İBN İSHAK
Ebu Abdullah Muhammed (? - 767) . Arap tarihçilerindendir. H.12 tarihinde Irak'ta, Aynu'l-Temr kilisesinde esir edilerek Medine' ye götürülen ve orada Abdullah b. Kays'ın mensup olduğu kabilenin himayesine giren Yesar'ın torunudur. Kendisi de orada büyümüştür. İbn İshak, Hz. Peygamber'in hayatına ait bilgileri derin bir alaka ile toplamaya çalıştı. Bu yüzden bir müddet Medine'de Hadis ilminin imamları, özellikle Malik b. Enes ile ihtilafa düştü. İbn İshak, bu sebepten dolayı Medine'yi terk ederek önce Mısır'a, sonra da Irak'a gitti.
Nihayet h. 150 (767) 'de Bağdat'ta vefat etti.
İbn İshak'ın siyere dair iki eser vücuda getirdiği söylenmektedir. Bunlar hicrete kadar olan vakaları ihtiva eden Kitabü'l-MübtedA. ile Kitabü'l-Megazi'dir. İkinci eseri ancak İbn Hişam'ın rivayetleriyle günümüze kadar ulaşabilmiştir.
VAKIDİ
Hz. Muhammed'den sonraki devre hakkında bilgi veren ilk müelliftir. İslam'ın Hristiyan dünyasına karşı kazandığı ilk zaferleri ağırbaşlı fakat ateşli bir dille anlatan Vakıdi, eseri zamanımıza kadar gelen birinci devre tarihçilerinin en ünlü bir simasıdır. Suriye, Mısır, Irak ve Afrika fetihlerini heyecanlı bir dille anlatan Vakıdi, bu devir mücahitlerinin ideal uğrunda ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını, ne büyük kahramanlıklar gösterdiklerini anlatırken, özellikle geleceğin İslam mücahitlerinde derin bir aşk uyandırmayı amaçlamış, eserlerini olağanüstü heyecanlı menkıbelerle doldurmuştur.
Vakıdi, hicri 140 (848 M.) 'ta Medine'de doğmuş, gençliğinde buğday ticaretiyle uğraşmıştı. Fakat kendisi ruhi bakımdan bir tüccar değil, bir ilim adamıydı, bir tarihçiydi. Fazla olarak yaradılışça cömert biriydi. Kazandığından çok verir, hatta. kendisine başvurulanları ümitsiz ve üzgün geri göndermemek için sermayesinden verirdi. Tabiatıyla ticaret işlerinde başarılı olamadı. Sermayesini de bitirerek beş paraya muhtaç oldu. Perişan bir halde Medine'den Bağdat'a göç etti. Bu sıralarda Bağdat'ta Abbasiler'in ünlü veziri Yahya el-Bermeki bulunuyordu. Yahya el-Bermeki, Vakıdi'nin kıymetini takdir etmekte gecikmedi. Kendisini zenginleştirecek kadar ihsanda bulundu. Ayrıca, onu hilafet merkezi olan Bağdat'ın batı mahalleleri kadılığına tayin etti. Vakıdi, halife Me'mün devrine kadar bu görevde kaldı. Me'mün, Vakıdi'yi Bağdat'ın Rusafe denilen doğu bölgesi kadılığına nakletti. Temiz bir memuriyet hayatı geçiren Vakıdi, hicretin 207'nci yılında Rusafe'de öldü.
Vakıdi, büyük müçtehitlerden Malik b. Enes ve Süfyan-ı Sevri gibi ünlülerden öğrenim görmüş ve halife Me'mün'un teveccühüne mazhar olmuş ve halifenin büyük ihsanlarına nail olmuştu.
Vakıdi'nin Fütuhu'ş-Şam'dan başka, Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra ortaya çıkan Ridde olaylarına yani Tuleyha b. Hüveylid, Müseylemetü'l-Kezzab gibi yalancı peygamberlerin ihtilallerine dair Kitab'u-Ridde adıyla ayrıca bir eser daha yazdığı rivayet edilmektedir. Vakıdi, öldüğü zaman eserlerinden ancak dört nüsha bulunuyordu. Bunlardan biri katibi Ebu Abdullah b. Said'in yanındaydı. Hicretin 230'ncu yılında ölen İbn Said kendisindeki nüshayı kopya ettirerek çoğaltmıştı. Vakıdi'nin bu eseri önce Avrupa'da, sonra da Mısır' da basılmıştır. Özellikle Suriye ve Mısır fetihleri hakkında en eski kaynaktır. Eser öncelikle bu yönüyle değerlidir.
İBN HİŞAM
Abdulmelik b. Hişam b. Eyyub el-Hımyeri el-Basri (? - 834) . Hicretin ikinci yüzyılı ortalarına doğru Basra'da doğdu. O zamanlar Basra, İslam aleminin en büyük kültür merkezlerinden biri sayılıyordu. Bunun için İbn Hişam, tahsilini burada yaparak şehrin ilim otoritelerinden ders aldı. Özellikle edebiyat, filoloji ve tarih dallarında yetişti ve kendisi de büyük bir otorite haline geldi. İbn Hişam daha sonra Basra'dan Mısır'a gitti, orada Fustat şehrinde 834 yılında öldü.
İbn Hişam, İbn İshak'ın eseri olan Siyer'i esas alarak kendi eserini hazırladı. Bundan ayrı olarak İncil'de mevcut bulunan hikayeler ile Güney Arabistan'ın eski efsane ve hikayelerini birleştirip Kitabü'l-Tican'ı vücuda getirmiştir.
BELAZURİ
Soy bakımından İranlı olan ve hayatı hakkındaki malumat az olan Belazuri, III. asır Arap tarihçilerinin en büyüklerinden biridir. Halife Mütevekkil ve Müstain devirlerinde Bağdat sarayına intisap etmiştir. Halife el-Mu'tez, kendisini oğlu Abdullah'ın eğitim ve öğretimiyle görevlendirdiğinden Abbasiler'e kuvvetli bir şekilde bağlanmıştı. Belazuri, Bağdat sarayına devam ederken hicretin birinci yüzyılında meydana gelen büyük fetihlere dair ünlü «Futuhu'l-Buldan» adlı eserini kaleme almıştır. Belazuri, bu eserini yazarken dayandığı belgelerin doğru olup olmadığını araştırmak için çok uğraşmış, rivayetlerin birbirleriyle karşılaştırılması hususlarında büyük bir itina göstermiştir. Fütuhu'l-Büldan'ın kıymetli bir kaynak kabul edilmesinin sebebi budur.
Belazuri'nin başvurduğu kaynakların en önemlisi, Ebu'l-Hasan Ali Medaini'nin «Kitabü'l-Megazi»si ile «Tarih-i Hulefaıısıdır. Bu eserler, Belazuri gibi Taberi'nin de baş vurduğu kaynaklardır.
Belazuri, «Ensabü'l-Eşrafıı ünvanıyla diğer bir tarihi eser daha yazmıştır. Bu eserde siyasi olaylardan ziyade büyük ailelere yer verilmiştir. Belazuri'nin akıbeti çok feci olmuştur. Hafızasını kuvvetlendirmeye çok önem veren Belazuri, bir kişinin tavsiyesiyle «Belazuri denilen bir nevi Hindistan cevizinden çok miktarda yemiş, bunun etkisiyle hafızası kuvvetleneceği yerde zayıflamıştır. Koca tarihçi, dimağında meydana gelen bu sarsıntı sonunda aklını kaybetmiş ve kendisini tımarhaneye koymak zorunda kalmışlardır. Burada da hayat defterinin son yapraklarını kapamıştır. (248 H. - 897 M.) Fütuhu'l-Buldan, Avrupa'da ve Mısır'da basılmıştır.
YAKUBİ
Ahmed b. Ebi Yakub (? - 897), ilk İslam tarihçileri arasında önemli bir yeri vardır. Öğrenimini Bağdat'ta yapmış, Horasan, Mısır ve Hindistan'da kalmış ve bu suretle İslam ülkelerini tanıma imkanı bulmuştur. Şii olduğu için eserinde Şiilere karşı temayül göstermiştir. Yakubi'nin iki eseri elimize geçmiştir. Tarih diye bilinen büyük eseri, iki kısım halinde kaleme alınmıştır. Birinci kısım, kainatın. yaratılışından Hz. Muhammed'in doğuşuna kadar olan devreyi ihtiva eder. Bizim için önemli olan ikinci kısım ki, Hz. Muhammed'den 872 yılına kadar ki İslam tarihini içine alan umumi İslam tarihidir. Yakubi'nin tarihi M. Th. Houtsma tarafından 1883 yılında Leiden'de iki cilt halinde neşredildi. Bu eser 1962 yılında Beyrut'ta da basıldı. Coğrafyaya ait olan ikinci eseri Kitabu'l-Buldan (Beldelerin Kitabı) ise İslam ülkelerinin tarihi coğrafyasını anlatır. Yakubi'nin Kuzey Afrika'nın fethine dair bir eser daha yazmış olduğu rivayet edilmekte ise de bugüne kadar elimize geçmemiştir.
TABERİ
Hicri üçüncü yüzyılın en gözde simalarından olan Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, hicri 224'te Taberistan'ın Amul şehrinde doğdu, hicri 310 yılında Bağdat'ta vefat etti. İbn Cerir'in doğumu, Amul'un en mamur dönemine tesadüf etmektedir. Geleceğin büyük şöhretine namzet İbn Cerir, henüz üzerinde Nuşirevan devrinin medeniyet kalıntılarını taşıyan Amul'un terkedilmiş ve ıssız ateşgedelerini ibretli bakışlarla seyrederek büyümüş, kendisinde tarihçilik hevesi de bu geçmiş zaman mabetlerinin telkinleriyle uyanmıştır. İçinde bulunduğu yüzyılın olayları, şahit olduğu gelişmelerin etkisi ise daha çocuk iken uyanan bu tarihçilik eğilimini geliştirmiştir.
İbn Cerir'in çocukluğu, Tahir b. Hüseyin tarafından Horasan'da kurulan Tahiroğulları hanedanı idaresinde geçmiş, genç bilgin Amul'un en tanınmış alimlerinden feyiz almıştır. Daha sonra öğrenimini tamamlamak, bilgisini geliştirmek için Suriye ve Mısır taraflarına seyahat etmiş, ilim ve kültürleri ile ün kazanan bir çok bilginin dersinde bulunmuştur.
Sem'ani, kendisinden söz ederken şu satırları yazmaktadır: «İbn Cerir, gerçek bir alim idi. Çağdaşlarının hiç birinin elde edemediği dereceyi kazanmıştı. Kur'an'ı ezberlemişti, Kıraat ve tefsirde devrinin yegane üstadıydı. Düşmanları bile, hadis ilmindeki otoritesini itiraf ediyorlardı. Hadisleri, konularına göre bölümlere ayırmıştı. Tarihi bilgisi ise bundan az değildi. Çok çalışkandı. Her gün kırk sayfa yazmak şartıyla kırk yıl düzenli bir şekilde çalışmış olduğu rivayet edilmektedir.»
İbn Cerir, ilim aleminde büyük bir ün kazandıktan sonra hilafet başkenti olan Bağdat'a gitti. Orada ilim öğrenmeye, özellikle fıkıh ve hadis okumaya başladı. Bağdat'ta karşılaştığı kanlı maceralar, tarihçiliğe olan eğilimini büsbütün geliştirdi. Bu amaçla sonraki nesillere, yüzyılların bazan müthiş, bazan durgun ama herhalde değişken bir panoramasını göstermek hevesine kapıldı.
Hicretin üçüncü yüzyılı, Abbasi hilafetinin karışıklığa sürüklendiği bir zamandı. Horasan'daki Tahiroğulları devletinin yıkılışı, Abbasiler'e ilk darbeyi vuran Saffariler'in ortaya çıkışı, Ebu'l-Abbas ve Ebu Cafer'in büyük çabalarıyla kurularak Harun Reşid ve Me'mün devirlerinde ihtişamını bulan Abbasi hilafetinin Mütevekkil'den itibaren gerilemeye başlaması İbn Cerir'in dikkatinden kaçmamış, üstelik ondaki tarihçilik hevesini iyice harekete getirmeye yardım etmişti.
Bu yüzyılda İran'da Tahiriler'den hemen sonra Saffariler ortaya çıkmış. Mısır'da Tolunoğulları güçlenmiş, Tunus'ta Ağlebiler bağımsızlıklarını ilan etmiş, Kufe'de Talibiler'den Hüseyin Muhammed, Mekke'de İsmail b. Yusuf kendini göstermiş, Basra yöresi ise zenci isyanı ile kana bulanmıştı.
Bağdat'ta ise, askeri kargaşa sonucu Abbasi saltanatının temelleri sarsılmaya başlamıştı. Gerçekten hilafet başkenti, ( İbn Cerir'in doğumundan iki yıl önce, Halife Mu'tasım tarafından Bağdat'tan on iki fersah uzağa, yeni kurduğu Samerra'ya nakledildi. Böylece başlayan askeri zorbalık, ister istemez bütün nüfuzun Aşhaslar, İtahlar, Boğalar, Vasifler gibi askeri komutanlara geçmesiyle sonuçlanmış, bunların arasındaki rekabet devleti sarsmaya başlamıştı.
Taberi'nin Tarihu'l-Ü'mem ve'l-Müluk adlı eseri aynı zamanda Ahbarü'r-Rusül ve'l-Müluk ve Tarih-i Taberi adlarıyla da bilinmektedir. İslam dünyasının Herodot'u sayılan Taberi'nin kendisinden sonra gelen tarihçiler için geniş bir kaynak olan bu eseri, hilkatten başlayarak hicretin 302'nci yılına, yani ölümünden sekiz yıl öncesine kadar olan olayları içine alır.
Kitap, derin bir bilginin, uzun bir çalışmanın ürünü olup, İslam tarihinin başlıca abidelerindendir. Bu kitapta, İslam'ın ilk yıllarına dair, başka hiç bir kitapla kıyaslanmayacak kadar geniş bilgi vardır. Bir çok hadis, menkıbe ve rivayet tasarruf edilmeden bir araya getirilmiştir. Rivayetleri birleştirmeyi bile bir çeşit tahrifat kabul eden Taberi, bunları birer birer ve aynen kitabına aldığı gibi, ravilerinin isimlerini yazmayı da ihmal etmemiştir. Eskiliği, yazarının özellikleri bu eseri en değerli kaynakların başına geçirmiştir. Daha sonra gelen tarihçiler, genellikle bu eseri kaynak olarak almışlardır. Yazar, eserinin önsözünde içindekilerden söz ederken, mü'min bir tarihçi olarak söze başlamış, hilkat hakkında, mukaddes kitaplardan alınan ilhamlar konusunda ayrıntılı bilgi vermiştir. Taberi'nin bu büyük eseri Avrupa'da, Mısır'da birkaç defa basılmıştır.
MES'UDİ
Ceddi İbn Mes'ud'a nispet edilerek «Mes'udi» lakabıyla anılan bu ünlü tarihçi, Irak'ın ilim bakımından hareketli bir devrinde, yani hicri üçüncü yüzyılın sonlarında Bağdat'ta doğmuş, 346 (956) 'da Mısır'ın Fustat şehrinde, eski Kahire'de ölmüştür.
Tahsilini Bağdat'ta tamamladıktan sonra hicretin 300 (912) . yılında, henüz genç bir yaştayken, uzun ve yorucu bir seyahate çıkmış, görmek ve öğrenmek hevesiyle gençliğini gezerek geçirmiştir.
Mes'udi, bu seyahat sırasında İslam dünyasının çeşitli bölgelerini dolaşmış, kendi deyimiyle bugün doğu'da ise yarın batı'ya gitmiş, hiç bir kervanın geçmediği yerleri görmüş, Multan ve Mansure'yi ziyaret ettikten sonra Fars ve Kirman'ı da dolaşmıştır.
Bağdat'tan hareket ettikten üç yıl sonra Mes'udi'yi Hindistan'da görüyoruz. Dünya seyyahı, Hindistan'ın bazı şehirlerinde bir süre kalıyor ve Hindistan'ın Seylan adasına geçiyor. Oradan da bugünkü Madagaskar’a veya Zengibar'a gidiyor. Aynı yolu takip ederek Oman taraflarına da uğruyor ve daha sonra Suriye, Mısır, Mağrib ve Endülüs yöresine seyahat ederek ilmi araştırmalarına devam ediyor.
Mürücu'z-Zeheb'in biraz kapalı bir ibaresi, Mes'udi'nin Malezya kıyıları ve Çin sahillerini de ziyaret ettiğini zannettirmektedir. Fakat Hazar Denizi kıyılarıyla Kızıldeniz'in doğu sahillerini dolaştığına dair hiç bir belge yoktur.
Mes'udi, hayatının en parlak yıllarını böylece bir ülkeden diğer bir ülkeye seyahat ederek geçirmiş, inceleyici bir gözle ve dikkatli bir bakışla her gördüğü, her uğradığı memleketin tarihini, coğrafyasını araştırmış, böylece adını yaşatacak eserlerini meydana getirmiştir.
Büyük tarihçiyi hilafet merkezini bırakarak uzun bir seyahate zorlayan sebeplerin en önemlisi, bu sıralarda İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde yeni yeni gelişen ilmi merkezlerin cazibesi olduğunda şüphe yoktur. Eserlerini nasıl bir etki altında yazmış olduğunu anlamak için, doğduğu memleketin, yaşadığı yüzyılın kültür seviyesini araştırmak gerekir.
Mes'udi, üçüncü yüzyılın sonlarına doğru Bağdat'ta doğmuştu. Bu yüzyılın başında Me'mun'un açtığı Darü'l-Hikme'lerle ilmi bir canlılık kazanan Bağdat, asrın sonlarına doğru eski ihtişamını kaybetmeye başlamış, siyasi parçalanmalarla karşı karşıya kalan geniş İslam topraklarının her tarafında yeni yeni kültür merkezleri boy göstermişti. Bu yeni merkezler üstün seviyeleriyle Bağdat'la yarışıyorlardı. Uzak mesafelerden gelen genç beyinler, Bağdat'a koşacaklarına yeni kurulan bu merkezlerde toplanıyorlardı.
Şüphe yok ki, Mes'udi de Bağdat'ta öğrenimini tamamladıktan sonra, bilgilerinin kendini tatmin etmediğini anlamış, yüzyılın adetine uyarak yeni merkezleri ziyaret etmek hevesine kapılmış, oralardan da feyiz almak ümidiyle uzun yolculukları tercih etmiştir.
Bağdat, o yüzyılda da güçlükle de olsa ihtişamını korumaya çalışıyordu. Fakat İslam ufuklarında irfan yıldızlarını artık kendi sistemi içinde tutabilecek kadar cazip değildi. Hatta Mes'udi gibi bağrında doğmuş zekaları bile kendi muhitinde tutamıyordu.
Bağdat, Mes'udi'nin ölümünden sonra, dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Adududdevle sayesinde, geçici bir süre için eski ihtişamını kazanmış, diğer ilim merkezlerini etkisi altına almıştı. Fakat bu devirden sonra artık ebedi olarak sönmüştür.
Büveyhoğulları'nın gayretli bir hükümdarı olan Adududdevle, ilim ve kültürün de koruyucusu olduğundan Bağdat sarayı, bilginlerin ve edebiyatçıların toplantı yeri olmuş, Abbasiler'in hilafet merkezi yine eski manzarasını kazanmıştı.
İşte Mes'udi, İslam dünyasının siyasi parçalanmalara uğradığı, buna karşılık geniş bir fikri hareket görüldüğü böyle bir çağda, sarsılmaz bir cesaretle İslam memleketlerinin her tarafını dolaşmış, tarihi ve coğrafi bilgilerini görerek ve gezerek kuvvetlendirmişti.
Yazılarında özellikle edebiyat tarihi büyük bir yer tutar.
Renan'ın yazdığına göre, Mes'udi, sanki modern tenkit metotlarını çok önceden keşfetmiş ve edebi eserlerin, içinde bulunulan yüzyılın siyasi ve içtimai tarihine nasıl ışık tuttuğunu kavramıştır.
Mes'udi'nin bir çok eser yazdığı bilinmektedir. Ne yazık ki, bu eserlerin çoğu zamanımıza kadar gelememişlerdir. Mes'udi'nin elimize geçmiş olan en ünlü eseri Mürucü'z-Zeheb'dir. «Altın Çayırlar» diye Türkçeye çevrilebilecek bu eser, kaybolmuş olan eserlerinin özetleriymiş gibi görünmektedir. Bu eserin birinci bölümü, Arapların ve yabancı milletlerin İslam'dan önceki tarihlerine, ikinci bölümü ise, Hz. Peygamber'e ve daha sonraki İslami devreye ayrılmıştır. Diğer kaynaklarda bulunmayan bilgileri onun eserinde görmekteyiz. Siyasi tarih yanında, kültür tarihi bakımından da önemli bir kaynaktır. Mes'udi'nin İslam ülkelerinin tarihi coğrafyasına tahsis ettiği Kitabu'l-Tenbih ve'l-İşraf adlı ikinci eseri de önemli bir kaynaktır.
MAKDİSİ
Mutahhar b. Tahir, X. asrın ikinci yarısında yaşamıştır. Hayatı hakkında yok denecek kadar az bilgimiz vardır. Samanoğulları'ndan Mansur b. Nuh'un veziri tarafından korunmuş ve eserini onun yardım ve teşvikleriyle yazmıştır. Kitab el-Bed ve't-Tarih adını taşıyan eseri Siyasi tarih yanında Dinler tarihi bakımından da önemlidir. 966 yılında yazılan eserin birinci kısmında, Peygamberler, İran ve Türk tarihi ile Cahiliye devri Arap tarihi hakkında bilgi verilmiştir. Bilhassa bu kısımda Orta Asya Türkleri'nin dilleri, inançları, örf ve adetleri belirtilmiştir ki bu, milli tarihimiz açısından çok faydalıdır. İslam tarihi kısmı ise 961 yılına kadar gelmektedir. Bilhassa, İslam'ın bünyesindeki mezhepler geniş olarak ele alınmış ve işlenmiştir. Bu kitabı Cl. Huart Fransızca tercümesiyle birlikte 1899-1916 yılları arasında Paris'te neşretmiştir.
İBN MİSKEVEYH
İbn Miskeveyh, aslen İranlı olup çok yönlü bir şahsiyettir. Daha çok bir tarihçi ve ahlakçı olarak tanınır. Hayatı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Büveyhoğulları hükümdarlarından Sultan Adududdevle' nin hazinedarlığında bulunmuş ve 1030'da ölmüştür.
Bu müstakil düşünceli, orijinal ve şüpheci yazarın «Tecaribü'l ümem» adlı eseri eski İran ve Arap tarihini başlangıcından yaşadığı zamana kadar getirmektedir.
Kendisini İran'a daha yakın hissetmiş olacak ki, özellikle İran'ı ilgilendiren olaylarla meşgul olmuştur.
Rasyonalist eğilimlidir. İslam'a bağlılığı zayıftır. Eserinde Hz. Peygamber'in hayatına yer vermemiş, Arap istilalarının Hz. Muhammed' den . önce başladığını belirtmiştir.
Siyasi ve ekonomik konularla çok ilgilenmiş olup siyasi müesseselerden ve idareden heyecanlı bir dille söz etmiştir.
Tarihi facialarda rol almış olan insanların, genel düşünceleri ve psikolojileri karışık ve sıkışık yazılarının arasından kendini gösterir.
Ahlak konusunda önemli bir eser olan Adabu'l-Arab ve'l-Acem adlı kitabı da dikkate şayandır.
BİRÜNİ
İbn Haldun gibi tarihte orijinal metot geliştiren İslam bilginlerinden biri de .. Ebu Reyhan el-Biruni'dir. 973 yılında Harezm'de doğan Birüni, Tarih, Matematik, Mukayeseli Dinler Tarihi ve Coğrafya alanında çok değerli eserler vermiştir. Gazneliler döneminde yaşayan Biruni 1051 yılında vefat etmiştir. Biruni, tarihi meseleleri aydınlatma amacıyla arkeoloji, hatta jeoloji ve ekonomiye önem vermiştir. Ayrıca tarihe aslı esası olmayan fikirlerin karışmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Dinle devleti birbirinden ayrı düşünmemekle birlikte, ilmi hükümlere ulaşmakta dini ve kavmi duyguların etkisinden uzak ve tarafsız bir şekilde yazmanın gereğinden söz etmiş ve Hint. medeniyeti tarihini bu metotla yazmıştır. Birüni, tarih felsefesine dair düşüncelerini belli başlı bir kitap şeklinde toplamamış, böyle bir eseri bize kadar gelmemiştir. Onun tarih anlayışını ve felsefesini belirten yazıları Hint medeniyeti tarihine dair yazdığı «Kitabu mali'l-Hint» adlı eserinde, «el-Asaru'l-Bakıya»sında, minerolojiye ait «el-Cemahir fi'l..Cevahir» eczacılığa ait «eş-Şeytana» ve coğrafi araştırma metodu ile ilgili «Tah didu Nihayati'l-Amakin» adlı üç eserinin önsözünde istitraden söylenmiş şeylerdir.
Biruni'ye göre, tarihi olaylar çeşitli dinlere mensup kişilerin bakışlarının üstüne çıkabilen muhakeme metoduyla incelenebilir. Ona göre, «İlimler» insanın hayati ihtiyaçlarından doğmuştur. İnsanın ekonomik hayatı, onu «tabii muamele» hayatından uzaklaştırarak, «vaz'i muamele»ye sevk etmiştir. İktisadi meseleler riyazi ve tabii ilimlere dayanır. İnsanların diğer ihtiyaçları tıp, musiki, mantık, lisaniyat ilimlerini, şiir ve edebiyatı meydana getirmiştir. Genellikle ilimler sıkı bir şekilde birbirlerine bağlıdırlar ve bu ilimler karşısında çeşitli. milletlerin durumu da aynıdır. Biruni'ye göre, dünyanın olduğu gibi, insanlığın da başlangıcı bilinmeyen tarih öncesi bir hayatı vardır.
Dünyanın hayatını tetkik ederken çeşitli belgelerin yanında toprak tabakasında meydana gelen değişiklikler de araştırılmalıdır. Bu tabakaları, taşların ve toprakların şeklindeki farkları araştırırken, ilk önce bunların eritilmiş bir maden halinde, ısının etkisiyle çeşitli şekiller almış olduklarını, sonra soğumuş bulunduklarını tespit ederek toprak üzerindeki hayatın değişmelerini, eski medeniyet eserlerinin harabelerini tetkik ederek de insanın kültür hayatındaki değişmeleri tespit ediyoruz.
Biruni, Harezm'in kültür tarihini de, Amuderya nehrinin yatağında meydana gelen tabii değişiklikleri, bu nehrin eski yatağında müşahede ettiği eserler ve nehrin doğusundaki eski Harezm (Sağ Harezm) harabelerinden hareket ederek anlatmıştır. Yani Biruni, tarih olaylarını anlatmak için jeoloji ve arkeolojiden yararlanmıştır.
Ona göre dünya üzerindeki tabii değişmeler sonucunda sıcak yerler soğuk olmuş, yahut soğuk yerler sıcak olmuş, insanlar da buna göre yerlerini değiştirmişler ve göçler meydana gelmiştir.
Biruni, el-Cevahir ile Tahdid'in önsözlerinde. de medeniyet,. sanat ve ticaret ile insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin nasıl meydana geldiğini anlatıyor. Biruni'ye göre insan, yaratılış bakımından anarşiye eğilimli ise de, tabiata hakim olmak ve kendi hayatını korumak zarureti yüzünden sosyal ve ekonomik kanunlar yaparak kendisini bunların çerçevesine sokmak ve bu kanunlara tabi kalarak mutluluğunun gerçekleşmesi için uğraşmak zorunda kalmıştır. Her iki kitaptaki uzun yorumların özü şudur:
«İnsan, birbirlerine aykırı unsurların karışımı olduğu için, ancak kahredici bir kuvvet karşısında topluluğunu koruyabilir. O yine, dağılmak arzusu içindedir, fakat kendini çeviren düşmanların çokluğu, devamlı maruz kaldığı belalar karşısında tek başına kendini savunamaması onu, diğer hemcinsleri ile birlikte medeni olarak yaşamak zorunda bırakmıştır. Allah, onu şehir ve köylerde de çeşitli parti ve hiziplerin karşısına çıkarmıştır. O, diğerleri tarafından ezilmemek için başkalarıyla birlikte ticaret ve sanayii geliştirmeye başlamıştır. Fakat istihsal maddelerini, kendi aralarında eşit şekilde bölüştürmekle mesele çözüme kavuşturulmamıştır. Çünkü iş karşılığı olarak aldığı mübadele (değiş.,. Tokuş) maddesi, onun ihtiyaçlarını karşılamamış, iş eşit olmadığı gibi ihtiyaç saatleri de uymamıştır. Sanatkarların ürünleri istenilen zamanda değerlendirilemeyip boş kaldığı için, kendi aralarında her zaman geçerli olan bir mübadele vasıtası icat etmek zorunda kalmışlardır. Bu da görünüşte parlak, az bulunan, paslanmadan şeklini koruyan gümüş ve altın olmuştur. İşte bunları yerin göbeğinden, ezelden beri gömülü kaldıkları yerlerden çıkararak muameleye koymuşlardır. Hayat bununla düzenlenmiştir. Fakat her haklının hakkı karşısına, haksızlık tarafının batıl işleri dikilir. Para sistemine geçmekte de böyle olmuştur. İnsanlar arasında derecesi yüksek, aşağı ve zayıf zümreler ortaya çıkmıştır. İnsanların başında olanlar, siyaset şartlarını buna uydurmak ve bu zümreler arasında bir yakınlaştırma çaresi bularak, Allah'ın kendilerine emanet ettiği görevi yerine getirmek zorunda kalmışlardır.
Sarı ve beyaz madenler vasıtasıyla hayat işleri nizama konulunca, insanlar arasında para toplamak hırsı artmıştır. Ancak paranın kıymeti itibaridir. Çünkü altın ve gümüş insanın karnını doyurmadığı gibi, onun başına gelecek belayı defetmek, başkasının zararından korumak işinde de faydasızdır.
Bir gün deniz ticaretiyle uğraşanların gemisini rüzgar deniz ticaret yollarından uzak bir adaya götürmüş, bunlar da yerlilere ihtiyaç duydukları eşya karşılığı olarak dinar vermişlerdir. Yerliler, ellerine aldıkları paranın tadını ve kokusunu denemişler, fakat bunda işlerine yarayacak bir şey görmediklerinden altın dinarları tüccarlara geri vermişlerdir. İşte, medeni insanları birbirine yardıma sevk eden gerçek hayat nizamının esası bu tabii muameledir. Madeni paralar esasına göre kurulan hayat ise vaz'i muamele hayatıdır. Bu, sonradan konulan muamele hayatı insanlar arasında kadına, evlada, lükse, para ihtikarına düşkünlük ve kazanç hırsı meydana. getirmiştir. Bu da bir taraftan fakirlik ve rehinle geçinmek, diğer taraftan da saltanat ve derebeylik doğurmuştur.
Fakat Allah, altın ve gümüşü bir hazine olarak gizlemeyi yasaklamış, bunları insanlar arasında tedavülden, muameleden alıkoyanları elim bir azap ile korkutmuştur. Zaten böyle hazine yapmak doğmuş bir çocuğu geri ana. rahmine koymak gibi normal dışı bir iştir. Altın ve gümüş, maden ocaklarından çıktıktan sonra biçilmiş ekin ve kesilmiş hayvan gibidir ki, onları yemekten başka çare yoktur. Altın ve gümüş de kesinlikle ticaret, hak ve hukuku düzenleme işinde kullanılmalıdır.»
Tabii ve ekonomik unsurlara bu kadar yer ayıran Biruni, medeniyetlerin gelişmesinde insanın bizzat kendisinin ve onun tarafından kurulan hayatın da etken olduğuna inandığından çağdaş hümanistlerden, büyük bir idealist olması bakımından da çağdaş idealistlerden önce gelen bir düşünürdür.
Biruni, medeniyetin devamlı bir şekilde geliştiğine inanmıştır. O, kendinden önce yaşayan coğrafyacı Ceyhani zamanındaki ilmin, Yunanlı Ptolemeus zamanına göre daha ileri olduğunu bildiği gibi, kendi zamanında da ilim ve kültürün Ceyhani zamanındakine nispetle daha ilerlemiş olduğuna kani olmuştur. O kendi çalışmasıyla, Ptolemeus devrinde, «dağınık olan fikirlerin toplu bir sistem haline getirildiğini, anlaşılması zor konuların anlaşılır bir şekil aldığını, kendi buluşları sayesinde ilmin geliştiğini» söylemiştir.
Birüni gerçekten büyük bir idealisttir. O, insan hayatında ahlaki kanunların kesin etkisine inanıyor. Ona göre insan, yaratılış bakımından anarşiye, fesada ve pisliğe eğilimlidir. Ancak, kendi kendini disipline etmek, fedakarlık, beden ve ruh temizliği, zorluklara şuurlu bir şekilde katlanmak suretiyle mutluluğa ermektedir. İnsan, kendisi için beğenmediği bir şeyi başkaları için de beğenmemelidir. Akıllı ve olgun bir insan, ancak ebedi kıymetlerden ve maneviyattan haz duyar. Anlayışsızlar ise şehvetlerinin ve hislerinin esiridirler. Medeniyet işte insanın bu gibi zaaflara karşı kendini koruması, iradesini sınırlandırması ile ayakta durur.
Tenkit metodunda Birüni, her şeyden önce mukayeseyi ele alıyor. Ona göre, çeşitli kaynaklardan alınan bilgilerin doğrusunu yalanından ayırmakta en iyi yol, herhangi bir bilgiye hemen inanmayıp onları ihtiyatla karşılamak ve ifadeler arasındaki çelişkilerden yararlanarak, birini diğeri aleyhinde şahit yapmaktır.
Birüni'nin siyasi düşünceleri Aristo'nunki ile bir gibi görünüyor. Ona göre çeşitli kabilelerden ibaret olan insanları, arada farklılaşan bir kabile, bu kabilenin de mümtaz şahsiyetleri idare eder. Bunlar da sülale oluştururlar. Kabile ve zümrelerin başında bulunarak hükümdarlığa yükselen şahsiyetler, kendilerini asil bir soydan gelmiş göstermek için tarihleri kendi isteklerine göre uydurur ve uydurturlar, Biruni, bu gibi iddiaları eleştiri süzgecinden geçirmektedir. Gerçekler üzerinde yapılan bu tür tahrifatları ayıklama yollarını Kitabu mali'l-Hint' inde göstermiştir,
Biruni, el-Asaru'l-Bakıya'sında, tarihi hayatın başlangıcı hakkında çeşitli milletlerin dini rivayetlerini, Tevrat ve İncil'in İbrani, Yunani ve Süryani metin farklarını tetkik ederek, kendine göre hükümlere ulaşır. Biruni diyor ki:
«Tarihte gerçeği meydana çıkarmanın metodu, akıl yoluyla delil getirmek ve görüp hissedilen şeylerle mukayese ve karşılaştırmadır. Fakat tarihin ilk devirlerine ait ilk bilgiler, çoğu zaman milletlerin dini rivayetlerinden başka bir şeye dayanmayınca iş çatallaşıyor.
Bu gibi durumlarda rivayetleri ve fikirleri karşılaştırmak ve bu işte gözleri gerçeği görmekten alıkoyan ihtiyatlardan, taassuptan, şovenlik, hisse kapılmak, egoizm gibi köreltici şeylerden kendini temizlemek (korumak) ilk şarttır. Gerçi bu yol ağır bir yoldur, çünkü haberler ve rivayetler, uydurmalar (ebatil) ile karışık olduğu gibi, bunların bir çoğu tabii hallere uygun ve imkan dahilinde görüldüğünden bunlar arasında gerçeği yalandan ayırabilmek zor oluyor . .Bununla beraber gerçeği elde etmek için yegane yol benim gösterdiğim yol (yani akıl, mukayese ve tarafsız tenkit yolu) dur. Bu yüzden ve bir insanın ömrü bütün milletlerin değil, tek milletin tarihini bile, bu şekilde, tenkidi metotla araştırmaya ve ihata etmeye yetmediği için, bizim ancak olayların kendimize en yakın ve belli olanlarını ele almamız ve bunları da yetki sahibi ve güvene layık erbabından sorup kontrol etmemiz, geri kalanını yüzüstü yatmış bir halde bırakmamız gerekmektedir.»
Biruni'nin aynı .olay hakkında söylenen rivayetlere karışan uydurma ve tahriflerin ortaya çıkış sebeplerini anlatırken bunun ruhi taraflarını da göstermesi o zaman için oldukça dikkate değer bir noktadır.
İBN EL-CEVZİ
Abdurrahman b. Ali (1116-1200) . Bağdat'ta doğmuş olup ilimle alakası olmayan zengin bir ailenin çocuğu idi. Ciddi ve esaslı bir tahsil yapmak için seyahatlere çıkmış ve daha sonra Bağdat'a yerleşerek bir taraftan eserlerini kaleme alırken diğer taraftan da halka vaazlar vermeye başlamıştır. Nerede bir topluluk görürse onlarla dini konularda sohbet eder, vaaz verirdi. Halife ve. diğer devlet erkanı onun vaazlarına devam ederlerdi. İbn el-Cevzi üç yüz eser yazdığını bizzat kendisi belirtmektedir. Daha ziyade dini konuları ele almıştır. Tarihçilik bakımından mühim olan eseri el-Muntazar adını taşımaktadır. Taberi'de olan hadiseleri ondan neşretmiştir. Bu bakımdan fazla önem taşımaz. 1177 yılına kadar devam eden bu tarihin son kısımları, bahsettiği devirlerin en mühim kaynaklarından biridir. Bilhassa Selçuklular ve onların Abbasiler'le olan münasebetleri hakkında kıymetli malumatı ihtiva eder. İbn el-Cevzi eserinde siyasi hadiselerin yanında hal tercümelerine geniş yer vermiştir. Yazma nüshaları çeşitli kütüphanelerde varsa da bunlar içinde tam olanı Ayasofya kütüphanesinde bulunmaktadır. el-Muntazar'ın son kısmı on cilt halinde Haydarabad'da 1936-1940 yılları arasında neşredilmiştir.
İBNÜ'L-ESİR
Hicri altıncı asrın ikinci yarısında (XII. asrın ikinci yarısı), Musul'un üç menzil uzağında ve Dicle kenarında küçük bir kasaba kendisine İslam tarihçiliğinde büyük bir şöhret kazandıracak olan üç kardeş yetiştiriyordu. Dicle, hilal şeklinde bir kavisle üç yönden çevrelediği bu kasabaya bir ada manzarası vermekteydi ve bundan dolayı «Ceziret İbn Ömer» adıyla anılmaktaydı.
Altıncı yüzyılda bu adaya yerleşmiş olan Ebu'l-Kerem adındaki bir zatın Mecdüddin, İzzüddin, Ziyaüddin isimli üç oğlu, o zamana kadar adı hiç işitilmeyen bu küçük kasabayı büyük şöhretleriyle sonsuza kadar yad ettirmeye namzet bulunuyorlardı. İşte tarihte İbnü'l-Esirler diye ün kazanan bu üç büyük sima, Ebu'l-Kerem'in üç oğludur.
Ebu'l-Kerem, çocuklarına iyi bir öğrenim gördürebilmek için bir süre sonra Musul'a gitmiş olduğundan İbnü'l-Esirler burada mükemmel bir şekilde tahsil görebilmişlerdir. İbn'ül-Esirlerin en büyüğü olan Mecdüddin, özellikle Hadis sahasında temayüz etti. En küçükleri bulunan Ziyaüddin ise, şiir ve inşa'da kendini· gösterdiği gibi devrinin siyaset adamları arasında büyük bir mevki kazandı. üç kardeşin ortancası olan İzzüddin de İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük tarihçiler arasında yer aldı. İzzüddin ile çağdaş olan ve kendisiyle görüşen İbn Hallikan onu aynı zamanda usül ve hadis hıfzında imam olarak görmektedir.
İbnü'l-Esir, hicretin 555. (1160) yılında Ceziret İbn ömer'de doğdu. Ailece Musul'a göç ettikten sonra, burada devrin önde gelen alimlerinden ders okudu ve kısa sürede büyük bir şöhret kazandı.
Kısa süre sonra Musul atabeginin dikkatini çeken ve saygısını kazanan İbnü'l-Esir'i bu zatın yakınları arasında görüyoruz. Atabeg, onu elçi olarak Bağdat halifesine, Şam ve Kudüs'e gönderiyor. İbnü'l-Esir, elçilik görevini parlak bir şekilde yerine getirmekle beraber bunu, ilmi ve tarihi araştırmalar için bir fırsat biliyordu. O zaman daha Hülagu'nun tahribatına uğramamış olan Bağdat'ın zengin kütüphanelerini, Kudüs ve Şam'ın tarihi abidelerini büyük bir azim ve şevkle incelemiştir.
İbnü'l-Esir, daha çocukluğundan beri tarihe karşı büyük bir ilgi duymuştu. İnsanlık, tarihinde eşine rastlanmayan bir inkılap meydana getiren İslam'ın doğduğu yerleri görmek, yazmaya başladığı büyük tarihini yalnız rivayetlere değil, gözlemlere de dayandırmak için birkaç kere Hicaz'a gitti. Özellikle Abbasi hilafeti tarihine dair vesika topladı. Bu uzun ve yorucu seyahatlerden sonra Musul'a dönerek evine kapandı ve büyük eserini yazmaya başladı.
İbnü'l-Esir, hicri 626 (1229) yılının sonlarına doğru, Halep'te Atabek Şahabettin Tuğrul'un yanında misafir bulunduğu sırada ünlü tarihçi İbn Hallikan ile görüşmüştür. Eyyubiler'den Halep hükümdarı Melik Aziz b. Melik Zahir'in Atabegi olan Şahabüddin Tuğrul, çok saygı gösterdiği İbnü'l-Esir'e kendi sarayında özel bir daire tahsis etti. İbnü'l-Esir'i bu dairede ziyaret eden İbn Hallikan ondan, irfan ve faziletini, ahlak ve tevazuunu takdir edici bir dille bahsetmekte, babasının bu. alim dostundan çok ikram gördüğünü yazmaktadır. Tarihçi İbnü'l-Esir, hicri 630 (1232)'da Musul'da ölmüştür.
İbnü'l-Esir, Musul'da inzivaya çekildiği sırada ilim alemine hediye ettiği üç büyük eseriyle adını tarihe yazdırmıştır. Bu üç eserden birincisi Kitabü'l-Ensab, ikincisi Üsdü'l-Gabe fi Ma'rifeti's-Sahabe, üçüncüsü de el-Kamil fi't-Tarih'tir.
Kitabü'l-Ensab, Şeyh Ebu Said Abdülkerim b. Sem'ani'nin büyük eserinin gerekli düzeltmeleriyle meydana getirilmiştir. Üç cilt olarak hazırlanan bu eser, nesep alimleri arasında büyük bir önemi haizdir. Üsdü'l-Gabe ise Ashab-ı Kiram'ın hayat hikayelerini ihtiva etmektedir. Bu da İslam tarihi ve hadisle uğraşanlar için en güvenilir kaynaklardandır. Üsdü'l-Gabe, H. 1280'de Mısır'da Vehbiye Matbaası'nda basılmıştır. İbnü'l-Esir'in bizce en önemli eseri el-Kamil fi't-Tarih'idir.
İbnü'l-Esir'in adını Doğu'da ve Batı'da saygıyla andıran bu eser, hilkatten, miladi 1230 sonuna kadar meydana gelen dünya olaylarını içine alan umumi bir tarihtir. İbnü'l-Esir, el-Kamil'i yazmak için en sağlam kaynakları araştırmış, İslam dünyasının çeşitli bölgelerine seyahat eden tüccar ve alimlerin verdikleri bilgileri ve kendi seyahatleri sırasında topladığı malzemeyi eski kaynaklarla mukayese ederek kaleme almıştır.
İbnü'l-Esir, eserinin önsözünde zamanında tarihe karşı gösterilen ilgisizlikten, ilim adamlarının yetersizliğinden acı bir dille şikayet etmekte ve bu zihniyeti çürütmek için tarihin gerekliliği ve önemine dair veciz bir yorum ortaya koymaktadır. Ayrıca tarihçilerin takip ettiği metodu tenkit ettikten sonra el-Kamil fi't-Tarih'i yazarken takip ettiği usüle dair önemli açıklamalarda bulunmaktadır.
İbnü'l-Esir, Muhammed b. Cerir et-Taberi'nin takipçisidir. Fakat el-Kamil, derin bir ihtiyacın mahsulüdür. İbnü'l-Esir'in yaşadığı karışık devirde, Tarihu'l-Ümem ve'l-Müluk'un nüshaları çok az bulunuyordu. Herkes bu eseri kolayca elde edemiyordu. İbnü'l-Esir, bu değerli eserin açık ve selis bir özeti olarak el-Kamil'i meydana getirdi. Eserini diğer kaynaklardan elde ettiği bilgilerle zenginleştirdi. Özellikle İslam'dan önce Arapların yaşayışına ve savaşlarına dair Eyyamü'l-Arab adı altında özel bir bölüm ekledi. Taberi tarihinin kaydettiği son tarihten, kendi zamanına kadar meydana gelen olayları da bir araya toplayarak eserini mükemmelleştirdi. el-Kamil'in değerini artıran sebeplerden biri de, İslam dünyasının Batı bölgeleriyle ilgili geniş bilgi vermesidir. Çünkü o zamana kadar gelip geçen tarihçiler ya Batı'dan hiç söz etmemişler veya az bilgi vermişlerdir. İbnü'l-Esir, tarihini yazarken Musul'da irfan ve dirayetiyle ünlü olan Bedreddin Lü'lü hükümran idi. Musul Atabeglerinden Nureddin Arslan Şah'ın vefatını müteakip oğlu İzzüddin Mes'ud ve ondan sonra da onun torunu Nureddin Arslan Şah adına idareyi yürüten Bedreddin Lü'lü, İbnü'l-Esir'e, o karışık yüzyılda tarih yazabilecek sakin bir ortam temin edebilmişti. Müellif, eserinin başında bu hususu minnettar bir dille anlatmaktadır. el-Kamil, biri İslam'dan önce, diğeri İslam'dan sonra olmak üzere iki bölümden meydana gelmektedir. Esirlerin birinci kısmıyla ikinci kısmının baş taraflarında, Türk tarihinin ilk çağını aydınlatabilecek oldukça geniş bilgi bulmak mümkündür. Kitmil'in tarzı, Tarihü'l-Ümem vel-Müluk'u andırmaktadır. Fakat, el-Kamil bir çok hususta daha geniş ve daha canlıdır. Müellif, üsluptaki kuruluğa rağmen, konunun müsait olduğu yerlerde gerçek dram tabloları ortaya koyma gücünü göstermiştir. el Kamil, 1851-1876 tarihleri arasında Tornberg tarafından Leiden'de neşredilmiştir. Daha sonra çeşitli tarihlerde Mısır'da basılmıştır.
İBN HALLİKAN
İbn Hallikan, halife Harun Reşid'in gösterişli devrinde hazin bir şekilde ortadan kaldırılan Bermeki hanedanına mensuptur. Hicri 608 (1211) 'de, o zamanlar büyük bir şöhreti olan Ermil'de doğdu. Ceyhun nehrinin ruhu okşayıcı zümrüt sahillerinde büyüdü. Babası, Melik-i Muazzam Muzafferüddin b. Zeyneddin tarafından bu şehirde inşa edilmiş olan Medrese-i Muzafferiye müderrislerindendi. İbn Hallikan, ilk öğrenimini babasının ders verdiği bu medresede tamamladı. Kendi rivayetine göre o yüzyılın önemli simalarından olan ümmü'l-Müeyyed en-Nisaburi adındaki hanımdan da ayrıca öğrenim gördü ve bu hanımdan icazet aldı. Daha sonra Erbil'de hadis öğreten Şeyh Salih b. Hibetullah'ın derslerine devam etti.
Hicri 621 (1224) 'de, yani henüz on dört yaşındayken Buhari'nin Sahih'ini okudu.
O yüzyılda ilim öğrenmekle meşgul olan bütün gençler gibi İbn Hallikan da on sekiz yaşındayken bilgisini artırmak için seyahate çıkarak Haleb'e gitti. Altı-yedi yıl kadar burada kaldı. Tahsilini iyice ilerletti. İbn Hallikan'ı hicri 633 ( 1236) 'te Şam'da, dört yıl sonra da Mısır'da görüyoruz. Büyük bilgin Mısır'da Sultan Baybars'ın iltifatına ve teveccühüne mazhar oldu. Hatta Kadi'l-Kudat Yusuf b. el-Hasan Sincani'nin yerine tayin edildi. Hicri 651 (1253) 'de de Suriye Kadi'l-Kudatlığına tayin edildi. Mısır'dan Suriye'ye giderek Şam'daki görevine başlıyor. Genç bilgin artık Şafii Kadi'l-Kudat'ı oldu. Bu tarihlerde Şam' da Şafii mezhebi hakimdi. Dolayısıyla İbn Hallikan da diğer üç mezhebin kadılarının üstünde bir nüfuza sahip bulunuyordu. Ancak 1266' da Sultan Baybars Şam'a bağımsız olarak birer Hanefi, Maliki ve Hanbeli kadıları tayin ettiğinden tabiatıyla İbn Hallikan'ın nüfuzu azalmış oldu. Beş yıl sonra da görevinden azledilen İbn Hallikan Medrese-i Fahriye'de ders vermek amacıyla Kahire'ye gitti.
Bu sırada daha önce başlamış olduğu büyük eserini yazmaya devam etti ve yedi yılda tamamlamayı başardı. 1280'de tekrar Şam kadılığına tayin edildi. Fakat iki yıl sonra, valinin isyanında parmağı olduğu ileri sürülerek hapse atıldı. Bir-iki hafta hapiste kaldı. Yapılan araştırma sonunda suçsuz olduğu anlaşıldığından görevine tekrar başladı. Bir yıl sonra tekrar azledildi. Geçimini temin için Medrese-i Aminiye'de ders vermeye başladı. Fakat aradan çok geçmeden, hicri 681-(1282) 'de öldü.
İbn Hallikan'ın Vefeyatu'l-Ayan adlı eseri, İslam dünyasında yetişen büyük insanların biyografilerini ihtiva eder. Yazar, bu eserine 1256'da Mısır'da başlamış, 1274'de yine burada tamamlamıştır. Hicretin birinci yüzyılından sonra gelen İslam büyüklerinin hayatını anlatan bu eser, tarihi araştırmalar bakımından eşsiz bir kaynaktır. Yazar, araştırmalarını dört başı mamur olarak yapmış, anlattığı şeylerin doğruluğunu gerçekleştirmek için çok fazla çalışmıştır. Vefeyatü'l-Ayan'ın, yazarın kendi eliyle yazdığı nüshası British Museum'de mahfuzdur. Eserin değerini takdir eden müsteşriklerden Wustenfeld, British Museum'deki nüshayı esas alarak (1842-1871) 'de Goetting'de neşretmiştir. Müsteşrik Slarie ise, çok sayıdaki yazma. nüshalara göre Vefeyatü'l-Ayan'ı İngilizceye çevirerek dört cilt halinde Paris'te bastırmıştır. ·
'
H. 950 (1543) 'de ölen Azharüddin Erdebili, Vefeya.tü'l-Ayan'ı Farsça'ya çevirmiştir. Rodoslu Mehmet Efendi adında bir zat da Türkçeye tercüme etmiştir. Fakat Mehmet Efendi merhum, eseri aynen değil, mealen tercüme etmiş ve kısaltmak amacıyla bir çok kısmını atlamış olduğundan aslındaki değeri kaybetmiştir. Vefeyatü'l-A'yan'ın bu Türkçe tercümesi 1280'de iki cilt olarak İstanbul'da basılmıştır.
EBU'L-FİDA
Ebu'l-Fida, her bakımdan talihin lütfuna mazhar olan nadir insanlardan biridir. Ateşli zekası ve geniş bilgisiyle kendini gösteren bu önemli sima savaş meydanında büyük bir kahraman, edebiyat aleminde iyi bir şair, dost meclisinde sevimli bir çelebi, büyük hükümdarların teveccühlerini kazanmak hususunda yetenekli bir siyasetçi, memleket idaresinde dirayetli bir hükümdar idi. Kendisi büyük mücahit Selahaddin Eyyubi'nin kardeşinin soyundandır. Dedesi Takiyyüddin, İslam'ın büyük mücahidi tarafından Hama ve yöresinin idaresine tayin edilmiş.
Ebu'l-Fida'nın babası Melik Efdal Nureddin, veraseten Hama ve yöresinde hükümran olan kardeşi el-Melikü'l-Mansur'un refakatinde bulunuyordu. Moğol akınları, Halep sınırlarına yaklaşınca Melik Efdal, ailesiyle beraber Hama'dan kaçarak Şam'a sığınmak zorunda kalmıştı.
Ebü'l-Fida, h. 672 (1273) 'de Şam'da doğdu. Bu büyük bilgin, İslam aleminin sarsıldığı, ihtirasların çarpıştığı, karışık bir devirde dünyaya gelmişti. Mısır sultanlarının hakimiyeti altındaki Suriye, Haçlılar'ın ve Moğol ordularının saldırıları ile karşı karşıya idi. Ebu'l-Fida, bu karışık devirde ilk öğrenimini mükemmel bir şekilde tamamladı. Fakat savaş meydanına çok erken yaşlarda atıldığına bakılırsa bu kadar geniş bilgiyi nasıl elde ettiğine şaşmamak mümkün değildir. Ebu'l-Fida' nın, henüz on iki yaşındayken Markap (Marcap) şatosunun fethine koşan mücahitlerin arasında yer aldığını görüyoruz. H. 688 (1289)'de on altı yaşındayken babasıyla beraber Trablusşam'ın geri alınışında bulunurken, ertesi yıl da Suriye sahillerinin Haçlılar'dan temizlenmesi için yapılan askeri harekata katıldığını görüyoruz. Ebu'l-Fida 691 (1292)'de Fırat boyuna hakim olan Rum kalesinin geri alınmasıyla görevlendirilen orduda da büyük yararlılıklar göstermiştir.
H. 697 (1298) 'de, Sultan Laçin idaresinde Çukurova'ya yapılan askeri harekata katıldı. H. 698 (1299) yılında Hama hakimi Melik Muzaffer Takıyyüddin Mahmud, yeğeni Ebu'l-Fida ile civardaki Alaruz dağında kartal avlamaya gitmişti. Dönüşte her ikisi de hummaya yakalandı. Ebu'l-Fida kurtuldu, Melik Efdal Takıyyüddin öldü. Bunun üzerine Ebu'l-Fida'nın mensup olduğu aile, Hama hakimliğini kaybetti. Memleket Karasungur idaresine geçti. Ebul'-Fida da onun hizmetine girdi.
Ebu'l-Fida'yı bir süre sonra Moğollar ile mücadelede görüyoruz. Bunların Palmira yöresinde bulunan bir ordusunu geri çekilmek zorunda bıraktı. Ebu'l-Fida'nın on iki yaşından itibaren göstermeye başladığı kahramanlık, o sıralarda Mısır ve Suriye'ye hakim olan Melik Nasır tarafından takdir edildiğinden, bu ateşli mücahit, çocuksuz olarak ölen yeğeni Hama hakiminin makamına geçirildi.
Ebul'-Mehasin Tangrıverdi'nin ifadesine göre Ebu'l-Fida, Hama sultanlığına getirildikten hemen sonra Melik Nasır'a teşekkürlerini arzetmek için Suriye ve Mısır'a gitti. Kahire'de parlak törenlerle karşılandı. Emir Argun bile saygı için bütün kumandanlarıyla beraber onun kafilesiyle beraber yürüdü.
Melik Nasır, ahlaki bakımdan o yüzyılın en yüksek şahsiyetlerinden biri olarak tanıdığı ve kendisini sultanlığa kadar yükselttiği Ebu'l Fida ile yaptığı görüşmeden son derece memnun kaldı. Kendisine ve kumandanlarına verdiği çok kıymetli hediyelerle teveccühünü gösterdi ve kafilesiyle tekrar Hama'ya gönderdi.
Ebu'l-Fida, tarihinde Mısır'a yaptığı seyahati ve Melik Nasır'dan gördüğü iltifatı ve ilgiyi minnettar bir dille anlatmaktadır. Melik Nasır, bu ziyaret dolayısıyla Ebu'l-Fida'ya, Melik Salih ünvanını vermiştir.
719 (1319) 'da Ebu'l-Fida, Melik Nasır'ın maiyyetinde ziyaret için Mekke'ye gitti. Dönüşünde Melik Nasır kendisine ((el-Melikü'l-Müeyyed» ünvanını verdi ve Hama sultanlığında adının hutbelerde zikredilmesine müsaade etti. Ebu'l-Fida ölümüne kadar Melik Nasır ile iyi geçindi ve defalarca Mısır'ı ziyaret etti. Melik Nasır, Ebu'l-Fida'ya her zaman büyük değer verirdi. Hatta Ebü'l-Fida'yı kendisiyle eşit tutarak mektuplarında birader sözünü kullanırdı.
Ebu'l-Fida, bir taraftan savaşlarla uğraşırken, diğer taraftan da ilmi araştırmalarda bulunuyor, şöhretini dünyaya yayan eserlerinin telifine çalışıyordu. Sarayı, ilim ve kültür adamlarının toplantı yeri halini almıştı. Hama prensi fıkıh, tefsir, usul, nahiv, tarih, felsefe, mantık, tıp, aruz, belağat, coğrafya ve tabii ilimlerdeki vukuf ve irfanıyla bu toplantılara renk veriyordu. Ebu'l-Fida kadar talihin lütfuna mazhar olmuş kişiler azdır. Zekası keskin, intikali seri, malumatı geniş idi. Kendisini savaş meydanında muharip bir kahraman, ilim ve edebiyat mahfillerinde söz sahibi üstat, hükümet idaresinde ileri görüşlü bir emir olarak görüyoruz. Sultanların hırsları karşısında emirliklerin yıkıldığı, emirlerin mahvolduğu karışık bir devirde mevkiini ve nüfuzunu korumuş olması maharet ve dirayetinin bir işaretidir.
Ebu'l-Fida, aynı zamanda güzel sanatlara ve edebiyata da büyük ilgi duymuş, bizzat manzum ve mansur şiirler yazmış, devrinin edebi çalışmalarına rehberlik etmiştir.
Ebu'l-Fida'nın İslam tarihini konu alan el-Muhtasar fi Tarihi'l-Beşer adlı eseri, hilkatten kendi devrine kadar cereyan eden olayları içine alır. Ebu'l-Fida, kendi devrine kadar olan olayları eski kaynaklardan, özellikle İbnü'l-Esir'in el-Kamil'inden faydalanarak. kendi devrini ise olayları yaşayanların ve bizzat kendisinin müşahedelerine dayanarak kaleme almıştır. Son kısımları kaynak olarak sağlam bilgileri ihtiva etmektedir. el-Muhtasar, başta Latince olmak üzere çeşitli Avrupa dillerine çevrilmiştir. Ebu'l-Fida'nın ikinci eseri, İslam ülkelerinin tarihi coğrafyasından bahseden Takvimü'l-Buldan adını taşımaktadır.
REŞİDÜDDİN
İran'ın yetiştirdiği tarihçilerin en büyüğü değilse bile, en büyüklerinden biri olan Reşidüddin'in (Fazlullah Reşidüddin el-Hemedani) doğum yeri olarak Hemedan, Tebriz ve Kazvin şehirlerinin adı zikredilir.
İran'da saltanat süren üç Moğol hükümdarına vezirlik etmiş olan Reşidüddin, çok hareketli bir hayat yaşamıştır. İkbali ve düşüşü tatmış, zenginliğini ve şöhretini çekemeyen rakiplerinin eleştirilerine ve saldırılarına kurban olmuş, sonunda dar ağacında can vermiştir. (1318)
Orta bir üsluba sahip olan Reşidüddin, «Moğolların Tarihi» adlı eserini Gazan Han'ın emriyle yazmıştır.
Bu esere, diğer milletlerin tarihine ve Moğollar tarafından bilinen bölgelere ait bilgileri de eklemiştir.
Dört cilde ayrılmış olan bu önemli eser, «Camiü't-Tevarih» adını taşımakta olup 1310 yılında tamamlanmıştır.
Arap, İran, Türk, Moğol, Çin ve İbrani dillerini bilen Reşidüddin, eserini yazarken imparatorluk arşivlerinden yararlandığı gibi, büyük Moğol ailelerinin arşivlerinden de faydalanmış ve incelediği konularla ilgili bütün kaynakları ve belgeleri kullanmıştır.
Eseri, Moğol ve Türk tarihi hakkındaki bilgiler bakımından temel bir kitap sayılır.
ZEHEBİ
Dördüncü dedesinin «et-Türkmani» unvanıyla anılan ve aslen Türk olan Zehebi, h. 673 (1274) yılında, Meyyafarikin'de doğmuş, h. 748 (1348) 'de Şam'da ölmüştür.
İslam tarihçileri arasında olayları ele alırken gösterdiği dikkat bakımından seçkin bir yere sahip olan Zehebi, ilk öğrenimini Meyyafarikin'de tamamladıktan sonra, h. 690 (129l)'da Şam'a geldi, Ömer b. Kavvas ve Ahmed b. Hibetullah gibi büyüklerden ders aldı. Daha sonra Baalbek, Halep, Nablus, Mekke, İskenderiye, Kahire şehirlerini ziyaret ederek bir çok bilginden ders okudu. Hadis ve tarihte devrinin en ünlü alimi oldu.
Zehebi, hadis, tarih ve biyografiye dair değerli kitapların yazarıdır. Eserleri arasında en önemlisi, on iki büyük ciltten meydana gelen «Tarih-i Düveli'l-İslam» adlı büyük eseridir. Zehebi'nin eserlerinden ((Tezkiretü'l-Huffaz», «el-Müştebehu fi Esmai'r-Ricali, «Mizanü'l-İ'tidal fi Nakdi'r-Ricali, «Tecrid-ü Esmai's-Sahabeıı özellikle zikredilebilir.
Bunlardan Tezkiretü'l-Huffaz, Hindistan'da Haydarabad'da basılmıştır. Zehebi, bu eserinde hafızları yirmi bir tabakaya ayırmış, her tabakada bulunan hafızların biyografilerine dair ayrıntılı bilgi vermiştir. Daha sonra Suyuti, Zehebi'nin Tezkiretü'l-Huffaz'ını özetlemiş, yeni eklemelerde bulunmuş, böylece «Tabakatü'l-Huffazıı adlı eserini meydana getirmiştir.
Hadis kitaplarında karşılaşılan müteşabih şahıs ve kavim isimlerini, alfabetik sırayla içine alan «el-Müştebehu fi Esmai'r-Rical» adındaki kitabı da 188l'de Yong tarafından Leiden'de yayınlanmıştır.
Zehebi'nin «Mizanü'l-İ'tidal fi Nakdi'r-Rical» adındaki eseri -ki alfabetik sırayla hadis ravileri arasında zayıf olanların isimlerini ihtiva etmektedir- hicri 1301'de Lucknovv'da, 1325'te Kahire'de basılmıştır. Sahabelerin isimlerini içinde toplayan «Tecrid-ü Esmai's-Sahabeıı adındaki eseri ise hicri 1315'te Haydarabad'da yayınlanmıştır.
Zehebi'nin en önemli ve en büyük eseri olan Tarih-i Düveli'l-İslam, ne yazık ki ne Avrupa'da, ne de İslam dünyasında yayınlanamamıştır. İslam'ın doğuşundan h. 700 (1300) yılına kadar, İslam dünyasında meydana gelen olayları ihtiva eden bu eser, on iki büyük ciltten oluşmaktadır. Zehebi, bu eserinde yedi yüz yıllık olayları, her biri onar seneden ibaret olmak üzere, yetmiş tabakaya ayırmış, her tabakadaki kişiler hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir.
Zehebi, Düveli'l-İslam'ın bir çok bölümünü ayrı ayrı kitaplar haline getirmiştir. «el-İber», «Siyerü'n-Nübelaıı, «Tezkiretü'l-Huffazıı, «Tabakatu'l-Kurraıı, «Tarihu's-Sağirıı, «Tarihu'l-Evsatıı adlı kitaplar böylece meydana gelmiştir.
Tarih-i Düveli'l-İslam, İstanbul kütüphanelerinin bazılarında bulunuyorsa da ne yazık ki hiç birinde bütün ciltler tamam değildir. Aynı durum, Avrupa kütüphaneleri için de söz konusudur. Zehebi, tarihinin bütün ciltlerinin yalnız Leiden Kütüphanesi'nde bulunduğu söylenmektedir. İstanbul ve Avrupa kütüphanelerinde dağınık halde bulunan ciltleri bir araya getirerek basmak İslam dünyası için ilmi bir ihtiyaç ve büyük bir görevdir.
İBN HALDUN
Tarih felsefesini ve metodunu bağımsız bir disiplin olarak ele alıp inceleyen ilk İslam bilginidir. 1332'de Tunus'ta doğmuş olan İbn Haldun, ilk tahsilini Tunus'ta tamamladıktan sonra Kuzey Afrika şehirlerini ve Endülüs'ü dolaşmış ve devrin tanınmış alimlerinden ders almıştır. Bundan sonra çeşitli yerlerde, mesela Endülüs Gırnata'da önemli devlet görevlerinde bulunmuş, bir süre Kastilya Kralı Pedro'nun yanında Beni Merin'in elçiliğini yapmıştır. Daha sonra Mısır'da kadılık da yapan İbn Haldun, 1406'da Kahire'de vefat etmiştir. Hareketli ve olay yönünden zengin olan hayatı, ona değişik milletlerin yükseliş ve çöküşlerini gözleme imkanı sağlamıştır.
O, ilk kaynaklardan faydalanmakla birlikte, esasen şahsi müşahedelerine dayanarak geniş bir Kuzey Afrika ve özellikle Berberiler tarihi yazmış, sonra da onu genişletmek suretiyle eserine genel bir İslam tarihi şeklini vermiştir. el-İber veya Ünvanü'l-İber ismindeki yedi ciltlik bu eserin, tarih felsefesi ve sosyolojik konuları ihtiva eden ve aynı zamanda eserin ilk cildini oluşturan Mukaddimesi, eserin kendisinden fazla şöhret bulmuştur. Buradaki fikirleriyle o, aynı zamanda tarih felsefesinin kurucusu da sayılır.
İbn Haldun, asıl eserinde sadece bir rivayetçi olarak görünmekteyse de, mukaddimesinde ileri sürdüğü felsefi ve içtimai görüşlerinden, olayların sebep ve müsebbip sıfatıyla bağlılıklarını arayan ve tarihte tenkit yolunu izleyen bir alim olduğu anlaşılmaktadır. Tarih metodunda tenkide dayalı pragmatik bir yol izleyen İbn Haldun, bu fikirlerini eski Yunanlılardan almış değildir. Fikirleri, kendi içtihat ve gözlemlerinin ürünüdür. Ona göre:
Tarih ilmi, milletlerin ve kavimlerin, üzerinde çalışarak gelişmesinde yarıştıkları bir sahadır. Çünkü tarih, görünüşte eski zamanlara ve devletlere ait haberlerin naklinden ibaret gibiyse de gerçekte o, insan için bir tefekkür ve araştırma meydanıdır. O, kainattaki olayların sebep ve başlangıçlarını inceler, olayların arkasında, onu meydana çıkaran dinamikleri arar.
İbn Haldun'un tarih felsefesinin temelini oluşturan bu görüşler daha sonra, onun fikirlerini benimseyip, eserlerinde tarih felsefesine ait yorumlara yer veren Osmanlı tarihçisi Naima ile Kazanlı alim Şihabüddin Mercanı tarafından iktibas edilmiştir. Naima, kendi tarihine bunları kısaltarak almış, Şihabüddin Mercanı ise Vafiyatü'l-Asım ve Tahiyatü'l-Ahlaf adlı eserinin büyük bir cilt halinde basılan mukaddimesinde ve Mustefadü'l-Ahbar adlı eserinin ilk cildine, İbn Haldun' un fikirlerini, onları aydınlatan kendi görüşlerini de ilave ederek sistemli bir şekilde almıştır. J. V. Hammer, «Arap Montesquieu'su» diye isimlendirdiği İbn Haldun'un Mukaddimesi hakkında, Pirizade'nin Türkçe tercümesine dayanarak 1822 yılında Journal Asiatique mecmuasında on iki sayfalık küçük bir makale yazmış ve bu makalede İbn Haldun Mukaddimesinin o zamanki Osmanlı ilim ve devlet adamları arasında ideolojik bir eser sıfatıyla, fazlaca okunduğunu belirtmiştir. XIX. yüzyıl Türk alimlerinden Cevdet Paşa da, kendisinin fikri gelişmesinde Fransız tarihçileri Michelet ve Taine ile Araplardan İbn Teymiye ve İbn Haldun'un etkili olduğunu yazmıştır. Öte yandan Sati bey, tarihçi Abdurahman Şerefin «Ankara Vak'ası»nı (Timur-Beyazıt Savaşını) bile İbn Haldun'un görüşlerini kuvvetlendiren bir olay olarak yorumladığını zikrederek, özellikle devlet nazariyeleri bakımından bir otorite sayılan İbn Haldun tarihinde, usül meselesinin bilhassa şu iki esasını kaydetmiştir:
- Tamhışu'l-ahbar: Yani kaynakların tenkidi ki, bu metotla hak batıldan ve doğru yalandan ayırdedilir. Ve haberlerin gerçeğe uygunluğu tespit edilerek doğrulanır.
- Ta'lilü'l-vakayi: Yani olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerinin tespiti ki, bu metotla olayların ortaya çıkış keyfiyeti, olayların birbirini izlemesi belirtilmiş olur. Bu iki hususta ihmal gösterenler, İbn Haldun'a göre tarihçi sayılamazlar. İbn Haldun, bu iki konudan birincisini XIV. yüzyıl için şaşırtıcı bir dikkat ve özenle açıklamıştır. Tarihte yalan ve tahriflerin, sahtekarlıkların neden ortaya çıktığını örneklerle gösterdiği gibi, rivayetlerin doğruluğunu tespit etmenin yollarını ve bizzat kendisinin koyduğu “beşeri-içtima” veya «İlmü'l-Um-ranıı'ın yardımıyla eleştiri konusu olan olayların geçmiş zamanlar için mümkün olup olmadığını akılla tespit usulünü anlamış, bu hususta akılla şeriatın çeliştiği noktalara da temas etmiştir. Akıl ölçüsünün geçerliliğini sınırlı bulan İbn Haldun, «ta'lilü'l-vakayi» hususunu ise ayrıntılı olarak işlememiştir.
İbn Haldun'un tarih felsefesi, zamanına göre çok geniş alınmıştır; Akdeniz'in bütün sahillerinin tarihi mukadderatını müşahede altına alabilmesi, hatta İran ve Türk ülkelerinin geçmişini öğrenmesi ona, eski Yunanlılara nispetle daha geniş içtimai nazariyeler kurma imkanını vermiştir. O, dünyada medeniyetlerin ve devletlerin ortaya çıkmasının, yaşamasının, sonra da yok olmasının değişmez bir «tarihi kanun» a tabi olduğunu ve bu işlerde başlıca coğrafi ve iktisadi amillerin ve hayat tarzının etken bulunduğunu uzun uzadıya anlatmıştır. Ona göre büyük devletler, medeniyetle teması az olduğu için saflıklarını, cevvaliyet ve aktivitelerini koruyan göçebeler tarafından kuruluyor. Devletler kuran milletlerin enerji kaynağı, kavimlerin bünyesinde bulunan «dinamik kuvvet»tir. İbn Haldun bunu «asabiyet» kelimesiyle anlatır. İbn Haldun'a göre bu asabiyet, kendini en çok kavmi tesanüt, aynı zamanda ideoloji ve din tesanüdü şeklinde gösterir. Asabiyet, İslam devrinde Araplarda olduğu gibi daha önce ve sonra da çeşitli gayr-ı müslim milletlerin yükselmesini ve hakimiyetini sağlamıştır. Fakat devlet:
1 - Bir merkezden idare edilemeyecek şekilde genişlerse,
2 - Cengaverlik ruhu ile fatih kavimlerin, temas ettiği medeniyet arasındaki çelişki,
3 - Feodal teşkilatın memleketi yavaş yavaş parçalaması,
4 - Hakim sülalenin, kendi kavminden yüz çevirerek devşirme asker oluşturmaya ve ona dayanmaya başlaması,
5 - Hakim zümrenin medenileşmesi neticesinde askeri ruhun sönmesi, nihayet,
6 - Hakim zümrenin israfa alışıp daha fazla vergi koyarak halkı ayaklandırması gibi durumlar sonunda, yıkılıyor.
Devletin ortaya çıkması, yaşaması ve yok olması «tavr» (atvar) deyimi ile ifade ettiği bir aşamada meydana gelir ki:
1. İlk zafer devri,
2. Onu izleyen istibdat,
3. Sonra onu da izleyen huzur, asayiş, sükunet ve imar devirleri,
4 - Medeni zümrenin ahlak ve seciyesine uyarak barış yoluna girme ve gevşeme devri.
5 - Nihayet israf aşamasıdır. İbn Haldun'a göre, devletlerin türeyip batması bir ideoloji olayıdır. Fertler gibi cemiyetler de muhakkak ölecektir. Bu hüküm hiç bir kuvvetle değiştirilemez.
AYNİ
Bedreddin Mahmud (1360-1451) . Ortaçağ'ın en büyük Türk tarihçilerindendir. Ailesi Ankaralı olup kendisi Antep'te doğmuştur. Babası kadı olduğu için küçük yaşta İslami ilimlerle alakalanmaya başlamış ve Şam, Kudüs ve Kahire'de tahsilini ikmal etmiştir. 1392 yılında Kahire'ye yerleşmiş ve burada Hizbe ve Evkaf nazırlığı yapmış, 1420 yılında Memluk hükümdarının elçisi olarak Konya'ya gelmiş ve bir müddet burada kalmıştır. Daha sonra aynı zamanda müderrislik ve Hanefi başkadılığı vazifelerini de yürütmüştür. 1438 yılından itibaren bütün vazifelerinden azledilmiş ve ölümüne kadar sıkıntılı bir hayat geçirmiştir. Ayni'nin İslami ilimler hakkında yazdığı eserlerden başka konumuzla ilgili olan Ikd el-Cuman fi Tarih Ehle'l-Zaman adını taşıyan eseri, umumi İslam tarihlerinin en büyüğü kabul edilmektedir. Eser hilkatten 1446 yılına kadar gelmekte ve İslami devresi yalnız İslam devletlerine hasredilmektedir. Son kısımları Türk tarihi bakımından büyük ehemmiyet arzeder. Ayni, eserini yazarken 150 kadar kitap ve risaleden faydalanmıştır. İstanbul kütüphanelerinde birkaç yazma takımı vardır. Bilhassa üçüncü Ahmed ve Veliyyüddin Efendi kütüphanelerindeki nüshalar kıymetlidir. Ikd el-Cuman, Sultan III. Ahmed tarafından kurulan 28 kişilik bir heyet tarafından 1726 yılında Türkçeye tercüme edilmiştir. Fakat bu tercümeye pek güvenilmez.
MİRHOND
Meşhur İran tarihçilerindendir. Buharalı bir şerif ailesine mensuptur. Babası, tahsil maksadı ile Belh'e gidip, orada yerleşmiştir. H.(1433) tarihinde doğan ve h. 503 (1458) 'te ölen Mirhond, iyi bir tahsil görmüş ve daha gençliğinde tarihe merak duyarak, bu konuda geniş bilgi elde etmiştir. Önceleri uzun süre imkansızlıklar sebebiyle bir şey yazamamıştır. Daha sonraları ilim adamlarına büyük bir alaka gösteren Ali Şir Nevai'nin himayesine girerek, senelerden beri topladığı malzemeyi kullanarak meşhur eseri Ravzatu's-Safa'yı kaleme almıştır. Umumi bir tarih olan bu eser, hicretten 14/4 yılına kadar meydana gelen olayları içine alır. Her biri bir cilt teşkil eden yedi bölümden ibarettir. Daha çok bir derleme mahiyetinde olan Ravzatu's-Safa, Moğollar ve Timurlular devri için önemli bir kaynaktır. Bombay, Tahran ve Zucknow'da basılmıştır.
SUYUTİ
Celalüddin Suyuti, kendinden sonra gelenlere en çok eser bırakan ansiklopedist yazarlardandır. Soy bakımından İranlı olan dedeleri Mısır'a göç ederek Suyut kasabasına yerleştiklerinden bu isimle ün kazandı. Babası Hümamüddin, Kahire kadısı olduğundan Suyuti h. 849 (1445) 'da burada doğdu. Fakat Suyuti, henüz beşbuçuk yaşındayken babası öldü, babasının dostlarından dindar bir zat yetim kalan Celalüddin'i himayesine aldı, eğitim ve öğrenimine itina gösterdi. Daha sekiz yaşındayken Kur'an'ı ezberleyen Suyuti, çok kısa bir süre içinde belli bir öğrenim programını tamamlayarak h. 866 (1464) 'da icazet aldı.
Dimyat, İskenderiye ve Mekke'yi dolaştıktan sonra Kahire'ye dönerek h. 872 (1467)'den itibaren babasının kürsüsünde ders vermeye başladı. Şeyhuniye Medresesi'nde verdiği derslerle ün kazandı.
Suyuti, pek çok eser üzerinde çalıştı, hayli kitap okudu. Zamanın en velut yazarlarından oldu. Bunun farkındaydı ve bunu bir gurur vesilesi olarak da değerlendiriyordu. Şu satırlar ona aittir:
«Tefsir, fıkıh, hadis, nahiv, meani, beyan, bedii ilimlerinde derin bilginlerden oldum. İlimdeki seviyem üstatlarımın bile üstüne çıktı. Yalnız üstadım Şeyhül-İslam İlmü'd-Din el-Bulukkini fıkıhta benden üstündür. Feraizdeki gücüm diğer ilimlerdeki gücümün altında ise de yine çağdaşlarımdan üstünüm. Çeşitli bilim dallarıyla ilgili olarak malumatım Büyük Okyanus'a benzer. Feraizdeki bilgim de bu denize oranla Nil nehri gibidir. Oysa çağdaşlarımın feraizdeki hissesi Nil'den ayrılan bir kanala benzemektedir. Nil'in yanında kanalların ne değeri vardır? Şer'i ilimlerde, hadiste, arabi ilimlerde mutlak içtihat derecesini kazanmayı başardım. Bu üç hususta mutlak içtihat mertebesi, önce Takıyyüddin Subki'de, sonra da bende birleşmiştir.
Suyuti, bu tavrıyla bir yandan çağdaşlarının düşmanlığını kazanırken diğer yandan da, eserlerinde kaynağını zikretmeden alıntılar yapmakla (intikal) itham edildi. Gerek bu düşmanlık, gerekse maruz kaldığı bir suistimal suçlaması sonucu halkta tepkiler uyandı ve Tomanbay kendisini Şeyhuniye Medresesi müderrisliğinden azletti. Bundan sonra, Nil'deki Ravza adasına çekilerek herkesten uzak bir şekilde yaşamaya başladı, vaktini kitap yazarak geçirdi. üç sene sonra eski vazifesine yeniden getirildi. Nihayet h. 911 (1505) 'de öldü. Ba bu'l-Gırafe'de defnedildi.
Suyüti, her konuya ait bir veya daha fazla eser kaleme almıştır. Bizzat kendisi üç yüz kadar eserinden söz etmektedir. Bağdatlı İsmail Paşa, «Esmau'l-Müellifin»de altı yüzden fazla eserinin adını verir. Bu rakama mühim kitaplarla beraber kısa risale isimleri de dahildir. Suyüti'nin, kendinden önce gelen yazarların eserlerini az çok değiştirerek kendisine mal ettiği iddia edilir. Buna rağmen Suyüti yine de önemli bir şahsiyettir. Çünkü kaybolan bir çok eski eserin münderecatını, dolayısıyla fikir hareketlerindeki gelişmelerin safhalarını, bu sayede Suyüti'nin eserlerinden öğrenebiliyoruz. İslam aleminde o zamanlar bilinen bütün ilimlere dair Suyüti'nin çok sayıda eseri vardır. Bunlardan tarih bakımından bizi ilgilendirenlerin sayısı otuza çıkmaktadır.
Suyüti'nin, «Tarihu'l-Hulefa»sı kendinden önce yazılan eserlerin bir özetidir. Hz. Ebu Bekr zamanından başlayarak 1497'ye, el-Müstemsık alellah'ın Mısır'da halife olduğu zamana kadar geçen olayları ihtiva etmektedir. Tarihu'l-Hulefa, Kalkuta'da basılmış, Jarrett tarafından da İngilizceye çevrilmiştir. Eserin sonunda halifelerin sırasıyla isimlerini belirten bir manzume vardır. Mısır tarihini konu alan Hüs-nü'l-Muhadara ise, yirmi sekiz eserin önemli bölümlerinin toplanmasından meydana gelmiştir.
MAKKARİ
Müslüman İspanya'nın en büyük tarihçisi olan Makkari (Ahmed b. Muhammed el-Makkari) XVI. yüzyılın sonunda doğdu ve 1631'de Kahire'de öldü. «İspanya Arap Tarihi ve Edebiyatından Seçmeler» (Analectes sur L'historie et La Litterature des Arabes d'Espagne) adlı eseri 1855 ve 1859 yıllarında Leiden'de yayınlandı.
Makkari tarihçi olmaktan çok biyografi yazarıdır. Kitaplarından ikisi, Endülüs'ten Doğu'ya gitmiş veya Doğu'dan İspanya'ya gelmiş olan büyük şahsiyetlere ve bilginlere ayrılmıştır. Diğer kitaplarında da sık sık bu konuya dönmektedir.
Bu yazarın, keskin zekası ve tatmin olmayan merakı çeşitli konulara çevrilmiştir. Eseri, İspanya'nın muhtelif bölgelerine ait bilgilerin tükenmez bir hazinesidir. İspanya halkının yaşayışını, adetlerini, karakterlerini ustalıkla kaleme almıştır.
Yazdığı biyografiler zengin ayrıntı, duyulmamış iğneli fıkralar ile doludur. Bütün bunlar kıvrak ve açık bir üslüpla yazılmıştır. Ayrıca Endülüs Müslümanlarının gündelik hayatı hakkında ilgi çekici tablolar çizmektedir.
Bu yazılar sadece Kurtuba, Gırnata, Seville gibi büyük şehirlerde değil, bütün memlekette yoğun bir fikir hayatının mevcut olduğunu göstermektedir.
Hakimlerin, doktorların, musikişinasların, bilgin, şair ve hukukçu kadınların hayatı hakkında verdiği tafsilat İspanya'daki parlak Müslüman cemiyetini gözlerimizde canlandırması bakımından değer biçilmez bir önemi haizdir.
AHMET CEVDET PAŞA
Osmanlı Devletinin XIX. asırda yetiştirmiş olduğu büyük devlet ve ilim adamı olan Ahmet Cevdet Paşa 27. 03. 1822'de Lofça'da doğmuştur. Babası Lofça idare meclisi azasından İsmail Ağa'dır. Annesi, Topuzoğulları'ndan Ayşe Sünbül Hanım'dır.
Ahmet Cevdet Paşa, ilk tahsilini doğduğu kasabada yaptı. Orada bir yandan mektebe gidiyor, bir yandan da şehrin ulemasından dersler alıyordu. on yedi yaşına kadar Lofça'da eğitimini sürdüren Ahmet Cevdet Paşa, 1839'da İstanbul'a gelip medrese tahsiline· devam etti. Kısa zamanda parlak zekası ve öğrenme aşkıyla dikkatleri üzerine çeken Ahmet Cevdet Paşa, 1145'te müderris oldu. Bu tarihten sonra devrin siyasi ricaliyle tanışmış ve bazılarıyla yakın dost olmuştu. 1850'de Meclis-i Maarif azalığına ve Darü'l-Muallimin müdürlüğüne tayin edildi. Bu vazifesine başlamadan önce Fuat Paşa ile beraber Bursa'ya gitti. Orada «Kavaid-i Osmaniye» kitabını ve «Şirket-i Hayriyye Nizamnamesi»nin esaslarını birlikte hazırladılar. Ahmet Cevdet Paşa, 1851'de Encümen-i Daniş'e aza seçildi. Ve kendisine «Tarih-i Cevdet» ile «Tercüme-i İbn Haldunun telif ve neşr vazifeleri verildi. Ayrıca Takvim-i Vekayi'de bulunan beyannameyi ve Encümen-i Daniş'in açılış merasiminde Hayrullah Efendi'nin yaptığı konuşmanın metnini de Ahmet Cevdet Paşa hazırlamıştı. Bu arada Vali Abbas Paşa ile Mehmet Ali Paşa arasındaki bir anlaşmazlığı halletmek için Fuat Paşa ile birlikte iki ay kadar Mısır'da kalan Ahmet Cevdet Paşa, oradan dönüşünde Encümen-i Daniş'teki çalışmalarına tekrar başladı. Encümen tarafından yazılması kararlaştırılan Osmanlı Tarihi'nin, payına düşen kısmını cilt halinde tamamlayarak Sultan Abdülmecid'e takdim etti. Kısa zaman sonra vakanüvis olarak vazifelendirildi. Bu vazifesi sırasında bir taraftan Tarih-i Cevdet'in diğer ciltlerini tamamlamaya çalışırken, öbür taraftan da zamanının siyasi vakalarını kaydederek Tezakir-i Cevdet'i meydana getirdi.
1856'da Galata Mollası olan ve 1857'de Mekke payesiyle taltif olunan Ahmet Cevdet Paşa, bu tarihlerde Meclis-i Ali-i Tanzimat azası oldu. Burada Ceza Kanunnamesi'nin tamamlanması hususunda büyük hizmetlerde bulundu. Böylece ömrünün sonuna kadar uğraşacağı hukuk çalışmalarına başlamış oldu. Arazi Kanunnamesi'ni hazırlayacak olan komisyona reis seçildi ve bu sahada pek çok konunun hallinde büyük pay sahibi oldu.
Bu sırada çeşitli idari vazifeler aldı. Meclis-i Vala'ya aza oldu, İşkodra fevkalade komiserliği, Bosna-Hersek müfettişliği görevlerinde bulundu. 1866'da vakanüvislikten çekildi, 1868'e kadar Halep valiliği yaptı. Bu görevi sırasında Divan-ı Ahkam-ı Adliyye reisliğine davet edildi. Bütün bu yorucu işlerin yanında ona asıl şöhretini kazandıran Mecelle'nin tanzimi ve uygulamaya konulması hususunda çok büyük gayret gösteriyordu. Hanefi fıkhı esas alınarak hazırlanan Mecelle, aralıklarla Ahmet Cevdet Paşa'nın azledilmesi, geri getirilmesi, başka vazifelere tayini ve çevrenin şiddetli tenkitleri gibi pek çok menfi hadiseye rağmen tamamlanabilmiştir.
Birkaç defa Suriye, Yanya valiliklerinde ve muhtelif zamanlarda Adliye Nazırlığı vazifesinde hizmet veren Ahmet Cevdet Paşa 1882'de Adliye Nazırlığı'ndan ayrıldığı sıralarda Tarih-i Cevdet'i tamamlamıştı. İlmi çalışmalarını asla ihmal etmiyordu. 1886'da yeniden Adliye Nazırlığına getirildi. Fakat çok geçmeden vazifesinden ayrıldı ve II. Abdulhamid'in emriyle Mecalis-i Adliye'ye memur oldu. Ömrünün bundan sonraki seneleri ilmi çalışmalarla ve ailesi arasında geçmiştir. 25. 05. 1895'te İstanbul'da vefat etmiştir.
Şahsiyeti ve eserleri:
Hayatının ana hatlarıyla kısa bir tarihçesi verilen bu büyük alim, edip ve devlet adamının eserleri, zamanın ihtiyaç ve temayüllerine uygun olarak çok çeşitlidir. Bu eserlerin bazıları tarihi bir özellik gösterirken bir kısmı hukuki bir kısmı da edebi ve filolojik bir değer taşımaktadır.
Tarih-i Cevdet: 12 ciltlik eser Osmanlı Devleti'nin Kaynarca Antlaşmasından (1774), Vakay-ı Hayriyye'ye (1826) kadar olan tarihini anlatmaktadır.
Tezakir-i Cevdet: Ahmet Cevdet Paşa'nın vakanüvisliği sırasında mühim siyasi ve sosyal hadiselere dair tuttuğu kayıtlardan teşekkül eden eser XIX. asır Türkiye Tarihi için önemli bir kaynak hususiyetini taşımaktadır.
Maruzat: Ahmet Cevdet Paşa'nın II. Abdulhamid'e takdim ettiği eseri 1839-1876 yılları arasındaki tarihi ve siyasi hadiseleri ihtiva eder.
Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa: Hayatının sonlarına doğru yazdığı eğitici mahiyetteki en önemli eseri budur. 12 cüz olan bu eser, Hz. Adem'den, Hz. Muhammed'e kadar gelen peygamberlere ait kıssaları, Hulefa-i Raşidin, Emevi, Abbasi devirlerini ve Osmanlıların II. Murad'ın son senelerine kadar olan tarihlerini ihtiva etmektedir.
Mecelle-i Ahkam-ı Adliye, Düstür, Şerh-i Kitabü'l-Emanat hukuki; Kavaid-i Osmaniye, Belağat-ı Osmaniye vb. eserleri de edebi ve filolojik kıymet arzeden eserlerdir.
Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ’ın BÜYÜK İSLAM TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır.