! Beni bağışla ve benden sonra hiçbir kimsenin sahip olamayacağı bir mülk (meliklik) bağışla! Doğrusu bolca bağışlayan Sensin Sen" dedi. Bunun üzerine Bizde, rüzgarı (onun) emrine verdik. Emri ile (rüzgarla) istediği yere kolayca giderdi Bina yapan ve dalgıçlık yapan şeytanlar ile demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları, (onun emrine verdik). Bu, bizim hesapsızca (dilediğimiz kimselere verdiğimiz bir) bağışımızdır (ona dedik ki: ) 'Artık ister ver, ister tut!"

 

Nebi Ve Resul Ne Demektir?


Nebi: Yüce Allah'ın, kendisine bir şeriat vermediği, fakat insanlara, Allah'ın, kendisine vahyettiğini tebliğ etmekle sorumlu tuttuğu kimseye denir.


Resul: Yüce Allah'ın, kendisine bir şeriat verdiği ve insanlara, Allah'ın, kendisine vahyettiğini tebliğ etmekle sorumlu tuttuğu kimseye denir.


Risalet: Peygamberlik mertebesinin en büyüğüne ve en yücesine denir. Çünkü (yaygın olan görüşe göre;) "her Resul Nebidir, fakat her Nebi Resul değildir."


Nebilerin sayısına gelince; onların sayıları, -bazı rivayetlerde belirtildiği üzere- 120.000'in üzerine çıkarılsa bile, sayıları, kesin olarak bilinmemektedir... Resullerin sayısına gelince; onların sayıları, azdır...


Kur'ân-ı Kerîm'de geçen Peygamberlerin sayısı, 25 olup kendilerine ayrı ayrı iman edilmesi gerekmektedir. Bunların hepsi, Peygamber olup sıralanışları ise şu şekildedir:


"Adem, Nûh, İbrahim, İsmâîl, İshâk, Ya'k'ûb, Davûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ, Hârûn, Zekeriyyâ, Yahya, İdris, Yûnus, Hûd, Şuayb, Salih, Lût, îlyâs, Elyesa', Zülkifl, İsâ, Hz. Muhammed (s.a.v) . Allah'ın salât ve selâmı, onlarının hepsinin üzerine olsun.


Onların Peygamberliklerini, kişiliklerini ve isimlerini tasdik etmeyi belirtir anlamda 'onlara ayrı ayrı iman edilmesi' gerekmektedir. Çünkü onlar, Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli yerlerinde anılmaktadırlar...

Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçmeyen ve hadiste toplam sayıları belirtilen Peygamberlere gelince; Yüce Kitap'ta anılanların dışında kalanlara, sanki onlar, orada varmışçasına tasdik etmemiz anlamında 'onlara, topluca iman edilmesi'nin vacip olduğu belirtilmektedir. Çünkü Yüce Allah, isimleri, Kur'an'da geçen veya geçmeyen Peygamberler hakkında şöyle buyurmaktadır:


"Öyle Peygamberler (gönderdik ki,) onların kıssalarını sana anlattık. Yine Öyle Peygamberler (yolladık ki,) onların kıssalarını sana haber vermedik. Allah, Musa'ya da konuştu.


Bu Peygamberlerden, Kur'ân -ı Kerîm'deki ayeti kerimelerin peş peşe getirilmesiyle 18 tanesi, bir arada anılmıştır. Geriye kalan 7 tanesi ise; Yüce Allah'ın, Kitabının çeşitli ayetlerinde zikredilmiştir. Az önce bahsi geçen ayeti kerimelere gelince; bunlar, Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:


"İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerdi. Biz, kimi dilersek, onu, derece derece yükseltiriz. Şüphe yok ki, Rabb'in; tam hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir...Biz,İbrahim'e; İshâk ile Ya'k'ûb'u ihsan ettik. Ve her birini hidayete erdirdik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Davûd'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yûsuf'u, Mûsâ'yi ve Harun'u hidayete kavuşturduk,Biz,iyi hareket edenleri, işte böyle mükafatlandırırız..


Zekeriyyâ'ya, Yahya'ya, İsâ'ya, İlyâs'a da (hidayet verdik). Onların hepsi, salihlerdendir. İsmail'i, Elyesa'yı, Yûnusu, Lût'u da (hidayete ilettik). Her birini, kendi zamanlarında yaşayan insanlara üstün kıldık. Onların babalarından, soylarından, kardeşlerinden kimini de (yine üstün imtiyazlara mazhar ettik). Onları, (insanlar arasından seçtik ve onları bir yola ilettik... "


Geriye kalan Peygamberler ise, ezberlenmesini kolaylaştırmak maksadıyla bir şiirin şu iki beyitin de şu şekilde bir araya getirilmiştir:


"Bizim bu konuda Peygamberlerden bir kısmına dair delilimiz, (Kur'an'ın bir yerinde toplu halde) 18'dir. Bu Peygamberlerden geriye kalanlar ise; İdrîs, Hûd, Şuayb, Salih, Zülkifl, Adem, Hz. Muhammed (s.a.v) ."


Resullerin, risalet (elçilik) görevlerini, tebliğ etmekle emr olunduklarına dair delile gelince, -onlar, bu noktadaki konumları itibariyle Nebilerden farklı olup- o da, Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir: "Allah'tan aldıkları asaletleri, (insanlara) tebliğ edenler; O'ndan korkarlar ve Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Allah, hesap gören olarak yeter.'


Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi Hz.Muhammed (s.a.v) 'e hitaben konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:


"Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yerine getirmezsen, risaletini (elçilik) görevini tebliğ etmiş olmazsın. Allah, seni, insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafir olan toplumları hidayete ulaştırmaz.



Peygamberlerin, İnsanların Seçkinleri Oluşu


Şanı Yüce Allah; mükemmelliğe örnek olabilecek, üstünlüğe ad olabilecek, Nur ile îşık meşalesini yüklenebilecek ve geçip gitmekte olan zamana ve asırlara damgasını vurabilecek ve insanlık medeniyeti içerisinde yer alanları yönetebilecek olanları insanlık alemi içerisinde bulunan yarattıkları arasından bir topluluğu Peygamber olarak seçmiştir. Yüce Allah, hikmeti gereği onları, insanlığa bir hidayet yani rehber ve düzelticiler yani ıslahatçılar olmaları itibariyle peygamberliğe seçmiş, zatıyla onları kötülüklerden korumuş, en güzel bir şekilde arıtarak yetiştirmiş, vasıfların en güzeliyle onları şereflendirmiş ve onları, din ile dünya önderleri yapmıştır. Nitekim Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:


"Onları (Peygamberleri), buyruğumuz altında insanlara doğru yolu gösteren önderler kıldık ve onlara; iyi şeyler yapmalarını, namaz kılmalarını, zekat vermelerini vahyettik. Onlar, Bize kulluk eden kimselerdir.


İşte bu nebiler ve resuller, Allah'ın kulları arasından seçilmiş seçkin kimselerdir. Allah, onları; Peygamberlikle şereflendirmiş, onlara hikmeti vermiş, doğru olanı bulabilmeleri için de onlara akıl gücü vermiştir. Ayrıca yüce Allah, onları; kendisi ile yarattıkları arasında arabulucular olmaları, Allah'ın emirlerini ve yasaklarını insanlara tebliğ; etmeleri, Allah'ın gazabından ve azabından insanları sakındırmaları ve dünya ile Ahirette bulunan mutluluğa erişebilmelerini sağlayabilmek suretiyle insanları irşat etmeleri için seçmiştir.

Dolayısıyla Peygamberler, yaratıkların en hayırlıları ve insanlığın en seçkinleridir... İşte onlar için olan bu ikram, Peygamberliktir. Ancak bu ikram, özel ilahi bir üstünlük ile Rabbani bir hikmet sebebiyle olup insanlardan hiçbirisinin nefsi arzularını terk edip ibadete dalarak ruhunu yüceltme veya itaat ile ibadette gayret etmekle Peygamberlik mertebesine nail olması mümkün değildir. Çünkü Peygamberlik çalışmakla elde edilemez ve daha önce de belirttiğimiz gibi, hayr ile itaat işlemek suretiyle gayret etmek ve ısrarlı olmakla da meydana gelmez. Peygamberlik ancak Allah'tan, kuluna verilmiş bir hediye ve Allah'ın seçmesi ve tercih etmesiyle olur. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Allah, risalet (elçilik) görevini nereye vereceğini çok iyi bilendir"


Peygamberler Arasında Üstünlük:


Peygamberler; üstünlük, yer ve makam yönünden aynı derece olmayıp aksine bazıları, bazılarından daha üstündür. Çünkü Yüce Allah onlara çeşitli dereceler vermiştir. Bu konu da Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurmaktadır:

"Biz, bu Peygamberlerden bazısını, bazısına üstün kıldık."

Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu Biz, Peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik " Ayeti kerimelerde üstünlüklerinden bahsedilenler, Kur'ân-ı Kerîm'in "Ulu'1-azm" diye isimlendirdiği Resullerdir. Ulu'l-azm olan bu Peygamberler, Peygamberlerin ileri gelenlerinden ve büyüklerindendir. Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli yerlerinde onları, güzel övgülerle zikretmiş ve Resulü Hz. Muhammed (s.a.v) 'e de; Müşriklerle olan mücadelesinde onların mücadelesi gibi mücadele etme ve sabır konusunda da onlara uyma konusunda şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Peygamberlerden Ulu'l-azm (azim sahibi) olanların sabrettiği gibi, sen de sabret. Onlar için acele, etme."'


Ayette kendilerinden bahsedilen Peygamberler, "Ulu'l-azm" Peygamberler" diye isimlendirilmişlerdir. Çünkü onların büyükleri, güçlü, kuvvetli olmaları yönünden olup maruz kaldıkları musibetler ise, şiddetli ve kavimleriyle olan mücadeleleri de zor ve acılarla doluydu. Bundan dolayı Ulu'l- azm Peygamberler, uzun zamanlar sıkıntılara, zorluklara ve yalanlamalara karşı sabretmiş ve bu Peygamberlerin hayatları boyunca peşi sıra sayısız nesiller ve milletler gelip geçmiştir. Çünkü bu Peygamberler, uzun bir ömür sürmüşlerdir. Fakat hayatlarının tamamı, mihnetlerle ve zorluklarla geçmiştir. Örneğin; Hz. Nûh (a.s) gibi... O da, kavmi içerisinde bin seneye yakın bir zaman kalmış, fakat onunla birlikte iman edenlerin sayısı çok az olmuştur. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:


"Doğrusu Biz, Nûh 'u kavmine gönderdik. (Bunun üzerine O) kavminin içerisinde elli yılı müstesna olmak üzere bin yıl kaldı. Sonunda onlar zulme devam edip dururken kendilerini tufan yakalayıverdi.


Yine Yüce Allah, Hz. Nûh ile birlikte iman eden kimseler hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

"Onunla birlikte iman eden kimseler çok azdı."


Bu Ulu'l-azm Peygamberlerinden bazısına da, üzüntüler ve zorluklar gelmiş; kavminden, kendisinin ateşte yakılmasına dair hüküm vermeleri gibi korkunç musibetler ve belalar ile karşılaşan da olmuştur. Örneğin; Hz. İbrâhîm Halilurrahman (a.s) gibi... Onun, Allah'ın davasını tebliğ etme yolunda karşılaşmış olduğu musibeti ise, ateşte yakılmak olmuştur. Fakat Şanı Yüce Allah, ateşe; Hz. İbrâhîm için serin ve zararsız olmasını emrederek ateşin alevinden onu kurtarmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Bizde: 'Ey Ateş! İbrahim 'e karşı serin ve zararsız ol.' dedik. Onlar O'na hile kurmak istemişlerdi, ama Biz onları en büyük hüsrana uğrattık."


Hz. Mûsâ, Hz.İsâ ve Hz. Muhammed -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- gibi geriye kalan Ulu'l-azm Peygamberlerinin hayatları da, öncekilerden az veya çok aynı şekilde hepside her türlü eziyete uğramışlar, yurtlarından ve evlerinden kovulmuşlar. İşkencelere ve zulümlere maruz kalmışlar, bununla beraber her türlü eziyetlere ve sıkıntılara katlanmışlar, belalara ve zorluklara karşı -Allah'ın zaferinin yakınlığına olan imanlarından dolayı- sabretmişlerdir. Şanı Yüce olan Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"(Peygamberler) Allah yolunda başlarına gelen (belalardan) dolayı ne gevşeklik; ne zayıflık ve ne de düşmana boyun eğdiler. Allah sabredenleri sever."


Ulu'l-azm Peygamberleri, Peygamberlerin ileri gelenlerinden ve büyüklerinden olmaları itibariyle, insanlığı kurtuluşa ve şirk ile sapıklığın pençesinden kurtarıp tevhid ve iman nuruna ulaştırma yolundaki "Tevhid sancağını" yüklenmelerine müstahak olmalarının sebebi işte budur.



Hz. Muhammed (sav) ın, Nebilerin Ve Resullerin Efendisi Oluşu


Resullerin en üstünü -aynı zamanda bu üstünlük, yaratıkların en seçkinliğini de beraberinde getirir-ve Nebilerin sonuncusu, Efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v) 'dir. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.v) Peygamber olarak gönderilişinde Peygamberlerin sonuncusu ve makam, yer ve rütbe konusunda da onların en şereflisi ve en üstünüdür. Yüce Allah, Peygamberlik kapısını Hz. Muhammed (s.a.v) ile kapattığı gibi Peygamberlerine indirdiği vahyi de Kur'ân-ı Kerîm ile kapatmıştır. Buna göre Hz.Muhammed (s.a.v) , Peygamberlerin sonuncusu ve ümmetlerin ortanca olanıdır. Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Muhammed, içinizden herhangi bir adamın babası değil. Fakat O, Allah'ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.


İşte bu ayeti kerime; Hz. Muhammed (s.a.v) 'in, Peygamberlerin efendisi ve Nebiler ile Resullerin en üstünü olduğunu göstermektedir. Zira yüce Allah, bir Peygamber gönderdiğinde eğer Muhammed 'in zamanına yetişirse O'na mutlaka iman edeceğine, O'nun mutlak yardımcılarından olacağına ve O'na tabi olanlardan olacağına dair o gönderdiği peygamberden mutlaka ahit ve misâk almıştır. İşte bu, Hz.. Muhammed (s.a.v) 'in yüce kadri kıymetine ve üstünlüğüne delalet eden delillerin ve hüccetlerin en büyüklerindendir. Bu konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmaktadır;


"Allah, Peygamberlerden, "And olsun ki size, kitap ve hikmet verdim. Sonrada size yanımızdaki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir Peygamber gelecektir. O'na mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" diye misâk (ahit) aldığı zaman, "İkrar ettinizmi ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi?" dedi. Onlar, "İkrar ettik" dediler. (Allah'ta): "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim" dedi.


Hz.Muhammed (s.a.v) ; ahirette ki ve dünyadaki önderliğine dair, Allah'ın yalnızca kendisine bahşettiği bu mevki ve makamının yüceliğine işaret ederek şöyle buyurmuştur:


"Kıyamet gününde Adem oğullarının efendisi benim, bunu övünmek için söylemiyorum. Hamd sancağı benim elimdedir ve o gün Adem ve diğerleri (de dahil olmak üzere) bütün Peygamberler benim sancağımın altında olacaktır. Bunu övünmek için söylemiyorum. (Kıyamet gününde) ilk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilen benim. Bunu övünmek için söylemiyorum. Cennetin kapı halkalarını ilk açacak olan benim. Bunu övünmek için söylemiyorum. Bunun sonucu olarak Allah, cennet kapısını bana açacak ve beraberimde müminlerin fakirleri olduğu halde beni cennete girdirecektir. Bunu övünmek için söylemiyorum. Allah katında, öncekilerin (geçmiştekilerin) ve sonrakilerin (gelecektekilerin) en değerli olanı benim. Bunu da övünmek için söylemiyorum." Allame Kadı İyaz, "eş-Şifa" adlı kitabında; Resulullah (s.a.v) 'in diğer Peygamberlerin en değerlisi ve en üstünü olduğunu açıklarken Kur'ân-ı Kerîm'den güzel bir konuya temas etmiştir. İşte bu güzel konu şu şekildedir:


"Yüce Allah Peygamberlere hitap etmiş ve onları kendi isimleriyle nida etmiştir. Bundan dolayı Şanı Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s) 'in durumuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:


"Biz, ona: 'Ey İbrâhîm! diye seslendik. Sen (İsmail'i kurban ettiğine dair gördüğün) rüyayı gerçekleştirdin. Doğrusu Biz, ihsan edenleri böyle mükafatlandırırız."


Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

"Ey Nûh! 'Sana ve beraberinde bulunan ümmetlere, bizden bir selâmla ve bereketle in' denildi..."


Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) 'ı çağırışı hakkında şöyle haber vermektedir:

"Buyurdu ki: Ey Mûsâ! Ben, seni, risâletlerimle, kelamımla bütün insanlardan mümtaz kıldım;' Şimdi şu sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol. "


Yüce Allah, Hz. İsâ b. Meryem (a.s) 'a hitap ederek şöyle haber vermektedir:

"Allah: 'Ey Meryem oğlu İsâ! İnsanlara Allah'dan başka beni ve annemi iki ilah edininiz diyen sen misin?' dediği zaman, O, (şöyle) söyledi: 'Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemem bana yakışmaz."


Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v) 'in dışında geriye kalan bütün Peygamberleri (s.a.v) isimlendirilmiş oldukları kendi özel isimleriyle nida etmiş. Fakat Peygamberlerin sonuncusu olan Hz.Muhammed (s.a.v)'in kadr-ü kıymetinin büyüklüğünü ve üstünlüğünün yüceliğini ortaya çıkarmak için ise, ona; Peygamberlik veya risalet vasfiyla hitap etmiştir. Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber! Biz, seni, (insanlara) hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik."


Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber! Sana da, mü'minlerden senin izince gidenlere de Allah yeter. Ey Peygamber! Müzminleri savaşa teşvik et..."


Yine hikmeti yüce olan Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber! Rabb 'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yerine getirmezsen, risalet (elçilik) görevini tebliğ etmiş olmazsın. Allah, seni, insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafir olan toplumları hidayete ulaştırmaz. "


Yine şanı yüce olan Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber! Kalpleriyle sana inanmadıkları halde ağızlarıyla 'inandık' diyen (münafık) lar ile Yahudilerden, küfürde koşuşup yarışanlar seni üzmesin."


Şanı Yüce Allah'ın kendi kitabında, diğer Peygamberlere yaptığı hitap hususunda gelen ayetlerin bir benzerini (yani onlara kendi özel isimleriyle hitap etme hususunda) açık bir isimle; Hz. Peygamber (s.a.v) 'e de aynı şekilde yaptığı bir hitabı (Kur'an'da) bulamıyoruz. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber (s.a.v) 'e işaret eden her ayeti kerime; ona, sadece Peygamberlik vasfıyla hitap etmekte olup Hz Peygamber (s.a.v) 'in isminin geçtiği ayeti kerimelerdeki herhangi bir ayet: "Ey Muhammedi" şeklinde gelmemektedir. İşte bu durum, Hz. Peygamber (s.a.v) 'in kadr-ü kıymetinin büyüklüğüne ve Peygamberlerin en üstünü olduğuna işaret eden delillerin en güzel ve en hoş olanlarından birisidir."


Bundan dolayı Rabb'imin selâmı; kendi zamanında hiçbir kimsenin, ona, sahabesi dışında değer vermediği, fakat Şanı Yüce Allah'ın büyük kıymet ve değer verdiği, öncekiler ile sonrakilerin efendisi kıldığı ve alemlere rahmet olarak gönderdiği, yaratıkların en seçkini olan Hz.Muhammed (s.a.v) 'in üzerine olsun...

Hz. Peygamber (s.a.v) ile ilgili şu sözü söyleyen, ne güzel söylemiştir:

"Muhammed; Allah'ın en seçkini, en merhametlisi ve Arap olan ile olmayanın en hayırhsıdır."

Şair Tayyibe ise Hz. Peygamber ile ilgili olarak şöyle der:

"Rabb'in, kainatta rahmetini tecelli ettirmek istedi. Bundan dolayı da Hz. Muhammed (s.a.v) 'i, peygamberliğe seçti. Böylece onu, övülmüş vasıflarla süsledi. Bunun üzerine, bütün yaratılmışların üzerine efendi olmuştur." 



Peygamberler Arasında Üstünlük Caiz Midir?


Birisi, Kur'ân-ı Kerîm'de; "O'nun Peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız (hepsine inanırız). " (Bakara: 2/285) buyrulduğu halde, Nebiler ile Resuller arasında nasıl üstünlük olur?" diye soru sorabilir.


Buna şöyle cevap verilir: Ayeti kerimedeki Peygamberlerin arasını ayırmaktan kasıt; insanoğlunun, Peygamberlerden bir kısmına iman etmesi ve diğer kısmını da inkar etmesi demektir. Nitekim Yahudiler ve Hıristiyanlar, Peygamberlerden bir kısmının risâletine iman etmişler ve diğer kısmının risaletini ise inkar etmişlerdir. Buna göre onlar, Peygamberlerin arasını böylece ayırmış olmaktadırlar.


Şanı Yüce Allah, bu manayı, Kur'ân-ı Kerîm'deki birçok ayetleriyle desteklemiştir. Bunlardan birisi de şudur:


"Allah'ı ve Peygamberlerini inkar edenler ve 'Allah ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen, (Bunlardan) bir kısmına inanırız, diğer kısmını da inkar ederiz' diyen ve böylece (küfür ile iman) arasında bir yol tutmayı isteyen kimseler (yok mu?), işte onlar, gerçek kafirlerin ta kendileridir. Biz, o kafirlere, hor ve hakir edici bir azab hazırladık.


Peygamberlerin arasını ayırmaktan (bir kısmını diğerlerine üstün tutmaktan) kasıt; Yüce Allah'ın açık Kur'an nassıyla, Peygamberlerin bir kısmını diğer bir kısmına üstün tutmasıyla ilgili değildir. Çünkü Şanı Yüce Allah, bu konuda şöyîe buyurmaktadır:


"Biz, bu Peygamberlerin bir kısmını, diğer bir kısmından üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmıyla konuşmuş, bir kısmını da çok üstün derecelere yükseltmiştir. Meryem oğlu İsâ 'ya, apaçık deliller verdik ve Onu Ruhu'l- Kudüs (Cebrail)'le destekledik..." Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır;


"And olsun ki, Biz, Peygamberlerden bir kısmını diğer bir kısmına üstün kıldık. Davud'a da, Zebur'u verdik."


Buna göre Peygamberlerin bir kısmını diğer bir kımına üstün kılma, ayeti kerimeden anlaşılmaktadır...


Nitekim îmam Müslim'in, "Sahîh" adlı hadis kitabında geçtiği üzere bu ifadeyi, Resulullah (s.a.v) 'in şu sözü de desteklemektedir:


"Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, eğer bu ümmetten olan bir Yahudi veya Hıristiyan, beni işitirde sonra benimle gönderilen (Kur'an)'a iman etmeden Ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur."



Peygamberlerin Gönderiliş Sebebi:


Hidayete ışık tutacak, üstünlüğü haber verecek, insanlık arasında parlayan yıldızları ve alem için hayır yollarını aydınlatacak kimseler olması için; İnsanları ebedi mutluluğa götürmedeki dosdoğru yolu gösterecek, İnsanları şirkin ve putculuğun pencerelerinden kurtarıp izzet ve kemal derecelerine yükseltecek nebiler, resuller, müjdeciler ve uyarıcıları İnsanlara göndermesi Şanı Yüce Allah'ın kullarına olan nimetinden... kullarına olan lütfunun güzelliklerinden... ve kullarına olan ihsanındandır...

Allah'ın yarattıkları hususundaki sünneti; bir topluluğu hayra ve iyiliğe çağıracak, onları şer'den ve kötülükten nehyedecek bir Peygamber göndermeden önce o topluluğa azab etmeme şeklindedir. İşte Allah'ın sünnetinin bu şekilde olmasının sebebi; insanoğlundan hiçbiri için bir mazeret kabul edilmemesi için "Biz, Peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme) azab edici değiliz. (İsra: 17/15) ve kıyamet gününde de insanların "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi." (Maide: 5/19) dememeleri için veya insanların iman etmemelerinden ötürü, Allah'ın bu sününetini bir vesile edinmemeleri için yahut ta azabı hakketmediklerini ileri sürerek yüce Allah'a bir delil getirmelerini engellemek içindir. .

"Eğer Biz, daha önce (Kur'ân -ı Kerîm veya Resülullah 'dan önce) onları helak etseydik, muhakkak ki onlar; "Ya Rabbi! Bize bir Peygamber gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce ayetlerine uysaydık diyeceklerdi"


Peygamberlerin İnsanoğluna Gönderiliş Nedeni?


Peygamberlerin (Allah'ın salât ve selâmının en üstünü onların üzerine olsun) gönderilmesinden maksat; Yüce Allah'ın emirlerini ve yasaklarını insanlara tebliğ etmeleri ile yine insanları, Şanı Yüce Allah'ın istediği dosdoğru yola götürmeleri ve istemediği yola götürmeme konusu nda Yüce Allah ile onun kulları arasında Elçiler olmaları; gidişatlarında, ahlaklarında ve tasarruflarında insanlara örnek olmaları içindir...

Elçinin insanları ile bir araya gelmesi ve yine onların elçiden, Allah'ın emirlerini ve yasaklarını almasının mümkün olması gerekmektedir... İşte Şanı Yüce Allah'ın, kendisinin emirlerini ve nehiylerini tebliğ edecek ve insanları, ahiret ile dünya mutluluğuna çağıracak Peygamberleri insanoğlundan göndermesinin işte sebebi budur.


Eğer Peygamberler meleklerden olsaydı, insanların onlardan Allah'ın emirlerini ve nehiylerini almaları veya onlarla bir araya gelmeleri güçleşirdi. Onların, Peygamberlere tabi olmama konusu, insanlar için bir delil olurdu. Bu da, onların şöyle demelerine sebep olurdu: "Onlar; Allah'ın bize gönderdiği, kimselerdir ve biz onlara tabi olmakla emrolunduk. Fakat onlar, bizim cinsimizden değildirler." Üstelik bir insan bile değiller. Onlar ancak meleklerdir. Bizim yaratılışımız, onlarınkinden farklıdır. Bundan dolayı iki cins arasında uyuşma sağlanması mümkün değildir. Buna göre onlar, ahlak bakımından bizden daha üstün, amel bakımından bizden daha temiz ve makam bakımından bizden daha değerlidirler..." Çünkü melekler, tertemiz varlıklardır. Nitekim Şanı Yüce Allah, onlardan şöyle bahsetmektedir:


"Allah 'in, kendilerine olan buyruğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır."


Melekler, Allah'a ibadet etme konusunda devamlı olup hiçbir şekilde ibadet etmekten geri kalmazlar. Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Melekler, bıkıp usanmaksızın gece gündüz (Allah'ı) teşbih ederler."

Ayrıca melekler, insanların yediği gibi yemezler, içtiği gibi içmezler ve onların içerisinde günah işlemeye istek ve arzuları yoktur. Çünkü onlar, çok değerli varlıklardır. Eğer insanlara gönderilen Elçi, melek olsaydı, insanlar ondan Allah'ın emirlerini ve nehiylerini almada ve onunla bir araya gelmede zorluk çekerlerdi.


Çünkü Elçi, insanlara, bu durumda insan şeklinde değil de, bir melek şeklinde gelmiş olacaktır. Buna göre meleğin asli şeklini gören insanlar, korkuya kapılacak, yıldırım çarpmışa dönecekler ve ondan korkmuş olarak arkalarına doğru geri dönüp kaçacaklardı. Çünkü bu duruma düşen insanlar, meleğin bu asli şeklini daha önceden bilmiyorlardı. Üstelik bu yüce varlığın bir benzerini de daha önceden görmemişlerdi.


Rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.v) bir gün (Hıra mağarasına doğru) yürürken birdenbire gökyüzünden bir ses işitmiş, başını kaldırmış ki; Hıra mağarasında kendisine gelen meleği (Cebrail'i), asli şekliyle gökyüzü ile yeryüzünü doldurmuş ve bir kürsü üzerinde oturur bir halde görmüş. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) korkmuş ve titremeye başlamış, peşi sıra evine dönüp: 'Beni örtün, Beni örtün...' demiş."


Başka bir rivayette ise; Resulullah (s.a.v) başka bir sefer, Hz. Cebrail (a.s) 'ı; iki kanadı, doğu ile batı arasına doğru yayılmış ve ufku kaplamış bir şekilde görmüştü.


Eğer melek, onlara, insan şeklinde gelse, onlar bu defada meleğin bu durumu hususunda şüpheye düşecekler ve bu durum ise, onları, içerisinden çıkamayacakları bir duruma getirecek ve "Bize vahyi getiren o varlık, melek midir? Yoksa insan mıdır?" diye kuşkuya kapılacaklardır.


Müşrikler, gönderilen elçinin insandan değil de meleklerden olmasını istediklerinde, Kur'ân-ı Kerîm, onların bu isteklerini ret etme mahiyetinde şöyle buyurmaktadır:


"Müşrikler, (Muhammed'e, bizimde görebileceğimiz) 'Bir melek gönderilmeliydi' dediler Eğer Biz, (onların istedikleri şekilde) bir melek gönderseydik, elbette (onların helak olma) işi bitirilmiş olur, sonra da (tevbe etmeleri için) kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer Elçiyi bir melek kılsaydık herhalde onu bir insan suretinde gönderirdik ve onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük. (Bu sefer, 'Bu İnsan mı! Melek mi?' diye münakaşaya düşerlerdi)."


Bu ayeti kerimenin anlamı şu şekildedir: Eğer Biz, Elçiyi, inkarcıların önerdikleri gibi, melek kılsak bile, onların bir araya gelebilmeleri ve ondan Allah'ın emirlerini ve nehiylerini alabilmelerini mümkün kılabilmek için Biz o meleği, insan oğlundan bir adam şeklinde kılardık. O zamanda bu iş yani meleğin bir adam şeklinde gelmesi durumu onları şüpheli bir duruma sokar. Bunun üzerine onlar, "O melek midir? Yoksa insan mıdır?' diye melek konusunda şüphe etmeye başlarlar ve Elçinin meleklerden olmasına dair istedikleri ilk andaki gidişatlarına ve görüşlerine dönerler.

Allame Kurtubî, "el-Camiu-li Ahkami'l-Kur'an" adlı tefsirinde, Yüce Allah'ın "Eğer Biz, Elçiyi, bir melek takaydık, herhalde onu bir insan suretinde gönderirdik." (Enam: 6/9) ayetini açıklama mahiyetinde şöyle der:


"insanlar, meleği asli suretinde görmeye güç yetiremezler, ancak çeşitli şekillere büründükten sonra onu görebilirler. Çünkü her cins, kendi cinsinden olan varlığı sever ve kendi cinsinin dışındaki varlıktan nefret duyar. Buna göre eğer Yüce Allah, elçiyi, insanlara bir melek olarak gönderseydi, insanlar onunla karşılaşmaktan nefret duyarlar ve onunla birlikte olmaktan kaçınırlar ve meleğin, kendilerine Allah'ın emir ve yasaklarına dair söylediği sözlerden dolayı korkuya kapılıp birbirlerine girerlerdi veya onun sözlerinden vazgeçip ondan sakınırlar ve ona soru sormaktan da kendilerini alıkorlardı. Buna göre Yüce Allah'ın, Elçiyi, melek olarak göndermesi insanlara bir fayda ve menfaat sağlamayacaktı. Eğer Yüce Allah, onlara gönderdiği meleği, melek suretinden sıyırıp çıkarıp onların suretine benzer bir suretle gönderse, bu defada onlar, onunla arkadaşlık kurarlar ve onun haline alışıp: "Sen! Melek değilsin, sen ancak bir insansın. Bundan dolayı biz sana iman etmeyiz" derler ve Hz. Muhammed (s.a.v) 'e dair: "O, bir insandır. Onunla melekler arasında bir fark yoktur" dedikleri zamanki hallerine ve görüşlerine dönerler. Buna göre onlar, bu fikirleriyle insanların kafasını karıştırırlar ve insanları şüpheye düşürürler. İşte Şanı Yüce Allah daha iyi bilir ya, eğer onlara insan şeklinde bir melek indirseydi (onların da yaptıkları gibi) yine de ondan şüphe etmeye dair bir yol bulurlardı."


Şanı Yüce Allah ayeti kerimede, Elçinin, meleklerden değil de insanlardan olmasının başka bir hikmetini de anlatmıştır ki, o da şudur: "Gönderilen Elçinin kendilerine gönderilenin cinsinden olması gereğidir. "Buna göre yeryüzünde ikamet etmekte olanlar (insanlar değil de) melekler olsaydı, Yüce Allah, onlara, melek olan bir Elçiyi" gönderirdi. Nitekim Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Zaten onlara (Allah 'tan bir) hidayet (elçi) geldiğinde, insanların çoğunu ona inanmaktan alıkoyan sadece: 'Allah, Elçi olarak bir insanı mı göndermiştir?' demeleri olmuştur. (Ey Muhammed! onlara) Eğer yeryüzünde yerleşip dolaşmakta olan melekler olsaydı, Bizde onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik de."


Müşriklerin, Hz.Muhammed (s.a.s)'in Peygamber Olarak Gönderilişine İtirazları:


Müşrikler, Hz.Muhammed (s.a.s)'in Peygamber olarak gönderilişine itiraz ederek, "Peygamberlik iddiasında bulunan o zat, nasıl insanoğlundan olur? O da bizim gibi yiyen, içen, gece olduğunda uyuyan, çarşılarda ve sokaklarda gezip dolaşan bir insandır!!" dediler. Onlar, Resulullah (s.a.v) 'i yalanlamak ve onun risâletine itiraz etmek için bu çareye başvurdular. Zira onlar, Resulullah (s,a.v) 'in, Peygamberliğe uygun olduğuna dair onunla birlikte bir delil, bir destekçi ve bir melek; bol mal, büyük hazineler, zengin bahçeler ve krallar ile büyük kimselerin adeti olan bütün dünya güzelliklerinin ve nimetlerinin olmasını istediler.

Bu isteklerinden sonra Resulullah (s.a.v) 'i fakir ve yetim olarak gördüklerinde, böyle bir şeyi yani peygamberi bu şekilde göndermesini Allah'a yakıştıramadılar. Bundan dolayı da Resulullah (s.a.v) 'in asaletini kabul etmediler ve bununla da kalmayıp: "Muhammed, bir sihirbazdır. Dilinin tatlılığı ve konuşmasının güzelliğiyle insanları büyülemektedir. Onun getirdiği de ancak öncekilerin hikayelerinden ibarettir" diyorlardı. Yüce Allah, Furkan Sûresinde bu konuyu şöyle anlatmaktadır:

"Onlar (bir de): 'Bu ne biçim Peygamber ki, (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda geziyor dolaşıyor! Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyip (zorluk çekmeksizin geçimini sağlayacağı) bir bahçesi olmalı değil miydi?' dediler. O zalimler (müminlere), 'siz olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!' dediler. (Resulüm)! Senin hakkında bak, ne biçim misâller getirdiler. Onlar böyle sapmışlardır ve artık (hidayete) hiçbir yol bulamazlar. Allah'ın Şanı yücedir ki O, dilerse sana bunlardan daha iyisi olan; alt. tarafından ırmaklar akan bahçeleri verir ve sana sarayları da ihsan eder. Onlar üstelik o (kıyamet) saatini de yalan saydılar. Biz ise, o vakti yalan sayanlar için alevli bir ateş hazırladık.

Böylece her asır ve zamanda az da olsa değişmeyen ve aynı zamanda bir düşünce sistemi olarak, şirk ve sapıklık düşüncesini bulmaktayız. Kendini üstün gören ve inatçı müşriklerin, Allah'ın, kendilerine gönderdiği Peygamberin asli şeklinin (insandan mı? yoksa melekten mi? olması gerektiği) konusunda birbirlerine: "O (Muhammed) de bizim gibi bir insandır. Zira O da, bizim yediğimiz gibi yiyor, bizim içtiğimiz gibi içiyor ve bizim geceleyin uyuduğumuz gibi uyuyor! Buna göre Allah, peygamberi, niçin meleklerden göndermiyor ? veya büyük ve ileri gelen kimselerden yahut ta zengin, hükümran ve servet sahibi kimselerden göndermiyor?" şeklindeki şüphelerinden dolayı, onlara, insan şeklinde peygamberini göndermiştir. Yüce Allah Hz. Nuh (a.s) 'm kıssasındaki küfrün ve inadın durumunu şöyle anlatmaktadır:


"Andolsun ki, Nuh'u kavmine gönderdik. (O da): 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilahınız yoktur. Hala sakınmaz mısınız?' dedi. Bunun üzerine, kavminin içinden kafir olan liderler topluluğu, "Bu (Nûh)! tıpkı sizin gibi bir insan olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah (Peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki bir melek gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle (Allah'a kulluk etme gibi) bir şey duymadık Bu (Nûh)! yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyleyse, bir süreye kadar ona katlanıp (durumu) gözetleyin bakalım' dediler. "


Yine Yüce Allah, Hz. Hûd (a.s) 'ın kıssasındaki Ad kavminin durumunu şöyle anlatmaktadır:

"0 (Hûd) 'un kavminden, kafir olup ahirete ulaşmayı inkar eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler, "Bu (Hûd)! Sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer. Gerçekten, tıpkı kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz. Size, öldüğünüz toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak surette sizin (tekrar) meydana çıkarılacağınızı mı va 'd ediyor?


Bu size vad edilen (öldükten sonra yeniden dirilmek, gerçek olmaktan) çok uzak!' dediler." Yine Yüce Allah, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn (Allah'ın salât ve selâmı ikisinin üzerine olsun) Peygamberlerin doğruluğu hususunda, ileri gelenleriyle birlikte zalim Firavun'un temsil ettiği "azgınlığı""şöyle anlatmaktadır:


"Mucizelerimiz ve apaçık bir delille (veya fermanla) Mûsâ ve kardeşi Hârûn Firavuna ve ileri gelenlerine gönderdik. Bunun üzerine onlar, kibire kapıldılar ve ululuk taslayan zorba bir kavim, oldular. Bu yüzden onlar: 'Kavimleri bize kölelik ederken, bizim benzerimiz (gibi insan) olan bu iki adama inanacak mıyız?' dediler. Böylece onları yalanladılar, bu yüzden de helak edilenlerden oldular."


Yüce Allah, daha sonrada Peygamberlerin efendisi olan Hz.Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.v) daveti karşısında Kureyşli kafirlerin durumunu şöyle anlatmaktadır:


"Onlar, seni gördükleri zaman, 'Bu mu Allah 'in Peygamber olarak gönderdiği!' diye hep seni alaya alıyorlar. Üstelik onlar, İlahlarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten O bizi neredeyse ilahlarımızdan saptıracaktı' diyorlar. Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!"


Gerçekten de bu durum, az da olsa değişmeyen bir durum ve Allah'ın, kafirlere azgınlık, inat ve kendini üstün görme konusunda mühlet verdiği bir durumdur... Çünkü müşrikler, insanlara gönderilen peygamberin, insanoğlundan olup da meleklerden olmayışı konusundaki Allah'ın ezeli hikmetinde, azgınlaşarak doğruyu göremediler. Yüce Allah bu konuyu şöyle anlatmaktadır:


"Senden Önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden (veya insanlardan) başkasını (Peygamber olarak) göndermedik. Eğer: bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun."


Peygamberlerin Önemli Oluşu


İnsan aklı, iyilik ile kötülüğü birbirinden ayırt etmeye tek başına yeterli değildir, çünkü birtakım yerlerde insanın ancak vahy ve şeriat yoluyla bilmesi mümkün olan bazı büyük gaybi işler söz konusudur. Örneğin; Yüce Allah'a iman, yüce sıfatlarına iman, meleklere iman, öldükten sonra dirilmeye iman, kıyamet gününde olacak olan dirilmeye vb. gaybi işler gibi.


Şanı Yüce Allah, kafirlerin mazeretlerini boşa çıkarmak ve kıyamet gününde Allah katında onların bahanelerinin kalmaması için insanlara uyarıcılar göndermiştir. Peygamberler göndermesinin hikmeti işte budur. Nitekim Cenab-ı Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"Peygamber (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmaması için (Biz), Peygamberleri; müjdeciler ve uyarıcılar olarak (gönderdik). Allah, aziz ve hakimdir." Peygamberler, insanlar için bir örnektir; sözlerinde, davranışlarında ve övülmüş özelliklerinde insanlara örnek olurlar. Cenab-ı Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"O (Peygamberler), Allah 'in hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi) sen de, onların hidayet yoluna uy..."


İnsanların, kendilerini hayra çağıran davetçinin ve hidayet nuru ile irfana götüren yol göstericinin gösterdiği dosdoğru yolu tutması gerekmektedir. İşte bundan dolayı Allah, hidayete ışık tutmaları ve üstünlüğü haber vermeleri; İslam'ın nur 'unu ve ışığını, dünyanın her tarafında kurulmuş devletlerin içlerine kadar yaymaları için Peygamberler göndermiştir...

Peygamberler, görevleri, yüce ve önemli olan kimselerdir. 


Peygamberlerin Görevleri


Peygamberlerin görevleri şunlardır:


1). İnsanları, Kahhar ve tek Allah'a ibadet etmeye davet etmek: Bu, hakikatte temel bir görevdir. Zira gönderilen Peygamberlerin bu görevleri, büyük bir öneme sahiptir. Bu görev, insanlara; Şanı Yüce Allah'ın birliğine iman etme ve ibadeti, Allah'ın dışında kalan ilahlara değil de sadece O'na mahsus kılmayı bildirmektir. Nitekim Şanı Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Senden önce gönderdiğimiz her peygambere mutlaka 'Benden başka hiçbir ilah yoktur, yalnızca Bana ibadet edin diye vahy etmişizdir."


Yine Şanı Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki, Biz, her ümmete, 'Allah'a kulluk edin, Tağutlardan kaçının' diye tebliğde bulunması için bir Peygamber gönderdik. Sonra Allah (bu ümmetlerin) içlerinden, kimini hidayete erdirmiş ve kiminin üzerine de sapıklık hak olmuştur."


2). Şanı Yüce Allah'ın emirlerini ve yasaklarını, insanlara tebliğ etmek: İlahi emirleri insanlara tebliğ edecek bir tebliğci gerekmektedir. Bu tebliğcinin de, emirleri ve yasakları Allah"tan alabilmesi için insanoğlundan olması gerekmektedir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce Allah (daha öncede anlattığımız üzere) ezeli hikmeti gereği bunun, böyle olmasının daha iyi olacağını bildiğinden dolayı Peygamberleri, insanoğlundan seçmiştir.

Peygamberler, Allah'ın, kendilerine verdiği bu görevi en güzel bir şekilde yerine getirdiler. Buna göre Peygamberlerden hiçbirisi Allah'ın, kendilerine verdiği bu görevi yani insanları Allah'a davet etme görevini yerine getirmekten geri kalmadılar. Kur'ân-ı Kerim bu Peygamberler hakkında şöyle demektedir:


"O Peygamberler ki Allah'ın, kendilerine göndermiş olduklarını tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter."


Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v) 'e hitaben, risalet görevini tebliğ etmesini şöyle açıklamaktadır:

"Ey Peygamber! Rabb 'inden sana indirileni tebliğ et, Eğer (bu görevini) yerine getirmezsen, risaletini (elçiliğini) tebliğ etmiş olmazsın. (Bu görevini yerine getirmek istediğinde) Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah, kafir olan toplumları hidayete ulaştırmaz."


3). İnsanları hidayete erdirmeye çalışmak ve onları, dosdoğru yol olan İslam'a götürmek: Bu görev bütün Peygamberler için çok önemli bir görevdir. Nitekim Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) 'nın durumu hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Biz, Mûsâ 'yı, 'kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara, Allah'ın günlerini hatırlat diye onu mucizelerle gönderdik. Şüphesiz ki bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler bulunmaktadır."


Nitekim Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz.Muhammed (s.a.v) 'in durumu hakkında ise şöyle buyurmaktadır:


"Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Yine


Allah 'in izniyle bir davetçi ve nur saçan bir lamba olarak gönderdik."

4). Peygamberlerin, insanlığa güzel bir örnek ve iyi bir model olması: Buna göre Peygamberler, (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) bütün insanlığa güzel bir Örnek ve iyi bir modeldirler. Bundan dolayıdır ki Şanı Yüce Allah, bize, Peygamberlere uymayı ve onların bulundukları yol üzere yürümemizi emretmiştir. Aynı zamanda Allah, onları, mükemmel olma hususunda bir örnek ve üstünlüğe de bir ad kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönünden insanların en uygun olanı, gidişat yönünden insanların en temiz olanı ve derece ve mevki yönünden de insanların en değerli olanıdır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"Andolsun ki, Resulullah'da, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için en mükemmel bir örneklik vardır. "


Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: "O (Peygamberler), Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayet yoluna uy."


5). İnsanlara; öldükten sonra dirileceklerini, sonlarının ne olacağını hatırlatmak ve ölümden sonraki halleri bildirmek: Bu konuya bir çok ayetler işaret etmektedir. Bunlardan birisi de Yüce Allah'ın şu sözüdür:


"Ey cinler ve insanlar topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu gününüzün gelip çatacağını bildirerek sizi uyaran Peygamberler gelmedi mi? (der onlarda) 'Ey Rabbimiz! Kendimiz aleyhine olarak (buna) şahidlik ederiz' diyecekler. Dünya hayatı onları aldatmıştı. Böylece gerçek kafir kimseler olduklarına, kendileri de, kendi aleyhlerinde şahid oldular. Bunun sebebi şudur: 'Rabb'in, halkı habersiz bulunurken (yaptıkları) zulüm sebebiyle, memleketleri helak edici değildir."

6). İnsanları; geçici dünya hayatından, ebedi olan ahiret hayatına önem vermeye yöneltmek: Buna göre Yüce Allah Peygamberleri, insanların bakışlarını geçici dünya hayatından ebedi ve kalıcı olan ahiret hayatına yöneltmek için göndermiştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı."

Yine Şanı Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olma isteğinden ibarettir."


7). İnsanlara, Allah katında ileri sürebilecekleri bir bahane bırakmamak: Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:


"Peygamberler  (geldikten)  sonra,  insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri


(hüccetleri ve delilleri) olmaması için (Biz), Peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdik."


Yani Allah, yarattıklarından birisi; (Peygamber geldikten sonra) "Eğer Allah bana bir Peygamber göndermiş olsaydı, (gönderilen o peygambere) iman eder ve itaat ederdim" demesi şeklindeki mazeretlerini boşa çıkarmak için insanlara, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberlerini göndermiştir. Böylece Allah, Peygamber göndermek ve kitap indirmekle, insanoğlunun yapabileceği bu gibi itirazların önünü almıştır. Nitekim Yüce Allah Tâhâ Sûresinde bunu şöyle haber vermektedir:

"Eğer Biz, bundan Önce onları helak etseydik, muhakkak ki onlar: 'Ya Rabbi! Bize bir Peygamber gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden Önce ayetlerine uysaydık' diyeceklerdi." İşte kısaca naklettiğimiz bu başlıklar, Peygamberlerin, (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) en önemli görevleridir. Başarıya ulaştıran ve dosdoğru yola ileten, şüphesiz ki Allah'tır. 



PEYGAMBERLER TARİHİ

Muhammed Ali Sabuni

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak