19 Şubat 2023 Pazar

SELÇUKLULARIN Şii SiYASETi-1


Selçukluların Sünni İslam aleminin liderliğini ele almasından sonra, onu korumak ve kollamak için çeşitli alanlarda mücadele etmek mecburiyetinde kaldıkları tarihi bir vakıadır. Bu mücadele en yoğun şekilde Şii­ Fatımi Devleti ve onun desteklediği hareketlere karşı yürütülmüştür. Onun için, Fatımilerle mücadele hem askeri, hem fikri, hem iktisadi hem de siyasi alanlarda, bir başka deyimle tüm cephelerde birlikte gelişmiştir. Ama, temelde Selçuklu-Fatımi mücadelesi Şii-Sünni çatışması ekseninde teşekkül etmiş ve yapılan bütün işler, bütün faaliyetler bu temel etrafında şekillenmiştir.


A- SiYASİ VE ASKERİ MÜCADELE


Selçukluların Şiilerle mücadelesinde temel hedef Fatımiler olmasına rağmen, ilk mücadele başka bir Şii düşünceli devlet Büveyhiler ile olmuştur. Bunlar, Irak topraklarında yer almaları ve Sünni dünyanın manevi lideri olan Abbasi Halifesi'ni kontrol eder bir mevkide bulunmaları sebebiyle Fatımilerden önce Selçukluların ilgi alanına girmişlerdir. Dolayısıyla coğrafi zaruretler ve tabii şartlar gereği öncelik Büveyhilere verilmiştir.


1 - Büveyhilerin Ortadan Kaldırılışı


X. asırda ortaya çıkan Büveyhiler, kurucusu Ebu Şuca Büveyh'den dolayı bu ismi almıştır. Aleviler ve Samanoğuları ile savaşarak kendisini ispat eden Ebu Şuca ve oğulları, daha sonra kendi hesaplarına çalışıp, bölgenin de istikrarsızlığından faydalanarak nüfuzlarını İsfehan, Şiriz ve Erracan bölgelerine kadar genişlettiler. Ayrıca el-Cezire'de Hamdanoğulları, Taberistan'da Ziyaroğulları, Horasan'da ise Samanoğulları aleyhine genişleyerek nüfuzlarını iyice artırdılar. 945 tarihinden itibaren de Bağdad'ı ele geçirerek Abbas! Halifeliği üzerindeki hakimiyetlerini tesis ettiler.


932- 1055 yılları arasında hüküm süren Büveyhiler döneminde Abbasi Halifeleri'nin hutbelerde isimlerinin okunmasından başka hiçbir fonksiyonları kalmadı. Buna mukabil devletin içinde önemli bir unsur olarak yer alan Türk askerlerinin kudreti artmaya başladı. Ancak Selçukluların güçlenmesiyle beraber Büveyhilerin Irak'ta gücü zayıflayacak ve hareket kabiliyetleri azalacaktır.


a - Büveyhilerin Şiiliği Yayma Gayretleri


Büveyhiler Devletine adını veren Ebu Şuca Büveyh'in babası ve dedesi Deylem halkının fakir tabakasına mensup sıradan birer kişiydiler: Önceleri Mecusi ve Putperest olan Deylemliler, X. yüzyılın başlarında Hz. Ali evladından Hasan b. Utruş'un gayretleriyle Müslüman olmuşlar ve Şiiliği benimsemişlerdi. Sünni Abbasi Halifesi aleyhine genişlemelerini sürdüren Büveyhiler, Bağdad'da hakimiyetlerini tesis ettikten sonra hutbelerde halifeyle beraber adlarını okutmaya, sikkeler üzerine isimlerini yazdırmaya başladılar. Halifelerin otoritesini ellerinden alma gayretlerinin bır parçası olarak 946 senesinde Halife el-Muktefi'nin gözlerine mil çekilmiş ve görevden uzaklaştırılarak yerine el-Muti (946-974) getirilmişti.


Sasani geleneklerini yeniden canlandırmak ve İran monarşisini İslami idare sistemiyle uzlaştırmak isteyen Büveyhiler, bahsedilen tarihten itibaren artık Şiilere ait merasim ve törenleri açıktan yapmaya başladılar. Hz. Hüseyin'in şehit edildiği gün olan "On Muharrem" umumi yas günü olarak ilan edildi. Şiilerce Hz. Ali'nin Hz. Peygamber tarafından "Gadiru'l­ Hum" mevkiinde halife olarak ilan edildiği kabul edilen gün şenlikler halinde kutlanmaya başlandı. Büveyhilerden önce Bağdad'da büyük Şii toplulukları yokken, onların döneminde şehrin batı kesiminde yer alan Kerh Mahallesi Şiilerin merkezi haline gelmiş, ileride Sünniler ve Şiiler arasında meydana gelecek kanlı olayların zemini de oluşturulmuştur. Büveyhi Sultanları'nın Şiileri destekleyen tutumları yüzünden zaman zaman Şii-Sünni mezhepleri arasında kan dökmeye varan sürtüşmeler yaşanmış, bu dönem, İslam tarihinin en baskıcı ve şiddetli devri olarak tarihe geçmiştir. '


aa - Abbasi Hilafetini İlga Girişimleri


Sünniler, Şii tasallutundan kurtulmak için, zaman zaman Gazneli Mahmud'un desteğini istemek mecburiyerinde kalmışlardır. Abbasi Halifesi Kadir Billah zamanında Şii düşüncesine karşı yoğun bir mücadele başlatılmış, bu mücadelede en büyük destek de Sünni inanca sahip Gaznelilerden sağlanmıştır. Gaznelilerin desteği ile yavaşlayan İsmaili propaganda, Sultan Mahmud-Halife Kadir Billah dayanışması sonucunda asgari seviyeye inmişti. Sultan Mahmud, Abbasi Halifesi'ne gerekli desteği vermenin yanı sıra, kendi ülkesinde de İsmaililere karşı sert bir mücadele yürütmüştür. Bu mücadelenin bir parçası olarak Hindistan'ın Multan bölgesinde yuvalanmış Karmatilere karşı da seferler düzenlemiştir. Özellikle Kadir Billah (991-1030) döneminde Gazneliler, Sünnilik kozunu kullanarak Büveyhileri tehdit ettiler. Bu baskı Sultan Mesud döneminde de sürdü. Ayrıca o, babasının politikasını devam ettirerek Abbasi Halifesi'ne elçilerle birlikte hediyeler göndermiş ve hürmette kusur etmemiştir. Fakat Sünni hilafet merkezindeki Şii-Sünni rekabetini Şiilerin temsilcisi olan Büveyhilerin kazandığı bir vakıaydı ve güçsüz kalan halifelerin kendilerini din işlerine vakf etmek dışında yapacak başka bir şeyleri yoktu. Zira Büveyhiler, halifelerin bütün siyasi otoritelerini ve güçlerini ellerinden almıştı. Hatta Muizu'd-Devle (945-969) döneminde Abbasi Halifeliği’ni ilga ederek yerine Şii halife getirmek için de bir çaba içerisine girdiler. Ama Şii taassubunun kendi saltanatı için doğurabileceği tehditi sezen Büveyhi Sultanı bu niyetinden vazgeçti.


Büveyhilerin son dönemlerine doğru aile içi rekabet ve kötü yönetim sebebiyle artık eski güç ve kudretleri kalmamıştı. Bu durumdan istifade etmesini bilen Abbasi Halifesi Kadir Billah, Büveyhilerin dolayısıyla da Fatımilerin siyasetine müdahale etmeye başlamıştı. Hatta başa geçer geçmez, Büveyhilerin baskısıyla el-Muti döneminde Bağdad'da uygulamaya konan Aşure günü ağlama ve yas törenlerini kaldırdı. Ayrıca, Büveyhiler tarafından 992 senesinde Bağdad kadılığına getirilen Şii birisinin atamasını kabul etmeyerek reddetti. Artık eski gücünde olmayan Büveyhiler Halife'yle çatışmayı göze alamadıklarından bu gelişmelere rıza göstermek durumunda kaldılar. Yalnız Bağdad'da "Nakibu't-Talibiyyin" adını verdikleri sadece Şiilere özel bir kadı tayin edilmesini sağladılar.


Şii-Sünni taraflar arasında düşmanlık hislerinin artması üzerine 1007'de harekete geçen Şiiler, Bağdad'da hutbeleri Fatımi Halifesi el-Hakim adına okutmak istediler. Onun için, sokaklarda "Ya Hakim, ya Mansur" diye bağırmaya başladılar. Bu isyancılara karşı harekete geçen el­-Kadir, biraz zorlanmakla beraber başarı kazandı. Benzer bir olayın 1010 yılında Musul'da da meydana geldiğine şahit olmaktayız. İsyancı Emir Kırvaş b. Mukalled, Musul, Enbar ve Kufe bölgelerinde Fatımi Halifesi el-­Hakim adına hutbe okutmaya başladı. Bunun üzerine el-Kadir hemen harekete geçip, aynı zamanda kayınpederi olan Büveyhi Sultanı Bahau'd­ Devle ile de İşbirliğine giderek, asi emirin üzerine kuvvet sevk ettirip, hutbeleri tekrar Sünni halife adına okutmayı başarmıştır.


ab - Büveyhi - Fatımi İşbirliği


Bağdad'da Sünni bir halife ile birlikte yaşama mecburiyetinde kalan ve siyasi sebeplerden dolayı onu değiştiremeyen Büveyhiler, özellikle son dönemlerine doğru, Fatımilere olan yakınlıklarını Abbasi Halifeleri'ne karşı koz olarak kullanmak sureti ile onların Selçuklularla fazla içli dışlı olmalarını önlemişlerdir. Büveyhiler, Şii-Zeydi propagandacılarının kendi ülkelerinde serbestçe çalışmalarına müsaade edip, Şiiliğin yayılması konusunda onlara çok şey borçlu olmalarına rağmen, kendileri Zeydi olmayıp, İmamiyye Şiası'nın görüşlerini benimsiyorlardı. Bunun da sebebi; İmamiye itikadına göre, fiili iktidara sahip olan sultanın gizli imam adına İş yapıyor ve imam dönünceye kadar onun hakkını koruyor olması yönündeki inançtır. Böylece İmamiye akidesine göre Büveyhiler meşruluk kazandıkları gibi, Zeydiyye'ye göre mutlaka Hz. Ali evladından birisine imamlığı devretme gereğinden de kendilerini kurtarmış oluyorlardı. Büveyhiler döneminde İmamiye Şiası büyük itibar kazanmış, önemli Şii alimleri bu dönemde yetişmişlerdir.


Ebu Kalicar (1044-1048) döneminde, Büveyhiler bir değişikliğe giderek İsmailiyye Mezhebi'ni benimsemişlerdir. Fatımilerin ünlü daisi olan Hibetullah eş-Şirizi ( öl.1077) eliyle İsmailiyye Mezhebi'ni benimseyen Ebu Kalidr'la birlikte İran bölgesinde bu mezhep bir canlanma içine girmiştir. Mısır Halifesi Mustansır (1035-1094) adına davetini yürüten eş-Şirizi, Ebu Kalicar'dan önemli destek görmüş ve mezhebinin propagandasını büyük bir maharetle yürütmüştür. eş-Şirazi'nin faaliyetlerini Sünnilik için büyük bir tehlike olarak gören Kaim Biemrillah, Ebu Kalicar'a bir mektup yazarak, bu şahsın kendisine teslim edilmesini, aksi taktirde Selçuklulardan yardım isteyeceğini belirterek onu tehdit etmiştir. Ebu Kalicar, bu tehdidi önemsememekle beraber, eş-Şirizi'ye önce mektup, sonra da yakın bir adamını göndererek, durumu izah etmiş ve bir müddet için de olsa sakınmasını istemiştir. Eş-Şirazi, Halifenin niyeti ve Ebu Kalicar'ın uyarılarına rağmen faaliyetlerini devam ettirmiş, 1046'da da Şiraz'dan ayrılarak Mısır'a dönmüştür. Doğu İslam topraklarında İsmailiyye propagandası yapan dailerin en büyüğü ve maharetlisi, hiç şüphesiz ki eş-Şirizi olmuştur. Onun bu faaliyetlerine Büveyhilerin önemli yardım ve destekleri söz konusudur.


Büveyhiler genelde Şiiliğin, özelde ise İsmailiyye Mezhebi'nin yayılması hususunda Fatımilerden destek almaktaydılar. Bu durumu bilen, fakat Fatımilere karşı koyacak gücü olmayan Abbasi Halifeleri daha zayıf bir yola başvurarak Fatımi Halifeleri'nin soyunu kötüleyen toplantılar tertiplemişlerdir. Kaim Biemrillah da babası el-Kadir'in yoluna başvurarak 1052 senesinde büyük alimlerin katıldığı bir toplantı düzenlemiş, Mısır Halifelerinin soyunun Hz. Ali soyundan gelmediğini, aksine Mecusilerden Deysaniyye ve Yahudilerden el-Kadahiyye'ye mensup olduklarını, dolayısıyla da İslam'dan çıktıklarını belirtir bir karar almışlardı. Bu karar çoğaltılarak uzak, yakın bütün beldelere dağıtılmıştı. Böylece Büveyhiler eliyle yürütülen Fatımi destekli Şii propagandaları önlenmek istenmiştir. Abbasilerin yaptıkları bu tür faaliyetler fazlaca tesirli olamamıştır. Zira karşıdaki güç siyasi destekli propaganda faaliyeti yürütmekteydi. Bu tür çalışmaların önüne ancak Selçukluların siyasi ve askeri desteğiyle karşı koyma imkanı olacaktır.


b - Selçukluların Harekete Geçişi


Büveyhilerin son dönemlerine doğru sultanların nüfuzları azalırken, ordu içerisindeki Türk nüfuzu da giderek artmaktaydı. Nitekim 1039 senesinde Bağdad'da Büveyhi Sultanı Celalu'd-Devle'ye karşı Türkler ayaklanmışlar ve Celalu'd-Devle onlardan korktuğu için Musul Emiri Karvaş ve diğerlerinin araya girmesiyle taraflar arasında barış yapılmıştı.


1043 yılında Celalu'd-Devle'nin ölümünden sonra başa Ebu Kalidr geçmiştir. 1044 senesinden itibaren Bağdad'da hutbelerde adı okunmuş ve kapısında beş vakit nevbet vurulmuştur. Selçuklularla Büveyhiler arasında ilişkilerin başladığı dönem bu zamandır.


Bahsedilen dönemde Tuğrul Bey tarafından vazifelendirilen İbrahim Yınal, Yakuti ve Kutalmış, Kuzey Batı İran'da, bilhassa Irak-ı Acem'de fetih hareketlerinde bulunmaktaydılar. Bu sırada Tuğrul Bey başkentini Rey şehrine taşımıştı. Selçukluların bu faaliyetlerini gören Ebu Kalidr, bir taraftan Şiriz şehrinin etrafını surlarla çevirterek müdafaaya hazırlanırken, diğer taraftan da Selçukluların arzettiği tehlikeyi görerek onlarla sulh teşebbüsüne girişti. Bunun üzerine Tuğrul Bey, İbrahim Yınal'a Büveyhiler arazisine girmemesini tembihledi. Arkasından da Tuğrul Bey'in Ebu Kalidr'ın kızıyla, Çağrı Bey'in kızının da Ebu Kalidr'la evlendirilmesi kararlaştırıldı. Böylece Ebu Kalidr, Selçukluların yüksek hakimiyetini tanımış oluyordu. Bu akrabalık Selçukluların Bağdad'ı ele geçirmelerini bir müddet ertelemelerine sebep olduğu gibi, Fatımilere karşı Selçuklu tehditini de bir süre için geciktirmiştir.


Ebu Kalidr'ın vefat etmesinden sonra yerine oğlu Ebu Nasr Hüsrev (Melikü'r-Rahim) geçti. Bozulan siyasi dengelerle birlikte Büveyhiler arasında saltanat kavgaları baş gösterince, Selçuklular Ebu Kalidr'ın diğer oğlu Ebu Mansur Fulasutun'u desteklemişler, bu da, babasının yerine tahta geçen Melikü'r-Rahim'i zor durumda bırakmıştır. Ebu Mansur, Şiriz'a hakim olurken, diğer kardeş Ebu Ali de Basra'yı de geçirdi. Melikü'r-Rahim, kardeşi Ebu Sad'ı Şiriz üzerine gönderip kardeşi Ebu Mansur'dan burasını alırken (1054), Basra'daki kardeşi Ebu Ali'yi oradan sürüp çıkardı. Ebu Ali, İsfehan'a giderek Tuğrul Bey'e sığındı ve onun emrine verdiği Oğuzlarla Huzistan'ı ele geçirdi (1055). Kirman bölgesi de, daha önceden Selçuklular tarafından ele geçirildiği için Büveyhilerin elinde sadece Irak kalmış oldu.


ba - Arslan Besasiri'nin Yükselişi


Selçuklu gücünün iyice hissedilmesiyle birlikte Büveyhilerin huzursuzluğu da artmaktaydı. Zira Büveyhi Sultanları'nın nüfuzları azalırken devlet içindeki Türk gücü de yükselmekteydi. Özellikle Melikü'r-Rahim döneminde bu durum iyice belirginleşmişti. Nitekim onun komutanlarından olan Arslan Besasiri, Sultanı devre dışı bırakarak bütün yetkileri elinde toplamıştı. Ayrıca Besasiri'nin Bağdad'daki itibarı da Halife ve Büveyhi Sultanı'ndan daha fazlaydı. Türklerin yanında Arap ve Acem ümerası da onu büyük olarak tanımaktaydı. Esasen Besasiri'yle birlikte ordu içindeki Türklerin gücü da hayli artmıştı.


1054 senesinde Besasiri ile Halife'nin araları iyice açıldı. Besasiri, kendine bağlı obaların yakılmasını Halife'nin vezirinden bilerek onu itham etti. Bu yüzden vezir Ebu'I-Kasım b. Mesleme ile araları bozuldu. Besasiri, 1055' de Enbar'ı kuşatarak aldığında, bir grup insan Bağdad'da Besasiri'nin evini yaktılar. Besasiri bu durumdan da Halife'nin vezirini mesul tutmuştu. Besasiri'nin gücü iyice artarken, Büveyhi ordusu içindeki azımsanamayacak miktarda Deylem ve Türk askerleri de, bu defa Şii-Fatımilere meyletmeye başladılar. 

Besisiri'nin faaliyetlerinden rahatsız olan Halife'nin veziri "Reisü'r­ Rüesa Ebu'I-Kasım b. Mesleme" Halife Kaim Biemrillah'a bir mektup yazarak, Besasiri'nin Mısır Halifesi ile mektuplaştığını bildirdi. Halife, yaptığı tahkikat sonucunda bu işin doğruluğunu öğrenince, Büveyhi Sultanı'na mektup yazarak, Besasiri'nin kendi düşmanları ile görüştüğünü ve onun tehlikesinden kurtulmak için Bağdad'dan çıkarılması gerektiğini söyledi. Melikü'r-Rahim, Halife'nin bu isteğine uyarak Besasiri'nin Bağdad'dan çıkarılmasına karar verdi. Bunun üzerine Besasiri Bağdad'dan çıkarak Hılle'ye, aralarında sıhrıyyet bulunan Dubeys b. Mezyed'in yanına gıtti.


Durumu iyice sarsılan Besasiri Mısır'a gitmek istediyse de, Mısır Halifesi Mustansır'ın veziri Yazurl (öl. 1058), Halife'den, Besasiri'nin Mısır'a kabul edilmemesini, zira onun arkasında büyük bir kalabalık olduğunu, ayrıca Bağdad'da iktalarının olduğunu bildirdi. Bu gelişmeler üzerine Besasiri Mısır'a kabul edilmedi. Besasiri mektubunda Mısır Halifesi'nin itaatine girdiğini bildiriyor ve tekrar eline geçtiği taktirde Bağdad'da onun adına hutbe okutacağını bildiriyordu. Bu harekete mukabil olarak Mısırlılar da para ve adam göndermekle yetinmemiş, Rahbe ve Rakka'yı Besasiri'ye tevcih ederek onu yakından desteklediklerini göstermişlerdir.


bb - Halife'nin Tuğrul Bey'i Bağdad'a Daveti


Tuğrul Bey'in Hemedan'ı zaptından sonra, Halife gizlice bir elçi göndererek (1052) Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet etti. Fakat işlerinin yoğunluğundan dolayı Tuğrul Bey bu davete icabet edemedi. Besasiri'nin gittikçe artan gücüyle Halife ve adamlarına zulme varan davranışlarda bulunması, Büveyhilerin Şiraz'da Tuğrul Bey adına okunan hutbeyi keserek Melikü'r-Rahim ve kardeşi adına okutması (1055-1056) üzerine Halife Kaim Biemrillah, Hibetullah b. Muhammed'i bir mektupla Tuğrul Bey'e göndererek onun Bağdad'a gelmesini ve kendisini bu durumdan kurtarmasını ısrarla istedi. Tuğrul Bey, Halife"ye verdiği cevapta davete icabet edeceğini ve Bağdad'a gelmek istediğini bildirdi.


Rey'de İşlerini yoluna koyan Tuğrul Bey, Nisan ayında Hemedan'a geçti. Hac yapmak, Mekke yolunu ıslah etmek, Şam ve Mısır'a giderek Şii Mustansır'ın hakimiyetine son vermek isteğini açığa vurarak, Bağdad'a doğru harekete geçti. Tuğrul Bey'in yaklaştığını duyan halk korkularından şehrin batı yakasına çekildi. Türkler de çadırlarını Bağdad'ın dışına kurdular ve mevcut durumu kabullenmeyerek: "Biz Besasiri'nin yaptığını yapar, ona ittiba ederiz; Halife bize, bu hasmı reddedeceğini vadetmişti, oysa onu, şimdi Bağdad'a yaklaştırmaktadır" şeklinde itirazlarda bulundular. Aslında Tuğrul Bey, gönderdiği mektuplarla onlara da iyilik vaadinde bulunmuştu.


be - Arslan Besasiri'nin Kaçışı ve Büveyhilerin Sonu


Tuğrul Bey'in gelişini duyan ve o sırada Vasıt'da bulunan Melikü'r­ Rahim Bağdad'a döndü. Besasiri de onunla beraber gelmekte iken Halife'nın gönderdiği mektupla onu istememesi üzerine, yolda Melikü'r­ Rahim'den ayrılarak Dubeys b.Sadaka'nın yanına Rahbe'ye gitti. Melikü'r-Rahim, Tuğrul Bey'le anlaşma yapma şartlarını Halife'ye bırakmıştı. Bu arada Türk askerler, yapılan tavsiyelere uyarak bir iyi niyet gösterisi kabilinden şehrin dışındaki çadırlarını söküp, tekrar şehrin içine kurdular ve isteklerini iletmek üzere Tuğrul Bey'e elçiler gönderdiler. Selçuklu Sultanı da onların isteklerini kabul ederek, yeniden iyilikte bulunacağını vadetti.


5 Aralık 1055'de Bağdad camilerinde hutbelerde Tuğrul Bey'in adı okundu. Bu arada Selçuklu Sultanı, Halife’ye haber göndererek Bağdad'a girmek için izin istemekteydi. Bu izin verilince; Halife'nin veziri, kadılar, eşraf, şahitler ve el-Meliku'r-Rahim'in önde gelen kumandanları Sultan'ı karşılamak üzere harekete geçtiler. Tuğrul Bey de durumu öğrenince, vezir Kunduri'yi onları karşılamakla görevlendirdi. Arkasından büyük bir alay ve tören ile şehre girdi.


Tuğrul Bey'in askerleri ile Bağdad halkı arasında birbirlerinin dillerini anlamamalarından kaynaklanan bazı nahoş olaylar meydana geldi. Ertesi günü halktan bazıları el-Melikü'r-Rahim'in askerleriyle Tuğrul Bey'in adamlarının savaştığını zannederek, Tuğrul Bey'in askerlerine saldırmaya ve ele geçirdiklerini öldürmeye başladılar. Aksine Şiilerin oturduğu Kerh mahallesi sakinleri bu olaylara karışmadıkları gibi, Oğuzları himaye ettiler. Bu olaydan sonra Şiilerin reisini huzuruna çağıran Tuğrul Bey, ona bizzat teşekkür ederek yaptıklarından memnun kaldığını göstermiştir.


Olayların bu şekilde gelişmesinden endişeye kapılan el-Melikü'r-Rahim, seçkin adamlarıyla Halife'nin yanına giderek bu olayların töhmetinden kurtulmak istedi. Tuğrul Bey ise Halife'ye adam göndererek olaylardan dolayı Büveyhi Sultanı'nı kınadı ve onu sorumlu tuttu. Halife, el­Meliku'r-Rahim ve adamlarını Tuğrul Bey'e göndererek durumu ona izah etmelerini istedi ise de, Selçuklu Sultanı, yanına gelen Büveyhi Sultanı ve önde gelenleri tutuklatarak eş-Şirvan kalesine naklettirdi. Bu gelişme Tuğrul Bey ile Halife arasında bir soğukluk yarattı. Bunun üzerine Selçuklu Sultanı, el-Melikü'r-Rahim'in bazı adamlarını serbest bıraktıysa da onlara ait bütün iktalara el koydu. Böylece Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelmesi ile birlikte Büveyhiler Devleti de sona ermiş oldu.


Selçuklularla Büveyhiler arasında görülen mücadele, Büveyhi Sultanları'nın acizliği yüzünden zaman içerisinde Selçuklular-Besasiri şekline dönüşmüştür. Bu mücadelede ön planda görülen Besasiri olmakla beraber, asıl uğraşılan kuvvetin Mısır Fatımileri olduğu olayların seyrinden anlaşılmaktadır. Besasiri'nin Bağdad'dan ayrıldıktan sonra Fatımilerin hizmetine girmesiyle birlikte saflar netleşmiş ve görünürde Büveyhilerle yapılan mücadelenin aslında Fatımilerle yapılacak mücadelenin bir parçası olduğu açıkça ortaya çıkmıştı. Nitekim, Selçukluların Bağdad'da hakimiyet tesis etmelerinden sonra Rahbe'ye çekilen Besasiri, Mısırlılardan geniş çapta yardım alarak güçlenmiş ve Şii eğilimli askerlerin kendisine katılmasıyla da kuvvetli bir ordu oluşturmuştu. Bu orduyla Kutalmış'ı yenilgiye uğrattığı gibi, Musul'u işgal ederek burada Fatımiler adına hutbe okutacaktır.


2 - Selçuklu - Fatımi Mücadelesi


Selçukluların batı politikalarının iki ayağı vardı; birincisi Şii Fatımiler, ikincisi ise Hıristiyan Bizans. Nitekim Bağdad Halifesi'nin davetini kabul eden Tuğrul Bey, hac yapmak, Mekke'ye ulaşan yolları imar etmek, Şam ve Mısır'ı zaprederek Şii hakimiyetine son vermek arzusunda olduğunu daha Rey'de iken açıklamaktan kaçınmamıştır. Dolayısıyla Bağdad'a gelmesindeki asıl gayenin Şii hakimiyetine son vermek olduğu açıktır.


a - Fatımilerin Şiiliği Yayma Çabaları


Selçuklular İslam dünyasına dahil olduklarında, İslam alemi birtakım karışıklıklar ve buhranlar içerisinde bocalamaktaydı. İslam ülkeleri Abbasi, Fatımi ve Endülüs Emevi Halifeliği olmak üzere bölünmüşlük arz etmekte, bunun yanında Sünni Abbasi Halifeliği'nin temsil ettiği düşünce ve onun bağlı olduğu merkezi idare gün geçtikçe zayıflamaktaydı. Merkezi otoritenin zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan bazı mahalli güçler, destek aldıkları mihrakların da tesiriyle halkı ezmek ve soymakta yarışan idareler tesis etmişlerdi. Bu arada Sünni Abbasi Halifeliği'nin önünde duran en büyük engel de Şii Fatımiler Devleti idi. Bu devletin gün geçtikçe kuvvetlenmesi ve Bağdad halifeliğini, dolayısıyla da Sünni düşünceyi tehdit eder hale gelmesi önemli bir gelişmeydi.


Fatımilerin Irak topraklarında yayılması el-Hakim dönemine rastlar. 1010'da Bağdad halifesine isyan eden Karvaş el-Ukeyli, Fatımilerin davetine uyarak Musul, Medayin ve Kufe'de onlar adına hutbe okutmuştu. Abbasilerin Fatımiler karşısında aciz kaldıklarını hissettikleri dönem bu senelerdir. O yüzdendir ki, Halife el-Kadir Billah 1011'de Mısır halifelerinin soyunu kötüleyen ve onların dedelerinin şeytanın kardeşi olduklarını açıklayan bir bildiri yayınlamış ve bunu devrin önemli alimlerinden Ebu Hamid el-İsferiyini, el-Kadı Ebu'I-Kasım el-Cezeri vb. de imzalamışlardı. Bu bildiriye çok kızan el-Hakim Şiilik faaliyetlerine iyice hız vermişti.


Selçukluların zuhuru senelerinde Fatımilerin durumu iyi değildi. Ülkede özellikle mezhebi ve siyasi karışıklıklar iyice artmıştı. Ancak mücadelenin cereyan ettiği asıl dönem, Zahir'den (1021-1035) sonra halife olan ve uzun seneler hilafet makamında kalan Mustansır (1035- 1094) devridir. Bunun zamanında Fatımilerin nüfuzu bugünkü Suriye, Filistin, Hicaz, Sicilya ve Kuzey Afrika'ya kadar yayılmış, özellikle Suriye, Filistin ve Hicaz bölgelerinde Selçuklularla nüfuz mücadelesi yapmıştır. Yine tarihte ilk defa Sünni Abbasilerin başkenti olan Bağdad'da yaklaşık bir yıl hutbeler onun adına okunmuştur. Fatımi ordusu içindeki askerlerin değişik gruplardan oluşması ve her geçen gün Fatımilerin kuvvetinin azalması, Selçuklu yayılmasını kolaylaştırmıştır. Fatımilerin Kuzey Suriye'de kaybettikleri bazı yerleri geri alma girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanmış, Selçuklularla yaptığı nüfuz mücadelesinde Suriye ve Filistin ebediyyen Fatımilerin elinden çıkmış, Hicaz bölgesinde de önemli güç kaybına uğramıştır.

X. y.y.ın ortalarına kadar yer altı faaliyeti devam ettiren Şia hareketi, Mısır'ın ele geçirilmesinden sonra bu davasını açıktan yürütmeye başlamıştır. Kendilerine has hadis ve fıkıh geliştirip, ağırlığı "İmam" doktrinine veren Şiiler, uzun süren yer altı faaliyetleri sebebiyle propaganda mesleğinde beceri kazanmışlardı. Şimdi sıra bu beceriyi devlet desteğiyle ve açılan Şii kurumlarla daha da ileri safhaya götürmeye gelmişti. Muiz (953-975) döneminde, Fatımilerin 969'da Kahire'ye gelmeleriyle birlikte Şiilik de Mısır'a girmiş oldu. Fatımilerle birlikte ezanlara Şiiliğin alameti olan ilave yapılmış ve ilk defa Tulunoğlu Camii'nde ezanlara "Hayya ala Hayri'l-Amel" lafzı eklenmiştir. Namazlarda besmele cehren okunmaya başlanmış, Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den sonra insanların en faziletlisi olduğu ilan edilmiş ve onun soyundan gelenler saygı ifadeleriyle anılmaya başlanmıştır.'


Fatımilerin asıl Şiilik faaliyetlerine hız verdikleri ve bunu metotlu bir şekilde yaptıkları dönem el-Ezher'in inşasından sonraya rastlar. 969 yılında inşasına başlanan el-Ezher Camisi 972 senesinde bitirilerek resmen hizmete girdi. Şiilik faaliyetleri daha önceden Tulunoğlu Camii'nde yürütülmekteydi. Ezher'in açılmasıyla birlikte faaliyetler burada toplanarak, Şiilik için bir merkez haline getirildi. el-Aziz (975-996 ), burasını bir üniversite şekline dönüştürerek Şii fakihler yetiştirmiştir. Buradan yetişen fakihler sadece fıkıh sahasında değil, tarih ve şiir gibi diğer dallarda da iyi yetişmiş kimselerdiler. Özellikle el-Aziz'in Yahudilikten dönme veziri Yakub b. Killis buraya otuz yedi fakih tayin ederek, bunların Şii fıkhı üzerine eğitim vermesini sağladı. Fakihlerin yiyecek ve içecekleri devlet tarafından karşılandığı gibi, camiye yakın yerde oturacakları evler bile inşa ettirildi. Şii eğitimi vermek için açılan bu müesseseye, o dönemde Mısır'da çok olmalarına rağmen Sünniler uzak durmuşlardır. el-Hakim (996-1020) döneminde "Daru'l-İlm"in açılmasına kadar bu mekan Şiiliğin tartışmasız en önemli merkezi olma durumunu devam ettirmiştir.


Fatımi Halifesi el-Hakim, 1005'de, Abbas) Halifesi Memun döneminde Bağdad'da açılan "Daru'l-Hikme" ye benzeyen bir akademi açarak, adına Daru'l-Hikme'ye atfen "Daru'l-İlm" ismini verdi. Buraya kurra, fukeha, müneccimler, nahiv hocaları, tıpçılar vb. ilim adamlarını topladı. Burası için misli görülmemiş bir kütüphane meydana getirdi. Bu merkezin 500 ciltten oluşan kütüphanesi 1043'de es-Sanbadi tarafından görülmüştür. Bu kütüphanedeki eserlerin çoğunluğu heyet, hendese ve felsefeye ait eserlerden meydana gelmekteydi. Bu akademide bulunanların kağıt, mürekkep, okka, divit vb. tüm ihtiyaçları devlet tarafından karşılandı. el-Hakim ve ondan sonra gelen halifeler bu müessese için hiç bir masraftan kaçınmamışlardır.


Fatımi Halifeleri, Abbasi Halifeleri'yle mücadele edebilmek için bir doktrin yaratmak durumundaydılar. Bu doktrin, bir yandan onların halifelik iddialarının veraset açısından meşruluğunu pekiştirecek, diğer yandan da dağınık durumdaki İsmailiyye dillerini bir bayrak altında toplama imkanı verecekti. Fatımiler bu şekilde hareket etmekle, mücadele edilen devletleri propaganda yoluyla yavaş yavaş zayıflatmak ve onları kendilerine karşı koyamaz hale getirmek gibi bir gaye gütmekteydiler. Özellikle Abbasi Halifeliği'ni hedef alan Fatımiler, Abbasi topraklarında Şiilik propagandası yapan ve binlerce daiden oluşan taraftarlarını kullanmaktaydı. Bütün bu dailer Kahire'deki "Dai'd-Duit"ın emriyle hareket etmekte ve faaliyetlerini ondan aldıkları emirler doğrultusunda yürütmekteydiler.


b - Selçuklu - Fatımi Mücadelesinin Başlaması


Selçukluların Bağdad'a gelerek Sünni dünyanın liderliğini ele almalarından sonra, Fatımiler için öncelikli hedef bu devlet olmuştur. Propaganda faaliyetleri ve bunları yürüten binlerce Fatımi daisi ile yürütülmekte olan Şiileştirme gayretleri, Selçukluların gelişi ile duraksamaya uğratıldığı gibi gerileme sürecine de itilmiştir. Bu durumu bir türlü hazmedemeyen Fatımiler, propaganda gayretlerinin yanına yeni bir unsur daha ekleyerek, Şiileştirme çalışmalarına devam etmişlerdir. Bu yeni unsur, "Batınilik" faaliyetleridir. Bunlar eliyle tesirli bir şekilde Abbasi, dolayısıyla Selçuklu ülkesinde terör faaliyetleri yürütülerek, halkı sindirilmeye ve Selçuklu idaresinden soğutularak Fatımilerin tesiri altına sokulmaya çalışılmıştır.

Batıniler, bir taraftan Fatımilerin dışardan yaptıkları fiili müdahaleyi Selçuklu ülkesinin içine taşırken, diğer taraftan da, özellikle büyük şehirlerdeki fakir tabakaya tesir ve onları kuvvet kullanmaya teşvik ederek kurulu sosyal düzeni sarsmışlardır. Dolayısıyla, Selçuklular Bağdad'da hakimiyetlerini tesis etmelerinden sonra doğrudan doğruya Fatımiler ve onların Şiileştirme çalışmalarının muhatabı haline gelmişlerdir. Sünni dünyanın lideri Selçuklular ile Şii dünyanın lideri Fatımiler arasındaki bu çekişme çeşitli bölgelerde ve değişik sahalarda kendini hissettirecektir. Mücadelenin tarafları siyasi, iktisadi, askeri ve ilmi sahalarda birbirleriyle kıyasıya mücadele edecek ve dönemin bahsedilen sahalardaki faaliyetlerı Sünni ve Şii merkezli olmak üzere iki kutuplu bir İslam dünyasının oluşmasına zemin hazırlayacaktır.


ba - Bağdad'da Meydana Gelen Çatışmalar


Irak bölgesinde Şiiliğin gelişmesi Büveyhilerle birlikte olmuştur. Mezhep olarak Şiiliği benimseyen ve bu konuda mutaassıp davranan Büveyhi Sultanları Şiiliğin gelişmesi için gayret göstermişlerdir. Sasani geleneklerini canlandırmak isteyen Büveyhiler, Muizu'd-Devle'den itibaren Şiliere ait merasim ve törenleri açıktan yapmaya başladılar. Muizu'd-Devle, 962 senesinde Hz. Muaviye ve diğer büyük sahabelere lanet edilmesi ve cami duvarlarına bu şahıslara ait hakaret lafızlarının yazılması vs. gibi Sünnileri kışkırtacak daha birtakım faaliyetlerin yapılmasını emretti. Bağdad'ın Büveyhiler eliyle Şii ve Sünni diye ikiye ayrılması korku, fitne ve karşılıklı kavgaları da beraberinde getirmiştir. Kerh halkının Hz. Ali'nin dışındaki sahabelere hakaret etmeleri, Sünnileri tahrik etmiş ve aradaki düşmanlığı artırmıştır. Abbasi Halifeleri'nin Şıiler üzerinde otoritelerinin olmaması, buna karşılık Büveyhi Sultanları'nın Şiileri destekleyen tavrı, bu düşmanlığı iyice körüklemekteydi. İki taraf arasında cereyan eden kanlı olaylar sebebiyle halk korkuya kapılmış, insanların hayat şartları zorlaşmıştır.

Bağdad'daki Şii-Sünni çekişmesinin zaman zaman alevlendiği tarihi kayıtlardan izlenebilmektedir. Nitekim, henüz Selçuklu hakimiyeti Bağdad'da tesis edılmeden önce 1049 senesinde Şilierin Aşure matemi yasaklandığı için iki taraf arasında kargaşa çıkmış, Kerh halkı sur inşa ederek arkasına çekilmiş, buna mukabil Sünniler de "Suku'l-Kalain" etrafına sur çekmişlerdir. Birbirlerine karşı güvenleri olmadığından dolayı savunma tedbirleri bununla da yeterli görülmemiş, her iki taraf Türklerden meydana gelen savunma birlikleri oluşturmuşlardır. Bu olayların cereyan etmesinden bir yıl sonra (1049), Ebu Muhammed en-Nesevi, Bağdad'a "Şurta" oldu. Bu şahıs insanları öldürüp, mallarını gasp edecek kadar zalim bir insandı. en-Nesevi'nin taraflar arasında fark gözetmeden yaptıkları, bu iki grubu birbirine yaklaştırmıştır. Bir araya gelen Şii ve Sünniler aralarında barış yaparak, bahsedilen şahsı öldürmeye and içtiler. Barışın gereği olarak Şiiler sahabelere sövmekten vaz geçtiler, Sünniler de ezanlara Şiiler tarafından kullanılan "Hayye ala Hayri'l-Amel" lafzını eklediler. Karşılıklı olarak birbirlerinin camilerine gitmeye, mezarları ziyaret etmeye başladılar.


Şiilerin uygulamaları yüzünden barış ortamı fazla sürmeden tekrar bozuldu. 1050 senesinde Şiiler Kerh Mahallesi'nin burçlarına "Muhammed ve Ali insanların hayırlısıdır. Kim ki, onu seçerse (kabul ederse) şükretmiş, yüz çevirirse kafir olmuş olur" ifadesini yazdılar. Bunun üzerine yeniden karışıklık baş gösterdi. Sünniler toplanarak Halife'nin sarayına hücum ettiler. Bunlar, görüşmeler neticesinde çeşitli vaatlerle yatıştırılınca, bu sefer de Şiiler isyan ederek kıtale ve çarşıları yağmalamaya başladılar. Sünniler de karşılık vererek onlara saldırdı; Şii ileri gelenlerinden Musa b. Cafer es-Sadık'ın ve Zübeyde'nin kabirleri ile Büveyhi Sultanları'ndan Muizu'd-Devle ve Celalu'd-Devle'nin kabirleri açılarak yakıldı.

Bunun karşısında Şiiler de Sünnilerin mezarlarını açarak salih kimselerin cesetlerini yaktılar. Hatta İmam Ahmed b. Hanbel'in mezarını bile açmaya yeltendiler. Fakat Nakib, onları bu işten vazgeçirerek muhtemel kötü akıbetle korkuttu. Olaylar karşısında aciz kalan Halife ve Büveyhi Sultanı Ayyarlar'dan yardım istemek mecburiyerinde kaldı. Ayyarlar divanda toplanıp, günahlarından tövbe etmeleri istendikten sonra, silahlandırılarak Şiilerin üzerine gönderildi.


Karşılıklı çarpışmalarda çok insan öldü. Bu olaylar esnasında Şiiler, Hanefi medresesini basarak burasını yaktı ve medresenin müderrisi Ebu Said es-Serahsi'yi de katlettiler. Meşhedin yakılması olayını duyan ve kendisi de Şii olan Nuru'd-Devle Dübeys b. Mezyed, duruma çok kızarak hakimiyeti altında olan şehirlerde Sünni Abbasi Halifesi adına okunan hutbeleri kestirdi. Bunun üzerine Kaim Biemrillah Dubeys'e elçi göndererek yaptığından dolayı onu ayıpladı. Olayların yatışmasından sonra Dubeys hutbeleri eski şekline iade etti.


Bir türlü ardı arkası kesilmeyen Şii-Sünni olayları müteakip senelerde de devam etmiştir. 1052 senesinde Şiiler tekrar mescitlerinin kapısına "Muhammed ve Ali insanların hayırlısıdır" ifadesini yazıp, ezanlara Şii alametini eklemişlerdir. Çıkan olaylarda kadınlı erkekli kırk dört kişi hayatını kaybetmişti. Merkezi otoritenin kalmaması yüzünden Ayyarlar da işi iyice azıtarak köylerden vergi almağa, çarşıları haraca bağlamağa başladılar. 1053 senesinde tekrar olaylar olmuş, iki tarafı yatıştırmak için araya Türkler girerek olaylara dahli bulunanları cezalandırmışlardır. Kerh'deki Şiiler olayları tırmandırmaya devam edince, Türkler Kerh çarşılarını yakmışlar ve buradakiler yerlerini terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı. Halife Kaim Biemrillah araya girerek olayların iyice büyümesine engellemek için, Türklerin Kerh halkına karışmaması konusunda divanda bir karar aldı. Bunun üzerine Kerhliler yerlerine tekrar döndüler.

Sünni hilafet merkezinde gelişen olaylar 1055 senesinde Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelişiyle birlikte yeni bir veche kazanarak, Sünni dünyanın Halife'si, Sünni bir güç tarafından, Şii tasallutundan kurtarılmıştı. Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelişiyle birlikte hutbelerde Tuğrul Bey'in adı Halife'yle birlikte okunmuş ve bu durum sevinçle karşılanmıştı. Selçukluların Bağdad'a gelmeleriyle birlikte Şii Büveyhiler Devleti ortadan kaldırıldığı gibi, Besasiri fitnesi de Bağdad'dan uzaklaştırılmıştır. 1056'da Kaim'in veziri Reisu'r-Rüesa İbn ei-Mesleme Kerh mıntıkasına siyah bayrak asılmasını, bu mahalledeki mescitlerde ve Musa b. Cafer'in mescidinde, ezanlardaki Şii alametinin kaldırılarak, Sünnilerce sabah ezanlarında söylenen "es-Salatu Hayrun mine'n-Nevm" lafzının okunmasını, mescitlerin kapılarındaki "Muhammed ve Ali insanların en hayırlısıdır" ifadelerinin kaldırılmasını emretti. Sünni şairler Kerh tarafına geçerek sahabeyi öven şiirler söylediler. Şiileri savunacak Büveyhiler artık olmadıkları, buna karşılık Sünnilerin hamisi Selçukluların iktidarı olduğu için, Şiiler bu durumdan hoşnut olmamakla beraber ses çıkaramadılar ve emre uydular. Reisu'r-Rüesa İbn ei-Mesleme, Rafızilerin Şeyhi Ebu Abdullah b. Celab'ın öldürülmesini emretti ve bu şahıs dükkanının önünde öldürüldü. Şiilerin önde gelenlerinden Ebu Cafer et-Tusi ise öldürülmekten kurtulmak için, kaçmak mecburiyetinde kaldı, evi de yağmalandı.


Bağdad'da devam eden olayların Besasiri'nin isyan edip, şehri ele geçirmesiyle kısa bır süre de olsa Şiilerin lehine geliştiği görülmüştür. Onun Bağdad'a bir yıl hakim olup, Fatımiler adına hutbe okutması ve yine Fatımiler tarafından desteklenen İbrahim Yınal'ın isyanı Selçuklu­ Fatımi mücadelesinin hız kesmeden devam ettiğinin işaretidir. Bu isyanların bastırılıp, Selçuklu Devleti ve Abisi Halifeliği'nin bu gailelerden kurtulmasından sonra Tuğrul Bey Bağdad'a dönmüş ve Halife'yi makamına oturtarak şehirde Sünni hutbesi okutup, yeniden Abbasi Halifeliği'nin hakimiyetini tesis etmiştir. Ona rağmen Şiiler ile Sünniler arasındaki olayların tamamen kesilmediği, azalarakta olsa devam ettiği anlaşılmaktadır.


Şiilerin zaman zaman taşkınlık yapmasını fırsat bilen Sünni halk, Muharrem ayının on dördüncü günü dükkanlarını kapatarak, büyük bir topluluk halinde Halife'nin sarayına doğru yürüyüşe geçti. Bunlar Kerh halkına lanet etmekteydiler. Aralarından seçtikleri bir temsilciyi Halife'ye göndererek duruma rıza göstermediklerini bildirdiler. Bu arada Sultan'ın adamları toplanarak Kerh halkına saldırmayı ve kabaran fitneyi önlemeyi düşünüyorlardı. Olayların bu şekilde tırmandığı sırada emniyet işlerinden sorumlu şahsın (Sahibu'ş-Şurta) kaçtığı anlaşıldı. Zira Kerh halkının yaptıklarına müsaade eden bu şahıstı. Durumun tehlike arz ettiğini gören Kerh halkı Halife'ye bir temsilci göndererek yaptıklarından dolayı özür dileyip, bu işleri emniyet görevlisinin emriyle yaptıklarını söyleyerek işin içinden sıyrıldılar. Halife de bir tevki çıkararak duruma müdahale edip, Aşure günü yas tutulmasını ve sahabeye hakaret edilmesini yasaklayarak, aksine davrananlara lanet edilmesini emretti (1065).


1072 senesinde de taraflar arasında nahoş olaylar cereyan etmiştir. Şaban ayında Sünnilerden bazıları Kerh mahallesine hücum ederek buradaki insanlardan bir kısmını öldürüp, mahalleyi yakmışlardı. Kehlilerin mağdur olması yüzünden Bağdad Şahnesi Sünnilerin mahalleleri olan Babu'l-Basra ve Babu'l-Kalain halkından topladığı elbiseleri katır sırtında taşıtarak Kerh halkına dağıtmıştı. 1077 senesine gelindiğinde itikadi meseleler yüzünden Bağdad'da olaylar çıkmıştı. İki taraftan da halk birbirlerinin mallarını yağmalayınca, Nizamiye Medresesi'nin yanındaki evde kalmakta olan Müeyyedü'l-Mülk b. Nizamülmülk, Bağdad amidi ve şahnesine haber göndererek çağırttı. İkisi de emrindeki askerlerle gelerek duruma müdahale ettiler. İki taraftan da çok insan öldü ve durum yatıştırıldı.


Olayların yatışması ve taraflar arasında oluşturulan barış fazla uzun sürmemekte, itikadi meselelerdeki ayrılık ve herkesin kendi üstünlüğünü ortaya koyma düşüncesi, biraz da mezhep taassubuyla desteklenince yeni gelişmeler, yeni olaylar meydana gelmekteydi. Bu düşüncenin mahsulü olmalı ki, 1085 senesine gelindiğinde yine taraflar arasında olaylar meydana gelmiş; Şiilerin mahallesi Kerh ve Sünnilerin mahallesi Babu'l-Basra da bazı yerler karşı taraflarca ateşe verilmişti. Nehru'd-Decde'daki yerler yakılmış ve mescitlerin ahşap kısımlarına varana kadar yağmalanmıştır. Olayların gelişmesi üzerine Bağdad şahnesi askerleriyle olaya müdahale ederek tarafların faaliyetlerini engellemiş ve iki taraf arasında sulh yapılmıştır.


1086 senesinde Şii ve Sünniler arasında olaylar şehirde bulunan hacıları da içine alacak şekilde genişledi. Muharrem ayında çıkan olaylarda insanlar ölmüş, özellikle amid Kemalu'l-Mülk ed-Dihistani'nin süvari ve piyadeleriyle Kerh halkına yardımcı olması olayları iyice tırmandırmıştı. Şevval ayında (Ocak 1087) karışıklıklar yeniden canlanmış, bu defa da şehirde bulunan hacılar Sünnilere yardım etmiş ve Kerh halkının üzerine hücum etmişlerdir. Neredeyse mahvolmak noktasına gelen Kerhliler, liderleri Ebu'I-Hasan b. Bergus el-Alevi'yi Sünni kuvvetlerin komutanına göndererek, pişmanlıklarını belirmiş ve perişan olmaktan kurtulmuşlardır.

Söz konusu olaylar 1087'de iki grup arasında hafif sürtüşmeler şeklinde gelişirken, 1089 yılında çok şiddetli ve kanlı hale dönüşecektir. Buna da sebep Sünnilerin öldürdüğü bir Şiidir. Bunun üzerine Kerhliler çarşılarını kapatmışlar, gelişen olaylarla iki taraftan da insanlar ölmüştür. Bağdad şahne vekili Humartaş olayları önlemekte başarılı olamamıştı. Bunun üzerine devreye Halife girmiş; Kadı Ebu'l-Ferec, Kadı Yakub el-Berzebini ve İbn Sabbağ gibi alimleri araya sokarak taraflar arasında sulh yapılmıştır. Bahsedilen alimler Kerh mahallesine giderek onların cahillere uymamaları ve Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini benimsemeleri istenmiştir. Kerhliler de bu istekleri kabul etmişlerdir. Anlaşma gereği Kerhliler Babu's­ Semakin üzerine iki bayrak asmışlar ve mescitlerine "Rasulullah'tan sonra insanların hayırlısı Ebu Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, sonra da Ali'dir" ifadesiyle birlikte Hulefa-i Raşidin'in isimlerini yazmışlardır.


Abbasi Hilafeti'nin başşehrinde Şii-Sünni ihtilafı ardı arkası kesilmeyen bir şekilde devam etmiştir. Büveyhi hakimiyetinin olduğu dönemde Şiiler açıktan destek almışlar ve Sünni halifeyi yerinden edecek kadar ileri gitmişlerdir. Selçuklularla birlikte Sünni hakimiyetinin tesisinden sonra, hakimiyetlerini yitirmelerine rağmen rahat durmamışlardır. Bunda Fatımiler Devleti'ne güvenlerinin devam etmesinin yanı sıra, Sünni Abbasi Halifeliği'ni ve Selçukluları meşru idare kabul etmiyor olmalarının da payı vardır. 1089'da yapılan barışın da fazla sürmediği görülmüştür. Şiiler mescitlerine tekrar sahabeye ve Hz. Peygamber'in hanımlarına hakaret içeren ifadeler yazmışlar, şehirde yağma yapmışlar ve Haşimilerden birisini öldürmüşlerdir. Bunun neticesinde yeni olaylar meydana gelmiş, Sünniler Şiilere saldırarak bir Aleviyi öldürdükten sonra hamamın külhanına atarak yakmışlardı. Halife, Seyfu'd-Devle Ebu Sadaka b. Mezyed'den yardım istemiş; O da sevk ettiği askerleriyle Alevilerin evlerini basarak onları öldürmüştür. Şeriflerin ve asker olmayanların saçları kesilmiş, bir kısmı öldürülerek, bir kısmı da sürgün edilerek olaylar kontrol altına alınmıştır.

Bu olayların devam etmesi siyasi planda olmasa da, inanç ve fikir noktasında genelde Irak'ta, özellikle de Bağdad'da Selçuklu-Fatımi hakimiyet mücadelesinin devam ettiğini gösterir. Nitekim 1090 yılında da olaylar devam etmiş, insanlar öldürülmüş ve çarşılar yağmalanmıştır. Halife bu defa taraf tutmak mecburiyetinde kalarak Sünnilere yardım etmiştir. Halifenin açık desteğiyle güçlenen Sünniler Şiileri hezimete uğratmışlardır. Yenilgiyi kabul etmek zorunda kalan Şiiler mescitlerine "Resulullah'tan (s.a.v) sonra insanların en hayırlısı Hz. Ebu Bekir'dir" ifadesini yazmak zorunda kalmışlardır. Yalnız bu tür olaylar her iki devlet ortadan kalktıktan sonra da devam edecektir.


Selçuklular ve Abbasi Halifesi, Şiileri normalde toptan sürgün veya daha başka şekilde ses çıkaramaz hale getirebilecek iken, böyle bir yola baş vurmadığı gibi çoğu zaman da onları korumak durumunda kalmışlardır. Yalnız gelişen olaylar ve Bağdad'ın Sünni hilafet merkezi olması, Halife'yi bazen Sünnilerin yanında yer almaya sevk etmiştir. Bu Şiilerin taşkınlıklarının ve hakarete varan davranışlarının bir sonucudur. Bu durum karşısında Sünni Halife'nin kendi mezhepdaşlarını koruması ve onların beklentilerine cevap verecek davranışları göstermesi yadırganacak bir durum olmamalıdır. Bu olaylarda göz ardı edilmemesi gereken bir başka husus da, Halife'nin ve Selçukluların olaylara doğrudan müdahil olmayıp, taraflar arasında barışı sağlayıcı çabaları destekleyici olmalarıdır. Olayların kontrolden çıktığı andan itibaren tereddüt etmeden kuvvet kullanma yoluna gitmişlerdir ki, bunun da kamu düzeninin sağlaması açısından gerekli bir davranış olduğunda şüphe yoktur.


bb - Besasiri'nin İsyanı ve Fitımilerce Desteklenmesi


Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelişinden önce Rahbe'ye geçen Besasiri, Bağdad'daki Şiileri tenkil hareketinden kaçan askerlerin kendisine katılmasıyla iyice güçlendi. Kuvvetli bir ordu oluşturan Besasiri'ye Fatımiler oldukça büyük oranda destek vermekteydiler. O sebeple Besasiri olayı, sıradan bir komutanın isyan hareketi olmaktan çıkacak ve Sünni-Şii düşüncesinin tarafları olan Selçuklu-Fatımi nüfuz mücadelesine dönüşecektir.


Fatımilerin desteklediği Besasiri'nin kendileri için tehlike arz ettiğini gören Tuğrul Bey, amcasıoğlu Kutalmış'ı bir ordunun başında ona karşı göndermişti. Yanına Kureyş b. Bedran'ı da müttefik olarak alan Kutalmış, Besasiri ve onun müttefiki Nuru'd-Devle Dubeys'le Sincar yakınlarında yaptığı savaşta (1056-57) yenilgiye uğradı. Besasiri de Musul'u ele geçirerek burada Fatımiler adına hutbe okuttu. Bu yenilgiden sonra Musul emiri Kureyş de Besasiri'nin saflarında yer aldı. Aynı şekilde Kufe ve Vasıt gibi civar bölgelerde de Besasiri'nin otoritesi tanınıp, Fatımi hutbesi okundu. Bu şehirlerde Fatımiler adına hutbe okunması Mısır Halifesi'ni son derecede bahtiyar etti.


Selçuklu kuvvetlerinin yenilgi haberini alan Tuğrul Bey, Besasiri'nın işini bitirmek kastıyla Musul'a sefer düzenlemeye karar vererek, içinde fillerin de bulunduğu güçlü bir orduyla Bağdad'dan hareket etti. Halife şiddetli mali sıkıntılar ve pahalılık yüzünden onu bu işten vazgeçirmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Sultan Bağdad'da on üç ay kalmıştı. Bu süre içerisinde Tuğrul Bey'in askerleri halkın evlerinde kaldığı için onlara sıkıntı vermeye başlamış ve bazı nahoş olaylar meydana gelmişti. Halife, veziri vasıtası ile durumu Tuğrul Bey' e iletmişse de, Tuğrul Bey, askerlerinin sayısının çokluğunu ileri sürerek mazeret beyan etmişti. Fakat bir gece rüyasında Hz. Peygamber'i görmüş ve Allah'ın kullarının haklarını gözetmediği, onları zora sokacak davranışlarda bulunduğu için azarlanmıştı. Bu rüya üzerine Tuğrul Bey, Halife'den özür dilemiş, halkın sıkıntılarını hafifletmek için Bağdad'dan çıkmaya karar vererek göz altına alınan insanları serbest bıraktırmıştır.


Marangozlara yeni mancınıklar yaptıran ve depolardaki yedek silahlarını da yanına alan Sultan, Musul üzerine yürüdü. Bu arada Musul emiri Kureyş b. Bedran'ın Besasiri ile ittifak yaptığı haberini de almıştı. Tikrit yakınlarında el-Bevazic kalesine varınca burada bir müddet oyalanarak, Yakuti'nin askerleriyle gelip kendisine yetişmesini bekledi. Buradan hareketle Musul'a yöneldi. Bu sırada Hezaresb seçme bin askerle Sultan'a katıldı. Bunun üzerine Sultan, Beled şehrini Hezaresb'e ikta olarak verdi.


Tuğrul Bey, kendi tabii müttefiklerini güçlendirirken, Fatımiler de boş durmamaktaydı. Mesela, Mısır Halifesi'nin temsilcisi ve İsmaili Dai'd-Duat el-Müeyyed fi'd-Din eş-Şirizi, Besasiri hareketinin başarıya ulaşması için birtakım çalışmalar içerisindeydi. Ona göre, Besasiri'nin başarılı olabilmesi için iki şeyden birisinin tahakkuk etmesi gerekiyordu: Birisi, Selçuklulara karşı askeri yönden galip gelmek; diğeri de, Selçuklu kuvvetlerinin birtakım ihtilaflar sebebiyle dağılmasıydı. Bu sebepten, Selçuklulara yakın olan kumandanlara mektuplar yazarak onları kendi tarafına çekmeye çalıştı. Mektup yazılan şahıslardan birisi de Selçukluların veziri Kunduri'dir. eş-Şirizi'nin gayretlerine karşılık Selçuklu veziri Kunduri de mukabil tedbirler alma yoluna giderek, Besasiri'ye katılmaları önlemeye çalışmıştır. Nitekim bu gayretler netice vermiş ve Dübeys b. Mezyed ile Kureyş b. Bedrin, Tuğrul Bey'e elçi göndererek kendilerinin affedilmelerini istemişlerdir. Sultan, bu isteği olumlu karşılayarak Besasiri hariç diğerlerini affetti. Bunun üzerine Besasiri kendisini izleyen askerleriyle birlikte Rahbe'ye çekildi. 1057 senesinde Musul ele geçirilip, burada tekrar Abbasi Halifesi ve Tuğrul Bey adına hutbeler okunmaya başlandı. Selçuklu Sultan'ı, burada kardeşi İbrahim Yınal'ı bıraktıktan sonra kendisi tekrar Bağdad'a döndü.


Tuğrul Bey, Bağdad'da büyük törenlerle karşılanmış, Halife'nin sarayında ilk buluşma gerçekleşmiş ve Halife kurdurduğu ikinci bir taht üzerine oturttuğu Tuğrul Bey'e İslam'a yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür etmiştir. Halife ona taçla birlikte yedi hilat giydirmiş, murassa altın kılıç kuşatmış ve ona "Rüknü'd-Din-Dinin Temeli", "Meliku'l-Meşrık ve'l­ Mağrib-Doğunun ve Batının Hükümdarı" unvanı ile birlikte "Kasımu Emiru'l-Müminin-Halifenin Ortağı" lakabını vermiştir. Tuğrul Bey, Halife'nin önünde yer öpmek istediyse de başındaki taç buna mani oldu. Bunun üzerine Halife'nin elini iki defa öptükten sonra teberrüken gözüne sürmüştür. Bu sıralarda Musul valisi İbrahim Yınal'ın isyan ettiğine dair rivayetler çoğalınca, Tuğrul Bey ve Halife ona bir mektup yazarak Bağdad'a çağırdılar. O da, bu davete icabet ederek harekete geçti, Şubat 1058'de Bağdad'da merasimle karşılandı.


Tuğrul Bey'in Bağdad'a dönmesinden üç ay kadar sonra, Besasiri tekrar Musul önlerinde gözüktü. Tellu Afer'de Besasiri'nin önünden Musul'a çekilen Selçuklu komutanı İnanç Bey, Sultan'dan acil yardım istemiş, Halife'nin kızı olmamasına rağmen Tuğrul Bey yardıma gitmişse de geç kalmıştı. Bu sırada Besasiri şehri ele geçirmişti. Selçuklu ordusunun yaklaştığını öğrenen Besasiri ve Kureyş, yine hiç bir mukavemet göstermeden şehri boşaltarak kaçtılar. Musul ikinci defa Tuğrul Bey'in eline geçti (18 Eylül 1058).


Rahbe'ye çekilen Besasiri, Fatımi Halifesi'yle yazışarak, Selçukluları Bağdad'dan çıkarmak ve bölgeyi yeniden ele geçirmek için ondan yardım istedi. Büveyhilerin yıkılışının intikamını almak isteyen Fatımi Halifesi bu isteğe sıcak bakarak, Besisiri'ye 500000 dinar, 500 at, 10000 yay, binlerce kılıç, ok ve elbise gönderdi. Fatımilerden bu desteği alan Besasiri uygun fırsatı beklemeye başladı. İbrahim Yınal'ın Selçuklu tahtını ele geçirmek için isyan etmesi ve Tuğrul Bey'in onunla meşgul olmasından faydalanarak harekete geçti. Bağdad şahnesi Aytekin de Ahfaz'a kaçınca Bağdad savunmasız kalmıştı. Besasiri ve adamları hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Kerh halkının da yardımıyla ellerine de beyaz Şii bayraklarıyla şehre girerek Bağdad'ı ele geçirdiler (27 Aralık 1058).


Besasiri'nin Bağdad'da bu kadar kolaylıkla ve kısa sürede hakimiyet tesis etmesinin çeşitli sebepleri vardır. Ana sebep, Tuğrul Bey'in İbrahim Yınal'ın peşinden gitmiş olması olarak gözükse de, gözden ırak tutulmaması gereken bir başka husus da Bağdad'daki Şii nüfuzudur. Bağdad nüfusunun büyük çoğunluğu Sünni olmakla beraber, Besasiri'nin Bağdad'a gelişinde onun Şii Kerh halkı yanında Sünnilerce de desteklendiği gözlenmektedir. Besasiri büyük oranda Şii Kerh halkına ve Tuğrul Bey'in Bağdad'a gelişinden hoşlanmayarak kendi saflarına katılan Şii meyilli Türk askerlerine dayanmaktaydı. Fakat Tuğrul Bey'in askerlerinin Bağdad'da kaldıkları sırada halka yaptıkları haksız uygulamalardan dolayı, Sünni halkın önemli bir kısmının da Besasiri'ye meylettiği bir hakikatti. Bu yüzdendir ki, Irak amidi, Halife'nin vezirini bu konuda uyarmış ve Besasiri'ye karşı savaşa girilmeyerek zaman kazanma yolunu tercih etmesi istenmiştir. Besasiri'nin gelişinden sevinç duyan Şii halk, Kerh'in merkezine üzerine Mustansır Billah'ın adını yazdıkları beyaz bir bayrak dikerek, durumu sevinçle karşılamışlar ve Sünnilerin evlerini yağmalamışlardır.


Besasiri'nin Bağdad'a girmekte olduğu sırada şehirde bulunan vezir Kunduri ve emir Enhşirevan şehrin batı yakasına geçerek köprüleri tuttular. Halife'nin Harun'un bütün ısrarına rağmen Halife'yi kurtarmakta isteksiz davrandılar. Aralık ayının ilk Cuma günü halk Mansur Camii'nde namaz için toplandığında, imamın camide hazır olmadığını gördüler. Müezzinler ezan okuduktan sonra, Besasiri'nin yaklaşmakta olduğu haberinin de duyulması üzerine namaz hutbesiz olarak kılındı. Cumartesi günü ise, Besasiri Mısır bayraklarıyla şehre girdi. Ayyarları ve avam tabakasını toplayan Besasirl, onları Halife'nin sarayını yağmalamaları için teşvik etti. Bu arada Kureyş b. Bedran 200 adamıyla gelerek Besasiri kuvvetlerine katıldı.


Besasiri ilk önce ezanlara Şiilerin alameti olan ifadeleri eklemekle işe başladı. Daha sonra Mansur Camii'nde Fatımi Halifesi adına hutbe okundu. Bir sonraki Cumada ise er-Resafe Camii'nde Şii hutbesi okundu. Bu arada Abbasi Halifesi, sarayının ve Nehru'l-Mualla'nın etrafını hendeklerle çevirerek savunmaya hazırlanıyordu. Besasiri köprülerin tamiratını tamamladıktan sonra şehrin batı tarafına geçmeye çalıştı. Batı yakasına geçen Besasiri, karşı koyan güçlerin fazlaca mukavemet edememesi neticesinde sarayı ele geçirdi ve adamlarına yağma emrinı verdi. Böylece günlerce sürecek olan yağma başlamış oldu. Halife ve onun veziri Reisü'r-Rüesa İbn el-Mesleme, Besasiri'nin kuvvetlerinin eline geçtiler. Aralık ayının (1058) dördüncü cumasında Halife'nin camisinde de Fatımi hutbesi okunmaya başlandı. Artık tüm Bağdad ve civar bölgelerde Şii hutbesi okunmaya başlanmış ve Abbasi hutbeleri kesilmişti.


Halife ele geçirilince Reisü'r-Rüesa, Kureyş'in yanına giderek Halife'nin himayesini üzerine almasını istedi. Kureyş bu işe önce yanaşmadı. Fakat Reisü'r-Rüesa ona: "Allah seni hiç kimsenin ulaşamadığı bir mevkiye getirdi. Emirü'l-Müminin senden kendini, ailesini ve adamlarını Allah, Rasulullah ve Araplar adına, onlara hürmeten himaye etmeni ıstiyor" dedi. Bunun üzerine Kureyş Halife'yi himaye etmeye karar vererek, ona sarığını ve asasını verdikten sonra, Halife'yi koruması için amcasının oğlu Muhariş b. el-Ukayli'nin yanına gönderdi. Muhariş ise Halife"yi saygı ve hürmet içerisinde el-Hadise'ye nakletti.


Kureyş'in Halife'ye eman verdiğini duyan Besasiri bu duruma çok sinirlendi. Çünkü aralarındaki anlaşmaya göre birbirlerinden habersiz iş yapmayacaklar ve lrak'ı aralarında ortak olarak pay edeceklerdi. Bu durum üzerine Kureyş, anlaşmamıza muhalif hareket etmedim; biz bu İşte ortağız, ben payıma düşenden Halife'yi aldım, onun karşılığında sen de düşmanın Reisü'r-Rüesa İbn Mesleme'yi al, dedi. Böylece Reisü'r-Rüesa Besasiri'ye teslim edildi. Reisü'r-Rüesa ondan af dileyip bağışlanmasını istediyse de, Besasiri kabul etmedi. Reisü'r-Rüesa önce hapse atılıp hayli eziyet edildikten sonra, bir devenin üzerine bindirilerek şehrin mahallelerinde dolaştırılıp, halka teşhir edildi. Bu arada arkasından gelen birkaç kişi devamlı onu kırbaçlamaktaydı. Türlü hakaretlerden sonra üzerine soyulmuş bir öküz derisi, başına da hayvanın boynuzlarını geçirdiler. Çenelerinden geçirilen iki kanca ile bir ağaca asarak ölüme terk ettiler. Halife'nin veziri İbn el-Mesleme gibi Tuğrul Bey'in Bağdad valiliğine tayin ettiğı Ebu Nasr Ahmed el-Müstevfi de önce esir edilmiş, sonra da öldürülmüştür.


Besasiri, Bağdad'ın ileri gelenlerinden intikam almaya devam etti. Bütün camilerde Fatımi hutbesi okutup, hatiplere ve müezzinlere Fatımilerin alameti olan beyaz renk elbise giymeyi mecbur etti. Sünnilerin önde gelen şahıslarına hakaretler yapıldı. Abbasilerin ve Alevilerin ileri gelenlerini Halife'nin sarayında toplayarak Fatımi Halifesi Mustansır adına biat aldı. Halife'nin sarayı ve şehir günlerce yağmalandı. Abbasi Halifesi'nin sarığı, Hz. Peygamber'in hırkası, Bağdad sarayından alınan fevkalade süslü bir pencere, çeşitli kutsal emanetler ve Abbasi Halifesi Bağdad'ı terk etmeden önce Abbas Oğullarının hilafette bir haklarının olmadığına dair ondan alınan bir ahitname Kahire'ye gönderildi. Besasiri bunlardan sonra adına sikke kestirdi.


Bağdad, Vasıt ve Basra gibi önemli merkezlerde Fatımi Mustansır adına hutbe okunmasından sonra, Besasiri bir elçi ile bunları Mustansır'a bildirdi. Mustansır, babaları ve dedeleri zamanında bile görülmemiş bu durum karşısında son derece bahtiyar oldu. Sarayında muğanniyeleri ve şairleri toplayarak davullar çaldırıp, şenlikler yaptırdı. Sevinci o kadar büyüktü ki, meclisinde onu öven bir şaire, Kahire'nin en nezih yerlerinden bir araziyi ikta olarak verdi. Ama, Besasiri'nin başarısı için gerekli olan mal ve silah yardımını yapamadı. Bunda, o sırada Mısır'ın içinde bulunduğu şiddetli kıtlık ve yokluğun yanı sıra, Besasiri'ye fazla güvenememesinin de payı vardı. Fatımi Halifeliği, Besasiri'nin kendilerinden izinsiz Bağdad ve Musul'u almasını, buralardan aldığı muazzam ganimetleri, özellikle de Abbasi Halifesi'nin Mısır'a gönderilmemesini kendilerine karşı yapılmış bir başkaldırı olarak kabul ediyordu. Ayrıca Irak topraklarını Kuren ile aralarında bölüşme anlaşmasını da Besasiri aleyhine kullanıyorlardı. Bunların yanında, Selçuklu ordusunun bütün bunlara razı olmayarak geri geleceği ve Suriye'yi de içine alan bir istila hareketine girişeceği de ihtimal dahilinde olduğu için, gelişmeler Besasiri'ye olan kızgınlığın yanında yeni endişeler de doğurmaktaydı. Bu durum Selçukluların işini kolaylaştıracak ve Bağdad'da yeniden Sünni hakimiyetini tesis etmelerine yarayacaktır.


İbrahim Yınal meselesini halleden Tuğrul Bey, Besasiri gailesini ortadan kaldırmak ve Halife'yi tekrar tahtına oturtmak üzere Bağdad'a doğru harekete geçti. Yalnız bu hareketinden önce Besasiri ve Kuren'e elçi göndererek yaptıklarını terk edip Halifeyi makamına döndürmelerini istedi. Tuğrul Bey'in kendi üzerlerine geleceğini anlayan Kuren, Besasiri ile yazışarak bu işten zararlı çıkacaklarını, dolayısıyla da Halife'yi makamına döndürmeyi teklif etti. Tuğrul Bey, Kureyş'e mektup yazarak ondan "el-Emiru'l-Celil İlmu'd-Din" diye sitayişle bahsetmiş ve Halifeye hürmetkar davranışından dolayı teşekkür etmişti. Tuğrul Bey, Halife'nin tahtına oturtulup, hutbelerde isminin okunması ve Halife adına sikke kesilmesı durumunda Bağdad'a gelmeyeceğini bildirdi. Ayrıca İmam İbn Furek'i Kuren'e elçi göndererek Halife'ye iyi muamelesinden dolayı ona memnuniyetini bildirdi. İbn Furek'ten de Halife'nin yanında kalarak ona arkadaşlık etmesini istedi. İbn Furek'le birlikte Halife'ye kırk elbise ve 5000 dinar gönderdi. Sultan'ın mektubu 1059 senesi Ekim ayında yazılmıştı.


Besasiri de yaklaşan tehlikeyi kavramaya başlamıştı. Bu sebepten, Tuğrul Bey'in teklif ettiği Halife'nin makamına döndürülmesi İşlemini birtakım şartlarla kabul edebileceğini bildirdi. Besasiri'ye göre: Kendisi Halife'nin naibi olmalı ve ondan başka hizmetlisi olmamalıydı. Önceden olduğu gibi Huzistan ve Basra ona verilmeli, Halife'nin ismi hutbelerde okunurken Tuğrul Bey için okunan "Rüknüddin" ünvanı okunmamalıydı. Bu şartlarla Halife'nin makamına dönüşüne razı olmaktaydı.

 


Besasiri, bu arada Basra'daki adamlarına haber göndererek, acele Bağdad'a gelmelerini; kendisini, adamlarını ve Kerh halkını korumalarını istedi. 15 Aralık 1060'da Besasiri'nin adamları Bağdad'a geldiler. Bağdad'daki Haşimiler ve diğer Sünniler adeta Bağdad'ın Besasiri tarafından İşgali esnasında yaşananların intikamını alırcasına Kerh halkına saldırarak evlerini ve çarşılarını yağmaladılar. Taraflar arasında meydana gelen çatışmalarda vezir Sabur b. Erdeşir tarafından 993 senesinde vakfedilen meşhur kütüphane de yakıldı.


Olaylar bu şekilde gelişirken Kureyş, muhtemel gelişmeleri düşünerek Halife'yi teslim ettiği amcasının oğlu Muhariş'le yazışarak ona: "Halife'nin senin yanında olduğunu biliyorlar ve onu kurtarmak için sana doğru gelecekleri şüphesizdir. Sen Halife'yle birlikte kendi aileni ve çocuklarını bana gönder; Halife'nin benim yanımda olduğunu anlarlarsa Irak'a yönelemezler. Bu arada biz düşmanlarımız hakkında ne yapacağımızı kararlaştırırız ve onun sayesinde tehlikeden kurtuluruz. Onu makamına döndürmek karşılığında beldelerden istediğimizi alırız" dedi. Halife'yi kendine bir siper olarak kullanmayı düşünen ve yaklaşmakta olan kötü akıbetten kurtulmak için çaba içerisinde olan Kuren'in bu niyetini anlayan Muhariş, biraz da Besasiri'ye kızgınlığından dolayı, kendisinin Halife'yi koruyacağına yemin ettiğini belirterek isteği kabul etmedi. Muhariş, bununla da yetinmeyerek, gelmekte olan Sultan'ın emrini beklemek ve daha iyi koruma sağlamak kastıyla Bedran b. Muhalhil'in beldesine gitmeyi Halife'ye teklif etti. Böylece Besasiri'nin şerrinden emin olma imkanları olacaktı. Halife, duruma rıza göstererek el-Hadise'den ayrıldı. Muhariş'le birlikte Tellu Akbari kalesine vardıklarında, Tuğrul Bey'in Halife'ye gönderdiği elçi İbn Furek de burada Halife'ye ulaşarak Sultan'ın selamı ve hediyelerini iletti.


İstekleri yerine getirilmeyince harekete geçen Tuğrul Bey'in gelişini duyan Besasiri, Bağdad'ı terk ederek Kufe ye yöneldi. Selçuklu Sultan'ı, henüz yolda iken vezirini, haciplerini ve bazı emirlerini hizmet etmeleri için Halife'nin yanına gönderdi. Selçuklu heyeti Halife'yle buluştuğunda, Tuğrul Bey de Bağdad'a girmişti. Halife'nin bu şekilde zarar görmeden kurtulmasına sevinen Sultan, her ihtimale karşılık üvey oğlu Enhşirevan komutasında 300 atlıyı gönderdikten sonra, arkasından da vezır Kunduri'yi yolladı. Vezir, Sultan'ın sevincini Halife'ye iletirken, Halife yi koruyan Muhariş'e de Sultan'ın teşekkürlerini bildirdi.


Sultan, Halife'yi Nehrevan'da karşıladı (Aralık1060); ona son derecede hürmetkar davranarak, çeşitli hediyeler takdim etti ve kardeşi İbrahim Yınal yüzünden yardıma gelmekte geciktiği için özür diledi. Besasiri ve Mısır Halifesi'ni cezalandıracağını bildirdi. Halife, teşekkür ettikten sonra belindeki kılıcını ona verdi. Halife Bağdad'a ulaşınca, Sultan, Babu'n-Nevbe'de Halife'nin atının dizgininden tutarak, omuzunda eğer örtüsü olduğu halde sarayının has odasına kadar götürdü. Besasiri'nin peşinden gitmek üzere izin isteyerek ayrıldı.


Tuğrul Bey'in gelişini duyan Besasiri bir yıl boyunca elinde tuttuğu Bağdad'ı terkederek Vasıt'a çekilmişti. Sultan, Besasiri'yi takibe hazırlanınca Beni Haface kabilesinin komutanlarından Seraya b. Meni, Sultan'a baş vurarak kendisine 200 atlı verildiği taktirde bununla Kufe yolunu tutarak Besasiri'nin Şam'a geçmesini engelleyebileceğini bildirdi. Sultan bu tekliften hoşlanarak Seraya'ya hilat, 700 dinar ve asker verdi. Sonra da Humar Tekin'i çağırarak, Kufe yolunu tutması için harekete geçmesini istedi. Humar Tekin'le beraber Enhşirevan ve bazı komutanlar da beraberinde gittiler. Sultan da Zilkadenin yirmi dokuzu Cuma günü bu gruba katıldı. Muhariş önden gitmek istediyse de Sultan buna razı olmayarak ona 10000 dinar vererek davranışını ve daha önce yaptıklarını ödüllendirdi.


Vasıt'da bulunan Besasiri hurma ve buğday tedarik ederek gemilerle şehirden ayrılmayı planlamaktaydı. Fakat Selçukluların yaklaştığını haber alınca daha önceden yüz vermediği Dubeys'e sığınmak zorunda kaldı. Dubeys, Sultan'ın korkusuyla Besasiri ile görüşmekten kaçındığı gibi, Zilhiccenin sekizinde Kufe yolunda bulunan Selçuklu birliğine dinlenme fırsatı vermeden gece baskını yapmak isteyen Besasiri'nin teklifini de geri çevirdi. Bu arada Enhşirevan, Kureyş'e elçi göndererek onunla buluşma teklif etti. Yapılan buluşmada Kunduri'nin teklifi Dubeys'e iletildi. Enhşırevan, Kunduri'nin selamını söyleyerek, eğer bu adamı teslim edersen Sultan sana en güzel yerleri verecek, seninle beraber bulunan herkese ihsanlarda bulunacak, diye onu ikna etmeye çalıştı. Sultan'a bağlılığını bildiren Dubeys, kendisine sığınan birisini teslim edemeyeceğini ve Sultan'la Besasiri'nin arasının düzeltilmesinin daha iyi olacağını belirttı. Üstelik Besasiri'nin bedeviler üzerinde otoritesinin olduğunu, bu yüzden, istese de bu işi yapamayacağını bildirdi. Enhşirevan, biz seni ondan zarar gelmeyecek kadar uzaklaştırırız, diye ona güven verdi. Dubeys, Besasiri'den uzaklaşarak güvene kavuşmak isterken, Enhşirevan da kendilerine saidıracak olan gruptan uzak durmak niyetinde idi.


Enhşirevan uzaklaşma teklifini kabul eder görünerek, yaklaşmakta olan Sultan'a durumu bildirdi. Besasiri ve Dubeys çekilme hazırlıkları yaparken saldırıya geçilerek, Besasiri'nin kuvvetleri bozguna uğratıldı ve kendisi ölü ele geçirildi. Kesilen başı Sultan'ın önüne getirildiğinde Sultan onun beyninin çıkarılarak yerine, öldürüldüğünde cebinden çıkan beş dinarın konulmasını emretti. Besasiri'nin kesik başı Bağdad'a gönderildi ve bir mızrağın ucunda halka teşhir edildi. Böylece bir sene süren Besasiri hakimiyeti sona ermiş, Irak bölgesindeki Fatımi hakimiyeti de tam anlamıyla bitmiş oldu. Bundan sonraki aşama, yine Fatımiler hakimiyetinden kurtarılacak olan Şam bölgesinde cereyan eden mücadeledir.


be - İbrahim Yınal'ın İsyanı


Tuğrul Bey'in Irak topraklarında. Fatımi nüfuzunu kırmak için Besasiri ile yaptığı mücadelenin bir ayağını da kardeş İbrahim Yınal'ın isyanı oluşturmaktadır. 1057 senesinde Besasiri'nin işgalinde olan Musul ele geçirilip, burada tekrar Abbasi Halifesi ve Tuğrul Bey adına hutbeler okunmaya başlandıktan sonra, Selçuklu Sultanı, burada kardeşi İbrahim Yınal'ı bıraktıktan sonra kendisi tekrar Bağdad'a dönmüştü. Sultan ile İbrahim Yınal arasında önceye dayalı birtakım hesaplar mevcuttu. Kendi hakkı verilmediği düşüncesinde olan İbrahim Yınal, Sultan'a karşı biraz kırgın durumdaydı.


Selçuklu aılesı arasındaki bu meseleleri bilen Fatımiler ve Besasiri bundan faydalanma cihetine gittiler. Tuğrul Bey, İbrahim Yınal'ı Musul'da bırakıp Bağdad'a dönünce ilk önce Besasiri, İbrahim Yınal'a mektup yazarak Selçuklu mülkünde ortak olduğunu ve Sultan'a karşı isyan etmesini teşvik etti. Fatımiler de boş durmuyor, hem kendi adamları Besasiri'nin üzerinde baskının azaltılması bakımından, hem de Tuğrul Bey'i kendi adamları vasıtasıyla arkadan vurma yönünden İbrahim Yınal'ın isyanını teşvik ediyorlardı. Bu yüzden Fatımi Halifesi de İbrahim Yınal'la yazışarak, isyan etmesi ve Tuğrul Bey'in yerine geçmesi için tahrik etti. Özellikle Dai'd-Duat el-Müeyyed fi'd-Din eş-Şirizl bu konuda gayet mühim rol oynayarak, İbrahim Yınal'ı para ve silah yoluyla destekleyeceklerini bildirmiştir. Bu teşvikler karşısında isyana niyetlenen İbrahim Yınal, Mısırlılardan hilat, lakap ve mal talebinde bulunarak Fatımi Halifesi adına hutbe okutacağını taahhüt etmişti.

İbrahim Yınal, isyan ederek Hemedan'a doğru yola çıktı. Bu arada terkettiği Musul'u Besasiri ve Kureyş'e bağlı kuvvetler ele geçirdiler. Tuğrul Bey, Musul üzerine yürüyerek burasını Besasiri ve yandaşlarının elinden kurtardıktan sonra Nusaybin'e hareket etti. Bir kısım askerini hanımı Altuncan Hatun ve vezir Kunduri ile birlikte Diyarbekir'de bırakarak İbrahim Yınal'ın peşine düştü. Az bir kuvvetle süratli hareket eden Tuğrul Bey, kardeşinden önce Hemedan'a ulaşmayı başardı. Böylece İbrahim Yınal'ın asker toplamak ve güçlenmek için elde etmeyi düşündüğü hazineleri ve silahları ondan önce ele geçirdi. Ancak rakibi tarafından muhasara edilmekten de kurtulamadı. İbrahim Yınal da, Türkmen obalarına giderek onların desteğini temin etti. Tuğrul Bey, bir kısım kuvvetlerini Bağdad'da bıraktığından dolayı kardeşine galip gelecek durumda değildi. İbrahim Yınal, topladığı kuvvetlerle Tuğrul Bey'i Hemedan önlerinde mağlup ederek şehre sığınmaya mecbur etti ve şehri kuşattı.


Hemeden'da kuşatma altında olan Tuğrul Bey, bir taraftan Bağdad'da bulunan Kunduri ve Hatun'dan, diğer taraftan Horasan'dan yardım istemişti. Bu haber duyulunca Sultanın Hanımı, oğlu Enfışirevan ve Vezir Kunduri Tuğrul Beyi kurtarmak için harekete geçtiler. Bu durum Bağdad'da büyük sıkıntı yarattı; zira Besasiri gailesini görmüşlerdi ve onun yeniden Bağdad'a yönelebileceğini sezmekteydiler. Vezir Kunduri Sultan'a yetişme hususunda tamamen ümitsizlik içerisinde idi. Üstelik İbrahim Yınal'a karşı zafer kazanmayı imkansız gören Kunduri, içten içe Enşfışirevan'ı tahta geçirme planları yapmaktaydı. Vezirin bu halini gören Hatun, Kunduri ve kendi öz oğlunu gevşek davranmalarından dolayı yakalatmak istedi. Buna karşılık onlar da, Bağdad'ın batı yakasına geçerek, kendilerine ulaşılmaması için köprüleri kestiler. Hatunun yanında bulunanlar bu ikisinin evlerini yağmalayıp, içinde bulunan elbise, silah ne varsa götürdüler. Hatun, kendisine bağlı askerlerle süratle Hemedan istikametine yöneldi. Çağrı Bey'in oğulları Kavurt, Yakuti ve Alp Arslan da amcalarının imdadına koştular. İki taraf arasında Rey önlerinde yapılan mücadelede İbrahim Yınal bozguna uğratılmış (3 Ağustos 1059), ona yardımda bulunan Ertaş'ın oğulları ile birlikte öldürülerek bu gaileye son verilmiştir.


İbrahım Yınal meselesinin bu şekilde sona erdirilmesi, aynı zamanda, Fatımilerin Selçukluları yıkmak için planlayıp ortaya koydukları bir tertib de etkisiz hale getirilmişdir. Zira bu, Fatımilerin temsilcisi Dai'd-Duat eş-Şirazi'nin, Besasiri hareketini başarıya ulaştırabilmek için tezgahladığı, Selçuklu kuvvetlerine askeri alanda galip gelinemediği taktirde, birtakım desiselerle onları dağıtıp, işe yaramaz hale getirilmesi planının bir parçası idi. Fakat bu plan, Tuğrul Bey ve diğer Türk komutanların dirayetli davranışlarıyla bozulmuştur.


c - Şam Bölgesinde Fatımi Nüfuzunun Kırılması


Selçukluların bugünkü Suriye bölgesine olan ilgileri, Tuğrul Bey'le birlikte başlamaktadır. Halife'nin Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet mektubuna Sultan'nın verdiği cevapta, tez zamanda Irak'a geleceği belirtilmekte; gayesinin hac yapmak, hac yollarının tamir ve bakımını gerçekleştirmenin yanı sıra, Şam ehliyle de savaşmak olduğu bildirilmekteydi. Sünni İslam dünyasının liderliğini ve hamiliğini üstlenmiş bir liderin, muhalif cephedeki Şii İslam dünyasının hakimiyet sahası ile ilgilenmemesi düşünülemezdi. Üstelik dönemin anlayışı gereği, sahip oldukları topraklarda bağlı bulundukları Halife'nin ve kendilerinin adlarını hutbelerde okutmak bir hakimiyet ve büyüklük gösterisi olarak kabul edildiğine göre, birinin diğerinin hakimiyet sahası ile ilgilenmesi gayet tabii idi.


Dönemin şartları gereği öncelikle Irak'taki Fatımi nüfuzunu bertaraf etmek ve Anadolu'daki yeni fetihlerle uğraşmak zaruretinden dolayı, Tuğrul Bey'in ömrü Suriye topraklarında faaliyette bulunmaya yetmemiştir. Esasında düşünce planında olan bu mesele, kuvveden fiile çıkmaya da zaman bulamamıştır. Ama, Tuğrul Bey'in yine de Suriye ve Mısır topraklarıyla ilgilendiğine dair deliller mevcuttur. Öyle ki, Mısır ve Suriye bölgesinde kimsenin erişemeyeceği güce ve kudrete erişmiş olan Fatımilerın kudretli veziri Ebu Muhammed el-Yazuri, Tuğrul Bey'e mektup yazarak onu Mısır'a gelmeye davet etmişti. Mısır Halifesi'ne jurnallenen bu vezir, yakınları ile Kudüs' e giderken yakalanarak öldürülmüştü. Bu rivayetlerden de anlaşılacağı üzere, Tuğrul Bey'i bölgeye cezbedecek sebepler mevcuttu.


Selçukluların bilinen sebeplerden dolayı Suriye'ye hakim olma isteklerinin yanı sıra, Fatımiler de kendi inanç ve düşünceleri açısından bölgeye büyük ehemmiyet veriyorlardı. Şam ve civarında Fatımilerın nüfuzunun artması, Şiilerin sayısını çoğaltmasının yanı sıra Bağdad'ın otoritesini de sarsmaktaydı. Doğu İslam topraklarında Şii fikrinin gelişip kökleşmesi için Suriye bir köprü vazifesini görmekte, aynı zamanda Sünnilere karşı ilk savunma hattını oluşturmaktaydı. Bu ve benzeri sebepler, Fatımilerin bölgeye önem vermelerini gerektirmiştir.

Selçuklu hakimiyeti yükselirken, iç mücadeleler sebebiyle Suriye'de Fatımi nüfuzu çökmeye yüz tutmuştu. Hatta Mirdasoğullarından Muizuddevle Simal harekete geçerek Haleb'i Fatımilerlerin elinden almıştır. Fakat bu durum fazla uzun sürmemiş, Mısırlılar karşı harekete geçerek 1049'da Haleb'i tekrar Simal'den geri almışlardır. Ama Simal, şehri yeniden ele geçirmiş ve daha sonra Mısır Halifesi'yle yazışarak Kilaboğullarından uzak bir Fatımi kentinin kendisine verilmesi karşılığında Haleb'i onlara teslim edebileceğini bildirmiştir. Sonuçta Beyrut ve Akka kentlerini alan Simal, 1057 senesinde Mustansır'ın komutanlarından Mekinu'd-Devle'ye Haleb'i teslim etmiştir. Buradaki Türkmenler de şehirden el çekmiş, o döneme kadar Abbasi Halifesi adına okunan hutbeler de artık Şii Mustansır adına okunmaya başlanmıştır.


Haleb'ın Fatımilere verilmesine razı olmayan Kilaboğulları, şehre daha önce hakim olmuş olan Mahmud el-Kilabi kamutasında Haleb üzerine yürüyerek (1060) burasını ele geçirdiler. Fatımiler Dımaşk Naibi Nasıru'd-Devle komutasında kuvvet gönderince, Mahmud önce şehirden çekilmiş, onların geri dönmesinden sonra şehri tekrar zaptetmiştir. Böylece Haleb kesin olarak Mahmud'un eline geçmiş, Fatımiler de Suriye'nin kuzeyindeki nüfuzlarını kaybetmişlerdir. Aynı şekilde, Suriye'nin önemli şehirlerinden olan Dımaşk'de de Fatımilerin durumu iyi değildi. Şehre yerleşmiş olan Türk ve Berberi unsurlar arasındaki çekişmeler valileri zor durumda bırakmakta ve hakimiyeti zorlaştırmaktaydı. Bu sırada Mısır'da da durum iyi değildi. Ülkedeki ekonomik meselelerin yanı sıra, orduda görevli Türk, Berberi ve Sudanlı unsurlar birbirleriyle çekişerek gerginliği tehlikeli bir noktaya getirmişlerdi.


Nasiru'd-Devle b. Hamdan, Türk ve Berberilere dayanarak Sudanlıları tasfiye etmiş, çok geçmeden de Halife üzerinde hakimiyet kuracak hale gelmişti. Rakipleri durumunda olan İldeniz ve Berü'l-Cemali gibi komutanlardan çekindiği için, 1069'da Sultan Alp Arslan'a fakih Ebu Cafer Muhammed en-Naccar el-Buhari'yi elçi olarak gönderip, onu Mısır'a davet ederek, gelip Fatımiler hakimiyetine son vermesini ve Mısır'da Abbasi hutbesi okutmasını istemişti. Bu davet Tuğrul Bey döneminde düşünülüp de yapılamayan işlerin yapılması için bir başlangıç mahiyetindedir. Zira Alp Arslan, tahta geçer geçmez kendisi için yakın ve uzak olmak üzere iki hedef tayin etmişti: Yakın hedef ülkenin her tarafında hakimiyeti tesis edip, isyanları ve benzeri olayları önleyerek Selçuklu hakimiyetini sağlamlaştırmak; uzak hedef ise Hıristiyan topraklarını fethedip, sonra da Fatımi hakimiyetine son vermekti. Bundan maksadı, Islam alemini Abbasi Halifeliği ve Selçukluların hakimiyeti altında toplamaktı. Kendi hedeflerine uygun düşen bu daveti alan Alp Arslan, askerini techiz ettikten sonra Horasan'dan yola çıkmıştır.


Mısır'dan önce asıl hedef olan Şam bölgesinin ele geçirilmesi gerekmekteydi. Bu durumda muhtemel Bizans-Fatımi ittifakından çekinilmekle beraber, Alp Arslan Bizanslılarla daha önceden yapmış olduğu müzakerenin rahatlığı içindeydi. Yine de her ihtimale karşılık, komutanlarından Atsız el-Haverizmi'yi Şam'ın güney tarafına göndererek Filistin, Remle ve Kudüs'ü Fatımiler'in elinden alıp bölgenin harekat açısından emniyetini sağlamasını istedi. Atsız, bahsedilen şehirleri alarak Selçuklulara tabi kıldı. Bu sırada Alp Arslan'ın Bizans konusundaki endişelerinde haksız olmadığı çok geçmeden anlaşılmıştır. Çünkü Bizans'da iktidar değişikliği olmuş ve yeni imparator Selçuklulara ağır bir darbe vurmak üzere harekete geçmiştir.

Nasiru'd-Devle b. Hamdan'ın davetini kabul ederek harekete geçen Alp Arslan, Azerbaycan üzerinden Şam'a yöneldi. Anadolu'daki bazı yerleri ele geçirip buraları kendisine tabi kıldıktan sonra elçi olarak gelen Ebu Cafer el-Buhari'yi, karşı elçi olarak Haleb Emiri Mahmud'a gönderip, yüksek hakimiyetini tanımasını istedi. Diyarbekir üzerinden Haleb'e yönelen Alp Arslan karşısında Selçukluların gücünü idrak etmiş olan Mahmud, şehrin ileri gelenlerini toplayarak: "Onlar Şiilerin kanlarını helal kabul ediyorlar, yapılan bu davet bizim için büyük bir şanstır; sözün ve hediyenin fayda etmeyeceği gün gelmeden önce biz onların isteklerini kabul edelim" dedi. Şehir ileri gelenleri de bunu uygun gördüler. Zaten o sırada Bağdad Halifesi de Nakibu'n-Nukeba Ebu'l-Fevaris Tarrid ez­ Zeynebi'yi elçilik göreviyle ve hilatle Mahmud'a göndererek kendi adına hutbe okutmasını istemişti. Bu gelişmeler üzerine imamlar Abbasilerin alimeti olan siyah cübbe giyerek Abbasi Halifesi adına hutbe okudular.


Mahmud, Selçuklu Sultanı'nın yüksek hakimiyetini tanımasına rağmen, Alp Arslan Fırat kıyılarına ulaştığında onu karşılamaya çıkmadı. Bu durum Sultan'ı sinirlendirdi. Durumu fark eden Mahmud, Nakibu'n­ Nukeba ez-Zeynebi'den kendi adına Alp Arslan'a elçi olarak gitmesini ve Sultan'ın huzuruna çıkmaktan kendini affetmesini istedi. Elçi, Alp Arslan'a gelerek Mahmud'un Halife'nin gönderdiği hilatleri giydiğini ve onun adına hutbe okuttuğunu bildirdi. Sultan elçiye: "Onlar ezanlarında hala Şii alametlerini okumaya devam etmektedirler, bu durumda hutbe okutmasının ne manası vardır? Mutlaka huzuruma gelip yer öpmesi gerekir" dedi. Fakat, Mahmud buna yanaşmadı. Onun üzerine şehir kuşatılarak sıkıştırılmaya başlandı. Durumun ciddiyetini gören Mahmud, bir gece annesiyle beraber şehirden çıkıp, Sultan'ın otağına gelerek ondan af dileyip, hakkında verilecek hükme razı olduğunu bildirdi. Sultan, Mahmud'a iyi davranıp, ona hilat giydirdikten sonra çokça mal vererek Haleb'e geri gönderdi (1071). Mahmud da, şükran nişanesi olarak Alp Arslan'a bir at ve altın eyer sunarak bağlılığını bildirdi. Böylece Haleb Selçuklu hakimiyetine girmiş oldu. Bu arada çevredeki şehirlerin emirleri de Sultan'a itaatlerini bildirmişler Şeyzer, Lazkiye, Farniye ve Kefertab Selçuklu hakimiyeti altına alınmıştı.


Haleb'in ele geçirilmesinden sonra bölgedeki Fatımi nüfuzunu kırma çalışmaları devam etmiştir. Selçukluların kudretli komutanlarından Atsız harekete geçerek daha önceden Türklerin elinde iken, sonradan Fatımilerin eline geçmiş olan Remle'yi yeniden zaptetti. Buradan daha önemli bir merkez olan ve Türk asıllı bir Fatımi valisi tarafından idare edilen Kudüs üzerine yürüdü. Kale komutanıyla yaptığı yazışma neticesinde, halka dokunulmayacağı garantisi vererek şehrin savaş yapılmadan teslimini temin etti (1071). Gerçekten de Kudüs'e girdikten sonra münadiler çıkararak halka eman verildiğini ilan edip, mallarının yağmalanmaması için muhafızlar tayin etti. Askalan hariç Remle ve Kudüs civarındaki yerlerin fethi ile Mısır yolu açılmış oldu. Artık, Suriye ve Filistin bölgelerinde Abbasi Halifesi ve Selçuklu Sultanı adına hutbeler okunmaya başlanmış, Fatımilerin bölgedeki nüfuzu kırılmıştır.


Melikşah döneminde de Fatımilerin nüfuzunu kırma ve ortadan kaldırma çalışmalarının devam ettiğine şahit olmaktayız. 1074'de Irak'tan Şam'a ulaşan büyük Türk komutanlarından Şökli, Mısırlıların güçlü komutanlarından olan Bedrü'l-Cemali'nin evlatlarına ait Akka'yı kuşatarak burasını ele geçirip, valisini öldürdü. Buradan Taberiye üzerine yürüdü. Aynı şekilde, Alp Arslan'ın kudretli komutanlarından olan Atsız fetih hareketlerini devam etirerek, 1075 Ramazan ayında Dımaşk'i kuşatıp, şehri sıkıştırmaya başladı. O dönemde Dımaşk'te Fatımilerin valisi Mualla b. Haydare bulunmaktaydı. Şartların zorlaşması üzerine Atsız kuşatmayı kaldırarak (Mayıs 1075) Dımaşk'ten ayrıldı; şehrin Fatımi valisi de Dımaşk'ten kaçmak mecburiyetinde kaldı. Bu durumu haber alan Atsız geri dönerek şehri yeniden kuşattı. Kuşatmanın uzamasından dolayı gıda sıkıntısı çeken halk şehri eman ile Atsız'a teslim etmek mecburiyetinde kaldı. Şehir ele geçirildikten sonra Fatımi hutbesi kesilerek Sünni halife adına hutbe okundu. Aynı şekilde ezanlardaki Şii alametleri de kaldırıldı. Dımaşk'in zapt edilmesiyle birlikte yüz altı seneden beridir bölgede okunmakta olan Alevi hutbesi kesilmiş ve bu tarihten sonrada bir daha okunmamıştır. Bu aynı zamanda Fatımilerin hakimiyetinin bölgede tam manasıyla bittiği anlamına da gelmektedir.


Dımaşk'in zaptından sonra Mısırlılar Atsız'dan korkmağa başladılar ve bu korktukları şey başlarına gelmekte gecikmedi. Ertesi sene 1076'da kendisine bağlı Türkmenlerden oluşan bir orduyla Atsız Mısır üzerine yürüdü. Bedrü'l-Cemali Mısır ordusuna bir çeki düzen vermek için uğraştıysa da başarılı olamadı. Atsız, Kahire'ye yaklaşınca, Bedrü'l-Cemali geri çekilmek zorunda kaldı. Çevreye dağılan Atsız'ın kuvvetleri halka zulmetmeye başlayınca, bölgenin ileri gelenleri Halife Mustansır'dan yardım istediler. Bu arada Bedrü'l-Cemali, hacca gitmek üzere yola çıkan üç bin kişiyi silahlandırarak, Atsız'a karşı harekete geçti. Kendi tarafından bazı komutanların Fatımilerin safına geçmesi ve bazılarının da öldürülmesi karşısında durumu sarsılan Atsız, yenilerek geri çekilmek mecburiyetinde kaldı ve Dımaşk'e döndü. 

Atsız'a karşı kazandığı başarıdan cesaretlenen Bedrü'I-Cemali, Mısır Halifesi'nin de desteğiyle yeni bir ordu tanzim ederek Nasru'd-Devle komutasında Dımeşk'e gönderdi (1077). Dımeşk'te kuşatma altında kalıp sıkışan Atsız, Tutuş'a haber göndererek şehri ona teslim etmek istedi. Tutuş'un geldiğini duyan Mısırlılar kuşatmayı kaldırarak geri döndüler. Fakat Sur ve Trablus gibi kıyı şeridindeki şehirleri de ele geçirdiler. 1078 sensinde Bedrü'l-Cemali komutasındaki Mısır ordusu tekrar Dımeşk'i kuşattı. Atsız, Haleb'i muhasarayla meşgul olan Tutuş'a tekrar haber göndererek yardım istedi. Tutuş, biraz gecikmeyle de olsa gelerek Dımeşk'i Mısırlıların muhasarasından kurtarıp, Atsız'ı öldürerek şehre hakim oldu.


Suriye ve Filistin bölgesindeki hakimiyetlerini kaybeden Fatımiler, özellikle Bedrü'l-Cemali vasıtasıyla yeniden eski topraklarını geri almak sevdasına düşüp, 1085 senesinde Şam'a yönelerek Dımeşk'i kuşatmışlarsa da başarı kazanamamışlardır. Ama 1089 yılında, Şam bölgesine yürüyüp bazı şehirleri ele geçirdiler. Yalnız bütün bu çabalar Fatımilerin bölgedeki eski nüfuz ve kudretini ihya etmekten çok uzak hareketlerdir. Bölge büyük oranda Selçukluların egemenliğine geçmiş ve taraflar arasındaki mücadelede Selçuklular galip gelmişlerdir.


d - Hicaz Bölgesinde Hutbe Okutma Mücadelesi


Şii-Sünni, dolayısıyla da Fatımi-Selçuklu çekişmesinin en hızlı şekilde yapıldığı yerlerin başında Hicaz bölgesi gelir. İslam'ın kutsal mekanları olması sebebiyle her iki mezhep de buralara hakim olmak düşüncesindeydi. Özellikle Şiiler, Ehl-i Beyt dışındaki sahabelere karşı düşmanlık hissi beslemelerinden dolayı, bahsedilen yerlere ayrı bir önem vermekteydiler. Bu düşünceden olmalı ki, Fatımi Halifesi el-Hakim döneminde Şilierin kin duydukları ve Hz. Ali'nin halifelik hakkını gasbettiğine inandıkları ilk iki halife Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in kabirlerini açtırarak soydurmak teşebbüsü vardır.


Hicaz bölgesindeki hutbeler Tulunoğulları ve İhşidoğulları zamanında Abbasi Halifesi adına okunmuştu. Büveyhiler zamanında 949 yılından itibaren Hicaz'da Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan ve kardeşi Caferi Tayyar'ın çocukları arasından mahalli başkanlar seçilmekteydi. Başkanlık meselesi yüzünden zamanla bu iki aile arasında anlaşmazlık çıkmış ve kan dökülmesine kadar uzanan kavgalar olmuştu. Bu fırsattan faydalanmak isteyen Fatımi Halifesi Muiz, bölgedeki ileri gelenlere değerli hediyeler göndererek öldürülenlerin diyetlerini ödemiş ve aralarında barışı sağlamıştı. Muiz, 973'de Mağrib'den Mısır'a geçerek Fatımiler devletinin başkentini Kahire'ye taşıyınca, Harameyn şerifleri de Muiz'in imamlığını (halifeliğini) kabul etiler ve 975 tarihindeki ölümüne kadar hutbelerde onun adını okuttular.


Muiz, 975'de Mekke'ye bir Aleviyi nakib olarak atamıştı. Böylece Fatımiler Hicaz bölgesine girmiş oldular. Mekke emiri bunu kabul etmeyince, Muiz'in adamı şehri kuşatarak sıkıştırmaya başladı. Kuşatma sebebiyle şehirde kıtlık yaşanmış ve o sene Araplardan kimse hac yapamamıştı. Daha fazla dayanma gücü kalmayan bölge halkı Fatımiler adına hutbe okutmayı kabul etmişlerdi. Bahsedilen bu ara dönemde bir süre Fatımi hutbesi kesilerek yerine Abbasi hutbesi okunmuşsa da, Fatımi Halifesi el-Aziz Billah (975-996) yeni bir hamle yaparak tekrar Fatımi hutbesi okutturmuştur. el-Aziz'in ölümünden sonra yerine geçen oğlu el­Hakim 1004'de Mekke emiri Ebu'l-Fütuh'a elçi göndererek sahabeye ve Hz. Peygamber'in bazı hanımlarına minberlerde hakaret edilmesini istedi. Bu durum Ebu'l-Fütuh'a ağır geldi. Buna rağmen, hac mevsiminde hatip minbere çıkıp bu işi yapmaya kalkışınca halk minberi parçaladı.

Ebu'l-Fütuh halktan kendisine biat etmelerini isteyerek el-Hakim'e karşı başkaldırdı. el-Hakim, isyancılar karşısında aciz kalınca Arap kabilelerini Ebu'l-Fütuh aleyhinde kışkırtmak istediyse de başarılı olamadı. Bunun üzerine Ebu'l-Fütuh'u Mekke valisi olarak bırakmaya razı oldu. Bu validen sonra yerine oğlu "Tacu'l-Meali" lakaplı Şükrü vali oldu ve 1061'de vefat edinceye kadar bu görevde kaldı. Bu şahıs aynı zamanda Mekke ile Medine mülkünü bir idarede birleştiren şahıs olmuştur. Tacu'l­ Meali'nin erkek çocuğu olmadığı için, ölümünden sonra yerine kölesi geçmiştir. Bir kölenin vali olmasına razı olmayan ve daha öncede Ebu'l­ Fütuh'la aralarında Mekke valiliği için çekİşme yaşanan Ebu Tayyib oğulları 1062'de valiliği onun elinden almışlardır. Ebu Haşim'e nispetten dolayı "Hişimiler" de denen bu sülalenin lideri Muhammed b. Cafer b. Ebi Haşim idareyi ele geçirdikten sonra Mısır Halifesi Mustansır adına hutbe okutmuştur. Artık iyice pekişen Fatımi nüfuzu Mustansır adına okunan hutbelerle devam etmİş, Fatımiler bölgeye mal ve hediyeler göndererek kendilerine bağlılığın devamını sağlamışlardır.


Mısır'da Mustansır'ın hilafeti devam ederken Yemen'de bir iktidar değİşikliği olmuş (1055) ve Ebu Kamil Ali b. Muhammed es-Suleyhi etrafına bir grup toplayarak harekete geçmiş, Mısır Halifesi'nin de desteğini alarak iyice güçlenip, Yemen'in önemli bir kısmında idareyi ele geçirmişti. O döneme kadar Yemen'de Abbasi Halifesi adına okunan hutbeler kesilerek Mısır Halifesi adına okunmaya başlanmıştır. Yemen hükümdan es­Suleyhi 1062'de hac yapmak için Mekke'ye geldiğinde buraya hakim olan Ebu Tayyib Oğullarının elinden idareyi alarak, halka ihsanlarda bulunmuş, Hicaz'a fazlaca yiyecek sevk edip, halkın hayat şartlarını kolaylaştırarak onların gönüllerini kazanmıştır. Ayrıca bağlı olduğu tarafın alameti olan beyaz renk kumaşla Kabe örtülmüştür.

Suleyhiler vasıtası ile Hicaz'a hakim olan "Haşimiler" ailesi 1201 yı­lına kadar İş başında kalmıştır. Haşimiler, Fatımi-Abbasi rekabetinden istifade ederek tamamen menfaate dayalı bir politika izlemiş, hangi taraf çok para verirse hutbeyi onların adına okutmuşlardır. Bu uygulama Hicaz halkına ve hacılara zarar vermiş; Fatımiler adına okunan hutbe Irak hacılarının yollarda ve Kabe'de eziyete uğramasına sebep olmuş; Abbasiler adına okunan hutbe ise, Mısır'dan temin edilen mal ve erzakın gönderilmemesine, dolayısıyla da kıtlık doğmasına yol açmıştır. Bu tür meseleler yüzünden Hicaz bölgesinde halkın huzuru bozulmuş, birtakım sosyal problemler belirmiş, hırsızlık ve soygunculuk olayları çoğalmıştır. 1069 senesine gelindiğinde Haşimilerin çıkar politikasının gereği olarak Fatımi Mustansır adına okunan hutbeler kesilerek Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah ve Selçuklu Sultanı Alp Arslan adına hutbeler okunmuştur. Hutbelerin Sünni halife adına okunmasının sebebi, o dönemde Mısır'da korkunç bir kıtlığın hüküm sürmesi ve Hicaz'a gereği kadar yiyecek gönderilememesidir.

Mısır'da devam eden şiddetli kıtlık yüzünden Halife Mustansır Hicaz emirine yeterli para ve gıda yardımı yapamamıştı. Sıkıntıya düşen Mekke emiri Kabe'nin örtüsü, oluğu ve kapısı üzerindeki altınları alarak bunları eritip dinar olarak bastırdı. Medine emiri de Mescidi Nebevi'deki kandiller üzerinde bulunan altınları almıştı. Bu fırsattan istifade eden Mekke emiri Muhammed b. Ebi Haşim, Alp Arslan'a bir elçi göndererek Şii hutbesinin kesilip, yerine Sünni hutbesinin okunmaya başlandığını bildirdi. Ayrıca ezanlardaki Şii alametlerini kaldırdı. Bu haberi alan Sultan Alp Arslan, Mekke emirine hilat ve 30 000 dinar gönderdi; ayrıca her sene 10000 dinar vermeyi de vaadetti. Gelen elçiye eğer Medine emiri de aynı işi yaparsa ona da şimdi 20 000 dinar ve her sene için 5 000 dinar veririm, dedi. Böylece Fatımi Halifesi Muiz'den beri yüz yıla yakındır Hicaz'da okunmakta olan Şii hutbesi kesilerek Sünni hutbesi okunmaya başlanmış oldu.


Hutbelerin Sünni Halife adına okutulduğu ve ezanlardaki Şii alametinin kaldırıldığı söylendiği halde, olayların gelişiminden durumun böyle olmadığı anlaşılmaktadır. Zira, 1070'de Halife Kaim Biemrillah, eş-Şerif Ebu Talib el-Hasan b. Muhammed'i bir miktar mal ve hilat ile Mekke emirine göndererek, ezanlardaki Şii alametini kaldırmasını isteyecektir. Ama Ebu Haşim, bu Hz. Ali'nin ezanıdır, diyerek buna yanaşmadıysa da, eş-şerif Ebu Talib'in ikna edici konuşması ve Abdullah b. Ömer'in rivayetini nakletmesi üzerine ezanlardaki Şii alameti kaldıracaktır. Böylece Mekke'de Sünni hutbeden sonra Sünni ezan uygulamasına da geçilmiştir.


Melikşah döneminde de Hicaz'a olan ilgi devam etmiş, Kabe ile ilgili birtakım uygulamalar yapılmıştır. 1073 senesinde Sultan Melikşah'ın elçisi yanında davul ve bukat olduğu halde Mekke'ye ulaşarak, beraberinde Kabe için sarı ipekten dokunmuş bir örtü getirmişti. Bu örtü Gazne Sultanı Mahmud tarafından dokutturulmuş ve üzerinde Mahmud b.Sebüktekin ibaresi yazılmıştı. Sultan Mahmud zamanında bu örtü Kabe'ye gönderilmek üzere Nisabur'a getirilmiş ve burada Ebu'I-Kasım ed-Dehkan isimli bir şahsın yanında kalmıştı. Birtakım engeller yüzünden zamanında Kabe'ye ulaşamayan bu örtüyü vezir Nizamülmülk mezkur şahıstan alarak Melikşah adına Kabe'ye göndermişti. Böylece Fatımilerin beyaz renkli örtüsünden sonra Melıkşah'ın göndermiş olduğu sarı renkli örtü Kabe'ye örtüldü.


Mekke emiri Muhammed b. Ebi Haşim'in samimiyetten uzak ve faydacı politikası çok geçmeden kendini göstermiştir. Tarihi kaynaklarda zalim, facir, rafızi, habis ve kan dökücü bir insan olarak vasfedilen bu şahıs, aynı zamanda hacıları öldürüp, onların mallarını yağmalamaktan kaçınmamaktaydı. Tamamen çıkarları doğrusunda hareket ettiği içindir ki, Mısır Halifesi Mustansır ona bir elçi göndererek (1074), Alp Arslan ve Kaim Biemrillah vefat etti; hutbeleri artık benim adıma okut, dedi. Aynı zamanda emire değerli hediyeler de göndermişti. Emirin adamları da onu korkutarak, eğer Şii hutbesi okutmazsan Mısır'dan gelen yardım kesilir, dediler. Ebu Haşim, dört yıl beş aydan beridir okunmakta olan Sünni hutbesini kestirerek Şii hutbesi okutmaya başladı. Bu olayla birlikte Sünni-Şii çekişmesinin tarafları olan Selçuklular ve Fatımiler arasındaki mücadeleyi kutsal topraklarda şimdilik Fatımiler kazanmış bulunmaktaydı.


Hicaz'da ortaya çıkan Fatımi üstünlüğü fazla sürmeyecektir. Zira Melikşah, Hicaz işlerine daha fazla önem vermeye başladı. 1075'de Kufe şehrinin kendisine ikta olarak verilen ve "Tavli" lakabı ile tanınan emir Cenfel et-Türki Kutluğ b. Güntekin (öl.1086) hac emiri oldu. Bu şahıs, hac emirliği görevine getirilen ilk Türk'tür. Cenfel et-Türki, Mekke emiri Muhammed b. Haşim ile buluşarak, onun Melikşah'ın kız kardeşi ile evlenmesini görüştü. Böyle bir evliliğin kendisine sağlayacağı itibar Mekke emirine cazip gelmekteydi. Ama Mısır'dan da vazgeçmek istemiyordu. O sebeple iki adamını Mısır'a gönderdi. Bunların verecekleri bilgiye göre Mısır'da işler iyi gidiyorsa, Şii Halifesi adına okunan hutbelere devam edilecekti. İşlerin kötü gittiği anlaşılırsa, o zaman durumu daha iyi olan Sünni Halife ve Selçuklular adına hutbe okutturulacaktı.


Emirin adamları Mısır'da işlerin iyi gitmediği konusunda haber gönderdiler. Bu arada Mısır Halifesi de bin dinar yollamıştı. Bu işler olurken hac emirinin mektubu geldi. Mektupta düğün gününün kararlaştırıldığı, geçmiş ve gelecek seneler için emire 20 000 dinar gönderildiği, fakat bu paranın 10000 dinarının mihir parası olarak alıkonulduğu bildiriliyordu. Bu durum karşısında evlenme işinin sağlamlaştığını anlayan Mekke emiri, Şii hutbesini kestirerek, Sünni hutbesi okutmaya başladı. Mekke'de bu işler olurken Medine'de de yeni gelişmeler yaşanmaktaydı. 1076'da Medine'ye hakim olan ve yedi ay Medine emirliği yapan el­ Hüseyn b. Ahmed, Sünni hutbesini kestirerek Şii hutbesine dönmüştü. Bu şahsın şehre hakim olması üzerine önceki emir el-Hüseyn b. Muhenna şehirden ayrılarak Sultan Melikşah'ın yanına gitmişti.


Mekke emirinin Sünni hutbesi okutması sebebi ile, Abbasi Halifesi'nin bu şahısla ilişkilerinin devam ettiğini görmekteyiz. 1076 senesinde Halife el-Muktedi için biat almak kastıyla Ebu Talib ez-Zeynebi'nin bir hilat ile emire gönderildiği bilinmektedir. Aynı ilişkilerin devamı mahiyetinde olarak ertesi sene (1077), Halifenin veziri Fahru'd-Devle b. Cehir'in emriyle yaptırılan ve her tarafı altınlada nakışlandıktan sonra üzerine "La İlahe İllallah, Muhammedun Rasulullah, el-İmamu'l-Muktedi Biemrillah Emirü'l-Müminin" yazılı olan büyük bir mihrap Mekke'ye gönderildi. Mihrabın Mekke'ye nakledilmesi esnasında Ebu Haşim'in yakın adamlarından biri de nakil işlemine refakat etti.

Emirin adeta huy haline gelen çıkarcılığı tekrar nüksedince, Sünni hutbelerini kestirerek yeniden Şii hutbe okutmaya başladı. Şii hutbesinin okunmasıyla iktifa edilmedi; Abbasi Hallfesi'nin gönderdiğı bahsi geçen minber de emirin direktifiyle parçalanarak yakıldı. Şii hutbesi okutmanın yanı sıra Sünnilere karşı düşmanca tavırlar da sergilenmeye başlandı. Mekke'nın fakihi ve müftisi olup, son derecede zahid ve müttaki bir şahıs olan Ebu Muhammed el-Hıttini'de (öl.1079) Sünnilere düşmanlık politikasının kurbanı olmuştur. Mekke'deki Rafızıler bu şahsı emire şikayet ederek onun tesiriyle Sünnilerin kendilerini buğzettiğini söyleyip, cezalandırılmasını istediler. Mekke emiri bu Sünni alimi yakalattırarak, ilerlemiş yaşına rağmen onu fena şekilde dövdürdü. Yediği sopanın tesiriyle hayli hırpalanan Ebu Muhammed müteakip günlerde vefat etti.


Mekke emirinin bu davranışını kabul etmeyen Selçuklular hemen harekete geçerek duruma müdahale etmişlerdir. Hac Emin Cenfel et-Türki 1079'da hac emiri olarak insanlara hac yaptırmanın yanında, Mısır Halifesi adına okunan hutbeleri kestirerek, yeniden Halife Muktedi ve Melikşah adına hutbe okuttu. Fakat ileriki tarihlerde değişen bir şeyin olmadığı görülmektedir. Zira Mekke emiri kararsız durumunu devam ettirmiştir. Esasen Mısırlıların devreye girerek Sünni hutbesini kestirip, Şii hutbesi okuttukları anlaşılmaktadır. Kaynaklar bu olayın hangi tarihte gerçekleştiğine dair açık bilgi vermemektedir. Ama, Selçukluların Kufe müstelzimi ve hac emiri olan Cenfel et-Türki (öl. 1086) bu vazifesini aralıksız on iki sene devam ettirdiği ve son olarak 1085 senesinde hac emirliği yaptıktan sonra vefat ettiği dikkate alınırsa, Şii hutbesinin tekrar okunmaya başlanmasının bu tarihten sonra olması icap eder.


1086'de Medine'ye gelen bir Alevi'nin Mısır Halifesi adına hutbe okuttuğu ve şehrin emiri el-Hüseyn b. el-Muhenna'nin Medine'den kaçmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır. Bu gelişme üzerine, Cenkfel et­Türki'den sonra hac emirliğine getirilen Humartekin el-Hasnani 1086 tarihinde insanlara hac yaptırdığı gibi, Mekke ve Medine'de Fatımi Halifesi adına okunan hutbeyi de kestirerek yerine Sünni hutbesi okutmuştur. Aynı zamanda Mısır Halifesi'nin adı yazılı ve Kabe'nin kapısına asılı olan levhaları söktürerek, yerine Halife Muktefi'nin adı yazılı levhalar astırmıştır. Böylece Mısırlılar adına okunan hutbe fazla sürmeden tekrar kaldırılmıştır.


e - Mekke'nin Selçuklu Hakimiyetine Alınışı


Türkistan'dan Yemen'e kadar geniş bir coğrafyaya hükmeden Sultan Melikşah, kendi döneminde Hicaz İşlerine özel bir önem vermiştir. Mekke ve Medine'deki Şilierin yanısıra çöl Arapları da hacılara zorluk çıkarmaktaydılar. Bedevi Araplar hacıların Kabe'yi ve Hz. Peygamber'in kabrini ziyaretini yasaklıyor, mallarını gasp ediyor ve hacılardan haraç alıyorlardı. Ravendi'nin ifadesine göre; hacılardan yedi kırmızı dinar almaktaydılar. Bu durumu bir zımmi adeti olarak kabul eden Melikşah, hacılardan vergi alınmasını yasaklamıştı. Mekke'de geniş depolar yaptırarak zengin, fakir herkesin istifadesine sunmuş ve hacıları zalimlerin insafına terk etmemişti. Ayrıca Hicaz-Suriye yolunun su mahzenlerini yaptırmış, Mekke ve Medine emirlerinin yanı sıra bölge insanlarına da çokça İhsanlarda bulunarak onları memnun etmişti. Melikşah, hacıların kutsal topraklara gidiş gelişlerini kolaylaştırıcı tedbirlerin yanı sıra, vergilerde de hacıları korumuştur. 1082 senesinde biri Halife Muktedi, diğeri de kendi adıyla iki levha yazdırarak, hacılara satılan ve alınan şeylerden vergileri kaldırdığını ilan etmişti. Bu levhalar halkın görmesi için Hulbe ve Camiu'l-Kasr kapılarına asılmıştı.


Sultan Melikşah, Hicaz bölgesinde süregelen karışıklığa bir son verip, zaman zaman bölgede tesis edilmeye çalışılan Fatımi nüfuzunu tamamen kırmak ve Hicaz ile Yemen'i zaptederek Selçuklu mülküne katmak kastıyla 1091'de harekete geçti. Gönderilen Selçuklu kuvvetleri Mekke'yi zaptedince buranın emiri Muhammed b. Ebi Haşim şehirden kaçarak Bağdad'a gitti ve emirliğini elinden alan Türkmenlere karşı yardım talebinde bulundu.


Hicaz'dan sonra, babası Alp Arslan'ın yapmak istediği şekilde Mısır meselesini de kesin bir çözüme kavuşturmak ve bu deva bulmaz derde çare olmak isteyen Melikşah, 1092 senesinde İsfehan'dan Bağdad'a hareket etti. Melikşah, hilafet merkezine ulaştığında kendisini ziyarete gelen emir Çubuk'a Hicaz ve Yemen üzerine yürümesi emrini vermişti. Bu kumandan da 1092-1093'de harekete geçti ve emirlerinden Saduddevle Gevheriyin'i bu işle görevlendirdi. Onun vazifelendirdiği Turşek, Yemen'e geçerek bölgenin zaptını tamamladı. Yemen'in ele geçirilmesi tamamlanmasına rağmen Melikşah'ın ömrü vefa etmediği için Mısır meselesi yine yarım kalmıştı. Melikşah'ın vefatıyla ortaya çıkan boşluktan istifade eden Mekke emiri ve diğer Araplar eski yağmacılık ve talan günlerine dönmüşlerdir. Melikşah'ın vefat etmesi ile Şii-Fatımiler meselesi halledilemediği gibi, onların faaliyetlerine kaldıkları yerden devam etme imkanı da ortaya çıkmıştır.



Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

18 Şubat 2023 Cumartesi

Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-4

 


Anma Şölenleri


Turhansk bölgesindeki Tunguzların gelenekleri arasında belli tarihlere bağlı olarak, anma törenleri veya definden sonra mezar yerini ziyaret etmek âdetlerine pek rastlanmaz. Tretyakov, Tunguzların ölülerden çok korktuklarını meselâ, ormanda yaptıkları bir keşif gezisi esnasında bir mezarla karşılaştıkları takdirde, derhal geri döndüklerini anlatır. Eğer geldikleri mezar, tesadüfen bir akrabalarının mezarı ise, mezardaki tencereye kor, yağ ve tütün bırakarak oradan hemen uzaklaşırlar. Benzeri şeylere Yakutlar için de değinen Maack, Ruslarla yakın ilişki içinde yaşayan Yakutların diğerlerinin aksine ölen kişinin hatırasına ölümünün 9. 20. ve 40. günlerinde ziyafet verdiklerini, bunun için hazırlanan yemekler yenmeden önce, evin bir köşesindeki masanın üzerinde bir saat veya daha uzun süre bekletilip, sonra da fakirlere dağıtıldığını anlatır. İnanışa göre ölen kişinin ruhu camdan girip, yemeğe katılmaktadır. Gerek bu anmanın yapılış tarihleri, gerekse yerine getiriliş biçimi, Rus geleneklerinden alınmadır, çünkü Ruslar’da ölen birinin hatırasına yemek verdiklerinde, camı açarak onu çağırırlar ve ölen kişinin yemeğini yedikten sonra, yemeğin kalanlarını fakirlere dağıtırlar.

Belli tarihlerde yapılan anma şölenleri sadece Hıristiyan veya İslâm dininin tesiri alanındaki Altay halkları arasında görülen bir gelenek olup, bunların ilk sırasında Abakan ve Altay Tatarları yeralır. Yemekten ölen kişiye pay ayırmaları göz önüne alındığında, Abakan Tatarlarının daha eski dönemlerden beri bu geleneği uyguladıkları düşünülebilir. Abakan Tatarları, ölen kişinin ölümünün 3, 7, 20 ve 40. günleriyle, yıl dönümlerinde ölen kişi için ateşe yiyecek ve içecek sundukları anma şölenleri düzenlerler. 20. ve 40. günlerde yapılan şölenler kalabalık bir katılımla, tanıdıkların ve komşuların hepsi bu yemeğe gelirler ve yanlarında yemekler getirirler. Ölen kişinin payı, özel kaplara konulur. Bu şölenler akşamları düzenlenir, çünkü ölülerin geceleri dolaştığına inanılır ve ertesi güne kadar devam eder. Ertesi gün de ölen kişinin mezarı ziyaret edilir. Mezarın başında ateş yakılıp, ölüye yiyecek, içecek ikram edilir. Abakan Tatarlarının ölümünün kırkıncı gününde ölen kişinin atını kurban ettikleri anlatılır ki, bu kırk gün boyunca ata kimse binemez. Atın eti, mezarın başında yenir ve atın kafatası mezarın yanına dikilen bir direğin üzerine geçirilir.


Beltirler de ise, ölen kişinin akrabaları ölümden sonraki 3, 7, 20 ve 40. günlerin dışında yarım veya bir yıl geçtiğinde de anma şölenleri düzenlerler. 3. ve 20. gün törenlerine sadece akrabalar katılır ve yemeğin başlangıcında ölenin hatırasına ocak ateşine yiyecek ve içecek atılır. 7. gün yemeğine ise, tanıdıkların katılmasıyla, mezarlığa gidilip, mezarın başında ateş yakıldıktan sonra, katılan herkesten alınan bir parça et özel bir kaba konulur ve herkes başka bir kaba kendi matarasından bir parça içki döküp, sıra ile bu kaptaki içecekten birazını üç defa da mezarın üstüne serperek, ölene: ”Bu içkiyi iç ve bu yemekleri ye” diye seslenir. Daha sonra yukarıda bahsi geçen kazan ve kap mezarın üzerine yerleştirildikten sonra, tanıdık ve akrabalar kendileri yiyip içmeye başlarlar. En son olarak ölen kişiye adanmış olan kaptaki içki, ateşin üzerine dökülerek, kazandaki etlerden üç avuç kadarı ateşin içine atılır. Mezarlıktan dönüldüğünde evdeki yemek başlar. 40. gün, yarım yıl ve bir yıl anma şölenleri de aynı şekilde gerçekleştirilir. Mezarlığa yapılan son ziyaretten sonra dul bir kadın, mezarın etrafında Doğu-Batı istikametinde üç defa dolaşarak, mezardaki ölüye; ”şimdi seni terk ediyorum” diye seslenir. Beltir örflerine göre bu törenden sonra kadın, artık tekrar evlenmekte serbesttir.


Sagalar ve Karginzlerin anma şölenleri de hemen hemen benzeri şekilde yapılmakla beraber, bunlarda ilâve olarak, şölende ölünün mezarı başında yakılan ateşte, şölen için kurban edilen hayvanın kemikleri yakılır ve kemiklerin kırılmamasına son derece ihtimam gösterilir. Karginzler ayrıca her ilkbaharda Guguk kuşu ötmeye başladığında ölenin hatırasına bir tören tertip ederler.


Teleütler, 7. ve 40. günle, yıldönümlerinde yaptıkları bu şölene “Üzüt pairamy” adı verilir (pairam kelimesi, Farsçadaki “bayram” kelimesinden gelmektedir). Evdeki şölene sadece ölü için değil, katılanlar için de yemekler hazırlanır ve yemek kazanı önce pencerenin önüne konur, sonra buradan alınıp, bahçede ölünün tabutunun yapıldığı yere götürülür. Kazanı taşıyan kişi; “yaşarken sen kendin yiyordun, artık öldüğün için ruhun (sünä) yiyecek” diyerek, ölünün payını köpeklere verirler. Ölen kişinin atı, öldüğü gün eve getirilir ve sırtına kıymetli örtüler ve kumaşlar serilip, yelesine ve kuyruğuna ipek kurdeleler takılır. Ölümü takip eden yedi gün boyunca üzerinde bu değerli örtüler ve eyeriyle bekleyen atla tanıdıkların ve komşuların evlerine gidilir. Gittikleri evdekiler ata yulaf, atı dolaştıran kişiye de çay ikram ederler. Ölümünün yedinci gününde sahibinin diğer tarafta da binebilmesi için at kurban edilip, atın üzerindeki örtüler ve eyeri fakirlere verilir. Bazen atın kendisinin de hediye edildiği olur ki, bu durumda atın yine de ölmüş kişinin mülkiyetinde olduğuna inanılır.


 7. ve 40. günlerde tanıdık ve akrabalar yanlarına yiyecek ve içeceklerini alarak anma şöleni için mezarlığa giderler. Mezarın kenarında iki ateş yakılır, bu ateşlerden küçük olanı mezarın baş tarafında olup ölen kişinin kendisi için, daha büyük olanıysa şölene katılanlar içindir. Teleütler, ateşin sunulanları ölüye (üzüt) ileteceğine inanırlar ve bu sebeple ölünün yiyip, içmesi için ayrılan yemek ve içecekler ölünün ateşine konulur. Şölen bittikten sonra katılanların en yaşlısı öne çıkar ve “senin ateşini söndürüyorum ve küllerini hamur tatlısı ile örtüyorum” diyerek ateşi söndürür. Evin arındırılması, 40. gün şöleninin bir parçasıdır. Bunun için şaman çağırılır ve ölen kişinin bulunup evden uzaklaştırılmasını tasvir eden bir ayin yapar. Bu ayinde şaman, bir taraftan davul çalarken, evin her köşesini araştırıp, sonunda ölünün ruhunu bulup yakalayarak onu avluya çıkarır. Bu esnada “sau” diye bağırır. Ölüyü, kendisi için hazırlanmış olan tabuta girip, kendisi için kazılmış olan mezarda yatmaya davet eder. Ölünün evden uzaklaştırılması ayini ile aynı zamanda ölüm meleği “Aldačy” de evden uzaklaştırılmış olur.


Radloff, eğer ölen kişinin yakınlarının etrafından gönüllü olarak ayrılmaması durumunda, onu uzaklaştırmak için gerekirse çok uzaklardan bile olsa şaman getirildiğini anlatır. 1860 yılında Radloff, Kengi gölü kıyısındaki bir köyde yapılan böylesi bir arındırma ayininde ölen bir kadının ruhunun arınmasına ve uzaklaştırılmasına şahit olduğunu şöyle aktarır: “karanlık bastıktan sonra şaman davulunun sesi ve tahminen yüz adım kadar mesafeden çadırın etrafında dolaşan şamanın şarkısı duyulmaya başlanır ve şaman gittikçe küçülen daireler çizerek, çadırın yanına gelip en sonunda çadırın kapısından içeri girer. Ocak ateşinde davulunun her iki tarafını dumanla tütsüledikten sonra, kapı ile ocak arasına oturur, gittikçe daha alçak bir sesle şarkı söylemeye, davulu gittikçe daha azalan bir ritimle çalmaya devam eder ve en sonunda sadece çok hafif mırıltılar gelmeye başlar. Daha sonra şaman dikkâtle ayağa kalkar, ocağın etrafında dolaşır ve ölen kadının adını seslenir, bu esnada kadını arıyormuşçasına her köşe bucağa bakıp, bir yandan da fısıltı hâlinde ölen kadının sesini taklit ederek, kendisinin şamana evinde kalmak için yalvarmasını canlandırır. Ölen kadın, ölüler ülkesine gitmek istememektedir, zira oraya giden yol hem çok uzun, hem de o yolda tek başına yürümek çok korkunçtur. Şaman elinde davuluyla evin her köşesinde ölüyü takip eder ve en nihayetinde onu davulu ile tokmağı arasına sıkıştırıp, sonra da onu yere yatırıp davulunu üzerine kapatmayı başarır. Davul sesi gittikçe boğuklaşırken, ölünün ruhu da artık ölüler ülkesine doğru yola çıkmıştır. Daha sonra davulun sesinin tekrar gür çıkmaya başlayınca, izleyiciler şamanın ölüyle beraber ölüler ülkesine gittiklerini anlarlar. Şaman ve daha önce ölmüş olan akrabaların konuşmalarından, daha önceden ölmüş olanların ruhlarının topluluklarına yeni geleni almak istemedikleri anlaşılır. Bunun üzerine şaman oradaki ruhlara içki ikram eder ve onlar içkilerini içerken, ölen kadının ruhunu diğer ruhların arasına saklamayı başarır. Bütün bunları dans ve şarkılarla anlatan şaman, sonrasında haykırıp, sıçrayarak dünyamıza geri dönerken, kan ter içinde bayılarak yere yığılır” Bu ayin her zaman bu şekilde gerçekleşmeyip, bazen ruh, şamanın elinden kaçarak, çadıra geri döner ve aynı ritüeller yeniden canlandırılır. Bazı şamanlar, ölüler ülkesi sakinlerinin kendisini tanımamaları için, ölen kişinin ruhuna yolculuğunda eşlik etmeden önce yüzlerini isle boyarlar. Bu arındırma ayininde şamana yardım etmesi için çoğu zaman “Jajyk Han” veya “Nama” adı verilen Tufan efsanesinin kahramanı yardıma çağırılır. Şaman “Jajyk Han”ı yardıma çağırırken, yükselen suların sesini taklit eder. “Jajyk Han” yahut “Nama” aynı zamanda ölülerin diğer tarafa yanlarında götürdükleri ev hayvanlarını da geri getirmeye yardımcı olur. Bazı yerlerde ölümü temsilen ölünün yatağına bir horoz bağlanıp, şaman bu horozu kovalar. Ölüm meleği “Aldacı”yi uzaklaştırmak için de, çadırın içinde ardıç tütsüsü yakılır.


Altay halklarının aslında belli tarihlerde anma şöleni düzenleme geleneklerinin olmadığını ve ölülerin dünyasından korktukları için, mezarlıklardan uzak durduklarını ileri süren Potanin, bu tesbitinde yanılmaktadır. Sadece Altay halklarında değil, bir çok Kuzey halkları arasında görülen ve şamanların en önemli vazifesi olan “ölen kişilerin yaşayanların dünyasından ölüler dünyasına götürülmesi” tasavvurunun kökeni, muhtemelen çok daha eski dönemlere dayanmakta, bu ayinin ölümün 40. gününde yapılması ise, Altay halklarının inanışları arasına hiç şüphesiz sonraki dönemlerde girmiştir.


Volga boylarında yaşayan ve önemli bölümü hıristiyan inancına mensup olan Çuvaşlar arasında belli tarihlerde yapılan anma törenleri vardır. Ölen kişinin vefatın üçüncü gününde, cenazenin tabutunun hazırlanmış olduğu yerde bir kuzu veya tavuk kurban edilir. Yemek esnasında katılanların en yaşlısından başlayarak, yaş sırasına göre herkes ölen kişiye yemeğinden bir lokma verir. Ayrıca dış kapıdan dışarıya da yemek atılır. Tanıdıkların çoğunluğu asıl 7. ve 40. gün yapılan şölene katılıp, yanlarında mum ve yemek getirirler, bunlar gece boyunca ölen kişiye ikram edilir. İçlerinden bazıları ölen kişiyi yemeğe davet etmek üzere kızak veya araba ile mezarlığa giderken, yol boyunca çıngırak çalarlar. Mezarlık dönüşünde ölü ile sanki hayattaymışcasına konuşulur, kulübeye davet edilir ve ocağın yanına geçerek ısınması teklif edilir. Ocağın yanına konan bir masada boş yemek kapları ve çanaklar bulunur, bunlar ölen kişi için oraya konulmuştur ve şölene katılanlar yemeklerden yemeye başladıkça, sıra ile o kaplara yediklerinden ve içtiklerinden birer parça koyarlar. Bu kapların kenarına yanan birer mum takılmıştır. Ölen kişiyi eğlendirmek için şarkılar söylenir, oyunlar oynanır ve dans edilir. Gerek Çuvaşlarda, gerekse İdil boylarında yaşayan Fin kökenli halklar arasında olan bir geleneğe göre ölen kişinin yakınlarından biri, ölenin temsilcisi seçilir ve şölen gecesi onun kıyafetlerini giyer. Sabah gün ışırken, ölü tekrar mezarlığa geri götürülüp, dönüşte aynı giderken olduğu gibi çanlar çalınır. Cenaze mezarlığa geri götürülürken, yanında yemek de götürülür. Özellikle anma şöleni için kurban edilen atın başı ve bacakları yanında gömlek, pantolon, ayakkabı, yemek kapları, tabak ve kaşık gibi eşyalar bırakılır. Mezarın yanında şarkı söylenip dans edildiği de olur. Evde kalanlarsa, ölünün masasını üzerinde yiyeceklerle beraber, sokağa çıkartıp, etrafında dans ederler. Dans esnasında bir kişi masayı devirir ve üzerindeki yiyecekler köpeklere verilir.


Çuvaşlar, yukarıda belirtilen belirli günlerin dışında, özellikle ilk haftalarda her Perşembe akşamı ölen kişiyi anarlar. Özellikle Ekim ayının ilk Perşembesinde veya Ekim ayı içerisinde yapılan anmalarda en son ölen kişiye Çuvaşlar ayrı bir önem verirler. Bu anmalar için ölen kişinin cinsiyetine göre bir at veya inek, kimi zaman sığır veya kuzu kesilip, bol miktarda içki hazırlanır. Yapılan hazırlıkların büyüklüğü, ölen kişinin hayattayken sahip olduğu konuma ve çevresiyle orantılıdır. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akrabaların bazıları yanlarına içki, kızarmış tavuk, küçük kekler ve bir keçe örtü alarak ormana giderler. Ormanda uygun bir ıhlamur ağacı bulup, ağacı keser ve bu ağaçtan iki ayak yüksekliğinde bir kazık yaparak, bunun üst tarafını çeşitli oymalarla süslerler. Keçe örtü kazığın etrafına sarılır. Yanlarında getirilen yemekler ormanda yenip, içkinin bir miktarı ölmüş kişinin şerefine yere dökülür. Eve dönüldüğünde, dört erkek bu kazığı evin içine taşır, duvara dayalı bir sedirin üzerindeki bir kuş tüyü yastığın üzerine yerleştirerek, ölen kişinin herhangi bir eşyasını kazığın üstüne giydirirler. Meselâ, ölen kişi kadınsa, kazığa kadının başlığı takılır. Bundan sonra oyunlar ve danslar başlar, içlerinden bazıları da ağıt yakar. Daha sonra bütün tanıdık ve akrabalar, yanlarına bir miktar yiyecek alarak, yanlarında giydirilmiş kazıkla beraber, mezarlığa gidip, kazığı ölen kişinin mezarı üzerine dikerler. Mezarlıkta ve daha sonra evde yeme, içmeyle, gece boyunca anma şöleni devam eder.


Müslüman Türk halkları arasında da belli tarihlerde yapılan anma törenlerine rastlanır, ama bu törenler çoğu yerde gösterişten uzak, oldukça sadedir. Rusya Tatarları, ölenleri vefatın 3. 7. ve 40. günlerinde öleni anar ve onun hatırasına yemek hazırlarlar. Özellikle 40. gün yemeği için geniş bir tanıdık ve akraba kalabalığı ölen kişinin evinde toplanır. Doğudaki Türk boyları ise, ölülerini 20. gününde ve ölüm yıldönümünde anmayı tercih ederler. Bu konuda kayda değer ilginç âdetleri olan Kazak Kırgızları da ölülerini bu tarihlerde anarlar. Bütün yas dönemi boyunca, evin baş köşesine bir eyer konulur ve bu eyere ölenin kıyafeti, başlığı ve kemeri takılır. Ölen kişi genç bir erkekse, ayrıca ucuna kırmızı bir kurdelenin takılıp bir de mızrak dikilir. Mızrak, ucu çadırın/evin dışına çıkacak şekilde yerleştirilerek, bir yıl boyunca orada kalır. Ancak vefatın birinci yılında “iyi bir insan” gelir ve onu oradan alarak kırar. Evin kadını ve kızı mızrağı vermek istemeyip, direnirlerse de, gelen erkek mızrağı onların elinden alıp, kırar ve sonra büyük bir ateşin içine atıp, mızrağı yakar. Mızrağı ortadan kaldırdığı için evin hanımı ona bir palto hediye eder. Bir başka anma ritüeli de 7. gününde ölen kişinin atının kuyruğunun kesilmesi ve bozkıra atılmasıdır. Kırk gün boyunca evdeki ocağın yanında küçük bir lamba yanık durur. Genel olarak bütün anma günlerinde, özellikle ölüm yıldönümlerinde tanıdıklar ve akrabalar ağırlanıp, yemek ikram edilir.


Yas dönemi esnasında eğer taşınmak veya göç etmek gerekirse, ölmüş kişinin atının kuyruğuna kırmızı bir bez bağlanır ve eyeri ters olarak takılır. Eyere, ölen kişinin paltosu, başlığı, tüfeği ve kılıcı asılır. Atı, ölen kişinin karısı, eğer o hayatta değilse kızı sürer. Eğer ölen kişi kadınsa, eyer bir devenin üzerine takılır ve üzerine bir örtü veya kadının bir elbisesi örtülür. Kadının kızı veya gelini deveyi dizginlerinden tutarak güder. Bir yılın sonunda, ölen kişinin atı kurban edilir ve burada kemiklerin kırılmaması için özel ihtimam gösterilir.


Kazak Kırgızlarının ölülerini anma törenlerinde ayrıca at yarışı düzenledikleri ve yarışı kazanan ölen kişinin köyündense, aldığı ödülü ölen kişinin evine getirir. Birinci gelen atın aldığı bu ödüller kimi zaman 300 at veya 300 inek gibi büyük miktarlar da olabilir. Radloff, şahit olduğu bu yarışlardan birinde; “Birinci gelene, içinde bütün eşyalarıyla birlikte kırmızı keçeden bir çadır (yurt), çadırın önünde bütün ziynetleriyle at üstünde onu bekleyen bir gelinlik kız ve ellişer tane deve, at, inek ve koyun, ikincinin ödülü ise 10 külçe (Jambe) gümüş ve onar tane deve, at, inek ve koyun, en küçük ödül ise, beş tane at” ödül verildiğini belirtmektedir. At yarışlarının dışında güreş müsabakaları da düzenlenir. Turfan Türklerinin anma törenlerinde eğer anılan merhum erkekse, at yarışları ve güreşler düzenlenir. Bu geleneğe, Kafkas halkları arasında da rastlanır.


Katanov, bu konuda Batı Çin’de yaşayan Türklere ait bir başka yas geleneğini; “Yas süresi erkekler için dört, kadınlar içinse yedi aydır. Ölen kişinin eşi bu süre dolmadan evlenmek isterse, ölen eşinin mezarına bir testi su götürüp, bunu ölenin başucuna döker” biçiminde anlatır.


Görüldüğü gibi araştırmaya konu olan halklardan müslümanlarda ve hıristiyanlarda da genel olarak anma günleri aynı tarihlerdir. Yakutların, 7. değil de 9. gün bu anma törenini yapmaları, Rus kilise geleneği ile ilgilidir. Her iki dinde de ölen kişinin 40 gün boyunca eski eviyle yakın bir ilişki içinde olduğu inancı vardır. Bazı bölgelerdeki 40. gün töreninin asıl anlamı, ölen kişiyle son vedalaşma olması ve artık ölüler ülkesine gitmesidir. Bu kırk gün inancının nereden geldiği tam olarak bilinmemektedir, ancak hıristiyanlığın ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren, İsa’nın kırkıncı gün mezarından göğe yükseldiği inanışı vardır. Yıl dönümünde yapılan anma törenleriyse, muhtemelen daha eski dönemlerden kalmadır.


Müslümanlıkta ve hıristiyanlıkta 40 günlük süreye karşılık olarak, Lama Budizminde 49 gün veya yedi haftalık süre vardır. Pallas, ölen kişinin ruhunun zarar görmemesi için bu süre boyunca Kalmukların ava çıkmadıklarını, hayvan kesmediklerini hâtta böcek bile öldürmediklerini yazar. Kalmuk inançlarına göre bu süre boyunca “ruh” hâlâ dünyada dolaşmakta, ancak 49. gün mahkemeye çıkacak ve hakkındaki nihai karar verilecektir. Anma törenlerinde ölünün kağıt üzerine çizilmiş bir resminin yakılması geleneği bu inanca dayanmaktadır.


Gulbin, Lamaizme mensup Sarı Uygurların da ölülerini 49. gününde andıklarını, bu anma töreninde ölüye çay ve ekmek ikram edildiğini ve kağıt yakıldığını anlatır. Durumu iyi olan Moğollar, ölenin yıldönümünde anma töreni düzenlerler. Sarı Uygurlarda ise, üç yıldönümünde anma yaparlar; bunların ilkinde bir, ikincide iki, üçüncüde de üç tane lamba yakılır. Soyoteler de bu 49 günlük süreye riayet ederler, ama onların uygulaması o kadar sıkı olmayıp, bu sürenin her yedinci gününü yasa ayırıp, bu günlerde ölen kişinin kulübesinden dışarı bir kap süt bile çıkartmazlar. Dörbötlerin inanışlarında ise bu yasaklı günler, ölen kişinin ayın kaçında öldüğü ile ilgili olarak hesaplanıp, aynı rakamın geçtiği tarihlerde uygulanır. Kişi, ayın 3. günü öldüyse, ayın 13. ve 23. günleri veya ayın 9. günü öldüyse, 19. ve 29. günleri kulübesinden dışarı bir şey çıkartılması yasaktır. Bu inanışlar ve gelenekler anlaşılacağı üzere, yabancı kültürlerden bu topluluklara geçmiştir.

Amur vadisindeki anma törenlerindeyse, Çin inançlarının açık tesiri görülür. Bazı bölgelerdeki Goldeler arasında Çinde olduğu gibi, kadının ilk geceyi kocasının cenazesi ile beraber mezarlıkta geçirmesi adeti vardır ki, kadın mezarın yanında uyur. Cenazenin defnedilmesinden yedi gün sonra-bazen daha erken- özel olarak hazırlanan beyaz bir yastık, ölen kişiyi temsilen yatağına konur. Yastığın üzerine ölen kişinin hatırasına, eğer erkekse elbisesi ve başlığı, kadınsa ziynet eşyaları ve takıları, çocuksa oyuncakları konulur. Goldeler, ölü ile yakın ilişkisi olduğuna inandıkları bu yastığa “fanja” adını verirler. Yemek saatlerinde, bu yastığın yanına bir yemek kabı konulur ve yatmaya giderken, kadın bu yastığı kendi yanına alır. “Fanja”nın önüne ahşaptan yapılma ve göğsünde bir delik olan küçük ruh bir heykelciği konulur (Ajami fonjalko). Anma törenlerinde bu delikten yanan bir pipo geçirilip, “Büyük Anma Töreni”ne kadar “fanja”ya bu şekilde ihtimam gösterildikten sonra bu törende “fanja” yakılır. Goldelerin anma merasimleri arasında iki tanesi, özellikle bahsedilmeye değer törenlerden olup, bunlardan biri, “Nimgan” isimli törendir. Bu törenin düzenlenme zamanı bölgeye göre değişmektedir, bazen defnin yedinci gününde olduğu gibi, bazen daha geç bir tarihte, hâtta iki ay sonrasında düzenlenebilmekte, diğeriyse, Goldelerin “Kazatauri” adını verdikleri büyük anma törenidir. “Kazatauri” töreninin en önemli yanı, ölen kişinin ölüler ülkesine gönderilme ayinidir. “Ningan” gibi, bu ayinin de kesin bir zamanı yoktur, hısım ve akrabalar kendi aralarında anlaşarak, ayinin yapılacağı günü tespit ederler. Kimi zaman kısa süre içerisinde, kimi zaman ise yapılması bir yıl hâtta daha fazla bile sürebilmektedir. “Kazatauri” düzenlenene kadar, ayda bir küçük anma törenleri düzenlenir ki, bu törenlerde akşam gün batarken “fanja”nın önüne yiyecek ve içecek kapları konulur.


“Nimgan” düzenleneceği zaman, bu törene mahsus kuş şeklinde ekmekler ve çeşitli yemekler hazırlanıp, tören için çağrılan şaman “fanja”nın yanına oturtulur. “Fanja” ya içki ve kıyılmamış tütün ikram edilip, “Ajami fonjalko”nun göğsündeki deliğe yanan bir pipo yerleştirilir, bu esnada kadınlar avluda iki yöne; Doğuya ve Batıya kapısı olan özel bir çadır kurarlar. Çadır hazır olduktan sonra “fanja” çadıra getirilip, temiz bir örtünün üzerine yerleştirilir. Çadırın her iki girişinde birer ateş yakılır, bunlardan Doğudaki “dünya” tarafındaki, Batıdaki de “ölüler ülkesi” (buni) tarafındaki ateş addedilir. Kadınlar samandan “mugde” denilen bir kukla hazırlayıp, buna ölen kişinin elbiselerini giydirirler. Bütün bunlar hazır olduktan sonra, şaman ayin kıyafetini giyer ve çadıra gelir. Yas alâmeti olarak şaman beyaz bir kemer takar, diğer katılanlar da saç örgülerinden birini beyaz bir kurdeleyle bağlarlar. Katılanların hepsinin elinde söğüt ağacından bir değnek bulunur. Şaman “fanja” ve “mugde”nin ayine uygun şekilde yapılıp yapılmadığını kontrol ettikten sonra, ölen kişinin “ruh”unu aramaya başlar. Başlangıçta davulunu seyrek ve yavaş bir tempoyla çalan şaman, gittikçe daha hızlı ve yüksek sesle çalmaya devam ederken, bu esnada ilâhiler söyleyerek ruhlardan (seon) yardım ister. Sonrasında, sanki ruhları görmüş ve verdikleri cevabı dinlermiş gibi davranmaya başlar. Bu esnada törene katılanlar, şamanın mırıldanmalarını ve hareketlerini dikkâtli bakışları arasında şaman önce vecd hâlinde kendinden geçip, sonra tekrar kendine gelerek sıçramaya ve dans etmeye, ilâhi okumaya ve bu arada da “ruh”u aramaya devam eder. En sonunda şaman bir sevinç çığlığı atarak, sanki bir şeyleri elinde sıkıca tutuyormuş gibi yaparak, izleyicilere “ruhu yakalamayı başardığını” söyler. Dünyada gezindiği bu süre içerisinde eğer ruh hastalanmış veya yaralanmışsa, “fanja”nın içine konmadan önce tedavi edilmesi ve iyileştirilmesi gerekir. Şaman tarafından “fanja”nın içine konulan ruhun oradan uzaklaşmaması için kadınlar “fanja”nın önüne yemek ve su koyarlar, şaman da “iç ve coşkumuzu paylaş” diyerek içki ikram eder. Törenin sonunda yemekten arta kalanlar ve “mugde” ateşte yakılır, “fanja” ise eve geri götürülür.


En son düzenlenen anma töreni “Kazatauri”dir ve aynı hazırlıklar burada da tekrarlanır. Bu ayin için şamanı çağırmaya gidenler yanlarında içki de götürüler. Şaman getirilen içki tasının içine işaret parmağını sokup, sol elinin üzerine birkaç damla üzerine damlatıp, “ruhlara” (seon) sunduktan sonra, ayin elbisesini giyerek, davulunu alır ve ruhlardan yardım ister. Cenaze evinin önünde yine “Nimgan” töreninde olduğu gibi her iki girişte birer ateş yakılarak, bir çadır kurulur ve şaman eve geldiğinde, “fanja” dışarıdaki çadıra götürülene kadar “fanja”nın yanında oturur. Bu tören için de yine üzerine ölenin kıyafetlerinin giydirildiği bir “mugde” hazırlanır ve “fanja”nın nehire taraf olan yanına yerleştirilir. “Mugde”nin ayakları nehrin akış yönüne uzatılır. Şaman, davul çalarak çadırın içindeki kötü ruhları korkutup kaçırdıktan sonra, ölen kişinin ruhunu aramaya başlar. Bu esnada sahip olduğu ruhlardan ve ölüler ülkesine seyahâtin tehlikelerinden bahsederken, davul çalıp, dans edip, haykırarak çadırın içinde ve etrafında dolaşır. Yardımcıları onun peşinde dolanır ve kemerinden sıkıca tutarlar. En sonunda ruhu yakalayan şaman, elinde sıkıca tutarak çadırın içine girer. Ondan sonra yakalanan ruhun gerçekten ölen kişinin ruhu olup olmadığının tespitine gelir ve şaman, ölen kişinin akrabalarına yakaladığı ruhun özelliklerini sayarak, bunların ölen kişiye uyup uymadığını sorar. Yakaladığı ruhun gerçekten ölen kişinin ruhu olduğunda emin olduktan sonra, bu ruhu “fanja”nın içine koyar. Ruhu “fanja”nın içine koyma işi, şamanın “fanja”nın önünde diz çöküp, ellerini üzerine koyup, sonra da ellerinin üstüne üflemesiyle yerine getirilir. Serbest olduğu sürede eğer ruha kötü ruhlar zarar verdiyseler-meselâ, kulağını kesmek veya gözünü kör etmek gibi-büyüleriyle ruhu tekrar sağlığına kavuşturmak da şamanın görevidir ve şaman ruh ile konuşarak onun tekrar sağlığına kavuştuğunu teyid eder. Bundan sonra ruhun ağırlanması başlar. Anma törenine katılanlar gece boyunca yiyip içip, ölen kişinin ruhunu sevindirerek, onu mutlu etmeye çalışırlar. İlerleyen bir saatte şaman aniden kalkıp, yiyecek ve içeceklerden artanları ateşe atarken, kadınlar da çadır içerisinde bir yatak hazırlayıp “fanja” ve “mugde”yi bu yatağa yatırırlar. Şaman yatağın yanında diz çöküp, “fanja” ile konuşur ve ondan artık uyumasını isteyerek, yatağın üzerini örter. Şaman ve çadırda bulunanlar da yatarlar. Ertesi gün şaman yine kıyafetlerini giyip, davulunu çalarak uyuyan ruhu uyandırır. Ruh uyandırıldıktan sonra, örtünün altından “fanja” ve “mugde” çıkartılır, kadınlar yeni yemekler hazırlarlar ve ikram ve şölen tekrar başlar. Hazırlanan yemeklerin bir bölümü yine ateşe atılırken, akşam olduğunda “fanja” bir önceki akşamki ritüelle yine uyutulur. Bu büyük anma töreni en önemli ameliye olan, yâni “ölünün ruhunun, ölüler ülkesine gönderilmesi”ne sıra gelene kadar bazen birkaç gün boyunca devam eder. Bu ayin yapılacağı gün şaman, sabah erkenden ilâhiler okuyarak, “fanja” yı uyandırıp yemeğe çağırır, ona yeterince yemesini, ama çok fazla içki içmemesini tembihler, zira ölüler ülkesine yapılacak seyahât tehlikelerle doludur ve sarhoş şekilde bunların üstesinden gelmek imkânsızdır. Güneş batarken “ölünün gönderilmesi” ayini başlar. Bu çok önemli ayinin başlangıcında şaman ilâhiler söyleyip, dans ederek yüzüne kömürle çizgiler çeker -Altay şamanları gibi Golde şamanlarının da kendilerini tanınmaktan korumak için yüzlerini boyamaları dikkât çekicidir- ve davulunu yüksek tempoda çalarak, ruhlardan kendisine gelmelerini rica eder ve geldiklerinde onları hemen yutmak için ağzını açarak, akabinde bazı hayvan ve kuşların seslerini taklit ederek, başını sallamaya ve sıçramaya başlar. Seslerini taklit ettiği bu hayvanlar, ruhların (seon) suretlerine büründüklerine inanılan hayvanlardır. Ruhlara, ölene “ölüler ülkesi”nin (buni) yolunda rehberlik etmeleri için dua ettikten sonra, bu ayine mahsus özel olarak getirilmiş ve üzerine basamakları olan ağaca tırmanarak, en üst basamağa çıkıp etrafa bakmaya başlar. Gözlerini kısarak ölüler ülkesinin yolunu gözetler. Bu esnada başka esrarlı bilgilere de vakıf olur ve ayine katılanlar şamana Amur nehrinin ne zaman donacağı veya kışın çok kar yağıp yağmayacağı, av sezonunun bereketli geçip geçmeyeceği gibi sorular da sorarlar. Bu basamaklı ayin ağacı muhtemelen daha önceki bölümlerde görmüş olduğumuz “dünya ağacı”nı temsil etmekte olup, şaman için bir nevi geleceği gözetleme kulesi vazifesi görür. Şaman, çadıra döndükten sonra tekrar “fanja”nın önüne oturup, bu esnada ölünün akrabaları şamanı ruh ile beraber seyahâte çıkmaya teşvik ederler. Şaman bu yolculuk için “bučči” ve “koori”yi yardıma çağırır. “Bučči” kanatları olan tek bacaklı bir insan görünümünde, “Koori” ise, uzun boyunlu bir kuşa benzer. Her ikisinin de tahtadan birer figürü yapılıp, bunların üzerleri genç bir geyiğin derisiyle kaplânır bu hal ayin esnasında “Bučči” genel olarak dik, “Koori” de yatay olarak yerleştirilir ki, böylece şamanın ölüler ülkesine seyahâti esnasında her ikisi de aynı yöne doğru hareket edebilsinler. Ayin esnasında özellikle “Koori” kuşunun desteğinin ruhun ölüler ülkesine götürülmesi için vazgeçilmez olduğu fark edilir, zira şamanın onun yardımı olmadan ölüler ülkesinden geri dönebilmesi imkânsızdır. Bu seyahâtin en zor bölümlerini şaman, “Koori” kuşunun sırtında kateder. Yorgun düşene kadar uzun uzun dans edip, ilâhiler söyleyen şaman, yüzünü Batıya dönerek, Sibirya kızaklarını temsil eden bir kalasın arkasına oturup, kalasın üzerine “fanja”, “mugde” ve bir sepet dolusu yiyecek konur. Bundan sonraki aşamada şaman, ruhları çağırır ve onlardan acilen kızağın önüne köpekleri bağlamalarını ister, ayrıca bir uşağı çağırıp, onu kızağa, kendi arkasına oturtur ve köpeklere bağırarak onları koşturmaya başlar. Seyahât esnasında karşılaşılan bütün zorluklar, değişik olaylar veya ölünün ruhuyla, uşağı arasında geçen konuşmalar, şamanın okuduğu ilâhilerle, yakarış ve haykırışlarına yansırken, bir yandan da hazır bulunanlara gördükleri ve duyduklarını aktarır.


Schimkewitsch, köpeklerin çektiği kızakla ölüler ülkesine gitmenin sadece Amur vadisindeki Golde geleneklerinde yer aldığını, daha Kuzeyde yaşayan Goldelerin ise ren geyiğine binerek gittiklerine dikkât çekerken, bu ayinlerde bahsi geçen ren geyiği sayısı dokuz tane olup, bunlardan sekizi ölenin eşyalarını taşırken, dokuzuncunun sırtında ölünün kendisi seyahât eder. İnanca göre, bu ren geyiğinin ruhu, şamanın kendisi olup, dolayısıyla ölüyü sırtında taşırken, onu tehlikelerden uzak tutmayı başarabilir. Şaman ve yanındakiler ölüler ülkesine vardıklarında, ruhlar şamana gelerek nereden geldiklerini, onu kimin yolladığını, bu yeni gelenin kim olduğunu sorduklarında, şaman tedbirli davranarak, ne kendisinin ne de yanındaki ruhun gerçek ismini söyler. Ölen kişinin ruhunu, oraya daha önce gitmiş tanıdıklara emanet ettikten sonra, şaman geri dönüş yolculuğuna çıkar ve “Bučči” ve “Koori”nin yardımlarıyla yoldaki zorluk ve tehlikelerin üstesinden gelerek geri döner. Köpeklerin çektiği kızağı, yolculuğun sadece ilk aşamasında ve dönüşte son aşamasında kullanır. Geri döndüğünde ayine katılanlar, merak ve heyecan içerisinde şamana yolculuğun nasıl geçtiği, ölüler ülkesinin nasıl bir yer olduğunu, ruhların orada nasıl bir hayat sürdüğü gibi çeşitli sorular sorarlar. Şaman dinleyicilere her şeyi tek tek anlatır, hâtta ölüler ülkesindeki akrabalardan bazılarına selâmlar veya hediyeler bile getirir. Bu anlatım faslı bittikten sonra şaman, “fanja” ve “mugde”yle birlikte, ölüler için muhafaza edilmiş olan yemek sepetini de ateşe atar. Bu sırada şamanın yardımcıları otlardan bir ip örerek, bu ipin bir ucunu şaman, bir ucunu ölen kişinin akrabaları ateşin üzerinde tutarken, bir müddet sonra şaman ipi ortadan keser. Bazı durumlarda ipin her iki parçası, bazen bir parçası ateşe atılıp, diğer parçası daha küçük parçalara bölünerek, Batıya doğru fırlatılır. Bu, ölen kişi ile yaşayan akrabaları arasındaki son bağın da nihai olarak koptuğu anlamına gelir ve bu andan itibaren akrabaların ölen kişiye karşı hiçbir yükümlülükleri kalmaz, ölen kişi onlardan hiçbir şey bekleyemez.


Lopatin, “mugde”nin, ölen kişiyi temsil eden görsel bir figür olduğunu, ikram ve duaların sadece “fanja” ve önüne yerleştirilmiş olan ”ajami fonjalko” heykelciğine değil, “mugde”ye de yapıldığına ve “fanja” ile beraber “mugde”nin de çadıra taşındığına dikkât çeker ki, gerek “fanja”, gerekse “mugde”nin ölen kişiyi temsil ettiği tesbitinde Lopatin kesinlikle haklıdır ve bu törende ”ajami fonjalko” bir nevi koruyucu ruhu temsil eder. Golde ayinlerinde ölen kişinin iki değişik nesne ile, yâni hem kukla, hem de yastıkla temsil ediliyor olması, aslında bu geleneğin asli hâlinde bunlardan hangisinin yer aldığı sorusunu akla getirmektedir. Bu soru üzerinde düşünürken, samandan kuklanın her ayin için yeniden yapıldığı halde, yastığın bütün yas dönemi boyunca saklandığı göz önüne alınmalıdır. Batı Tunguz boyları arasında bu adetin olup olmadığını bilmiyoruz, ama Patkanov’un yazdıklarından en azından İrtiş nehri kıyısında yaşayan Ostyakların anma törenleri esnasında yatağın üstüne ölen kişiyi temsilen bir yastık koyduklarını biliyoruz. Turhansk bölgesindeki Tunguzlarında ise, şaman ancak ölenin ruhunu bu dünyadan göndereceği zaman, ölen kişinin bir resmi veya kuklasını (mugde) hazırlarlar. Ayin esnasında bu figür, “İrollon” adlı bir ahşap kaideye bağlanır. Ne yazık ki Tunguzlar arasındaki araştırmalarım esnasında bu “İrollon”un aslında neyi ifade ettiği konusunda bir bilgi edinemedim. Laponlar da, ölü için kurban ayini gibi bazı özel merasimlerde kullanılmak üzere ölen kişiyi temsil eden ve tahtadan yapılma suretler kullanırlar. Bu tahta suretlerin bütün yas dönemi boyunca evde muhafaza edilen “ölü kuklaları” ile karıştırılmaması gerekir. Kuzeydeki Ostyaklarla, komşuları Samoyedlerin yaptıkları bu “ölü kuklalara” Kırgızlar arasında da rastlanır. Potanin’in, notlarında kocası ölen Kırgız kadınının böyle bir kukla hazırlayıp belli bir süre boyunca onun yanında oturup yas tuttuğunu ve akşam olup yattığında, onu da yatakta yanına yatırdığını aktarır. Priklonskij, Yakutların ölüme dair inançlarını anlatırken, bir çocuk öldüğünde Yakutların bir ineğin veya bir atın toynağından bir oyuncak bebek heykelciği yontup, bunu değerli kürk ve gümüş takılarla süslediklerinden bahseder ki, ölen çocuğun ruhunun yatışması ve onlara uğursuzluk getirmemesi için, her gün bu heykelciğin önüne yemek bırakılır. Çocuğun ruhunun kendilerine musallat olmasını önlemek maksadıyla bu küçük heykelcik bir ağaç kovuğuna konulur ve ona bir hayvan kurban edilir. Daha eski kaynaklarda ise, sadece ölen küçük kızın hatırasının yadedilmesinden sözedilmektedir. Nakledilen bu âdetin “ölü kuklaları” yapma geleneğiyle ne derece alâkası olduğunu bilemiyoruz. Banzarov’un aktarmış olduğuna göre sevilen bir kişinin ölümü hâlinde, oğulları, kızları ve erkek kardeşleri bir araya gelerek onun bir resmini yaparlar ve bu resim ölen kişinin evinde muhafaza edilir. Ev halkı, bu resmin önünde otur ve “bu resim, bizim akrabamızındır” diyerek ona dua ederler. Bu gelenekte, yas dönemi biter bitmez imha edilecek olan gerçek bir “ölü kuklası”nın mı, yoksa sadece gelecek kuşakların da ibadet edeceği bir ata putunun mu söz konusu olduğu ne yazık ki pek belirgin değildir. Moğol kültüründe bu tür “ölü kukla”ların olduğuna dair işaretler, son anma töreninde yakılarak imha edilen kağıt üzerine yapılma resimlerdir. Bu “ölü kuklaları”nın geçmişinin nerelere kadar uzandığı konusunda bir fikir yürütebilmek için, Çukçelerin ölen kişinin deriden yapılmış bir suretini yemek vakitlerinde sofralarına koyup, üzerine yağ ve kan sürdükten sonra, ölen kişinin mezarında yaktıklarını göz önünde tutmak gerekir.


Bu “ölü kuklaları” yapımından daha yaygın olarak rastlanan bir başka gelenekse, ölen kişinin kıyafet ve diğer eşyalarının “son anma töreni”ne kadar saklanması olup, bu geleneğin kökleri muhtemelen çok daha eskilere kadar uzanmaktadır. Ölen kişinin elbiselerinin onu temsil eden nesneler olarak kabûl edilmesi oldukça yaygın olarak görülen bir âdettir. Kırgız kadınlarının ölen eşlerinin ardından yedi gün boyunca çadırda oturup, eşlerinin kıyafetleri önünde ağıt yakmalarını Radloff bu inanışa bağlamaktadır. Ölen kişinin kıyafetleri, başta Çuvaşlar ve çoğu Kafkas halkları olmak üzere bir çok halkın anma törenlerinde önemli bir rol oynamakta ve ölen kişinin ailesi bu kıyafetleri yas döneminin sonuna kadar muhafaza etmek zorundadır. Meselâ, Çerkesler ölen kişinin elbiselerini bir yastığın üzerine serip, bunun üzerine de silahlarını asarlar.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak