10 Kasım 2022 Perşembe

Evrenin genişleme hızı

 Evrenin genişleme hızı evrenin şu anki yapısının oluşabilmesi açısından son derece kritik bir değere sahiptir. Eğer genişleme hızı çok az daha yavaş olsaydı, bütün evren, daha güneş sistemleri tam anlamıyla düzenlenemeden tekrar içine çökmüş olacaktı. Eğer evren biraz daha hızlı genişliyor olsaydı, madde ne galaksileri ne de yıldızları bir daha asla oluşturamayacak biçimde boşlukta dağılıp gidecekti. Her iki durum da canlılığın ve bizlerin var olamaması anlamına geliyordu.

Ancak bu ikisi de olmamış, evrenin genişleme hızının sahip olduğu son derece hassas değer sayesinde şimdiki evren ortaya çıkmıştır. Peki bu denge ne kadar hassastır? 

Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun hesaplar yapmış ve inanılmaz bir sonuca ulaşmıştır: Davies'e göre, Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (1/1018) bile farklı olsaydı, evren ortaya çıkamazdı. Milyar kere milyarda bir ifadesini rakamsal olarak şöyle yazabiliriz: "0,000000000000000001". Yani bu derece astronomik küçüklükte bir farklılık dahi evrenin var olamaması demekti. Davies bu sonucu şöyle yorumlar: 

Hesaplamalar evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar "iyi hesaplanmış" olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer patlama hızının belirli hale geldiği zamanda, bu hız gerçek hızından sadece 1/1018 kadar bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti. Dolayısıyla evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur. 

Evrenin başlangıcındaki bu muhteşem denge, ünlü Science dergisindeki bir makalede ise şöyle ifade edilir:

Eğer evrenin yoğunluğu bir parça daha fazla olsaydı, o zaman Einstein'ın genel görecelik kuramına göre evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki biz de olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, "yüzde birin bir kuvadrilyonu"ndan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır. 

Stephen Hawking de, her ne kadar evrenin kökenini rastlantılarla açıklamaya çalışsa da, 'Zamanın Kısa Tarihi' isimli kitabında evrenin genişleme hızındaki bu olağanüstü dengeyi şöyle kabul eder:

Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi. 

Big Bang için, "şişen evren modeli" (inflationary universe model) nin teorisyeni olan Alan Guth ise geçtiğimiz yıllarda evrenin genişlemesindeki ince ayarla ilgili çok daha akıl almaz bir sonuç hesaplamakta ve evrenin genişleme hızının 1055 te 1'lik bir hassasiyette ayarlanmış olduğunu belirtmektedir.



Gök cisimlerinin aralarındaki mesafeler


Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta küçüklükte bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir.

Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.

Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazidir. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!

Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir. Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.

Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!.. Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır. 

Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki bu devasa boşluklar Dünya'da canlı hayatının var olabilmesi için zorunludur. Gök cisimleri arasındaki mesafeler Dünya'daki yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir. Bu mesafeler gezegenlerin yörüngelerini hatta varlıklarını doğrudan etkiler. Bu mesafeler biraz daha az olsaydı, yıldızlar arası kütle çekim güçleri gezegenlerin yörüngelerini kararsız hale getirecekti. Bu kararsızlık ise gezegenlerde çok uç sıcaklık değişimlerine yol açacaktı. Eğer uzaklıklar biraz daha fazla olsaydı, süpernovalarla uzaya fırlatılan ağır elementlerin dağılımı çok seyrek olacak ve Dünya gibi dağlık gezegenler oluşamayacaktı. Yıldızlar arasındaki şu an var olan boşluklar bizimki gibi bir gezegen sisteminin var olabilmesi için en ideal mesafeye sahiptir. 

Ünlü biyokimya profesörü Michael Denton da, "Nature's Destiny" (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar: 

Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.

Prof. George Greenstein da bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:

Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır. 

Greenstein bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur. 


Alıntıdır.


Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/Kuzey Irak Türkleri ve Türkmeneli

Amasra / Bartın

 


Türk Tarihinin Sözlü Kaynakları: Destanlar

 Destanlar, tarihi olaylara ve şahıslara ait hikâyeleri genelde nazım tarzında anlatan rivayetlerdir. Destanlarda olağanüstü olaylar, tabiatüstü varlıklar yaratılarak abartılı bir şekilde anlatılsa da esas konusu tarihi hakikatlere dayandığı için tarihi kaynak olarak değerlendirilirler. Destanlar, bir milletin ortak mücadelesini, müşterek değerlerini, kurallar ve anlamlar bütünlüğü içinde yorumlandığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en gözde eserleri olarak kabul edilirler.


Alp Er Tunga Destanı


Alp Er Tunga, M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış kahraman bir Saka hükümdarıdır. Alp Er Tunga Türkistan’daki bütün Türk boylarını birleştirerek hâkimiyeti altına almış daha sonra Kafkasları aşarak Anadolu, Suriye ve Mısır’da hâkimiyet sürmüş ve Saka devletini kurmuştur. Alp Er Tunga’nın hayatı savaşlarla geçmiş ve sonunda uzun süre mücadele ettiği İranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev’in davetinde hile ile öldürülmüştür. Alp Er Tunga, Asur kaynaklarında Maduva, Heredot’ta Madyes, İran ve İslâm kaynaklarında Efrasyab adlarıyla anılmaktadır. Orhun Yazıtları’nde “Dokuz Oğuzlar” arasında “Er Tunga” adına yapılan “yuğ merasiminden söz edilmektedir. Turfan şehrinin batısında bulunan “Bezegelik: Bezeklik” mağarasının duvarında da Alp Er Tunga’nın kanlı resmi bulunmaktadır. “Divan-ü Lügat-it Türk” ün yazarı Kaşgarlı Mahmud”a ve “Kutadgu Bilig” yazarı Yusuf Has Hacip'e göre “Alp Er Tunga” İran destanı “şehname” deki büyük ve efsanevî Turan hükümdarı “Efrasiyab”dır.


Oğuz Kağan Destanı


Oğuz Kağan Destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapan Hun hükümdarı Mete’nin hayatı etrafında şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşmamıştır. Türk destanları içerisinde en önemli destan olma özelliğini taşımaktadır. Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı ve beş ayrı yazma nüshası vardır. Çağatayca, Farsça ve Uygurca yazmalardaki Oğuz Kağan Destanı; Oğuz boyları, Türk dili, edebiyatı, folkloru, tarihi ve kültürü hakkında bilgi vermektedir. Bu destan günümüz Türkçe’sine Reşit Rahmeti Arat tarafından aktarılarak, 1936'da yayınlanmıştır. 1970 yılında ise MEB’nın 1000 Temel Eser dizisine Muharrem Ergin’in açıklayıcı önsözü ile Uygurca metin de eklenerek tekrar yayınlanmıştır.


Bozkurt Destanı


Bu destan M.S. altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar hâkimiyet kurmuş Kök-Türk Devleti’nin dolayısı ile de Kök-Türklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Lin adını taşıyan bir devlet tarafından mağlup edilerek bütün soyu katledilen Kök-Türklerden geriye sadece on yaşında bir çocuk kalmıştır. Destanda dişi bir kurt’un bu çocuğu beslediği, koruduğu ve büyüttüğü akabinde de beraber olarak yeniden bir neslin meydana geldiği anlatılmaktadır.


Ergenekon Destanı


Bozkurt destanının devamı niteliğindedir. Destan, mağlup edilen Türk boyuna ait iki kadın ve iki erkeğin, etrafı dağlarla kaplı düz ve yeşil bir ovada yaşaması ile başlamakta ve bu ovaya


Ergenekon denildiği ifade edilmektedir. Bu iki ailenin çoğalması ile bu yerler dar gelmeye başlamış ve buradan bir çıkış yolu aranmıştır. Dağların bir yerinde demir madeni olduğu tespit edilmiş ve büyük bir ateş yakılarak demirin olduğu yer eritilmiştir. Bu şekilde Ergenekon’dan çıkan Türkler farklı bölgelere dağılmıştır.


Türeyiş Destanı


Uygurlara ait bir destandır. Siyasi üstünlüğü Kök-Türkler’den devralan Uygur Türkleri, Türeyiş Destanı ile bir taraftan soylarını anlatırlarken diğer taraftan, bütün Türk boylarında hâkim bir inanış olarak beliren, soyun ilahi bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha ortaya koymuşlardır. Uygur Türeyiş Destanının, Kök-Türk-Bozkurt Destanı ile benzerliği, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt motifi, gerek Türeyiş gerekse Bozkurt destanlarında bilhassa ilahîleştirilmekte ve neslin başlangıcı ve devamı bu ilahî motife bağlanmaktadır.

Göç Destanı


Bu destan da bir Uygur destanıdır ve Türeyiş destanının tabii bir devamı gibidir. Bugün, Orhun Nehri kenarında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehre Ordu


Balık denildiği tahmin edilmektedir. Büyük Uygur Destanı’nın işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün dahi görülebilecek şekilde duran yazıtlarda yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun belirtmektedir. Göç Destanının Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı rivayetinin olduğu bilinmekte ise de aslında her iki rivayette birbirlerinin tamamlayıcısı gibidir. İran kaynaklarındaki rivayet, tarihi bilgilere daha yakındır. Aynı zamanda İran rivayeti, Türklerin


Maniheizm’i kabulünü anlatan bir menkıbe hüviyetinde görünmektedir. Diğer rivayeti Cüveynî’nin Tarih-i Cihangûşa adlı eserinde kayıtlıdır.


Manas Destanı


Kırgız Türkleri arasında doğan Manas destanı Kazak-Kırgız Türk kültür dairesi içinde bugün de bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu destanın 11 ile 12. yüzyıllar arasında meydana getirildiği düşünülmektedir. Destanın kahramanı Manas da Oğuz Kağan destanının İslâmî rivayetindeki gibi veya Satuk Buğra Han gibi İslâmiyeti yaymak için mücadele eden bir kahramandır. Böyle olmakla beraber Manas destanında İslamiyet öncesi Türk kültür, inanç ve kabullerinin tamamını görmek mümkündür. Bazı varyantları 400.000 mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak - Kırgız dâiresinin kültür belgeseli niteliğindedir. Dünyadaki tüm destanlardan daha hacimli olup dünyanın en büyük destanı özelliğini taşımaktadır.


Destan üç büyük bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde Kırgız kahramanı olan Manas’ın doğumu, büyümesi, Moğol Kalmuklarına karşı elde ettiği başarılar, Kırgızları bir bayrak altında toplaması, ikinci bölümde savaşlar ve savaşta Manas’ın yaralanması ile üçüncü bölümde Manas’ın zehirlenerek öldürülmesi konuları yer almaktadır.

Ayrıca Türk destanları arasında Şu Destanı, Yaradılış Destanı, Satuk Buğra Han Destanı, Timur ve Edige destanlarını da sayabiliriz.


Dede Korkut Hikâyeleri


Dede Korkut Hikâyeleri, Oğuz Türklerinin bilinen en eski epik destanlarındandır. 15. ve 16. yüzyılda yazıya geçirilmişlerdir. Dede Korkut Kitabı’ndaki hikâyeler tarih boyunca dilden dile süregelen bir sözlü gelenek ürünüdür. Hikâyelerde pek çok eski Türk kültürü izlerini bulmak mümkündür. Hepsi bir toyla başlar. Çocuklara ad verilirken yaptıkları işin gözetilmesi de eski bir Türk geleneği olarak kabul edilmektedir. Meselâ Boğaç Han, ismini boğayı öldürmesinden dolayı almıştır. Dede korkut hikâyelerinin Vatikan ve Dresden nüshaları vardır. İlim âleminde genelde Dresden nüshası esas alınmıştır ve bu nüsha 12 hikayeden oluşmaktadır. Dirse Han Oğlu Boğaç Han, Salur Kazan'ın Evi Yağmalanması, Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek, Kazan Bey Oğlu Uruz'un Tutsak Olması, Duha Koca Oğlu Deli Dumrul, Kanlı Koca Oğlu Kanturalı, Kazılık Koca Oğlu Yegenek, Basat'ın Tepegöz’ü Öldürmesi, Begin Oğlu Emren, Uşun Koca Oğlu Segrek, Salur Kazanın Tutsak Olup Oğlu Uruz’u Çıkarması, İç Oğuz’a Taş Oğuz Asi Olup Beyrek’i öldürmesi Dede Korkut hikâyeleridir. Hepsinde Türk kültür ve kahramanlıklarından birer parça bulmak mümkündür.



Alıntıdır.


Konstantin İstanbul'u Neden Başkent Yaptı? | Gizemli Tarih | TRT Belgesel

Ayasofya Camii / İstanbul

 






Tekirdağ

 





Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak