Türk Adı
Tarihte Türk Adının İlk Ortaya Çıkışı ve Anlamı
Türk Adının Eskiliği
Dünya tarihinin en eski milletlerinden biri olan Türkler, aşağı-yukarı dört bin yıllık tarihleri boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıt’alarına yayılarak muhteşem bir siyasî-kültür tarihi ortaya koymuşlardır. Çok kadim bir millet olmaları, Türk adı üzerinde yerli ve yabancı pek çok araştırmacının çeşitli ve detaylı araştırmalar yapmalarına sebep olmuştur. 19. yy’dan itibaren yapılan araştırmalara göre Heredotos’un Doğu kavimleri arasında zikrettiği Targita’lar, İskit topraklarında oturdukları söylenen Tyrkae’ler, daha eski tarihlere ait Latin yazarlarından Plinus’taki Tyrcae, kutsal kitap Tevrat’ta adı geçen, Yafes’in torunu Togharma , eski Hind kaynaklarında geçen Turukha, Thraklar, eski Ön Asya çivi yazılı metinlerde görülen Turukku’lar, Çin kaynaklarında M.Ö.1. bin içerisinde rol oynadıkları belirtilen Tik (Di)’ler ve hatta Troia’lılar Türk sayılmışlardır.
İran menşeli Zend-Avesta rivayetleri ile İsrail menşeili Tevrat rivayetlerinde de Türk adı aranmış, Nuh’un torunu Türk ile İran rivayetlerindeki hükümdar Feridun’un oğlu Turac veya Tur’da Türk adını taşıyan ilk topluluk olarak gösterilmek istenmiştir.
Ön Asya mitolojisine göre Nuh Peygamber’in torunu, Yafes’in oğlunun adı Türk’tür. Başka bir rivâyete göre de Türk, Nuh Peygamber’in torunu, yani Yafes’in oğullarından birisidir.
Türk kelimesi Bizans kaynaklarında “Turkoi”, Fars kaynaklarında “Turan”, Arap kaynaklarında “Etrak” Rus kaynaklarında “Tork” veya “Torki” şekillerinde geçmiştir.
12-15. yüzyıllarda, doğrudan Türk adlı bir insanın, bir zamanlar Issık Göl dolaylarında yaşamış olmasına inanılması da Türk adının kazandığı bir anlam olarak gözümüze çarpmaktadır. Gerçi bu inanışın esası, Tevrat rivayetleri ile başlamış, sonraki İslâm devri kaynaklarının bilgileri ile de yaygınlaşmıştır. Ancak bunlar arasında da farklılıklar mevcuttur. Mesela; Yahudi asıllı Moğol tarihçi Reşideddin’in söz ettiği Oğuz Destanı’nda Yafes’in oğlu Türk değil, Olcay Han’dır. Hatta doğrudan Yafes’e bu adın (Olcay) verildiği dahi söylenmiştir.
Türk Adının Telaffûzu
Çeşitli kaynaklarda yukarıda söylediğimiz gibi değişik şekillerde geçen Türk kelimesinin bazı araştırıcılara göre, M.Ö. ki asırlarda dahi bugünkü telaffuzu ile yani tek heceli olarak söylenmiş olduğu düşünülmektedir. Ancak biz biliyoruz ki Türk kelimesi tek heceli olarak ilk kez Kök-Türkler döneminde yani M.S. 6-8. asırlarda kullanılmıştır. Çinliler bu yıllarda bu adı “Tu-küe” biçiminde yazdıklarından bu kelimenin Törük-Türük şekillerinden geçerek Türk şeklini almış olduğu kabul edilmektedir. Nitekim “Tu-küe” imlâsının Türkçe’deki karşılığının ne olacağı incelenmiş ve “Türküt” (P. Pelliot) ve “Türkü” (R. Clauson) teklifleri sunulmuştur ancak kelimenin Kök-Türk yazıtlarında geçen “Türük” şekli daha kabul görmüştür. Çin kaynaklarına göre iki heceli görülen T’u-küe: Törük”e dönüşmüştür. Kısacası Türük: Türk’e dönüşmüş ve bu şekil kullanılmaya başlanmıştır.
Türk Adının Anlamı
Türkler ile komşuluk yapan milletler yani Çinliler, Araplar, Persliler, Grek-Romalılar, Ruslar ve diğerleri Türk kelimesine belirli anlamlar vermişlerdir. Bu anlamları kısaca şu şekilde verebiliriz:
Çin kaynaklarına göre Türk (T’u-küe/Tu-chueh) “miğfer, tulga” anlamında kullanılmıştır. Türklerin bu adı, oturdukları yerdeki miğfer (tolga) biçimindeki dağın şeklinden aldıkları düşünülmektedir. 19. yüzyıldaki araştırmacılar Türk adının anlamını araştırırken, Çin kaynaklarının belirttiği bu anlamı hep ön planda tutmuşlardır.
Türk, İskitçe Takye şeklinde geçmekte ve “deniz kıyısında oturan adam, cezbetmek”, anlamına gelmektedir.
Türk kelimesi 5. Yüzyıla ait Pers metinlerinde “Turanlı” manasındadır.
6. yüzyıla ait Bizans kaynağında ise “kudretli Hun” şeklinde geçmektedir.
Uygurlar döneminde Türk: “olgunluk çağı, güç, kuvvet, kudret, töreli, düzenli, nizamlı” anlamlarına gelmiştir.
Türk, Türkçe bir kelime olarak da bir anlam taşımaktadır. “Türk”ün anlamı ile ilgili olarak Kök-Türk Devri Türkçesindeki metinlerde açık bir kanıt yoktur. Fakat “Türk”, Kök-Türk çağından sonra da aynı anlamda bir kelime olarak Uygur çağı Türkçesinde devam etmiştir. F. W. K. Müller’in tespit ettiğine göre metinlerde Türk, “erk” ile birlikte geçmekte ve “kuvvetli, güçlü” anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamı, Türkçe metinlerin ruhuna da uygundur. Bir kısım araştırıcılar Türk’ün bu anlamı sebebiyle, Türk kelimesinin bir boy adı olarak benimsendiğini de ileri sürmektedirler.
Araplar, Türk’e Arap alfabesindeki yazılışı sebebiyle daha değişik bir anlam yüklemişlerdir. Arapça’da Türk, terk yani sessiz harflerle “T. r. k.” şeklinde yazılmıştır. El-Cahiz başta olmak üzere birçok Arap kaynağı ve bu arada coğrafyacılar, Türk’e, “terk”e bağlı bir anlam vermişlerdir. Kaynaklar Yecüc-Mecüc seddinin ötesinde terk edilmiş bir kavim olduklarından dolayı, o insanlara terk yani terk edilmiş olan anlamında Türk demişlerdir. Gerdizî’ye göre de Türk diyarı “insandan hali, yani terk edilmiş olduğundan” bu ad verilmiştir. Yine o: “Mamurluktan uzak olduğu için Türkistan ülkesine Türk adı verildi” demektedir.
Türklerin Arap alfabesini kullanmaya başladıkları zamandan, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar Arap alfabesinde esas olarak t. r. k “Terk” şeklinde okunacak biçimde yazılmıştır. 19. yüzyıl sonlarında bir kısım Türkler, bunu “terk”den ayırmak ve açık olarak “ü” okutmak üzere bir vav harfi eklemek istemişlerdir (T. u. r. k). Ancak Türk’ün, yüzyıllardır sürüp gelenin aksine böyle yeni bir imlâ ile yazılışı önceleri hayli yadırganmış ve “Türk”ü yeni Arap alfabeli imlâsı ile yazanlar “Vavlı Türk” diye küçümsenmiştir.
Türk adı hakkında değerli bilgiler veren Kaşgarlı Mahmud, 11. yüzyıl sonlarında kaleme aldığı Divan-ü Lügat-it Türk adlı ünlü eserinin Türk maddesinde Türk’ü şu şekilde açıklamaktadır: “Türk, Nuh’un oğlunun adıdır. Bu Tanrı’nın, Nuh’un oğlu Türk’ün oğullarına verdiği bir addır… Türk sözü Nuh’un oğlunun adı olduğundan bir tek kişiyi bildirir: Oğullarının adı olduğunda ‘beşer’ kelimesi gibi çokluk ve yığını bildirir. Nitekim Rum kelimesi İshak oğlu Iysu’nun oğlu Rum’un adıdır; oğulları da bu adla anılmıştır. Türk kelimesi de böyledir.” Yine o, Türk’ü o dönemde Tanrı’nın doğrudan kendi kavmine verdiği bir isim olarak söyleyerek “olgunluk, olgunluk çağı, kemal” manalarına geldiğini belirtmiştir.
Türk kelimesi, ilk zamanlardakine yakın bir anlamını Çağataycada da korumuştur. Babür’ün devrinde Türk “mert, yiğit, kahraman ve cesur asker” anlamlarda kullanılmıştır. “Türk ve merdane ve kılıçlık yiğit idi”. “Ahmet Bek, “Türk kişi, veli merdane ve devlet-hak idi” demektedir. R. Rahmeti Arat, Babürname’yi sadeleştirirken buradaki “Türk” kelimesine “kaba” mânâsını vermiştir.
11. yüzyılda Selçuklu Devletinin kuruluşundan sonra İran etkisiyle bazı bölgelerde Türk’ün anlamı biraz değişmiştir. Bu yüzyıldan itibaren Türkiye Selçuklularında “saf, sade-dil ve bahadır”, hatta “kaba” anlamı belirmeye başlamıştır. Çünkü Türk, bir yönüyle “şehirlerde oturmayan kimseler” gibi bir anlam kazanmaya başlamıştır. Şehirlere yerleşenler ise, artık o şehrin kimliği ile anılır olmuşlar ve “Türk ve şehrî” olmak üzere iki ayrı zümre gibi gösterilmeye çalışılmışlardır.
Ve 20. yüzyıl boyunca Türk adını inceleyen ilim adamları Türk kelimesine çeşitli anlamlar yükleyen fikirler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bu anlamlardan bazıları şu şekildedir:
19. yüzyılda Ahmed Vefik Paşa’nın yazdığı Lehçe-i Osmanî adlı eserde Türk, “sahra-nişin olup Şehristan’a dâhil olmayanlara Türk ve Oğuz ismi kalarak Türk tabiri kaba, köylü, Oğuz sade, safdil, manasına sarf olunmuştur” şeklinde geçmektedir. Görüldüğü üzere Batı Türklüğü’nde, Oğuz ile Türk anlam bakımından birbirleriyle karışmıştır.
Türk, “törü-mek: türe-mek” köküne bağlanmaktadır. Nasıl “yürü-mek” mastarından “yörük” veya “yürük” varsa, “türe-mek”ten de, “türemiş, var olmuş, yaratılmış” anlamında “Törük” kelimesi ortaya çıkmış olabilir. Zaten “Türk” adının yaygın bir şekli de “Törük-Türük”, biçimindeki “var olmuş, ortaya çıkmış, bir şekil kazanmış” anlamıdır. Hatta Türk’ün bu anlamı, Kaşgarlı Mahmud’un söyledikleri ile de desteklenmektedir.
Türk’ün belirli bir kökten çıktıktan sonra, anlam bakımından gelişmiş olabileceği de ileri sürülmektedir. Buna göre Türk, öncelikle “var olmuş, türemiş” anlamında olup, daha sonraki bir dönemde “güçlü, kuvvetli” anlamlarını kazanmıştır. Gerçi G. Clauson gibi, Türk’ün “sert, güçlü, kuvvetli” mânasının G. Nemeth’in ileri sürdüğü kadar etkili olmadığını söyleyen ilim adamları da vardır. Fakat 11. yüzyıla doğru bu anlam da yumuşayarak, “gelişmiş, kemâle ermiş, olgunlaşmış” şekillerini almıştır.
Türk kelimesinin anlamı olarak, “nizamlı, düzenli ve töreli” demek olduğunu ileri sürenler de vardır.
İbrahim Kafesoğlu, bütün bu bilgileri şu şekilde özetlemektedir: “Türk kelimesi ilk ortaya çıktığında “var olmuş, yaratılmış, şekil kazanmış” yani “varlık ve insan” manasını taşımıştır. Uygur metinlerinde ise Türk “güçlü, kuvvetli” anlamını kazanmıştır. Daha sonra da Kaşgarlı Mahmud devrinde artık “olgunluk” anlamını yüklenmiştir. “Türk” XI. yüzyılda artık “kemâle ermiş ve olgun anlamını taşımıştır”.
Türk adı, Türkçenin eski kültür kelimelerinden birisi olarak milattan önceki bin yıl sonlarında oluşmaya başlamış, milat yıllarında kesin olarak bir grup insanı, bir halk topluluğunu karşılayan, içine alan bir özellik kazanmıştır. Böylesine bir anlam özdeşliği sebebiyle, benzer ve ortak özellikler içeren, fakat kendilerine ayrı alt isimler de verilen topluluklar için de birleştirici bir ad olmuştur.
Türk Kelimesinden Türk Milletine
Türk, günümüzde aynı dili konuşan, ortak bir geçmiş yaşayan ve böylece belirli özellikler kazanan insanlara verilen ortak addır. Türk kelimesi hemen her devirde daha altta ortak isimler alabilen küçük kitlelerin üzerinde birleştirici büyük bir kimlik de kazanmıştır. Zira günümüzde sadece Türkiye’de değil dünyanın daha birçok bölgesinde bu dilin ayrı lehçelerini konuşan ve aynı kültüre sahip olan insanlar vardır. Türk, böylece Türkmen, Tatar, Kırgız, Kazak, Uygur ve benzeri isimlerin üzerinde birleştirici üst kimlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türk; tarihi kaynakların yeteri kadar bilgi vermediği ilk dönemlerde doğrudan bir devletin adı olmamışsa da, ırki olarak aynı ortak özellikleri taşıyan insanların Hsiung-nu (Hun) devletinde bir araya gelerek milletleşme sürecine girdiklerini göstermektedir. Nitekim milattan sonraki yüzyıllarda Türk adı, devletin esas kitlesini teşkil eden boyun adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk, siyasi birlik olarak değil de kültürel bir birliğin adı olarak sonradan yükleneceği büyük birleştirici özelliğini de miladi yıllardan itibaren kazanmıştır.
Türk adı devlet kurucusu boyun ismi yani birleşmiş bir kitlenin ismi olarak ilk kez Kök-Türkler devrinde ortaya çıkmıştır. Kök-Türk Devleti’nin batı sınırlarındaki İslâm kaynakları Türklerle ilgili daha geniş ve kesin bilgiler vermektedirler. Dolayısıyla Türk daha İslâm halifeleri döneminde yaygın bir anlam kazanmıştır. Bu devirde Türk bir hayli geniş şekilde anılmakta ve Doğu Avrupa’daki Türk boyları da Türk’ün yakın akrabaları olarak kabul edilmektedirler. Türk adı etrafındaki birliktelikte, özellikle dil etkili olmuş, hem aynı dili konuşan hem de ortak özellikler içerenlerin ortak adı olmuştur.
Türk adının kesin bir anlam kazandığını ifade eden kaynakların ortaya çıktığı 10. yy’da Karahanlı Devleti’nin adı doğrudan Türk ismini taşımasa da bu devletin bir Türk devleti olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Yine Türk adını Batı’ya taşıyan Selçuklu sülalesinin kurduğu devletin adı Selçuklu Devleti olmasına rağmen komşuları onları hep Türk genel adı ile anmışlardır ki bu durum sonraki dönemlerde de devam etmiştir.
Türk adı 11. yüzyıl sonlarında Batı Asya’ya taşınmış, Türklerin oturduğu yer demek olarak “Turkia” adı kısa bir süre sonra şimdiki Türkiye toprakları için Avrupalılar tarafından kullanılmaya başlanmıştır.
Türklerin bir kısmı Türkistan topraklarından çeşitli sebeplerle göç etmek zorunda kalmışlarsa da büyük bir kısım bu topraklarda kalmış ve bunlar siyasi gelişmelerin getirdiği ayrışma neticesinde kendilerine farklı adlar vermiş veya almışlardır. Oğuz, Kazak, Özbek, Kırgız, Türkmen, Tatar, Karluk, Uygur, Başkurt, Saka, vb… Bu isimler vaktiyle kendilerine hâkim olan başka büyük siyasi güçlerin uygun buldukları adlardır. Ancak hepsinin konuştuğu dilin aynı olduğunu dil âlimleri kesin olarak tespit etmişlerdir. Bunların tamamına Türk denmese de Türkçe (özellikle Ruslar Türk-dili) konuşan halklar denmiştir. Çünkü insanların ne zaman Türk olduklarını belirlemek bir hayli zordur. Bu zaman muhtemelen çağdaş bilimin ulaşamadığı çok eski zamanlardır. Tanrı Dağlarından Tuna Nehrine kadar geniş bir sahada yaşayan insanlar uzun yıllar bir arada oturmuşlar ve kaynaşmışlardır. Binlerce yıl süren bu ortak ve geniş sahada yaşama özellikle konuşulan dildeki sözcüklerde ortaklıkların oluşmasına sebep olmuştur. Böylece başlıca at, ot, et, it, ok gibi kelimelerden oluşan dille anlaşanlara Türk denilmiştir.
Türkler Müslüman olduktan sonra Türklük ve İslâmiyet kavramları birbirleri ile öylesine bütünleşmiştir ki batı’da bu iki kelime eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mesela İslâm ülkelerinin neresinde olursa olsun İslâm dinine giren bir yabancıya “Türk olmuş, Türkman-Türkmen olmuş” denilmiştir. Türkler kurdukları her devlette bu bütünlüğü korumuşlardır. Günümüzde bile Türk ve Müslüman olmak birbiri ile iç içe girmiş ve birbirinden ayrılamaz iki kavram olarak görülmektedir.
Türk-Turan Benzeşmesi
Kaynaklarda Türk’ün yanında “Turan” kelimesi de “Ural-Altay kavimleri” manasında kullanılmıştır. J. Marquart bu kelimenin artık kullanılmadığını ifade etse de, Zeki Velidi Togan bu kelimenin bilhassa İran’ın karşılığı olarak kullanılabileceğini öne sürmüştür. Ancak bu kelime elbette Türk kelimesinin karşılığı olarak kullanılamaz. Çünkü “Türk” kelimesi sadece Türk lehçelerini konuşan boyların ortak adı olmalıdır. “Turan” ve “Türk” kelimeleri arasında bir ortaklık düşünecek olursak bu kelimelerin her ikisinin de kökünün “tur” dan geldiğidir. “Tur+an” ve “Tur+k” kelimelerinin ikisi de İran dilinde vardır. “Tur+k” kelimesi “güç, kuvvet” manasında kullanılmıştır. “Tur” kelimesinin “z” ile konuşulan şekli yani “tuz” kelimesi de İran destanlarında Türklerin atası olarak gösterilen “Tuz” ile aynı olabilir ve bu kelime “teşekkül ve intizam” manalarında kullanılmıştır.
Bazı ilim adamları “turan” kelimesinin önceden Aral Gölü etrafında yaşayan bir kavim olan “tur” lara ait olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat Turların İranlı bir kavim olduğu günümüzde ortaya çıkarılmıştır. Yine bazı âlimler de Türk kelimesinin Hintlilerde “Turuşka” diye anılan ve Türkistan civarında yaşayan bir kavme ait olduğunu söylemişlerdir. Ancak Togan, Herodot’ta geçen “Yurkae” ile Plinius Secundus ve Pomponius Mela’da geçen “Turkae” isminin Yayık ve İtil taraflarında yaşayan bir kavme ait olduğunu ileri sürmüştür.
“Türkiye” adı ise coğrafi ad olarak ilk defa Bizans kaynaklarında karşımıza çıkmaktadır. 6. Yüzyılda “Türkiye” tabirinin “Türkistan-Türkeli” için kullanıldığını Menandros’tan öğreniyoruz. İtil’den Orta Avrupa’ya kadar olan bölgeye bu ad verilmiştir. 13. Yüzyılda Mısır ve Suriye’ye “Türkiye” denilirken, Anadolu için 12. yüzyıldan itibaren “Türkiye” tabiri kullanılmaya başlanmıştır.
Türklerin İlk Anayurdu
Tarihteki ilk Türk topluluklarının göçlerden önce yaşadıkları sahaların neresi olduğu konusu daima tartışılmıştır. Günümüzde dahi etkinliğini koruyan mesele, Türk’ün Ana/Ata yurdunun neresi olduğu sorusudur. Türk’ün en eski zamanlardan beri yeryüzünde, dünya üzerinde oturduğu yer neresidir? Bu mesele, Türk kavramı gibi, günümüze kadar insanların zihnini meşgul eden ayrı ve önemli bir problem olmuştur.
Hunlar, Kök-Türkler, Uygurlar, Kırgızlar, Sabarlar, Avarlar, Hazarlar, Bulgarlar, Oğuzlar, Peçenekler, Kuman/Kıpçaklar, Selçuklular ve diğer Türk boylarının kurdukları güçlü devletler her zaman dikkatleri çekmiştir. Fakat burada vurgulamak gerekir ki, her toplum, her kültür veya her devlette olduğu gibi Türkler de beraber yaşadıkları kavimler veya komşuluk ettikleri devletlerden etkilenmişler, tecrübelerinden istifade yoluna gitmişlerdir. Devlet içinde aslî unsur olarak yer alan Türkler, kurulan her devletin teşkilatlanması, yaşaması ve devlet özelliğini kaybetmemesi için var güçleri ile mücadele etmişlerdir. Türklerin batıda da çok etkili ve güçlü devletler kurmaları, Batılıların zihin dünyasında birtakım karışıklıklar meydana getirmiştir. Onlara göre henüz medeni olmayan, ilkel hayat şatlarının hüküm sürdüğü Asya kıtasından göç eden böyle bir kavim nasıl olur da dünyanın en medeni topraklarında, daha medeni, daha üstün vasıflara sahip, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, engin hoşgörüsü ile diğer toplumların yaşamak için can attıkları devletler kurabilirler. Tabi Batının karmakarışık ve objektiflikten yoksun zihin dünyasındaki bu karanlık dehlizler, onun doğru düşünmesine, tarafsız değerlendirmeler yapabilmesine imkân vermemektedir. İşte bu mülâhazadan hareketle Türk tarihi âdeta göçlerin bir tarihi gibi kabul edilmek istenir. Türkler, durmaksızın hareket eden, yer değiştirenler gibi kabul edilince de Türk’deki bir asıl- ana yurdundan söz etmenin güç olduğu vurgulanır. Kısmen doğru gibi görünse de Türklerin anavatanı yoktur demek, ilmi gerçeklerle bağdaşmaz. Her toplumun var olduğu, hayat bulduğu çevresel faktörlerin etkisinde kalarak bir yaşam biçimi oluşturduğu bir coğrafî mekânın olmaması düşünülemez. Pek çok farklı kıtada devlet kurmuş olmak, bir takım mücbir nedenlerden dolayı göç etmek, dünyanın dört bir tarafına yayılmış olmak anavatanın olmadığı anlamına gelmez. Sürekli yaşadığı coğrafyalar olduğu gibi, zaman zaman yaşadığı, bir müddet sonra da göç ettiği veya o bölgenin baskın dil ve kültürleri arasında kaybolup gittiği bir vakadır. Örnek olarak Altaylar, Hakasya ve Tuva Cumhuriyetleri, Moğolistan, Türkistan, Kırgızistan gibi pek çok saha Türklerin sürekli yaşadıkları sahalar olarak gösterilebilir. Unutulmamalıdır ki, göç hareketine Türk boylarının tamamı değil genelde bir kısmı katılmıştır. Kalanlar anavatanlarında yaşamaya devam etmişlerdir. Yine Oğuzların büyük bir kısmı, Türkmenler ve Yörüklerle beraber Türk boylarının bazıları göç ettikleri Baktria, Cungarya, Sogdiyana, Maveraünnehir bölgesinde yaşarlarken bir müddet sonra Anadolu’ya buradan da Osmanlı döneminde Balkanlar gibi farklı bölgelere göç etmiş veya ettirilmişlerdir. Görüldüğü gibi bir grup değişik dönemlerde 3-4 kez göçe maruz kalmıştır. Bazı yorumlarda Türklerin belli bir coğrafyanın insanı olarak görülemeyeceği tezleri de işlenir. Burada galiba Türkleri anayurdu olmayan nereden geldiği, nereye gittiği, amaçsızca ve şuursuzca göç eden bir millet gibi gösterme çabaları vardır. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Öncelikle Türklerin bir anayurdu olduğunu kabul etmek gerekir. Aksi durum eşyanın tabiatına, insanlığın var oluş ve gelişim tarihine aykırı bir tespit olur. Oysa Türklerin, bazı büyük hareketleri müstesna, gerek İç Asya gerekse Avrasya’daki hayatları, belirli bir yurdu gösterir. Sadece bu yurdun, tasavvur edilenden çok daha geniş olabileceğini belirtmek gerekir.
Bu açıklamalardan sonra ifade etmek gerekirse Türkler bir taraftan bir coğrafyanın, bir mekânın sahibi olmuşlar diğer taraftan da göç etmişlerdir. Bu durum Türkler hakkında yaygın olarak iki ayrı anlayışın oluşmasına yol açmıştır ki bunları kısaca şöyle açıklayabiliriz:
a. Bir yaygın görüşe göre Türkler, durmaksızın göç eden, hareketli ve yer değiştiren insanlardır. Türk, ȃdeta olağanüstü bir şekilde çoğaldığı bir yurttan, bir ata- ana yurdundan taşınıp durmaktadır. Hatta bunu gökten durmaksızın indirilen veya yer altından kaynayan ve sürekli beslenen bir unsur olarak da algılamak mümkündür. İç Asya’nın tarih boyunca böylesine etkili bir göç sonrasındaki hali hazır durumu bu görüşe göre oldukça şaşırtıcıdır. Türklerin yeni sahalara akışı, göçü ve yeni yerlere yerleşme hareketi, bu görüşe göre halen de devam etmektedir.
Bu görüşün dikkate değer bir gerekçesi de vardır. Buna göre Türk bugün büyük ölçüde yaşadığı yerlere hep sonradan gelmiş olup, buraların eski ve yerli halkı değildir. Bu sebeple de bunların, yani Türklerin geldikleri yere gönderilmesi gerektiği fikirini benimsemişlerdir. Nitekim Batılıların son yüzyılda Şark Politikası olarak idealize ettikleri projenin bir amacı da budur. Fakat bir kısım tarihçiler, yeni gelenlerin buranın eski sâkinleri ile kaynaşıp yeni milletler oluşturduklarını da belirtirler. Vaktiyle Sovyet devrinde etkili olan bu büyük görüş, yeni gelen Türkler ile o sahalarda eskiden beri oturan yerli unsurların karışması ile Kazak, Özbek, Türkmen, Azerbaycan Türklerinin oluştuğunu ileri sürer ki, elbette böyle bir görüşe katılmak mümkün değildir.
Böyle kabul edilse bile, Türk’ün yine de, dünya üzerinde ilk olarak ortaya çıktığı (destanlardan hareketle gökten indirildiği veya yerden durmaksızın kaynadığı) bir yeri olması gerekir. İşte burada, Türk’ün İç Asya veya Asya genelindeki geniş arazi üzerinde yine de öncelikle belirli bir sahada ve tarihin en eski zamanlarından beri oturmuş olması gerekmektedir. İşte bu yer neresidir sorusu, bizi Türk’ün ana-ata yurduna götürecektir.
b. Türk ne kadar göçebe veya hareketli sayılırsa sayılsın, yine de Asya içinde belirli bir mekânı; toprağı ve coğrafyayı esas olarak benimsemiştir. Yakın yıllarda D. Sinor, yayınladığı bir makalesinde, genellikle kabul edilen Türklerin göçleri nazariyesine karşı çıkmış, mesela Karadeniz kuzeyinde Türklerin milât yıllarından beri var olduklarını ortaya koymuştur.
Türklerin, belirli bir coğrafyada tarihî devirlerden eskiden beri oturmakta oldukları günümüzde ortaya çıkarılan arkeolojik bilgilerden de anlaşılmaktadır. Belirli coğrafyada yaşayanlar pekâlâ tarihî devirlerde de burada yaşayanların ataları olabilirler. Bu konuda mitolojik bilgiler de Türk’ün belirli bir coğrafyada, insanoğlunun bilebildiği en eski zamanlardan beri oturmakta olduğunu göstermektedir. Aşağıda ayrıca söz konusu edeceğimiz 13. yüzyıl başlarında kaleme alınan Mücmel’üt-Tevarih adlı eserde Türk’ün Asya içlerinde seçip oturmak üzere benimsediği yer, Issık Göl dolayları ile Altay Dağları olarak gösterilmiştir.
İlim adamları geçen yüzyıldan beri Türk’ün ana-ata yurdu konusunda fikirler ileri sürmüşlerdir. Türk’ün asıl yurdu konusunda şimdiki Moğolistan’dan, Baykal Gölü dolaylarından Yayık (Ural) Dağlarına ve hatta Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan çok geniş bir mıntıka içinde farklı bölgeler öncelikli olarak kabul edilmiştir.
Bu geniş sahanın ana-ata yurt olarak kabul edilmesi ilk bakışta imkânsız gibi görünmektedir. Ancak Türk ile bir başka unsurun At’ın, binlerce yıldan beri iç içe olduğunu unutmamak gerekir. Eski zamanlar dünyasında, insanın yürüyüşüne ve hareketine At’ın hizmet etmesi, bu mesafenin oldukça fazla artmasına sebep olmuştur. Böylece de ana- ata yurt meselesinde geniş bir coğrafyanın kabulü olağan sayılmalıdır. Ancak yine de diyebiliriz ki bundan 6. 000 yıl kadar önce, daha dar bir alanda mevcut olan Türk ana-yurdu, zamanla at’ın burada yaşayan Türklerin hayatına girmesi ile çok daha fazla genişlemiştir.
Batılı bilginlerin çoğu Türklerin anayurdu meselesini kendi ilgilendikleri ana bilim dalı bakımından ele aldıkları için bu konu ile ilgili çeşitli sonuçlara varmışlardır. Tarihçiler Çin kaynaklarına dayanarak Türklerin ilk anayurdunu Altay Dağları olarak kabul ederlerken sanat tarihçileri bunu Tanrı Dağları yani Kuzey Batı Asya sahası olarak; bazı kültür tarihçileri de İrtiş-Yayık veya Altay-Kırgız bozkırları arasını veya Baykal Gölü’nün güney batısını kabul etmişlerdir.
Bazı dil araştırıcıları da Altayların doğusunun veya Kingan silsilesi bölgesinin veya 90. boylamın doğusunun Türklerin anayurdu olması gerektiğini düşünmüşlerdir.
Tüm bunlara bakarak eski Türk yurdunun yani Türklerin anayurdunun coğrafi sınırlarını çizmek az çok mümkün olmaktadır. Ancak belirli ve dar bir bölgenin tespiti oldukça zordur. Bunun sebebi Türklerin daha ilk zamanlardan itibaren geniş bir coğrafyaya yayılmış olmaları ve kültürlerini en uzaklara bile yaymaları olsa gerektir.
Son dilbilim araştırmaları ise bu sahanın Yayık-Altay Dağları arasına alınmasını hatta Hazar Denizi’nin kuzey-doğu bozkırlarının Türklerin anayurdu sayılması ihtimalini güçlendirmiştir. Çünkü M.Ö. 2000’li yılların ortalarına ait dil yadigârlarının ortaya koyduğu bazı veriler Türklerin o tarihlerde hem kuzey-batıdaki eski Yayık bölgesinde yaşayan kavimlerle hem de güney-batıdaki Hind-Avrupa dillerini konuşan Arilerle temas edebilmelerini ancak bu coğrafyada yaşamaları ile mümkün olabileceğini göstermektedir.
Türkistan’da S.V. Ksilev ve S.S. Çernikov tarafından yapılan arkeolojik araştırmalar M.Ö. 2 binden daha önceki durumu yani Türklerin anayurdunu tespit ederken daha kesin sonuçlar vermiştir. Buna göre, Minusinsk bölgesindeki Afanasyevo Kültürü (M.Ö. 2500-1700) ile özellikle aynı bölgedeki Andronovo Kültürü (M.Ö. 1700-1200)’nün temsilcileri olanlar etraftaki dolikosefal mongolidlerden ve dolikosefal Akdeniz tiplerinden farklı bulunan “brakisefal savaşçı beyaz ırk” ı oluşturmuşlardır ki bunlar Türk soyunun proto-tipi idi ve Taş Devri’nin ilk çağlarından beri Altaylar-Sayan Dağlarının güney-batı bölgesinde yaşıyorlardı.
Altay kavimleri medeni sahalara zaman zaman saldıran barbar kavimler olarak nitelendirildikleri için onların menşei Türkistan’da medeniyet kurmayan bölgelerde aranmıştır. Öyle ki Aryani kavimlerin ilk yurdu olarak kabul edilen Batı ve Doğu Türkistan gibi sahalara Türkler asla yaklaştırılmamışlardır. Türklerin anayurdunu tespit ederken söylenen ve yazılan fikirler hakkında her zaman önceden bilgili olmakta fayda vardır. Tarihi ve dilbilimdeki vesikalara dayanarak ortaya atılan görüşlerin en önemlisi Altay Bölgesi’nin anayurt oluşudur. Bu nedenle Türk, Moğol, Mançu gruplarına Altay ismi verilmiştir. Bu fikri ilk kez Wiedemann, Fin bilgini A. Castern, ve Alman mongolisti Schott ileri sürmüşlerdir. Macar H. Vambery ve Rus bilgini N. Aristov bu fikri ispatlamak için çalışmalar yapmışlardır. Avusturyalı W. Tomaschek Türklerin anayurdunu Baykal Gölü’nün doğusunda aramış İngiliz bilgini E. Parker ile Finlandiyali Mongolist ve Türkolog G. J. Ramstedt ise bunu Uzak Doğuda Kingan Dağları çevresinde ve Mançurya’da aramak gerektiğini ileri sürmüştür.
Bunlara karşılık Macar Türkiyatçısı Gy. Nemeth Türklerin anayurdunun Asya’nın kuzeybatı kısımlarında Altay Dağları ile Yayık arasında ve Aral Gölü çevresinde aranması gerektiğini dilbilim delillerine dayanarak ileri sürmüştür. Yine bir Macar bilgini olan G. Almasy destanlara ve Aryani kavimlerin ilk vatanı hakkındaki verilere dayanarak Türk anayurdunun Tanrı Dağları bölgesinde olduğunu iddia etmiştir. Bu fikir Fransız De Guignes, Zeki Velidi Togan, Necip Üçok ve W. Koppers tarafından kabul görmüştür. Yani onlara göre Türklerin anayurdu G. Almasy’nin öne sürdüğü Tanrı Dağları’nın kuzey ve batı yamaçları ile Aral Gölü çevresidir.
Başka bir açıdan baktığımızda dünyanın en büyük kıtası olan Asya, Kuzey Asya, Doğu Asya, Güney Asya, Ön Asya ve Türkistan (Orta Asya) olmak üzere beş kısma ayrılmıştır. Türklerin ilk anayurdlarının Türkistan’da bulunduğu ve buradan dünyanın öteki yerlerine yayılmış oldukları bilinmektedir. Türkistan güneyde Himalaya Dağları, kuzeyde Sibirya, doğuda büyük Kingan Dağları ve batıda Hazar Denizi ile çevrelenen büyük bir ülkedir. Bu geniş ülkenin tamamı olmasa bile belirli bir bölümü Türklere anayurtluk yapmıştır. Fakat araştırmaların yetersizliği yüzünden uzun bir süre bu bölgenin tam neresi olduğu tespit edilememiştir. Son zamanlarda ele geçen eski çağlara ait buluntuların değerlendirilmesi sayesinde Türklerin anayurdunun Altay ve Sayan Dağları çevresi ile bu dağların kuzey batı bölgeleri olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat diller üzerinden yapılan karşılaştırmalı araştırmalarda Türklerin anayurdunun bu bölgelerle sınırlı kalmadığı, Türklerin buradan doğuya, batıya ve güneye doğru gittikçe yayıldıkları anlaşılmıştır. Mesela 2000 yılların ortalarından itibaren Türkler Altaylardan Yayık (Ural) Dağlarına kadar olan geniş bozkır sahalarını tamamen kaplamışlardır.
Anayurdun Çevre ve İklim Şartları
Türklerin anayurdunun kuzey kısmı iğne yapraklı ağaçlardan oluşan Tayga ormanları ile kaplıdır. Tayga ormanlarını bozkır kuşağı takip eder. Bu bozkır kuşağı Altay ve Sayan dağları ile ortadan ayrılmış durumdadır. Bu şeridin güneyinde uzanan kumlu bozkırlar ise yer yer çöllerle son bulur.
Bozkırlarda tayga ormanlarının yerini ilkbaharda süratle yeşeren ve çiçeklenen fakat kısa sürede kuruyan otlar alır; ağaçlar ise küçülür ve seyrekleşir. Beslenen tipik hayvan ise koyundur.
Anayurtta sert bir kara iklimi hâkimdir. Kışlar dondurucu ve fırtınalı; yazlar ise kavurucu sıcaklarla kurak geçer.
Anayurdun gerek çevre gerekse iklim şartları tarıma yeteri kadar imkân tanımaz. Başlıca geçim kaynağı hayvan ve hayvan ürünleridir. Fakat kışın sık sık görülen kar fırtınaları hem insanlar hem de hayvanlar için felaketler getirir ve hayatı son derece güçleştirir.
Türklerin üzerinde yaşadıkları coğrafya genellikle çok fazla zıtlıklar içermeyen bölgelerdir. Ummiyetle otlak özelliği olan düzlüklerle dağların yan yana bulunduğu yerlerdir. Özelikle dağların ovalara indiği bir bakıma düzlükte kaybolduğu sırtları tercih etmişlerdir. Buralara Kaşgarlı Mahmud’un eserinde de belirttiği gibi “senir” denilmektedir. Bu yerler hem sıcak zamanda gidilen yaylaya hem de kışın geçirildiği kışlağa yakın olduğu için tercih edilmişlerdir.
Su kenarları Türklerin özellikle tercih ettikleri yerlerdir. İklim özelliği olarak en çok dikkati çeken şey ise sıcaklıktır. Ayrıca zorlu tabiat şartlarındaki insanların doğadaki bitki ve hayvanları kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanıma sokması da dikkatleri çekmektedir. Hem bitkiler hem de hayvanların ehlileştirilmesi ile insanlar hem gıda hem de güç kazanmışlardır. Türkler bu yolla gıda maddelerine unu eklemişlerdir. Hayvanlar arasındaki ehlileştirmeye de at ile başlamışlardır. At Türklerin en eski zamanlardan beri yararlandıkları bir hayvandır. Diyebiliriz ki Türklerin yurt olarak tercih ettikleri yerleri seçmelerindeki en önemli etkenlerden biri ekonomik şartlar ile zorunluluklardır.
Türkler yaşadıkları yerleri kendilerine benzetmekte orayı kendilerine ait saymaktadırlar. Bu yeri seçmede pek çok unsur rol oynasa da temel teşkil eden bazı özellikler vardır.
Geçim kaynaklarının elverişli olması
İklimin güzel olması
Ailesinin ya da atalarının orada daha önce yaşamış olması
Türkler yaşayacakları yeri tespit ettikten sonra kendilerini oraya adamışlardır. Bunu verdikleri isimlerden kolaylıkla anlayabiliriz.
Türklerin yaşama yeri tercihlerinde ilk ve temel husus o yerin ekonomik hayatı sürdürmek için elverişli olması idi. Bunun için de öncelikle sağlam iklim özelliklerine ihtiyaç vardır. İklimin sağlam olup olmadığını anlamak için Türkler çeşitli yöntemler denemişlerdir. Yerleşilebilecek yörelerdeki ağaçlara ciğer ya da et asmış ve bırakmışlardır. Bir ay kadar sonra tekrar gelindiğinde koydukları ciğer ve etler bozulmamışsa oraya evlerini kurmuşlardır. Çünkü bu orada uygun hava akımının var olduğunu gösteriyordu. Mesela Timur, bunu Semerkant’ta denemiş ve etin uzun sürede kokması üzerine havası sağlam diye burayı başkent yapmıştır.
Türk Tarihinin Başlangıcı Meselesi ve Türk Kültürünün Oluşumu
Türk tarihinin ne zaman başladığı hakkında çeşitli yorumlar vardır. Bazı araştırıcılar kazı buluntularına dayanarak, bazıları Türklerin yaşadıkları geniş coğrafi bölgedeki kültürlere bakarak, bazıları Türk dilini araştırarak, bazıları da İslâm kaynaklarına ve mitolojilere dayandırarak, hemen hemen tarihin başlangıcından itibaren Türklerin yaşadığını iddia etmişlerdir. Bu yorumlar ne yazık ki sadece teorilerden ibarettir. O nedenle Türklerin ne zamandan beri tarih sahnesinde oldukları belgelerle henüz kesin olarak kanıtlanamamaktadır.
Bu konuda eski Türk boylarının kendilerine ait kaynakları olmadığı için maalesef diğer kaynaklara başvurmak zorundayız. Türklerin ortaya çıktıkları dönem olarak düşünülen dönemin en önemli kaynağı olan Yunan kaynaklarında Türklerle ilgi bilgilere rastlayamamaktayız. Yine bir diğer kaynağımız olan Çin kaynaklarında da boylar ve kavimler birbirinin içine girmiş ve karışmışlardır.
Bu yüzden boyların bilhassa yer ve isim değişikliklerini tespit etmek bir hayli zorlaşmaktadır. Bu dönemlere ait Çinlilerin de siyasi tarihlerini ve hareketliliklerini takip etmek zordur. Kendi kaynaklarındaki bu karışıklıklar, yazılı kaynakların azlığındandır. Bilindiği gibi, net olarak Çin yazısının dahi ortaya çıkmadığı bu dönemdeki bilgiler, bambular, kaplumbağa kabukları, tunçtan yapılmış basit aletler üzerine yazılmıştır. Tunçtan yapılmış olan nesnelerin üzerine yazılan yazıların silinmesi mümkün olmadığından en sağlıklı olanları bunlardır. Sayıları az olduğundan yeterli bilgileri bize verememektedirler.
1304-1316 yılları arasında İlhanlı Hanı olan Olcaytu Han’a sunulan Reşidüddin Fazlullah tarafından yazılan Cami’u’t-tevarih adlı eser, Türk kavramı açısından çok dikkate değer bir girişle başlamaktadır. Bazı peşin hükümler sebebiyle olsa gerek, bir kısım Türk tarihçileri tarafından ciddîye alınmayan bu girişte, kitabın düzenleyicisi Reşidu’d-din Fazlullah (1248-1318) özetle Türk tarihi hakkında şunları söylemektedir:
“Mağrib diyarından Hind Denizi nihayetine kadar yaşayanlar Türklerdir; ‘Deşt-i Kıpçak, Rus, Çerkez, Başgırd, Talas, Sayram, İbir, Sibir, Bular, Ankara Nehri, Türkistan ve Uyguristan diyarları,
Naymanların kaldığı Erdiş (İrtiş) Gölü, İrtiş, Karakurum, Altay Dağları, Organ/Orhun nehri, Kırgız diyarları, Kem-kenciyut, Moğolistan diye bilinen birçok kışlak ve yaylak yerleri ki Kireyitlerin diyarı, Onon, Keluren, Köke-navur, Boyır-navur, Karkab, Köyen, Ergenekon, Kalır, Selenge, Töküm, Kalalçın-alt, Çin seddine bitişik olan Ötügün’de hep onların (Türklerin) kabile ve boyları otururlar. Bugün de bütün ‘Çin, Hind, Keşmir, İran-zemîn, Rum, Şam ve Mısır’a kuvvet ve şevketle hükmederler; Dünyanın meskûn olan kısımları onların idarelerindedir”.
Burada anlatılan Türklerin en başında bugün Türkmen denilen Oğuzlar vardır; ayrıca Kıpçak, Kalaç, Kanklı, Karluk ve diğerleri de onlara mensupturlar. Bütün bunların lehçeleri birbirine yakındır.
Fakat bütün bu Türk boylarının yaşadıkları yerlerin şartlarından dolayı aralarında farklılıklar görülebilmektedir.
Reşidud- in şöyle devam eder: “Sahralarda oturan Türk boylarının isimleri, Nuh Peygamber’in oğlu olan Abulca Han’ın oğlu Dib Yaquy Han’ın dört oğlundan gelmektedir. Nuh Peygamber ona (Abulca Han) kuzey, kuzey-doğu ve kuzeybatı taraflarını verip göndermişti. Dib Bakuy’un oğulları Karahan, Orhan, Gürhan ve Küz-han idi. Karahan’ın oğlu ise Oğuz’dur.
Oğuz’a bazı kardeş ve amca çocukları dost olmuşlardı; Oğuz’un altı oğlu ve herbirinden dörder torunu oldu. Sağ koldaki oğulları Kün, Ay ve Yulduz Han sol koldakiler ise Kök, Tak ve Dingiz Han’dır. Oğuz’a uyan ve dost olan biraderzâde ve amca çocukları da Uygur, Kanklı, Kıbçak, Karluk, Kalaç ve Ağaçerilerdir.
Oğuz’a dost olmayan amcaları Orhan, Küz-han ve Kür-han, kardeş ve oğulları ile ilgili ayrıntılar bilinmiyor. Bunlar bugün Moğol diye anılacaklar ise de ilk ve asıl isimleri Moğol değildir. İlk kısım Celayir, Sunit, Tatar, Merkit, Kürlevüt, Tolas, Tumat, Bulgacin, Kermucin, Urasüit, Tamgalık, Targut, Uyrat, Bergut, Korı, Telengüt, Köstemi, Uryanka, Korıkan ve en sonda Sakayitler vardır. Bir de Taciklerin Moğol dedikleri Kireyit, Nayman, Öngüt, Tenkqut, Bekrin ve Kırkızlar sayılabilir”.
Reşidu’d-din, Oğuz Han’ın torunları sayılan boyları belirterek doğrudan tarihî döneme girmektedir.
14. yüzyıl başlarında kaleme alınan bu eserin girişinde, Türklerin tarihi bu şekilde belirtilmektedir. Burada dikkati çeken, Türklerin doğrudan, dönemin telakkilerine uygun olarak Nuh Peygamber’in oğlundan getirilmiş olmasıdır. O sırada İlhanlı ülkesinde etkili durumda olan Oğuzlardan dolayı bu şekilde bir giriş yapılmış olmalıdır.
Türk kültürünün Türklerin ortaya çıkmasından itibaren şekillenmeye başladığını söyleyebiliriz. Çünkü her millet ortaya çıktıktan ve birliğini sağladıktan sonra kültürünü üretmeye başlar. Türklerin ortaya çıkışları da aslî özellikleri de M.Ö. bin yıllarında şekillenmiş olmalıdır. Milattan önceki bin yıllarında Türkçe belirli bir zümrenin, halkın, insan kümesinin konuşma dili olmuştur. Bu halkın yaşadığı, ehlileştirdiği at ile mesafeleri aştığı geniş coğrafya içinde bazı alt isimler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Kırgız, Uygur, Oğuz ve Türk gibi. Bu isimler yanında, hemen aynı zamanlarda bir insandan çıkış esaslı adlandırmalar da görülür: Karluk, Kalaç, Kanglı gibi. Türk, bütün bu insanların ortak ismi olarak hiçbir yerde veya kaynakta görünmeyebilir. Fakat bütün bu sayılan insanların dil ve kültür bakımından ortak özellikler içerdiği kesindir. Çin kaynaklarına göre kültür olarak da en açık seçik belirginlik, kağanların bir şekilde kurt ile bağlantılarının olmasıdır. Bu kesinleşen ortak özellikleri yaygın şekilde yaşayanlar, ata tam olarak hâkim ve demiri de etkili kullandıklarından dolayı, çevrelerinde hep daha üstün bir güç olmuşlardır.
M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren, Avrupa ve Batı Asya yazılı kaynaklarının “Skit/İskit” dediği büyük devleti sonradan kendilerine Türk denilecek olan insanların idare ettiği düşünülmektedir. Grek-Roma kaynaklarında “İskt” adı ile geçen bu devlete İran kaynaklarında Saka adı ile rastlamaktayız. İran millî destanında Afrasiyab ile çetin mücadeleler anlatılmaktadır. Afrasiyab ise doğrudan Alp Er Tunga adında bir Türk millî kahramanıdır. Böylece destanlar gerçek tarihi bilgiler ile birebir örtüşmekte ve Türkler artık tarih sahnesine çıkmaktadırlar.
Türk tarihinin doğu bölgesi Çin kaynaklarının sayesinde çok iyi bilinmektedir. Hsiung-nular, Çinliler tarafından da VI. yüzyılda doğrudan Türk adıyla devlet kuranların ataları olarak tanımlanmaktadırlar.
Sonuç olarak M.Ö. 500’lerden itibâren Türkler Türk adı ile anılmaya başlamışlar ve doğrudan kendilerine mahsus özellikleri ile insanlık tarihinde büyük bir yer edeceklerinin sinyallerini vermişlerdir. Ancak ek olarak belirtmemiz gerekir ki Türk tarihinin başlangıcı olarak verdiğimiz tarih tahminidir. Bazı ilim adamlarına göre Türk tarihi 5.000 bazılarına göre ise 3.000 yıllık bir derinliğe ve geçmişe sahiptir. Bazı araştırmacılar bugünkü Kazakistan’ın başkenti Alma-Atı’nın doğusunda, Esik (veya Issık) çayı kıyılarındaki bir kurganda, M.Ö. 5.-4. Yüzyıllara ait bir mezarda, Kök-Türkçe ile yazılmış bir yazı bulunduğunu söylemektedirler. Bununla birlikte Türk tarihinin çok daha eski devirlerde başlamış olabileceği imkânı doğmuştur. Bu da Esik devresine ve Avrasya’da ilk yerleşik kültürlerin bitip, atlı Bozkır kültürünün başladığı devir sayılan M.Ö. 9.-8. yüzyıllara kadar geri gitmeyi gerektirmektedir.
Yaşayış tarzları aynı olan atlı-göçebe boyların kültür bakımından birçok benzer özellikleri vardır. Taşıması kolay olan eşyalar üretilmiştir. Kürkten, deriden, keçeden, yünden örtüler ve kıyafetler; ata binmeye yarayan, çakşır, çizme, mintan, kaftan, börk gibi elbiseler ve onların tezyinatı; kemer ve at koşumu tokaları, insanların ve çadırların üzerinde taşındığı kağnılar; çadır takımları ve silahlar gibi. Bozkır insanları silahlar arasında özellikle ok ve yay kullanmada ustaydılar. Çinlilerin “Mao-tun” dediği ve adının Bagatur olduğu anlaşılan Hun hükümdarının, M.Ö. 177’de “Yay çeken milletlerin hepsini birleştirdim” sözü buna örnek olarak gösterilebilir. Bütün Avrasyanın konar-göçerleri, Çin kaynaklarında “k’ing-lo” olarak geçen kılıç ve kamaları kullanıyorlardı.
Bu bozkırlı boyların ortaya koydukları ilk sanat eserlerine baktığımızda hayatlarını savaş ve avcılıkla sağladıkları için bu konulardaki sahneleri, destansı bir şekilde tasvir ediyorlardı. Çoban ve avcı oldukları için hayvanları yakından tanıyor ve onları çok güzel bir şekilde resmedebiliyorlardı. Mücadeleleri anlatırken gerçekçi olmakla beraber doğaya çok bağlı kalamıyorlardı. Çünkü heyecanlı olayları anlatırken, doğa dışında olağanüstü ifadelerle anlatıyorlardı. Bunu sanat eserlerinde ve Dede Korkut’ta anlatılan sahnelerin tasvirlerinde sıkça görmekteyiz. M.Ö. yaşamış kahramanları, bunların kemer ve ayna gibi rütbelerinin göstergesi olduğu düşünülen işaretlerini, kahramanlık destanlarını, av sırasında vurulan hayvanın vuruluş anı ve kurban sahneleri ile karşılaşmaktayız. Bu hayvanlar genellikle at, geyik, dağ keçisi, boğa, kaplan, kurt, su kuşu, yırtıcı kuş gibi hayvanlardır. Bunların bozkırlı insanların dini inançlarına bağlı olarak bu şekilde olağanüstü tasvir edildikleri de düşünülmektedir.
Bu hayvanların resmedildiği motiflerin bu hayvanlara atfedilen özelliklerden dolayı basitleştirilerek bir simge olarak kullanıldıkları bilinmektedir. Meselâ, Kök-Türk Kağan sülâlesinin damgası olan dağ keçisi motifi M.Ö. 8 yüzyıllardaki tasvirlere kadar götürülebilir.
Bu Avrasya toplumlarının inanç ve kozmoloji bakımından, yerleşik topluluklarla kültür alışverişinde bulunduklarını göstermektedir. Bu alışverişler genellikle tasvir ve üslup ile ilgili konularda olmuştur. Meselâ, Çin’e yakın olanlar maden dökme sanatının inceliklerini öğrenmişlerdir.
Yakın Doğu sınırlarındaki Avrasya toplulukları ise, Elam, Asûr, Fars ve Yunan sanatlarının, doğaya yakın üslubunu kendilerine örnek almışlardır. Buralarda tüm şekiller alışılmışın dışında tamamen doğaya bağlı kalınarak resmediliyordu. Burada yaşayan konar-göçerler maden yontma ve kalıp çakma tekniklerinde de usta olan bu yerleşik insanlardan ilham almışlardır. Türkler doğudan batıya yaptıkları uzun mesafeli göçler ile Doğu ve Batı medeniyetlerinden haberdar olabilmişler ve böylece Doğu ile Batı medeniyetleri arasında bir köprü, bir aracılık görevi görmüşlerdir.
Alıntıdır.