2 Mart 2023 Perşembe

İSLAM BİZANS ARASINDA BİLİM VE SANAT ALANINDA İLİŞKİLER-4


İslam-Bizans İlişkilerinin Edebiyata Yansıması


Asırlarca birbirlerinin komşusu olarak yaşayan müslüman Araplarla Bizanslılar arasında, toplumlarası ilişkilerde savaş ve barışın içiçeliğini sergiler biçimde gerçekleşen askeri, diplomatik, ticari ve sosyo-kültürel ilişkiler, halk muhayyilesinde geniş bir etki uyandırmış ve edebi ürünlere de yansımıştır. Her iki toplumda kuşaklar boyu süren derin izler bırakmış olması dolayısıyla, savaş ve mücadele boyutunun daha fazla vurgulandığı bu ürünler, çeşitli destan ve hikayeler ile şiirlerden oluşmaktadır. Hem İslam dünyası hem de Bizans'ta ortaya çıkan bu ürünlerde taraflardan her biri, kendi toplumunun kahramanlıklarını mübalağalı bir şekilde sunmakta, bu arada kendi dininin üstünlüğünü gösteren motiflere ağırlık vermekte, ayrıca zaman zaman her iki taraf arasında barış, dostluk ve yardımlaşmanın yanısıra bir kısmı evlilikle sonuçlanan aşklar yaşanmaktadır. Başlangıçta İslam-Bizans ilişkilerinin bir yansıması şeklinde ortaya çıkan edebiyat ürünlerinin, ahbdr veya kıssa anlatımı geleneğine uygun olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığı dikkate alındığında, bir müddet sonra her iki toplum mensupları arasındaki ilişkilerin şekillenmesinde etkili olduğu da gözardı edilmemelidir. Aslında geniş bir hacim tutan bu ürünlerin çeşitli açılardan incelenmesi ve ayrıntılı bilgilerin elde edilmesi, edebiyat tarihi başta olmak üzere birçok disiplinin yaptığı/yapacağı müstakil çalışmalara havale edilerek, burada konunun sınırları içerisinde yapılacak seçmelerle özet bilgiler verilmeye çalışılacaktır.


 Destan ve Hikayeler



Emire Zatü'l-Himme Destanı (Siretü'l-Emire Zutü'l-Himme)



Arap kahramanlık hikayelerinin en önemlilerinden olan Zatü'l-Himme (veya Zü'l-Himme, Delhemma) destanı, başlangıçta şifahi olarak halk arasında dolaşmış ve muhtemelen VI. /XII. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Abdülhamid Hanefi tarafından 1327/1909'da Kahire'de, herbiri 10 bölümden oluşan 7 cilt halinde toplam 5084 sayfa olarak neşredilen eserin tam adı, destan kahramanlarını da özetleyecek biçimde Siretü'l-Emire Zutü'l-Himme ve Veledihü 'Abdülvehhab ve'l-Emir Ebu Muhammed el­ Battül ve 'Ukbe Şeyhu'd-Dalül ve Şumedris el-Muhtal şeklinde zikredilmektedir.


Hikaye temelde, Emeviler döneminden başlamak üzere Abbasi halifesi Vasık döneminin sonuna kadar Arap-Bizans savaşlarını menkıbe tarzında ele alır. Bunun yanında hemen eşdeğer vurgularla Kays kabilesinin iki kolu Beni Kilab ile Beni Süleym arasında ötedenberi sürüp giden mücadeleler, öne çıkarılan kahramanlar etrafında Beni Kilab kabilesi merkeze alınarak anlatılır. Hikayede kabile reisleri, diğer yerli kahramanlar, Emevi ve Abbasi halifeleri ile Bizans imparatorları veya diğer Bizanslı unsurlar içiçe sunulmaktadır. Hikayede adı geçen kahramanlar ve yerlerin bir kısmı gerçek hayattan alındıkları halde, destana asıl adını veren Zatü'l-Himme'nin gerçek şahsiyet olmadığı bilinmektedir. Hikayenin bir başka özelliği, Emeviler döneminde Bizans'a karşı gerçekleştirilen askeri seferlerde büyük kahramanlıklar gösterdiği bilinen ve Akroinon (Seyitgazi) savaşı sırasında öldürülen Abdullah el-Battal (ö. 122/740?) etrafında oluşan destani anlatımları da içermiş olmasıdır.


Hikayeye göre Abdülmelik b. Mervan döneminde Beni Kilab kabilesinin reisliğini Haris b. Amir, Beni Süleym kabilesinin reisliğini de Mervan b. Heysem yapmaktaydı. Haris'in ölümünden sonra, düşmanlarının intikamından çekinen hamile hanımı, geceleyin hizmetçisiyle birlikte, evinden ayrılır ve yola koyulur. Yolda hizmetçisinin kötü emelleri yüzünden aralarında geçen bir çekişmede, çocuğunu dünyaya getirdikten sonra vefat eder. Hizmetçinin kaçması ve annenin ölümüyle yalnız kalan çocuk, çok yakında kaybettiği Cendebe adlı çocuğunun acısını unutabilmek amacıyla gezinmekte olan emir Darim tarafından alınır ve büyütülmek üzere eve getirilir. Ölmüş olan çocuğun hatırasına binaen kendisine Cendebe adı verilir. Gençlik çağına gelen Cendebe'nin yiğitlik gösterileri, emir Darim'i korkutmaktadır. Aralarında yaşanan rekabet üzerine Darim, Cendebe'ye bütün gerçekleri anlatarak onun öz babası olmadığını belirtir. Bu arada, ölümünden önce annesinin isteği üzerine hizmetçi tarafından göğsüne asılan yazıyı da gösterir. Bunun üzerine, Cendebe, mensubu bulunduğu Beni Kilab'ı, Beni Süleym başta olmak üzere diğer Arap kabilelerine karşı savunmak amacıyla kabilesine döner. Ancak Cendebe, amacını gerçekleştiremeden vefat eder. Ardından da hamile hanımından Sahsah adlı oğlu dünyaya gelir. Sahsah büyüyünce, kabile reisi amcasının kızı Leyla'ya aşık olur. Amcası, Sahsah'tan yüklü bir mehirden başka, Cendebe'nin kaçırılan meşhur atını da düşmanlardan geri almasını şart koşar. Sahsah, kahraman bir şekilde bütün engelleri aşarak atı geri almayı başarır ve bu arada hac dönüşü bedevilerin baskınına uğrayan Abdülmelik'in kızı ve dolayısıyla Mesleme'nin kızkardeşini de kurtarır. Bu şekilde halifenin dostluğunu kazanan Sahsah emirlik rütbesini elde eder. Daha sonra Leyla ile evlenebilmek için evine dönmek isterken halifenin isteği üzerine, Arap kabilelerinin kumandanlığını üstlenerek Mesleme ile birlikte Bizans seferine katılır.


Mesleme ile Sahsah'ın Diyarbakır yakınlarında Bizans kuvvetlerine karşı kazandıkları zafer, Abdülmelik b. Mervan'ı sevindirir ve adı geçen komutanlara İstanbul'un fethedilmesi için emir verir. Mesleme ile Sahsah ordularıyla birlikte İstanbul kuşatmasına çıkarlar. İstanbul üzerine giderken Bizanslı bir prensesin yaşadığı kaleye yolu düşen Sahsah, prensese aşık olur ve kısa süreli bir direnmeden sonra onu yanına almayı başarır. lstanbul'un geçit vermeyen surları önünde İmparator Leon ve müttefiklerine karşı cereyan eden çatışmalarda, Sahsah büyük kahramanlıklar gösterir. Şehrin kuşatılması uzayınca müslümanlar yakın bölgede bir yerleşim birimi kurarlar. Müslümanlara hile yapmak isteyen bir gurup Bizanslı, yiğit bir şahsı süslü bir sandığa koyarak müslümanlara getirirler ve lslamiyet'i kabul ettiği için rahipler tarafından işkenceye tabi tutulurken ellerinden alıp kurtardıkları bir kişi olarak tanıtırlar. Müslüman askerler sandıktaki şahısla ilgilenmek üzere iken komplo gerçekleşir ve bazı müslüman askerler öldürülür. Bu arada düzenlenen diğer entrikalar boşa çıkarıldıktan sonra Sahsah, Mesleme ile birlikte muzaffer bir şekilde şehre girer ve burada bir cami yaptırır. Entrikacıların elebaşısı Şemmas ise idam edilir. Uzun süren kuşatmanın ardından imparator ile halife arasında yapılan barış anlaşması üzerine geri dönülür.


Daha sonra Sahsah, Leyla ile evlenir ve dünyaya gelen iki çocuğuna, önceden gördüğü bir rüyadan hareketle Zalim ve Mazlum adlarını verir. Rüyada Sahsah'a söylenenler yıllar sonra gerçekleşip Zalim'in zulmü artınca, küçük kardeş Mazlum, kabilesine başvurarak bir çözüm yolu bulmalarını ister. Kabile ileri gelenleri, liderliğin iki kardeş arasında paylaşılmasına ve aynı prensibin doğacak erkek çocuklar için de geçerli olmasına karar verirler. Ancak Zalim'in Haris adındaki oğluna karşılık, Fatıma adlı kızı dünyaya gelen Mazlum, kızı için taşıdığı endişelerden dolayı, onu besleyip büyütmek üzere gizlice bir süt anneye teslim eder. Kısa sürede serpilip büyüyen Fatıma, gösterdiği cesaret ve yiğitliklerinden dolayı Zatü'l-Himme diye anılmaya başlar. Bu arada gerçek kimliğiyle birlikte ailesinin başından geçen olayları da öğrenir ve kabilesine dönerek amcası Zalim'den intikam almaya karar verir.



Zatü'l-Himme, kabilesine döndükten sonra amcasının oğlu Haris, onunla evlenmek ister. Hem amcasından hem de oğlundan intikam almaya kararlı olan Zatü'l-Himme, teklife karşı direnmekle birlikte, Haris'in başvurduğu bazı hileler neticesinde onunla evlenmek zorunda kalır. Bir müddet sonra Abdülvehhab adında bir oğlu dünyaya gelir. Çocuk biraz büyüyünce Zatü'l-Himme onu da yanına alarak, sınır bölgesinde Bizans'a karşı şiddetli bir şekilde devam etmekte olan savaşlara katılmak istediğini belirtir. Kocası Haris, buna müsade etmediği gibi, anne ve babasının aksine Abdülvehhab'ın siyah olduğunu bahane ederek, çocuğun kendisine ait olmadığını iddia eder. Oldukça sıkıntılı günler yaşayan Zatü'l-Himme, büyük güçlüklerden sonra kendisini aklamayı başarır ve Allah yolunda Bizanslılara karşı cihad etmek üzere sınır bölgesine gider. Beni Kilab'ın temsilciliğinde Arap kabilelerinin komutanlığını üstlenen Zatü'l-Himme, Malatya'yı merkez edinir.



Bu arada Abbasiler, Emevi hakimiyetine son vererek iktidarı ele geçirirler. Daha önce Abbasileri desteklemiş olan Beni Süleym kabilesi reisi Abdullah (Ubeydullah) b. Mervan, Halife Ebu Ca'fer el-Mansur tarafından Arap kabilelerinin lideri olarak tanınır ve böylece Sahsah'la elden çıkmış olan liderlik, tekrar Beni Süleym kabilesine geçmiş olur. Ebu Ca'fer el-Mansur'un bağlılıklarını istediği Beni Kilab, başlangıçta gösterdikleri tepkilerden sonra, Zatü'l-Himme'nin ikna etmesi üzerine Abbasi iktidarının yanında yer alırlar. İslam toplumundaki bazı iç problemler ve iktidar değişikliğini fırsat bilen Bizanslılar, lslam topraklarına karşı saldırıya geçince, halifenin isteği üzerine Beni Kilab ve Beni Süleym kabileleri, Ubeydullah b. Mervan'ın liderliğinde Bizans'a karşı birlikte savaşırlar. Diyarbakır ve Malatya alındıktan sonra, sınır hakimiyetini elde tutmak amacıyla Beni Süleym Malatya'ya, Beni Kilab da yakındaki Hısnü'l-Kevkeb'e yerleşirler.


Zatü'l-Himme'nin oğlu Abdülvehhab olgunluk çağına gelince, Beni Kilab kabilesinin liderliğini üstlenir ve bundan sonra annesiyle birlikte katıldığı Bizans seferlerinde büyük kahramanlıklar gösterir. Bu sırada Beni Süleym'e mensup olmakla birlikte Battal da Abdulvehhab'ın, diğer bir deyimle Beni Kilab 'ın yanında yer alır. Malatya'dan ayrılarak onların yanına gider ve onlarla birlikte hareket eder. Ancak yiğitliklerinden daha ziyade, başvurduğu savaş hileleriyle meşhur olur. Battal'ın ilk hedefi, kendisinin de hocalığını yapmış olan Beni Süleym'e mensup kötü ruhlu bir insan olan kadı Ukbe'dir. Ukbe doğmadan önce annesinin gördüğü rüya, onun ne kadar bozguncu ve kötü şahsiyetli bir kişi olacağını göstermekteydi. Nitekim Ukbe, Haris'le evlenmek istemeyen Zatü'l-Himme'yi etkisiz hale getiren ilacı sağlamış, şimdi ise gizlice hıristiyanlaşarak Bizans'ın en başta gelen taraftarı ve lslam'ın azılı düşmanı olmuştu.


Arap kabilelerinin liderliğini yürüten Malatya emiri Amr b. Ubeydullah, her ne kadar Abdülvehhab'la bir kardeşlik anlaşması yapmış ve bir defasında Bizanslıların elinden Zatü'l-Himme tarafından kurtarıldığı için dost gözüküyorsa da Beni Kilab'a karşı gizli bir düşmanlık beslemekteydi. Bu dönemde, daha önce Zatü'l-Himme'nin kocası Haris tarafından Bizans'a götürülüp imparatorun hizmetine sunulmuş olan "hıristiyanlaşmış Araplar" ile Ukbe Bizans' a destek olurken, Bizans'ta imparatorun yakın çevresinden Marius liderliğinde müslümanlığını gizleyen bir gurup, imparatorun kız ve erkek kardeşi ile Malatya'da bulunan yine imparatorluk ailesine mensup Ioannes'in birlikleri, müslümanları desteklemekteydi.


Halife Mehdi döneminde Mercü'l-'Uyfın'da İmparator Theophilos birliklerine karşı büyük bir savaş yapılır. Mehdi'nin ölümünden sonra Harun er-Reşid halife olurken, Bizans'ta da Theophilos'un yerine oğlu Manuel tahta çıkar. Bu sırada Battal ile Ukbe arasında kıyasıya bir çatışma yaşanır. Zatü'l-Himme, Abdülvehhab ve Battal'ın çeşitli deliller ileri sürerek Ukbe'yi İslam'a hıyanetle suçlamalarına rağmen, bu deliller emirle birlikte Beni Süleym ve halife tarafından kabul edilmez ve çatışmada Ukbe'nin tarafını tutarlar. Bundan sonra Battal batıya doğru sefere çıkar; müslümanlığı kabul eden Frank kralı ve bazı Mağrib askerleriyle birlikte geri döner. Daha sonra Beni Kilab ile Beni Süleym'in araları düzelince, birlikte hareket ederek Kilikya kapılarında Bizanslılara karşı önemli başarılar elde ederler ve Malatya'yı da geri alarak, Bizans'ı barış istemek zorunda bırakırlar.


Harun er-Reşid'in ölümünden sonra cereyan eden Emin-Me'mun mücadelesinde her iki kabile farklı taraflarda yer alırlar. Me'mun'u destekleyen Kilab kabilesi liderleri, kaçmayı başaran Battal hariç, Bağdat'a getirilip hapsedilirler. Ancak kısa bir zaman sonra Kilab kabilesi, Abbasi ve Süleym birliklerini yenerek Bağdat'a girer ve Zatü'l-Himme ile Abdülvehhab'ı hapisten kurtardıkları gibi, Emin'i yakalayıp hapsederler. Bununla birlikte Emin, Zatü'l-Himme ve Abdülvehhab'ın isteği üzerine serbest bırakılır.


Manuel'den sonra Bizans tahtına çıkan Mikhail, Emin-Me'mun mücadelesini fırsat bilerek Ukbe'nin tavsiyeleri doğrultusunda müslümanlara olan düşmanlığı yeniden canlandırır. Battal tarafından desteklenen Me'mun halifeliği ele geçirir, ancak Emin'e yardım ettikleri gerekçesiyle Zatü'l-Himme ve Abdülvehhab ile Kilab kabilesinin diğer ileri gelenlerini tutuklatır. Me'mun, aslında imparator adına çalışan Ukbe'nin sözlerine kanarak, Kilab kabilesi liderlerini de yanına alır ve Rakka'ya doğru sefere çıkar. Ancak hepsi yakalanarak İstanbul'a götürülür. Zatü'l-Himme, Battal tarafından kurtarılır. Diğerleri, Kuşanuş adlı kralın imparatora karşı açtığı savaştan yararlanarak kaçmayı başarırlar. lstanbul'u aldıktan sonra İslam topraklarına yürüyen Kuşanuş, Basra'ya kadar gelir, fakat burada Kilab kabilesine yenilir ve bizzat Zatü'l-Himme tarafından kellesi uçurulur. Öte yandan Bizans imparatoru, Kilab kabilesinin girişimleriyle tahtına yeniden kavuşur ve daha önce halifeye ödediği vergiyi onlara vereceğini taahüt eder.



Kilab kabilesinin daha sonraki hedefi, kabile mensubu bazı kadınları esir olarak elinde tutan Karakuna adası kralı olur. Tarsus emiri Ali el-Ermeni'nin de yardımıyla deniz seferine çıkan Kilablılar, Me'mun'un İstanbul kuşatmasına çıktığı ve kuşatma sırasında Frankların yardımıyla esir alındığı haberini alınca, hemen donanmalarıyla İstanbul önlerine gidip şehri kuşatırlar. İmparator esir alındığı gibi, müstakbel halife Mu'tasım kuvvetlerinin desteğiyle, Me'mun esaretten kurtarılır. Ancak Ukbe tarafından yaralanmış olduğu için vefat eder. Kumandayı ele alan Mu'tasım, Battal'ın ricası üzerine, vergi karşılığında imparatoru serbest bırakır ve orduya Malatya'ya dönüş emri verir. Burada Beni Kilab ve Beni Süleym'in aralarını yeniden düzelttikten sonra Bağdat'a döner.


Bir müddet sonra Zatü'l-Himme, Abdülvehhab ve Battal, Bizans topraklarına akın etmek için Malatya'ya gelen Halife Mu'tasım tarafından yakalanarak Bağdat'a getirilir ve hapsedilirler. Ukbe'nin tavsiyesi üzerine Bizans imparatoru, müslümanlara karşı sefer hazırlıkları yapmaya başlar. Ancak bu sırada başkenti kuşatan Kameran adası kralı Bahrun tarafından tahtından indirilir. Daha sonra İslam topraklarına saldıran Bahrun, Malatya'yı ele geçirir, emir Amr b. Ubeydullah'ı ve ardından halifeyi esir alarak Irak'a ilerler. Çıkan karışıklıktan yararlanarak hapisten kaçmayı başaran Beni Kilab liderleri, Bahrun'u yenip esirleri geri alırlar. Bundan sonra halifeye verdikleri destekle İstanbul yeniden ele geçirilir ve Bizans imparatoru tahtına yeniden kavuşur.


İmparator Mikhail'in ölümünden sonra yerine, asi lider Romanos (Ermanus) geçer. Bahrun'u yanına alan Romanos, müslümanları lstanbul'dan çıkarır. İslam topraklarına saldırıp Malatya'yı ele geçirdikten sonra Musul'a kadar ilerleyen Romanos, burada yenilir ve teslim olur. Bütün düşmanlıklarına rağmen, topladığı askerlerle İstanbul'u ele geçirmiş olan Kerfenas'a karşı yardım isteyen Romanos, müslümanlardan beklediği yardımı görür. Halife, Kerfenas üzerine Beni Süleym birliklerini gönderir. Ancak Kerfenas, emir Amr'ı esir aldığı gibi halifenin kuvvetlerini de yenerek Diyarbakır'a kadar ilerler. Bu sırada Abdülvehhab'ın devreye girmesiyle Kerfenas öldürülür ve Romanos tahtını tekrar elde eder.


Mu'tasım'ın gerçekleştirdiği Amorion muhasarasında da yine önemli olaylar cereyan eder. Bu sırada Bizans'ta çıkan taht kavgasında Romanos tahttan indirilerek oğlu Bimund imparatorluğa getirilir. Bimund, babası zamanında esir alınmış olan Battal'a kötü muamele etmek suretiyle, Abdülvehhab ve emir Amr'ı kışkırtmak ister. Amr esir alınır. Esirleri kurtarmaya gelen Zatü'l-Himme, Bimund'u öldürür ve Romanos'u tekrar tahta çıkartır.


Ukbe'nin planlarıyla, halife ile Kilab kabilesinin araları yeniden açılır ve çatışmalar meydana gelir. Halife, imparator Romanos'tan yardım ister. Değişik zamanlarda yapılan kanlı savaşlarda Zatü'l-Himme, Kudüs'u almak isteyen Frank kralı Milas'ı öldürür. Abdülvehhab, Peçenekler tarafından götürülür. Malatya'yı ele geçirmiş olan Romanos, Zatü'l-Himme tarafından barışı kabul edip vergi ödemeye mecbur bırakıldığı gibi, lstanbul'da Mesleme kumandanlığındaki muhasara sırasında yapılan camiin yeniden inşa edilmesini de onaylar. Battal tarafından yakalanan Ukbe, lstanbul'da idam edilmekten zor kurtulur ve halifenin yanına döner. Ukbe'nin hazırladığı tuzaklar neticesinde yakalanan Abdülvehhab ve Battal, Dicle nehrine atılmak suretiyle öldürülmekten vezirin yardımıyla ancak kurtulabilirler. Kilab ve Süleym arasındaki mücadele böylece sürüp gider.


Bizans tahtına çıkan Mikhail, biri Frank kralının kumandasında olmak üzere müslümanlara karşı iki defa ordu gönderir. Malatya'yı ele geçiren Frank kralı, halife ve Abdülvehhab tarafından yakalanır. Bu sırada halife, Ukbe'yi, evinin alt kısmında yaptırdığı kilisede ibadetini yaparken görür ve onun bir hain olduğuna kesin kanaat getirirerek desteğini çeker. Ayrıca Amr'ın da hıristiyanlığa geçtiğinden şüphelenmeye başlar.


Hikayenin son kısmında, lspanya'dan Yemen'e kadar birçok ülkenin desteğini almış olan Ukbe, yakalanıp onyedi kralın kumanda ettiği büyük ordulara rağmen lstanbul'daki "Altınkapı" önünde idam edilir. Müslümanlar zafere ulaşmış olmanın sevinciyle hep bir ağızdan: "De ki! Hak geldi, batıl yok olup gitti. Şüphesiz batıl yok olmaya mahkumdur" ayetini okurlar. Ancak İstanbul dönüşü müslümanlara kurulan hain tuzak, büyük bir zayiata sebep olur. Tuzaktan sadece 400 kişiyle birlikte halife, Battal ve arkadaşları, Zatü'l-Himme, Abdülvehhab ve bir mağaraya kapanıp mucizevi şekilde bir cin tarafından kurtarılan birkaç insan kurtulur. Mu'tasım bir müddet sonra vefat eder.


Mu'tasım'ın halefi Vasık, İstanbul üzerine bir intikam seferi düzenlemeye karar verir. Bizans imparatoru yakalanıp esir alınır. O güne kadar imparatorların canları vergi ödeme karşılığında bağışlandığı halde, bu defa öldürülür. İstanbul, müslümanların eline geçer ve şehrin yönetimi Abdülvehhab'ın oğluna verilir. Abdülvehhab'ın oğlu camiyi görkemli bir şekilde yeniden inşa eder. Öte yandan, öldürülen Malatya emiri Amr'ın yerine oğlu Cerrah tayin edilir.


Nihayet hikaye kahramanlarından Zatü'l-Himme ve ardından Abdülvehhab, hac için gittikleri Mekke'den döndükten sonra dindar birer insan olarak vefat ederler. Battal ise, Vasık'tan sonra halife olan Mütevekkil döneminde Bizanslıların, yeniden aralıksız saldırılara başlayıp bu arada Ankara ile Malatya arasındaki tüm toprakları ele geçirdiklerine dair haberlerin üzüntüsü içerisinde Ankara'da gözlerini kapar. Ankara'daki cami avlusuna defnedilen Battal'ın mezarı, gizlenmiş olduğu için düşmanlar tarafından farkedilemez. lslam'ın yaşadığı bu zor günler, Türklerin (Selçuklular) hakimiyetine kadar devam eder. Ankara'yı geri alan Ak Sungur Bey, Battal'ın mezarını da keşfeder.



Ömer b. Nu'man Hikayesi



Ömer b. Nu'man (veya Ömer en-Nu'man) hikayesi, Binbir Gece masallarının en uzun bölümünü teşkil etmektedir. Binbir Gece masal külliyatı, karısı tarafından aldatıldığı için, evlendiği kadınları ertesi gün öldürten Sasani hükümdarı Şehriyar'la evlenmek durumunda kalan Şehrezad tarafından, her gece sürükleyici hikayeler anlatarak onu oyalamak suretiyle idamdan kurtulmak amacıyla anlatılan masallardan oluşmaktadır. Kaynakları, ortaya çıkış tarihi ve yazarı hakkında farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, bazı bölümlerinin Harun er-Reşid dönemine ait olduğu kabul edilmektedir. Ömer b. Nu'man hikayesi, İslam-Bizans ilişki noktaları merkeze alınarak şöyle özetlenebilir:



Abdülmelik b. Mervan (685-705) döneminden önce Bağdat'ta (veya Dımaşk'ta) Ömer b. en-Nu'man adında bir hükümdar yaşamaktadır.

Çok cesur ve kahraman olan Ömer, birçok ülke fethetmiştir. Dört karısından sadece birinden, büyüdüğünde kahramanlığıyla meşhur olacak olan Şarkan adlı bir çocuğu olur. Aynı zamanda 360 tane de cariyesi bulunan kralın, Kaysariyye kralı tarafından kendisine hediye edilen Rum asıllı Safıyye (Sophia) adlı cariyesinden, ikiz olarak Nüzhetüz zamil adında bir kızı ve Dav'ulmekan adında bir oğlu dünyaya gelir. Bu doğumdan son derece memnun kalan kral, çocuklara ve anneleri Safıyye'ye büyük ilgi göstermektedir. Tahtın varisi olacak olan Şarkan, bu doğum döneminde henüz evden ayrılmıştır ve erkek kardeşinin dünyaya geldiğinden habersiz olarak sadece baba-bir kızkardeşinin doğumunu bilmektedir.


lstanbul'da oturan Bizans kralı Efridun, Ömer en-Nu'man'a bir elçilik heyeti göndererek, kendisine isyan etmiş olan Kaysariyye kralı prens Hardub'a karşı yardım ister. Elçilerin anlattıklarına göre Kaysariyye kralı Hardub, kral Efridun'a çeşitli hediyeler götürmekte olan iki gemiye saldırarak yağmalamıştır ki, bu hediyeler arasında sihirli üç mücevher de bulunmaktadır. Kendi vassalı olan prensin bu davranışına kızan Bizans kralı, Ömer en-Nu'man'dan onu cezalandırmak için yardım istemektedir. Elçileri dinleyen Arap hükümdarı Ömer, veziri Dendan'ın görüşünü de alarak yardıma karar verir. Ömer'in emri üzerine on bin kişilik süvariden oluşan bir ordu hazırlanır ve Şarkan ile vezir Dendan'ın komutanlıklarında yola çıkar. Bizans elçilerinin de eşlik ettikleri ordu yirmi günlük bir yolculuktan sonra Bizans sınırına yakın bir vadide konaklar.



Geceleyin Şarkan etrafı gözetlemeye çıktığında ormanda bir manastırın yanında bir gurup güzel kızla karşılaşır. Kızlara, daha sonra Kaysariyye kralı Hardub'un kızı oluğunu öğreneceği Ebrize adlı güzeller güzeli bir kız başkanlık etmekte ve onlarla güreşmektedir. Şarkan bir müddet onlan seyre dalar. Daha sonra Ebrize ile güreşe tutuşurlar, fakat rakibinden daha kuvvetli olduğu halde Şarkan yenilir. Ebrize tarafından manastıra davet edilen Şarkan, onunla üç gün geçirir. Üçüncü gün Ebrize'nin babası kral Hardub tarafından Meysure b. Kaşirde reisliğinde kendisini yakalamak üzere gönderilen yüz kişilik şövalye gurubunu Şarkan, bir bir öldürür.


Beraber kaldıkları süre içerisinde Ebrize Şarkan'a, Bizans kralı Efridun'un müslümanlara tuzak kurduğunu ve yardımı bahane ederek onları pusuya düşüreceğini açıklar. Ebrize'ye göre olayın aslı şudur: İmparatorun kızı Sophia'nın da içerisinde bulunduğu bir gemi, Kafür adalarından bir gurup korsan tarafından yağmalanır. Sonra gemi Hardüb'un ülkesinin kıyısından geçerken prens tarafından kuşatılır ve gemidekilerle birlikte Sophia da yakalanır. Ele geçirilen değerli eşyalar arasında sihirli üç mücevher de bulunmaktadır ve bunları Hardub, kızı Ebrize'ye vermiştir. Sophia'nın Bizans imparatorunun kızı olduğundan habersiz olan Hardub onu, başka cariyelerle birlikte Arap hükümdarı Ömer'e hediye olarak gönderir. Bütün bu olup bitenlerden haberdar olan imparator Efridun, Ömer en-Nu'man'la kurduğu bu yapmacık dostluk sayesinde Hardub'tan öç almak istemektedir. Gerçeği öğrenen Şarkan ordunun yanına gelir ve askerlerine geri dönüş emri verir. Ebrize de üç gün sonra Şarkan'ı takib edip onunla evlenmek üzere Bağdat'a gideceğine dair söz verir.


Şarkan ülkesine geri dönmek üzere yüz kişilik bir süvari gurubunun başında ilerlerken yolda, yine yüz kişilik bir Hıristiyan şövalye gurubunun baskınına uğrar. Özellikle Şarkan, Hıristiyan şövalye gurubunun lideri ile kıyasıya döğüşür, ancak tam rakibini öldüreceği sırada bunun, kız arkadaşlarıyla birlikte erkek kılığına girip döğüşmek için gelen Ebrize'den başka kimse olmadığını görür. İki ordu birlikte Bağdat'a döner.


Bağdat'ta Ömer, gelenleri sıcak bir şekilde karşılar. Ebrize, yağmalanmış gemiden ele geçirilen ve tehlikelere karşı korunması için babası tarafından kendisine hediye edilmiş olan sihirli üç mücevheri krala sunar. Kral en değerli mücevheri oğlu Şarkan'a verdikten sonra, diğer ikisini de Dav'ülmekan ve Nüzhetüzzaman'a verir. Şarkan bu arada bir erkek kardeşinin dünyaya gelmiş olduğunu da öğrenmiş olur.

Ebrize ile Şarkan arasındaki gönül ilişkisi sürerken Hükümdar Ömer de Ebrize'yi elde etmek istemektedir. Ebrize'den olumlu cevap alamayan kral, bir gece onu sarhoş edip arzusunu gerçekleştirir. Bunun üzerine Ebrize babasının yanına dönmek üzere, hizmetçisi Mercane ile birlikte saraydan kaçar. Ancak kendi ülkesine yaklaştığı bir sırada, Ömer'in görevlendirdiği zenci bir köle tarafından yakalanır ve öldürülür. Ölümünden önce de bir çocuğu dünyaya gelir. Bu arada bir seferde bulunan Şarkan, döndüğünde Ebrize'nin saraydan kaçtığını öğrenir ve üzülür. Ayrıca babasının diğer kardeşlerine gösterdiği ilgiden de gün geçtikçe rahatsız olur. Şarkan'ın üzüntüden zayıfladığını gören babası, onu Dımaşk'a vali olarak tayin eder.


Kızı Ebrize ve bebeğinin başından geçenlerden Mercane tarafından haberdar edilen Hardub, kızının öldürülmesine oldukça kızar ve müslümanlardan öç almaya karar verir. Zatü'd-Devahi (=felaketler anası) adında, kurnaz planlarıyla ünlü Rum bir kadın, bu öç alma işinde ona yardımcı olur.


Ömer en-Nu'man ve Rum asıllı karısı Safiyye'nin çocukları Dav'ulmekan ve Nüzhetüzzaman, anne-babalarınn muhalefetine rağmen hac için Mekke yolculuğuna çıkmışken yolda bir bedevi Nüzhetüzzaman'ı kaçırır ve sonunda vali Şarkan'a satar. Şarkan ile Nüzhetüzzaman birbirlerinin baba-bir kardeşi olduklarını taşıdıkları mücevherden anlarlar. Burada Nüzhetüzzaman sarayın baş mabeyncisiyle evlendirilir. Daha sonra Bağdat'ta Ömer'in sarayına gitmeye karar verirler ve oldukça görkemli bir kervan eşliğinde yola çıkarlar.


Nüzhetüzzaman Bağdat yolunda uzun süredir ayrı kaldığı kardeşi Dav'ulmekan'la buluşur. Beraberce yola devam ederken bir ordunun başında Dımaşk'a doğru gitmekte olan vezir Dendan'la karşılaşırlar. Vezir Dendan onlara, babaları kral Ömer'in Rum asıllı Zatu'd-Devahi tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü ve Bizanslı Safiyye'nin de kaçırıldığını bildirir.


Ömer en-Nu'man'ın öldürülmesi karşısında Şarkan ve Dav'ulmekan Bizanslılara karşı savaş ilan ederler. Ülkeyi aralarında paylaşan kardeşler, ülkenin her tarafından topladıkları askerlerle kuvvetli bir ordu hazırlarlar. Dav'ulmekan ordunun başkumandanlığını yürütürken, Şarkan sağ kanadın, başmabeynci enişteleri de sol kanadın komutanlığını üstlenir.


Araplar dört yıl boyunca İstanbul'u kuşatırlar. Şarkan ve Efridun'un ölümlerinden sonra şevkleri kırılan Arap ordusu, memleketlerine dönmek üzere komutanlarından izin isterler. Vezir Dendan, Dav'ulmekan'a geri çekilmesini ve yeni bir akın için hazırlık yapmasını önerir. Henüz dünyaya gelmiş olan çocuğunu görmek isteyen kral da vezirin tavsiyesini kabul ederek, kuşatmayı kaldırır ve ordu geri döner.


Bağdat'a döndükten kısa bir süre sonra Dav'ulmekan ölür ve yerine vasiyetine binaen oğlu Kanmekan geçer. Kanmekan, henüz yeterli yaşta olmadığı için devlet yönetiminde inisiyatif yine Dav'ulmekan'ın vasiyeti doğrultusunda başmabeyncinin/Sasani hacibin elindedir. Ancak bu durum, hacibin tüm yetkileri elde etmesiyle birlikte, Kanmekan'ın aleyhine döner ve Kanmekan tek başına Bağdat'tan ayrılmak zorunda kalır. Issız çöllerden sonra Fırat kıyısına varır. Fırat suyundan abdest alıp namazını kılar. Memleketi iç ve dış düşmanlardan kurtarıp birliği sağlamanın kendisine düştüğünün bilinciyle, bu arzusunu gerçekleştirmede yardımcı olması için Allah'a dua eder. Bir müddet sonra Sasani hacibe karşı kendisini meşru kral olarak tanıyıp yardıma gelmiş olan İslam ordusuyla karşılaşır. Kendisinden önce Bağdat'tan ayrılmış olan Vezir Dendan'ın da bu orduda yer almış olması onu oldukça sevindirir. Birlikte istişare edip, amaçlarına ulaşmak için her şeyden önce Bizans engelinin ortadan kaldırılmasına karar verirler ve sefere çıkarlar. Ancak kendilerinden sayıca üstün olan Bizans ordusuna mağlup olurlar. Kanmekan ve vezir Dendan, Bizans'a esir düşer.


Bizans askerleri tarafından esir alınan Kanmekan ve Dendan, imparator Rumzan'ın huzuruna getirilir. Rumzan aslında Ebrize'nin oğludur ve annesinin yolda öldürülmesinden sonra Mercane tarafından Bizans'a getirilmiştir. İmparator cellada esirlerin kafalarını uçurmasını emreder. Tam bu sırada hizmetçi Mercane devreye girer. Kellesini uçurmak istediği Kanmekan'ın aslında kardeşi Dav'ulmekan'ın oğlu olduğunu belirtir. İmparatorun şaşkın bakışları arasında Mercane, bütün olup bitenleri anlatır. Kanmekan'ın göğsündeki sihirli mücevherin kendi göğsündekiyle aynı olduğunu farkeden Rumzan'ın artık hiçbir şüphesi kalmaz. Zincirler çözülür ve Rumzan'la Kanmekan hasretle kucaklaşırlar. Rumzan hemen orada müslümanlığını ilan eder. Ardından ordularını hazırlayarak Sasani hacibin üzerine gider ve onun hakimiyetine son vererek Kanmekan'ı tahta çıkartır. Sonunda müslümanlarla Bizanslıların toprakları birleştirilir. Vezir Dendan'ın tavsiyesi üzerine Rumzan ve Kanmekan İslam devletini birlikte yönetmeye karar verirler. Bu karar her tarafa duyurulur. Kurbanlar kesilir; ziyafetler verilir ve şenlikler düzenlenir. Bu arada Rumzan daha önce tek başına yönettiği halka tellallar göndererek, bundan böyle halkın dininin İslam olacağını "ama isteyen kimsenin -yanlış da olsa­ kendi dinine bağlı kalmakta özgür olduğunu" duyurur. Bunun üzerine aynı günde binlerce kişi gönüllü olarak İslamiyet'i kabul eder.


Antere Kıssası (Siretü 'Antere)


Arap kahramanlık hikayelerinin en güzel örneklerinden biri kabul edilen ve lslam öncesinden başlamak üzere, Arap tarihinin beş asırdan fazla bir kısmını içine alan Antere kıssasındaki birçok devlet, toplum, şahıs ve farklı coğrafyalar arasında, doğal olarak Bizans'a da yer verilmiştir. Kıssanın muhtelif metinleri içerisinde es-Siretü'l-Hicaziyye diye adlandırılan metin en hacimlisi olup, otuz iki cüz (Kahire 1306-1311), 154 cüz (Beyrut 1869-1871) ve altı cilt (Beyrut 1883-1885) halinde yapılan baskıları bulunmaktadır. Hikayenin Basralı meşhur dil ve edebiyat alimi Asmai (ö. 216/831) tarafından derlendiği, ancak Vl/XII. yüzyıla kadar yeni unsurların ilave edildiği anlaşılmaktadır.



Hikaye, adını muallakat şairi Antere b. Şeddad b. Amr el-'Absi'den (ö. 614?) almaktadır. Necid'de oturan Abs kabilesine mensup Antere, Zebibe adlı siyah bir cariyeden dünyaya geldiği için dönemin anlayışına göre köle sayılmakta, bu durum küçük yaştan beri sevdiği amcasının kızı Able ile evlenmesinde bir engel olarak görülmekteydi. Kölelikten kurtulabilmek için üstün kahramanlıklar gösteren Antere, bir defasında Abs kabilesine baskın yapıp, Able dahil birçok kişiyi esir alan Arap kabilelerine karşı yiğitçe döğüşerek, gasbedilen herşeyi geri almayı başarmış ve hürriyetine kavuşmuştu. Gösterdiği yiğitliğe rağmen sevgilisi Able'ye kavuşmasına müsaade edilmediği veya birçok güçlüğe katlandıktan sonra onunla evlenebildiğine dair farklı rivayetler bulunmaktadır. Aynı zamanda şair olan Antere, Abs kabilesinin meşhur bir yiğidi olarak Beni Zübyan'a karşı yapılan Dahis ve Gabra savaşında büyük kahramanlıklar göstermiş ve kendisini muallakat şairleri arasına sokan şiirini, bir rivayete göre bu savaştan sonra yazmıştır. Antere, ilerlemiş yaşına rağmen katıldığı, Tay kabilesine karşı yapılan savaşta öldürülmüştür.


Antere'nin gerçek hayatından bazı unsurların destanımsı bir şekilde anlatımını da içeren kıssa, Kral Züheyr'in Abs kabilesini yönettiği dönemde, kabilenin önde gelen kahramanlarından Şeddad'ın, bir savaş sırasında, Sudan melikinin kızı olduğu sonradan anlaşılacak olan Zebibe'yi esir alışı ve daha sonra gerçekleşen evliliklerinden Antere'nin dünyaya gelmesiyle başlamaktadır. Bebekliğinde kundağı parçalayan, iki yaşında çadırı yıkan, dört yaşında iken bir köpeği, dokuz yaşında iken bir kurdu, genç bir çobanken de bir arslanı öldüren Antere, köle statüsünden kurtulup Able ile evlenebilmek için çok zor ve tehlikeli birçok maceraya girişmek zorunda kalır. Kabile üyelerinden bazılarıyla olduğu gibi, kabile dışından en ünlü cengaverlerle döğüşür ve onları dize getirerek barış istemek zorunda bırakır. Bir kısmıyla arkadaşlık da kurar. Bu arada şiirdeki yeteneğini de gösterir ve düzenlenen bir yarışmada diğer muallakat şairlerini devre dışı bırakarak, kendi şiirini Kabe'ye asmaya muvaffak olur. Mekke'den kalkıp yahudilerin yaşadığı Hayber'e gider ve yahudilere zor anlar yaşatır.




Arap yarımadası dışına çıkarak Irak, Suriye, Iran, Kuzey Afrika ve ispanya kralları ve vezirleriyle tanışan Antere'nin kahramanlıkları, bu ülkelerde de devam eder. Able'yi alabilmesi için şart koşulan ve sadece Hire kralı Münzir tarafından yetiştirilen iyi cins develeri elde edebilmek için Irak topraklarına giden Antere, daha sonra Bizanslı ünlü kahraman Badramüt'a karşı savaşmak üzere lran'a çağrılır. Bütün bu aşamalarda Münzir, Nu'man, Esved gibi Hire kralları ve özellikle vezir Amr b. Bukayle ile, Iran şahlarından Husrev Enuşirvan, Hudavend ve diğerleriyle tanışır. Suriye'de kral Haris el-Vehhab'ı mağlup ettikten sonra onun dostu haline gelen Antere, kralın ölümünden sonra prenses Halime'nin ricası üzerine, henüz küçük yaştaki taht varisi Amr b. Haris'in muhafızı olarak bir nevi Suriye krallığını da yürütür. Burada Franklarla karşılaşır. Frankların bazen düşmanı, bazen de İranlılara karşı yakın bir müttefiki olur. Bu dönemde Suriye, Bizans hakimiyeti altında olduğundan Antere'nin hıristiyanlara verdiği hizmet, imparatorluk merkezinde olumlu yankılar uyandırır. Antere lstanbul'a davet edilir, görkemli törenlerle karşılanır ve itina ile ağırlanır. Bu gelişmelerden rahatsız olan Frank kralı Leyleman, Bizans imparatorundan Antere'yi tutuklatıp kendisine teslim etmesini ister. Frank kralının bu isteği Bizans başkentinde tepkiyle karşılanır ve Antere, imparatorun oğlu Herakleios'la birlikte Bizans ordusunun başında Frankların üzerine gider. Frank krallığını Bizans'a bağlamayı başaran Antere, buradan lspanya'ya geçerek kral Santiago'yu mağlup eder. Bununla yetinmeyerek Kuzey Afrika'ya gider ve Fas'tan Mısır' a kadar bütün bölgeleri fetheder.



Bütün seferleri ilgiyle takip edilen Antere'nin, Avrupa ve Kuzey Afrika'da Bizans adına elde ettiği başarılar, ülkede dilden dile dolaşır. Fetihlerin ardından muzaffer bir komutan olarak lstanbul'a dönen Antere, görkemli törenlerle karşılanır ve kendisini kahramanlığını yansıtacak şekilde atını mahmuzlamış haliyle gösteren güzel bir heykeli dikilir. Bizans'a gelirken kendisine eşlik eden iki kardeşinin heykelleri de her iki tarafında yer alır. Antere ölümünden kısa bir süre önce Roma'ya gelir. Burada Roma krallığını tehdit eden Bohemund'u ortadan kaldırır. Daha sonra Sudanlılara karşı giriştiği bir intikam seferi dolayısıyla Afrika'da ülke ülke dolaşan Antere, sonunda Habeşistan' a kadar gelir. Habeş kralının (Necaşi), annesi Zebibe'nin dedesi olduğunu öğrenir. Antere bundan sonra da Hind-Sind ve hıristiyan kral Leyleman'ın ülkesi başta olmak üzere, birçok yerde zaferler elde eder. Sonunda ötedenberi mücadele ettiği Vizr b. Cabir' in zehirli okunun etkisiyle ölür. Ancak hasmı da kendisinden önce can vermiştir.


Able ile evliliğinden hiç çocuğu olmayan Antere'nin, yaptığı gizli evliliklerden birçok çocuğu dünyaya gelir. Bunlar arasında Roma kralının kızından doğan Gadanfer ile Frank asıllı bir prensesten doğan Cufran adlı iki hıristiyan oğlu da yer almaktadır. Antere'nin ölümüyle oldukça sarsılan çocukları, onun intikamını almaya karar verirler. Gadanfer ve Cufran Avrupa'ya dönerken, Abs kabilesi lslamiyet'i kabul ederek müslüman olur.


Antere Kıssası'nda Hz. İbrahim, Hz. Muhammed ve Hz. Ali'ye dair bazı rivayetlere yer verildiği gibi, Cahiliyye'den İslam dönemine geçileceği bir sırada sergilediği erdemli yaşayışıyla Antere, İslamiyet'in gelişini hazırlayan bir kahraman kişiliğine büründürülmekte ve İslam döneminde gerçekleşen fetihlerin adeta bir sembolü haline getirilmektedir. Kıssanın kahramanı Antere İranlılara karşı Araplara, Bizanslılara karşı İranlılara veya İranlılara karşı Bizanslılara, Franklara karşı Bizanslılara, Hintlilere karşı İranlılar ve Araplara, Sudanlı ve Habeşlilere karşı Araplara yardımcı olmakta ve onların yanında savaşmaktadır.


Digenis Akritas Destanı



İslam-Bizans ilişkilerinin Bizans edebiyatındaki yansımasının başlıca örneğini teşkil eden Digenis Akritas destanı, kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü anlatımların, muhtemelen XII. yüzyılda yazıya geçirilmiş şekli olup yaklaşık 3.000 mısradan oluşmaktadır. Destanın ortaya çıkış tarihi hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Destanda başkahraman Digenis Akritas'ın Araplarla savaştığına dair herhangi bir ifade bulunmadığına, dolayısıyla onlara karşı gerçek bir düşmanlık gösterilmediğine dikkat çeken H. Gregoire ve V. Christides, bu durumdan hareketle destanın, müslümanlara dostça tavır takınan Pavlikianlar arasında ve özellikle daha ılımlı politika izleyen imparatorların yaşadığı X. yüzyılda ortaya çıktığı görüşündedirler. Bundan başka Christides, destanda bir Arap emirinin akınlarından övgüyle bahsedildiğini dikkate alarak, destanın oluşumunda bir Arap kaynağından yararlanılmış olabileceğini düşünmektedir. Yine aynı araştırmacıya göre Digenis Akritas destanı, VII ve. VIII. yüzyıllarda İslam toplumunda ortaya çıkan Kral Ömer en-Nu'man masalının birtakım ekleme ve değişikliklerle Bizans'a geçmiş ve bu kültüre mahsus bir şekil kazanmış halidir.


Bizanslıların milli destanı durumundaki Digenis Akritas'ın ana muhtevası şöyledir: Suriye'de yaşamakta olan çok akıllı, bilge, yakışıklı ve cesur bir Arap emirinin Türk, Deylemli ve Araplardan oluşan bir ordusu vardır. Ordusuyla birlikte Bizans'ın Kapadokya bölgesine bir akın düzenleyen emir, general/prens Andronikos'un evini yağmalayarak generalle oğullarının yokluğundan istifadeyle kızı lrene'yi kaçırır. Ailenin delikanlıları eve döndüklerinde, kızkardeşlerinin kaçırıldığını, emirin askerlerinden kaçmayı başaran anneleri Anna'dan öğrenirler. Anna, çocuklarını emirin üzerine gönderir ve kızkardeşlerini geri almadan eve dönmemelerini ister. Bu arada emirin askerleri tarafından başka kızlar da kaçırılmıştır.

Arap askerleri tarafından öldürülen birçok hıristiyan kadının cesetleri arasında kızkardeşlerini arayan delikanlılar, onu emirin çadırında bulurlar. Bu arada emirle de karşılaşınca, kardeşlerin en küçüğü emirle döğüşür ve onu mağlup eder. Emir, generalin kızına karşı derin bir sevgi duyduğunu itiraf eder ve onunla evlenebilmek için din değiştirerek hıristiyan olmayı bile düşündüğünü belirtir. Kendisinin aslında Krisoherpes adlı bir baba ve Spathia adlı bir anneden doğduğunu, dedesinin Amr olduğunu, babasını küçük yaşta kaybedince amca ve halaları tarafından müslüman olarak yetiştirildiğini söyler. Emirin teklifi, kızın kardeşleri tarafından memnunlukla karşılanır. Her iki taraf karşılıklı olarak ne kadar asil ailelerden geldiklerini ve üstünlüklerini dile getiren konuşmalar yaparlar. Emir, onlarla birlikte Bizans'a döner, vaftiz olur ve yapılan görkemli bir düğünle generalin kızıyla evlenir. Bu evlilikten Digenis Basileos Akritas adlı bir erkek çocuk dünyaya gelir.


Aradan bir müddet geçtikten sonra emir, Suriye'de kalan annesinden bir mektup alır. Mektupta annesi kendisine, babasının ve amcasının Bizanslılara karşı sergilediği kahramanlıkları sıralamakta, bunun yanında memleketini, dinini ve ailesini terkettiği için ona sitem etmektedir. emirin mektup üzerine annesini görmeye gitmek istediğini öğrenen kayınbiraderleri, emirin gizli olarak Araplarla ilişkide bulunduğu ve kendilerine ihanet içerisinde olduğu yolunda derin şüpheler duyarlar. Ancak daha sonra emirin masum olduğunu anlarlar ve annesini görmek üzere memleketine gitmesine müsade ederler.


Annesini görmek için Rahab'a (Urfa) gitmek üzere yola çıkan emir, yol arkadaşlarına o güne kadar gerçekleştirmiş olduğu bazı kahramanlıklarından bahseder. Yolda da bir arslanı öldürür. Rahab'a ulaştıklarında annesi emire, yeniden müslümanlığa dönmesi için ısrar eder, fakat muvaffak olamaz. Dahası bütün konuşma ve tartışmalardan sonra emirin annesi ile birlikte birçok müslüman din değiştirerek Hıristiyanlığı kabul ederler. Bundan sonra hep birlikte Bizans'a giderler ve burada Bizanslılar tarafından büyük bir sevinç ve coşku ile karşılanırlar.



Destanın bundan sonraki kısmında olayların kahramanı olarak emirin yerini, oğlu Digenis almaktadır. Çocukluğunda kılıç kullanıp güreş tutabilen Digenis, daha oniki yaşında iken vahşi hayvanları öldürebilmekte, olgunluk çağına geldiğinde ise yağmacı ve zorbalara karşı savaşıp hiç bir zaman yenilmez sanılan elebaşılarını ele geçirmektedir.


Bir gün ava çıktığı sırada Digenis'in yolu, oldukça lüks bir köşke düşer. Burası general Dukas'a aittir ve generalin Eudokia adlı bir kızı bulunmaktadır. İki genç biribirine aşık olurlar, fakat kız babasının muhalefetiyle karşılaşırlar. Kız, Digenis'e yüzüğünü gönderir ve o gece buluşmaya karar verirler. Buluştuklarında Digenis sevgilisini, ailesini terketmeye ve kendisiyle birlikte kaçmaya ikna eder. Kızın kardeşleri askerlerle birlikte Digenis'in peşine düşerler ve aralarında şiddetli bir çatışma meydana gelir. Digenis sevgilisinin kardeşlerine dokunmaksızın büyük kahramanlık göstererek askerleri bozguna uğratır. Sonunda generalin çocukları Digenis'in isteğini kabul ederler ve generalin de rızası üzerine bir müddet sonra iki sevgili görkemli bir düğünle evlenirler.


Bir defasında Digenis, genç bir Bizanslının yolunu kesip canına kıymak isteyen Mousour (Mansur?) adındaki eşkiyayla çarpışıp onu öldürür. Sonra kurtardığı Bizanslı'nın kimliğini öğrenir. Bizanslı genç, aslında bir müslümanın yanına esir düşmüştür. Bu arada ailenin kızı ile evlenmiş ve bir gün hanımının yardımıyla kaçmayı ve onu da yanına almayı başarmıştır. Ancak bütün iyiliklerine rağmen kadını çölde terkedip yalnız bırakmıştır. Durumu öğrenen Digenis kadını bulur ve onu yüz kişiden fazla bir Arap gurubuna karşı savunup kurtarır. Fakat onunla sonradan büyük pişmanlık duyacağı bir ilişkide bulunur. Daha sonra kadını çölde terketmiş olan kocasına baskı yaparak, tekrar hanımına dönmesini sağlar.


Birgün Digenis hanımını da yanına alarak güzel bir çimenlikte gezintiye çıkar. Burada Digenis, hanımını taciz etmek isteyen ve "istediğinde yakışıklı bir delikanlı oluveren" bir ejderhayı öldürür. Ardından üç meşhur haydutu püskürtür. Digenis'in elinden kurtulmayı başaran haydutlar, Amazon Maximo'dan yardım isterler. Maximo yardım etmeyi kabul eder ve başmuhafızı eşliğinde yüz yiğit askeriyle birlikte yardıma gider. Maximo'yu takib eden Digenis, önlerine çıkan nehri geçmesi için Maximo'yu beklemez. Nehire dalar, taşmak üzere olan nehirde atını adeta yüzdürerek nehri geçmeyi başarır.


Digenis ansızın gerçekleştirdiği bir atakla Maximo'nun atını öldürür. Maximo başına gelenlerden ürkmüş bir halde Digenis'ten eman diler. Digenis ona acır ve hayatını bağışlar. Sonra haydutların peşine düşer ve çok kısa bir süre içinde Maximo püskürtülmüş olur. Ancak bir müddet sonra Digenis'le Maximo arasında o zamana kadar görülmemiş bir çatışma yaşanır. Maximo'nun görünüşü müthiştir ve kahramanca döğüşür, fakat sonunda yenilir. Digenis ona tekrar acır ve öldürmekten vazgeçer. Bununla beraber sonradan onunla cinsel ilişkiye girer. Ancak bu yaptığından o derece utanç duyar ki, onu öldürmekte tereddüt etmez.


Fırat nehri kenarındaki bir köşkte yaşamakta olan Digenis'in yaptığı hayırlı hizmetler ve imparatorluğun barış ve huzuru için sarfettiği gayretler ilgiyle takib edilir ve Digenis'in ünü, her tarafa yayılır. Bizans imparatoru, prensler ve valiler ona sürekli hediyeler gönderirler. Bizanslılar, Araplar, İranlılar ve Tarsus halkından hiç kimse onun bilgisi dışında hareket etmez. Bu arada Digenis babasının hastalandığını öğrenir. Hemen Kapadokya'ya doğru yola çıkar, fakat oraya vardığında artık vaktin çok geç olduğunu görür. Çünkü babasını çoktan kaybetmiştir. Digenis, babasının ölümünden sonra dul kalan annesini de yanına alarak tekrar Fırat kenarına döner. Beş yıl sonra da annesi vefat eder.



Bir gün Digenis, Amidalı (Diyarbakır) akrabalarıyla birlikte ava çıkar. Daha sonra aldığı duş sonucu rahatsızlanır ve yatağa düşer. Dönemin en ünlü doktorları tedavisiyle ilgilendiği halde, Digenis'in hastalığı gün geçtikçe artar. Ölümün çok yakın olduğunu farkeden Digenis, hanımı Eudokia'yı yanına çağırarak başından geçenleri ve yaptığı kahramanlıkları anlatmaya başlar. Bütün bu yiğitlikleri onun aşkı uğruna yaptığını söyler. Son nefesini vermeden önce, kendisinden sonra başka bir erkekle evlenmesini tavsiye eder. Oldukça üzülen ve duygulanan hanımı, odasına çekilip saatlerce ağlar ve kendisini yalnız bırakmaması için Tanrı'ya dua eder. Duyduğu derin acılardan dolayı çok geçmeden o da hayata veda eder. Digenis ve Eudokia'nin cenazeleri Trosis tepesinde toprağa verilir ve üzerine erguvani mermerlerden büyük bir türbe inşa edilir. Dönemin kralları ve prensleri gelip türbeye çelenk koyarlar ve ziyaret ederler. Destan, düşmanlara karşı güç ve kuvvet vermesi ve Digenis ile hanımını azaptan koruması için Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüne yapılan dua ile sona erer.


Görüldüğü gibi İslam toplumunda veya Bizans'ta ortaya çıkan destan, masal ve hikayelerden bir kısmı ya tamamen İslam-Bizans ilişkilerini konu edinmekte, ya da çerçeve konu farklı olmakla birlikte, ikinci ve üçüncü çerçeve içinde bu unsurlara yer vermektedir. Her iki taraf kendi kahramanını ön plana çıkararak adeta olağanüstü güçlerle donatılmış olarak göstermekte, karşı tarafa yüklediği kuvvetlilik tasviri, yine ona galip gelecek olan kendi kahramanının yiğitliğini anlatmak için kullanılmaktadır.


Destan ve hikayelerde dini motiflere ağırlık verilmekte, genellikle kahramanlar dini amaçlarla çarpışmaktadır. Her bir tarafın arzusu karşı tarafa boyun eğdirmek ve kendisinin inandığı "hak din"e girmesini sağlamaktır. Bu sebeple toplumun her kesiminden ferdi olduğu gibi topluca gönüllü veya zor kullanılarak din değiştirmeler de görülmektedir.

Bazen karşı tarafın zayıf unsurları elde edilerek iç karışıklıklara sebebiyet verildiği gibi, yaşanan iç karışıklıklardan istifadeyle saldırılar da düzenlenmektedir. İslam toplumunda ortaya çıkan hikayelerde özellikle İstanbul kuşatmalarının merkeze alındığı ve zorlukların vurgulandığı görülmektedir. Ayrıca, hemen her zaman iki toplumu birbirine düşüren veya kışkırtıcı faaliyetler yapan kötü tiplere de rastlanmaktadır.


Müslümanlarla Bizanslılar genellikle birbirlerinin düşmanı olarak kendi aralarında savaşmakla birlikte, dostça münasebetler de gerçekleşmektedir. İmparatorlar ve halifeler birbirlerine elçiler gönderip yazışmakta ve hediyeleşmektedirler. Birçok defa üçüncü bir düşman unsuruna karşı birbirlerinden yardım istemekte ve birlikte hareket etmektedirler. Böylece ya bir iç ayaklanma bastırılmakta veya bir diğer ülkenin saldırıları geri püskürtülmektedir. Bizanslılarla müslümanlar arasında kız kaçırma veya normal yollarla evlilikler gerçekleştirilmekte, her iki toplumda karşı tarafa mensup dini ve etnik unsurlar yaşamaktadır.


Destan ve hikayelerde hayal ürünü varlıklara, şahıs ve coğrafyalara çoğu defa yer verilmekle birlikte, bazı kahramanlar ve diğer şahsiyetler ile coğrafya isimlerinin gerçek hayattan seçildiği görülmektedir. Böylece dönemin ileri gelen devletleri, ünü çağları aşan şahsiyetler, her iki toplumda hakim olan örf, adet ve anlayışlar, bazı kültür unsurları, tarafların birbirine bakışı gibi hususlarda dikkate değer ipuçları yakalamak mümkün olmaktadır.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

1 Mart 2023 Çarşamba

MAKİNELİ TÜFEĞİN CESARETLE SAVAŞI

 


Hızlı ateşlemeli silahlar on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru gelişmeye başlamıştı. Fransızlar 1870'de mitralyözle ve Birleşik Devletlerde Gatling kendi adıyla anılan tabancasıyla ortaya çıktı. Silahlar İngiliz ordusunun hemen dikkatini çekti ama bu silahlardan edinmede başarılı olamadılar. Bu başarısızlık I. Dünya Savaşı'nda binlerce yaşama neden oldu.


1871'de İngiliz Savaş Dairesi tarafından yeni hızlı ateşlemeli silahların değerini belirlemek üzere bir komite oluşturuldu. Sonuçlar net ve kesindi; tarihte ilk kez insan gücünün yerine silahların ateş gücü konabilecekti. Bu vakte kadar silah sayısıyla asker sayısı eşitti. Savaş alanında kullanılabilen ve askerleri toplu olarak öldürebilen tek silah büyükçe toplardı. Önden doldurmalı toplar için bile bir düzine adam ve birçok at gerekiyordu. Mesaj tam zamanında gelmişti ve ne kadar önemli olduğu çok açıktı. Birkaç savaşta ne kadar işe yaradıkları ortaya çıkmıştı. Ama tabii ki tamamen görmezden gelinmişti.


Makineli silahların kullanılmasına karşı çıkılmasının nedeni çok ikna ediciydi. Savaş Dairesinin bu konuda öne sürdüğü neden çok fazla mermi gidecek olmasıydı. Dahası, makineli silahların hareketli bir savaş için fazla ağır geldiği sonucuna ulaşılmıştı. (Custer'ı hatırlayın.)


Fazla pahalı ve fazla karışık. En lanet neden ise makineli tüfeğin fazla savunmaya yönelik olduğuydu. Askerlerdeki "saldırgan asker ruhu"nu öldüreceğinden korkuluyordu. Tüm generaller bir askerin sahip olduğu erdemler arasında en üste bunu koyuyorlardı. Silah dairesi sorumlusu John Adye bu makineli tüfeklerin çok sınırlı bir kullanım alanı olduğunu savunuyordu ve ona göre pek yaygınlaşmayacaktı. Bu durumda ordu savaşta yanında götürebildiği sınırlı taşıma olanaklarını daha mantıklı şekilde değerlendirebilirdi.


Boer Savaşı gösterdi ki, iyi yerleştirilmiş askerler makineli tüfekleri olmadan da bir orduyu yenebilirdi. Makineli tüfeklerin savaşın kaderini nasıl değiştirebileceği sorusuyla uğraşmaktansa, o zaman kullanılan ateş gücünün makineli tüfekler kadar zarar verebileceği ve makineli tüfeklere gerek olmadığı sonucuna varıldı.


Sonra Rus-Japon savaşı başladı ve Japonlar Arthur limanı çevresinde mevzilenmiş Ruslara saldırdı. Rus tarafında çok miktarda makineli tüfek vardı. Bu da Savaş Dairesinin, makineli tüfeklerin savunmada bile savaşların kaderini belirlemediği fikrini pekiştirdi. Avrupalı güçlerin burada gözden kaçırdığı nokta Japonların verdiği büyük kayıptı. Japonlar bu savaşta kendini feda ederek saldırma yöntemi olan süngü savaşına bile sıcak bakmaya başlamışlardı.


Makineli tüfeklerin değerini anlayan subaylar da vardı. Ufku geniş yüzbaşı J. F. C. Fuller "Süzülme Taktikleri" adlı makalesinde 1914 Alman saldırı tekniklerini inanılmaz derecede doğru tahmin etmişti. Birinci Dünya Savaşı'nda saf cesaret ve süngü savaşı makineli tüfeklerin üstesinden gelmişti.


Loos'daki çatışmada İngiliz orduları dört koldan makineli tüfeklerle açılan yaylım ateşine doğru ilerlemiş ve askerlerin yüzde 80'i ölmüştü. Alman tarafı ise hiç kayıp vermemişti. Bu durum her şeyi açıkça ortaya koyuyordu. Ama İngilizler anlamamıştı. Bir yıl kadar sonra Sir Douglas Haig Savaş Dairesi'ne bir mektup yazıp "Makineli tüfekler abartılmış silahlardır. Her mangaya iki silah yeterlidir" dedi. Ancak eğitimlerde askerler süngülü makineli tüfek alımları için bastırdılar. Cesaretin ateş gücüne üstün gelebileceği fikri bir milyon askerin kaybından sonra giderek zayıflamaya başladı.


Cesaret bir asker için önemlidir ancak bunu mantık kurallarının üzerine çıkarmak ve eski tip tüfeklerle askerleri savaşa sokmak sadece ve sadece Birinci Dünya Savaşı'nda ateş hattının çok daha gerisinde durup emirler veren kumandanlara makul geliyordu.



Alıntıdır.

Mardin

 


HABİL (m.ö.?)

 


Yeryüzünde ilk cinayet, Hazreti  Adem'in oğullarından Kabil'in, kardeşi Habil'i öldürmesiyle işlenmiştir. Kabil katillerin önderi olması itibariyle, kıyamete kadar haksız yere cana kıyan bütün katillerin günahının bir mislini de yüklenecek olan bedbaht bir insandır. Bu konuyla ilgili olarak Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:


"Haksız yere öldürülen her insanın kanının günahından, Adem'in oğlu (Kabil hesabına) bir pay ayrılır. Çünkü bu cinayeti âdet edinenlerin önderi odur."


Kaynaklarımızda belirtildiği üzere Kabil'in kardeşini öldürmesinin sebebi kıskançlık idi. O, kendisinin evlenmek istediği kızın Habil ile evlendirileceğini anlayınca kardeşine karşı büyük bir kin ve nefret duymuştu. Hadisenin tafsilatıyla ilgili verilen bilgilere göre Hz. Adem ve Havva Cennet'ten çıkartılıp yeryüzüne indirildikten sonra yüce Allah onlara bir çok oğullar ve kızlar verdi. Hz. Havva her batında bir erkek, bir de kız olmak üzere ikiz çocuklar doğurdu. Bunlar gençlik çağlarına eriştiklerinde ilk doğan ikizlerden erkek olan, daha sonra doğan ikizler içindeki kız ile evleniyor; ilk doğan kız ise ikinci batında doğan erkek ile evleniyordu. O günler içinde yeryüzünde başka insan olmadığı için bu bir süre böyle devam etmek zorundaydı. Kabil kendi ikizinin daha güzel olması sebebiyle, Habil ile doğan  kızı  almak  istemedi ve babasının emirlerine aykırı hareket ederek kendi ikizi ile evlenmek istediğini bildirdi. Çıkan anlaşmazlık üzerine Hz. Adem onların Allah'a birer kurban takdim etmelerini emretti. Böylece kimin kurbanı kabul edilirse onun haklı olduğu anlaşılacaktı.  Daha çok hayvancılıkla meşgul olup ailenin koyun sürüsünü gütmekte olan Habil,  Allah'a takdim edeceği kurban için, koyunları içinde en değerli olan bir koçu seçip ayırdı.  Ziraat işleriyle meşgul olan Kabil ise yüreğini bürüyen kıskançlık ve inkâr sebebiyle takdim edeceği kurbana ehemmiyet vermeyip değersiz bir takım şeyler sundu. Neticede Allah Habil'in kurbanını kabul edip de bu meselede Kabil'in haksız olduğu anlaşılınca onun inkâr ve sapkınlığı daha da arttı ve bulduğu ilk fırsat Habil'i katletmeyi düşündü. Üstelik kendisinden daha güçlü ve kuvvetli bir kimse olan kardeşini uyurken, başına vurduğu büyük bir taşla öldürmeyi planlayıp sonunda da bu menfur emelini gerçekleştirdi. Habil, koyunlarının arasında, bir ağacın dibinde uyurken ona yaklaştı ve yerden aldığı büyükçe bir taşı, kin ve hırs içinde kardeşinin başına vurup onu katletti. Böylece yeryüzünde ilk kan dökülmüş, ilk cinayet işlenmiş oluyordu. Kabil, kardeşinin kanlar içinde uzanan cesedini ne yapacağını ve nasıl saklayacağını düşünürken bir karganın ölü olan başka bir kargayı toprağa gömdüğüne şahid olmuş, "Eyvah bana! Bir karga kadar olamadım!" demiştir.


Hazreti Âdem'in oğulları ile ilgili bu kıssa Kur'anı  Kerim'de şöyle anlatılmıştır:


"Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden) "Andolsun seni öldüreceğim" dedi. Diğeri de, "Allah ancak kendinden korkanların kurbanını kabul eder " dedi. "Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan bile ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın.  Zalimlerin cezası işte budur" dedi.

Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti de onu öldürdü.  Bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazık bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi oldum" dedi ve ettiğine yananlardan oldu.

(Mâide  Sûresi:27-31)


Kabil, Habil'i öldürdükten sonra istediği kızı da kaçırarak baba ocağından ayrılmıştır. Gittiği yerde nesli çoğalmış, ayrı bir kabile oluşturmuştur. Hazreti Adem'in diğer çocukları onlarla temas kurmaktan uzun süre sakınmışlarsa da daha sonra, kendilerine gönderilmiş olan peygamberlerinin sözünü dinlemeyerek Kabil oğullarının yurduna gidip gelmeyi ve orada işlenen suç ve günahlara bulaşmayı adet edinmişlerdir.  Hazreti  Şit aleyhisselâmın bu konuda kavmini uyarıp ikaz ettiği, hatta küçük bir ordu tertipleyerek Kabil oğullarıyla savaşa tutuştuğu rivayet edilmiştir.


Yine bazı kaynaklarda ve tefsirlerde ifade edildiğine göre Kabil,  ateşe tapanların da önderidir.  O, bulunduğu bölgede büyük bir ateşgede kurmuş, çocuklarının burada yanan ateşe tapınmalarını istemiştir. İyice yaşlandığı bir sırada, âmâ olarak doğmuş olan öz oğullarından  biri  tarafından,  başına  fırlatılan  taş sebebiyle  öldürülmüştür.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

 

YAZAN: AHMET EFE 


28 Şubat 2023 Salı

Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-5


Ölüler Diyarı


Altay halklarının ölümden sonraki hayata dair tasavvurları, cenaze defin adetlerinden anlaşılabilir. Ölen kişinin yanına yiyecek, giyecek, gündelik ev hayatıyla, mesleğine yönelik alet ve edavatın, silahların hâtta evcil hayvanların konuluyor olması, bütün bunların öbür dünyada da kullanılacağına ilişkin bir inancın hakim olduğunu göstermektedir. Potanin, Altaylıların kişinin öbür dünyada aynı bu dünyada yaşadığı şekilde yaşayacağına, yâni orada da hububat ekip, hayvan yetiştireceğine, sığır eti yiyip, içki içeceğine inandıklarını aktarırken, bu konuda bir Abakan Tatarı geçirdiği ağır bir hastalık esnasında ölen akrabalarının çadırlarını ve kıyafetlerini gördüğünü anlatmıştır. Buryat inançlarına göre, ölen kişinin ölüler ülkesinde sahip olacağı yiyecek, kıyafet v.b. yaşayan akrabalarının cenaze töreninde onun için hazırlamış olduklarından ibarettir ve ölen kişi bu dünyada sahip olduklarıyla orantılı olarak, ölüler ülkesinde de yayan, at sırtında veya arabası ile dolaşacaktır. Yine aynı inanışa göre, ölen kişiler de öbür tarafta düğün ve benzeri kutlamalar yaparlar. Marco Polo, Moğollardan bahsettiği seyahâtnâme notlarında, oğlu ölen bir aile ile kızı ölen bir ailenin bir araya gelip ölmüş çocuklarını evlendirdiklerini anlatır. Bu evlilik töreni için ölen kişilerin resimleri çizilip, bu resimlerin yanına ayrıca kıyafet, hayvan ve para resimleri ilâve edilip, sonrasında bu resimler ve evlilik mukavelesinin yazılı olduğu kağıt hep beraber yakılır. Moğollar, ateşin bu çeyizi öbür dünyaya ileteceğine ve bu sayede ölen kişilerin ölüler diyarında evlenebileceğine inanırlar. Bu törenden sonra, her iki aile artık sanki çocukları bu dünyadayken evlenmişlercesine akraba kabûl edilirler. Teleütler de, bu dünyada dul bir kadınla evlenen erkeğin, diğer hayatta yalnız kalacağına, zira dul kadının öbür dünyada ilk eşine geri döneceğini anlatırlar. Buna benzer bir tasavvur Kafkasyadaki Çeçenler arasında; ikinci evliliğini yapan bir kadın öldüğünde, ilk kocasının akrabaları kadının cenazesini alıp, onu ilk eşinin mezarına defnetme şeklinde görülür.


İnsanların ölüler diyarında da bu dünyadayken uğraştıkları meşgalelerle uğraşacaklarına, meselâ, bütün büyü aletleri ve davulu ile gömülen bir şamanın, ölüler ülkesinde de aynı görevine devam edeceğine inanılır. Buryatlarda bu düşünce tarzı, zanaatkârın bütün iş aletleri kendisine eşlik eder, kâtibin kalemi veya terzinin iğnesi ölüler ülkesinde yanında olur. Hâtta inanışa göre çok becerikli ve ehil zanaatkârlar erken ölürler, zira ölüler ülkesinin efendisi onlara ihtiyaç duyar. Tunguzlar da ölüler ülkesine gittiklerinde, yine çadırlarda oturup ava çıkacaklarına ve uçsuz bucaksız ormanlarda ren geyiği yetiştireceklerine inanırlar.


Golde şamanlarının cenazeyi öbür dünyaya (buni) götürürken yaptıkları ayin ve bu ayinlerde söyledikleri ilâhiler, Goldelerin de bu konuda benzeri inanışlara sahip olduklarını gösterir. Bu ilâhilerde şaman, ölüler ülkesine yapılacak yolculuğun zorlukları ve tehlikelerini anlatırken, yer altı dünyasına giden yolun geçtiği bazı yer isimleri sayar. Buna göre ilk başlarda, öte tarafa bu geniş bir yoldan gidilir, sonra bir yol ayrımına gelinir ve burada Goldelerdeki kabile sayısı kadar sapılabilecek yol vardır. Daha sonra karşılarına geniş bir nehir çıkar ve ancak tecrübeli ve zeki bir şaman eşlik ettiği ruhu karşı kıyıya başarıyla ulaştırabilir. Nehrin öte yakasında önce yakınlarda yerleşim olduğuna dair ufak tefek emareler-kırık bir dal, kesilmiş bir ağaç, ayak izleri v.b. görülür, şaman bunlardan ölülerin köyünün çok uzakta olmadığını anlar, sonra köpeklerin havlamaları duyulmaya başlar ve en sonunda kulübeler, tüten bacalar ve ren geyikleri görülür.


Ölüler ülkesine giderken bir yol ayrımıyla karşılaşılmasının sebebi, Golde kabilelerinin ayrı ayrı yerlerde yaşamalarıdır. Tabii olarak yaşadıkları bölgelere göre her kabilenin yaşadığı bölgede geçilen yol, dağlık, bataklık veya ormanlık olabileceği gibi, karşılaşılan zorluklar da buna göre değişmekte, hâtta yolculuk köpeklerin çektiği kızaklar veya ren geyiği sırtında gerçekleşmektedir. Yolculuk esnasında tasvir edilen manzaralar genellikle bu dünyadaki manzaraların eşdeğeri olup, ölüler ülkesinde hayat buradakine nazaran daha kolay, tabiat çok cömert ve bereketlidir, ava veya balığa çıkıldığında eli boş dönülmez.


Troschtschanskiy’nin anlattığı Yakutların yeraltındaki ölüler ülkesi de Goldelerinkine benzer; Yakutlar arasında anlatılan bir efsaneye göre bir avcı bir geyiği takip ederken yolunu kaybedip, yanlışlıkla yeraltında ölüler ülkesine girer. Orada aynı Yakutlar gibi görünen, yaşayan ve Yakutça konuşan kendilerinden tek farkı çok daha ufak olan insanlar görür. Bu yeraltı ülkesindeki her şey, çadırlar, hayvanlar hâtta ağaçlar da aynı şekilde çok daha ufaktır. Ruhların boy olarak küçük varlıklar oldukları inancı pek çok Avrasya halkları arasında görülen ortak bir inançtır. Pripuzov, Yakutların ölüler ülkesindeki ruhların da bu dünyadaki eski sahipleri gibi kabile ve boylar hâlinde yaşadıklarını ve ölüler ülkesine akarsu üzerinden yürünebileceğini anlatır. Yakut efsanelerine göre, ölüler ülkesi Kuzeyde yer almakta ve Yakut dilinde “Kuzeye doğru” veya “aşağıya doğru” kelimeleri aynı anlamı ifade etmektedir. Bu ifade tarzına sadece Lena nehri kıyısında değil, Yenisey ve Ob nehirlerinin vadilerinde de rastlanmakla, bu büyük nehirlerin Kuzeye akıyor olmalarıyla alâkalı olabilir. Bunun dışında yön olarak Kuzeyin aynı zamanda gecenin yönü olarak tasavvur edildiği ve bu sebeple ölüler ülkesi tasavvuruna oldukça uygun düştüğünü de belirtmek gerekir. Turuhansk bölgesi Tunguzları bana; eğer çadırın kapısı Kuzeye yapılacak olursa, ölmüş akrabaların gelip rahatsız edeceklerini, bu sebeple çadırların kapısının Güneye bakması gerektiğini anlatmışlardı. Ölülerle ilişkili olduğuna inanılan bir diğer yönse Batı yönü olup, cenazenin başı Batıya gelecek şekilde gömülür veya ölülere kurban kesilirken yine Batıya dönülür.


Kuzey Sibirya halklarının ilkel dünya görüşleri, Yakutlara komşu topraklarda mukim olan Yukagirler arasında da ölülerin bu dünyadakilere benzeyen çadırlarda ve yine kabileler (boylar) hâlinde yaşadıkları inancı taşımalarıdır. Ölen kişi, ölüler ülkesine gittiğinde, oraya daha önce gitmiş olan akrabalarının yanına varıp, onlar gibi yaşayan akrabalarının “koruyucu ruhu” olur. Yukagir şamanlarının ilâhilerinde ölüler ülkesi, geniş bir suyun ardında olup, kendileri de aslında bir “gölge varlık” olan ölüler, orada hayvanların “gölgeleri”ni avlarlar.


Altay halkları genel olarak bu “gölgeler dünyası”na, yeraltı dünyası değil, “Öbür dünya” (Atku doidu) veya “diğer ülke” (Ol jär veya Pakša jär) adını verirler. Ölüler ülkesinin en önemli özelliği, her ne kadar her şey aynı bu dünyadaki şekliyle kurgulanmış olsa da, aslında aynı şey olmadığıdır. Schrenk, Olçelerin ölüler ülkesini (Bun) anlatırken, orada da insanların muhtelif halklar, boy, kabile ve aileler hâlinde birarada yaşadıklarına inandıklarından, ölüler ülkesinde ay, güneş ve yıldızlar ve Olçelerin vatanında olduğu gibi Amur nehri ve dağlar vardır, hayvanlar ve bitkiler de insanların dünyasındaki gibidir. Ölüler ülkesinin bu dünyadan farkı, orada her şeyin buradakinin tersi olmasıdır, yâni bu dünyada gündüzken, ölüler ülkesinde gece olduğunda, ruhlar uyumaya giderler, burada yaz iken, ölüler ülkesinde kış mevsimidir. Bu dünyada ava çıktığında fazla balık veya ayı avlayamayan avcı, orada çok daha fazla avlayacaktır. Schrenk, bunun dışında Olçelerin ölüler ülkesinin yeraltında olmadığını da kaydeder.


Öbür dünyadaki her şeyin bu dünyadakinin tersi olduğuna dair inanç şekline, diğer Altay halkları arasında da rastlarız. Meselâ, Beltirlerde defin töreninde ölünün sol eline bir şişe içki konulur, eğer at kurban edilmişse, atın dizginleri de ölünün sol eline tutuşturulur. Bunun ardında yatan inanç, öbür dünyada sol elin sağ el hâlini geleceği düşüncesidir ki, yapılan muhtelif mezar kazılarında buna ilişkin pek çok örneğe rastlanmıştır. J. R. Aspelin, Kuzey Rusya’daki Ananjino kazılarında açılan bir kahramanın mezarında bulunan ölünün hançerinin bedenin sağ tarafında takılı olduğunu aktarır. Aynı kazı bölgesinde araştırmalar yapmış olan Hudjakov da, mezarlarda gördüğü bazı taş üzerine kazınmış resimlerden bahseder. Bölge halklarında silâh, geleneksel olarak solda taşınmasına rağmen, bu resimlerde silah sağ tarafta olarak resmedilmiştir. Hudjakov, bu konuda Çuvaşların günümüzde hâlâ devam ettirmekte oldukları bir geleneğe dikkât çeker. Bu gelenekten olmak üzere ölen kişinin kıyafeti, yaşayanların yaptıkları gibi sağ taraftan değil, sol taraftan iliklenirken, bıçak da kemerinin sağına asılmaktadır. Kılıç veya hançerin ölünün sağında değil de, solunda bulunması, ölenin yaşarken solak olduğuna işaret etmektedir.


Bu dünyada gündüzken, ölüler ülkesinde gece, burada gece iken de orada gündüz olduğu tasavvuru oldukça yaygındır. Ölülerin geceleri dolaştıkları inancı buradan kaynaklandığı gibi, ölüleri anma törenleri de bu sebeple geceleri düzenlenir. Olçeler gibi, Somoyedler de ölüler ülkesinde ayrı bir ay ve güneşin olduğuna inanırlar. Lehtisalo’nun aktardığına göre Samoyedler, ölüler ülkesinde güneşin Batıdan doğup, Doğudan battığına inanırlar ve Batı ölülerin yönü, Doğu da yaşayanların yönü olarak kabûl edilir. Öbür dünyanın nehirleri de bu dünyadaki nehirlerinin bir nevi yansıması olup, akış yönleri bu dünyadakilerin tersinedir. Bu inanç, Kazak Kırgızlarının ölünün atını eyerlerken eyeri ters takmaları şeklinde tezahür eder.

Katanov’un belirttiğine göre, Beltirler benzeri şekilde bu dünyada ters olduğuna inanılan her şeyin, ölüler ülkesinde düzeleceğine inanmaktadırlar. Ölülerin mezarlarına bırakılan kayık, araç gereç, kap gibi eşyaların ters olarak konulmasının sebebi buna dayanmaktadır. Aynı gözlemlerde bulunan Karjalainen, Ostyakların “kazan ve tabakları mezara ters koyduklarına” dikkât çeker. Lehtisalo’nun anlatılarına göre Jurakların ölüler ülkesi, bizim dünyamız gibidir; ancak insanlar orada ters dururlar ve çadırların veya ağaçların tepeleri de bizim gözlerimize yere dönük duruyormuş gibi görünürler. Benzeri bir tasavvura ise bizzat kendim Yenisey halk inançları arasında rastlamıştım ki, bunlardan Laponlar da yer altı dünyasını ters bir şekilde tasavvur ediyorlardı. Lundius, “Descriptio Lapponiae” adlı eserinin altıncı sayfasında bir Lapon şamanının trans hâlinden çıktıktan sonra, kendisine “yer altında ters durup, yürüyen bir halk olduğunu” anlattığını aktarır. Yeraltı dünyasının ormanları, dağları, ırmak ve gölleriyle yeryüzünün birebir aynısı olduğu düşüncesi, aslında yeraltı dünyasının bu dünyanın bir yansıması olarak tasavvur edildiğini ortaya koymaktadır. Bu hususta yapmış olduğum çalışmalardan birisi, yeraltı dünyasına atfedilen bütün bu özelliklerin aslında su yüzeyinde görülen yansımadan esinlenerek, tahayyül edildiğini ortaya koymaktadır. Ölüler ülkesinin “aşağılarda” veya “suyun ardında” bir yerlerde tasavvur edilmesinin temelinde de muhtemelen bu yatmaktadır.


Göğün katlarının karşılıklarının yeraltında da varolduğuna dair Tatar inançları, aslında bu “yansıma dünya” veya “yeryüzünün yansıması” diye adlandırabileceğimiz tasavvurla ilgilidir. Radloff, Altay halklarının dünya görüşlerinden bahsederken, “gökyüzü, ışığın imparatorluğu on yedi katmandan, yer altı, yâni karanlığın imparatorluğu ise yedi veya dokuz katmandan oluşur” diye anlatır. Muhtemelen bu inançların en eski hâllerinde, yeraltı ve gökyüzündeki katmanların sayısı birbirine eşit olup, bu sayı yeraltı için şimdi belirtilen sayı idi. Altayların başka bölgelerinde yedi veya dokuz katlı gökyüzü tasavvuru görülür ve Tatarların dünya görüşünde yer alan bu çok katlı evren tasavvuru Vasyugan Ostyak inançlarında bir şamanın; “yerin ihtiyarı”nın yanına gideceği zaman, yeraltının yedi katından geçmek zorunda olup, bu katların her birinde “yerin ihtiyarı”nın bir muhafızı yaşamakta olduğu biçimde geçer. Turuhansk bölgesi Samoyed efsanelerinde birbirinden suyla ayrılmış olan yedi katlı-kimi zaman da dokuz katlı- bir yer altı tasavvuru Anutsin’in anlattığına göre, aynı inanç Yeniseylerde de mevcut olup, yeryüzünün altında dev bir mağara olup, insanların yaşadığı yeryüzü, bu mağaranın tavanını meydana getirir ve mağarada alt alta yedi kat vardır. Beltir, Karagasse ve Karginzler gibi bazı Tatar kabileleri arasındaysa, hem yeraltının hem de göğün üç katı vardır.


Tunguzların inançlarında yer almayan ve Yakutlar hakkındaki hiçbir kaynakta da bahsi geçmeyen bu çok katmanlı yer altı dünya tasavvuru, hiç şüphesiz yabancı kültürlerin etkisiyle sonraki dönemlerde Sibirya Tatarlarının inanışları arasına girmiş olmalıdır.

Altay Tatarları, dünyadaki insan ve hayvanlara hastalıkları gönderen bir yeraltı ruhuna da inanırlar. Ölüleri kendi etrafına toplayan bu ürkütücü ruh, atletik vücutlu, dizlerine kadar inen sakalı, kömür siyahı gözlü olarak tarif edilen, “Erlik”dir, ancak bu isim kullanılmaz, onun yerine “Kara nämä” (siyah şey) adı kullanılır. Erlik’in yer altı dünyasının denizlerinde küreksiz bir tekne ile gezdiği veya kara bir boğanın sırtında dolaştığı, yüzünün geriye baktığı anlatılır. Elinde kırbaç yerine, bir yılan veya yarım ay şeklinde bir balta vardır. Dokuz nehrin birleşip “Toibodym” isimli tek bir nehre dönüştüğü yerdeki karanlık sarayı “Örgö” de yaşar. İnsanların gözyaşlarından oluşan bu nehrin üzerinde bir at kılı inceliğinde bir köprü vardır ve ölülerden biri bu köprüden kaçmaya kalkacak olsa, sendeleyip aşağıya düşer ve dalgalar onu yine ölüler ülkesinin kıyılarına atar. Toibodym ırmağında korkunç yaratıklar yaşar ve Erlik’in sarayını korurlar. Bir başka efsaneye göre de Erlik’in sarayı “zengin deniz”in (Bay tengiz) kıyısında bulunmaktadır. Erlik’in yanına giden, ayinlerde şamanların da geçtikleri yol engellerle (pudak) doludur. Bu engellerin neler olduğuna dair eldeki kaynaklarda yeterli bilgi olmamakla birlikte, muhtemelen şamanların Baş Tanrı’nın yanına çıkarken aşmak zorunda oldukları engellere tekabül eden zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Wusjagan Ostyaklarının şamanı, Erlik’in yanına ulaşabilmek için yedi yer altı katından geçmesi, yer altı dünyasının yerüstü dünyasının örnek alınarak kurgulandığını ortaya koyar. Erlik’in yedi veya dokuz oğlunun olması da, Gök Tanrı’nın oğullarının sayısı ile paralellik gösterir. Kimi zaman Erlik’in hizmetkarları (älčizi) de denilen ve isimleri bölgeye göre değişebilen bu “oğullar”, huzursuz ruhlardan (Körmös) oluşan bu sürüyü idare eder, şamanın yer altı dünyasına yaptığı seyahâtte ona yardımcı olur ve şaman ile Erlik arasında aracılık yaparlar. Ancak en yetenekli şamanların Erlik’in yanına çıkabileceğine inanılır. Erlik’in oğullarının aynı zamanda insanların evlerini kötü ruhlardan koruduklarına da inanılır. Her kabilenin (Sök) koruyucusu olarak kabûl ettiği bir veya iki tane “oğlu” vardır. Burada kabilenin koruyucusu olan ruhlar ile Erlik’in oğulları-veya hizmetkârları-inançları içiçe geçmiş görünmektedir. Vasyugan Ostyakları’nın inanışlarında ise, “yerin ihtiyarı”nın muhafızlarının her biri ayrı bir katta yaşamakta ve göğün her katında bulunan muhafızlara karşılık gelmektedirler. Erlik’in en çok bilinen oğullarının isimleri “Karaš”, Ksrsy Han”, “Temir Han”, “Padys pi”, “Pai mãttyr” olup, bunların arasında en çok bahsi geçen ilkidir. Kara deriden hazırlanıp, üzerine dokuz kurdele takılan figürüne “čalũ” adı verilir ve bunlar iki çubuk üzerine takılarak, genellikle çadır kapısının sol tarafına yerleştirilir. Şamanların Erlik’e dua edip, ona niyazda bulundukları tam bu noktadan yer altı seyahâtine başladıkları anlatılır. Erlik’in resmi veya heykeli yapılmaz, ama ona ve oğullarına kurban edilecek kara boğa veya kara inekler, genelde köyün kuzeyinde kurban edilir. Anohin, Erlik’e verilen kurbanlar arasında atın olmadığına özellikle dikkât çekmektedir.

Erlik’in efsanelerde dokuz –kimi yerlerde sekiz- kızı olduğu anlatılır ki, bu da Gök Tanrı’nın dokuz kızına karşılık gelmektedir. Asli görevlerinin ne olduğu bilinmemekle beraber, oyunları ve danslarıyla yeraltına seyahât eden şamanların dikkâtlerini dağıttıkları ve Erlik’e götürdükleri kurbanları ellerinden almaya çalıştıkları anlatılır. Şaman şarkılarında bu kızlar, esmer, siyah saçlı, şehvetli varlıklar olarak tarif edilirler. Bazı şarkılarda Erlik’in oğlu “Pai mãttyr”ın dokuz kızından bahsedilir ve bu kızlar kara yılanlarla karşılaştırılır. Muhtemelen bu şarkılardaki kızlar da Erlik’in bu dokuz kızıyla aynı varlıklar olmalıdır.


Altay halklarının dualarında “Erlik Baba” diye geçen Erlik, Minussinsk Tatarları arasında “İrle Han” veya “İlkan” adıyla, Buryatlarda da “Erlen Han” adıyla karşımıza çıkmaktadır. Potanin, Kuznetski Tatarlarının (Teleütlerin) Erlik’e “Adem” adını verdiklerini ve onu aynı zamanda ilk insan olarak kabûl ettiklerini aktarır. Hiç şüphesiz burada tarif edilen varlık, Hind mitolojisindeki Yama’dır. İnanışa göre Yama, ilk ölen kişi olarak ölüler ülkesinin efendisi olmuştur ve mavi bir öküze biner. Altay halklarında görülen “ölüler ülkesinin efendisinin yüzünün geriye baktığı” inancına, eski Mısırlılarda da rastlarız. Mısırlılardan kalma resimlerde, yeraltı dünyasının kayıkçısı, kayığında yüzü arkaya bakar durumda resmedilmiştir. Yakutların inanışlarındaki yeraltı dünyasının efendisi olan “Arsan duolai” da, Erlik ile aynı varlıktır. Priklonskiy’nin aktardığına göre Yakutların “Yeraltı Prensi”ne “Bukhar dodar”da denilmekte ve Erlik gibi bir boğaya bindiği, maiyetinde sekiz tane şeytan olduğu anlatılır. Karakırgızların “Arman”ı ise, Pers mitolojisindeki “Ehriman”ın yansıması olup, kötü ruhlar Arman’ın emrinde ve yeryüzüne hastalık, afet, kıtlık yılları gibi belâları o musallat eder. Yukarıda bahsi geçmiş olan at kılı inceliğindeki köprü tasavvuru da Pers inanışlarından geçmiş olmalıdır.

Lopatin, Goldelerin dini inançlarında günahla, ölümden sonra günahların bedelinin ödenmesi kavramının olmadığını anlatır. Altay halklarının en eski inanç sistemleri için genelde durum budur ve yabancı dini inançların tesirine maruz kalmayan topluluklar için bu, bugün de geçerlidir. Buna mukabil, Baykal gölünün Doğusunda, Transsibirya havalisinde yaşayan Tunguzlar, insanın ölümden sonra ruhunun tartılacağı ve bu terazinin kefelerinde ağırlık olarak beyaz ve siyah taşların olduğu inancı taşırlar. Buna göre eğer beyaz taş hafifse, ölen kişinin ruhu gökyüzüne yükselir, eğer siyah taş daha hafifse, kişinin ruhu yeraltına gider. Yeraltına giden ruh, önce koyu gri renkli, soğuk ve karanlık bir uçuruma, sonra da asla sönmeyen bir ateşin içine atılarak cezalandırılır. Ruhun tartılması kavramı, eski Mısırlılarda da vardı. Radloff, Altay halklarının inançlarına dair kaleme aldığı eserinde, Altaylıların, günahkârların ruhlarının yeraltında kaynar katran dolu kazanlara atılacaklarına inandıklarını aktarır ki, bu inanç İdil havzası halkları arasında da mevcuttur. Bilindiği üzere bu tarz tasavvurlar, müslüman ve hıristiyan inancında da yer alır.


Ölüler ülkesinde günahların cezalandırılması fikrine, yer altı ülkesinde geçen bazı destanlarda rastlarız. Mu-monto isimli bir kahramanın babası için yeraltı ülkesine gidişinin anlatıldığı bir Buryat efsanesi buna iyi bir örnek teşkil eder: Yer altı ülkesine gitmek için, Mu-monto, yola çıkan Kuzeye doğru yürürken, yolda büyük siyah bir taşa rastlar, onu yerinden kaldırarak “gel buraya” diye seslenir. Bir anda önünde açılan bir yarıktan bir tilki çıkar ve Mu-monto’dan kuyruğunu tutmasını ister. Tilkinin kuyruğunu sıkıca yapışan Mu-monto, onun peşinden yeraltı ülkesinin derinliklerine iner ve yolda çok ilginç şeylere şahit olur; çıplak kayalıkların tepesinde besili atlar, mümbit çayırlarda ise zayıflıktan acınacak halde kemikleri çıkmış atlar, bir başka yerdeyse ağızları dikilmiş kadınlar görür. Kaynayan katran dolu bir kazanın içinde memurlar ve şamanlar debelenmektedirler. Biraz daha ilerlediğinde, elleri ayakları bağlanmış erkekler ve dikenli çalılara sarılan çıplak kadınlar görür. Bir başka yerde ise çok fakir göründükleri hâlde aslında mutlu, ama çok zengin görünüp de açlıktan kıvranan kadınlarla karşılaşır. Onlara, bunu sorduğunda; fakir görünümlü kadının hayattayken insanlara hep yardım etmiş olduğunu ve o yüzden burada mutlu olduğunu, zengin görünümlü olanların ise, hayatlarında cimri ve katı kalpli olup, şimdi bu sebeple açlık çektiğini öğrenir. Dikenli çalılara sarılan kadınlar, hayatta iken hafif meşrep olup, kocalarına sadık kalmayan kadınlardır. Elleri ve ayakları bağlı olan adamlarsa, hayattayken hırsızlık yapan adamlardır. Kaynayan katran kazanlarında cezalandırılanlar, dürüst ticaret yapmayanlar, ağzı dikilmiş kadınlar da, başkaları hakkında yalanlar, dedikodular yayan kadınlardır. Çıplak kayalardaki besili atlar, hayatta iken iyi bakılmış ve semirmiş olan atlar, mümbit çayırlardaki zayıf hayvanlar ise, hayatta iken doğru dürüst bakım ve yiyecek yüzü görmemiş atlardır.


Castrén’in Saya bozkırlarından derlemiş olduğu bir Tatar efsanesinde yer altı ülkesi benzer bir şekilde tarif edilir. Bu efsanede, “Yeraltı ülkesinin” efendisi İrlek Han’ın kızının kara bir tilki suretine bürünerek, yeryüzüne çıkıp kötülükler yapmasından bahsedilir. Komdei-Mirgän adında bir yiğit bu tilkinin peşine düşer, ama tilki adamın yolunu kaybetmesini sağlar ve bu arada adamın ayağı kırılır. Akabinde yeraltından Djilbegän adında dokuz başlı bir canavar çıkar, canavar kırk boynuzlu bir boğanın sırtına binmektedir. Bu canavar, kahramanın başını koparıp, yeraltındaki evine götürür. Kahramanın kız kardeşi Kubayko, ağabeyinin cenazesinin ağıt yakmak için geldiğinde, ağabeyinin başının olmadığını görüp, başını geri getirmek için yeraltına inmeye karar verir. Kubayko canavarın izlerini takip ederek, İrle Han’ın ülkesine giden geçidi bulur. Bu geçitten aşağı indiğinde çok ilginç şeylerle karşılaşır. İlk gördüğü şey, bir kadının hiç durmadan bir kaptan başka bir kaba biteviye süt boşaltmasıdır. Biraz daha ilerlediğinde, üzerinde ne bir tutam otun, ne bir damla suyun olduğu çorak bir yerde bir at bağlanmıştır, ama at buna rağmen oldukça bakımlı ve sağlıklı görünmekte, bir başka yerdeyse acınacak kadar zayıf ve çelimsiz bir at, yeşil çayırların ortasında bir su kaynağının yanında otlamaya çalışmaktadır. Daha ileride yarım bedenli bir insanın, bir ırmağa set örmeye çalıştığını görür, hâlbuki bedeni tam bir insanın bile yapamayacağı bir iştir bu. Kubayko, yoluna devam ederek, yeraltı ülkesinin daha da derinliklerine iner. Uzaklarda bir yerden çekiç sesleri gelmektedir, bu sese yaklaştığında kırk adamın demir döverek, 40 çekiç, 40 testere ve 40 tane maşa yaptıklarını görür. Canavarın izlerini takip ederek, en sonunda İrle Han’ın kırk köşeli taş sarayına ulaşır. Saray, çok yüce bir dağın eteklerinden akan bir nehrin kıyısındadır. Sarayın girişinde hepsi aynı kökten çıkan dokuz tane karaçam vardır. Ölüler ülkesinin dokuz prensinin atları burada bağlıdır ve Kubayko da atını buraya bağlar. Atını bağlarken, ağacın üzerinde şu yazıyı görür: “Tanrı Kudai, yeri ve göğü yarattığı sırada bu ağacı da yarattı ve bugüne kadar yaşayan hiçbir insan veya hayvan bu ağacın yanına gelememiştir”. Bu sözleri okuduktan sonra Kubayko, ölüler ülkesinin efendisinin sarayına girer ve kapıyı arkasından kapatır. İçerisi zifiri karanlık olduğu için Kubayko yönünü şaşırıp, görünmeyen ellerin kendisine saldırıp yakalamaya çalıştıklarını farkeder. Kubayko, kendisine saldıran bu azap cinlerini/ruhlarını yakalamaya çalışır, ama bu ruhların bedenleri olmadığı için başaramaz ve korkuyla bağırır. Bunun üzerine önünde bir kapı açılır ve kapıdan sızan ışıkta yeraltı ülkesi beylerinin reisinin (Ataman) kendisine doğru geldiğini görür. Ataman, Kubayko’yu görünce hiçbir şey demeden geriye döner ve Kubayko’da onu takip eder. Önce bazı boş odalardan geçip, sonra içinde insan benzeri varlıkların olduğu odalara gelirler. Odalardan birisinde büyük bir şevkle yün eğiren yaşlı bir kadın, diğerinde hiçbir şeyle meşgûl olmayan ama bir türlü kursaklarından geçmeyen bir şeyi yutmaya çalışan kadınlar, üçüncü odada hepsinin boyunları ve ellerinde büyük taşlar bağlı, harekete edemeyen orta yaşlı kadınlar, dördüncü odada boğazlarından bir iple direğe bağlanmış erkekler, beşincisinde mızrakla delik deşik edilmiş, yaralarının acısıyla bağırıp yalvaran silâhlı adamlar, altıncı oda da elleri bıçaklı, benzeri sesler çıkaran yaralı erkekler, yedinci odada havlayan kuduz köpekler ve bu köpeklerin ısırdığı kuduz insanlar, sekizinci odada ise, evli çiftler yatmaktadırlar. Ancak, örtülerin her biri dokuz kuzu derisinden olmasına rağmen, yine de bu çiftlerin üzerini tam örtmeye yetmediğinden, karı koca birbirleriyle örtüyü kendi üzerlerine alma yüzünden kavga etmektedirler. Dokuzuncu odada, küçük bir örtünün altında oldukça sakin bir şekilde uyuyan bir başka çift vardır; örtüleri tek bir kuzu derisinden ibaret olmasına rağmen, karı koca bununla yetinmekte ve geçinip gitmektedirler. Neredeyse bir bozkır büyüklüğünde olan onuncu odada ise, reisleri İrle Han ve diğer sekiz “Ölüler Ülkesi” Beyi oturmaktadır. Kubayko, saygıyla eğilip, beyleri selamladıktan sonra, onlara; hizmetkârları olan Djilbegän’in neden ağabeyinin başını kesip götürdüğünü sorar. Beyler, Kubayko’ya; Djilbegän’ın bunu kendilerinin emriyle yaptığını ve Kubayko yeryüzüne çıkıp onlara “yedi boynuzlu koçu” getirdiği takdirde, ağabeyinin başını kendisine geri verebileceklerini söylerler. Bu “yedi boynuzlu koç” toprağa o kadar gömülmüştür ki, sadece boynuzları görünmekte ve onu oradan sökerek, çekip çıkartmak gereklidir. Cesur ve gözüpek bir genç kız olan Kubayko, şartı kabûl etmesiyle, “Ölüler Ülkesinin” beyleri onu alıp, her biri insan başlarıyla dolu dokuz odadan geçirirken, orada ağabeyinin de başını gören Kubayko ağlamaya başlar. Onuncu odada, bahse konu olan toprağa gömülü koç bulunmaktadır. Kubayko birkaç deneme yaptıktan sonra var gücüyle koçun boynuzlarına asılır ve üçüncü çekişinde hayvanı topraktan çekip çıkartmayı başarır. Kubayko’nun ne kadar güçlü bir kız olduğunu gören beyler, onu takdir ederek, söz verdikleri üzere ağabeyinin başını ona geri verip, onu girişteki karaçam ağacına kadar geçirirler. Kubayko atına biner ve ölüler ülkesinin beylerinden kendisine eşlik etmelerini ister. Dönüş yolunda onlarla sohbet ederken, “Ölüler Ülkesinin” beyleri ona gördüklerinin anlamını tek tek anlatmaya başlarlar: “Görmüş olduğun o hiç durmadan bir kaptan diğerine süt boşaltan kadın, bütün hayatı boyunca misafirlerine su karıştırılmış süt ikram etmiş olduğundan, şimdi bu yaptığının cezası olarak suyu sütten ayrıştırmak için sonsuza kadar o gördüğün işi yapacaktır. Görmüş olduğun yarım bedene sahip kişi, bir cezaya çarptırılmış değildir. O yarım beden, çok zeki ve bilgili olan, nehirlerin önüne set çekebilen, karar verdiği her şeyi yapabilen bir insana aittir. Onun orada olmasının yegâne sebebi, bir insanın aslında bazı uzuvları olmasa da çok önemli işler yapabileceğini göstermektir. Nehrin akıntısına kapılmış olarak dolaşan bedense, tek başına ve sadece kendi bedenine güvenen insanın aslında çok da fazla bir şey yapamayacağını gösteriyor. O beden aslında bir zamanlar güçlü, ama budala bir adama aitti ve nasıl şu anda sular onun bedeninin üzerinden akıp gidiyorsa, her şey de onun zihninden o hiçbir şeyi anlamadan öylesine akıp gitmiştir. Çorak araziye bağlanmış olan besili at, akıllı bir adamın en kötü şartlar altında bile hayatiyetini en iyi şekilde idame ettirebileceğini, mümbit çayırlardaki zayıf at ise, gerekli özen ve ihtimam gösterilmediğinde en bereketli çayırların bile bir işe yaramayacağını işaret eder.


Kubayko, Beylere; o karanlık odada ona saldırarak, elbisesini yırtan ve yakalamaya çalışan ama ele avuca gelmeyen o varlıkların ne olduklarını sorar. Yer altı ülkesinin beyleri Kubayko’yu; “onlar bizim görünmez hizmetkârlarımızdır, kötü insanlara zarar verip, hâtta onları öldürürler ama iyi insanlara kötü bir şey yapamazlar” diye cevaplar. Kubayko saraydaki odalarda görmüş olduğu insanların suçlarının ne olduğunu sorduğunda şu cevabı alır: “Yün eğiren kadınlara bu ceza, bütün hayatları boyunca güneş battıktan sonra, yâni çalışmanın yasak olduğu saatlerde yün eğirdikleri için verildi. (Sibirya ve İdil Tatarlarıyla, aralarında Amerikan Kızılderililerinin de olduğu birçok halk arasında gün batımından sonra çalışmak günah addedilir). İkinci odada gördüğün kadınlar, sarmak için aldıkları iplik yumağının bir bölümünü kendileri için ayırıp, yumağın ortasını boş bırakan kadınlardır. Bu çalmış oldukları ipliklerin yumaklarını şimdi ebediyyen yutmaya çalışacaklar, ama hep boğazlarında tıkanacağı için bunu başaramayacaklardır. Üçüncü odada görmüş olduğun, boynuna ve kollarına taş bağlı kadınlarsa, sattıkları tereyağının daha ağır çekmesi için içine taş koyan kadınlar, dördüncü odada gördüğün boynunda her an onları boğabilecek ipe bağlı olan adamlar, hayattan bezip, kendini asarak canına kıyanlar, beşinci odadaki mızraklarla delik deşik olup, acılar içinde mütemadiyen bağırıp haykıranlar ise, eşleriyle anlaşamadıkları için kendini vurarak intihar etmiş olanlardır. Altıncı odada da, sarhoş olup kendi hayatlarına acımasızca son verenler, yedinci odada ise, kuduz köpekleri kızdırarak onlar tarafından ısırılanlar, sekizinci odadakiler ise, hep kendilerini düşündükleri için evlilik hayatlarını huzursuzlukla geçirenler bulunur ve cezaları da aslında birbirlerine karşı anlayışlı ve uyumlu olsalar onlara fazlasıyla yetecek olan bir örtüyü sonsuza kadar paylaşamayanlar, dokuzuncu odadaki evli çiftlerse, aslında çok fakir olan bir ailenin bile aslında birbirleriyle uyum ve huzur içinde yaşayabileceklerini göstermek için orada örnek olarak bulunuyorlar. Onlar, her hangi bir şekilde cezalandırılmak için değil, sadece kötü insanların her an daha fazla pişmanlık hissetmeleri için buradalar.“


Bu konuşmaların ardından Kubayko, yeraltı ülkesinin beyleri ile vedalaşıp yeryüzüne çıkar, ağabeyinin başını cesedinin yanına getirir ve “Yeraltı Ülkesinin” efendisinin vermiş olduğu “hayat suyu” ile ağabeyini tekrar canlandırır.


Osetlerin ve başka bir çok halkın efsanelerinde de buna benzer cezaların çekildiği ölüler ülkesi tasavvuruna rastlamak mümkündür.

Meselâ, bunlardan Osetlerin “Yeraltı ülkesi” ile ilgili efsanelerinde bütün hayatları boyunca tartışan geçimsiz bir çiftin, bir öküz derisi örtüyü bile paylaşamadıkları, halbûki uyumlu bir çiftin, bir tavşan derisini bile huzur içerisinde paylaştıkları anlatılır. Bu efsanelerin ana fikirleri evrensel değerlere dayanmaktadır.


Hayatları boyunca yapmış olduklarına bağlı olarak, insanların değişik yerlerdeki ölüler ülkelerine gittiklerine dair inançlar da vardır. Radloff, Altay Tatarlarının, Erlik’in yeraltındaki ülkesine sadece günahkârların gideceklerine, iyi insanların ise göklerde mutlu bir hayat süreceklerine inandıklarını söyler. Dindar ve iyi insanlar için ayrılmış olan “göklerdeki cennet” tasavvurunun gelişmiş dinlere (Tek Tanrılı) mahsus olduğu kesin olmakla beraber, Altay inançlarında görülen bütün “ölülerin göğe yükselmesi” tasavvuru, İslâm veya Hıristiyanlık etkisine dayanmamaktadır. Bazı bölgelerdeki Yakutlar, bütün ölülerin, günahkâr veya dindar, şaman veya herhangi bir kişi, namuslu veya hırsız olsun, hepsinin göğe (Tangaralla) çıkacaklarına inanırlar. Priklonskij’in bildirdiğine göre bu insanların ruhları (kut), gökyüzünde kuş suretinde yaşarlar. Yakut inançlarında yer alan “Abasy”ler, yeraltında yaşayıp, kimi zaman özel bir geçidi (Abasy oibono-ruh geçidi) kullanarak, insanların dünyasına giren kötü ruhlar olup, “abasy”ler aslında ölmüş olan insanların ruhlarıdır. Birbirleriyle çelişkili görünen bu iki farklı ölülerin gökyüzünde kuş suretinde yaşaması ve “abasy”ler tasavvur biçiminden ilki, yâni ölüler ülkesinin gökyüzünde yer alması tasavvuru, muhtemelen Yakut inançlarına daha sonraki dönemlerde girmiş olmalıdır.


Buryatlar, cesedi yakılan bir şamanın, dumanla birlikte gökyüzüne yükselip, orada bu dünyada sürdüğü hayatı aynı şekilde sürdüreceğine inanırlar ki, bu inanç, Yakutlara daha sonraları geçmiş bir düşüncedir. Bu şamanlar, ölüler ülkesindeyken yaşayanların onlar için sundukları yiyecek ve içeceklerle beslenir, mezarlarına bırakılmış olan kıyafetleri giyer ve defin törenlerinde onlar için kurban edilen ata binip, hâtta orada eşleri ve çocukları da olabilir. Ölüler ülkesinin gökyüzünde olduğu fikri, ölülerin yakılarak defnedilmesi âdetiyle yakın bir bağlantı içinde olup, bunun izlerine Çukçe ve Koryak inançları arasında rastlanır. Bazı ölülerin göğe çıkarken, bazılarının da yeraltındaki ölüler ülkesine gittiklerine ilişkin inanç, muhtemelen epey eski dönemlere dayanmakta olup, meselâ yıldırım çarpması sonucu ölen kişilerin göğe çıktıkları inancı, oldukça yaygındır. İdil havzasının pagan halklarından Çeremislerin inançlarına göre, doğal yollardan ölmeyip, şiddet yoluyla hayatını kaybedenler de gökyüzüne çıkarlar. 18.yy’ın önde gelen araştırmacılarından Strahlenberg, Ostyakların benzeri bir inanışını şu şekilde aktarır: “Obi nehri havalisinde yaptığım seyahâtim esnasında bir Ostyak’a öldüklerinde ruhlarının nereye gittiğini sorduğumda, Ostyak bana; başkası tarafından öldürülen veya bir ayı saldırısı sonucu ölenlerin doğrudan gökyüzüne gittiklerini, ama insan kendi yatağında veya benzeri tabii yollardan ölürse, gökyüzüne çıkmadan önce, yeraltı ülkesinin Tanrısına bir süre hizmet etmesi gerektiğini anlatmıştı” demektedir. “Jugra Halklarının Dini” isimli eserinin muharriri olan Karjalainen ise, Ostyaklara bu inanışın Tatarlardan geçmiş olduğunu ileri sürer. Ben tetkik etmiş olduğum Altay halkları arasında bu tasavvura rastlamama rağmen, bu inanç şeklinin dünyanın muhtelif yerlerinde; Laponlar, Çukçeler ve Tilingitlerle Amerika ve Avrasya’nın arktik bölge halklarında görüldüğü gibi, Türk kökenli halkların bazılarının inançları arasına da girmiş olabileceği, bu tasavvurun bu kadar değişik ve geniş bir alanda yaygın olmasının, ortak bir kökeni olabileceğini düşündürmektedir. Bir çok ilkel toplumda savaş meydanında ölmenin, hasta yatağında ölmekten daha şerefli bir ölüm olarak kabûl edilmesi ve savaşta ölenlerin öbür dünyada daha büyük mükâfat alacağı düşünülmesi bu inançla ilgilidir. Karjalainen, Çin kaynaklarının, “Tuiku” halkı için “savaşta ölmeyi bir şeref, hastalıktan ölmeyi ise, utanılacak bir şey saydıklarını” bildirir. Her ne kadar bu düşünce yapısı ilkel toplumlarda cesaret ve kahramanlığı teşvik ediyorsa da, dünyanın bu kadar değişik yerlerinde gökyüzünün savaşta ölen kahramanların dinlenme yeri olarak tasvir edilmesini açıklamaya kâfi gelmemekte, ayrıca sadece savaşta ölenler değil, tabii olmayan yollarla, genel olarak şiddete maruz kalarak ölenlerin de gökyüzüne yükseldiklerine inanıldığını gözönüne almalıyız. Meselâ, Ostyaklar vahşi hayvanların parçaladığı kişilerin gökyüzüne çıktıklarına inanmaktadırlar. Buna ilâve olarak, bir çok halkın inancına göre, hasta yatağında ölenler yeraltına giderken, intihar edenler bile gökyüzüne çıkmaktadır. Bu durumda bu inancın kökenini savaşçılık ve kahramanlık duygularından daha başka sebeplerde aramak gerekir.


Ölümden sonraki hayat veya gidilen yer, göründüğü kadarıyla insanın nasıl bir hayat yaşadığı ile değil, nasıl öldüğü ile ilgilidir, ama bu da bazı araştırmacıların iler sürdükleri gibi tek başına bütün bu defin geleneklerini açıklamaya yetmemektedir. Bu sorunun cevabı, ister bir hastalık sonucu, ister kanlı bir yoldan olsun, ölüm şeklinin ilkel toplumların tahayyülünde neler ifade ettiğinde saklıdır. Burada özellikle gözönüne alınması gereken husus, ilkel toplumların bakış açısında, bizim doğal yollardan ölüm olarak kabûl ettiğimiz ölümleri, onların doğal olmayan ölümleridir. Herhangi bir sebeple şiddete maruz kalarak ölmek, her ne kadar bizim için tabiî olmasa da, ilkel toplumların dünya görüşünde bunun tabiî karşılanmasıdır. Bir hastalık sonucu ölüm durumunu ele alacak olduğumuzda, bu durumda daha önce ölmüş olan akrabalar ve yeraltında yaşayan başka ruhlar, hasta kişinin ruhunu alıp, onu yer altı ülkesine götürürler. İlkel insanların kafalarında en net kurgulamış oldukları tasavvurlardan biri, kötü ruhların musallat olduğu insan ruhlarının onların emrine girmiş olmalarıdır. Peki, bu durumda yeraltı ruhlarının alıp götürmedikleri insan ruhları nereye gitmektedir? Yeraltına götürülmeyen ve yersiz-yurtsuz kalan bu huzursuz ruhların yeryüzünde serbestçe dolaştıklarının düşünülmesi, ne olduğu tam kavranamayan birçok tabiat olayının bu serbest ruhlarla ilişkilendirilmiş olmasını akla getirmektedir. Bu sebeple birçok halkın inanancında, meselâ Kuzey ışıkları içinde veya sabah ve akşam kızıllığında savaşta ölenlerin ruhları görülebilmekte, hâtta bu kızıllığın sebebi, ölülerin akan kanları olarak açıklanmaktadır. Bir Ostyak şiirinde geçen üç kızıl sincabın savaşta ölen bir kahramanın göğe çıkan ruhu ile konuşması anlatılır. Sincaplar, ruha: “İnsan kanı içinde ne bulursak yiyoruz, insan kanı içinde ne bulursak içiyoruz, haydi geri dön” diye seslenirler. Gökyüzünün ölüler ülkesi olarak ilk tasavvuru, muhtemelen bu yeraltına götürülmeyen ruhlarla ilgili olup, zaman içerisinde kahramanların veya dindar iyi insanlara vaad edilen kutlu ülke hâline dönüşmüş olmasıdır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-6

 Karmati Hareketini Hazırlayan Sebepler “Dini Sebepler”



İslam dünyası, İslam'ın tarihsel geçmişinin şuurlu ve rasyonel bilgisine sahip olmadığından, o geçmişiyle sağlıklı bir rasyonel bir hesaplaşmayı becerebilmiş değildir. Bu yüzden sürekli geçmişe özlemle bakmaktadır. Bu durum İslam tarihinin ilk döneminden günümüze kadar getirebiliriz. Nitekim Abbasi İdarecilerin, ortaya çıkan ihtilalci hareketlerin arka planındaki faktörleri araştırmadan, aldıkları askeri tedbirlerin, sosyal huzursuzluklara çözüm bulmada yetersiz kalmış olması başka herhangi bir nedene bağlanamaz. İslam tarihinin bu dönemi, iç içe geçmiş iki süreç başlamıştır. İnsanın kendisiyle ilgili güdülerinin ve dünyevi zevklerinin sadeleştirilmesini ve bunlardan feragat edilmesini amaçlayan bir dindarlık ya da ibadet hareketi, bir de Kur'an'ın anlamı üzerinde düşünme hareketi vardı. Her iki hareket de Hicaz'dan çok Suriye ve Irak'tan çıktı ve bunların, Müslümanların yaşamakta oldukları dünyada o sırada varolan düşün ve ahlaki eylem kalıplarından etkilenmesi doğaldı. İslam dinini benimseyenler bu dine kendi tarzlarını hala Müslüman'dan çok Hıristiyanların ve Yahudilerin bulunduğu bir ortamda yaşıyorlardı. Bu dönem Doğu Hıristiyan manastır hayatının ve dervişlik düşünce pratiğinin son büyük çağıydı.


Kuzey ve kuzeydoğu Arabistan daha önce çok farklı grup ve mezhep gruplarına ev sahipliği yaptığı için onlar üzerinde eski din ve kültürlerin etkileri de vardı. Burası daha önce büyük ölçüde putperestler olmak Hıristiyan, Zerdüşt ve Sabiilerin yaşadığı bir bölge idi. Bu çevrede yaşayan kabileler İslam'a girdikten sonra da eski inanç ve kültürlerinden tamamen sıyrılamayıp, kendilerini yeni dönemde de bu eski kültür kalıntılarını sürdürdüler. Bu süreci kendi açısında bir takım dönemlere ayırmak mümkündür. Aslında Peygamber sonrası, Müslüman toplumunda görülen huzursuzluklar, yeni dönemdeki sosyal olaylar da birtakım ipuçlarını veriyordu. Hz. Ebu Bekir ve özellikle Hz. Ömer fetihleri akabinde İslam coğrafyasına yeni topraklar ilave edildi. Bu bölgelerin önemli bir kısmı eski kültürel çevreler oluşu, İslam dünyasının yeni bir takım kavramlarla tanışmasına neden oldu. İslam toplumuna katılan toplumlar bir kısmı İslam dinini benimsemeyerek eski inançlarını sürdürmüşlerdir. Diğer gruplar ise, Batıni hareketleri sonucu yeni inanç sistemine giren insanların eski inanç ve yaşam kavramıyla yenisi arasında bilinçli ya da bilinçsiz bir uzlaşma yolu arama gayreti içerisinde, zamanla ortaya çıkan senkretist düşünce akımlarının oluşmasına neden olmuşlardır.


İslam fetihlerinin ardından Zimnilere, hoşgörü ile bakıldı. Zimniler ilahi dinlerden olduğu için isyanlarda etkileri daha az olmuştur. Batıl sayılan dinlerin mensupları, isyanlarda daha etkili olmuştur. Fetihler sonrasında Müslüman toplumlarla birlikte veya yakın bölgelerde yaşayan farklı gruplarla kurulan veya dolaylı ilişkiler aracılığı ile yeni bir takım kavramları kullanmaya başlamışlardır. Nitekim onların sosyal meselelere bakışlarıyla Hıristiyan Nasturiler ve felsefe akımları arasındaki benzerlikler bu düşünceyi kuvvetlendirmektir. Fetihlerden sonra kitle halinde örgütlenmiş dinlerinden çıkarak Müslüman olan halkların sosyo-psikolojik durumları zamanla sosyal çalkantılara neden olmuştur.

Sonuç olarak fetihler ve ticaretle başlayan kültürel etkileşim ve ihtidalarla Müslümanlaşan toplumların eski inanış ve geleneklerini toplumsal hafızalarında tamamen silmemiş veya silememişlerdir. Bu toplumsal hafıza merkezi otorite, inanış ve yaşam tarzına muhalif hareketleri beslemiştir.

Ait oldukları dünyada o sırada varolan düşün ve ahlaki eylem kalıplarından kaynaklanması doğaldı. İslam dinini benimseyenler bu dine kendi tanrılarını getirmişlerdi.


Müslüman'dan çok Hıristiyanların ve Yahudilerin bulunduğu bir ortamda yaşıyorlardı. Bu dönem Doğu Hıristiyan manastır hayatının ve dervişlik düşünce pratiğinin son büyük çağıydı.


ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak