6 Kasım 2022 Pazar

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


MİRYOKEFALON SAVAŞININ TARİHSEL ÖNEMİ


Miryokefalon Savaşı, Anadolu Selçuklu Devleti ile Bizans İmparatorluğu arasında 1176 yılında yaşandı. Dönemin Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan, Bizans İmparatoru ise I. Manuel Komnenos’dur.


 


Anadolu Selçuklu Devletinin galibiyetiyle sonuçlanan bu savaş, Bizans’ın Anadolu’yu Türkler’den geri alma ümidini tamamen yok etmiştir. Bu özelliğiyle Miryokefalon bir anlamda Anadolu’nun tapusunu Türklere geçirmiş ve “Yurt Tutan Savaş” olarak anılmıştır (Malazgirt – Yurt Açan, 30 Ağustos – Yurt Kurtaran).


 


Dahası bu savaşın ardından Avrupa kaynakları, Anadolu coğrafyasından “Türkiye” olarak bahsetmeye başlayacaktır.


 


MİRYOKEFALON SAVAŞININ NEDENLERİ:

Türkler, Büyük Selçuklu Devleti’nin Bizans’a karşı kazandığı Malazgirt Zaferi ile birlikte Anadolu’ya girmeye başlamış ve bu dönemden itibaren Bizans’la sürekli bir mücadele içinde olmuşlardır.


 


Nihayet bu mücadelelerin bir sonucu olarak Anadolu Selçuklu Devleti, Kutalmışoğlu Süleyman Şah önderliğinde 1075 yılında İznik’te kurulmuştur.


 


Ancak Selçuklu Türkleri ile baş edemeyen Bizans’ın çağrısıyla Haçlı Seferleri başlamış ve Selçuklular devletin başkentini Konya’ya taşımak zorunda kalmışlardır.


 


Bundan sonraki süreçte de Bizans ve Selçuklular arasındaki çatışmalar son bulmamış, ancak iki devlet 1162 yılında Sultan II. Kılıçarslan döneminde 13 yıl sürecek bir ateşkes antlaşması imzalamışlardır. Bu antlaşmaya göre Selçuklu ve Bizans Devletleri birbirinin aleyhine bir ittifakta bulunmayacak ve savaşlarda yer almayacaklardır. Ayrıca her iki devlet karşı tarafa yapılan saldırı durumunda diğerine yardım edecektir.


 


Ancak Selçuklu tahtında bulunan Sultan II. Kılıçarslan’ın bu ateşkes sayesinde kısa sürede Sakarya’dan Fırat’a kadar olan bölgedeki iktidarını sağlamlaştırması ve açıktan Selçuklu Devletinin desteğini görmeseler de bazı Türkmen topluluklarının Batı Anadolu’ya olan akınlarına devam etmeleri Bizans’ı tedirgin etmiştir.


 


Böylece yıllardır Türklerin Anadolu’da siyasi bir birlik kurmalarını önlemeye çalışan Bizans, haçlı seferlerinin başlamasının üzerinden 75 yıl geçtikten sonra, büyük külfetlere katlanarak elde ettiği kazanımlarının yok olduğunu görerek son bir hamle yapmaya karar verdi ve Selçuklularla yaptığı antlaşmayı bozdu.


 


İmparator Manuel Komnenos, devletin bütün imkanlarını seferber ederek önemli bir ordu topladı ve 1176 yılında Selçukluya karşı harekata geçti.


 


Ancak Bizans kuvvetleri 17 Eylül 1176 tarihinde, Denizli yahut Beyşehir yakınlarında olduğu tahmin edilen ve Miryokefalon olarak adlandırılan geçitte Selçuklu kuvvetleri tarafından pusuya düşürülerek ağır bir yenilgiye uğratıldı.


 


Bu savaşla birlikte Bizans, Anadolu’yu kurtarma ümitlerini de ebediyen kaybetmişti.


 


Sonuç olarak Miryokefalon Savaşının nedenleri üç maddede özetlenebilir:


 


Anadolu Selçuklu Devleti’nin sınırlarının giderek genişlemesi ve Anadoludaki Türk birliğinin sağlamlaşması,

 


Bizans’a karşı Türkmen akınlarının sürmesi ve en önemlisi de

 


Bizans’ın ne pahasına olursa olsun Türkleri Anadolu’dan atmak istemesi.

 


Miryokefalon Savaşının Sonuçları:


Türk tarihinin “dönüm noktalarından” biri sayılan Miryokefalon Savaşının önemli sonuçları şöyle özetlenebilir:


 


Anadolu’da siyasi dengeyi Türklerin lehine çeviren Miryokefalon Savaşı sonucunda Bizans Anadolu’ya yeniden hâkim olma düşüncesinden uzaklaşmış ve elinde kalan kıyı bölgelerdeki arazileri korumaya yönelik politikalar izlemeye yönelmiştir. Bu bağlamda Bizans, bu zaferin ardından saldırı durumundan savunma durumuna geçmiştir.

 


Malazgirt Zaferi’yle Türklere açılan yeni yurt Anadolu, Miryokefalon Zaferi’yle korunmuş ve emniyet altına alınmıştır. Bu nedenle bu savaş Anadolunun tapusu olarak bilinir ve “Yurt Tutan Savaş” olarak anılır.

 


Miryokefalon Zaferiyle Anadolu, Türkler için güvenli bir yurt hâline gelmiş, bu dönemde Orta Asya’da Moğol tehlikesinin baş göstermesi üzerine birçok Türkmen boyu Anadolu’ya göç ederek Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamıştır.

 


Miryokefalon zaferi, Bizans’ı Anadolu Selçukluları için bir tehlike olmaktan çıkarmış, Bizans’ın Türkleri Anadolu’dan atma hayallerine son vermiştir. Dolayısıyla bu savaş, Selçuklular için hem Bizans yönünde ilerlemeyi mümkün kılmış hem de Anadolu’da savaşları büyük ölçüde bitiren bu zafer sonucunda Anadolu Selçuklu devleti, iktisadî, sosyal ve kültürel açıdan gelişme fırsatı bulmuştur.

 


Miryokefalon Savaşı’nın ardından Anadolu’da tekrar güçlü bir Selçuklu hâkimiyeti başlamış, bu savaşla Anadolu’nun artık kesin olarak bir Türk yurdu haline geldiği tüm dünyaya ilan ve ispat edilmiştir. Bu savaşın ardından Anadolu, Avrupa kaynaklarında “Türkiye” olarak anılmaya başlamıştır.

 


Anadolu Selçuklu Devleti, bu savaş neticesinde Anadolu’nun oldukça büyük bir kısmını hakimiyeti altına alarak, Anadolu Türk siyasal birliğini kurmuştur.

 


Miryokefalon Savaşı, Bizans’ın yıkılışına kadar Türkler üzerine düzenlenen son büyük çaplı askeri sefer olmuştur.

 


Miryokefalon Zaferinin ardından Bizansla imzalanan barış antlaşmasıyla Bizans vergiye bağlanmış, Kütahya ve Eskişehir illeri Bizans ve Anadolu Selçuklu arasında sınır olarak kabul edilmiştir.


tarihibilgi.org

Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/Orhun Yazıtları

Anadolu'da Yaşam | Yayla | TRT Belgesel

Tekirdağ

 


DÎNİ SÖZLÜK “D”

 DÂVÛD ALEYHİSSELÂM:

 

Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (İsrâ sûresi: 55)

 

İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm), elinin emeği ile kazanıp yerdi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına bir çok peygamber gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrâiloğulları , Tevrât'ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini dinlemediler ve ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u onların başına belâ olarak gönderdi. Câlût İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût'un üzerine yürüdü. Tâlût'un ordusunda bulunan ve henüz genç yaşta olan Dâvûd aleyhisselâm Câlût'u öldürdü. Tâlût'un ölümünden sonra, İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. Bir müddet sonra Allahü teâlâ onu İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdi. Kendisine İbrânî dilinde olan Zebûr kitâbı verildi. Hem peygamber, hem sultan yâni hükümdâr idi.

 

İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Kudüs'te Mescid-i Aksâ adı ile Kur'ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı . Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyyet ederek, yüz yaşında âhirete göçtü.

 

Allahü teâlâ dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr'u okumaya başladığı zaman, kuşlar havâdan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr'u tekrar ederlerdi.

 

Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma, demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mûcizesi vermişdi. Demirden zırh yapar elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi. Dâvûd aleyhisselâm her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir, çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftâr ederdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi. (Nişancızâde Muhammed Efendi, Taberî)

 

DÂYİN:

 

Borç veren, alacaklı.

 

DECCÂL:

 

Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.

 

Geçmiş peygamberler, şaşı , kör, yalancı olan Deccâl'in büyük fitne ve belâ olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zarârından korkuttular. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)

 

Deccâl'in, Mekke ve Medîne hâriç ayak basmadığı hiç bir memleket yoktur. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)

 

Deccâl, peygamber olduğunu iddiâ edecek, herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacak ve Îsâ aleyhisselâm bunun zamânında gökten inecek ve Deccâl ile harb ederken hazret-i Mehdî onunla berâber olacaktır. (Yûsuf bin İsmâil Nebhânî)

 

DEDİKODU:

 

Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek.

 

Sözün kısası şudur ki, dedikodu sözlere inanılacak, dostluk bunlara göre olacaksa, söz taşıyanların ellerinden kurtuluş olamaz. Bunun için de sağlam dostluk kurulamaz. Dedikodulara kulak vermeyiniz ve geçmişleri unutunuz! Böylece dostluk yıkılmasın, eski sıkıntılar aradan kalksın. (İmâm-ı Rabbânî)

 

DEFN:

 

Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi.

 

Definden sonra cemâat dağılırken ölü bunların ayak sesini işitir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Ölüyü defnetmek, cenâze namazı kılmak gibi ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)

 

Meyyiti (ölüyü), sâlihlere ve evliyâya (Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerine)

 

yakın defnetmelidir. Rutûbetli yerlere defnetmek iyi değildir. (Tahtâvî)

 

DEHR:

 

Zaman, devir. Âlemin (varlıkların) varlığının başlangıcından son bulmasına kadar olan bütün zaman.

 

Dehr Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. İnsan sûresi ve Hel'etâ da denir.

 

Dehr sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Mekke-i mükerremede nâzil olduğunu söyliyenler de vardır. Otuz bir âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen Dehr kelimesi sûreye isim olmuştur.

 

Sûrede; insanların ilk yaratılışı, kâfirlerin (inanmayanların) karşılaşacakları acı ve pek çetin azâblar, Allahü teâlânın sevdiği mü'min kulların ise kavuşacakları büyük nîmetler anlatılır. (Râzî, Kurtubî)

 

Dehr sûresindeki âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

 

Hakîkat biz, insanı (erkek ve dişi sularının) karışımından (meydana gelen) bir nutfeden yarattık. (Üzerine mükellefiyet yükleyerek) onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici, görücü yaptık. Gerçek biz ona (peygamber göndermek sûretiyle, doğru) yolu gösterdik. İster şükreden (mü'min) olsun, ister nankörlük eden(kâfir). (Âyet: 2,3)

 

Kim Hel'etâ sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Cennet'i ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)

 

DEHRÎ:

 

Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist.

 

DELÂLET:

 

1. İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Ey îmân edenler! Sizi acı bir azâbdan kurtaracak bir ticâreti göstereyim mi? Allahü teâlâ ve Resûlüne îmân edin, inanın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. (Saf sûresi: 10-11)

 

Hayra delâlet eden, hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-Hafâ)

 

2. Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.

 

Dînî bilgilerin delîlleri (kaynakları) dörttür: Birincisi sübûtu (varlığı) ve delâleti kat'î (kesin) olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevâtür, söz birliği ile bildirilmiş açıkça anlaşılan hadîsler böyledir. İkincisi, sübûtu kat'î olup, delâleti zannî olanlar (kesin olmayanlar). Mânâsı açıkça anlaşılmayan âyetler böyledir. Üçüncüsü, sübûtu zannî, delâleti kat'î olanlar. Tek Sahâbînin (Peygamber efendimizin arkadaşının) bildirdiği açık ve anlaşılır hadîsler böyledir. Dördüncüsü, sübûtu da delâleti de zannîdir. Tek Sahâbînin bildirdiği açıkça anlaşılmayan hadîsler böyledir. Birincisi farz ile haramları, ikincisi ve üçüncüsü vâcib ile tahrîmen mekrûhu (harama yakın mekrûhu), dördüncüsü sünnet ile müstehâbı bildirir. (Molla Hüsrev-Serahsî-Hâdimî)

 

Delâlet-i Nass:

 

Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.

 

"Ana-babana öf (bile) deme" meâlindeki İsrâ sûresi yirmi üçüncü âyet-i kerîmesi, açıkça ana-babaya öf demenin haramlığını delâlet-i nass ile bildirmektedir. Öf demenin haram oluşunun illeti (sebebi), eziyet vermektir. Bu illet, ana-babayı dövmede ve sövmede fazlasıyle bulunduğundan, âyette açıkça bildirilmeyen ana-babayı dövmenin, onlara sövmenin de haramlığı ile hükmolunmuştur. (İbn-i Melek, Serâhsî)

 

DELİ:

 

Aklı olmayan.

 

DELÎL:

 

1. Kendisi bilinince başkası bilinen şey.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Rabbinin sun'una (işine) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatıp yaymıştır. O, eğer dileseydi, onu elbet sâkin kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delîl yapmışızdır. (Çünkü güneş olmasaydı, gölge bulunmazdı. Nur olmasaydı, zulmet bilinmezdi. Zîrâ her şey zıddıyla bilinir.) (Furkan sûresi: 45)

2. Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka.

 

Din bilgilerinin elde edildiği delîller dörttür: Bunlar; Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ ve kıyâstır. (Abdülganî Nablüsî)

 

Delîl, bir şeyin haram olması için aranır. Helâl olması için delîl aranmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

Delîl-i Aslî:

 

Din bilgilerinin kaynakları olan Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâstan her biri. Aslî delîl.

 

Delîl-i Fer'î:

 

Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır.

 

Müctehid (dînî kaynaklardan, delîllerden hüküm çıkarabilen) bir âlim, bir mes'elenin hükmünü aslî delîllerde açıkça bulamazsa, fer'î delîllere mürâcât eder. (Molla Hüsrev, Serâhsî)

 

Delîl-i Kat'î:

 

Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.

 

Namazı inkâr eden kâfir olur, îmânı gider. Çünkü namazın farz oluşu, delîl-i kat'î ile sâbittir, bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

 

Delîl-i Şer'î:

 

Dînî bilgilerin elde edildiği delîl, kaynak.

 

Müctehîd (din ilimlerinde söz sâhibi) olmayanların sözleri, delîl-i şer'î olmaz. (Hâdimî)

 

Delîl-i Zannî:

 

Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.

 

Delîl-i zannî vâcib ile tahrîmen mekruhu (harama yakın mekruhu) bildirir. Tek Sahâbînin bildirdiği mânâsı açıkça anlaşılmayan hadîs-i şerîfler ise, müstehâbları bildirir. Müstehâbları yapan sevâb kazanır, yapmayan günâhkâr olmaz, sevâbından mahrûm kalır. (Serâhsî)

 

DELK:

 

Oğmak.

 

Abdestte ve gusülde, yıkanan yerleri oğmak.

 

Delk, Hanefî mezhebinde abdestin sünnetlerindendir. (İbrâhim Halebî)

 

Mâlikî mezhebinde abdeste ve gusle başlarken niyet etmek, abdestte ve gusülde her uzvu delk ve muvâlât (uzuvları aralıksız yıkamak) ve gusülde saçı hilâllemek, parmakları saçların arasına sokup ıslatmak farzdır. (Abdurrahmân Cezîrî)

 

DELLÂL:

 

Alıcı ile satıcı arasında vâsıta (aracı) olan ücretli kimse, komisyoncu.

 

Dellâl, mal sâhibinin izni ile malı kendi sattığı zaman, komisyon ücretini mal sâhibinden alır. Müşteriden bir şey isteyemez. Eğer dellâl, mal sâhibi ile müşteri arasında aracılık yapıp, malı mal sâhibi satarsa, dellâl ücretini, âdete göre; mal sâhibi veya müşteri yâhut da her ikisi ortaklaşa verirler. (İbn-i Âbidîn)

 

Dellâl, işçi gibidir. Bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa ücret alır. (İbn-i Âbidîn)

DENDÂN-I SEÂDET:

 

Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.

 

Dendân-ı seâdet, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan kıymetli taşlarla süslü altın bir muhâfazada Topkapı Sarayında saklanmaktadır. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

 

DEREZÎLER:

 

Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin doğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmektedir.

 

Derezîler müslüman adını taşır. Fakat îmânları bozuktur. Ruhların bir bedenden bir bedene geçtiğine inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Ulûhiyyet yâni tanrılık insandan insana geçer derler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında çirkin şeyler söylerler. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar. İslâmiyet'e uymayan inanışlarından vazgeçmedikçe müslüman olmazlar. Bunlar kitablı ve kitabsız kâfirlerden daha zararlıdırlar. (İbn-i Âbidîn)

 

DERGÂH:

 

1. Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.

 

2. Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.

 

Yâ Rabbî! Yüz bin günah işledim ise de, bu kara yüzüm ile, yüce dergâhına sığınıyorum. Senden affımı diliyorum. (Abdurrahman Sâmi Paşa)

 

Bir şehid dahî budur ki yüzünü Hak dergâhına tutup, Ey benim ma'budum! Ne ki, ömrüm olsa, bir şeye ümid bağlamadım. Ancak sana bağladım. Ve dahî kimseye boyun eğmedim. Dünyâya ve din düşmanlarına aldanmadım. Yâ Rabbî! Senden ümidim budur ki bütün ümmet-i Muhammedi afv ve mağfiret edesin diye duâ ede. Bu dahî şehiddir. (Kutbüddîn İznikî)

 

DERVÎŞ:

 

Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

 

Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik, gönlü mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmektir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

Derviş dünyâ ve âhirette mes'ûddur. Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette de Allahü teâlâ hesap sormaz. (Ebû Bekr Verrâk)

 

Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül,

 

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül.

 

(Yûnus Emre)

5 Kasım 2022 Cumartesi

HUNLAR VE ÇİN ARASINDA ÖLÜM KALIM SAVAŞI

 Başarısız Bir Komplo


Wu-ti’nin bütün gücünü güney, doğu ve batıdaki savaşlarda tükettiği bir sırada, Hun kumandanları yeni bir savaşa hazırlanmaktaydılar. Onlar, Çin imparatorunun ana hedefinin Hunlar’ın gücünü yoketmek olduğunu biliyorlardı. Kabiliyetli ve enerjik Yabgu Hü-li-hu, hiç umulmadık bir anda ölmüş ve taht, kendi halinde küçük bir çocuğa kalmış görünüyordu. Fakat zaman enerjik bir lider gerektiriyordu ve Hun devlet erkanı da eski seçim sistemine müracaat etmiş; 101’de doğuştan prens olan birisi, yani Doğu Ulu T’u-yü’nün küçük kardeşi Chü-t’e-hou [Chieh-t’e-hou] yabgu seçilmişti.


Chü-t’e-hou, (Küdihav okunur) yabgu olur olmaz, Wu-ti ile barış müzakerelerini sürdürmeye çalıştı. Önce, geri gönderilmesi istenilen tutuklu elçileri serbest bıraktı. Bunun üzerine Wu-ti, zengin hediyelerle bir elçi göndererek, yabguyu tebalığa kabul edeceğini bildirdi. Fakat Çin elçisi yabgunun otağına gelince, yapılan karşılama töreninde tebaalığı kabul etmekten söz bile açılmadığını gördü. Aksine yabgu, sadece “barış ve dostluk” anlaşması yapmak istiyordu. Müzakereler kesildi. Çin elçilik mensupları, müzakerelerin başarısızlığını yab-gu Chü-t’e-hou yönetiminin baş veziri olan Wei Liu’ya hamlettiler. Wei Liu, Çin’de yetişip, eğitim görmüş bir Hun’du. Daha önce Çin’den Hunlar’a gönderilen diplomatik heyetin bir üyesi olarak yabgunun huzuruna gelince kan bağı ağır basmış ve Çin’le ilişkilerini kopararak kendi halkına dönmüştü. Çin’i iyi tanıdığı ve diğer kabiledaşlarına nisbetle oldukça iyi bir eğitim gördüğü için, kısa zamanda otağda mevkii yükseldi ve ölünceğe kadar da Hun devletinin baş veziri olarak kaldı. Varılacak anlaşma hükümleri arasında Çin’den iltica edenlerin iadesi maddesinin de bulunması dolayısıyla, barış muahedesine razı olmadığı sanılmaktadır.


Böylece barış müzakerelerinde başarısız olan Çin elçilik heyeti, Hun beyleri arasında fesat çıkarmayı denedi. Plana göre, Wei Liu öldürülecek ve yabgunun hatunu kafakola alınarak, onun vasıtasıyla Çin’in şartlarının yabguya kabul ettirilmesi yönünde baskı yaptırılacaktı. Fakat komplo ortaya çıkarılınca, öfkeden küplere binen yabgu, doğrudan bu işe bulaşanların hepsinin kellesini vurdurdu. Çin elçilik heyetinde bulunan kişiler ise, Hun tebaalığına geçmek ve kendi istekleriyle Çin’le ilişkilerini kesmek şartıyla sağ bırakıldılar. Bu teklif, heyet başkanı olan Hsü Wu dışında diğerleri tarafından kabul edildi. Bu davranışından dolayı Wu’nun ismi daha sonraki yıllarda Çin literatürüne sadakat ve mertliğin nümûnesi olarak geçecektir. Ancak, Hunlar onu öldürmekten vazgeçip, Sibirya’nın ücra bir köşesine sürgün ettiler. Orada sefalet içinde 19 yıl geçiren Wu, kendisinin öldüğüne inanılan Çin’e herhangi bir haber de gönderemedi. Rivayete göre, bir kazın kanadına mesaj bağlayarak Çin’e doğru uçurdu ve bu ördek Çinli avcılar tarafından vuruldu. Mektup saraya ulaşınca, imparator, elçilerinin esir edildiğinden haberdar olabildi.


Elçilik heyetinin başarısızlığı, Wu-ti’yi öfkelendirdi ve böylece savaş yeniden başladı. 


Li Ling’in Kayıtsız Şartsız Teslimiyeti


99 yılında, General Li Huang-li, 30 bin kişilik süvari ordusuyla sefere çıktı. T’ien-shan’ın doğu eteklerinde, Bargöl Gölü civarında Batı Chu-ki-prensin otağına saldırarak yaşlı, kadın ve çocuklardan pekçok kişiyi esir aldı. Geri dönerken Hun ordusu tarafından kuşatılınca, çemberi yarıp çıkabilmek için aldığı bütün ganimetleri bırakmayı uygun buldu. Fakat meydana gelen çarpışmalarda 7 bin adamını kaybetti ve kendisi bile canını zar zor kurtardı. Huang-li’nin seferini başarılı addetmek mümkün değildir. Steplere gelen diğer bir general, Hun göçebelerine rastlayamadığı için eli boş döndü. Fakat bir üçüncüsü olan Li Ling, beş bin kişilik seçme piyade ordusuyla Sung-ki’ye kadar geldiyse de, kuşatma altına alındı. Bizzat yabgu, otuz bin kişilik okçu süvari ordusuyla Li Ling’in kampına saldırıya geçti. Göğüs göğüse yapılan çarpışmalarda, Li Ling’in “genç serkeşler”i hayli başarılı oldular ve Hunlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Yabgu taze kuvvetlerle yeniden dönünce, Li Ling güneye çekilmeye başladı. Çinliler susuz bozkırlarda ilerlerken, Hun atlıları onlara yetişmeyi başardı. Islık çalan tüylü oklar, günışığı altında uçuşuyor ve kendilerine yeni kurbanlar buluyorlardı. Çinliler, Hunlar’ın attıkları okları toplayarak, dizistü çöküp yeniden düşmana karşı kullanınca, pekçok Hun atı steplerde boş eyerlerle gezinmeye başladı. Çarpışmalar birkaç gün devam etti; fakat bu arada Çinliler de kendilerine kurtuluşu sağlayacak olan Çin sınırlarına adım adım yaklaşıyorlardı.


Çinliler’in dişli çıktığını gören yabgu, tam düşmanlarının kendisini tuzağa düşürmek niyetinde oldukları kanaatine varırken yakalanan Çinli bir subay ona Li Ling’in birliğinin yalnız olduğunu itiraf etti. Bunun üzerine Hunlar tekrar saldırıya geçtiler. Çinliler’in okları tükenmişti. Artık karşı koyma imkanının kalmadığını gören Li Ling “herkes başının çaresine baksın” diye emir vererek Hunlar’a teslim oldu veya belki de Hunlar onu silahsız kaldığı için yakaladılar. 

Yabgu Chü-t’e-hou, sadece zekî bir politikacı ve cesur bir kumandan değil, aynı zamanda asil bir insan olduğunu da göstererek, Li Ling’i öldürmedi. Aksine, kızlarından birini ona vererek, belli bir bölgeyi ve Hakas kabilesini emrine tahsis edip, Batı Chu-ki prens ünvanıyla da ayrıca ödüllendirdi. Li Ling, yeni efendisine sadakat ve dürüstlükle hizmet etmeye başladı. Zaten ülkesinde kendisini ölüm bekliyordu ve esir düşmeyi hainlikle bir tutan Çin kanunlarına göre gıyaben idama mahkum edilmişti. Daha sonraki yıllarda, Li Ling’in ve Hun prensesinin torunları, nesiller boyu Hakaslar’ı yöneteceklerdir. O günden sonra Hakaslar arasında siyah saçlı ve kara gözlü insanlar türemeye başlayacak ve Hakaslar kendilerini Li Ling’in torunları olarak kabul edeceklerdir. Li Ling’in sarayı, arkeologlarımız tarafından Minusinsk şehrinde ortaya çıkarılmıştır. Bu, Çin mimarî stiline göre yapılmış küçük bir saraydır. İnce sanat süslemeleriyle müzeyyen kapı kolları üzerine şeytanın boynuzları nakşedilmiştir. 

Bu teslimiyet, Çin’de büyük üzüntü yaratmıştı. İmparator, olayın suçlularını aramaya ve onları cezalandırmaya karar verdi. Olayın bütün suçu başkumandan Erh-shih Li Huang-li’nin üzerine yıkılacak gibi görünüyordu; fakat Huang-li, sarayla olan iyi ilişkileri sayesinde, topu Li Ling’in annesinin üzerine atmayı başardı. Ancak üstad Sihma Ch’ien, yaşlı kadına arka çıkarak, oğlunun suçsuzluğunu ispat etmeye girişti. Ama kendisi zor durumda kalarak, Li Huang-li’ye iftira atmakla suçlanınca Sih-ma Ch’ien, savunmasını şu sözlerle yaptı: “Benim, Er-shih generalinin kariyerini tartışmak istediğim ve Li Ling’in şefaatçı aracısı olmaya çalıştığım kanaatine varan imparator cenâb-ı âlileri beni anlamadılar.. Neticede, beni mahkemeye verdiler.. ve imparatora yalan söylediğim kanaatine vardılar”. Sonuçta tarihçinin iğdiş edilip, hapse atılmasına karar verildi. Bu olay, 98 yılının Ocak ayında vukû bulmuştur.

Ne var ki Sih-ma Ch’ien, iki ay sonra serbest bırakılmakla kalmadı, aynı zamanda chung-shou-lin, yani istediği zaman doğrudan imparatora rapor sunma yetkisine sahip danışman olarak da atandı. Elbette bu, önemli bir terfi idi. Burada, Sih-ma Ch’ien’in serbest bırakılmasında, sadece onun sahip olduğu şahsî meziyetlerin rol oynadığını düşünmemelidir. Göründüğü kadarıyla, sarayda onun tarafını tutan ve Li Huang-li’ye düşmanlık besleyen bir grup vardı. Her sarayda, baskı unsuru meydana getirmek isteyen grupların mücadelesi olmuştur ve Çin sarayı da bundan istisna değildir. Durumu etraflıca mütalaa edince, şöyle bir kanaate varılabilir: Wu-ti’nin zâdegaânları arasında, Konfüçyüs taraftarları ile Lao-tse görüşlerini savunanların ideolojik çatışmalar vardı. Sih-ma Ch’ien de Konfüçyüs taraftarlarıyla etkin edebî bir mücadeleye girmişti. O, bazan, “Konfüçyanizm çok geniş bir öğreti; ama yeterince açık değil. Onu anlamak için hayli gayret sarfetseniz de, fazla bir şey elde edemezsiniz” diyor; bazan da Konfüçyanistlerin karşısına Lao-tse’nin görüşleriyle dikilerek, “Dao, bulanık mı bulanık, karanlık mı karanlıktır; ama yine de ışıklarıyla gök kubbe altındaki her şeyi aydınlatıyor. Ayrıca, her olaya da bir ad verilmesi gerekmez” yahut, “Onlarda (Daoistlerde-L.G.) hayatın her meselesiyle ilgili bir reçete yok; bir tek noktadan hareketle meseleleri izaha çalışıyorlar; ama olayların seyrine göre tavır takınıyorlar. Bu yüzden de fazla bir gayret sarfetmeden büyük başarılar elde ediyorlar” diyordu. Esasen, gerek Sih-ma Ch’ien taraftarları ve gerekse Li’nin düşmanları, büyük başarılar kazanmışlardı. T’ai-shan Dağı’nda gökyüzü tanrısına ve yeryüzü ruhuna kurban kesme merasimine katılan imparatora Sih-ma Ch’ien eşlik etmişti. İmparatora sunulan raporlar ve oradan çıkan fermanlar onun kontrolünden geçiyordu. Konfüçyüs taraftarları ise, sonuna kadar savaşmaya kararlı olduklarından, sadece yeni bir askerî seferin hazırlığını yapmakla meşguldüler. Bütün enerjilerini bu yöne teksif etmişlerdi; çünkü, ancak bir zafer onun yüzüne iktidar kapısını kapatabilir ve bu işin rövanşını gözleyip duran imparator üzerinde etkili olabilirdi. Ama aynı zafer, Sih-ma Ch’ien ve taraftarları için hezimet ve sürgün demekti.

Li’nin ailesi, yaşlı kadını savunan bütün Çin ve öfkeli üstad çok ağır bir fatura ödeyeceklerdir.


Hun Veliahtlık Sisteminde Yenilik


97 yılında, Li Huang-li, merkezî Hun göçebelerine bir darbe indirmek amacıyla Ordos’tan harekete geçerek, doğrudan doğruya kuzeye yöneldi. Yabgu, kadın ve çocukları arkaya göndererek, savaşçılarını toplamayı başarmıştı. Selenge Nehri sahillerindeki çarpışmalar, Çinliler’i durdurmuştu ve iki taraf da galip veya mağlup değildi; ama Çinliler geri çekilmeye başladılar. Hunlar, düşmanı Çin sınırına kadar takip ederek, öyle büyük zararlar verdiler ki, sonunda ordunun yeniden yapılandırılması gündeme geldi. Li Huang-li, kızkardeşi sarayda imparatorun gözde odalıklarından olması hasebiyle büyük bir desteğe sahip olmasına rağmen, rövanşa çıkmanın yollarını aramadı. Kendisinin en azılı düşmanları sarayda olduğundan, elde edilecek bir zafer, onun için iki defa daha elzemdi. Ümidi, yeniden silahlandırılan süvari birliklerindeydi. Yine de kanatlı atların tayları çoğalıp, düşmanı ezme imkanı sağlayacak hale gelinceğe kadar beklemeyi tercih ederek, aceleci hareket etmekten kaçındı. İmparotar da onun planını beğenmişti ve böylece savaş, yeni bir güçle tekrar başlatılmak üzere durdurulmuştu.

Bu arada, Li’nin düşmanları da boş durmuyorlardı: Hunlar, müttefiklerini toplamışlar; Konfüçyanizmin düşmanları ise daha etkili hale gelmişlerdi. Böylesi gergin ve sıkıntılı bir anda, yabgu Chü-t’e-hou öldü. İki oğlu vardı. Büyük olanı, Doğu Chu-ki-prensi ünvanına sahipti, yani veliaht idi. Küçüğü ise, sol cenah kuvvetlerinin kumandanıydı ki bu, memurî hiyerarşide beşinci sırada olmak demekti. Chu-ki prens, herhangi bir bahane ile cenaze merasimine katılmayınca, yabgunun dul hatunu ona kırıldı ve tahta küçük kardeşi getirdi. Küçük kardeş, yöneticilik yapamayacağı gibi, buna hakkı da olmadığı için, tahtı kanunî veliaht olan ve Yabgu Huluku adıyla iktidara geçen ağabeyine bıraktı. Böylece, kendisi de veliaht olarak ilan edildi ve Doğu Chu-ki prensi ünvanını aldı. Her halde bu iki kardeş, tıpkı çevrelerindeki insanlar gibi, halklarına yönelen tehlikeyi anlamışlar ve bir savaş halinde yok olacaklarını sezmişlerdi.

Küçük kardeş, büyüğünden daha önce öldü. Bu durum karşısında Huluku, kardeşlik vazifesini yerine getirmesi gerektiğini düşünerek, yeğenine memurî hiyerarşide en son derece olan Jih-chuo Prens titülünü verirken, kendi oğlunu da veliaht ilan etti. Göründüğü kadarıyla yeni hanedan, kendisini kadim kabilevî ilişkileri önemsemek zorunda hissetmemiş ve yeni bir taht tevarüs sistemi getirmişti. Kritik bir devirde oldukları için, kimse şimdilik bu olaya ses çıkarmamıştı; ama ileride hiç beklenmedik sonuçlar doğuracaktı bu yeni sistem.


Yen-jan Meydan Savaşı


Wu-ti, yedi yıl boyunca yeni savaşa hazırlanmış; yedi yıl boyunca da ağır askerî harcamalar için imparatorluğu inim inim inletmişti. Nihayet 90 yılında, yeniden teşkilatlanan ordu, sınır ötesine doğru yola çıktı. Ana ordu, Shuo-fang’dan (Ordos’tan) hareket ederek, göçebe Hun Devleti’nin merkezini vurmak amacıyla kuzeye yöneldi. Yetmiş bin atlı savaşçıdan meydana gelen bu ordu, yine Li Huang-li’nin kumandasına verilmişti. Ayrıca, 100 bin kişilik piyade kuvveti de onu takip ediyordu ve muhtemelen geri hizmetleri, ağırlıklar ve levazım birlikleri, yani fazla savaşçı özelliği olmayan kuvvetler de bu rakama dahildi. Büyük Seddin doğusunda yer alan Yai-men kalesinden de 30 bin süvari ile 10 bin piyade yola çıkmıştı. Chü-ch’üan bölgesinden (Ordos ile Lob-nor arasında kalan bir şehir) ise 40 bin süvari hareket ederek, T’ien-shan’a doğru yönelmişti. Bu, zaferin kimde kalacağını kesin olarak ortaya koyacak genel bir saldırıydı. Yabgu Huluku, casusları vasıtasıyla düşmanın hazırlıkları hakkında bilgi edinmişti. Kadın ve çocukları geriye göndererek, Sayan Dağları’ndan Baykal ötesi steplerine kadar yaşayan vassal kabilelelerden ölüm kalım savaşı için destek göndermelerini istemişti.


Yenisey Ting-Lingleri, -ağaç silahlı sarı sakallı devler- “en keskin” silahlarıyla birlikte çıkıp geldiler. Bunları, daha önceki Chü-t’e-hou yabgunun en yakın danışmanlarından olan Çinli mülteci Wei Liu kumanda ediyordu. Li Ling, dizlerinden başlarına kadar dövmeler yaptıran ve bu işaretleriyle herkesten ayrılan Hakaslar’ın başında çıkıp geldi. Baykal ötesinin sert bozkırlarından, Shil-k’i ve Arguni tepelerinden “Hunlarınkinden daha keskin silah ve daha hızlı atlara” sahip olan örme saçlı T’o-palar; Hingan [Kingan] eteklerinden ise uzun boynuz yayları ve süslü okları olan Siyenpi savaşçıları çıkıp geldiler. Batıda ise, bir süre öncesine kadar Shan-shanlı Çinliler’in saldırılarına karşı Hunlar tarafından korunan Ch’e-shih (Turfan) isyan bayrağı açmıştı. Şimdi, yeniden Batı uçlarından (Shan-shan, Halga-aman, Ça-gantungiye vd.) Çinli müttefikler Ch’e-shih’e karşı hücuma geçmişlerdi. Böylece, Doğu Asya iki kampa bölünmüş; sadece Wu-sunlar Çin taraftarlarıyla Hun taraftarlarının şiddetli bir kavgaya tutuştuğu bu savaşta taraf olmamıştı.

Topyekün bir seferberliğe rağmen, Hun ordusunun sayısı, Çin ordusundan azdı. Batıda 40 bin kişilik Çin ordusuna karşılık, Hun Hu-chi-prensi ve Yen-chü’nün ulu şefi, ancak 20 bin atlı ve 3750 Ch’e-shih piyadesi toplayabilmişlerdi. Doğu cephesinde 30 bin süvari ve 10 bin piyadeye karşı, Hun kumandanı, Li Ling’in yedek birlikleri de dahil, 30 bin savaşçı yığabilmişti. Merkez cephede durum daha da kötüydü. Erh-shih Li Huang-li’ye karşı Yabgu, topu topu 50 bin Hun ve Ting-ling savaşçısı çıkarabilmişti. Fakat sayıca az olan bu savaşçılar, yüce savaşçı göçebe ruhuna sahiptiler ve ne Çin ordusunun bünyesinde yer alan “genç serkeşler”, ne de savaşı ipek çadırlarından yöneten bürokrat beyleri onlarla boy ölçüşebilirlerdi. Çinli General Mang Tung, batıdan Cungarya’ya yönelmiş; fakat Hun ordusu savaşı kabul etmemişti. Uzak geride bulunan büyük kumandan Yen-chü ordusunu cepheye sürünce, Çin ordusunun darbesi boşa gitti. Bu arada Shanshanlılar ve diğer Çinli müttefikleri, Ch’e-shih’yi kuşatma altına almışlardı. Mang Tung, geri dönerek, Ch’e-shih’yi kuşatma altına alan müttefiklerle birleşti. Başta bulunan hükümdar, kayıtsız şartsız Çin’e teslim olup, onun tebaalığını kabul ettiği için, Ch’e-shih ümitsiz bir duruma düştü. Böylece, batı ordusu tesirsiz hale getirilmiş; ama alınan sonuç, yapılan masraflara bile değmemişti.


Doğu ordusu ise, bozkıra ve dağ aralarına çekilerek, “gözden kaybolmuştu.” İaşe tükenmiş; askerler sıkılmış ve böylece Çin ordusu geri dönüş yolunu tutmuştu. İşte tam bu sırada, Hunlar ve Hakaslar saldırıya geçtiler. Çinliler, neferlerini ve ağırlıklarını kaybetmelerine rağmen, dokuz gün boyunca, durup dinlenmeden, uyku uyumadan çarpıştılar. Nihayet, Pu-nu(?) Nehri sahillerinde, son Hun saldırısı da püskürtüldü; ama Hunlar da Çin’e dönmek için can atan bitkin vaziyetteki Çin ordusunu durdurmuşlardı. Bu defa da galip ve mağlup yoktu. Kaldı ki yan kanat hücumları, hiçbir zaman, bir savaşın kaderini belirlemek zorunda değillerdi ve böyle bir güçleri de yoktu.

Ana ordunun karşısına, yabgu, Batı Büyük T’u-yü’sünü ve Wei Liu’yu Ting-linglerden oluşan beş bin kişilik bir kuvvetle gönderdi. Çin sınır süvarileri, Ting-ling’leri mağlub ettiler ve Çin ordusu, düşmanı alelacele Selenge sahillerine kadar takip etti. Böylesine nazik bir anda, orduya, Li Huang-li’nin ailesinin büyücülük yaptığı iddiasıyla mahkemeye çıkarılmak üzere tutuklandığı haberi geldi. Li Hu-ang-li, bunun ne anlama geldiğini anlamıştı. Ordusunda sadece askerler değil, Çin mahkemesi adına hareket eden subaylar da vardı. Bunlardan biri, generale, şayet şimdi Çin’e dönerse, kuzey ülkelerini bir daha göremeyeceğini, yani Hunlar’a teslim olmaktan başka çare olmadığını belirtti.


General, subayın doğru söylediğini farketmişti; ama yine de ihaneti düşünmedi. Bazı kişileri parayla ayartarak sarayın merhametini satın alabileceği kanaatine varıp, boynu bükük bir vaziyette ileri yürüdü. Chi-chü (Tola?) Nehri’nde 20 bin kişilik bir Hun ordusuyla karşılaştı ve sayıca üstün olmanın verdiği avantajla onları püskürttü. Ancak, bütün ordu yönetimi, bunun geçici zafer olduğunu biliyordu. Çünkü yabgu takviye kuvvetleri aldığı halde, Çin ordusu bitkin bir durumdaydı. Bazı askerî konsey üyeleri, “generalin orduyu tehlikenin kucağına atmak istediğini” düşünerek, onu tutuklamak istediler. Olayın farkına varan Erh-shih, komplocuların kellesini kestirdi ve geri çekilmeye başladı. İşte tam o anda, bizzat yabgunun kumandasında bulunan 50 bin kişilik Hun ordusu, Hangay’daki Yen-jan dağı civarında Çin ordusunu kuşatma altına aldı. Gecenin karanlığından faydalanan Hunlar, Çin ordusunun bulunduğu cepheye kadar çukur kazıp, sabahleyin arkadan saldırıya geçtiler. Çinliler arasında panik çıktı ve ilk önce Li Huang-li teslim oldu. Bunu müteakiben bütün ordu kılıçtan geçirildi. Çin, aldığı bu darbeden sonra kıpırdayamaz hale gelmişti. Artık hiçbir yerden ordu da toplayamazdı. Çin’le olan hesabı kapatan Hunlar, yeniden Doğu Asya’nın hakimi oldular.

Yen-jan yenilgisi, Çinliler’in basiretini bir noktaya kadar dumura uğratmıştı. Nitekim büyük Çinli şair Li P’o, yıllar sonra yazdığı şiirinde, Çin’in 90 yılında uğradığı felaketin bugün için bir ibret olmasını dile getirecekti. Bu şiirin A.Ahmetova tarafından yapılan çevirisini kısmen düzelterek veriyorum:

Sınır Dağları Üzerindeki Ay

Ayın şavkı vurmuş Yin-shan üstüne

Kaplamış bulutlar her yanı. 

Sürüklemiş rüzgar binlerce li

Yü-men karakollarından buraya 

Gelen Çinliler gitti Po-teng’e 

Çukur kazıyor düşman Ch’ing-hai’da 

Ve kimse kalmadı savaş meydanlarında.

Kimse sağ dönmedi evine bir daha 

Asker dikmiş gözünü sınır boyuna 

Dönmek istiyor derhal yurduna 

Ağlıyor kadınlar o gece için

Ümit yok, nefes yok; sadece hüzün

Bu şiirle ilgili olarak yapılan yorum, hiç de şaşırtıcı değildir. Yorumcu, Altaylar’daki Poteng-ning-li (Bodıninli okunur) dağını M.Ö. 200’de Me-te’nin Liu Pang’ın öncü kuvvetlerini kuşatttığı Shan si’deki eski Pai-teng dağıyla karıştırmış. Yorumcu, ayrıca, Pai-teng’-den giden bütün askerlerin hiçbir kayıp vermeden geri döndüğünü ve savaş bittiği zaman savaşçıların evlerine dönebilecekleri gerçeğini de gözden kaçırmıştır. Diğer yandan Yü-men karakolları, M.Ö. 111’de, yani Hunlar Hohsi’den kuzeye sürüldükleri zaman kurulmuştur. Şiir yorumu da bundan 90 yıl sonra yapılmıştır...

Savaştan sonra Çin adeta felç olmuş ve bütün gücünü kaybetmişti. Ne kanatlı atlarının, ne de mızrak atan mancınıklarının bir faydası olmuştu. Çin sınırları Hun saldırılarına açıktı; fakat Hunlar, bu fırsattan faydalanmak istemediler. Huluku-yabgu, ne kadar iradeli ve iyi bir yönetici olduğunu ölüm-kalım savaşı sırasında ispat etmişti. Gerginliği daha da artıracak anlamsız saldırılar yerine, imparatora bir mektup göndererek, “sınırların daha faydalı hale getirilmesini,” yani serbest ticaret imkanları yaratılarak “dostluk ve barış” anlaşması yapılmasını önerdikten başka, prenseslerden birinin kendisine hanım olarak gönderilmesini; yılda 10 dan en kaliteli şarap, 50 bin hu pirinç ve 10 bin top ipekli kumaş verilmesini istedi.

İmparatorun ne cevap verdiği bilinmiyorsa da, yeni bir savaş da çıkmadı. Zaten ordusunun yarısı kırıldığı için, Çin, savaşacak durumda değildi. 87’de savaşın başlatıcısı olan İmparator Wu-ti öldü. Hunlar’a gelince; öyle bir kargaşanın ortasına düştüler ki, asil atalarının şanına yakışmayacak şekilde, birbirlerinin gırtlağını sıkmaya başladılar.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak