8 Kasım 2022 Salı

Amasra / Bartın

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 38

 KARZlT


Temizlik tanrısı. İnsanlara temizliği öğretmiştir. Ülgen Han'ın oğludur. Ülgen'in oğulları içinde en duygulu olanıdır. Temizlik Türk kültüründe çok önemli bir yere sahiptir. Su, ateş, toprak temizleyici unsurlar olarak görülmüştür. Su zaten bilinen en önemli temizleyicidir. Ateşin de gözle görülmeyen mikroskobik canlıları öldürdüğü günümüzde bilimsel bir gerçektir. Topraksa ölen canlıların gömülerek hastalıklara neden olmalarını engeller.



KATAY


Demircilerin koruyucu  tanrısıdır.  Dokuz  davulludur.  "Dokuz Han" onun buyruğundadır. Yeraltı tanrılarının soyundan gelir. Hiçbir üstün gücün egemenliği altına girmeyi kabul etmez. Yeraltındaki demir evinde yaşar.  Yeraltında yaşadığı için kötü bir varlık olarak algılandığı halde aslında gerçekte iyiliksever bir tanrıdır. Ergenekon'dan çıkışta demir kayayı eriten demircilere o yardımcı olmuştur. Çırakların demircilik mesleğine kabul töreninde onların güçlerini sınar ve bu esnada onların canlarını yakar, hatta geçici zararlar verir. 40 boynuzlu boğasıyla deprem oluşturur. Bu boğa kızıp sinirlendiğinde ayaklarını yere sürtmeye başlar böylece hafif sarsıntılar olur. Burnundan solumasıysa hafif seslere dönüşür. Biraz daha kızdığındaysa ayaklarını yere vurur, böylece depremin şiddeti artar. Daha da çok kızınca boynuzlarını toprağa geçirip yeryüzünü sallar ve her yer sarsılır. Homurtularıysa depremin gürültüsünü meydana getirir. Geçmişte Katay Han'a kırmızı inek kurban edilirdi. Demirciler kurban olarak kesilen bu ineğin kanını çekiç, örs, körük gibi aletlerine sürerler ve hayvanın yüreğini de demirci ocağına atarlardı. Katay Han'ın koruyucusu olduğu demirciler ve biraz daha özelleşmiş bir mesleğin icracısı olarak takağçılar/takavcılar (nalbantlar) eskiden Türk halk kültürü içerisinde önemli bir yer tuttukları gibi halk öykülerinde, masallarda ve efsanelerde de sıklıkla rastlanan figürlerdir.



KAYAKAPISI


Yeraltı dünyasına giden geçidin kapısıdır. Çok uzak diyarlardaki bir mağaranın içinde bulunur. Önemli kapıların veya geçitlerin bulunduğu mağaralar, in içinde in, kuyu içinde kuyu olacak şekilde karmaşık yerlerdir. "Demir Kaygan Geçit" ve "Kara Kaygan Geçit" olarak betimlenir. Bazen sürekli açılıp kapandığı için "acılar cabılar" (açılır kapanır) olarak tarif edilir. Kimi zaman çadırın hacası ve güneşliği olan Tünük/Tündük penceresi biçiminde düşünülür. Türk halk kültüründe uzun dehlizlerle birbirine bağlı olan yeraltı mağaraları her zaman ilgi görmüştür.



KAYIŞ


Çarpık cin. "Kayış Bacak" veya "Kayış Baldır" olarak da söylenir. Hava karardıktan sonra ortaya çıkarak tan vaktine kadar dolaşır. Eğri bacaklı, korkunç görünüşlü bir yaratıktır. Kendi ayakları üzerinde durup yürüyemediği söylenir. Çünkü elsiz ve ayaksız (sadece bacakları olan) bir ihtiyar görünümündedir. Bu nedenle de insanları aldatıp boyunlarına biner. Sonra kayış gibi bacaklarını insanın beline veya boynuna dolayıp onu bırakmaz. Lohusalara musallat olarak, omuzlarına ayakları önden sarkacak şekilde sımsıkı oturur. Sonra da yakaladığı kadından gezinmesini ister. Kimi yörelerdeki inanışa göre akarsu kenarlarında oturur, zavallı bir görünüşte boynunu büküp oradan geçenlerden kendisini omuzlarına alarak suyun diğer kıyısına geçirmelerini ister; hatta bunun için yalvarır. Ancak insanın sırtına binince karnından üç arşın uzunluğunda iki bacak veya yılana benzer kollar çıkıp kişinin bedenine dolanır. Elleriyle de sıkı sıkıya kişinin boynuna sarılarak kendisine köle yapar. Kayış Baldır'ın tıpkı bacakları gibi boyu da (veya boynu) uzayabilir.



KAYRA


Baş Tanrı. Eski Türk dininde ve Şamanist halk inancında tanrıların en büyüğü ve en önde gelenidir. Her şeyin yaratıcısıdır. Mutlak üstünlüğü vardır. Göğün 17. katında oturur. Bazen Gök Tanrı'yla eşdeğer tutulur. Diğer tanrıları da o yaratmıştır. Dünyanın yaratıcısı olarak anılır. Her şeyden ve evren yaratılmadan önce o vardır. Erlik Han'ı cezalandırarak yeraltına gönderen odur. Bu anlamda diğer tanrıların kendisiyle kıyaslandığında, emirlerini yerine getiren veya verdiği görevleri yineleyen birer melek konumunda olduğu yaklaşımı yanlış olmayacaktır. Ancak İslam öncesi Türk kültüründe melek veya benzeri bir kavram yer almaz. Bu sonuca yalnızca kıyaslama yapılarak ulaşılabilir. Evrenin yazgısını belirler. İyilik yönü ağır basar. Yeryüzünü yarattıktan sonra dokuz dallı bir ağaç (çam veya kayın) dikmiştir. Bu ağaç yerle göğü birbirine bağlayan Yaşam Ağacı "Uluğ Kayın'dır. İnsanların atası olan dokuz kişi bu ağacın dallarından türemiş ve Dokuz Boy (yani Dokuz Irk) bu kişilerin soyundan ortaya çıkmıştır. Kış mevsimini yeryüzünde yaz mevsiminiyse gökyüzünde geçirir. Değişik renklerde yıldırım çaktırır. Onun yıldırımına çarpılan kişi şaman olur. Ülgen, Mergen ve Kızagan adlı üç oğlu vardır. Eski kaynaklarda verilen bilgilere göre ülgen iyilik ve bağışlayıcılığını yani merhametini; Kızagan intikamını ve cezasını yani öfkesini; Mergen'se bilgelik ve hikmetini yani aklını temsil ederler. Kayra Han görkemli bir varlığa sahiptir. Somut nitelemeler pek fazla yapılmamış ancak soyut yönü üzerinde daha çok durulmuştur. Ana ve ata olarak (hem eril, hem de dişil, yani nötr olarak) tanımlandığı kaynaklar mevcuttur. İnsan biçimli olarak pek fazla tasvir edilmez. Türklerin İslam'ı kolaylıkla kabul etmelerinin kökeninde Kayra Han'a ait bu özelliklerin tek Tanrı inancına yönelik belirli bir zihinsel altyapıyı hazırlamış olmasının yattığı söylenebilir. Böylece  İslamiyet'i kabulden sonra bu inanca uygun olarak mutlak tek Tanrı inancı yerleşmiştir. Bazı Batılı kaynaklarda adı Kuara (Kuğara) olarak geçer. Bu takdirde Urartulardaki "Kuera'' ile bağlantılı görünmektedir. Bulgarlarda da bu isme rastlanır. Buna karşın Kuğara (Koğara) ile Kayra Han'ın aslında farklı tanrılar olduğunu öne süren görüşler de vardır. Altayların yanı sıra  üstyaklar gibi Türk kökenli olmayan bazı Sibiryalı toplumların mitolojilerinde de saygı duyulan bir tanrıdır.



KAZAN HAN


Oğuz boylarının başında ikinci sırada Kazan Han bulunur. Yiğitlere komutanlık eder. Bayındır Han'dan sonra en ileri gelen beydir. Kazan Han'ın mertliği, cesareti, tedbirli oluşu Oğuz yurduna huzur getirir. Annesine karşı saygılıdır, eşini gönülden sever, oğlunun vatanını milletini seven bir yiğit olarak yetişmesine çalışır. Düşman karşısında eğilmez, en zor anlarında bile kendisini değil halkının onurunu düşünür. Dede Korkut Öykülerinde, yöneticilere bir anlamda model olarak sunulur. Kazan kentinin kuruluşuysa bir hakanın  şehrin yakınlarında değerli bir kazanını ırmağa düşürmesiyle açıklanır.



KAZIRGAN


Kötü ruhların cezalandırılması, ıslah  edilmesi,  doğruluğa gelmesi için geçici bir süre kaldığı  ateş  çukuru.  Kimi  zaman  cehennemin en derin yeri olarak da ifade edilir. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Ayasofya Camii / İstanbul

 



7 Kasım 2022 Pazartesi

HUN DEVLETİNİN ZOR GÜNLERİ

 Taht Kavgası


Chü-t’e-hou-yabgunun ölümü, bâriz bir takım problemleri de beraberinde getirdi. Çin ordusunun saldırılarının yol açtığı asabî gerginlik, Hunlar’ı son derece bitkin hale getirmişti. Yeni yabgu Huluku’nun çevresinde, yeni insanlar belirmişti. Bunlar, savaşçı kişiler değildi. Aksine kimisi, maharetli zâdegân; kimisi, iktidar üzerinde müessir şamanlardı ve kadınlar, her şeye burnunu sokmaya başlamıştı. Hun yab-gusunun otağı, iktidarda daha ziyade doğuluları üstün tutuyordu.

Galiba, yeni sistemin ilk kurbanı, ünlü esir Erh-shih Li Huang-li olacaktı. Huluku-yabgu, kendi arzusuyla teslim olan Çinli generali huzuruna kabul ederek, eski Hun geleneklerine göre gerekli saygıyı göstermişti. Li-Huang’ın ailesinin katledildiğini bildiğinden, onu kendi kızıyla evlendirdikten başka, önceki diğer Çinli mültecilere nisbeten, daha fazla itibar göstermişti. Sabık Çinli mültecilerin arasında, Li Huang tarafından mağlup edildiğinden, mevkisini ve itibarını kaybeden Wei Liu da vardı. Hun âdetlerini iyi bilen Wei Liu, rakiplerinden kurtulmanın bir yolunu bulmuştu. Yabgunun annesinin (Yabgu hanımlarının titülü Yen-chi’dir) hastalığından faydalanarak, onu tedavi eden büyücü vasıtasıyla bir komplo hazırlamak istedi. Büyücü, “trans haline geçtiği” sırada, “müteveffa yabgunun” ölen savaşçılar için Li Huang’ın kurban edilmesini istediğini bildirdi. Li Huang-li hemen yakalandı. Başı vurulmadan önce, “Benim ölümüm Hun Devleti’ni yıkacaktır!” diye bağırdı ve sonra kellesi vurularak, kanı kahraman Hunlar’ın mezarları üzerine akıtıldı. İnfazdan hemen sonra başlayan şiddetli kar yağışı sebebiyle hayvanlar açlıktan kırılmış; göçebe Hunlar arasında yayılan salgın hastalık, insanların ve savaşçıların ölümüne yol açmış ve soğuk geçen yaz mevsimi sebebiyle hayvanlar iyi beslenemediği için, kıtlık başgöstermişti. Elbette bunlar, sıradan tesadüflerdi; ama ilkel Hun insanının psikolojisine göre, bir uğursuzluk alametiydi. Dehşete kapılan yabgu, “kurban edilen Li Huang’ın anısına bir tapınak yaptırdı.” Çin’e saldırmayı aklından bile geçirmedi ve böylece savaş faaliyetlerine onbeş yıl süreyle ara verildi.

85’de Huluku-yabgu hastalanmıştı. Ölümünden önce, kanûnî veliaht olan oğlu Doğu Chu-ki-prensini idareci olarak liyakatlı bulmadığı tahta iclastan vazgeçerek, yerine Batı Lu-li-prensini tercih etti. Fakat bu isteği yerine getirilmeyecekti.


Boş kalan taht için dört prens arasında şiddetli bir rekabet başladı. Bunlardan birincisi, müteveffa yabgunun oğluydu. Annesinin başı çektiği saray grubu içinde, Chuan-ch’ü Yen-chi, Wei Liu ve diğer taraftarlar vardı. Fakat babası ölmeden önce “oğlum yaşı küçük olduğu için devleti yönetemez” dediğinden, birinci adayın tahta geçmesi imkansızdı.  


İkinci aday, Doğu Chu-ki-prensten daha ciddi idi. Geleneklere göre, bu ünvan, daima veliaht prense aitti; fakat onun da güçlü taraftarları yoktu.

 

Saray kliklerinin içinde en tehlikelisi, yabgunun ana-bir kardeşi ve aynı zamanda Doğu Ulu T’u-yü’sününki idi. “Temiz kalpli biriydi” ve kabile reisleri arasında sevilmekteydi. Chuan-ch’ü Yen-chi, bir katilin yardımları sayesinde onun elinden kurtulmuştu.


Yabgunun vasiyetine göre tahta Batı Lu-li-prensinin geçmesi gerekiyordu; fakat saraydaki klik, bu vasiyeti gizlemiş ve “onun (yabgu-nun) adına yalan söyleyerek”, kabile reisleriyle anlaşıp, tahta parmaklarında kukla gibi oynatabilecekleri Doğu Lu-li-prensin genç oğlu Hu-yen-ti’yi getirmişti. Yabgunun mensup olduğu boya itaat etme ve ona saygı gösterme geleneği de komploculara bu işte yardımcı olmuş ve 85 yılında Hu-yen-ti resmen yabgu ilan edilmişti.


Birçok insanın iştirak ettiği bir yalanı gizli tutmak imkansızdır. Rakiplerden ilk ikisi, yani Doğu Chu-ki prensi ile Batı Lu-li prensi, şanssız rakipler olduğunu anlamışlardı. Bu yüzden, hiçbir gerekçe olmadığı halde, kellelerini kaybetmekten korkarak, güneye göçedip, Çin tarafına geçmeyi kararlaştırdılar. Ancak, bunu yabgunun dikkatini çekmeden başarmak zorunda olduklarından, Hü-chui kabilesi prensini kafa kola almayı denediler. Hü-chuiler, Cungarya’nın güney kesiminde Wu-sunlar’a komşu olarak yaşıyorlardı. Her iki prens, Hü-chui prensine gelerek ona Wu-sunlar’ı saldırmaya kışkırtması teklifinde bulundular. Maksatları, kargaşalıktan faydalanarak Çin sınırının güneydoğusuna göçedebilmekti. Enteresan olanı, bu ihanet olayının bizzat yüksek dereceli beyler vasıtasıyla ortaya çıkarılmış olmasıdır.


Hü-chui-prens, ikinci dereceden bir aristokrattı; yani kabile reisidiydi. Boy beyleri, henüz bozulmamışlardı. Bu yüzden Hu-chui prens büyük bir sadakatle yabguya varıp, Chu-ki ve Lu-li prenslerin ihanet planlarını anlattı. Mesele, yeni yabgunun seçilmesinde aktif rol oynayan işbirlikçilerin sırlarının da açığa çıkmasına kadar, birçok şeyin ifşasına yol açtı. Bu durum, tabiatıyla, “kabile şeflerinin hoşuna gitmedi.” Yabgu, hemen bir tahkikat başlattı. Ancak, kendi orduları ve taraftarları olan fesatçılar, bütün olaylardan Hu-chui prensi sorumlu tuttular. Böylece tahkikatın kesilmesi uygun bulundu.

Ne var ki, olayların izi silinecek gibi görünmüyordu. Chu-ki ve Lu-li prensler, Lung-ch’eng’de -yılda bir defa toplanılan yer- yapılacak kurban takdim merasimine katılmadılar. Böylece Hun toplumunun birliği, belli bir süre için bozulmuş oldu. Elbette bu olay, işbirlikçi bazı prenslerin ölümüyle sonuçlandı ve onların yerine otağa bağlı, yabguyla aynı kandan olan prensler atandı. (Mesela Hu-yen-ti’nin küçük kardeşi Doğu Chu-ki-prensi oldu). Ancak otağın itibarı zedelenmişti ve bu olay, aradan bir kuşak geçtikten sonra dahi, 25 yıl sonra bile gündemden düşmeyecekti.

Şimdi, çöküşe yol açan sebepler üzerinde biraz duralım.






Çöküş Arefesinde Hun Toplumu


Me-te ve Lao-shang döneminde Hunlar, göçebe usulü çarvacılıkla uğraşmaktaydılar. Kendilerine lazım olan toprak mahsulleri ve özellikle de buğdayı Çin’den alıyorlardı. Başlangıçta bunlar, hediye adı altında haraç olarak geliyordu.

 

Fakat daha sonraları buğday sınır pazarlarında satılmaya başlandı. Kün-çin-yabgu döneminden itibaren, Çin’le Hunlar arasında savaşlar başlayınca, sınır pazarları ortadan kalktı. Böylece Hunlar, aşırı ihtiyaç duydukları ekmek gereksinimlerini karşılamak için çiftçilik yapmaya başladılar. Gerçekten de, tarihî kaynaklar, Hunlar’ın ağırlıklı olarak mısır yetiştirdiklerini kaydetmektedir. 


Bu olay bize, Hunlar’ın neden Çin’den insanları esir alarak köle edindiklerini izah etmektedir. Çarvacılıkta geniş ölçüde kölelerden faydalanmak mümkün değildi. Çünkü sığır güden kölelerin az-çok güçlü olanları, firar etmenin bir yolunu buluyorlardı. Çiftçilikte ise köle emeğine geniş ölçüde ihtiyaç vardı; fakat yaya ve yorgun olan köle, istese de çok uzaklara kaçamazdı. Ziraî alanda, kölelerden başka, Çin’den gelen mülteciler de kullanılıyordu ve üstelik bunların sayısı düşünebileceğimizden de çok fazlaydı. Bunlar, esir düşen ve Hunlar’la birlikte kalan Çinli subaylarla askerler; onların ülkelerinde perişan duruma düştükleri için sınır ötesine geçen aileleri; sınır boylarında yaşayan ve Hunlar’da hayatın daha kolay olduğu düşüncesiyle Çin’den kaçan erkek ve kadın köleler ile özgürlüğü ve can güvenliğini kuzey steplerinde bulan haydutlar, hırsızlar ve diğer suçlulardı. Bundan başka, Han İmparatorluğu zamanında, 119 yılında hakimiyet altına alınan; “insanların sürülerini, mallarını, kadın ve çocuklarını ellerinden alıp, zulmetmeyi kendisine âdet edinmiş Çinli memur ve cerrarların zulmünden illallah” diyerek komşu ülkelerden kaçıp gelenler de vardı. 

 

 

Çin kanunlarına göre, ülkeden kaçanlar ölüm cezasına çarptırıldığı ve imparatorluğun düşmanı ilan edildiği için, bu insanlar kendi istekleriyle Hunlar’a sığınıyorlardı. Ne var ki Hun yabguları, madalyonun diğer yüzünü gözden kaçırıyorlardı. Kendilerine sığınan insanlar arasında, demoralize olmuş pekçok kişi de vardı. Bunlar Hunlar’la yakın temasları sırasında onlara menfi yönde tesir ediyorlardı. Bunun sonuçları, ancak nesiller değiştikçe, yani M.Ö. I. Yüzyılın ortalarında görülmeye başlamıştı. Gerçekten de sığınmacıların siyasî tesirleri, istisnasız birçok olayda kendini gösteriyordu.


Bozkıra sığınan bu tip insanların yanısıra, naturalize olmuş olan ve halk tarafından Ch’inli erkekler ve kadınlar denilen kişiler de vardı. Bunlar, Ch’in Shih-Huang-ti’nin (M.Ö. III. Yüzyıl) reformlarından kaçan Çinli siyasî sığınmacıların torunlarıydı. 150 yıl boyunca asimile olmamışlardı; ama yine de Hunlar, onlara güvenmişler ve dostça muamele etmişlerdi. 

Wei Liu, ülke yönetimi nazarında pek de popüler olmadığını anladığı an, sırtını bu Ch’inli Çinliler’e dayamak istedi. Hu-yen-ti yabguya kuyular açtırmasını, kaleler kurdurup içine iki katlı buğday stok ambarları kurdurmasını ve bunların bekçiliğini de Çinli Ch’inlere vermesini teklif etti.


Proje, henüz uygulanmaya başladığında, yaşlı Hunlar’ın şiddetli muhalefetiyle karşılaştı. Bunlar, Chü-t’e-hou-yabgunun silah arkadaşları olan boy prensleriydiler. Onlara göre Hunlar, kale korumasını beceremeyecekleri için, bunların yapılması saçma bir şeydi ve Çinliler, fazla bir gayret sarfetmeden, gelip bu stokları ele geçirebilirlerdi. Bu durum karşısında Wei Liu, geri adım atmayı uygun buldu. Boy prenslerinin muhalefeti, gittikçe büyüdü. Yabgunun itibarını kazandırmak için Yen-chi-ananın rızasını kazanmak gerekiyordu. Desteğini kaybeden Wei Liu, yabguya, Çin’le barışmasını ve ülkelerine geri dönmek isteyen savaş esirlerini serbest bırakmasını önerdi. Ama Hun prensleri Wei Liu’ya inanmadıkları ve böyle bir şeye razı olmadıkları için, bu plan uygulanamadı. Wei Liu 80 yılında ölünce, yönetim, Yaşlı Hunlar grubunun eline geçti ve Çin’le yeni bir savaş başladı.


Ne var ki, uzun zamandır otağda etkin olan zâdegânlar grubunun faaliyetleri sonucu, devlet “giderek zayıflamıştı.” Doğuda Wu-huanlar, batıda ise Wu-sunlar ve Sogdiyanalılar Hun hâkimiyetinden çıkmışlardı.


Yaşlı Hunlar Grubu


Şimdi de 80’de Hun Devleti’nin yönetimini ele geçiren Yaşlı Hunlar grubunun yaptıklarını gözden geçirelim. Bunlar, Hun toplumunun orta güçlü insanlarıydı. En tepede, yabgu ailesinden gelen ve silah arkadaşlarının gücüne dayanan prensler; en alt tabakada ise, sıradan Hunlar ve sığınmacılar bulunuyordu.


Yaşlı Hunlar, müteveffa yabguların geleneklerini kendilerine düstur edinmişlerdi: Hakkı at sırtında savaşarak aramak ve halklar üzerine hâkimiyet kurmak. Büyük ecdadın silik torunları olan Hu-yen-ti-yabgu ve onun azimsiz boyu, kendi boylarının sağladığı desteğe sırtını dayamış olan Li-fu, K’u-hsi, Hü-chui, Hu-chie, Yü-kien, Ho-su ve diğer prenslerin elinde oyuncak olup çıkmışlardı. 100 yıldır sahip oldukları fevkalade sağlam ekonomik yapı sayesinde bütün Hun boyları güçlenmiş ve sayıca artmış; bunun sonucu olarak da boy beylerinin ülüşleri önem kazanmıştı. Boyların çıkarlarıyla tahtın çıkarları çakıştığı sürece, yabgunun sözü ve elde ettiği zafer, bu beyleri tahtın çevresinde tutabilmişti. Bu insicam, er geç bozulacak ve boy çıkarları, devlet çıkarlarına tercih edilecekti. Aksi halde, boy dağılmaya yüz tutabilirdi. Boy devletlerinde, optimal kuvvetler dengesi, devleti meydana getiren boyların gücüne bağlıdır. Bu güçler zayıfladıkça, devlet de zayıflar; boylar güçlendiğinde ise devlet, ateş üstünde aşırı ısınan toprak kap gibi parçalara ayrılır. İşte, Hunlar’ın başına gelen de bu idi.

M.Ö. I. Yüzyılın 70’lerinde, parçalanma vakti, henüz gelip çatmamıştı. Çünkü Hun toplumu, bütün gücünü dış düşmanlara karşı teksif ettiğinden, aristokratlarla hesaplaşmayı bir yana bırakmıştı. Yabgunun küçük kardeşi olan Batı Lu-li-prens, Çin’le barış yapılmasından söz etmeye başlamış ve 79’da müzakereleri başlatmayı denemişti; fakat esrarengiz bir şekilde, kısa süre sonra öldü.


Esasen Çinliler de barış müzakerelerine fazla taraftar görünmüyorlardı. Savaşçı Wu-ti’nin halefi Chao-ti, fazla popüler biri olmamasına rağmen, Çin yönetimi, Hunların Çin’in güvenliğini önemsemediklerini anlamıştı. Yaşlı Hunlar grubu, sabık yabgulara ait olan bütün toprakların iadesinden yanaydı. Çünkü Wu-sun, Sogdiyana, Wu-huan, Ordos, Lob-nor ve özellikle Yin-shan Hunlar’ın saldırı üssüydü ve avlanmak için ideal yerlerdi. “Hunlar, Yin-shan sıradağlarını kaybettikten sonra, oralardan geçerken, göz yaşlarını tutamıyorlardı.” 

 


Hunlar’ın bu tür bir proğramının şiddetli bir muhalefetle karşılaşması mukarrerdi. Ve Hunlar bunu uygularken, başarısız olmaları halinde devletlerinin yıkılacağını anlamak zorundaydılar ama onlar yine de bu riski göze aldılar.


Çin ile Savaş


Hunlar, Çin’e saldırmaya hazırlanırken, elbette onun ekonomik yönden tükendiğini zannediyorlardı. Gerçekten de daha önce Wu-ti, savaşı sürdürebilmek için kaynak arayışına girmiş; tuz ve şaraba vergi koymuş, hatta zorunlu bir kur uygulamasına gitmişti. Ama bunca masraf bir işe yaramamıştı. Sınırların korunması, o güne kadar olandan daha iyi değildi. Zaten sınırlar, Çinliler’in değil, sınır boylarında yaşayan Ch’iang, Wu-huan ve Hun sığınmacılar gibi göçebelerin korumasına tevdi idilmişti. Çünkü onlardan teşkil edilen savaş birlikleri, er meydanında Hunlar’dan hiç de aşağı değildi. Nitekim 80’de Hunlar, 20 bin kişiyle Çin’e saldırdıklarında, 9 bin ölü ve esir vermek sûretiyle yenilmiş ve kaçmışlardı. 

Fakat bu olay, Hunlar’ın cesaretini kırmadı. Bir sonraki yıl, yani 79’da sınırları üzerinde bulunan ve gözlerine çöp gibi batan She-wu-hsiang-ch’eng kalesini kuşattılar. Göçebeler, kaleyi alamayınca, kuşatmayı blokaja çevirdilerse de, bir fayda sağlıyamadılar. 78’de ise 4 bin kişiden oluşan Hun birlikleri, Chu-ki ve Lu-li prenslerin kumandasında, Ho-hsi’ye girdiler fakat bu defa da keşif kolu sefere hazırlık yapmakta olan Han valisiyle karşılaşınca, Hunlar yine yenilmişlerdi. 77’de Ordos’a yapılan akın, nisbeten başarılı geçmiş; ama ona da topu topu üç bin kişi katılmıştı.

Verilen rakamlardan da anlaşılacağı gibi, Hun savaş potensiyeli hızlı bir şekilde düşmüştü ve elbette bu da başarısızlıklara yol açıyordu. Çin sınırlarındaki işaret kuleleri, halkı ve askerleri yaklaşan göçebe tehlikesine karşı uyarıyor; böylece onlar, daha önce olduğu gibi, âni bir saldırıyla zafer kazanan Hunlar’a kolay lokma olmuyorlardı. Artık, Çin sınırları boyunca, planlı proğramlı büyük saldırılar ortadan kalkmış, onun yerini şahsi yağmalama olayları almıştı.


Bu arada Wu-huanlar, Hunlar’dan Me-te-yabgu döneminde atalarına indirilen darbenin hesabını sorma vaktinin geldiği kanaatine varmışlardı. Fakat açıktan açığa Hunlar’a saldırmaya cesaret edemediklerinden, Hun yabgularının mezarlarını talan edip yağmalamışlardı. Mukaddes şeylerine dokunulan Hunlar, hemen atlanarak, Wu-huanlar üzerine yürüdüler ve onları tekrar itaat altına aldılar. Çinliler onlara mâni olmak istemişler, bu amaçla Liao-tung’dan kuzeye doğru saldırıya geçmişler; fakat bu arada Hunlar geri dönmüşlerdi. Bunun üzerine Çinliler, Wu-huanlar’a saldırarak, geçmişte yaptıkları yağmalar, ama daha ziyade Hunlar’ın tebaalığını kabul ettikleri için kılıçtan geçirmişlerdi. Tabiî neticede Wu-huanlar Hunlar’ın tebaalığını kabul etmişler ve bu da Yaşlı Hunlar grubunun gerçek bir başarısı olarak kabul edilmişti.


74’de İmparator Chao-ti ölünce, yerine, görünüşte çok daha enerjik Hsüan-ti geçmiş ve yeni bir savaş sayfası açılmıştı.

 

Wu-sunlar


Wu-sunlar, Hunlar’dan çok çekmişlerdi. Çin, onlardan uzak olmasına rağmen, Wu-sunlar üzerinde hayli tesirliydi. Bu iş, bazan kadınlar vasıtasıyla yürütülüyordu. Daha önce bir Wu-sun’a karı olarak verilen ilk Çinli prensesin akibeti kötü olmuş; zavallı kadın, ağlaya ağlaya, sonunda üzüntüden terk-i dünya eylemişti. Ama Wu-sun k’un-mosuna gönderilen ikinci prenses K’ai Yü, oldukça enerjikti. Bu ülkenin geleneklerine hemen ısınmış; k’un-monun halefine miras kalmış; çocuklar doğurmuş ve Wu-sun ülkesinde Çin lehine hareket gösteren bir gruba öncülük etmişti. Bu hatun, Er-Shih Li’nin binlerce askerle yaptığından çok daha fazlasını başarmıştı. Oğullarından biri Yarkend’in valisi olmuş; kızını ise Kuça valisine gelin vermişti. Artık Wu-sunlar, sadece kendi dağlarının hâkimi değil, aynı zamanda Batı ucundaki vadilerin de efendileriydiler. K’un-mo Wung-Chü-mi, hatununun bir dediğini iki etmiyordu.


Fakat ortada bir tehlike vardı: Hun prensesinin oğlu veliaht prensti ve ayrıca Wu-sunlar arasındaki Hun taraftarı grup da önemli bir güce sahipti. Neyse ki veliaht henüz çocuk yaştaydı ve prenses K’ai Yü, hâlâ dış politikada her işe burnunu sokacak kadar etkindi. Wu-sunlar’la Hunlar arasındaki ihtilaf konusu, Ch’e-shih prensiliğiydi. Turfan Vadisi’nde küçük bir prenslik olan Ch’e-shih, Hunlar’la yakın ilişkiler içindeydi. Ch’e-shih, özellikle Wu-sunlar Hunlar’ı K’ang-chü ve Soğdiyana’dan ayırdıktan sonra, onların dünyaya açılan tek penceresiydi. Er-shih Li’nin seferi sırasında, Ch’e-shih, Çinliler tarafından ele geçirilmiş; fakat 86’da Hunlar Çin garnizonunu kovunca, Ch’e-shih, tekrar Hunlar’ın batıya doğru yayılmaları için ekonomik ve stratejik bir üs haline gelmişti.


Ch’e-shih, kervan yolunun üzerindeydi. Ahali, ticaretle uğraşıyordu ve sırtını Wu-sunlar’a dayayan Kuça ve Yarkend’le rekabet edebilmek için Hunlar’ın gönüllü müttefiki olmuştu. 80’de, yani Yaşlı Hunlar grubunun iktidara gelmesiyle birlikte, Ch’e-shih halkı Wu-sunlar’ı “topraklarından kovmak için” Hunlar’la bir olup onlara saldırmış, sonunda galibiyet elde ederek, birçok da esir almıştı. Hatta bununla da yetinmeyip, Wu-sunlar’dan prensesi geri göndermelerini ve Çin’le olan ilişkilerini kesmelerini dahi istemişlerdi. Prenses ve kocası, 73 yılında elçi olarak Çin’e gitmişler ve ona, birlikte Hunlar’a hücum etmek amacıyla ittifak teklifinde bulunmuşlardı. Yeni İmparator Hsüan-ti, bu teklifi güle oynaya kabul etmiş ve Çin’e yeniden hareketlilik kazandıracak olan savaşlara hazırlanmaya başlamıştı.


Hunlar’ın Hezimeti


Çin, oldukça sessiz sedasız bir şekilde savaşa hazırlanmış ve 160 bin kişilik hafif süvari ordusu techiz edilmişti. 72 yılında bu ordu, Ho-hsi ve Ordos’tan beş kol halinde sınır ötesine hareket etmiş ve aynı sırada 50 bin kişilik Wu-sun ordusu da batıdan Hunlar’a karşı saldırıya geçmişti.


Çin’in savaş hazırlıkları, Hunlar için bir sır değildi. Bu yüzden zamanında davranarak göçettiler, böylece de Çinli generalin bütün faaliyetleri boşa gitti. Öldürülen Hun sayısı, 19 ilâ 700 arası gibi gülünç bir rakamdı. Bu yüzden, rakamlarla oynayarak seferi haddinden fazla başarılı göstermek suçuyla iki general mahkemeye verildi ve bunlar da intihar ederek hayatlarına son verdiler. Esasen gerçek başarıyı sadece Wu-sunlar elde etmişti. Batı Lu-li-prensin otağını yerle bir etmişler; yabgunun kaynatasını, gelinini, prensleri ve binbaşılarından başka toplam 39 bin asker esir almışlar ve 700 bin de aç sığır ele geçirmişlerdi. Bu arada Hunlar, alelacele kaçarken, pekçok sığır ve özelikle hızlı yürüyüşe dayanamayarak yorgunluktan ölen koyunlarını kaybetmişlerdi. Diğer taraftan tekrar Çin garnizonunun eline geçen Ch’e-shih’yi de terketmek zorunda kalmışlardı. Wu-huanlar’ın isyanı ise işin tuzu biberiydi. Yaşlı Hunlar grubu, yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmuştu.

Durum, son derece kritikti. Bütün güçlerini bir araya toplayan Hunlar, önce en tehlikeli düşmanı Wu-sunlar’a bir darbe indirdiler. 72/71 kışında Wu-sun göçebe obalarını basarak, oralardaki yaşlı ve çocukları kılıçtan geçirdiler. Ancak eli ayağı tutanlar dağlara kaçmayı başarabildiler. Hunlar geri dönerken, şiddetli bir kar başladı. Bunu don olayı takip etti ve her taraf bembayaz karla örtüldü. Hunlar’ın nalsız atları, tırnakları köreşelerin darbeleriyle parçalandığı için, otlu alanlara kadar yetişemediler ve açlıktan kırıldılar. Onlarla birlikte süvariler de soğuk ve bitkinlikten öldüler. Neredeyse bütün ordunun tamamı telef olmuştu.


71 yılının yaz aylarında, Wu-sunlar batıdan, Wu-huanlar doğudan ve isyan halindeki Ting-lingler ise kuzeyden Hun sınırlarından içeri dalarak, hiç zorlanmadan, zayıflamış ve moralman çökmüş olan Hunlar’ı kılıçtan geçirdiler. Muhtemelen, hayvanların açlıktan kırılması ve tarlalar ekilemediği için ürün alınamaması sebebiyle ortaya çıkan kıtlık da Hunlar’a ikinci bir darbe vurmuştu. Hunlar, nüfuslarının üçte birini kaybetmişlerdi.


Felaketlerin en kötüsü ise, Çin tarafına geçen Ch’e-shih’ye isyan eden valinin dışında, iktidara bağlı olan bütün valilerin ve hatta Hsi-ju gibi imtiyazlı Hun kabilelerinin dahi Hunlar’dan kopmasıydı. Hunlar öylesine zayıflamışlardı ki, 70 yılında, üçbin kişilik bir Çin süvari birliği bozkıra dalmış ve daha önce 160 bin kişinin yapamadığını başararak, sürüleri ve insanları toplayıp götürmüştü.


Hunlar’da Klik Çarpışmaları


Bu kadar ağır kayıplara rağmen, Hunlar, hâlâ zafer ümitlerini kaybetmemişlerdi. Asıl Hun toprakları, düşmanlar tarafından ele geçirilmemişti ve birkaç onbin kişilik güçlü atlara sahip olan savaşçı, eyerlerinin üzerinde dimdik duruyordu. Savaşta zafer münavebeli olduğu için, şans onlara da gülebilirdi. Ama Hun kumandanlarının asıl göremedikleri başka bir tehlike vardı: Zaten mevcut olan iç çekişmeler yeni bir merhaleye ulaşmıştı.

68’de birbiriyle didişen iki grubun elinde oyuncak haline gelmiş olan Hu-yen-ti-yabgu öldü ve iktidar, geleneğe göre Doğu Chu-ki-prensi Hü-lü Ch’üan-ch’ü’ye geçti. Hu-yen-ti-yabgudan tahtla birlikte hanımı Chuan-ch’ü’yü de tevarüs eden Hü-lü Ch’üan-ch’ü, Yaşlı Hunlar grubunun öfke ve nefretini celbetmesine rağmen, asıl nikahlı hanımını kovdu. Çünkü onunla aynı sofrayı paylaşmak, aynı yastığa baş koymak istemiyordu. Halbuki o kadın, Batı Ulu Şefi’nin kızıydı. Ancak Hü-lü Ch’üan-ch’ü, buna rağmen onu kovdu. Bu hareketle o, sadece en büyük sahibi tac olan kişiye hakaret etmemiş, onun bütün boyunu da aşağılamış oluyordu. Hü-lü Ch’üan-ch’ü, Chuan-ch’ü Yen-chi’yi de kovdu. Onun babası ise Hun memurî hiyerarşisinde en üst makam olan Doğu Ulu Chü-ch’ü’sü idi. Düşmanlar, güçlü insanlardı; ama yine de yeni yabgu ve onun sağ kolu Ho-su prensi ve aynı zamanda beylerbeyi olan Hsin-wei-yen’le baş edemezlerdi.

Biz, eğer yabgu boyu ile boy beyleri arasındaki kavgayı, basit bir ağız dalaşı olarak kabul edersek, büyük bir hataya düşmüş olabiliriz. Çünkü bunlar, iki ayrı grupta yer alıyorlardı. Yabgunun mensup olduğu boy, alabildiğince büyümüştü ve hatta Huluku-yabgu döneminde ilaveten bir Jih-chuo Prens titülü ihdas edilmişse de, yüksek mevkiler, boyun bütün fertlerine dağıtılmaya yetecek kadar değildi. Böyle olunca da yabgu boyundan olup da titül alamayanlar kırılarak, savaşçı gruplara iltihak etmişlerdi.


Esasen boy prensleri, boyları büyüyüp güçlendikçe, daha fazla bağımsızlık peşinde koşmaktaydılar. Başlangıçta bunlar, Yaşlı Hunlar grubunun savaş disiplinini bozmuşlar ve zayıf iktidarından faydalanarak daha fazla bağımsızlık elde etmek amacıyla zâdegânlar grubunu desteklemişlerdi. Bunun yanı sıra, şahsî duygular ve bağlar -münakaşalar, geçimsizlikler ve kendi başına buyruk olma istekleri kadar, evlilik, sempati ve karşılıklı yardımlaşmalar- her Hun’un birbiriyle mücadele eden taraflara nisbetle tavrını belirlemekteydi. “Aileden gelen reislerin arkadaşları”, cesur süvariler ve açgözlü yağmacılar, askerî gruba ve onun lideri Hsin-wei-yen’e meyyaldiler. Lüksü sevenler, eğlenceye düşkün olanlar ve av partilerinden zevk alanlar, Chuan-ch’ü Yen-chi’ye meyyaldiler ve onun kırılmasından dolayı üzülmüşlerdi. Savaşçı grup çarpışmalarda hezimete uğradıkça, Chuan-ch’ü Yen-chi son derece itibarlıydı; fakat öyle bir an gelmişti ki, artık, savaşlarda hezimete uğrayan Hunlar, daha çok zafer istiyorlardı.


Yabgu, Çin’deki casusları vasıtasıyla, ekonomik darboğaza giren düşmanın sınır muhafızlarını finanse etmekte zorlandığını öğrenmişti. Diğer küçük düşmanlarıyla rahatlıkla hesaplaşabilmek amacıyla, Çin’le barış yapmak için en uygun zamanın geldiği kanaatine vardı. Bu durum, daha önce yenilgiye uğramış olan Doğu Ulu Chü-ch’ü’sü-nün hiç hoşuna gitmemişti. Esasen bu, onun Çin’le barış yapılmasına karşı olmasından değil, böyle bir anlaşmayı bizzat kendisinin yaparak rakiplerine fırsat tanımak istememesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden, Hu-lu prensiyle birlikte sürek avına çıkmak bahanesiyle, bir akın tertiplemek için Çin sınırına yaklaştı. Fakat Chü-ch’ü ordusundan kaçan üç atlı, Çin’e gelerek, onun niyetini haber verdiler. Çinliler, savaş alanına hemen 5 bin süvari sevkedince, 20 bin Hun savaşmaksızın geri çekildi. Üç atlının neden kaçıp Çin’e sığındıklarını izah etmek güç. Muhtemelen bunun sebebi, moral bozukluğunun alt tabakalara kadar yayılmış olmasıdır veya belki de artık her yerde savaşmak istemeyen ve kolayına gelen barış müzakerelerinden yana tavır koyan büyük Chü-ch’ü, bu üç atlıyı bizzat kendisi göndermiştir.


Şimdi yabgu, vâki bir Çin karşı saldırısını püskürtmek için 20 bin güçlü savaşçı toplayabilirdi. Ekonomik durum yeniden bozulmuş; 68 yılında kıtlık tekrar Hun sürü ve göçebelerini kırıp geçirmişti. Yeni yönetim daha yolun başında başarısızlığa mahkum olmuştu. 68 sonbaharında, yabgu, doğu sınırında yaşayan ayrılıkçı Hun Hsi-ju kabilesini itaat altına almaya karar verdi. Bunu öğrenen Hsi-ju beyleri, sürü ve mallarını toplayarak, sınır nöbetçileriyle çarpıştıktan sonra Çin’e teslim oldular.


Batıda durum daha kötüydü. Cheng K’i ve Sih-ma Hi isimli iki Çin subayı, cezalandırılmaktan kurtulan 15 bin suçlu ve Batı ucu vilayetinin yerleşik halkından 10 bin müttefikle Ch’e-shih’ye saldırarak Chuo-ha-huo-ta prensliğinin başkentini ele geçirdiler. Yeterli iaşelerinin olmaması, Çinliler’i geri dönmeye mecbur etti; fakat bir dahaki sonbaharda, ürünleri topladıktan sonra tekrar sefere çıktılar. Bu defa, Ch’e-shih reisi, yardım isteğiyle Hunlar’a müracaat ettiyse de, umduğu yardımı alamadı. Çaresiz Çin’e teslim olmaya karar verdi; ancak, önce Hunlar’a karşı kırgınlığını göstermek için, küçük Pu-lei (Bargöl) vilayetini tarumar etti.

Ch’e-shihler’in bir kısmı, Hunlar’a sadık kalmıştı. Fakat, Hunlar’ın Çinliler’i ve Çin taraftarlarını ortadan kaldırma teşebbüsü, bir sonuç vermedi. Bu durumda yabgu, kendisine sığınan Ch’e-shihleri alarak doğuya yerleştirdi; ancak, Ch’e-shih vadisi savaş faaliyetlerine sahne olmaya devam etti. 

Ch’e-shih’nin kaybı, Hunlar için acı bir darbe oldu. Çünkü halk arasında hemen ekmek sıkıntısı başgösterdi. Hunlar, 66’da “Wu-sunları ve Batı ucunu sıkıştırmak” amacıyla, güney Cungarya’nın bir kısmında ziraatla uğraşmayı denediler; fakat bu defa da 64 yılında, 12 bin Hun, Ch’e-shih’deki Çin garnizonuna saldırdı. Çinliler, Chuo-ha-huo-ta kalesine kapandılar. Şehre gelen Hun kumandan, Çinliler’e çekip gitmelerini tavsiye etti; fakat yabgu, Çinliler’in Ch’e-shih topraklarının işlenmesinde kullanılması maksadıyla serbest bırakılmamasını emrederek, kaleyi kuşatmaya başladı. Ne var ki bu sırada Hunlar, Alashan steplerinden aldıkları bir sırt darbesiyle kuşatmayı kaldırmak ve Çin garnizonuna rahat bir nefes alma imkanı vermek zorunda kaldılar. Ch’e-shih’lerin geri kalanları, Kui-li’ye iskan edildiler. Böylece 62’de, daha önce güllük gülistanlık olan bu vadi, sararıp solma dönemine girdi.

Kuzeyde meydana gelen çarpışmalar, Hunlar için daha büyük bir darbe oldu. 71 yılında, baştaki Hun valisini alaşağı etmiş bulunan Yenisey Ting-lingleri, 63’de saldırıya geçtiler. İtaat altındaki üç boy, Hun askerlerini yenerek, ele geçirdikleri toprakları tarumar ettiler. Hunlar, arka desteklerini kaybetmişlerdi.


62’de yabgu Çin’e saldırmak istemiş; fakat bir hain, Çinliler’i uyarmıştı. Hunlar, kendilerini karşılamaya gelen 40 bin süvariyi karşılarında görünce, savaşmadan geri döndüler. Yabgunun barış anlaşması teklifine de Çin imparatorundan herhangi bir cevap gelmedi.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Mançu Çini'nin Doruk Noktası

 Çin'in son emperyalist hanedanı olan Mançular (1644-1911 yılları arasında hüküm süren Qing Hanedanlığı'nın kurucularıydı) erken dönemlerinde sert bir muhalefetle karşılaşmışlardı. 1683 yılından  itibaren durum değişmeye başladı. Çin'in tamamında kontrolü sağladılar. Yaklaşık yüzyıl sürecek olan ve "Pax Sinica" (Çin Barışı) olarak adlandırılan bir barış ve refah dönemi başlamış oldu.

Qing yönetimi diğer hanedanlıklardan çok da farklı değildi, ancak onlarda yöneticilerin saçları sadakatin göstergesi olarak (bir Mançu geleneği) örülüyordu. Qing, Konfüçyüs öğretisini ve toplumun Konfüçyüsçü temellerini destekledi. Öte yandan Cizvit misyonerlerinin ülkeye girişine de izin verildi. İmparator Kang i döneminde yaklaşık 200.000 Çinliyi Hıristiyanlaştırdılar (1661-1722 , Kang i en uzun süre tahtta kalan Çin imparatoruydu ).

Çin gücünün zirvesine Kang i' nin torunu olan Qianlong (1735- 1796) döneminde ulaştı. Tarım ve sanayi alanındaki ilerlemeler ülkenin zenginliğini arttırdı. Avrupa ile ticaret gelişti. Sanat ve bilim desteklendi: Qianlong hacimli edebi klasiklerin yazılmasına destek oldu, mimari , porselen sanatı, resim, yeşim ve fildişi işleme gelişti.

Qing Hanedanlığı döneminde Çin'in toprakları üç katına çıktı. Tayvan, Mançurya, Tibet ve Türkistan ele geçirildi. 18. yüzyılın sonlarına doğru nüfus 100 milyondan 300 milyona yükselmişti. Bu durum toprak yetersizliğine ve buna bağlı olarak isyanlara neden oluyordu. Bu   arada   imparatorluk   sarayında   yeniden   yozlaşma gelişmeye başlamıştı. Qing, hem Batılı güçlerin artan baskısıyla hem de Taiping isyanı başta gelmek üzere 19. yüzyıl boyunca giderek sıklaşan isyanlarla baş edemez hale gelmişti.


Alıntıdır.


Troya'nın Gerçek Hikayesi | Gizemli Tarih | TRT Belgesel

Safranbolu Evi / Safranbolu / Karabük

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak