10 Kasım 2022 Perşembe

MOLEKÜLLER

 Elinizde tuttuğunuz kitap, televizyonun camı ve mobilyası, yanınızda duran meyve tabağı, oturduğunuz koltuk, yerdeki parkeler, tavandan sarkan avize, halı, eliniz, tırnaklarınız, içtiğiniz su... Bunların her biri birbirinden tamamen farklı özelliklere sahip maddelerdir. Peki her biri atomlardan meydana gelen bu maddeler nasıl olur da birbirlerinden bu kadar farklı özelliklere ve görünüme sahip olabilir? Bu sorunun cevabı moleküllerde saklıdır. Doğada var olan yaklaşık 109 farklı atomun çeşitli miktarlarda ve çeşitli şekillerde biraraya gelmesi yeryüzündeki bu müthiş çeşitliliği meydana getirmiştir. 

Sadece 109 atomun farklı kombinasyonlarla biraraya gelmesiyle oluşan çeşitlilik gerçekten olağanüstüdür. Oluşan her maddenin bir veya birkaç kullanım yeri vardır ve birçoğu canlılık için hayati öneme sahiptir. 

Peki bu 109 atom nasıl milyarlarca farklı molekül meydana getirir? İşte elektronların önemi burada ortaya çıkar. Bir molekülün oluşması için elektronlar bir atomdan diğerine iletilir veya iki atom arasında ortak kullanılırlar. Böylelikle ortaya en az iki atomdan oluşan bir molekül çıkar. Bahsettiğimiz bu işlem elbette tek bir cümle ile açıklanamayacak kadar komplekstir. İki atomun söz konusu elektron alışverişi "kimyasal bağ" olarak adlandırılır. Ancak ortada aslında herhangi bir bağ yoktur. Sadece bir elektron iki atom arasında gidip gelmektedir. Atomları birbirlerine bağlayan unsur elektronun bir atomdan diğerine yaptığı bu yolculuktur. Elektronların paylaşımı anlamına gelen bu kimyasal bağların şekli, biraraya gelen atomların niteliği ve sayıları, molekülün de niteliğini belirler. 



MOLEKÜLLERİ OLUŞTURAN KİMYASAL BAĞLAR 


Serbest halde dolaşan bir atom, çevresindeki diğer atomların itme veya çekim kuvvetinin etkisi altındadır. Bu etkiyle iki atom birbirine yaklaşır ve birleşir, yeniden düzenlenir ve kararlı bir yapıya ulaşırlar. "Kararlı yapı"dan kastedilen, bu atomların proton ve nötronlarının birbirlerine uyum sağlamaları, kendi özelliklerini bırakarak beraber yeni bir özelliğe sahip olmaları, yepyeni bir madde oluşturmalarıdır. Örneğin, biraraya gelmiş olan iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu yepyeni bir ürün ortaya çıkarabilmek için tümüyle değişmişlerdir. Meydana getirdikleri kararlı yapı ise "su" molekülüdür.

Ortaya çıkan ürünün kararlı olması önemlidir. Çünkü kararsız olma durumunda parçalanır. Bu kararsızlığı şuna benzetebiliriz: Bir organ nakli sırasında vücuda giren yeni bir organ, eğer vücuda uyum sağlayamazsa, vücudun kararlı yapısını bozar ve tüm metabolizmayı altüst eder. Benzer şekilde, birleşen atomların da birbirlerine uyum sağlayarak kararlı bir yapı meydana getirmeleri gerekir. 

Meydana gelen moleküllerin kararlı olmaları için elektronlarının özel bağlanma şekilleri vardır. Her atom, kendisi için hangisi uygunsa o bağlanma şeklini kullanır. 


Elektron Alışverişi Yapan Atomlar İyonik Bağlar Kurarlar

Atomların arasındaki elektron alışverişi, yeni bir iş kurmak için sermayelerini birleştiren ortaklara benzer. Yeni bir tesis açabilmek için ortaklardan birinin yeterli miktarda sermayesi olmadığında, bir başkasından gerekli olan miktarda sermaye alarak, o kişiyi ortağı ilan eder. Böylece iki ortaklı bir iş anlaşması gerçekleşmiş olur. Sermaye daha büyüdüğünde, ortakların sayısı da artabilir. 

Atomların arasındaki alışveriş de buna benzetilebilir. Atomlar, en dış yörüngelerinde bulunan elektron sayısını daima 8 yapma eğilimindedirler. Ancak bu şekilde "kararlı" bir yapıya sahip olabilirler. Atomların elektronlarını 8'e tamamlamaları içinse yukarıda anlattığımız gibi bir ortaklık kurmaları gerekmektedir. En dış yörüngelerindeki elektronları, ya sermayelerini tamamlayıp ortaklık kurmak için bir başka atoma vermeli veya bir başka atomdan sermaye yani elektron almalıdırlar. Bu alışveriş sonrasında elektron veren atom artı yüklü, elektron alan atom ise eksi yüklü olacaktır. Zıt kutuplar birbirlerini çektikleri için bu iki atom artık birbirlerinden ayrılamazlar. Bu şekilde kurulan bağlara "iyonik bağ" denir ve bu bağlanmanın sonucunda bir molekül oluşur.

Atomlar arası alışverişte fazla sayıda elektron transferi için büyük miktarda enerji gerekmektedir. İşte bu nedenle en makul ortaklık belirlenir. Örneğin klor atomu en dış yörüngesinde yedi elektrona sahip bir atomdur. Yedi elektronunu bir başka atoma vermektense bir başka atomdan tek bir elektron alması onun sermayesini tamamlamasına yetecektir. Kendisine elektron vermeye en uygun atom ise, sahip olduğu tek fazla elektron sebebiyle sodyumdur. Sodyum, tek fazla elektronunu klora vererek sodyumklorür molekülünün oluşmasını sağlar. İşte bu ortaklık sonucunda günlük hayatta kullandığımız tuz ortaya çıkar. Bildiğimiz sofra tuzu, aslında bu iki atomun elektron alışverişinden başka bir şey değildir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, tuzu oluşturan sodyumun aslında patlayıcı, klorun ise zehirli olmasıdır. 


Atomlar, Birbirlerinin Elektronlarını Paylaşır ve Kovalent Bağlar Kurarlar

Kimi zaman atomların birbirlerine verecek kadar çok elektronları olmayabilir. Veya atomlar birbirlerine elektron vermek dışında farklı bir bağlanma şeklini tercih edebilirler. Böyle zamanlarda kendileri için gerekli olan elektronları ortaklaşa kullanırlar. Bu adeta aralarından nehir geçen ve bir köprü ile birleşen iki kara parçası gibidir. Aradaki birleştirici köprüyü elektronlar oluştururlar. Elektronların bu şekilde ortak kullanılmaları, atomlar arasındaki kovalent bağ olarak adlandırılır. Yeryüzünde, önemli pek çok molekül bu bağı kullanarak meydana gelmektedir.

Atomların bu ortaklıklarını daha iyi anlayabilmek için verilebilecek en iyi örnek, hidrojendir. Hidrojen sadece bir elektrona sahip olduğu için son derece basit bir atomdur ve kararlı olabilmesi için bu tek elektronu ikiye tamamlamaya çalışır. Bunun nedeni şudur: Daha önce atomların sahip oldukları yörüngelerde belli sayılarda elektronların bulunması gerektiğini, en son yörüngelerinde mutlaka sekiz elektronun dolaşması gerektiğini belirtmiştik. Bunun tek istisnası ilk yörüngedir; bu yörüngenin ideal elektron sayısı ikidir. Dolayısıyla tek bir yörüngede tek bir elektrona sahip olan hidrojenin kararlı hale gelebilmesi için bir elektron daha edinmesi yeterlidir. Bunun için hidrojen, çeşitli atomlarla bağ kurar. Atmosferde bulunan hidrojen gazı da iki hidrojen atomunun kovalent bağ ile birleşmiş halinden başka bir şey değildir.

Oksijen de aynı şekilde en dış yörüngesinde altı elektrona sahip bir atomdur. Kararlı olabilmesi için elektron sayısını sekize çıkarması gerekmektedir. Bunun için kendisi ile kovalent bir bağ kurabilecek iki hidrojen atomuna ihtiyacı vardır. Çünkü hatırlanacağı gibi, tek bir hidrojen atomu tek bir elektrona sahiptir. 

Bazı Atomlar Hidrojen Bağları ile Bağlanırlar

Eğer bir hidrojen atomu iki atom tarafından ortaklaşa kullanılırsa bu bağa hidrojen bağları adı verilir. Bunun için söz konusu iki atomun negatif elektrik yüküne sahip olması gerekmektedir. Buna verilecek en iyi örnek oksijen ve azot atomlarıdır. Hidrojen, oksijen ve azot atomuna kovalent olarak bağlanabilir. Bu atomlarda bulunan elektronlar, oksijen ve azot atomlarına hidrojenden daha yakın durumdadırlar. Bunun da nedeni bu atomların çekim kuvvetlerinin daha güçlü olmasıdır. Dolayısıyla hidrojenin ve bağlanacağı diğer atomun elektronları hidrojen atomundan uzaklaşırlar. Eksi yüklü elektronların hidrojenden uzaklaşmaları hidrojeni pozitif duruma getirir ve iki negatif yüklü atom arasında hidrojeni sabit tutar. İki atom arasında dolaşan hidrojen atomu böylelikle bir bağ haline gelir ve iki atom arasında bir hidrojen bağı oluşmuş olur.

Hidrojen bağları zayıf bağlardır. Bir bağın "zayıf" olmasının anlamı, bu bağın kopması için az miktarda enerjinin yeterli olmasıdır. Zayıf bağlar organizmada bulunan büyük moleküllerin şekillenmesinde çok önemli bir rol oynarlar. Bunun nedeni bu bağların "esnek" olmasıdır. Meydana getirdikleri maddeye esneklik kazandırırlar. Ancak bu esneklik sırasında bağlarda herhangi bir kopma meydana gelmez. Hidrojen bağlarının bu ayrıcalığı yeryüzündeki pek çok molekül için oldukça büyük bir önem teşkil etmektedir. Buna verilebilecek en açık örnek DNA molekülüdür. Bu molekülün vücutta meydana getirdiği birbirinden mucizevi işlemler, büyük ölçüde sahip olduğu hidrojen bağlarının bir sonucudur. 


Alıntıdır.


Silivri / İstanbul

 





Ayn Zeliha / Şanlı Urfa

 


Uygur Kağanlığı

 BAĞIMSIZLIKLARINA KADAR UYGURLAR



Uygurların meydana getirdiği zengin tarih, onların Çinli tarihçiler tarafından kökenlerinin eski devirlerde gösterilmesine yol açmıştır. Çin kaynaklarında değişik şekillerde yazılan Uygur adına 945 yılında yazılan bir Çin kaynağında “şahin gibi dolaşan, hücum eden” anlamı verilmektedir. Uygur Kelimesinin uy dan (akraba, müttefik) geldiği ve On Uygur adının 10 müttefik manasında olduğu da kayıtlarda geçmektedir. Daha başka anlamların da verildiğine de rastlanmaktadır.

Uygurların kökeni konusunda kilit konumunda olan Kanglı boylarıdır. Aslında Kanglılar tek bir boy olmayıp, bunların hepsi Uygur da değildi. Sadece Yüan-ho adlı kabile Uygurların adının ilk şekli olarak görünmektedir. 605 yılından sonra aynı isim Wei-ho şekliyle yeniden Töles boylarının içinde yerini almıştır. Bu sırada Tola Irmağı’nın kuzeyinde bulunan Uygurlar, Bugu, Tongra Bayırku ve Buğra gibi diğer Töles boyları ile birlikte yaşıyorlardı ve adları geçen bu boylarla beraber bir erkin tarafından idare ediliyorlardı. Dolayısıyla, 605 yılı dolaylarında onların küçük bir kabile olduğu sonucuna varıyoruz. Sayılarının on bin ve bunun yarısının da asker olduğu söylenmektedir. Tola Irmağı’nın kuzeyinde yaşayan Töles boylarının içlerinde gösterilmesi ve kökenlerinde açıkça bunun belirtilmesi konuyu netliğe kavuşturmaktadır. Zaten bu bölgede yaşayan Töles boyları, 140 yıl sonra Dokuz Oğuz adıyla Uygur Kağanlığı’nın ana unsurunu oluşturacaktır.


627 yılını takiben Doğu Gök-Türk Devleti hızla zayıflayınca Sir Tarduşlar, doğudaki Töles boylarının içindeki en kuvvetli boy olarak ön plana çıktı. Çin tarafından da tanınan Sir Tarduş birliği 646 yılına kadar Ötüken bölgesi ve Tola Irmağı civarına hâkim oldu. Onlara bağlanan Uygurların unvanı Huo îlteber idi. Bu tarihte Sir Tarduşlar zayıflayıp askeri güçleri dağılınca, çok sayıda boy Çin’deki T’ang hanedanıyla ilişki kurup onlardan askeri unvanlar alırken, Uygurlar da boş durmamışlardı. Onlar da irtibata geçerek Çin’den generallik unvanları aldılar. Uygurların adı, 627 yılında vergilerin artırılması üzerine Gök-Türklere isyan eden boylar arasında da geçmektedir. Üzerlerine gönderilen yüz bin kişilik Gök-Türk ordularını yenmeleri şöhretlerinin artmasına sebep oldu. Doğu Gök-Türk hükümdarı İl Kağan onların üzerine yeğeni T’u-li’yi göndermiş, o da yenilmişti. Uygurlar 646’da Sir Tarduşların mağlup edilmesi sırasında Çinlilere yardımcı olmuşlardı.


Çinliler 648 yılında Altay Dağları’nda bağımsızlığını ilan eden Ch’e-pi Kağan liderliğindeki Gök-Türkleri de, Karluk, Uygur ve Buguları kullanmak suretiyle mağlup etmişlerdi. Daha sonra Çin hâkimiyetini tanımayan Batı Gök-Türk beylerinden birinin bozguna uğratılması için hazırlanan Çin ordusuna Uygurlardan yaklaşık 50 bin kişilik bir ordu katılmış, Çinlilerle beraber Taşkent’e kadar ilerlemişlerdi.

717 yılında Uygur îlteberi ile Kargan’da savaşan Bilge Kağan onu mağlup edip doğuya kaçmasına sebep olmuştur. Bu bilgiler ışığında Uygurların 740’lı yıllara kadar fazla bir varlık gösteremedikleri sonucuna varmak mümkündür. Ancak, Uygurların dâhil oldukları Dokuz Oğuz boy birliğinin II. Gök-Türk Devleti döneminde (682-745) devlete karşı isyanlarda daima ön saflarda olduğu anlaşılmaktadır. Devlete bağlandıkları zamanlarda doğu kanadının halk tabakasını oluşturuyorlardı.


742 yılına gelindiğinde Uygurların çok kuvvetli bir şekilde tarih sahnesinde belirdiği görülmektedir. II. Gök-Türk Devleti, Bilge Kağan’ın ölümünden sonra (734) hızla zayıfladığında Karluk, Basmıl ve Uygurlar ön plana çıktılar. Aslında onların iç karışıklığa düştüğü sırada Çin imparatoru devreye girmiş ve Sun Lao-nu adlı elçiyi Uygur, Karluk ve Basmıllara göndererek onları Gök-Türklere karşı tahrik etmişti. Ayaklanan bu üç boy 742’de Gök-Türk kağanı Kutlug’u öldürdüler. Basmılların reisi kağan seçilirken Uygurlar doğu (sol), Karluklar batı (sağ) kanat yabguluklarını aldılar ve hep beraber Çin’e elçi göndererek resmen tanındılar. Uğradıkları felaketlerden yılmayan Gök-Türkler, en nihayet Ozmış’ın oğlunu kağanlığa getirdilerse de (744 yılı) başarılı olamadılar. 745 yılında bu kağan da Uygurlar tarafından ortadan kaldırıldı.


Bu arada, Uygurlar ile Basmılların arası açılmış, Karluklar da Uygurların tarafını tutunca Basmıllar yenilmişlerdi. Uygurların, Karluk ve Basmıllara göre daha kuvvetli olmasının sebebi hiç şüphesiz kalabalık Dokuz Oğuz boylarının kendi yanlarında yer almalarıydı. Bu Dokuz Oğuz kabilesi Buğu, Bayırku, Hun (Qun), Tongra, Izgil, Chi’i-Pİ, A-pu-sse, Ku-lun-wu-ku ve Ediz’den oluşuyordu. Bunlara Uygurlar da katılınca On Uygur olarak anılmaya başladılar. Uygur Devleti’nin başlangıçta halkını bu boylar meydana getirmişlerdir. Bu sebepten dolayı Uygurlar bazı İslam kaynaklarında Dokuz Oğuz olarak kaydedilmişlerdir. Uygurlar kendi içlerinde de dokuz uruğa (küçük kabile) bölünmüşlerdi: Bunlar Yağlakar, Uturgar, Kürebir, Bağa Sığır, Ebirçeg (Abırçak), Hazar, Hu-wu-su, Yagmurkar ve Ayabire adlarını taşıyorlardı.


Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Uygur Kağanlığı’nın ilk hükümdarı Kutlug Bilge Kül oldu. Yeni bir imparatorluk doğarken doğuda ve batıda Uygurların toprakları genişlemeye başlamıştı. Başlangıçta Uygurlara bağlanan topraklar batıda Altay Dağları ile doğuda Mançurya arasında uzanıyordu. Doğu Gök-Türk Devleti’nin eski topraklarını kaplamışlardı. Karluklar ise daha üst seviyede olan sol yabguluğu aldılar. Kutlug Bilge Kül 747’de ölünce yerine oğlu Bayan Çor tahta geçti.


UYGUR KAĞANLIĞI’NIN YÜKSELİŞİ


Bayan Çor Kağan (747-759)



Bayan Çor Kağan’ın devri her bakımdan Uygur Devleti’nin geliştiği sağlam temellere oturduğu bir dönem sayılır. Sekiz yıllık süre içinde devlet her bakımdan büyümüş, etrafındaki boy ve devletlere üstünlüğünü kabul ettirdiği gibi teşkilatlanmasını tamamlamıştır. Kağan, Hun ve Gök-Türk dönemlerinde olduğu gibi, öncelikle Orta Asya’daki boyları kendine bağlamaya çalışmıştır. İlk zamanlarda Bayan Çor’un kağanlığı halkın bir kesimi tarafından tanınmak istenmemiş olmalıdır. Onlar Bayan Çor’un babası vaktinde yabgu ilan edilmiş olan Tay Bilge Tutuk’u kağan ilan ettiler. Kıtanlar ve Tatarlar da onlara katılınca Bayan Çor için tehlike büyüdü. Bükekü civarında iki gün süren çarpışmalarda Kıtan ve Tatarları mağlup etmeyi başarınca kendi soyundan gelen bütün kabileler dönüp ona bağlandı. Beyleri ve diğer ileri gelenleri cezalandırdı. Buna rağmen halk yeniden ayaklanıp Kıtan ve Tatarlardan bir daha yardım istedi. Ancak, istedikleri yardım gecikince, Bayan Çor onları çok ağır bir bozguna uğrattığı gibi sürülerini ve kadınlarını alıp geri döndü. Arkasından Selenga’nın kuzeybatısında Kıtan ve Tatarları ağır bir bozguna uğrattı. Kaçmaya çalışan Kıtanlar kendiliğinden teslim olurken, Tatarlar Keyra Irmağı kaynağında ve Üç Birkü Suyu’nda sıkıştırılıp, askerlerinin yarısı öldürüldükten sonra teslim alındılar. Diğer isyancılar Tuzlu Altır Gölü civarında mağlup edildikten sonra devletin doğu tarafındaki huzursuzluklar sona erdi (750’den önce).


750 sonbaharında Kem (Yenisey) boyunda yaşayan Çikler itaat altına alındı. Aynı yılın ilkbaharında Uygurlar Kuzey Batı Mançurya’daki Tatarları mağlup ettiler. 751’de bir kez daha Çikleri yendiler, Kırgızlara baskın düzenlediler. Bu seferleri yapan Bayan Çor’un bir kumandanı idi. Kendisi aynı sıralarda Bolçu (Urungu) nehri üzerinde Karlukları yendi. 752 yılında çatışmalarda ise Basmıllar, Türgişler ve Karlukları mağlup ettiler. fiine-Usu Yazıtı’ndan anlaşıldığına göre, Bayan Çor Kağan’ın iç savaşları 755 yılına kadar devam etmiştir.


Kuruluşları sırasında Uygurların müttefiki olan Karlukların batısında Türgişler yaşıyordu. Karlukların gücü zaten biliniyordu. Bunlar zamanla Türgişlerle birleşince önemli bir rakip oldular. Dolayısıyla Karluklar üzerine sefer düzenleme ihtiyacı ortaya çıktığında, Bayan Çor batıya doğru ilerledi. Altay-Tanrı Dağları arasında geniş Cungarya-Tarbagatay bozkırlarında Karlukları yenerek, onları batıya doğru çekilmek zorunda bıraktı. Daha sonra Türgişleri de mağlup edince Uygur Devleti’nin sınırları Seyhun ırmağına kadar genişledi.


Kuzeyde Yenisey’in Batı kolu Kemçik Irmağı civarında yaşayan Çikler de Bayan Çor Kağan’a bağlanırken, bu bölgenin güçlü boyu Kırgızlar henüz ona boyun eğmemişlerdi. Bu arada Selenga civarında isyan eden Sekiz Oğuz ve Dokuz Tatarlar mağlup edildiler. Artık Orta Asya’da herkes Uygurların siyasi üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmıştı.


Bu arada Çin tarihinin en parlak hanedanlarından olan T’ang İmparatorluğu karışıklığa sürüklendi. Diğer taraftan 751 yılındaki Talas Savaşı’nda uğradıkları mağlubiyet, onların Orta Asya’dan geri çekilmelerini sağladı. Ardından Soğd asıllı An Lu-shan’ın çıkardığı isyan T’ang İmparatorluğu’nu tamamen karıştırdı (755). Bu isyan T’ang hanedanının çatırdamasına yol açarken, yeni imparator Uygurların yardımıyla düştüğü çaresiz durumdan çıkmaya çalışıyordu.

Uygur kağanı bir Uygur prensesini gelin olarak T’ang sarayına gönderdi. Bayan Çor’un hedefi evlilik yolu ile akrabalık kurmak suretiyle T’ang hanedanını etki altına almaktı. Yine birçok devlet adamını başkente yollayarak, yeni diplomatik girişimlerde bulundu. Arkasından kendisi çıktığı büyük seferde Çinli devlet adamı Ku-o Tsu-i ile birlikte Çin’e doğru ilerledi ve Sarı Irmak kenarında Çin’e saldıran Türk asıllı Tongra boyunu yendi. Uygurlar 757 yılında Çin’e bir Yabgu ile birlikte dört bin kadar asker ve çok sayıda at göndermişler, Çinliler de onları büyük ziyafetle karşılamışlardı. Yabgu, Çin’deki isyanın bastırılması işine girişti. Uygur ordusu Feng Suyu kenarında asileri yendi ve isyancıların eline geçen başkent Ch’ang-an geri alındı. Arkasından yazlık başkent olan Lo-yang’ı geri almak üzere harekete geçtiler.


Uygur kuvvetleri Yabgu’nun idaresinde ilerleyip asileri tamamen bozguna uğrattılar; Lo-yang’ı da yağmaladılar. Onların sayesinde ülkesine tekrar sahip olan İmparator Uygur kumandanlarını ağır hediyelerle ödüllendirdi. 758 yılında İmparator, Bayan Çor Kağan’a küçük kızını eş olarak gönderdi. Tarihte Çin İmparatorlarının öz kızlarını yabancı ülkelere gelin göndermeleri çok nadirdir. Herhalde bu Uygurların Çin’e yaptığı yardımların karşılığı olmalıdır. Prenses muhteşem bir merasimle Bayan Çor Kağan’a gönderildi. Kağan büyük bir devlet adamlığı örneği göstermiş, kendisine sunulan hediyeleri devlet adamlarına dağıtmıştır. Bayan Çor Kağan adına 759 yılında Moğolistan’ın Şine-Usu Gölü civarında bir yazıt dikilmiştir. Yazıtta Bayan Çor Kağan’ın zaferleri ve başarıları anlatılmaktadır. Bayan Çor Kağan bazı Çinli ve Soğdlu ustalara Selenga üzerinde Ordu Balık adında bir şehir kurdurtmuştur.


Bögü Kağan ve Uygurların Maniheizm’i Kabulü



Uygur Kağanlığı’nı her yönden geliştiren ve yükselten Bayan Çor Kağan 759 yılında ölünce yerine oğlu Bögü geçti. Bögü Kağan, Çin’deki T’ang hanedanına isyan eden Shih Chao-i’nin gönderdiği elçilere yüz vermediği gibi tahkir de etti. Buna karşılık Çinli elçi eski dostluklarından ve verilen hediyelerin çokluğundan bahsederek onu etkilemeye çalıştı. Hatta daha önce Çin’de savaşan Yabgu’nun yanında yeni imparatorun olduğunu dahi vurgulamıştı. Bu arada Çin’in kuzey sınırları Uygurlar tarafından düzenlenen akınlara maruz kalmıştı. Ancak Çin’in daha derinlerine girme işi Pu-ku Huai-en tarafından engellendi. Çünkü bu ülkeyi yakından tanıyan Türk asıllı Pu-ku Huai-en, Uygurların menfaatine değil zararına sonuçlar çıkacağını biliyordu.


Çin’in zenginliği, kalabalık ve geniş yapısı aynı zamanda kültürü kuzeyden gelen kavimleri yutuyordu. Söz konusu akınlardan sonra sakinleşen Uygurlar, ordularını yeniden düzenlediler. Artık, T’ang hanedanına yardıma gelmeye niyetlenmişlerdi. Pu-ku Huai-en doğu kanadının idarecisi tayin edildi. Uygur askerlerinin geçtikleri yerleri yağmalamamaları için Çinliler ordunun yolunu değiştirmeye çalışıyorlardı. Bögü Kağan, Sarı Irmak’ın kuzeyindeki Shao Chou’da konakladığında yanındaki Çinli veliahdı ve kumandanları tören dansı yapmadıkları için azarlayarak tam anlamıyla hâkim olduğunu gösteriyordu. O sırada Uygurlara ihtiyacı olan Çinli devlet adamları uğradıkları hakaretlere ses çıkaramamışlardı. Arkasından Pu-ku Huai-en, Uygur kuvvetlerine kumanda ederek asi Shih Chiao-i’yi bozguna uğrattı. Bu isyanın bastırılması karşılığında T’ang imparatoru, Kağan’a birçok hediyeler gönderdiği gibi, ayrıca yıllık iki bin ailenin vergi gelirini ona yollamaya da razı olmuştu.


762’deki Lo-yang seferinin Uygur tarihinde bir başka etkisi daha gerçekleşmiştir. Söz konusu seferler esnasında Mani dini rahipleri, Bögü Kağan ile tanışmışlar, onu etkileyerek, onunla birlikte Uygur başkenti Karabalgasun’a gelmişlerdir. Onların anlattıklarına hayran olan Kağan, hayvansal gıdalar yemeyi yasaklayan, savaşçılık duygusunu zayıflatan bu dini kabul etti. Kağanın hedefi Uygurların bozkır hayatını bırakıp şehirli olmalarını sağlamak, dolayısıyla ülkeyi daha bayındır hâle getirmekti.


Bögü Kağan, Maniheizm’i kendi halkına kabul ettiren ilk ve tek hükümdardır. Ancak, onun bu dine neden sempati duyduğu anlaşılamamaktadır. Karabalgasun’a gelen dört rahibin en ünlüsü Juei-hsi (nüfuz edici vakar sükûnet) adlı biri idi. Uygur Devlet adamları arasında bu dinin kabulü hakkında uzun tartışmalar meydana geldi. Kabulüne karşı çıkan devlet adamlarını adı geçen rahip ikna ederek susturmuştu. Daha sonra Kağan halkı onarlı gruplara böldü ve her grubun başına birini getirerek geri kalan dokuzunun eğitimini verdi. Siyasi sebeplerle, Çin’deki Budizm’e karşı Maniheizm’in tercih edilmiş olma ihtimali de vardır. Çünkü en büyük rakip Budist Çinli kültürü Uygurlar için asimilasyon açısından tehlikeli olabilirdi.


Maniheizm’i kabul etmesindeki esas neden Bögü Kağan’ın halkının yerleşik hayatı ve dolayısıyla refahı öğrenmesini istemesidir. Bu dinin kabulüyle hem halk zenginleşecek, hem de kuvvetli Budist Çin’in etkisinden uzak kalınacaktı. Ayrıca, Uygur Devleti Maniheist inancında olan tüccar Soğdluları yanına çekerek mali açıdan da güçlenecekti. Mani dininin resmen kabulünden sonra Uygur merkezine kadın ve erkek seçkin rahiplerden oluşan heyetler geldi. Maniheizm dünyasında kağanın ve Uygurların şöhreti yayıldı. Bu arada Bögü Kağan ileri bir adım daha atarak Mani dininin Çin’de de yayılması için teşebbüse geçti. Kağanın bu yoldaki baskılarına dayanamayan T’ang imparatoru, Lo-yang’da Mani tapınaklarının kurulmasına izin vermek zorunda kaldı (768).


Türk asıllı bir boydan gelip daha sonra Çin’e giderek orada yerleşen Pu-ku Huai-en yukarıda da görüldüğü gibi Uygurlarla birlikte T’ang İmparatoruna karşı isyancılarla savaşıp önemli başarılar kazanmıştı. Ancak, söz konusu isyan bastırılınca doğan boşlukta kendisi isyan etti (764). Ertesi yıl iki yüz binden fazla Uygur, Tibetli, Tangut ve Nu-la gruplarını yanına çekerek hâkimiyet alanını daha da genişletti. Ancak, Pu-ku Huai-en’ın ani ölümü, T’ang hanedanını kurtarmıştır. Geride kalan asilerden Tibetliler ülkelerine geri dönerken, isyana katılmış olan Uygurlar Çin ile anlaştı. Daha sonra bu Uygurlar ve Çinliler hep birlikte Tibetlileri mağlup ettiler.


Bu hadiseler dolayısıyla Bögü Kağan’ın o dönemde Çin’den istediklerini elde ettiğini söylemek mümkündür. Çin’den sürekli olarak gönderilen hediye ve vergilerle Uygurlar zenginleşirken, Çin’de sıkıntılar başladı. Bögü Kağan 769 yılında bir Çinli prensesle evlenmek için teklifte bulunduğunda derhal kabul edildi. Çünkü Uygurların gücünden çekinen ve sürekli yardım talep eden Çinliler onları kızdırmak istemiyorlardı. Diğer yandan Uygurlar, ticari ilişkilerde de artık başarılı oluyorlar, her bir atın karşılığında çok fazla ipek alıyorlardı. Siyasi ilişkilerdeki üstünlük ticari ilişkilere yansımıştı. Bu durum 778 yılına kadar devam etti. Önceden isyanlardan dolayı çok yıpranan T’ang hanedanı artık kendini toparlamaya başlayıp aynı tarihte sınırlarda ufak çapta da olsa askerî başarılar elde edince durum birden değişti. Çin başkenti Ch’ang-an’da uzun süreden beri kalan ve rahat bir şekilde yaşayan Uygur tüccarlarına karşı tavır aldılar. Bögü Kağan, bunun üzerine Çin’e saldırdı, ilk çarpışmada galip gelerek 10 bin Çinliyi öldürdü ise de Tai-chou valisi onu mağlup etmeyi başardı. Artık iç isyanlardan kurtulan T’ang hanedanı kendini toparlamış ve nüfusu artmıştı.


Uygur Kağanlığı’nın içindeki halk unsurunu oluşturan Dokuz Oğuzlar ve tüccar kavim Soğdlular, Bögü Kağan’ı Çin’e karşı büyük bir sefer düzenlenmek için ikna ettiklerinde vezir Tun Baga Tarkan, buna engel olmaya çalıştı. Başarılı olamayınca Kağan ve yakınlarını öldürterek ortadan kaldırdı ve kendisi devletin başına geçti.



Tun Baga Tarkan (779-789)



Tun Baga Tarkan 789 yılına kadar on yıl tahtta kaldı. T’ang hanedanı artık güçlendiği için, Çin’e karşı eskisi gibi hakimane davranışlar göstermek yerine barış yanlısı bir politika izledi. Onun döneminde Çin’de Uygur tüccarlarının yanında Dokuz Oğuzlar da serbestçe dolaşıyorlar ve ticaret yapmalarının yanında yerli halka zarar veriyorlardı. Bunların başında Tudun unvanlı biri bulunuyordu. 780’de Çin imparatoru onlardan ülke sınırlarının dışına çıkmalarını istedi. Çinliler önceleri onlardan çekinse de, Uygur tüccarı arasına nifak sokarak onları böldüler ve daha sonra başta Tudun olmak üzere hepsini öldürdüler. Uygur kağanı Alp Külüg Bilge’nin bu duruma tepkisini önlemek için hediyeler gönderdiler.


Sha-t’o Türkleri, Uygurların vergileri artırıp mallarını ellerinden alması üzerine 786 yılında onlardan ayrılıp Tibetlilerle ilişki kurdular; Tibetlilerle birlik olarak Beşbalık şehrini ele geçirdiler. Bu dönemde Tibetlilerin güçlendiği, Kuça ve Kaşgar gibi Uygur şehirlerine saldırdıkları görülmektedir. Karluklarm doğu grubu ve Sha-t’o’ların Tibetlilerin tarafını tutması Uygurların işini zorlaştırıyordu. 790’da Beşbalık Tibetlilerin eline geçince T’ang İmparatorluğu Orta Asya’dan tamamen çekildi.

Tun Baga Tarkan’ın (Alp Kutlug Bilge Kağan) 789 yılında ölümü üzerine yerine oğlu To-lo-ssu, Ay Tengride Kut Bulmış Külüg Bilge unvanıyla tahta geçti. İki yıl kadar süren hükümdarlığı döneminde Tibetlilerin işgal ettiği Beşbalık şehrini kurtarmaya çalıştı ve bunda başarılı oldu. 790 yılında kardeşi veya hatunu tarafından zehirlenerek öldürüldü. Kardeşi hemen kendini kağan ilan etti ise de devlet adamları bunu kabul etmeyip öldürülen kağanın oğlunu tahta geçirdiler.



Diğer Kağanlar ve Devletin Güçlenmesi



Kağan olduğunda henüz 16-17 yaşlarında bulunan A-ch’o Kağan, devlet idaresinde kontrolü sağlayacak durumda değildi. Onun zamanında Çinlilerle iyi ilişkiler kuruldu, Tibet üzerine seferler yapıldı ve sonunda Ling-chou’da Tibetliler ağır bir bozguna uğratıldı. 795 yılında oğul bırakmadan ölünce yerine Yaglakar kabilesinden olmayıp Ediz kabilesinden gelen bir evlatlık olduğu anlaşılan kişi devlet adamları tarafından Ay Tengri’de Ülüg Bulmış Alp Ulug Bilge unvanıyla kağanlığa getirildi.


Yeni kağan ilk iş olarak Karluk isyanını bastırdı. Daha sonra Tibetlileri bozguna uğrattı ve kuzeydeki Kırgızlara karşı büyük bir zafer kazandı. İpek Yolu üzerinde çok stratejik mevkide bulunan Doğu Türkistan ve özellikle Turfan’ın üzerinde hâkimiyet sağlanması devlete çok fazla ekonomik gelir kazandırmıştı. Kuzeydeki zengin demir yataklarını kullanan Kırgızlar, İran’dan Çin’e kadar elde ettikleri kaliteli demiri satıyorlardı. Kırgızların tâbi olmasıyla demir ticaretinin kontrolü Uygurların eline geçti. Uygur kağanının faaliyetleri Karabalgasun Yazıtı’nda ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. Daha sonra Tanrı Dağları havalisindeki Karluklarla savaşan bu kağan önce Tibetlileri kesin olarak bu bölgeden uzaklaştırdı. Akabinde Karlukları Fergana’ya kadar sürdü. Kuca ve Karaşar tamamen Uygurların eline geçti. On yıl tahtta kalıp devleti eski gücüne kavuşturan bu kağan, 805 yılında öldü.


Tengride Bolmış Alp Külüg Bilge adıyla tahta geçen yeni kağan üç yıl kadar kağanlık yaptı. Onun dönemine ait bilgiler sınırlıdır. Tahta çıkışında Çinliler elçi gönderip kutlamışlardı. 806 yılında Mani dini rahipleri Uygur elçileri ile beraber Çin başkentine gitmiş ve kendilerine bir ibadethane kurmuşlardı. Onlarla birlikte çok sayıda Uygur Çin’e gidip bu ülkede koloniler oluşturmuşlardı.


808 yılında kağan ölünce yerine Ay Tengride Kut Bulmış Alp Bilge Kağan geçmiştir. Diğer kağanlara göre epey uzun süre tahtta kalan bu hükümdar döneminde bir önceki kağanın elde ettiği başarıların sonucu görülmüş, savaş meydanlarında çok az çarpışmalar yapılsa da devletin gücü kendini göstermiştir. Ülkenin içinde herhangi bir boy isyanının çıkmaması sağlanan iç huzurun belirtisiydi.


Dış ilişkilerde ise en büyük rakip Tibetliler (Tangutlar) idi. Eski durumlarına kıyasla epeyce güçlenen Tibetliler, İpek Yolu’na gözlerini diktiler, özellikle Turfan ve onun doğusundaki toprakları zaman zaman istila ettiler. Sha-t’oların Uygurlarla aralarının açılmasını fırsat bilip onları kendilerine bağladılar. Bu yüzden aralarında uzun mücadeleler oldu. Bu savaşlarda genellikle Uygurlar galip geliyordu. Uygurların Tibetliler elindeki Lian-chou’yu ele geçirmeleri üzerine Sha-t’olar Tibetlileri bırakıp Uygurlara bağlandılar. Bu sırada Çin’den dönen Uygur elçileri Tibetliler tarafından soyuldular. Bunun üzerine Uygurlar 812 yılında Gobi Çölünü geçerek Tibetliler üzerine akın yaptılar. Tibetliler Uygurların başkenti Karabalgasun bölgesine kadar sefer düzenledilerse de başarılı olamadılar.


Uygur kağanının İ-nan-chu (İnanç?) adlı elçiyi 813 yılında Çin’e göndererek bir Çin prensesiyle evlenme talebinde bulunduğu bilinmektedir. T’ang imparatoru bu talebi masraflarının ağırlığı yüzünden reddetmek istemiş, ancak bunu açıklamaya çekinip oyalama yoluna gitmiştir. Çinli devlet adamları Uygurların bu duruma kızıp büyük problemler çıkaracağını ileri sürüyorlardı. Uygur kağanı 820’de Alp Tarkan başkanlığında bir heyet daha yollayıp evlilik yolundaki ısrarını tekrarlayınca İmparator Hsien-tsung çaresiz boyun eğmek zorunda kaldı.

 

DEVLETİN ZAYIFLAMASI VE YIKILIŞI



Kağan 821 yılının başında ölünce Kün Tengride Ülüg Bulmış Alp Küçlüg Bilge unvanlı yeni kağan tahta geçti. Bu kağanın üç yıllık saltanatında daha önce söz verilen Çinli prenses gelin olarak geldi. Bu evlenme dolayısıyla kaynaklarda ayrıntılı bilgiler verilmektedir. 824 yılında bu kağanın da ölümü üzerine devleti çökertecek olan Ay Tenride Kut Bulmış Bilge Kağan tahta geçti. Çin entrikaları bu dönemde yoğun bir şekilde devletin içini karıştırırken, Çinliler bol hediyelerle kağana hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Tabii ki, devletin zayıflamasında daha önceki kağanın zamanında gelen Çinli prensesin entrikalarının büyük rolü vardı. 832 yılında bu başarısız kağan öldürülerek saltanatına son verildi.


Yeni kağan Hu Tegin öncekine hiç benzemiyordu. Devleti nispeten toparladı ise de daha sonra bazı devlet adamlarının ihtilal yapmak teşebbüslerini engellemeyi başardıysa da, vezirlerinden Kürebir, Sha-t’olarla birlikte ona hücum ederek öldürdü. Yerine Hazar Tegin’i kağan olarak tahta geçirdi. 839 yılında çok ağır geçen kış mevsimi yüzünden Uygurların sürülerinin çoğu telef oldu. Bu da siyasi bunalımı daha da ağırlaştıran kıtlığı ortaya çıkardı, ülkedeki huzursuzluğu arttırdı. Önceki kağanın tahttan indirilişi sırasında merkezde olmayan kumandanlardan Külüg Baga, Kırgızların yanına giderek onlarla birlikte yüz bin süvariyle Uygur başkentini bastı ve Hazar Tegin’i ve Kürebir’i öldürdü. Kağanlık otağı da içinde olmak üzere bütün değerli varlıklar Kırgızların eline geçti (840).

Böylece Uygur Kağanlığı yıkıldı ve Uygurların on beş boyu batı yönüne, Karluklara doğru gitti. Bir grup Uygur Tibet’e, diğer bir grup ise Kuca’ya sığındı. Geride kalan on üç Uygur boyu kendi aralarında Üge Tegin’i kağan seçtiler (840). Bu arada Kırgızların baskın sırasında ele geçirdikleri Çin asıllı prensesi geri aldılarsa da kendi aralarında anlaşamadılar. Sha-t’oların desteğiyle adı geçen prenses kurtarılarak Çin’e götürüldü. Devletin eski dirliğini sağlayamayan Üge Kağan 847 yılında öldürülüp ortadan kaldırıldı. Batıya doğru giden grup ikiye ayrılarak bir kısmı Kuca’ya, diğer kısmı Beşbalık’a yerleşti.


Kansu (840-1226) ve Beşbalık Uygurları (840-1368)



Orhun bölgesinde kendilerine hayat olmadığını anlayan Uygurlar, bundan sonra iki kola ayrılarak değişik ülkelere göç ettiler. Bir grup Kansu bölgesine giderek Kansu Uygur Devleti’ni kurdu. Ancak, bu devlet genelde Çin’e bağlı kalmış, önce T’ang hanedanı (907’ye kadar), sonra Beş Hanedan devrinde (960’a kadar) Çin ile iyi ilişkilerini sürdürmüştür. Bazen karşı gelseler de herhangi bir büyük çatışma olmamıştır.

Pek fazla bir askerî varlık gösteremeyen Kansu Uygurları, 940’tan sonra Kıtanlara, 1028’den sonra Tangutlara, 1226’da ise Moğollara tâbi oldu. Onlar günümüzde hâlâ Sarı Uygurlar adıyla varlıklarını sürdürmektedirler.


Orhun bölgesindeki siyasi varlıklarını kaybettikten sonra bir kısım Uygurlar Beşbalık bölgesine gitmişti. Bunlar Beşbalık, Turfan ve Tanrı Dağları etrafına yerleşmiştiler. Beşbalık Uygurları, bu sıralarda Tibetlilerin yoğun baskısı altındaki T’ang hanedanı tarafından tanındı. Uygur ülkesi İpek yolu üzerinde olması ve doğal kaynaklara sahip bulunması sebebiyle kısa süre içinde zenginleşti. Uygurların desteğiyle Maniheizm inancı Çin’de yayıldı. 911’de Kansu Uygurlarının Tun-hu-ang’ı alması üzerine Çin’den koparak tamamen bağımsız oldular. Ancak, Tibetliler ve Karluklar arasında sıkışan bu Uygurlar hakkında fazla bir kayıt tutulmamıştır. Anlaşılan o ki, Uygurlar Turfan, Hami, Kaşgar, Beşbalık ve Kuca gibi şehirlerde sanat, edebiyat ve ticaret sahasında kendilerini geliştirdiler ve önemli eserler ortaya koydular. 947’de başkentleri Koço, yazlık merkezleri ise Beşbalık’ta bulunuyordu. 948’den sonra hükümdarları îduk-kut unvanıyla anılmaya başlamıştır.


Beşbalık Uygurlarında Budizm daha fazla yayılmış, neredeyse Maniheizm’in yerini almıştır. Daha sonraki asırda az olmakla beraber Nesturi Hıristiyanlığı ve özellikle de İslamiyet kabul görmüştür. Takip eden devirlerde İslam buradan Çin’e doğru yayılmıştır.


Karahıtay Devrinde Uygurların İduk-kut Barçuk Art Tegin adlı bir hükümdarları bulunuyordu. İduk-kut 1209 yılında, Cengiz Han’a bağlandı. Moğollar döneminde İduk-kut sülalesi varlığını devam ettirdi ve 1368 yılında sonra İduk-kut, Ho-shang Ming İmparatorluğu’na teslim oldu. Karahıtay ve Cengiz İmparatorluğu döneminde birçok Uygur yüksek mevkilerde görevler almıştır (Tata Tonga gibi). Uygur kültürünün izleri zenginliğinden ve derinliğinden dolayı Orta Asya’nın doğusunda ve batısında her zaman hissedilmiştir.


UYGUR DEVRİNİN GENEL KARAKTERİ




Uygur Kağanlığı Gök-Türk devleti’nin sahip olduğu mirasın üzerine kurulduğu için bu devletin, yani bozkır kültürünün geleneğini sürdürüyordu. Ancak, zamanla Çinlilerle fazla yakınlaşma ve Maniheizm’in girmesi hayat tarzını eskisine göre değiştirmelerine sebep oldu. Soğdluların devlet mekanizmasında yer alıp etkili olmalarının da bunda rolü vardı. Uygur Devleti Dokuz Oğuz boyları üzerinde yükselmişti; halk unsurunun esası onlardı. Zaten, diğer kalabalık Karluk ve Türgiş gibi boylar Orta Asya’nın batısında Sır Derya, Çu, Talas ve İli gibi ırmakların havzalarında yoğunlaşmışlardı. Nitekim Dokuz Oğuz tabiri Çin kaynaklarında doğudaki Töles boylarına verilen addır ve ilk defa 627 yılında kullanılmıştır. Bunun yanında Uygurlar kendi içlerinde on kabileden oluşuyordu. İlk hanedanın adı Yaglakar kabilesinden geliyordu ve 795’e kadar bu durum devam etti.


Uygur Kağanlığı’nın sınırları doğuda Moğol kökenli Shih-weilere kadar uzanıyordu. Diğer taraftan batıda Altaylar, Çin’de Kansu-Ordos’a kadar olan bölge, Gobi çölünün güneyi ve Beşbalık-Turfan havzası sınır sayılabilirdi. Ancak bu yöndeki sınır Tibetlilerin baskıları yüzünden bazen elden çıkıyordu. Beşbalık’taki Kağan Fut’u kalesi bir ara Karlukların eline geçmişti.


İkinci hanedandan itibaren unvanların değişmesi ay ve kün gibi tabirler Maniheizm’in etkisini açıkça göstermektedir. Bunun yanında 795’ten sonra Beşbalık, Koço, Kuca, Aksu, Karaşar ve Kaşgar gibi şehir devletçikleri üzerinde Uygur nüfuzunun artmasında Maniheizm’in katkısı görülmektedir.


Karabalgasun, devletin merkeziydi ve devlet meclisi burada toplanırdı. Gök-Türklerin kullandığı bütün unvanlar Uygurlar tarafından da kullanılıyordu. Ama bazı unvanların karşılıkları değişmişti. Mesela, Çince kökenli olan Tutuk unvanı “askerî vali” yerine “boy reisi” anlamına geliyordu. Onların sayıları 11 olup siyasi görevlerinin yanında devlet için vergi toplamaktaydılar. 779’da bir ihtilal yapan Tun Baga Tarkan, verdikleri zarardan dolayı Maniheistleri devletten uzak tutmuştur. On üç hükümdarın yedisinin hanımı Çinli idi.


On üç kağandan yedisinin unvanında şu terimlerden biri bulunmaktadır: Tengride, Ay Tengride, Kün Tengride. Bu, hâkimiyetin gökten, güneşten veya aydan geldiğine inanıldığını göstermektedir. Aslında bir bakıma Uygur kağanlarının söz konusu unvanlarla hükümdarlıklarının sadece Uygurlarla sınırlı olmayıp, bütün dünyanın hükümdarı olduğu düşüncesinin olduğu sonucunu çıkarmak da mümkündür.

 

 


Her ne kadar Çin imparatorları Uygur kağanlarının kendileri tarafından tayin edildiğini iddia etseler de, aslında Uygur kağanları onlara karşı daima hâkimane bir tavır takınmıştır. 762’de asi Shih Chao-i’ye karşı T’ang hanedanına yardım için Çin’e giden Bögü Kağan, Çin veliahdının kendi önünde dans etmesini istemiş, buna karşı çıkan Çinli memurlar dövülerek öldürülmüşlerdi. Uygurlarda ilginç bir nokta da yönetme becerisi gösteremeyen basiretsiz hükümdarların sık sık tahttan indirilerek katledilmeleridir.


821 yılında Ordu Balık’ı ziyaret eden Arap seyyahı Tamim îbn Bahr’ın bildirdiğine göre Maniheizm şehirli halkın bağlı olduğu iki dinden (diğeri Gök Tanrı inancı) biri idi. Bu da gösteriyor ki, bütün propagandalara rağmen Mani dini Uygurlar arasında tam olarak yaygınlaşmamıştı.


Uygurlarda toplumsal yapı hızlı bir değişim göstermiş, özellikle ekonomide ve düşünce tarzında şehirleşmeye doğru atılımlar yapılmıştır. Henüz devletin kuruluş aşamasında, 744’te Çin kaynaklarında Uygurlar hakkında “sulak ve otlakları bulmak için gezerler, atçılık ve okçulukta ustadırlar” gibi kayıtlar vardır. Aslında daha sonraki dönemlerde de, Uygurların büyük bir kısmı göçebe olarak kalmaya devam etmiştir. At, sığır, koyun ve deve yetiştirmek onların iktisadi temelini oluşturmaktaydı. Bozkır hayat şartları gereği, en değerli hayvanlar koyun ve at olarak göze çarpmaktadır. Atların özellikle Çin ile yapılan ticarette ön plana çıktığı görülmektedir.


An Lu-shan’ın oğluna karşı 757’de çıkılan seferde 4 bin kişilik Uygur ordusuna günlük 20 sığır, 200 koyun ve 2900 kg. tahıl verilmesi etin ne kadar çok tüketildiğini göstermektedir. Hayvancılığın yanında, Maniheizm öncesinde bile Uygurlar arasında tarımın var olduğu bilinmektedir. Maniheizm’in tesiriyle tarım daha da yaygınlaşmıştır. Mani din adamları soğan benzeri şeyleri yiyorlardı. 821 yılına gelindiğinde her ne kadar ziraat yaygınlaşsa da otlakların önemi hâlâ devam ediyordu. Karabalgasun büyük bir şehir olup ziraat yaygın bir şekilde yapılmakta idi. Arkeologların araştırmalarına göre Uygurlar değirmen taşları ve harman tokmakları kullanılıyor, hatta sulama yapıyorlardı. Bazı Uygur mezarlarında ölü ile birlikte gömülen darı gibi tahıl kalıntılarına rastlanmıştır.


Ziraatın gelişmesine paralel olarak, şehircilik de gelişmişti. Kağanın emriyle iki şehir inşa edilmiştir. Bunlardan biri Baybalık olup kağanın 757 yılında kurulmaya başlanmıştı. Diğeri ise Karabalgasun idi. İçinde kağanın sarayı olan Karabalgasun’un etrafı surlarla çevriliydi ve 12 büyük demir kapısı vardı. Nüfusu kalabalık olup çarşıları ve esnafı mevcuttu. Bunun yanında şehre hâkim bir mevkide, çok uzaklardan görülebilen altından bir çadır olduğu, bunun sarayın düz damının üzerinde bulunduğu ve içine yüz kişinin sığdığı kaydedilmiştir. Büyük Uygur Kağanlığı devrinden başlayarak, Beşbalık ve Koço gibi şehirlerin etrafında Uygur nüfusu toplanmıştı. Beşbalık Uygurları döneminde şehir kültürü buralarda epeyce gelişmiştir. Ticareti de öğrenen Uygurlar, lüks eşyalara ihtiyaç duymaya başladılar. Çinlilerle At-ipek ticareti hiç görülmediği kadar artmıştı. Uygurlar elde ettikleri ipeğin fazlasını ya başka ülkelere ihraç ediyorlar ya da para birimi olarak kullanıyorlardı.


T’ang hanedanını temelinden sarsan An Lu-shan isyanı bertaraf edilince bazı Uygurlar Çin’de kalmışlardı. Onlar orada zenginleştiler ve bankerlik yapmaya başladılar. Zamanla bu durum öylesine gelişti ki, bunlar IX. yüzyılın sonlarına doğru Çin’in hemen bütün maliyesini kontrol edecek duruma gelmişlerdi.


Uygurlar deve ve ata dayalı basit bir ulaşım sistemi kurmuşlardı. Çok kalabalık gruplar halinde yola çıkıldığında atların, develerin ve arabaların beraber olduğu kervanlar kullanılırdı. 820 senesinde binlerce Uygur ve Çinlinin bulunduğu kafile Ch’ang-an’dan Uygur başkentine doğru yola çıkmıştır.

Her ne kadar şehirleşme olsa da çadır önemli bir barınak yeri olarak varlığını devam ettirmiştir. “Zenginlerin iki veya daha fazla çadırı olurdu” şeklinde kayıtlar bulunmaktadır.


Eserini IX. yüzyıl ortalarında yazmış olan el-Câhiz’e göre, Uygurlar Mani dinini kabul ettikten sonra Karluklara yenilmeye başlamışlardı. Yeni kabul edilen din Uygur kağanlarının savaş isteklerini köreltmiş olmalıydı. Uygurlar arasında bozkır ve şehirli olmak üzere iki farklı hayatın ortaya çıkması devletin temelini sarsan başka bir sebepti. Devletin başkent dışında otoritesi zayıflamış, boy reislerine serbest hareket etmek için fırsat doğmuştu. Lüks ve gevşek hayat askerî mücadelelere karşı devlet adamlarının gücünü bitirirken, vezirler iktidarı ele geçirmek için fırsat kolluyorlardı.


Ordu geleneklere uygun olarak kağanlarının emrindeyse de, merkezî otoritedeki gevşeme sonucunda “Tutuklar” ön plana çıkıyorlar, zayıf kağanlara sadakatle bağlı olmuyorlardı.



UYGUR MEDENİYETİ



İslâm öncesi Türk devletlerinde boylar yazın yaylak denilen serin, sulak, otlağı bol yüksek yaylalarda, kışın ise kışlık denilen daha ılık ova ve vadilerde yaşarlardı. Hükümdarların da yazlık ve kışlık olmak üzere iki merkezleri bulunurdu. Uygurlar için de durum aynı idi. Kışlık bölgede evlerin daha ziyade kerpiç veya ahşap olması tercih edilirdi. Surlar bile kalın ağaç kütüklerinden yapılırdı.


Ticari açıdan bakıldığında, Uygurlar komşu devletlere canlı hayvan, kösele, deri, kürk ve hayvansal gıdalar satarlar, karşılığında hububat ve ipek alırlardı. Bu devirde Türklerle komşuları arasındaki ticaret iki yoldan gerçekleşiyordu. 1. İpek Yolu: Bu yol Çin’den başlıyor, Türklerin çoğunlukta olduğu İç Asya’dan geçip Akdeniz’e ulaşıyordu. İpek Yolu’na hâkim olan devlet devrin dünya ticaretine hâkim olacağından, bölgenin büyük devletleri arasında kıyasıya bir rekabet vardı. 2. Kürk Yolu: Bu yol, Hazar ve Bulgar ülkelerinden başlayarak, Ural, Güney Sibirya, Altaylar ve Sayan dağları üzerinden Çin’e ve Amur nehrine uzanıyordu. Bozkır sahasının çoğunluğunu otlaklar meydana getirmekteydi. Tarıma elverişli topraklarda Uygurlar buğday ve darı başta olmak üzere tahıl ürünlerini ekip biçmekteydiler.


İslâm öncesi Türk devletlerinde ekonomi, bağlı devletlerden alınan yıllık vergi ve hediyeler ve halktan toplanan vergilere dayanıyordu. Vergi toplama işlemi özel memurlar tarafından yerine getiriliyordu. Ayrıca işlek ticaret yollarından sağlanan vergiler ve madencilikten elde edilen yüksek gelir devletin mali gücünü artırıyordu. Para olarak üzeri resmî damgalı ipek parçaları kullanıyorlardı.


Edebiyat ve Sanat



Türk destanları bozkır insanının hayat mücadelesi örnekleriyle doludur. Bu edebiyat türünde kurttan türeme, gökten inme ve ışıktan olma motifleri bulunmaktadır. Uygur mitolojisinde kurdun rehberlik vasfı açık olarak görülür. “Kutlu Dağ” efsanesine göre kutlu bir kaya Uygur ülkesine bereket ve mutluluk getirmektedir. Bu kaya Çinlilere verilince memlekete çöken uğursuzluklar, açlık ve kıtlık yüzünden Uygurlar göç etmek zorunda kalmışlardır.

 

 

Uygur Kağanlığı’na ait Şine-Usu Yazıtı, Orhun-Selenga nehirleri arasında Şine-Usu gölü yakınında bulunmuştur. Gök-Türk harfleriyle yazılmış olan bu yazıt Bayan Çor Kağan adına dikilmiştir. Kitabede Selenga ve Orhun ırmağından, On Uygur, Dokuz Oğuzlardan ve Türk ülkesinden bahsedilmektedir. Ayrıca Uygur, Türk, Üç Karluklar, On Oklar, Sekiz Oğuzlar ve Dokuz Tatarlar gibi kavimler arasındaki mücadelelerden, Tarduş, Tölis ve Kırgız kavimlerinden söz edilmektedir. Uygur kağanının Çikler üzerine yürüdüğünden bahsedilmekte (750), Basmıllarla mücadele anlatılmaktadır.


Türkçe, Çince ve Soğdça olarak üç dilde yazılan Karabalgasun Yazıtı, başlangıçtan IX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Uygur tarihini konu alır. Asıl metin Gök-Türk alfabesiyle yazılmıştır. Ancak, Türkçe olan kısım çok tahrip olmuştur; sadece bazı kelimeler okunmaktadır. Yazıtın Soğdça olan yüzü de çok fazla silinmiştir. Sadece Çince kısmı sağlam kalmıştır.



Uygurlar yerleşik hayata geçtikten sonraki döneme ait belgeler oldukça fazladır. Arkeolojik kalıntılar, el sanatları, resimler, hukuk vesikaları, elçi raporları, özellikle Turfan Uygur Devleti kültürü halkında değerli bilgiler vermektedirler. Bunlardan biri 981-984 tarihleri arasında Çin’in resmi elçisi olarak Uygurlara giden Wang Yen-te’nin raporudur. Bu rapora göre: “Kao-ch’ang şehrine yağmur ve kar yağmaz, aynı zamanda burası çok sıcaktır. Burada evler beyaz badanalıdır. Chin-ling dağlarından çıkan nehir şehrin bütün çevresini dolaşır, tarlaları ve meyve bahçelerini sular ve su değirmenlerini işletir. Zengin insanlar at eti, geri kalanlar ise sığır eti ve yaban kazı yerler. Onların müzik aleti olarak kullandığı alet kopuzdur. Samur kürkü, pamuklu kumaş ve çiçek motifleriyle işlenmiş giysiler üretirler. Onların âdetlerine göre büyük bir kısmı ata binerler ve ok atarlar. Şehrin içinde pek çok iki katlı binalar vardır. İnsanlar iyi yüzlüdür ve usta sanatkârlardır. Bunlar altın, gümüş ve demir kap yapımında çok ustadırlar. Onlar aynı zamanda yeşim taşı işlemesini de çok iyi bilirler.”


Turfan Uygurları mimari sahada da çok eser vermişlerdir. Bu eserlerde Türk “otağ” ve “ordu” geleneği, eski bozkır kültürü özellikleri görülmekte idi. Malzeme olarak da, aşı boyalı ve yaldızlı ağaç, balçık, tuğla ve taş (nadiren) yanında oymalı keramik ve sırlı tuğla da kullanırlardı. Uygurlar daha Orhun Irmağı kıyılarında Ordu-balık’ta iken de bu teknikleri biliyorlardı. Arkeolojik kalıntılardan anlaşıldığına göre Uygurlar surlu şehirler, hükümdar kalesi, dini külliyeler, göller ve akarsuların bulunduğu bahçeler yapmışlardır.

Maniheizm kendi sanatını da birlikte getirmiştir. Mani’nin kendisi bizzat ressam idi. Bu dinin adını bile duymak istemeyen Müslüman yazarlar, onun resimdeki başarısından hayranlıkla söz ederler. Uygur Devleti’nin Turfan bölgesinde ve özellikle de İdikut şehrinde bulunan freskler ve minyatürler, Maniheizm’in Uygurlar arasında ne kadar güçlü bir şekilde yayıldığını göstermektedir. Bu minyatürlerde Uygur asıllı müminlerin yanında beyaz elbiseli Mani rahipleri resmedilmiştir. Murtuk ve Bezeklik’teki Budist fresklerin bazısında Uygur müminlerin resimleri vardır. Bunlar Uygur kültürünün zenginliğini ortaya koymaktadır. Bu fresklerdeki Soğdlu kervancılar, Uygurların bunlar vasıtasıyla İran’ın dinleriyle temas kurduklarını göstermektedir.


Uygur devri sanatında Türklerin dik duruşu, ciddi ifadeleri, protokol sırası ile dizilişleri resimlerde görülmektedir. Uygur devrinde realist portre sanatı gelişmiştir. Türk ressamları hayalî ve güzelleştirilmiş şahıslar yerine tabiî portreler çiziyorlardı. Türk örf adetlerini temsil eden tablolar yapılmış, Türk ordusunun kahramanları ve Uygur kağanlarının resimleri Budist mabetlerinin duvarlarını süslemiştir. Bozkır sanatının hayvan motifleri, bilhassa at resmi yerleşik Uygur sanatında da önemini korumuştur.


Yerleşik medeniyetin en büyük özelliklerinden biri şehirleşmedir. Kurulan bu şehirlerde pazarların ortaya çıkması, ticaretin gelişmesi ve ticarette paranın kullanılması Uygurların ilerlemesinin açık göstergeleridir.


Elimize geçen hukuk vesikalarından anlaşıldığına göre Uygurların alım-satım ve borç alıp vermede belirli bir para ve ölçü sistemleri vardı. Borç olarak alınan mal ve para faiz karşılığında genellikle ilkbaharda alınır, mahsulün kaldırıldığı sonbaharda ödenirdi. Bu kayıtlar bize ziraatın çok gelişmiş olduğunu göstermektedir. Borç karşılığı her ay faiz ödemesi yapılması, belki de Türklerde ilk bankacılığın temelini teşkil etmiştir. Evlatlık verme vesikalarında evlâtlık verilen oğul ve babalığın karşılıklı uymak zorunda oldukları hususlar kaydedilmektedir. Mesela, evlatlığa verilen oğul yeni ailesine karşı ahlaki görevlerini yerine getirecektir. Sorumluluklarını yerine getirmediği takdirde cezalandırılacaktır. Buna karşılık babalık da yeni evladına kendi öz evladı gibi davranacak onun bütün maddi ve manevi sorumluluklarını yüklenecektir. İleride kendisinin de bir evladı dünyaya gelse, onu öz evladından ayırt etmeyecek ve onun yetişmesine yardımcı olacaktır.


Mimari Eserler



Uygur kültür ve sanatının karakterini eski Türk dinî inançları ile Maniheizm ve Budizm meydana getirmiştir. Sanat ve mimarlık eserleri de bu inançların gereklerini yansıtıyordu. Uygur mimarisinde dikkati çeken bir başka gelişme, Budist külliyelerinin Türk “ordu-balık” yapısı gibi iç içe iki surla çevrili olmasıdır. Dört köşede büyük dağları temsil eden kuleler ve müstakil inşa edilen işaret kalesi vardı. Pagoda mimarisinin özelliklerini taşıyan bu kuleler zamanla Uygur sanatının incelikleriyle değişerek inceldi ve Türk minaresine dönüştü.


Doğu Türkistan’da tapınak ve manastırlar genellikle bir külliye manzarası arz etmektedir. Kare sayılabilecek dikdörtgen bir sur ile çevrili olan ve içerisinde hükümdar sarayının ve bazı köşklerin de yer aldığı Koço şehrinin güneyinde, merkezî bir avlu etrafında gruplanmış mekânlardan oluşan manastır bu durumdaki örneklerden sadece bir tanesidir. Koço, Yar-Hoto, Murtuk ve Sengim şehrindeki manastırlar da etraflarında rahip hücreleri ve diğer çeşitli yardımcı fonksiyonları üstlenen müştemilat yapıları ile birlikte ele alınıyordu. Bu yapılar genellikle bir yükselti üzerine yapılmış dikdörtgen planlı yapılardır.


Budist tapınaklar Uygurlardan evvelki Türk dönemlerinde de vardı. Gök-Türkler döneminde Akbeşim şehrinde tipik özellikleriyle Budist tapınaklar yer almaktaydı. Ancak Budist ve Maniheist tapınaklar asıl gelişimini Uygur devrinde göstermiştir.

Uygur manastır ve tapınakları, Selçuklu ve Osmanlı külliyelerinin kaynağını teşkil etmektedir. Uygur tapınakları arasında en önemlilerinden biri Koço tapınağıdır. Akbeşim şehrindeki Budist tapınaklardan birine benzeyen bu mabedin köşelerindeki ve kapılarının yanındaki kuleler sonraki mimarî gelişmeler açısından dikkati çekmektedir.


Diğer önemli tapınaklar arasında Murtuk Sengim’de bulunan bazı dinî yapılardan bahsedebiliriz. Tapınakların bir bölümünde ayrı olarak inşa edilmiş, çok katlı kule şeklinde olup Türkçe olarak ediz ev denilen pagodalar ilgi çekicidir. Bu pagodalardan birisi, Yar-Hoto, şehrinin merkezinde yer alan ana tapınağın sınırı içerisinde, nişlerine (inşa esnasında duvar içinde bırakılan oyuk) Buda heykelleri yerleştirilmiş bir kule şeklinde yükselmektedir. Stupa denen Budist türbeler, içi dolu bir kubbe şeklindeki yapılardı. Uygur stupası ise kubbeli otağa benzer bir yapıya dönüşmüştür.


Uygur devri Türk sanatı tarihinin en ilgi çekici mimari eserleri arasında kayalara oyulmuş mağara tapınakları da gösterilebilir. Bu tapınakların esası Çin’in kuzeyinde devlet kuran Tabgaçlarda da görülmektedir. Doğu Türkistan’daki Bezeklik, Kızıl ve Tun-huang mağara tapınakları çok ünlüdür. Bunlar arasında Uygur tarzının en seçkin örnekleri Bezeklik mabetleridir.


Bezeklik mağara tapınakları Murtuk vadisinde, Kızıl Dağ mevkiinde kayalara oyulmuş 40 tapınaktan meydana gelmektedir. Tapınakların genel planı en içte yer alan ve yalnız rahiplerin girebildiği ve tapınılan Buda veya diğer bir ilâhın heykelinin bulunduğu iç tapınak ile bunun etrafındaki dehliz ve ikinci derecede mekânlardan oluşmaktaydı. Bu mabetler duvarları yoğun bir şekilde fresko tekniğiyle yapılmış ve dinî anlamı olan resimlerle bezendiği için Bezeklik adını almıştır.


Türk Budist mimarisinde gelişen stupalar, îslâmiyetten sonraki Türk türbe mimarisinin temelini oluşturmaktadır. Uygurlardaki stupa şekli “yurt tipi” çadır şeklinden ilham almıştı. îslâmiyetten sonraki Türk mimarisinde soğan kubbe denilen lotus kubbe tipi de ilk kez Uygur stupalarıyla başlamıştır. Türklerden önce stupalar, bir dinî şahsiyetin kemiklerinin ve eşyalarının muhafaza edildiği kubbeli yapılardan ibaretti.


Koço şehrinin surları dışında, kuzeydoğu tarafında bulunan ve Koş-Gumbaz olarak adlandırılan stupalar Uygur stupalarının en güzel örneklerindendir. Aynı şekilde Toyuk şehrindeki stupalar ile Yar-Hoto şehrinin güneydoğusunda bulunan birçok stupa da zikredilmeye değer özelliklere sahiptir.


Genel olarak Orta Asya mimarisinde, özel olarak Uygur mimarisinde sivil mimarinin en önemli ürünleri saraylar ve evlerdir. Saraylar eski ordu-kent kuruluşlarının İç kale kısmına karşılık geliyordu. Bazen yalnız bu iç kale saray olarak nitelendiriliyor, bazen de sur içerisinde saray ve köşkler söz konusu oluyordu.


Koço’da hükümdar sarayı kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. Bir set üzerine inşa edilmiş bu saray, aynı zamanda çift sıra surlarla kuşatılmış bir kale (ordu kent) idi. Sarayın mekânlarının kubbeli veya düz tavanlı olduğu ve divanhanelerinin kuzey ve batıda bulunduğu sanılmaktadır. Bu tip saray düzenlemelerinde bazen setin köşelerinde daha küçük köşkler de bulunuyordu.


Sarayların bazı örnekleri bu şekilde bir set üzerinde değildir. Mesela Yar-hoto saray harabeleri surla çevrili bir avlu içerisinde ve başka bir tiptedir. Uygur evleri ise, genellikle kaplumbağa tarzı çatı denilen, kıvrık çatılı, etrafı duvarla çevrili, masif örgülü, dört köşe veya yuvarlak pencerelidir.


Türklerde ordu-kentler sivil ve askerî mimarinin kaynaştığı yapılardır. Proto tipleri Milattan önceki devirlere inen bu kent tipinde, surlar ve kulelerle çevrili, yaşanılan mekânlar ve alanlar topluluğu vardı. En dışta ise bir hendek bulunurdu. Dörtgen plandaki ordu-kentte dört yönden gelen yollar hükümdarın köşkü veya çadırının olduğu yerde kesişirdi. Erken devirlerden sonra ordu kentlerde bir iç kale bir de dış kale teşekkül etmişti. Hükümdar veya yöneticinin iskân edildiği kısım iç kale idi.


Eski Türk topluluklarında önemli askerî yapı örneklerinden olan Karguy ya da Kargu denilen gözetleme kuleleri hudut bölgelerinde, önemli mevkilerde, surlar üzerinde veya sur içinde yer almışlardır. Bu kuleler Türkler ve Çinliler tarafından inşa ediliyordu. Özellikle Gök-Türk devrinden İslâmî döneme kadar olan zaman içerisinde bunlar çok yaygındı. Bu kuleler genellikle dört köşe veya yuvarlak planlı olarak inşa edilmişlerdir. Söz konusu eserler bazen yukarıya doğru incelerek yükselmekte, bazen de yukarıda darlaşan düz bir bölümle sona ererek tepesi kesik bir piramidi andırmaktadır.



Alıntıdır. 


9 Kasım 2022 Çarşamba

TALAS SAVAŞI

 Müslüman Araplar’la Karluk Türkleri’nin Çin orduları karşısında zafer kazandığı savaş (133/751).


Çin’de T’ang hânedanı, 659 yılında Batı Göktürkleri’ni kendisine bağlayıp Tanrı dağlarının güneyindeki şehir devletleri üzerinde otorite tesis ederken Batı Göktürkleri’nden gelen Türgişler bağımsızlıklarını uzun süre sürdürmüşlerdi. II. Göktürk Devleti’nin 682’de güçlü bir şekilde ortaya çıkması ve Türgişler’in batıda güçlenip komşularıyla rekabete girmesi Çinliler’in bölgedeki hedeflerini sona erdirmişti. Batı Türkistan’daki Çin nüfuzunu ortadan kaldıran Kapgan Kağan, Türgişler’i yenip kendisine bağlayarak bölgede Göktürk gücünü yeniden hâkim kıldı. Ancak Kuteybe b. Müslim’in Mâverâünnehir’i fethi ve Batı Türkistan’a düzenlediği askerî harekât bölgenin siyasî hayatında önemli değişikliklere yol açtı. Su-lu Kağan liderliğinde toparlanan Türgiş ordusu 720-721 yılında Semerkant üzerine yürüdü. Türgişler önce yenilmelerine rağmen ardından Araplar’ı mağlûp etmeyi başardılar. Ancak sonuçta Türgiş Kağanlığı, Arap orduları karşısında tutunamadı. Zor durumda kalan şehirlerde Türk beylerinden Fergana ihşîdi, Buhara ve Semerkant hükümdarları, Tohâristan yabgusu Araplar’a karşı Çin’den yardım istemek zorunda kaldılar. Mâverâünnehir’de ve Batı Türkistan’da Türk-Arap mücadelesinin devam ettiği bu dönemde Çin’de T’ang hânedanının başında güçlü bir hükümdar olan Hivan-tsâng bulunuyordu. Hivan-tsâng cesaretiyle meşhur kumandanlarından Kuça Valisi Kao Sien-Chih’yi Türk beylerine yardım etmekle görevlendirdi. Kao Sien-Chih, 748 yılında Tanrı dağlarının kuzeyindeki Tokmak’ı alarak Batı Türkistan’a giden stratejik mevkiyi ele geçirdi. Bu sırada Kao’nun idam ettirdiği Taşkent hâkiminin oğlu, babasının intikamını almak için Ebû Müslim-i Horasânî ile Yedisu ve Isık Göl civarında yaşayan Karluklar’dan yardım istedi.


Çin ordusu, İslâm ordularıyla, Talas (Tarâz) nehri kıyısında (bugünkü Evliyaata’nın doğusunda) savaşa tutuştu. Fergana ordusu da Çinliler’in yanında yer aldı. Ebû Müslim’in gönderdiği İslâm ordusuna Ziyâd b. Sâlih kumanda ediyordu. Kuzeyden Karluklar yardıma geldiler. Zilhicce 133’te (Temmuz 751) Talas nehri kıyısındaki Atlah mevkiinde cereyan eden savaş beş gün sürdü. Muhtemelen savaşın son günü Karluk Türkleri Çin ordusuna arkadan saldırdı (Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 36). İki ateş arasında kalan Çinliler ağır bir yenilgiye uğradı. Makdisî’ye göre Talas Savaşı’nda 100.000 kişiyi aşkın Çin ordusundan 45.000 kişi öldürülmüş, 25.000 kişi esir alınmıştır (el-Bedʾ ve’t-târîḫ, VI, 74). Savaşın sebebi ve sonucuyla ilgili olarak önemli bilgiler veren İbnü’l-Esîr, Fergana ihşîdi ile Taşkent (Şâş) meliki arasında ihtilâf çıkınca ihşîdin Çin imparatorundan yardım istediğini, onun gönderdiği 100.000 kişilik bir ordunun Taşkent’i kuşattığını, Taşkent melikinin de Çin imparatorunun hâkimiyetini kabul ettiğini, Çin ordusunun geldiğini haber alan Ebû Müslim’in Ziyâd b. Sâlih’i onlara karşı sevkettiğini, savaşı müslümanların kazandığını, 50.000 Çinli’nin öldürüldüğünü ve 20.000’inin esir alındığını, kurtulanların Çin’e kaçtığını, savaşın Zilhicce 133 (Temmuz 751) tarihinde meydana geldiğini belirtir (el-Kâmil [trc. Yunus Apaydın], V, 365). Çin kaynakları ise ordularının asker sayısını 30.000 diye kaydeder. Kaynaklardaki bilgilerden, Çin’in ilk hedef olarak Taşkent’i seçmesinin sebebinin Batı Türkistan’ın içinde bulunduğu siyasî durumla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Göktürk ve Türgiş devletlerinin yıkılmasının ardından kendileri için yegâne tehlikenin Göktürk şehzadelerinin hâkimiyeti altındaki Taşkent’ten geleceğini bilen Çinliler muhtemelen öncelikle Taşkent’i ele geçirip şehrin hâkimini itaat altına almayı planlamışlar, öte yandan birlik içinde olmayan ve Çinliler’in önünü kesmek isteyen Türkler, Çin ordusuyla tek başlarına mücadele edemeyeceklerini bildiklerinden Çin üzerine bir sefer düzenlemek niyetinde olan Ebû Müslim-i Horasânî’yi Kuça, Karaşar, Hoten ve Kâşgar’ın işgaline ikna etmişler, bu durumu öğrenen Kao Sien-Chih büyük bir orduyla harekete geçmiştir.


T’ang hânedanı bu yenilgiden sonra Batı Türkistan’a hâkim olma emellerinden vazgeçmek zorunda kaldı ve Türk boyları Çin baskısından kurtuldu. Batı Türkistan’da sarsılan Türk nüfuzu yeniden kuruldu. Karluklar 766’da Tanrı dağları yöresinde bağımsız devletlerini oluşturdular. Bu yeni siyasî ortam ve nüfus hareketleri Karahanlı Devleti’nin oluşumuna zemin hazırladı. Hz. Ömer zamanında Sâsânî Devleti’nin yıkılmasının ardından bölgede İslâm fütuhatı sırasında başlayan ve bir asır devam eden Türk-Arap mücadelesi Talas Savaşı’ndan sonra yerini dostluğa ve iş birliğine bırakmış, sağlanan barış ortamında İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmış, Müslümanlığı benimseyen Türkler, Abbâsî halifeliğinin askerî ve siyasî kadrolarında yer almaya başlamıştır. Talas Savaşı kültür tarihi açısından da önemli gelişmelere yol açmıştır. Çin’de keten ve kenevirden imal edilen kâğıt bu savaşta esir alınan Çinliler vasıtasıyla Çin dışında ilk defa Semerkant’ta imal edilmiş, 178 (794) yılında Bağdat’ta bir kâğıt imalâthanesi kurulmuş, bunu Mısır’daki imalâthaneler takip etmiştir. III. (IX.) yüzyıldan itibaren Endülüs’ten Hindistan’a kadar bütün İslâm ülkelerinde kâğıt yapımına başlanmıştır. Kâğıt Avrupa’ya Sicilya ve Endülüs üzerinden girmiştir (Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 37-38).


Alıntıdır: https://islamansiklopedisi.org.tr/talas-savasi

Habur Sınır Kapısı / Silopi

 


Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-3

 


Gökyüzü ve Sütunu


Bazı Altay halkları gökyüzünü, insanların yaşadığı yeryüzünün üstünü örten ve onu koruyan bir çadır tavanı olarak hayâl etmişlerdir. Yakutlar, gökyüzünün üst üste yığılmış ve iyice gerilmiş postlardan meydana geldiğini anlatırken Buryat efsanelerinde Samanyolunu bir “dikiş” olarak nitelendirerek, bir yaratığın “çok çok eskilerde, gençlik zamanlarımda, gök yüzünü dikerdim” biçiminde geçer. Göçmen kuşlardan ve onların kışı geçirdikleri ülkelerden bahseden (muhtemelen Tatarlardan, Vogullara geçmiş olmalı) bazı Vogul efsanelerinde gökyüzü, çadır tavanı olarak tasavvur edilir. Bu efsanelere göre, kuşların kışı geçirdikleri, çok uzaklardaki “efsane bir ülke”, insanların yaşadığı yeryüzünden gökyüzü sınırı ile ayrılmaktadır. Bu gökyüzü sınırı perde gibidir ve rüzgâr esip sallandığında, kuşlar perdenin altındaki aralıktan uçarak diğer tarafa geçerler.


Türk kökenli halklarda, Tanrıların arada bir gökyüzü örtüsünü biraz aralayıp yeryüzünde neler olup bittiğine göz attıklarına inanılır ki, Çuvaşlar, dünyaya düşen meteorların yarattığı ışıltıyı bu şekilde izah ederler. Gökyüzü örtüsünün aralanışına denk gelmenin şans işareti olduğu ve tam da o anda Tanrıdan dilenen veya gönülden geçirilen bir dileğin kabûl edileceğine inanılır. Buryatlar “gök kapısı”ndan bahsederken, bu görüntüyü kastederler. “Gök kapısı”, Buryatların nazarında tanrıların kısa bir an için örtüyü aralaması anlamı taşır. Tanrılar “kapı”yı çok kısa bir süre için açtıklarında, gökyüzünden dünyaya parıltı saçan muhteşem bir ışık şulesi süzülür. Çuvaşlar gibi, Yakutlar da, “Gök Kapısı”  açıldığında Tanrıların insanlara bütün dilediklerini kabûl edeceklerine inanırlar. Aslında atmosfere düşen bir meteorun sebep olduğu ışıltıdan kaynaklanan bu inanç, sadece Asya’da değil, Batı Avrupa’da da oldukça yaygın olup, aynı şekilde bu esnada tutulan bir dileğin gerçekleşeceğine inanılır.


Gökyüzünün, dünyanın üzerine yayılmış bir çadır tavanı olarak tasavvur edildiği bu dünya görüşünde, yıldızlar da pek tabii olarak bu çadırın tavanındaki delikler olarak hayâl edilir. Gökyüzü ışığının içinden sızdığı bu delik tasavvuruna öncelikle Yakutlar arasında rastlanır. Meselâ, “Ülker” takım yıldızının görülmesi, bu delikten yeryüzüne soğuk hava gireceği inancıyla kötüye alâmet sayılır. Bu inanış esasında, Ülker takım yıldızının havaların soğumasına doğru gök yüzünde görünmesiyle, gerçek hayat gözlemlerine dayanır.

Gökyüzünün bir çadır tavanı olarak tasavvur edilmesinin kökleri hiç şüphesiz ki tarih öncesi dönemlere uzanmakta, muhtemelen insanlığın en eski dönemlerinden kalma bu ilkel barınma şekli, insanların hayâl gücünü bu yönde etkilemiş olmakla, sadece Sibirya halklarına has bir durum değildir. Babil efsanelerinde bile yeryüzünden, “çoban çadırı” olarak söz edilmekte ve Eski Ahit’in bazı bölümlerinde de (meselâ, Yeşaya, 40/22) “Gökleri perde gibi geren, oturmak için çadır gibi kuran O’dur” diye geçmektedir.


Türk kökenli halklar gökyüzünü yarım küre şeklinde ve sıkıca örtülü olarak tasavvur etmekle, gökyüzünün sınırlarının yerkürenin sınırları ile kesiştiğine inanmışlardır. Buryatlar da ise, gökyüzü ters çevrilmiş bir tencere şeklinde, bazen alçalıp, bazen de yükselen sürekli hareket hâlindedir. Gök kubbe yükseldiğinde, gök kubbe ve yeryüzünün kenarları arasında bir aralık oluştuğuna inanılır. Buryat efsanelerinde bir kahramanın tam bu açılma anını kollayarak, gök kubbe ile yeryüzünün kenarları arasına yayını sıkıştırmasıyla, dünyanın dışına çıkmayı başardığı anlatılır. Rus halk hikayelerinde de, yeryüzü ve gökyüzünün birleştikleri noktada, gök kubbenin üzerine tırmanmanın mümkün olduğu anlatılır. Bir insanın gözünden bakıldığında, ufuk çizgisi yeryüzü ile birleşikmiş gibi göründüğü için, bu tarz bir tasavvur şekli, muhtelif halkların hayâl dünyalarında kendiliğinden, tabii olarak ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Fakat buna mukabil, gök kubbenin alçalıp yükselmesine ilişkin tasavvur yine de nadir rastlanan bir durum değildir. Çukçeler, rüzgârın oluşmasını bu kendine has harekete bağlarlarken, Gilyaklar aynı şekilde yeryüzü ile gök kubbenin kenarları arasında bir aralık bulunduğuna ve gök kubbenin alçalıp yükselmesine bağlı olarak bu aralığın kapanıp veya genişlediğine inanırlar. Yeryüzü ve gök kubbenin kenarları birbirlerinden uzaklaştığında şiddetli bir rüzgâr çıkar. Gök kubbenin yükseldiği anlarda da, göçmen kuşlar-meselâ, kuğu sürüleri- insanların dünyasından dışarı çıkarlar. Bu açıklıktan faydalanıp çıkamayan kuşlarsa, gök kubbe tekrar alçalıp da aralık kapanırken, arada kalıp, ezilip ölür ve dünyanın kenarında oturmakta olan yaşlı bir kadın tarafında toplanıp pişirilirler. Bu sebeple Çukçeler, yeryüzüyle, gök kubbe arasındaki bu zaman zaman açılıp kapanan aralığa “Kuş geçidi” adını verirler.


Gök kubbenin yukarıda bahsedilen hareketliliği, Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında da görülen bir tasavvurdur. Algonkin Kızılderili efsanelerinden birinde, yeryüzü ve gök kubbenin birbirine yanaştığı anı kollayarak, gök kubbeye tırmanmaya çalışan dört kardeşten bahsedilir. Efsaneye göre kardeşlerden birisi yeryüzü ve gök kubbenin arasına düşerek hayatını kaybeder. Hayda Kızılderililerine göre ise, gök kubbenin bu alçalışı esnasında kimi zaman bulutlar yüksek dağlara değerler ve bu yüzden bir uğultu çıkar, bu uğultu insanlar tarafından da duyulabilir. Avrupa halk inançlarında da bu tarz mistik gök kubbe tasavvurlarına rastlanır.


Buna mukabil, yıldızlı bir gecede gökyüzünde çıplak gözle seyredilebilecek bir hadise de başka bir gök kubbe hareketi tasavvuruna ilham kaynağı teşkil eder; söz konusu hadise, Kutup yıldızı etrafındaki diğer gök cisimlerinin yer değiştirmesidir. Bu dairevî hareketin sebebi dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve bu dönüşü de bir gün içerisinde tamamlıyor olmasıyla ilgili olmasına rağmen, insanların bunu fark edememeleridir. Kuzey yarım kürede yaşayan halklar, göklerin bu esrarlı merkezini çok erken çağlardan itibaren farketmişlerdi. Asya ve Avrupa’nın bir çok halkı, bu sebeple “yeryüzünün göbeği” olduğu gibi, bir de “gökyüzünün göbeği” olacağını tasavvur ederek, bununla gök kubbedeki bu merkez noktayı kastetmişlerdir. Bazı deyimlere bakıldığında, Finlilerin de bu “gökyüzünün göbeğini” fark etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Enontekiö’de Kutup yıldızına “Kuzeyin göbek yıldızı” adı verilir. Altay halk şiirlerinde gökyüzü ve yeryüzünün göbeği bir arada anılır. Bütün bunların birbirleriyle ne derecede yakın ilişki içinde tasavvur edildiklerini ise bir şaman şarkısında sözü geçen; “Gökyüzünün göbeği yerde, yeryüzünün göbeği gökte olsaydı.” şeklinde bir dilekte görülür. Gökyüzünün göbek deliği tasavvuru, muhtemelen yeryüzünün göbek deliği tasavvurundan daha önce ortaya çıkmış, hâtta yeryüzünün göbek deliği kavramına bu noktada emsâl teşkil etmiştir.


Gök kubbedeki cisimler, bu “göbeğin” etrafında döndükleri için, insanlar bu “göbeği”, gök kubbenin sabitlenmiş olduğu bir cisim olarak kabûl ederek, bir çok Kuzey halkı, Kutup yıldızını “çivi” (Türklerdeki demir kazık) olarak isimlendirirler. Kutup yıldızına “gök çivisi” adı veren Turuhansk bölgesindeki Samoyedler, bütün gök yüzünün onun çevresinde döndüğünü söylerken, Çukçeler, Koryaklar gibi Kutup yıldızına “çivi yıldızı” adını verirler. Bu hususta Holzmayer, Estelerin bundan yola çıkarak, geliştirdikleri tasavvurları şöyle anlatır: ”Esteler, gök kubbeyi, tabanı kubbeli ve üç ayaklı bir kazan şeklinde tasavvur etmekte, bu kazanın tabanına (pṍhhi) adını vermektedirler. Bu kazan, yâni gök kubbe, derinlerinde orta yerlerde bir çivi (nael) ile sabitlenmiş bu çivi eksen alınarak kazan (yâni kubbe) çivinin etrafında dönebilmekte ve bu dönüş sebebiyle de gök cisimlerinin hareketi meydana gelmektedir. Kutup yıldızı bunun merkezinde olduğu için de, ona pṍhya nael (tabanın veya temelin çivisi) adı verilmektedir. Kutup yıldızına verilen bu isim, aynı biçimde

 

 


“Kuzey çivisi” olarak da tercüme edilebilir, keza Este dilinde pṍhi kelimesi “taban/temel/zemin” anlamları dışında “Kuzey” anlamına da gelmektedir. Buna benzer bir isimlendirme bir zamanlar Fince’de de olsa gerektir, zira Lap dilinde Kutup yıldızına “bohinavlle” (Kuzeyin çivisi) denmekte ve bu kullanımın Fince’den Lap diline geçmiş olması muhtemeldir. Laponlar, bu “çivi”nin çıkması hâlinde, gök kubbenin yere düşeceğine inanırlar. İskandinav halk şiirinde geçen “veraldarnagli” (dünyanın çivisi) de aynı anlama gelmektedir. Fince bir büyücülük terimi olan “Himmelsangel” (gök meleği) de bu anlamı ifade etmek için kullanılır.


Gök kubbede gerçekleşen bu esrarlı dönüş hareketi, bir çividen çok daha güçlü ve güvenilir bir dayanak fikrine de ilham kaynağı teşkil eder ki, bu dayanak; ucunda gök kubbenin döndüğü devasa bir sütun veya eksen olarak tasavvur edilmektedir. Bu sebeple Altay halkları Kutup yıldızına başka isimler vermişler; Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklar, Kutup yıldızına “altın sütun”, Kırgızlar, Başkırlar ve Batı Sibirya Tatar kabileleri “demir direk-kazık” Teleütler “yalnız direk-kazık” ve Tunguz-Oroçonlar da “altın sütun” adını vermişlerdir. Yakut efsanelerindeyse, dünyanın önceden küçücükken, daha sonraları büyüyerek bugünkü hâline ulaştığı ve efsanede adı geçen “demir ağaç”; “gök kubbe ve yer büyümeye başladıklarında, ben de onlarla beraber büyüdüm” diyerek kendini över.


“Dünyanın sütunu/direği” tasavvuruna, 6 yy’dan kalma Saksonların “dünya sütunları/direkleri” resimlerinden anlaşılacağı üzere, eskiden beri Avrupa’da da görüyoruz. Rudolf von Fulda’nın naklettiğine göre, Saksonların her şeyi taşıyacağına inandıkları ve “irminsul” adını verdikleri (universalis columna) bu sütunlar, göğe doğru uzanan yüksek ağaç kazıklardır. İskandinavyalı Lâplar, Kuzey Cermenlerinin bu konudaki inanç ve geleneklerini daha sonraki dönemlerde benimsemişlerdir. Lâplar, yabancı bir isim (veralden rad) taşıyan tanrılarını şereflendirmek için, kurban törenlerinde kurbanın kanı ile ovularak hazırladıkları yüksek bir ağaç sütuna “dünyanın sütunu/direği” adını vermekteydiler. Bu sütunu dikme sebeplerini de “Tanrının gökleri üstlerine yıkmaması için” veya “dünyaya destek olmak ve mevcut hâlini değiştirmemesi için onu düzen içinde ve iyi durumda tutma” olarak açıklıyorlardı. Knud Leem’in Porsanger civarında görmüş olduğu bir “dünya sütunu”, üst ucunda sivri bir demir uçluk bulunan, toprağa dikilmiş dört yüzeyli bir direkten ibaretti.


Direğin ucundaki sivri demir, hiç şüphesiz daha önce bahsi edilen “çivi”yi ifade ederken, Lapların tasavvurunda yeralan gökyüzünün bu demir ucun etrafında döndüğünü göstermekle, buradan sütunun ucunun gökyüzünde hangi noktaya denk geldiğini tasavvur ettiklerini anlamak mümkündür. Kutup yıldızına Lapların vermiş olduğu isim “dünyanın sütunu/ direği” (İskandinav Lapçasında: veralden-tṧuold) veya “Gök sütunu/direği” (Rusya Lapçasında: almetṧuolda) bize daha önce Altay halklarında görmüş olduğumuz inanç biçimlerinin tezahürü olan adlandırmaları hatırlatmaktadır.


Yeryüzünden çıplak göz ile bakıldığında, “Büyük Ayı” ve diğer yıldızların gökyüzünün bu temel direğinin etrafını belli bir mesafede çeviriyormuş hissi uyandırdığı bilinmektedir. Bu yıldızların görünmeyen bağlarla bu direğe bağlanmış oldukları fikri de buradan doğmuştur. Kırgızlar, “demir sütunun” yanında bir yay oluşturan üç yıldızı “ip” olarak adlandırarak, bu “ip”e, aynı takım yıldızlarının (yâni Küçük Ayı) diğer iki büyük yıldızı, yâni iki ”binek atı” bağlı olduğuna inanırlar. Benzeri şekilde Tatarlar da Büyük Ayı’yı oluşturan “yedi hayvanı” gök direğine bağlanmış olarak düşünürler. İplerin kopması durumunda, gök yüzünde büyük sıkıntılar ve aksaklıklar meydana gelir. Yakut efsanelerinden birinde, yerde ve gökte uçları olan “demir ağaca” bağlı yedi ren geyiğinin iplerinden kurtulmak için nasıl sağa sola koştukları anlatılır. Buryatlar ise, yıldızlı gök yüzüne baktıklarında, at sırtındaki bir “solbon”un (Venüs) ve yardımcılarının çobanlık ettikleri bir at sürüsü görürler. Bu örnekleri vermemizin sebebi, Türk kökenli halk efsanelerinde “dünya sütununun/direğinin” sık sık “bağlama demiri/kazığı” olarak geçmesidir. Meselâ, Yakutlar bu sütuna “bağlama kazığı beyi” derken, Buryat efsanelerinde gökyüzünde oturan ruh “Boşintoy”un dokuz oğlundan bahsedilir: sanatının erbabı olan bu demirci usta oğullar, insanlara demir işlemeyi öğrettiklerinden, “Boşintoy’un dokuz ak demircisi... bize Kutup yıldızından bağlama kazığı ve altın denizden de yarış sahası yaptılar” sözleriyle övülürler. Orta Asya göçebelerinin barınaklarının önünde atlarını bağladıkları bir bağlama kazığı olması gibi, tanrıların da atlarını bu “gök kazığına” bağladıkları anlatılır. Sibiryadaki bazı Tatar kabileleri, Tanrıların gökyüzünde bir çadırda yaşadıklarına ve bu çadırın önünde bir bağlama kazığı olduğuna inanırlar. Karjalainen, Vasyugan Ostyaklarının Tatarlardan geçmiş olduğunu söylediği bazı motiflere rastladığı bu Ostyak destanlarında, gök Tanrı Torem’in yaptığı, güneşe dönük olarak yerleştirilmiş bir demir veya taş kazıktan bahseder. Bu kazığa, içinden bir insanın kolu geçebilecek genişlikte bir halka asılıdır ve Torem bu halkaya ren geyiğini bağlar. Vogul halk efsanelerinde Gök Tanrı’nın evinin önünde bulunan “Tanrının kutsal demir sütunu” bulunur ve bu sütun da “renkli baldırları olan kutsal hayvanları” bağlamaya yarar.


Yıldız kümelerine ilişkin yukarıda adı geçen bu tasavvurlara karşılık gelebilecek başka inanç şekillerine eski Asya kültürlerinde de rastlanır. İncilde de (Eyü, 38/31) “Ülker yıldızlarını bağlayabilir misin, Orion’un bağlarını çözebilir misin?” şeklinde geçen ayet bunlardan birisidir. Bu konudaki en açık ifade, Hind destanlarından Vişnupurana’da görülür. Bu destanda “yıldızları, Kutup yıldızına bağlayan iplerin gökteki yıldızlar kadar çok olduğu” ifade edilir. Avrupa halk şiirlerinde de yıldızları bağlayan iplerden söz edilir ki, meselâ Tenojoki’deki Laplardan bir kişi bana “yıldızın ipi (täsni-pӑti) kopacak olursa, yıldızın yeryüzüne düşeceğini anlatırken, Skolteler arasında duymuş olduğum bir masalda, genç bir kıza talip olan damat adayından, kahramanlık gösterisi olarak bir “yıldız ipi” getirmesi istenir”.

Saksonlar ve Laplar gibi, Sibirya halkları da bu “dünya sütunu”nun resimlerini yapmışlar, bazı bölgelerde bu gelenek günümüze kadar ulaşmıştır. Hâtta Türk-Tatar kültürü ile irtibatı olan Ugurlar arasında bile bu tip sütunlara rastlanır. Ostyaklar, kurban etmek için hayvanlarını getirdikleri bu sütunlara “şehir sütunu” veya “şehir merkezinin kudretli sütunu” adını verirler. Karjalainen’in belirttiğine göre, basit bir gövde yapısına sahip olan bu sütunların belirli bir şekli yoktur, az bir bölümü toprağa gömülüdür. Çingala köyündeki bu sütun, tahminen iki kulaç 5 mt civarı yüksekliğinde, dört kenarlı prizma biçiminde yontulmuş, ince bir direkten ibarettir. Karjalainen, şimdilerde bu tip sütunlara ancak İrtiş bölgesindeki birkaç kıyı köyünde rastlandığını anlatır. Başka bazı köylerde de yakın zaman kadar bu sütunlardan olduğu, ancak bir heyelan sonucu nehre sürüklenip, akıntıyla birlikte kaybolup gittikleri bilinmektedir. Çingala’daki “şehir sütunu” ise ilâhi bir varlık gibi saygı görür.


Karjalainen, bu hususta kendi köyündeki bir töreni şöyle anlatır: Vergilerini ödemek için toplanan kendi köylüleri ve aynı bölgedeki diğer köylülerle, ortaklaşa olarak bir inek veya öküz alıp, onu “işlerinde başarı ve ailelerine bereket” getirmesi için bu sütunun altında kurban ederler. Çingala’daki Ostyaklar, kutsallık atfettikleri bu ahşap sütuna “demir sütun adamı” adı verirler ki, aynı isimlendirme İrtiş nehri kıyısında bir köy olan Semeikin’de de görülür ve Tatarların “demir sütun” tanımına tekabül eder. Göründüğü kadarıyla, Ostyakların “şehir merkezinin kudretli sütunu” adını verdikleri ve destanlarından birinde; “Tanrının diktiği ağaç” olarak geçen bu sütunlar, Karjalainen’in belirttiği gibi sadece “kurbanlık hayvanın bağlandığı, kesilen kurbanların asıldığı ve koruyucu ruhların dinlenmeleri için” dikilmiş direklerden ibaret değil, daha başka anlamlar da ihtiva etmekte, bu sebeple olsa gerek dualarda bu sütunun “baba” ve “erkek” olarak tanımlanması da bunu göstermektedir.

Patkanov’un Konda nehrinde görmüş olduğu bu tip bazı şehir sütunlarının üst tarafında çatı benzeri bir parçayla, bunun üzerinde kabaca oyulmuş bir kuş figürü yeralmaktadır. Bu tarz kutsal ve çoğunlukla da üzerine kuş figürü oyulmuş sütunlar, çevrede yaşayan başka halklar arasında; meselâ bazı Samoyed kabileleriyle, Yenisey Ostyakları ve Çatanga nehri mecrasındaki Dolganlar arasında da görülür. Artık kaybolmuş olan eski bir Samoyed kabile köyünde Lehtisalo’nun görmüş olduğu uzun bir çubuğun ucundaki tenekeden yapılma bir kuş figürünü Lehtisolo’nun rehberi “gökyüzü kuşu-semavî kuş” olarak açıklamıştır. Dolganların, iki başlı bir kartal olarak resmettikleri bu efsanevî kuş (tojon kötör- kuşların beyi), “dünya sütunun” üst ucunda yer alır. Bu kuşa Ostyaklar “num sives” (Gök kartalı), Yakutlar “öksökö” adını verirler. Sibirya halklarının efsanelerinde bu kuşun kökenine dair bir bilgi yoktur, ama bu figür bize Ön Asya kültürüne mensup halkların güç sembolü olarak kullandıkları “çift başlı kartal” figürüyle örtüştüğünü gösterir. Dikdörtgen prizma şeklinde yontulmuş ve üst tarafına semavî (Tanrısal) güçleri ifade eden çift başlı kartal figürünün yerleştirilmiş olduğu bu sütun, Dolganların inancına göre Baş Tanrının evinin önünde dikili olup, “asla devrilmeyen bu sütun (tüspät turṹ)”, bir benzeri olmadığı gibi, asla ne yaşlanır, ne eskir, ne de devrilir. Dolganların sütunlarında bu kuş figürünün altında ayrıca bir de dört köşeli çatı görülür. Bu çatının altında, ana sütuna ilâve olarak, çatıya dayalı dört ince destek (taşıyıcı) direk bulunur ki, muhtemelen bunlar da dört ana yönü ifade etmektedir.


Sütun 1, 5 metre kadar yükseklikte, çatı 50 cm uzunluk ve 33 cm kadar genişlikteki bir tahtadan oluşmakta, yan desteklerin her biri üzerinde üç adet, ana sütunda ise dört tane enine açılmış çentik yeralmaktadır. Sütunun bu çentiklerle oluşturulmuş bölümlerinde, birbirlerine karşılık gelen yüzeylere insan yüzleri oyulmuş, yâni taşıyıcı yan direklerin her bölmesindeki içe bakan iki yüzeyde bir yüz bulunmaktadır. Yan direklerin bazı dış yüzeylerinde de bu tarz resimler mevcuttur. Çizimde çatının üzerinde duran çift başlı kuş, aslında ana sütun üzerinde yeralmakta, kuşun yanında duran nesne ise, bir ren geyiği figürü, muhtemelen de kurbanlık bir hayvandır. Çatının kenarında, diklemesine yerleştirilmiş dar bir tahta parçasıyla, bu parçanın üzerinde dokuz adet oyulmuş kâseden dokuzuncusu diğerlerinden biraz uzakta bulunmaktadır. Dolgan inançlarına göre Baş Tanrı, dokuzuncu gökte oturur ve şaman, ayin esnasında, dokuzuncu kata çıkmakta, bu çıkış esnasında, şaman çıktığı her kat için, bu kâselerden bir tanesine süt doldurur.


Burada da toplam beş direk vardır, ama dört tanesi ortadakinin etrafında daire şekilde dizilmişlerdir. Ortadaki 1, 5 metre yükseklikte, diğerleri daha alçak olmak üzere muhtelif boylardadırlar. Bütün direklerin üzerinde bir kuş ve altında da dört köşeli bir çatı figürünün yeraldığı orta sütunun tepesinde, çift başlı “gök kuşu”, altındaki çatının her köşesinde ise, insan benzeri bir figür yeralır, fakat sütunun üzerinde sadece bir tane kalmıştır. Ana sütun çatısının altında kalan bölümünde üç adet enine çentik ve bu çentiklerin her birinin üzerine oyulmuş bir insan yüzü figürü yer almaktadır. Çatının üzerindeki figürler ve sütunlara oyulmuş yüzler, Baş Tanrı’nın oğullarını sembolize ederken, kuş figürlerinin yan taraflarında görülen izler, bu figürlerin bir zamanlar kanatlı olarak oyuldukları-ama zaman içerisinde bu kanatların düşmüş olduğunu-akla getirmektedir. Çift başlı kuş ile, altında yer alan ve gökyüzünü sembolize eden çatının kenarları toprak rengine boyanmıştı.


“Asla devrilmeyen sütun”, dalları olan bir ağaç tasavvur edilmiş olarak görülür. Ağaca, enine olarak dört tane tahta parçası iliştirilmiş ve bu tahta parçaları “yaratıcı Bey/Efendi”nin (ajy-tojons) evinin önünde bulunan sekiz dallı ağacı sembolize etmektedir. Şamanlar, insanların ruhlarını bu ağacın gölgesi altına taşırlar. 


Hiç şüphesiz; “Gök sütunu” aynı zamanda Altay Tatarları ve Buryatların çadırlarının ortasına diktikleri tahta direği de sembolize ederken, bu direk üzerinden şamanların göğe yükseldiklerine inanılır. Soyotelerin bozkırlarda yaptıkları çadır benzeri kutsal mekânlarında da bu tip direklere rastlanır. Ancak bu direkler, koni biçimli çadırın üst ucundan yukarıya, gökyüzüne doğru biraz çıkacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Direk, eşit aralıklarla açılmış olan basit çentiklerle bölümlere ayrılmış ve 3, 20 cm arası genişlikte, muhtelif renkteki ip veya bez parçaları ile süslenmiştir. Bu bezler, genellikle çeşitli yönleri ifade eden mavi, sarı ve beyaz renktedirler. Olsen bu direğin; “Direğin kendisini kutsal, hâtta bir nevi Tanrı gibi görüldüğünden” bahseder. Direğin alt tarafının çevresi üst üste yığılı taşlardan basit bir sunak yapılmış, sunağın üzerine tahtadan oyulma hayvan resimleri konmuştur. Resimlerin bazılarında ev hayvanları, bazılarında ise ayı, kunduz, su samuru, dağ keçisi ve kuğu gibi yabani hayvanlar yeralır, ancak bunların haricinde balçıktan yapılma Buda figürlerine de rastlanır. Bu kutsal mekânların çatısının üzerinde de bayrak direkleri yeralmaktadır.


“Dünya sütunu” fikri, çok eski zamanlardan beri Asya halklarıyla, eski Mısır kültüründe yeralırken, yine eski Hind dünyasında dikkâte değer ilginçlikler gösterir. Kutsal Hind metinlerinde “Rig Veda”da (X, 89, 4) bir “araba dingili” ile, yeryüzü ve gökyüzünü birbirinden ayıran İndra’ya methiyeler düzülür. Kirfel’in de ifade ettiği gibi Rig Veda’daki bu ifadeyle, yeryüzü ve gökyüzü aynı eksenin iki ucunda olan araba tekerleklerine benzetilir. Eski Hind tasavvuruna göre tekerleklerden birisi yeryüzü; hareketsizdir. Rig Veda mısralarında terennüm edilen bu “dünya sütununun” alt ucunun yeryüzünün tam ortasında olduğu fikri de gizlidir. Muhtemelen, eski dönemlerdeki bir çok başka kültürlerde de bu tür tasavvurlar mevcuttur. Eski Yunanlılar da zaman zaman kendi yeryüzü tasavvurlarında geçen “yeryüzünün göbek deliği” yerine, “eksen” kavramını kullanıyorlardı. Gerek eski Yunanlıların bu tasavvuru, gerekse eski Hind kültüründeki “yeryüzünün merkezinden geçen eksen” tasavvurları, şimdiye kadar düşünülenin aksine, bizi bu kültürlerin yeryüzünü küre şeklinde tasavvur ettikleri fikrine götürmez. Babilliler de, “yeryüzü ve gökyüzünün bağlanma zinciri” kavramı ile, “Gök sütunu” ve “dünyanın göbek deliğini” kastetmiş olmaları muhtemeldir. Bu konuda kayda değer bir başka tasavvur ise, Japon kültüründe geçen “Kuzeydeki metal sütun” kavramıdır. Japonlara göre, bu sütunun yeryüzünün merkezinden geçtiği varsayılır. Yakutlarda geçen bir bilmece de şöyle söylenir: “Dünyanın ortasında dikili kayın ağacından bir direk” Laplar, “dünya sütununu”, Tanrının gökyüzünü yukarda tutmakta kullandığı bir destek olarak tasavvur etmişlerdir. Asya’da ise bu “dünya sütununa” mukabil sütunlar, kutsal yerlerin emaresi hâlini alırlar. Asya kültürlerinde buralar, Tanrıya ibadet edilen veya Tanrıya daha yakın olunan yerlerdir. Hindistandaki kurban sunaklarında bulunan sütunlar, aynı zamanda “dünyanın göbek deliğinin” sembolü olup, zira kurban yeri “dünyanın göbek deliğini” temsil eden bir yerdedir. Cermen kabileleri arasında rastlanan “irminsul”, bu tarz bir kutsallığın emaresi sayılırken, Laplarda da buna benzer örnekler görülür: “dünya sütununun yanında kurbanlarını kestikten sonra, kanını etrafta bulunan taşlara (taştan yapılma putlara) sürerler” Moğolistan’da rastlanan dört köşeli taş direkler de muhtemelen “dünyanın sütunu”nu ifadesi olup, bu direkler bir kişi ve bir olayın hatırasına dikilmiş ve alt tarafları (temel taşı) kaplumbağa figürlü kaideler üzerine oturtulmuştur.


Her ne kadar Budist Lama rahipleri bu sütunların çoğunu yıktırmışlarsa da, hâlâ bu temel taşları kalmıştır. Hind dünya görüşünde yeralan “dünyayı-ve dünyanın sütununu- sırtında taşıyan kaplumbağa” fikri bu sütunlara da yansımaktadır. Yaşanan büyük bir hadisenin ebedî hatırasına gelecek kuşaklara aktarmanın en etkili ve anlaşılır yolu da bu tip sütunlardır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak