4 Ocak 2023 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “H”

  

 

HÂL:

 

Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî derecedir.

 

Hâller ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin başlangıçlarıdır. Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

En güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hâl Ehli:

 

Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat.

 

Almayı, vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî)

 

HALÂL (Helâl):

 

Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Ey mü'minler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyib yâni güzel şeyleri kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü teâlâ helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez. (Mâide sûresi: 87)

 

Duânın kabûl olması için helâl lokma yiyin. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ıSeâdet)

 

Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet (faydalı ilim) akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Allahü teâlâ, peygamberlerine emrettiğini, mü'minlere de emretti ve buyurdu ki: "Ey peygamberlerim!  Helâl  yiyiniz  ve  sâlih  (iyi)  işler  yapınız!"  (Mü'minûn  sûresi:  51)

Mü'minlere de emretti ki; "Ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz." (Bekara sûresi: 172) (Hadîs-i şerîf-Câmi-ul-Usûl, Mişkât, Müslim)

 

Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarının dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Muâz)

 

Haram yiyenlerin yedi âzâsı, istese de istemese de günâh işler. Helâl yiyenlerin her âzâsı ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir. (Sehl bin AbdullahTüsterî)

 

Bizim yolumuzda el, helâl kârda (işte); gönül ise hakîki yârdadır (Allahü teâlâdadır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

Her gün helâlinden alış-veriş yapmam, geceleri ibâdet, gündüzleri oruçla geçirmemden bana daha sevimlidir. (Muâviye bin Kurre)

 

Halâl Lokma:

 

Haram olmayan, dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.

 

Helâl lokma yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl lokma yiyen kimse de Allahü teâlâya isyankâr olmaz. (Ali Râmitenî)

 

HALEF-İ MÜTTEKÎN

 

HALEF-İ SÂDIKÎN:

 

Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri.

 

Halef-i sâdıkîn, îmân (inanç) ve amel bilgilerinde ve kalb bilgilerinde, hep Selef-i sâlihîne (Hicrî ilk iki asırda yaşayan müslümanlara) tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. (İbn-i Asâkir)

 

HÂLET-İ NEZ':

 

Ölürken rûhun çıkacağı an.

 

Allah'ım! Bizi ve dînimizi her türlü zarardan koru. Hâlet-i nez'de îmânımızı alma. O anda şeytanı bize musallat etme. Bizi dünyâ ve âhiret hayırları ile rızıklandır. Allah'ım! Sen her şeye kâdirsin. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

HALF ETMEK:

 

Yemin etmek.

 

HÂLIK (El-Hâlık):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

O öyle Allah ki, Hâlıktır, Bâridir (yaratan var edendir), Musavvirdir (bütün varlıklara şekil verendir), Esmâ-i hüsnâ (en güzel isimler) O'nundur. Bütün göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh eder. OAzîzdir (her şeye gâlib ve her kemâle sâhibdir), Hakîmdir (hikmet sâhibidir). (Haşr sûresi: 24)

 

O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur. (En'âm sûresi: 102)

 

Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın (evrenin) bir hâlıkı ve anlamağa aklımızın ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu hâlıkın hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte bu hâlık, Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)

 

Rahmân, Kuddûs, Müheymin ve Hâlık (yaratıcı) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır. (A. Nablüsî)

 

Gece yarısı bir miktar zaman el-Hâlık ism-i şerîfini söyleyen kimsenin kalbi ve yüzü nûrlanır. (Yûsuf Nebhânî)

 

Hâlıkın dururken mahlûka tapma,

 

Şeytana uyup da yolundan sapma.

 

(Lâ Edrî)

 

HÂLİD BİN SİNÂN ABESÎ ALEYHİSSELÂM:

 

Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.

 

Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir mağaradan çıkan ateş, uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. İnsanlar âciz kalmıştı. Bu sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Hâlid bin Sinân aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi söndürdü. Sonra mağaraya girerek kendisinin üç günden önce çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve çocukları şeytanın vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve "Beni, kavmimi ve vasiyyetimi zâyi ettiniz" buyurarak yakın zamanda vefât edeceğini bildirdi. Vefâtından sonra cenâzesini defn etmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de içinde bulunduğu bir sürü, kabrinin yanına gelince kabrini açmalarını vasiyyet etti. Böyle yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir hayâtını aynen kendilerine anlatacağını bildirdi. Belirtilen işâret ortaya çıkınca, mü'minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtilerse de, çocukları; "Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler" diyerek engel oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler.

 

Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; "Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi (yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!"

 

buyurdu. (İbn-ül-Esîr-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

HÂLİDİYYE:

 

Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır.

 

Hâlidiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Bizim büyüklerimizin yolunda tasavvuf, İslâm dîninin emirlerini yapmak içindir. Ama tasavvufu hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildirler. Hangi şekilde olursa olsun bu büyüklere bağlılık büyük nîmettir" buyurdu.

 

HALÎFE:

 

Birinin yerine geçen.

 

1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı).

 

Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Ali halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

 

Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; "Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol veya güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

 

Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi, müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Ömer Nesefî)

 

2.   Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.

 

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle buyurdu:

 

"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

Halîfe-i Âdile:

 

Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir.

 

Halîfe-i Câbire:

 

Halîfeliği kuvvet zoru ile ele geçiren.

 

Halîfe-i Râşide:

 

İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir.

 

HALÎL:

 

Dost.

 

Kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah sözünü) çok söyleyenlerde, Allahü teâlâya karşı fevkalâde sevgi hâsıl olmaktadır. Artık o, Allahü teâlânın halîlidir. Her kim, nefsinin boş arzularından sıyrılırsa, artık onda, Allahü teâlâdan başkasına bağlılığa yer kalmaz. (İmâm-ı Süyûtî)

 

HALÎLULLAH:

 

Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir.

 

İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah'tır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) sevgisi yoktu. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, kendi kavmine, Allah'tan başka şeylere tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe (Allah'a eş, ortak koşmağa) yol açacak kapıların hepsini kapadı. (Ahmed Fârûkî)

 

İbrâhim Halîlullah, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır, yâni Efendimizin mübarek, pak, temiz soyu ona dayanır. (İbn-i Hişâm)

 

İbrâhim Halîlullah, Habîbullah'ın yâni Resûlullah efendimizin ümmetinden olmayı temennî buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

HALÎM (El-Halîm):

 

1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep hilm sâhibi olan; günâh işleyenlerin, günâh işlemelerini ve emirlerine muhâlefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazablanmaya ve onları cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen. Allahü teâlâ kullarına cezâ vermekte acele etmez fakat ihmâl de etmez.

 

Kur'ân-ı  kerîmde   meâlen   buyruldu   ki:  Bilin  ki,  Allahü  teâlâ  mağfiret  edicidir

 

(bağışlayıcıdır), Halîm'dir. (Bekara sûresi: 235)

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem sıkıntılı zamanlarında; "Azîm, Halîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilâh yoktur." buyururlardı. (İmâm-ı Müslim)

 

El-Halîm ism-i şerîfini okuyan denizde ise boğulmaktan, bir vâsıtada ise helâk olmaktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

 

2.  Yumuşak, sertlik göstermeyen, kızmayan kimse. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

İbrâhim (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan çok korktuğu için çok âh ederdi. Halîm idi. (Tevbe sûresi: 114)

 

Allahü teâlâ halîm, iffetli kimseyi sever; çirkin şeyler konuşan, ısrarla halktan bir şey isteyen kimseye gazab eder. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

 

Halîm kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Korkak olan, kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem başkalarına zarar verir. (Hâdimî)

 

HÂLİS:

 

Saf, temiz, hîlesiz, katkısız. Menfaat düşüncesi karışmadan sırf Allah için olan, riya ve gösteriş bulunmayan.

 

İbâdetin kabûl olması için niyyetin hâlis olması lâzımdır. (Ali bin Emrullah)

 

Bir kimse başkalarının görmesi için ibâdet eder veya başkasının görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık beklerse, o kimse hâlis olmaz. (M.Hâdimî)

 

Allah sevgisini hâlis olarak tadanı; bu sevgi, dünyâyı istemekten alıkoyar ve bütün insanlardan uzaklaştırır. (Hazret-i Ebû Bekr)

 

Ey nefs! Hâlis ol ki kurtulasın! (Ma'rûf-i Kerhî)

 

HALK:

 

1. Yaratmak, yoktan var etmek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

 

Biz insanı en güzel biçimde halk ettik. (Tîn sûresi: 4)

 

O (Allahü teâlâ), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini (hakkınızda) imtihan etmek için ölümü ve hayâtı halk edendir. (Mülk sûresi: 2)

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden halk ettik. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık... (Hucurât sûresi: 13)

 

Biz inanıyoruz ki, Allahü teâlâ sonsuz kudret (güç, kuvvet) sâhibidir. Yedi kat yerleri ve gökleri halk etmesi ile bir karıncayı halk etmesi O'na göre aynıdır. Allahü teâlânın halk etmesi mümkün olmayan hiçbir şey yoktur. (Harputlu İshâk Efendi)

 

Allahü teâlâ her şeyi bir sebeb ile halk etmektedir. Âdet-i İlâhiyyesi böyledir. (Muhammed Hâdimî)

 

2. Mahluk, yaratılmış, insan topluluğu.

 

Halkı dara düşürmek, sıkıştırmak ve incitmek haramdır. (İmâm-ı Rabbânî)


 

Halk ile konuşmalar yumuşak Halka hizmet, zikr (Allahü teâlâyı daha sevaptır). (İmâm-ı Rabbânî)


ve tatlı olmalıdır. Hiç kimseye sertlik göstermemelidir. anmak ile meşgul olmak)den efdâldir (daha fazîletlidir,


 

HALLÂK:

 

Yaratan, her şeyi yoktan vâr eden Allahü teâlâ.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

Şübhesiz ki senin Rabbin (seni de onları da) Hallak'tır (yaratandır). (Senin de onların da hâlini ve her şeyi) kemâliyle bilendir. (Hicr sûresi: 86)

 

Gökleri ve yeri yaratan (Allah) onlar gibisini yaratmağa kâdir değil midir? Elbette (kâdirdir ve) hallâktır, her şeyi hakkıyla bilendir. (Yâsîn sûresi: 81)

 

Can alıcı melek geldiğinde, mâsûm (günâhsız) kimseyi şefâat tâcını ve gömleğini giymiş, gözünün perdesi kalkmış görür. Ona; "Yâ mâsûm! Hallâk-ı âlem sana selâm söyledi ve buyurdu ki: "Ben onu yarattım, yine bana gelsin. Zîrâ o cân emânetini ben verdim, yine bana versin. Onun karşılığında Cennet ve dîdâr (Allahü teâlânın cemâlini görmeyi) vereyim." Eğer inanmazsan yüzünü çevirip göklerden tarafa bak görürsün" derler. O mâsûm dahi bakıp melekleri ve Allahü teâlânın cemâlini seyreder. (Kutbüddîn İznikî)

 

HALVET:

 

Yalnızlık, yalnız olarak kalma.

 

1. Yabancı bir kadınla yabancı bir erkeğin bir odada, kapalı bir yerde yalnız kalmaları.

 

Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

Allah'a ve kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

 

Halvet haramdır. Mescid gibi dışardan içerisi görünen umûma açık yerlerde yalnız kalmak halvet olmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

2.   Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak.

 

Tasavvufta halvet, vuslat (kavuşma) alâmetidir. (Ebü'l-Kâsım)

 

Halvet Der-Encümen:

 

Nakşibendiyye yolunda on bir esastan biri. Halk içinde Hak ile (Allahü teâlâ ile) olmak.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Öyle adamlar vardır ki, ticâretleri ve alışverişleri onları Allahü teâlâyı hatırlamaktan, anmaktan alıkoymaz." (Nûr sûresi: 37) buyrulan âyet-i kerîme, halvet der-encümen makâmına işârettir. (SeyyidAbdülhakîm Arvâsî)

Yolumuzun esâsı halvet der-encümendir. (Behâeddîn-i Buhârî)

 

HALVETHÂNE:

 

Çilehâne. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet kendi hâlinde yalnız kalınan ve ibâdetle vakit geçirilen yer.

 

HALVETİYYE:

 

Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Nûr Halvetî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

 

HAMD:

 

En üstün şekilde senâ, övgü.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Dünyâda ve âhirette hamd Allahü teâlânın hakkıdır, O'na mahsustur. Hükm de O'nundur. Sonunda O'na döndürülürsünüz. (Kasas sûresi: 70)

 

Allahü teâlâ birdir, O'ndan başka bir ilâh yoktur. Her şeyden yücedir. Bütün hamdlerin hepsi O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)

 

Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükürlerin hepsi, Allahü teâlânın hakkıdır. Çünkü her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep O'dur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Hezil Çayı Silopi Barajı / Irak Sınırı / Silopi

 


ispanyol-Amerikan Bağımsızlık Savaşları

 Kuzey Amerika ve Fransız Devrimleri, Aydınlanma'nın liberal idealleri ile birlikte ispanya Amerikası'ndaki kolonilere bağımsızlık uğruna savaşmaları için ilham verdiler. 1808 - 1825 yılları arasında Orta ve Güney Amerika'da bağımsızlık hareketleri yaygınlaşmıştı. Öyle ki ispanya bölgede Küba, Karayip Adaları ve Porto Riko dışında hiçbir yeri kontrol edemez hale gelmişti (Porto Riko 1898 yılına kadar ispanya kontrolünde kaldı).

Çatışma 1808 yılında ispanya kralı, Napolyon'un kardeşi Joseph tarafından Yarımada Savaşı'nda tahttan indirilince alevlendi. Fransız istilası ispanyol yönetimini yok etti. Bölgesel cuntalar ve kaos ortaya çıktı. Pek çok ispanyol kolonisi kendi cuntalarını ortaya çıkarabileceklerini iddia ettiler. Bu durum özerklik talep eden yurtseverlerle ispanya' nın otoritesini tanıyan kralcılar arasında bir mücadelenin başlamasına neden oldu.

Bağımsızlık Savaşı'nın en önemli iki lideri Simon Bolivar ve Jose de San Martin'di. 1813   yılında   Bolivar   Venezuela'da   bir   isyan başlattı ve 1821 yılında ülke bağımsız oldu. Daha sonra savaşı Kolombiya'ya   taşıdı.    ispanyolları   yenilgiye    uğratıp   ülkenin   ilk başkanı oldu. Güneydeki bağımsızlık hareketlerini Jose de San Martin' in liderliği altında birleştirmeye çalıştı. Komutan muavini Bernardo O' Higgins (Yarı irlandalı, yarı Şililiydi) ve San Martin kralcı orduları yenilgiye uğrattı. Şili'nin 1818 yılında bağımsızlığını ilan etmesini sağladı (O'Higgins Şili diktatörü oldu ve 5 yıl boyunca ülkeyi yönetti).

Hareketler ispanya'nın güçlü olduğu Peru'daki Lima'ya ulaştı. Peru'nun bağımsızlığı 1822 yılında ilan edildi. San Martin bir yıllığına ülkenin koruyucusu oldu. Arjantin 1816 yılında bağımsız oldu. Onu 1821 yılında Meksika izledi. Portekiz kolonisi Brezilya 1821 yılında I. Dom Pedro liderliğinde bağımsızlığını ilan etti.


Alıntıdır.


Ahal Teke Belgeseli

SELÇUKLULARlN SÜNNİ SiYASETi-2


Şafiilik


Hanefi Mezhebi'nden sonra İslam aleminde en fazla taraftarı olan mezhep Şafiiliktir. Kurucusu olan İmam Şafii (öl.819) Gazze'de dünyaya gelmiş, Medine'de tahsilini yapmıştır. Bedevi kabileleri arasında kalarak fasih Arapça'yı öğrenen Imam Şafii, bir müddet Yemen'de ve Bağdad'da ikamet ettikten sonra Mısır'da vefat etmiştir. İmam Şafii'nin yaşadığı coğrafya ve bu coğrafyanın sosyo-kültürel yapısı onun fıkhının esaslarına zemin teşkil eder. Onun için, yaşadığı muhitin örf ve adetleri Şafii'nin içtihatları üzerinde gayet açık tesir bırakmıştır.


İmam Şafii, Medine'de İmam Malik'ten, Bağdad'de İmamı Azam'ın öğrencisi İmam Muhammed'den ders görmüş, dolayısıyla Hadis fıkhını temsil eden Maliki fıkhı ile, Rey ekolünü temsil eden Hanefi fıkhı arasında bir orta yol, köprü olmuştur. Hadis ekolüne dayanması ve Medine'de yaşaması sebebiyle Şafiilik daha çok bu bölgede yayılmıştır. Ancak İmam Şafii daha sonra Mısır'a giderek Malikilerden ayrılınca mezhebi yayılış alanı da bu bölgeye kayacaktır. Şafiilerin tedris faaliyeti gösterdikleri yer Bağdad ve Kahire idi. Özellikle IX. ve X. yüzyıllarda Hicaz ve Mısır bölgelerine yayılmakla birlikte, Abbasilerin resmi mezhebinin Hanefilik olmasından dolayı Şafillik fazla gelişmemiştir.


Şafiiliğin Şam bölgesinde yayılması, oradaki Evzai Mezhebi'nin aleyhine genişlemek suretiyle olmuştur. Bölgeye Şafiiliği ilk getiren Ebu-Zura b. Osman ed-Dımeşki'dir. Kahire'de sekiz sene kadılık yaptıktan sonra Dımeşk'e giderek 904'de buraya kadı olan bu alim, 915'de ölümüne kadar bu görevi devam ettirmiştir. Şam bölgesi Şafiilere mahsus bir bölge olarak devam etmiş, bu şekilde oluşan teamül Hanefi alim Ebu Abdullah Muhammed el-Balasağuni et-Türki'nin (öl.1112) Dımeşk kadılığına atanmasıyla bozulmuşsa da, halkın camileri kapatarak tepki göstermesi sebebiyle tekrar eski uygulamaya dönülmüştür. Daha sonraları Şafiiliği benimseyen sultanlar ve şahıslar tarafından açılan medreselerle Şafii Mezhebi bu bölgede iyice güçlenmiştir.


Şafiilik, Irak bölgesinde de önemli bir gelişme göstermiştir. Bu husus Horasan ve Maveraünnehr'de de etkisini gösterecek ve Hanefilik yaygın olmasına rağmen bölgede Şafiilik de yayılma imkanı bulacaktır. Ama, Abbasilerin resmi mezhebi olması açısından Hanefilik daha yaygın mezhep olma konumunu muhafaza etmiştir. Onun için, Şafiilerin Hanefilerle beraber bu beldelerde ifta ve tedris işlerini paylaşmaları özellikle Selçuklular dönemine denk gelir. Öyleki, Nizamiye Medreseleri'nin açılması ile birlikte Şafiilik için yeni bir dönem doğacak ve bu mezhep gelişerek devam edecektir.


Şafii - Eş'ari Birlikteliği


Kelami mezheplerden Eş'ariliğin kurucusu olan Ebu'I-Hasan el­ Eş'ari (öl.936) Basra'da dünyaya gelmiş, dönemin ünlü Mutezile şeyhlerinden Ebu Ali el-Cübbai'nin yanında yetişerek onun fikirlerinden etkilenmiştir. Zekâsı ve münazaradaki kabiliyeti sayesinde büyük şöhret sahibi olmuştU. Daha sonra hocasından ve fikirlerinden ayrılarak Mutezileden öğrendiği metotlarla bu fikre karşı mücadele etmiştir. Esasında Mutezile X. ve XI. asırlarda zayıflamaya yüz tutmuştu. Ehl-i sünnet alimleri arasından çıkan Eş'ari, Ehl-i sünnet fikrini savunmayı üzerine alarak, bu konuda Sünni esasları Hanbeli şekliyle kabul edip, bir noktada kendisini Ahmed b. Hanbel'in takipçisi gibi gördü. Mutezile ve Ehl-i sünnet dışı fikirlerle mücadele ederken cedel metodunu büyük bir başarı ile Sünnilik için kullanmıştır. Hanefilerin Mituridiliği benimsernelerine karşılık, Şafiiler ve Malikiler Eş'ariliği benimsemişlerdir.


Eş'ari'nin fikirleri kendisinden sonra bir Maliki alimi olan Bakillani (öl.1012) vasıtasıyla iyice tekamül etmiştir. Bu alim, Eş'ari'nin görüşlerini bir süzgeçten geçirmiş ve birtakım meselelerin izahında eski fikirlerle yetinmeyerek yeni ve akli deliller kullanmıştır. Bakillani'den sonra Eş'ariliğin en büyük siması İmamu'l-Harameyn Cüveyni (öl.1085) olmuştur. Önceleri Eş'arilik ile Mituridilik arasında müteşabih ayetleri tevil etmeme konusunda birlik var iken sonraları Cüveyni, Eş'ariliğe tevil metodunu getirerek mezhep imamını aşmış oldu. Gazali ( öl. 1111) ise, kelamın kapılarını felsefeye ve mantığa açarak İmam Eş'ari'yi bir kez daha aştı. Bu sebepten dolayı Eş'ariliğin nihai zaferi ancak Selçuklular döneminde ve ünlü alim İmam Gazali tarafından sağlanmıştır. 

Aynı coğrafyada ortaya çıkmanın vermiş olduğu sosyo-kültürel yapıdan dolayı Eş'arilik ile Şafii ve Maliki mezhepleri arasında bir yakınlık söz konusudur. Dikkat edilirse bu mezhepler daha çok Arap unsurlar arasında yayılmış mezheplerdir. Bu da, bir noktada Seyyid Hüseyin Nasr'ın tezini teyit etmektedir. Yani Şafiilik ve Eş'ariliğin Arapların ruhi ve psikolojik yapısına uygun gelmesi, onların mantığına hitap etmesi, bu mezheplerin bahsedilen topluluklar arasında daha fazla yayılmasına sebep olmuştur.

Eş'arilere göre akıl, hiçbir zaman mutlak hakikate ulaşamaz. O, duyularda ve zihinde bizi daima aldatır. Bu yüzden de, nübüvveti ispat için akli deliliere başvurmadıkları gibi, nesnelerin güzellik ve çirkinliği (Hüsn ve Kubh) konusunda da, bir şeyin güzel olup olmadığını aklımızia kestiremeyiz. Akıl dini teklifi anlamak için bir vasıtadır, derler. Tarihi boyunca akıl ile nakil arasında denge kurmaya çalışan Eş'arilik, Ehl-i sünnet akaidine sahip çıkarken mutedil bir yol izlemeye çalışmışsa da, Mituridiler kadar akla yer vermedikleri de bir hakikattir.


Eş'ari, görüşlerini savunurken her ne kadar Mutezili metotları kullanmış olsa da, nassları anlama konusunda Hanbeli metodu takip ettiği için, Şafiiler ve Malikiler tarafından kabul görmüştür. Nitekim, Eş'a­ ri'den sonra Eş'ariliğe hayat veren en önemli iki sima Şafii ve Maliki mezhepleri arasından çıkmıştır. Bu anlayıştan dolayı Eş' arilik daha çok bu iki mezhebin yayıldığı sahada onlarla beraber yayılmıştır. Eş'arilik aynı zamanda Hanbelilerin itikat esaslarına da uygunluk gösterdiğinden onlar arasında da yayılma imkanı bulmuştur.


Hanbeli ve Eş'ari mezhepleri arasındaki birlik Hanbeli alim Ebu Ya'la el-Hanbeli'den (öl.1065) sonra ayrılmış ve Hanbeliler Eş'ariliğin dışında görülmeye başlanmıştır. Eş'arilik, kelami fırkalardan ayrıldıktan sonra Horasan'da Şafii bayrağı altında toplanırken, Şafiilik de Mısır ve Şam'da Eş'arilik bayrağı altında toplanmıştır. Böylece bu iki mezhep kucaklaşmış ve yayılma sahaları da aynı olmuştur.


Selçuklular Döneminde Şafiilik


Selçukluların Şafiilik dolayısıyla da Eş'arilik hakkındaki politikalarını anlamak için o dönemin genel yapısını ve yeryüzünün ilk üniversiteleri olarak kabul edilen Nizarniye Medreseleri'nin açılış sebeplerini bilmek gerekmektedir. Kuzey Afrika'da kurulmuş olan Fatımiler Devleti X. asırdan itibaren gelişmeye ve Bağdad Abbasi Halifeliği'ne karşı tehdit unsuru olmaya başlamıştı. Fatımilerin güçlenmesiyle beraber temsil ettikleri Şii düşüncesi de güçlenmişti. Mısır'dan sonra Suriye'ye de hakim olan Fatımiler Abbasi Halifeliği'nin otoritesini sarsmak ve Sünniliği zaafa düşürmek için çeşitli yollar denemişlerdir. Bir taraftan siyasi alanda Arslan Besasiri ve isyan eden İhrahim Yınal desteklenmiş, diğer taraftan Şii dailer yetiştirmek üzere medreseler açılmıştır. Esasen belli bir ders programı olan ve akidelerini insanlara telkin etmek üzere açılan ilk medreselerin Şiilere ait olduğu görülmektedir.


Sünni dünyanın liderliğini ele geçiren Selçukluların halletmek zorunda oldukları temel meselelerden biri de hiç şüphesiz ki, Şiilik meselesiydi. Sünni dünyayı rahatsız eden ve kurulduğu günden itibaren siyasi bir vasıf kazanan bu hareketi engellemek gerekmekteydi. O da ancak siyasi ve askeri faaliyetlerin yanı sıra, Şiilerin propagandalarını boşa çıkaracak ilim müesseseleriyle mümkündü. Özellikle X. ve XL asırlarda güçlenen Şiilik; genelde Şiilik, özelde ise İsmaililik olarak Sünniliğe karşı saldırıya geçmişti. Gün geçtikçe güçlenen bu harekete karşı Alp Arslan döneminde bir takım tedbirler alınmıştı. Alp Arslan'ın Şafii mezhebinden olan dirayetli veziri Nizamülmülk de, Sultanın büyük destek ve yardımlarıyla Nizamiye Medreseleri'ni açmıştı. Bu müesseseler, Selçukluların, Sünniliğe düşman ve devletçe takibata maruz diğer mezhep ve zümrelere karşı mücadele etmek kastıyla açmış oldukları kurumlardır. Nizamülmülk, güçlenen "Batıni" hareketin istikbalde Selçuklular için tehlike teşkil ettiğini fark ederek ilmi müesseselerin açılmasını ve böylelikle Sünniliğin ilmi yolla güçlendirilip, "devlete bağlı temiz akldeli insanların yetişmesini" amaçlamıştır.


Selçuklular devlet işlerini vezirlerine havale ettiklerinden, sultanlar onların işlerine fazlaca müdahale etmezlerdi. Esasen vezir devletin memuruydu ve yaptığı bütün işleri bağlı bulunduğu sultan adına yapmaktaydı. Bu yüzdendir ki Nizamülmülk, Alp Arslan ve onu takip eden Melikşah döneminde devletin bütün işlerinden sorumlu hale gelmiştir. Nizamiye Medreseleri'ni açan Nizamülmülk, bu medreselere zengin gelirli vakıflar bağlamıştır. Bağdad Nizarniye Medresesi için yapılan vakıftan anlaşıldığı şekliyle bu medreseler asılda ve füruda Şafiilere ait medreselerdir. Bu medreselerde ders verecek müderristen kütüphanecisine, öğrencisinden müstahdemine kadar herkes bu mezhepten; yani itikatta Eş'ari, amelde şafii Mezhebinden olmalıydı. Böylece o dönem için geçerli olan tek mezhebe dayanan medrese geleneğine uygun olarak Bağdad Nizamiye Medresesi açıldığı gibi, buna paralel olarak ülkenin çeşitli şehirlerinde de buna benzer medreseler inşa ettirilmiştir.


Nizamiye Medreseleri genelde Sünni, özelde ise Şafii düşüncesini güçlendirmişlerdir. Dolayısıyla bu düşünceyle özdeşleşen Eş'arilik de güçlenecektir. Nizamiye Medreseleri ülkenin Başta Bağdad olmak üzere Belh, Musul, Nisabur, Herat, İsfehan, Basra, Merv, Rey vb. önemli şehirlerinde inşa edildi. Açılan bu medreselerle Şia ve Mutezile fikri geriletilirken, Sünniliğe aykırı bütün fikirlere karşı da mücadele edilmiştir. Medreselerin vakfiye şartları gereği buralardan Şafii fakihler yetişerek İslam aleminin çeşitli bölgelerine dağılmış ve gittikleri yerlerde mezheplerini yaymışlardır. Nitekim, 1082 yılında Halifenin elçisi olarak Sultan Melikşah'a giden Nizamiye Medresesi'nin ünlü müderrisi Ebu İshak Eş-Şirizi, "Horasan'a gitmek için yola çıktığımda hiçbir beldeye, hiçbir karyeye uğramadım ki; orada benim yetiştirdiğim kadı, müfti, hatip bir öğrencim veya dostum olmasın'' demektedir. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, Nizamiye Medreseleri'nden yetişen insanlar ülkenin her tarafında görev almışlardı. Bu medreselerin açılmasındaki gayelerden biri de ilmi faaliyetlerin yanı sıra devletin ihtiyaç duyduğu adli, mali ve idari personeli yetiştirmek olduğuna göre, bu hedefin hakkıyla tahakkuk ettiği gözlenmektedir.


Nizamiye Medreseleri, Selçuklular döneminde İslam aleminin ve Şafiilerin en parlak simalarının yetiştiği ve görev yaptığı yerler olmuştur. Sayıları hayli kabarık olan bu şahıslardan bazılarının gösterilmesi ile iktifa edilecektir. Bu şahsiyetlerin başında Nişabur Nizamiyesi'nin müderrisi, aynı zamanda Gazali'nin de hocası bulunan İmamu'l-Harameyn Cüveyni (öl. 1085) gelir. Selçuklu Sultanları'ndan ve Nizamülmülk' den iltifat gören bu alim otuz sene müderrislik yapmıştır. Cüveyni, Şafii fıkhının yanı sıra Eş'ari kelamında da Bakillani'den sonraki en büyük temsilcidir. Bakillani'nin görüşlerine paralel görüşler taşıyan Cüveyni; münakaşaları daha titizlikle ele alarak Bakillani'den daha dikkatli davranmış ve adeta Eş'ari kelamını yeniden inşa etmiştir. Cüveyni, aynı zamanda dönemin önemli fakihlerinden olduğu halde, Eş'ari kelamı üzerindeki çalışmaları ile kelamcılık tarafı fakihlik yönünden ileri geçerek, bu cephesiyle daha fazla tanınmaya başlanmış, bir manada da Bakillani çizgisini devam ettirmiştir. Cüveyni, kelamcılığıyla birlikte sınırlı da olsa kelamın kapılarını felsefeye açmıştır. O, bu tavırlarıyla özellikle Eş'ari kelamının gelişmesini temin ederken, öğrencisi Gazali'nin de fikir sisteminin temellerini atmıştır.


Eş'ari kelamında belirleyici bir yeri olan Cüveyni, yetiştirdiği öğrenciler vasıtasıyla etkisini uzun süre devam ettirdiği gibi, İslam aleminde önemli kelamcıların yetİşmesine de zemin hazırlamıştır. Bunlardan birisi olan Ebu'I-Kasım el-Ensari, Selçuklular döneminin ünlü kelamcısı Şehristani'nin hocası olduğu gibi, Cüveyni'nin bir başka öğrencısı olan Ömer Ziyauddin de meşhur kelamcı Fahreddin Razi'nin hocasıdır.


Hocası Cüveyni'nin takipçisi olan büyük alim Gazali, Şafii fıkhının yanı sıra kelamda da bir otorite olarak günümüze kadar tesirlerini devam ettirmiştir. Gazali, kelamın kapılarını felsefeye ve mantığa açarakİImam Eş'ari'yi bir kez daha aştı. Dolayısıyla Eş'ari, Bakillani, Cüveyni çizgisini devam ettiren Gazali, aklı her meseleye tatbik etmekten kaçınmamış ve imana ait meselelerde tam bir rasyonalist gibi davranmıştır. Ehl-i sünnet dışı fikirlerle şiddetli bir şekilde mücadele etmiş, aklın çözernediği meselelerde vahye dayanmak gerektiğini söyleyerek mutasavvıf kişiliğini de ortaya koymuştur. Dönemindeki çalışmalarıyla Eş'ari kelamının nihaı zaferi Gazali ile temin edilmiş olduğu gibi, daha sonra gelen Fahreddin Razi (öl.1209) ve benzeri alimlerin de aynı yolda yürümeleri sağlanmıştır. Özellikle Razi, kelamı iyice akıllaştırarak Eş'ari kelamcılarına yeni fuklar açmış, felsefeyi kelam ile birleştirerek felsefi kelam dönemini başlatmıştır. Gazali kelamı güçlendirmek için bilerek veya bilmeyerek felsefi metodara başvurmuştur. Filozofları reddetmek için yazdığı "Tehafetü'l­ Felasife"si meşhurdur. Gazali, bu - çalışmaları ile - Batı filozoflarını da etkilemiştir.


Selçuklu Sultanı Alp Arslan'ın Hanefiler, vezir Nizamülmülk'ün de Şafii'lere ikramlarda bulunması, bu mezhep alimlerinin iltifat görmelerine ve fikirlerini yaymalarına sebep olmuştur. Özellikle Nizamiye Medreseleri'nin açılmasından sonra Şafiilik ve beraberinde Eş'arllik büyük bir gelişme göstermiştir. Bu hususta Eş'ari alimlerinin Selçuklular devleti tarafından desteklenmesinin ve Nizamiye Medreseleri'nin açılmasının payı büyüktür.


Selçukluların ve onların açtığı Nizamiye Medreseleri'nin Şafii ve Eş'arlliğin gelişmesindeki yeri birazda bu medreselerden yetişerek İslam aleminin değişik bölgelerine dağılan, gittikleri yerlerde Nizamiye ekolünü devam ettiren insanlar sayesinde olmuştur. Kaynaklar incelendiğinde İslam aleminin değişik yerlerinden gelerek Nizamiye Medreseleri'nde yetişen ve memleketlerine dönerek oralarda Şafiiliği, dolayısıyla da Eş'arlliği yayan insanları tespit etmek mümkündür. Bu şahıslara dikkat edildiğinde Endülüs'ten Miveraünnehr'e, Kafkaslardan Yemen'e kadar olan değişik bölgelerden geldikleri ve Şafiiliğin eğitim yerleri olan Nizamiye MedreseIeri'nde yetiştikten sonra memleketlerine döndükleri görülür. Bunlar gittikleri yerlerde Şafıi fıkhını ve Eş'ari kelamını temsil etmiş ve yayılmasına hizmette bulunmuşlardır. Bu gelişmelerin merkezinde hiç şüphesiz ki, bahsedilen medreselerin kurulması ve gelişmesini devlet politikası haline getiren Selçukluların payı büyüktür.



Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak