4 Kasım 2022 Cuma

TÜRK TARİHİNİN TÜRKÇE YAZILMIŞ ANA KAYNAKLARI

 


Orhun (Kök-Türk) Yazıtları


Orhun Yazıtlarının Türk Tarihi Açısından Yeri Ve Önemi


İlim dünyası genelde Türklerin uzun tarihi süreçleri içerisinde kendilerine ait çok fazla eser vücuda getirmedikleri noktasında fikir birliği içerisindedir. Ancak burada dikkatlerden kaçan, Türklerin komşuları olan Hintliler ve Çinliler gibi sabit bir şekilde toprağa bağlanmayıp, çok geniş bir coğrafyaya yayıldıklarıdır. Belki batı anlayışındaki gibi surlarla çevrili şehirler kurmamışlardır ancak Hunlardan itibaren şehirler kurduklarını (ki bugün dahi Mogolistan’da varlığını devam ettiren İvolga şehri buna dair en güzel örnektir) ve geçtikleri coğrafyalarda bıraktıkları kurganlara, taşlara, kayalara ya da yazıtlara kültürlerinin en belirgin özelliklerini kazıyarak gelecek nesillere izler bırakmışlardır. Ne yazık ki bunların büyük bir kısmı zamanımıza kadar ulaşamamış, savaşlarda ve büyük göçlerde kaybolmuşlarsa da son dönemlerde bulunanlar bile önemli bilgiler elde edilmesine imkan sağlalmıştır. Nitekim son yıllarda yapılan kazılarda toprak altında kalan kurganlar ve şehirler gün yüzüne çıkarılmış ve bunlar sayesinde bir nebze de olsa Türk tarihinin ve kültürünün günümüze kadar ortaya çıkmayan sırları ortaya çıkarılmaya başlanmıştır.


İslâmiyet öncesi Türk tarihine ait ana kaynak niteliğindeki eserlerden sadece Doğu Türkistan’ın Turfan ilinde, Kırgızistan’ın Issık Göl kıyısında, Özbekistan’ın Fergana’sında bulunan bazı küçük parçalar ile Yenisey’in yukarı kıyısında bulunan ve 5. yüzyıla ait olan Yenisey Yazıtları ile bugünkü Moğolistan’ın Orhun Nehri kıyısında bulunan ve 7-9. yüzyıllara ait olan Kök-Türk ve Uygur yazıtları günümüze ulaşabilmiştir.


Tarihi kaynaklarda Orhun Yazıtlarından ilk defa 13. yüzyıl tarihçisi Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde söz etmiştir. Rus Çarı I.Petro’nun emriyle bu coğrafyanın bitki örtüsünü incelemek üzere görevlendirilen D.G. Messerschmidt ile kendisine yardımcı olmak üzere verilen ve aslen esir bir subay olan İsveçli Johan Von Strahlenberg, 1721 yılında Yenisey Irmağının yukarı mecrasında Kırgızlara ait oldukları düşünülen Yenisey Yazıtlarından bir tanesini bulmuşlardır. Strahlenberg daha sonra ülkesine dönünce 1730 yılında bu yazıtlardan bahseden bir kitap yayınlayarak ilim âleminin dikkatini çekmeyi başarmıştır.


Yazıtları araştırmak için ilk bilimsel heyet Finliler tarafından 1887 ile 1888 yılları arasında gönderilmiştir. 1889’da ise Rus Coğrafya Cemiyeti adına Moğolistan’da araştırmalar yapmak üzere gönderilen N.M.Yadrintsev, Urga (Ulan-Bator)’ya 400 km; Karakurum ve Karabalgasun harabelerinden ise 60 km. kadar uzakta, Orhon nehrinin kıyısı ile Koço-Tsaydam gölü civarında Köl Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarını bulmuştur. Bu gelişmeler üzerine Petersburg İlimler Akademisi 1891 yılında Radlov başkanlığında bir heyeti Orhon bölgesine göndermiştir. Radlov elde edilen bilgileri seri halinde yayımlamıştır. Yazıtların çözümü ilk kez, metinlerin Türkçe olduğunu düşünen Danimarkalı V.Thomsen (1842-1927) tarafından gerçekleştirilmiştir. Thomsen’in yazıtları 25 Kasım 1893 yılında bir saat içinde çözdüğü ifade edilmektedir. Thomsen yazıtları okuduğunu bir mektup ile Radlov’a bildirip, çözümlerini göndermiştir. Kök-Türk alfabesinin 11 harfini çözen Radlov, Thomsen’in gönderdiği alfabe yardımıyla metinleri okumayı başarmış ve 1895 yılında meşhur eserini yayımlamıştır. Bu çalışmalar devam ederken yeni yazıtlar da bulunmuştur. Botanikçi N.Z.Klements, Kuzey Moğolistan’ın bitki örtüsünü incelerken Ulan-Bator’a 66 km uzaklıkta Bain-Tsokto mevkiinde Tonyukuk yazıtını bulmuştur.

Türkiye’de Orhun Yazıtlarının yazıldığı Kök-Türk harfli metinler üzerine ilk çalışma Thomsen’in eserinden istifade edilerek, Şemseddin Sami tarafından yapılmış ancak yayımlanmamıştır. Necib Asım (Yazuksuz) 1897 yılında “En Eski Türk Yazısı” adı ile 35 sahifelik yayınında Kök-Türk harflerini tanıtmıştır. Daha sonra Ragıp Hulusi Özdem, ardından 1930’lu yıllarda Nihal Atsız, Hüseyin Namık Orkun, Orhun ve Yenisey Yazıtları üzerinde değerli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Yakın dönemlerde Osman Nedim Tuna, Talat Tekin, Muharrem Ergin, Osman Fikri Sertkaya ve Cengiz Alyılmaz Yazıtlar hakkında yeni eserler yayımlamışlardır.


Yazıtların Türk tarihi açısından önemi;


Yazıtların en önemli özelliklerini kısaca sıralayacak olursak:


Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metinlerdir; tarihte Türklerin bıraktığı en önemli bilgi hazinesi ve kaynağıdırlar; kağanlar kendi özeleştirilerini yapmakla beraber, devletle milletin karşılıklı vazifeleri üzerinde de durmaktadırlar; devletteki nizam, töre, medeniyet ve kültürün varlığının ispatıdırlar; Türk edebiyat tarihinin en büyük ve ilk vesikalarıdırlar; yazı dilinin, hitabet sanatının ve de üslubun mükemmel olduğu, bir boyu millet yapabilecek güçteki muhtevası ile de değerli bir hazine hükmündedirler; Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri konumundadırlar; Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk yıllarına götüren bir delil niteliğindedirler; Türk ordusunun kuruluşunu asırlarca önceye götüren vesikalardır: Dünyanın en büyük meselelerinden biri olan Çin hakkında asırlarca önceden gelen Türk uyarılarının belgeleridir.


 Köl Tigin Yazıtı


Bugün Arhangay Aymag’ın Koçho Tsaydam bölgesinde bulunan Köl Tigin yazıtı, Köl Tigin’in 731 yılında ölümünden sonra 732 yılında ağabeyi Bilge Kağan tarafından diktirilmiştir. Dört cepheli yazıtın doğu yüzünde 40; güney ve kuzey yüzlerinde 13’er satır Kök-Türk harfli Türkçe metin vardır. Köl Tigin yazıtında Kök-Türk tarihine ait olaylar anlatılarak, Bilge Kağan’ın ağzından birlik ve beraberlik mesajları verilmektedir.


Yazarı Bilge Kağan olan Köl Tigin yazıtının doğu yüzünde kısaca; Çinlilerin hediyelerle ve güzel sözlerle insanları kandırarak fenalıklar yaptıkları belirtilerek, bunlara karşı uyanık olunması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Doğu yüzünde: Bilge Kağan’ın Türk milletine tarihi uyarıları verilerek, sonraki nesillerin dahi istifade edebileceği önemli tavsiyelerde bulunmaktadır; batı yüzünde, dönemin T’ang İmparatorunun Köl Tigin’in ölümü dolayısıyla duyduğu üzüntü ile evrenin düzeninden, Köl Tigin’in saygın kişiliğinden, barışın öneminden bahseden Çince mesajına yer verilmiştir. Yazıtın doğu, kuzey ve güney yüzlerinin yazıcısı Bilge Kağan’ın yeğeni Yollug Tegin’dir. Batı yüzünün yazıcısı ise T’ang İmparatoru Hiuan Tsong’ın yeğeni Çang Sengün (General Çang)’dür.


Bilge Kağan Yazıtı


Bilge Kağan’ın ölümünden sonra, oğlu Tengri Kağan tarafından 735 yılında diktirilmiştir. Köl Tigin yazıtıyla şekil, yapı ve muhteva açısından büyük benzerlikler göstermektedir.


Kaplumbağa şeklinde bir kaide üzerine oturtulmuş olan yazıtın doğu yüzünde 41, kuzey ve güney yüzlerinde 15’er satır Gök-Türk harfli Türkçe metin bulunmaktadır. Batı yüzünde Çince bir metnin yanında, üst kısmın ortalarına da Türkçe manzum metin yazılmıştır. Yazıtta olayları nakleden, öğütler veren yine Bilge Kağan’dır. Yazıtın Gök-Türk harfli kısımlarının yazıcısı Yollug Tigin’dir.


Bilge Tonyukuk Yazıtları


Bilge Tonyukuk yazıtları Moğolistan’ın Bayn Tsokto (Bayn Çokto) bölgesinde bulunmaktadır. Bu yazıtın Orhun Irmağı civarında olmamasına rağmen Köl Tigin ve Bilge Kağan yazıtları ile birlikte Orhun yazıtları adı altında anılmasının sebebi, aynı döneme ait olması ve aynı konuları ihtiva etmesinden kaynaklanmaktadır.


Yazıtların dikiliş tarihi kesin olarak bilinememektedir. Araştırmacıların bir kısmı bu tarihi 720-725 olarak gösterirken, bir kısmı da 732-734 tarihini işaret etmektedirler. Bilge Tonyukuk yazıtında, tıpkı Köl Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında olduğu gibi Kök-Türk dönemine ait tarihi hadiseler bizzat Tonyukuk’un kendisi tarafından anlatılmaktadır. Tonyukuk tarihi hadiseleri naklederken birlik bütünlük mesajları vermekte; devletin başındakilerin bilge danışmanlara sahip olmaları ve onlarla uyum içinde çalışmaları halinde büyük işler başaracaklarını vurgulamaktadır.


Karabalgasun Yazıtları


Moğolistan’daki tarihi Uygur şehir ve kalıntıları, Türk Kültür ve Medeniyetinin en önemli tanıklarıdırlar. Arhangay Aymag’a bağlı Hotont Sum sınırları içinde kalan Karabalgasun, hem coğrafi konumu, hem yapı özellikleri hem de barındırdığı eserler açısından önem arz etmektedir. Orhun Yazıtlarının bulunduğu Koçho Tsaydam bölgesinin 28 km güneybatısında bulunan şehir, “Ordu Balık” ve “Han Balık” adlarıyla da anılmaktadır.

I. Karabalgasun Yazıtı: Karabalgasun’un bir kilometre güneyinde bulunan yazıt, Uygur Kağanlığı döneminde dikilmiş Kök-Türk harfli bengü (ebedi-sonsuz taş) taşlarımızdan birisidir. 5 satırdan oluşan yazıtın tepe kısmında ejder tasvirlerine yer verilmiştir. Yazıt parçalanmış durumdadır.

II. Karabalgasun Yazıtı: Arhangay Aymag’a bağlı Hotont Sum sınırları içinde kalan Jerentey Irmağı’nın sol tarafından (Karabalagsun’un 8 km kuzeyinden) 1976 yılında


Ulaanbaatar’daki Tarih Enstitüsü’nün bahçesine taşınan II. Karabalgasun yazıtı Uygur Kağanlığı döneminde dikilmiş Kök-Türk harfli bengü taşlardan biridir. 12 satırdan oluşan yazıt üzerinde yazıların dışında bir dağ keçisi bir de boy damgası bulunmaktadır.


III. Karabalgasun Yazıtı: Hotont Sum sınırları içinde kalan Uygur başkenti Karabalgasun’un bir kilometre güneyinde bulunmaktadır. 9 parçası tespit edilebilen ve aslı Kök-Türk harfli Türkçe satırlardan oluşan yazıtın farklı bölgelerinde Soğdça ve Çince satırlara de yer verilmiştir. Zamanla yazıta ait parçalar ve üzerindeki yazılar tahrip olmuştur.


Yukarıda saydığımız yazıtlar Türklere ait yazıtların en önemlileri olup diğer yazıtlar ise şu şekilde sıralanabilir:


Bugut Yazıtı, Çoyr Yazıtı, Köl İç Çor Yazıtı, Hoyd-Tamir Yazıtları, Taryat Yazıtı, Moyun Çor


Yazıtı, Açit Nuur Yazıtı, Hatuu Us Yazıtı (Sert Su Yazıtı).



Yenisey ve Talas Yazıtları


Yenisey (Güney Sibirya’da Hakasya ve Tuva Cumhuriyeti) Nehri havalisinde bulunan bu yazıtların tarihleri Orhun yazıtlarından daha eskidir. Bunlardan ilk keşif olunanı Uybat III yazıtıdır. İlim adamları Yenisey yazıtlarını bu sahalarda yaşayan Kırgızların meydana getirdiğini ifade etmektedirler. V. yüzyıla aittirler. Yazıtların hepsi aynı düzen içerisinde yazılmıştır. Yazıt sahibi kendi ağzından kendisi hakkında bilgi vermekte, akrabaları ve arkadaşlarına doyamadığından bahsetmektedir. Mübalağa ve övünme söz konusu değildir. Birkaç istisna dışında hepsi de mezar taşı hüviyetindedir. Şimdilik adını bilebildiğimiz 23 tane yazıt vardır. Ancak bunların dışında son dönemlerde yapılan araştırmalar neticesinde 130’a yakın yazıtın daha bulunduğu ifade edilmektedir.


Yenisey yazıtları şunlardır:


1-Uyvg-Tarlık yazıtı, 2-Uyug-Arhan yazıtı, 3-Uyug-Turan yazıtı, 4-Ulu-kem Ottok taş yazıtı, 5-Ulu-Kem Kulikem, 6-Ulu-kem yazıtı, 7-Barlık yazıtları, 8-Begre yazıtı, 9-Kemçik, Cirgak yazıtı, 10-Kemçik, Kaya başı yazıtı, 11-Minusinsk müzesindeki bir yazıt, 12-Altın köl yazıtları, 13-Çakul yazıtları, 14-Açura yazıtları, 15-Aybat yazıtları, 16-Oya yazıtları, 17-Oznaçennaya yazıtı, 18-Tuba yazıtları, 19-Taşeba yazıtı, 20-Elegeş yazıtı, 21-Ak-yüs yazıtı, 22-Kara-yüs yazıtı, 23-Ulu-Kem Karasu yazıtı.


Irk Bitig


Çin’in Kan-su vilayetine tabi Tang-Ho’nun batı tarafında yer alan Tun-huang’da bulunan bu el yazması eser, Kök-Türk yazılarıyla yazılmış eksiksiz ve en mükemmel eserdir. Küçük bir kitap halindedir ve 104 sayfadan oluşmaktadır. Eserin isminin “Fal kitabı” manasına geldiği ifade edilmektedir ki bu eserin Doğu Türkistan’da Uygurların hâkim olduğu dönemlere ait olması kuvvetle muhtemeldir. 65 paragraftan oluşan kitabın sayfalarında renkli ve siyah daireler vardır. Hüseyin Namık Orkun, zar atılmak suretiyle belirlenen numaralara göre bu esere bakıldığını belirtmiştir.


Altun Yaruk


Altun Yaruk, Budizm’in kutsal kitabının Uygurca çevirisidir. İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının en önemli ve ünlü eserlerinden kabul edilen bu kitap, Uygurların dinî inançlarını, dil zenginliklerini ve milli özelliklerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Altun Yaruk “Altın Işık” manasına gelmektedir. 10. yüzyılın ilk yarısında yazıldığı tahmin edilen Altun Yaruk'un tanınması


12.yüzyıldadır. Birkaç nüshası bulunan ve oldukça hacimli olan Altun Yaruk, Budizm’in esaslarını, felsefesini ve Buda’nın menkıbelerini anlatan bir eserdir. Budizm’e ait esaslar eserde geniş anlatımlarla ve oldukça akıcı bir üslupla anlatılmaktadır. Aslında düzyazı biçiminde yazılan Altun Yaruk’un içinde, pek çok manzum parça da bulunmaktadır.

Bu eser çeviri olmakla beraber o dönemde Uygurca dolayısı ile Türkçe’nin ne kadar geniş ve derin bir dini termilojiye sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.


İtil- Bulgar Yazıtları


İdil Bulgar Yazıtları üzerindeki araştırmalar Rus Çarı I. Petro’nun 1721 yılında Bulgar şehri harabelerine yaptığı bir ziyaret ile başlamıştır. Öncelikle bu yazıtların kopyası alınarak Rusça’ya tercüme ettirilmiştir. Daha sonra kaybolan bu kitabeler 1942 yılında Bulgar-Tatar Yazıtları Komisyonu’nun işçileri tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bulundukları yerler İtil Bulgar Devletine ait (X-XIV. yy) topraklardır.


Bu yazıtlar XIII. ve XIV. yüzyıllara aittir ve tamamı mezar taşlarındaki yazıtlarından oluşmaktadır. Bunlar üç dilde yazılmışlardır: İtil Bulgarcası, Tatarca ve Arapça. Yazılar Bulgar kûfisi olup genellikle oyma, seyrek olarak da kabartma şeklindedir.



 

İtil Bulgar Yazıtları genel olarak 1-Açılış; 2-Giriş; 3-Künye; 4-Rahmet dileme; 5-Vefat bildirme; 6-Tarih: Ölüm tarihi; 7-Kapanış şeklinde bir yapıya sahiptirler.


Alıntıdır.


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 37

 


KARAOĞLANLAR


Kötülük tanrıları. Erlik Han'ın oğullarıdırlar. Erlik'in sarayını veya yeraltının kapılarını bekledikleri için "Kapı Bekçileri" diye de anılırlar. Dokuz kat yeraltını simgeleyen dokuz kardeştirler ve bunlardan biri Sokor (Tek Gözlü) ve bir diğeri de Çolok'tur (Tek Elli). Moğolların "Dokuz Kana Susamış Tanrı"ları ile benzerlik gösterirler. İnsanlara kötülükler getiren kara fırtınalar estirir, kan yağmurları yağdırırlar. Kız kardeşleriyse Karakızlar olarak bilinirler. "Karaoğlan'' kelimesi Türk halk kültüründe gözü pek, korkusuz ve bazen de acımasız kimseleri tanımlamak için kullanılan bir tabirdir. Görünüş olarak kara yağız kimseler için de tercihen kullanılır. Gözü pekliği, cesareti mecazen ifade eder. Dolayısıyla kavram, bu tanrıların görünümleri ve korkusuz olmalarıyla alakalıdır. Yeraltının daima karanlık bir diyar olarak algılanması da yine belirleyicidir. Karaoğlanların adları şöyledir:

1. Temir Han: Demir Tanrısı.

2. Karaş Han: Karanlık Tanrısı.

3. Matır Han: Cesaret Tanrısı.

4. Şıngay Han: Kargaşa Tanrısı.

5. Kümür Han: Kömür Tanrısı.

6. Badış Han: Felaket Tanrısı.

7. Kerey Han: Ara Bozuculuk Tanrısı.

8. Yabaş Han: Bozgun Tanrısı.

9. Uçar Han: Haber Tanrısı.



KARÇANA


Kar güzeli. Ayaz Ata'nın (veya Şahta Baba/Noel Baba'nın) torunudur. ismin sonundaki Çana sözcüğü, çma (şma, şono) yani kurt manasını akla getirir. Ayrıca Kartoy (Kartuy/Kartay) denilen kış şenlikleriyle de alakalı görünmektedir. Tatareada Karçana sözcüğü "kar kızağı" manası taşır. Asya'da bu ve benzeri şenliklerde genç kızlar mavi giysilerle Karçana kılığına girip Ayaz Ata ile birlikte çocuklara armağanlar verirler. Rus kültüründeki Snegurochka/Snegurka (Kar Kız) motifinin de etkisi altında kalmıştır.



KARLUK


Duman tanrısı. Tanrı Ülgen'e kurbanların ruhlarını iletir. İnsanların yaşamlarını denetler, bir değişiklik olursa Ülgen'e bildirir. İşareti dumandır ve yakılan kurbanlardan çıkan duman onun geldiğini gösterir. Karluk'un hoşuna gitsin diye ocağa su serpilerek duman çıkarılır. Genelde Suyla Han'la birlikte görülür.

KARTAL ANA


Kartal tanrıça. Şamanları yeryüzüne o getirir. Bir inanışa göre Şaman  olacak bir çocuğun  ruhu bir kartal tarafından yutulur. Sonra bu kartal güneşli, aydınlık bir bölgeye göç eder. Güneş burada ruhu besleyen bir unsur olarak görülür. Bu çayırların ortasında bir kızılçarola "kara kayın'' vardır. Bu ağaçlar doğacak şamanın gücünü ve niteliklerini belirleyen birer semboldür. Kartal yumurtasını bu ağaçlardan birinin tepesine bırakır. Bir süre sonra yumurta çatlar ve içinden bir bebek çıkar. Dallara tutunmayı beceremeyen çocuk ağacın hemen altında bulunan bir beşiğe  düşer.  Kara kayındaki yumurtadan çıkan çocuk yeraltına yolculuklar yapabilen Kara-Kam olarak yeteneklerini kazanır.



KARTAL ATA


Kartal tanrı. Bir söylenceye göre Kartal Ata yeryüzüne inerek bir kadınla birleşir ve kadın ondan bir çocuk doğurur. Doğan çocuk yeryüzünün ilk ve en büyük Şamanı olur. Kartalın böyle yapmasının nedeni kendi dilini anlayacak bir insana sahip olmak istemesidir. Bu ilk şamanın kartalların dilini bildiği söylenir. Macar krallarının soyu da bir kartala (veya doğana) kadar uzanır. İlk Macar kralının annesi bir doğandan hamile kalmıştır. Bu kadının rüyasında gördüğü doğan etrafında uçarak dokuz defa dolanmış ve ardından rahmine girmiş. Bir süre sonra da hamile kaldığını anlamış. Çocuğun doğumundaysa sıra dışı olaylar yaşanmış. Bir Kırgız boyunun soy anası da yine gece rüyasında çadırına gelerek karnına giren bir doğandan hamile kalmıştır. Yurtas kabilesi beyaz bir kartaldan türemiştir. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Nuh A.S. Kabri / Cizre

 


HİTİTLERDE MİMARİ

 HİTİT Krallığı mimarisi, eski Doğu Yapı Sanatı içinde, hem Batı Anadolu, hem de Mezopotamya mimarlığından ayrılan, önemli ve kendine özgü bir gelişim gösterir. Bu mimarlığın kökenleri Anadolu yaylasının yapı geleneklerine dayanır ve en geç İ.Ö. 3. binde, İlk Tunç Çağı'nda belirgin biçimini almıştır. İ.Ö. 2. bin sonunda, Batı Anadolu'nun özgün ev biçimi olan bağımsız uzun dikdörtgen, önavlulu evi, (Megaron) İç Anadolu'ya ne denli az girebilmişse Hititler'in büyük taş bloklarından örülmüş bindirme kemer yapma sanatı da taş yönünden zengin olan Troya'da o denli az kullanılmıştır. Mezopotamya da çok bol sayıda zorlayıcı bir bakışımlılık sistemiyle yapılmış tapınak ve saray mimarlığı da yine İç Anadolu'daki Hitit Krallığının ana ülkelerinde görülmez. Bir yandan karşılıklı canlı bir ticaret, öte yandan komşu ülkelerle belirgin bir kültür ilişkisi kurulmuş olmasına karşın, mimarlık alanında karşılıklı etkilenme çok kısıtlı bir ölçüde gerçekleşmiştir. Yalnız, kısa bir süre sonra Hitit egemenliği altına girecek olan Kilikya - Kuzey Suriye bölgesinde karışık mimarlık öğeleri ortaya çıkmaktadır. Bu öğeler Hitit Krallığı sona erdikten sonra 1. bin Geç Hitit - Arami Küçük Krallıkları döneminde de varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Bugün, 3. binyıl ve 2. binyıl başına tarihlenen çok sayıda büyükçe yerleşmenin varlığı bilinmesine karşın, bunların yalnız birkaçı araştırıldığından, yapı sistemleri, görünüşleri ve özellikle yapıları üstünde konuşmak olanağı yoktu?. Tüm Önasya'da olduğu gibi, burada da genellikle en eski yerleşme yerleri varlığını sürdürmüştür. Bu yerleşmeler ovalara ya da koyaklara açılan dağ sırtlarında, çevrenin kolaylıkla gözlenebileceği yerlere kurulmuştur. Bu Höyük ya da Teli olarak adlandırılan yerleşmelerin özgün bir örneği Fırat'ın yukarı kesiminde Altınova'daki Norşuntepe'dir. Bu höyük üstünde İç Anadolu'nun Son Tunç Çağına ilişkin şimdiye dek bilinen tek sarayı kazılarak ortaya çıkarılmıştır. Bu sarayda en büyük bölümün erzak depolarına ayrılmış olması çok ilgi çekicidir. Bu döneme tarihlenen başka belirgin tapınak ya da kutsal alan şimdiye değin bulunmamıştır. Savunma sisteminde bir yenilik yoktur: Tarsus'taki testere biçimli sur duvarlarıyla ağır bir savunma sistemi oluşturan İlk Tunç Çağı sistemi II, 5. binyılda görülen Mersin sistemi ile (Tabaka XVI) karşılaştırılabilir. Konutlar kural olarak dikdörtgen, ender olarak da yamuk planlı, gelişigüzel yanyana dizilmiş odaları kapsamaktadır. Her avlunun kendi dış duvarı vardır. Yapı gereci olarak çamur ve kerpiç kullanılmıştır, ancak 3. binyıl sonuna doğru taştan alçak temellere rastlanır.

2. binyılın ilk yüzyıllarındaki örnekler, öncelikle Eski Asur Ticaret Kolonilerinin evleri, iş yerleri ve bunların kurulmasında destek sağlamış yerli prenslerin sarayları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaneş, Karahöyük ve Acemhöyük sarayları, bugün bildiğimiz kadarıyla bir orta mekân ya da avlu çevresine dizilmiş odalardan oluşmuştur. Kültepe'deki temelleri bulunmuş bir yapının sağlam köşe çıkmaları, yapı ustalarının anıtsal yapı kurma yeteneğini kanıtlamaktadır. Boğazköy'de de daha sonra Hitit kral sarayının kurulacağı Büyükkale tepesinde yerli bir prensin konağı (Tabaka IV d) bulunmaktadır. Bu prensin desteklediği Asurlu tüccarların kurduğu Karum Hattuş bu kale tepesinin eteğindedir. En eski tabakalarındaki mimarlık Batı Anadolu bölgesi kapsamı içine giren Beycesultan'da hem Girit mimarlığı hem de yukarıda adı geçen ve daha geç döneme tarihlenen Hitit sistemleriyle bir dizi benzerlik gösteren bir saray bulunmaktadır (Tabaka V). Karum Kaneş ticaret kolonisi evleri tüm yapılarıyla Orta Anadolu geleneğindedir: Dörtgen bir avlu çevresinde az ya da çok gelişi güzel dizilmiş değişik sayıda odalar. Şimdiye değin avlunun bir bölümünün üstünün, bir ön avlu oluşturacak bir biçimde kapalı olduğu görülmüştür, ancak bu Batı Anadolu'daki örneklere benzemez. Yapıların kurulmasında ahşap önemli bir yer tutmaktadır. Duvarların önüne dikilmiş olan ahşap destekler kerpiç ve kırıktaş duvarların beslenmesine ya da sık sık rastlanan üst katın ağırlığını taşımaya yarıyordu. Bu dönemin kült yapılarının varlığı yazılı kaynaklarla kesinlikle kanıtlanmışsa da, görünüşleri konusunda birşey bilinmemektedir. Bunlar kurallara uygun tapmak yapısı olamazlar, daha çok biçimi eve benzeyen kült hücresi ya da bir evin bir odası olabilirler. 

İ.Ö. 1600 dolaylarında Hitit Krallığının kurulmasıyla yapılarda da birtakım yenilikler" gözlemlenmektedir. Evlerde oda düzenlemeleri ve yapı gereçleri genellikle değişmemiştir, ama savunma yapılarında yenilikler vardır. Alişar'da daha çok önce, yanyana dizilmiş, çok hafif karşılıklı kaydırılmış, düzenli aralıklarla burçlarla desteklenmiş sandık duvarlardan oluşmuş anıtsal bir duvar sistemi ortaya çıkmıştı. Bu yapıya Konya Karahöyük'de ve Korucutepe'de daha belirginleşmiş olarak rastlanmaktadır; burada Hitit Krallığı'nın tipik sandık duvar sisteminin tüm öğelerinin temel çizgilerinin kurulduğu görülüyor. Bu kenemden Boğazköy ve Alacahöyük'de saraylar bilinmektedir, ancak bunlar daha sonra Büyük Krallık dönemindeki geniş yapı girişimleri sırasında geniş ölçüde yıkılmıştır. Alacahöyük'de 14 ve 13. yüzyıllara özgü ayaklı geçitlerle çevrili orta avlu ve bunu çeviren ayrı oda topluluklarından oluşan evlerin bu dönemdeki örneklerine yapı kalıntılarında rastlanır. Bunların duvar yapısında bol ocak taşı kullanılmıştır. 

14 ve 13. yüzyıllarda, daha doğrusu Hitit Büyük Krallığı çağında mimarlık kesin ve yerleşmiş özellikler gösterir. Hattuşa merkezi bir yönetim sisteminin başkenti olarak mimarlık ve sanat yaratıcılığının odak noktasıdır. 

Burada, hem işlevleri açısından (savunma sistemleri, tapmak, saray) hem de yapı tekniği ve kuruluşu açısından (duvar yapısının yapısal ve biçimsel kuruluşu), yapı sanatının en etkileyici örneklerine rastlanır. Yukarıdaki Büyükkale ile kentin en alt terası arasında 14. yüzyılda kurulmuş, Poterneli Sur adını taşıyan kent duvarının yeniden yapımı sırasında, yığma toprak üstünde iki kabuklu, taş örgüsünden oluşmuş bir sandık duvar kurulmuştur. Bu duvar düzenli aralıklarla dizilmiş burçlar ve kulelerle doldurulmuş ve poternelerle donatılmıştır. Bu poterneler, kenti ana duvarlar altından öndeki araziye bağlayan, Dindirme tekniğinde sağlam kemerlerden tünel gibi yapılmış, duvarların önündeki hendeğe açılan gizli kapılardır (huruç kapısı) . Biraz değişik bir yapıda olmakla birlikte, buna benzer daha eski bir poterneye Alişar'da, daha sonra da Korucutepe, Alacahöyük ve Büyükkaya tepesinde (Boğazköy) ve ayrıca Kuzey Suriye'deki birkaç savunma sisteminde rastlanmıştır. Hitit başkentinde, 13. yüzyılda bir kez daha bu tür poternlere kentin rahatça genişletildiği yukarı kentin savunma sisteminde rastlanmıştır. Bu dönemin birkaç kapı sistemi başka bir görünümdedir: Hattuşa ve Büyükkale Yukarı Kent kapıları, Alacahöyük Sfenksli Kapısı, Alişar Güney Kapısı bir ön avlu bir oda ve iki anıtsal kule arasında çift kapı kanadından oluşur. Bunların duvarı ya büyük taş bloklarından çokgen oluklu örülmüştür ya da kesme taş olarak tabakalanmıştır; iki çeşidin birbirine karıştığı da görülür. Kapı söveleri ortostatlıdır, bunun üstüne ya tek bir taştan yontulmuş kapı kirişi uzatılmıştır ya da Hattuşa Yukarı Kentindeki dört kapıda olduğu gibi bindirme tekniğinde parabol biçimli bir kemer oturtulmuştur. Bu kemer biçimi, kabartma duvar süsleri, duvarın kente bakan yüzündeki geniş duvar ayakları ve kapıların bakışımlı planı Hitit mimarlarının yaratıcılığını kanıtlar. Büyük Hitit Krallığı saraylarda bu konuda benzer kanıtlar vermiştir. Büyükkale ve Alaca Höyük'de saraylardaki bağımsız yapılarda düzgün bir oda planlaması uygulanması ve bağımsız kurulmuş geçitlerle çevrili avlular çevresine toplanmış bağımsız yapıların ustalıkla birleşmesi gibi özellikler görülür. Büyük Hitit tapınakları da aynı özellikleri gösterir. Şimdiye değin bulunmuş beş yapı da krallığın başkentindedir, hepsi aynı oda gruplarından oluşmuş ve aynı düzende kurulmuştur. Dış görünüşleri bakımından birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları ise, yapı ustalarının katı yapı kurallarına bağlı kalmadıklarının yeterli bir kanıtıdır. Kapı, avlu, önavlu, cella, cella ön odası ve yan odaları tüm yapılarda kullanılmış öğelerdi?. Kapıdan geçen yol doğru-dan doğruya avluya girer. Cella'ya hiçbir zaman doğrudan doğruya Önavludan girilmez, ancak önavluya açılan birkaç yan odadan girilir. Kült odalarından oluşan grup tüm yapının içinde belirgin olarak ayrılır. Odalara ve oda gruplarına ne de tüm yapıya bir bakışım düzeni egemen değildir. Yalnız Tapınak Tin kapısı ve depoların oluşturduğu çembere giriş bakışımlı yapılmış ve bu nedenle de kent kapıları gibi anıtsallık kazanmıştır. 

Temiz bir işçilikle yerleştirilmiş .ve birleşme olukları iyice kapanmış yer yer beş metreyi geçen kireçtaşı bloklardan kurulmuş ortostatlı duvar döşeğinin yapı özellikleri el becerisi, ustalık, etkileyici bir görünüme ve dayanıklılığa ulaşma isteği belirtir. Tapınağın ve depoların tüm dış duvarlarını bölen geniş duvar çıkıntıları da özgün biçimlendirme öğeleridir. Kütlesel temel döşekleri üstünde bugün de görüldüğü gibi, bu çıkıntılar kerpiç duvar boyunca dama kadar yükselmekteydi. Bunun dışında bu çıkıntılara ya da duvar ayaklarına hem birtakım odaların iç duvarlarında hem de Hattuşa Yukarı Kent surlarının kapı ve kulelerinde rastlanmaktadır. Bu, başkentin büyük devlet yapılarında birkaç katı kapsayan yüksek duvarlarında kullanılmış bir yapı türü, ahşap hatıl sistemiyle desteklenmiş kerpiç duvar yapısıdır. Bu tür duvarların ayrıntılı biçimi konusunda kanıtlar azdır. Keramikler üstündeki betimler ve kabartmalar duvarların bölümlenmesi, pencere burç ve mazgalların biçimleri için ipuçları verir. Yazılı belgelerde üstüne çıkılabilen düz damdan sık sık söz edilmektedir. Bu anıtsal tapınaklar dışında şimdiye değin çok az sayıda Hitit kült yeri kanıtlanmıştır. Yazılıkaya, bir grup doğal kaya odasının kabartmalarla süslenip ek yapılarla genişletilmesi sonucunda oluşmuş bir doğal kutsal alandır. Eflatunpınar anıtı bir kaynak kutsal yeridir. Alacahöyük'deki sarayın bir bölümü de tapınak olarak yorumlanabilir, çünkü Hitit Büyük Krallık Çağında bile konutlarda tek odalı kült hücreleri olduğu varsayılmalıdır. Yapı sanatının Anadolu yaylası dışına yansıması sınırlı olmuştur. Hatti krallığına sıkı sıkıya bağlı Kilikya'da Mersin savunma sistemi ve Tarsus sarayları başkent mimarlığıyla kesin ilişkiler gösterirken, Kuzey Suriye bölgesinde benzer etkilerin önemsiz kaldığı gözlemlenmektedir. Kargamış ve Sam'alda 2. binyıl tabakalarında yapı üslubu daha kazılarda ortaya çıkarılmadığından bu sav şimdilik çekingenlikle geçerlidir.

İ.Ö. 1200'de Büyük Hitit Krallığının yıkılmasından sonra İç Anadolu Batı'nın etkisine girer. Bu, bundan sonraki yüzyılların mimarlığına yansıyan bir gelişmedir. Güneydoğuda Geç Hitit-Arami beylikleri kurulmuştur. Kuzey Suriye, Hitit ve Arami özelliklerinin birleşmesi sonucu mimarlıkta kısa süreli bir olgunluk çağı yaşanmıştır. Karkamış'tan iki örnekte görüldüğü gibi, tapınak yapısında Kuzey Suriye'nin küçük tek odalı sisteminin geleneği sürdürülmektedir. Hatay bölgesinde Teli Tayinat'daki önavlu, adyton (en kutsal oda) ve cella planıyla Ege bölgesinin Megaron'unu anımsatan uzun dikdörtgen tapınağın bu bölgede İ.Ö. 2. binyıl içine tarihlenen öncüleri vardır. Saraylar genellikle ön avlu, buna genişlemesine yerleştirilmiş ana oda ve birkaç yan odayla Hilani olarak karşımıza çıkmaktadır. Hilaninin kapalı biçimi, genişlemeyi olanaksız kılıyordu, ancak birkaç Hilaninin birleştirildiği büyük yapılar vardır. Önyüzü iki ya da üç sütunla bölünmüş olan Hilani önavlusu Büyük Krallık döneminin tapınaklarının önavlusuna, Hilammar'a benzerlik göstermektedir. Savunma sistemlerinde, örneğin Sam'al'da Anadolu yaylasının iki yüksek kule arasında dar kapı odalı kapı tipine rastlanırsa da, ana kapı arkasına genişlemesine yerleştirilmiş odası olan kapı daha yaygındır. Bu sistemde, Karatepe'de elverişsiz arazide olduğu gibi, kapı odasının kulelerden uzağa çekildiği de görülmüştür. Kent planının, örneğin" Sam'alda olduğu gibi, geometrik bir biçim alması da değişik bir özelliktir. Bu dönemin mimarlığında, özellikle çok sayıda resmi yapı, saray, tapınak ve anıtsal kapılardaki ortostatlarda görülen kabartma süslemelerde bakışımlı düzenlemelerin kullanılmış olması değişik bir yaratıcılık gücünü göstermektedir. Buna karşılık Hitit ana ülkesinden yalnız Alaca Höyük'de Sfenksli Kapı'da bu tür kabartma süslerin varlığı bilinmektedir. Kuzeydeki 2. binyıl süssüz sütunlan yerine, Torosların bu tarafında 1. binyılda yontularla ve geometrik bezemelerle süslü tabanlara oturtulmuş sütunlar ortaya çıkmıştır. Büyük Hitit Kralları'nın başkentinin ağır ve içe dönük yapı sistemleri karşısına güneyde 400 yıl sonra süslü, bağımsız yapılardan oluşmuş hafif dokuda bir mimarlık çıkmıştır.


Alıntıdır.


Sümer Mitolojisinde İbadet ve Ritüeller

 Sümerlerde ibadet genel olarak dua, kurban, sunu ve dini merasimlerden oluşmuştur. Dini uygulamaların amacı ölümden sonraki hayatla değil, yeryüzünde sürdürülen yaşamla ilgilidir. Ölümden sonraki hayatın, yeryüzünün kötü bir yansıması olduğu düşünülmüştür. İnsan burada sıkıntı, keder, yokluk ve kasvetten başka bir şeyle karşılaşamayacaktır. Bu yüzden ibadet ve ritüeller, sadece yeryüzündeki ihtiyaç ve beklentilerin karşılanması amacıyla gerçekleştirilmiştir. Yapılan ibadetler ve tanrılara gösterilen saygı, daha iyi bir hayata ulaşmak ve hastalık, yokluk gibi istenilmeyen durumlarla karşılaşmamak içindir. İbadet esaslarında temizlik önemli bir yere sahip olmuştur. Sümerlerin yaşadığı ve hayatlarıyla ilişkilendirdiği tüm unsurlarda bu anlayışın oluşturduğu bir kutsiyet yer almıştır. Bu düşünceye göre tanrıların yardımının temin edilebilmesi için içten bir kutsiyete ihtiyaç duyulmuştur. Bu kurallara uyulmadığı takdirde şehirlerdeki düzen ve yaşayış sisteminin yok olacağına inanılmıştır. Manevi temizlik diğer temizlenme biçimleriyle de ilişkilendirilmiştir. İlk dönemlerde din görevlilerin dini ritüellerini gerçekleştirirken soyunmaları, maddi âlemden sıyrılıp saf bir şekilde manevi bir temizliğe kavuşma düşüncesiyle ilişkilendirilmiştir. Dini ritüeller genel olarak tapınaklarda gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte bazı törenlerin kutsal arazi ve dağlarda yerine getirildiği de görülmektedir. Sümer dininde ibadetler kişinin unvanına ve ibadetin unsurlarına göre değişiklik arz etmiştir. Kralların ve din adamlarının kendi konumları nedeniyle sorumlulukları diğerlerine nazaran bazı farklılıklar taşımıştır. Bir kralın dini açıdan, ülkesinde manevi temizliği sağlamak, insanların tanrılara olan bağlılıklarını arttırmak, tanrıların ikametgâhı olan tapınakları yapmak ve bu tapınakların ihtiyaçlarını karşılamak gibi önemli görevleri olmuştur. İnsanlar ise tanrılara ve tapınaklara karşı sorumluluklarını, adaklar, kurbanlar ve dualar aracılığıyla ayin ve törenlere katılımla göstermişlerdir. Tapınaklarda yapılan ibadetler din adamlarının öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. Her kentte koruyucu tanrıların farklı olması, bu tanrılar için özel tapınakların inşa edilmesi ve her tapınakta dini otorite olarak kabul edilen rahiplerin bulunması, ibadetlerin kentlere göre farklılıklar göstermesine neden olmuştur. Fakat bütün ibadetlerin, dua ve yakarışlar etrafında gerçekleştirildiği de anlaşılmaktadır.


Dini ayin ve ritüellerin tamamında, lirik bir tarzda yazılmış dua, yakarış ve terennümler yer almıştır. Yazılış tarzı ve yapısı bakımından birbirinden oldukça büyük farklarla ayrılan bu lirik ürünlerin en önemlisini ise yuğlar oluşturmuştur. Yuğlar, genellikle tanrıları methetmek ve yapılan hatalar sonucunda insanların içine düştüğü pişmanlığı göstermek için okunmuştur. Ayrıca dini açıdan önemli görülen bayramlarda da bu şiirler terennüm edilmiştir. Lagaş’ın ana tanrıçası Gatumdug’a yapılan bir dua “Kraliçem, berrak gökyüzünün kızı, ne iyi ise, sen onu tavsiye edersin ve onu Gökyüzü’nün birinci katına kabul edersin, memlekete hayat veren sensin, sen Lagaş’ı meydana getiren kraliçesin, anasın! Senin gözettiğin halkın kuvveti artar; koruduğun dindarın ömrü uzar. Benim annem yoktur; Anam sensin. Benim babam yoktur: Babam sensin... Beni mabette sen doğurdun. İlahem Gatumdug, sen bütün iyiliklere vakıfsın... İçime hayat nefesini sen bıraktın. Anamın himayesinde, senin gölgen altında, saygı hisleri ile dopdolu kalmak istiyorum...” şeklindedir.  Tapınaklarda yapılan arkeolojik kazılarda, dua ve terennüm konumunda bulunan heykeller gün yüzüne çıkartılmıştır. Özellikle Lagaş kralı Gudea zamanında yapılan rahip heykelleri, ibadet ve ayin esnasında vücudun nasıl bir konumda olması gerektiğini göstermektedir. Buna göre tanrının tasviri karşısında ya dik bir vaziyette durulmuş ya da diz çökerek oturulmuştur. Eller göğüs kafesinin üzerine gelecek şekilde kenetlenmiş, dua ve yakarışlar bu şekilde edilmiştir.


Dualardan sonra tapınaklarda gerçekleştirilen en yaygın ibadetler adak ve kurbanlardır. Bunlar, kanlı ve kansız olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Adak ve kurbanlar, tanrının hoşuna giden ve onu teskin eden tanrısal yiyecekler olarak görülmüştür.


Kanlı kurbanlar, tanrıların memnuniyetlerini kazanmak, ilgi ve yardımlarını elde etmek ve herhangi bir felakete maruz kalmamak için bazı hayvanların boğazlanmasıyla yapılmıştır. Tanrının en çok hoşuna gidecek kurbanın küçükbaş hayvan olduğuna inanılmıştır. Bu yüzden kesilen kurbanlar genellikle koyun, kuzu ve oğlak olmuştur. Fakat bunun yanında diğer hayvanların da kurban olarak kesildiği anlaşılmaktadır. Tanrılara büyük kurbanların takdimi, gösterişli merasim ve törenlerle yapılmıştır. Kutsal kabul edilen boğa, özel ritüel ve belli merasimlerde kurban edilerek sunulmuştur. Kansız kurban ise meyve, sebze, çeşitli bitkiler ve tarım arazilerinden yetiştirilen ürünlerden, şarap, su, zeytinyağı, meyve nektarları ve çeşitli sıvı özlerden, güzel koku veren ot, ağaç dalları ve tütsülerden oluşmuştur.


Kurban uygulamasının ritüel boyutunu adak ve sunular meydana getirmiştir. Tapınaklarda, tanrının heykeli için bir niş ve bunun tam önüne kerpiçten yapılmış sunak yer almıştır. Hayvanlar bu sunakta boğazlanmış, adak ve sunular burada sunulmuştur. Tanrıyı tasvir eden heykellerin önünde gerçekleştirilen bu uygulamalar, o tanrıya gösterilen itaat ve saygının bir ifadesi olarak kabul edilmiştir.




Ele geçirilen tabletlerin birisinde Uruk kralı Lugalzaggisi’nin tanrı Enlil’e saf su ve ekmek takdim ettiği anlatılmaktadır. Bir başka tablette ise Lagaş kralı Gudea’nın tanrılar için bir sofra kurdurduğu ve bütün Lagaş tanrılarının buna icabet ettiği belirtilmektedir. Tanrılara, giyecek malzemelerinin de yiyecek ve içecekler gibi sunulduğu anlaşılmaktadır. Arkeolojik açıdan büyük bir öneme sahip olan Uruk Vazosu’nda ise tanrılara sunulan adak ve sunular betimlenmiştir. Bütün bunlar, dini yapı içerisinde adak ve sunuların büyük bir öneme sahip olduğunu göstermiştir. Elde edilen bir diğer tablette ise tanrılar için hazırlanacak olan kusursuz bir takdimin nasıl olması gerektiği belirtilmiştir. Buna göre takdimde, sadece arpa ile beslenmiş iki yaşında yirmi bir koç, sütle beslenmiş dört koyun, otla beslenmiş yirmi beş koyun, iki boğa, bir süt danası, sekiz kuzu, altmış adet çeşitli kuş, üç piliç, yedi ördek, dört tane de yaban domuzunun bulunması gerekmiştir.


Toplumda kurban, adak ve sunu gibi dini önem atfedilen, halkın genelinin katıldığı çeşitli kutlama ve merasimler yapılmıştır. Bu merasimler, tanrının temsilcisi olarak kabul edilen idarecilerin, tapınakların idaresinden sorumlu olan başrahiplerin ve çeşitli konularda uzmanlaşmış diğer rahiplerin idaresinde gerçekleşmiştir. Yapılacak olan kutlamalar için takdis, dini temizlik, yıkanma, yağ sürme, günahlar için kurban kesme, çeşitli perhizlere girme ve kutsal elbiseleri giyme gibi çeşitli ön hazırlıklar yapılmıştır. Belli zamanlarda gerçekleştirilen törenler, Ningirsu’nun arpasını yeme ayı, Ceylan yeme ayı, Şulgi bayramı ayı gibi çeşitli zaman dilimlerine de isimlerini vermiş ve her yıl tekrarlanmıştır. Günlerce süren bu kutlamalar dualar, kurbanlar ve ritüellerle başlamış, geçit törenleri, ziyafetler ve müzikli eğlencelerle devam etmiştir. Ayrıca her ayın birinde, yedisinde ve on beşinde kutlanılan çeşitli törenler de gerçekleştirilmiştir. Orta Babil döneminden itibaren ayın dördünde, sekizinde ve on yedisinde kutlanan bu üç güne es-seu denilmiş ve törenler de bu isimle anılmıştır. Kanlı kurbanların da sunulduğu bu törenler, gökyüzünde bulunan ayın evreleriyle ilişki olmuştur. Bu evreler uğursuz ve tabu kabul edilmiş, burada gelebilecek bazı felaket ve belalar, gerçekleştirilen esseu törenleriyle ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu törenlerde çeşitli kehanetlerde de bulunulmuştur.


Halk, din adamlarına özel olan uygulama ve törenlerin haricindeki bütün ritüellere katılabilmiştir. Yapılan törenin önemi ve büyüklüğü, katılım oranını da etkilemiştir. Esseu törenleri içerisinde yer alan Yeni Ay Bayramı’nın ilk günündeki Kurban Töreni’ne ve on beşindeki Dolunay Töreni’ne diğer önemli dini bayramlarda olduğu gibi yoğun bir katılım gerçekleşmiştir. Böyle önemli bayram ve törenlerde, diğerlerine nazaran kurban sayısı arttırılmış, koro ve orkestralar oluşturularak tanrılara ilahi ve methiyeler okunmuş, şehir ve kutsal mekânlar temizlenerek süslenmiştir. Ayrıca en önde tanrı ve tanrıça tasvirlerinin bulunduğu yaya geçitleri düzenlenmiş, ziyafetler düzenlenerek halkın coşkuyla bu törenlere katılması sağlanmıştır. Bu törenlerde başrahipler, şehrin ve insanların geleceği ile ilgili kehanetlerini sunmuşlardır. Dikkatle dinlenilen bu kehanetler, dini törenlerin vazgeçilmez unsurları olarak görülmüştür. Tören esnasında bütün vazifeler durdurulmuş, çeşitli hayvan kostümlerine bürünen müzisyenler halkı eğlendirmiştir. Fakat bu bayramların en önemlisi baharın gelişinin kutlandığı ve kutsal evlilik törenlerinin gerçekleştirildiği yeni yıl bayramları olmuştur.


Yukarıda genel hatlarıyla belirtilen ibadet ve ritüellerin kaynağının ne olduğu da önemli bir problemdir. Bu sorunun cevabı insanın yaratılışını anlatan antropogoni mitlerinde saklıdır. Bunlar Enki ve Ninmah ile Sığır ve Tahıl isimli mitlerdir. Bu hikâyelerde insanın yaratılışı farklı şekillerde belirtilmiş olsa da yaratılıştaki amaç her iki metinde de aynıdır. Buna göre antropomorfik özellikler taşıyan tanrılar, bazı ihtiyaçlar içerisindedir. Bir tanrının başka bir tanrıya hizmet etmesi de kabul edilebilecek bir çözüm yolu değildir. Bu yüzden tanrıların ihtiyaçlarının giderilmesi için kendilerinden daha alt seviyede bir varlığın yaratılması gerekmiştir. Bu problem karşısında ise yaratılan varlık insandır.




 



Antropogonilerden Enki ve Ninmah adlı mit, tanrıların karşılaştıkları güçlükler nedeniyle Enki’nin annesinin, onu uykusundan uyandırmasıyla ve diğer tanrıların sıkıntılarını anlatarak yardım istemesiyle başlar. Enki bunun üzerine kusursuz insanı yaratır ve bir şölen tertip eder. Bu şölende Enki ve Ninmah sarhoş oldukları için rekabete girişirler. Ninmah deniz diplerinden kil getirir ve Enki’ye meydan okuyarak altı tane farklı ve eksik insan şekli oluşturur. Enki yazgılarını belirlediği bu yaratıklara yemeleri için ekmek verir ve bütün kusurlarına rağmen onlara uygun birer iş bulur. Bunu üzerine Enki kendisi için bedensel ve ruhsal açıdan zayıf bir varlık yaratır ve Ninmah’ın bu varlığa uygun bir iş bulmasını ister. Ninmah, hiçbir hareketine tepki veremeyen bu varlığa uygun bir iş bulamaz. Bunun üzerine Ninmah, Enki’nin üstünlüğünü ister istemez kabul eder ve böyle zayıf bir varlık yarattığı için Enki’ye lanet okur. Bu şekilde farklı yapı ve düşünüş içerisinde olan insanlar yaratılmış olur.


İnsanın yaratılışıyla ilgili hikâyelerden bir diğeri ise Sığır ve Tahıl adlı mittir. Bu mite göre, An’ın çocukları olan Anunnakilerin yeme içme ve giyim kuşamları için iki tanrı –Sığır tanrısı Lahar ve tahıl tanrısı Aşnan-yaratılmıştır. Fakat Anunnakiler, bu iki tanrıdan istifade edememiştir. Bunun üzerine insan yaratılır. Bu mitte insanın yaratılışı tarım ve hayvancılık faaliyetleri ile ilişkilendirilmiştir.


Yukarıda belirttiğimiz ifadelerden sonra karşımıza şöyle bir soru çıkar: İnsanın yaratılmasına neden olan “tanrıların ihtiyaçları” nelerdir ve bunun ibadet ve ritüeller ile ne gibi bir ilgisi bulunmaktadır? Birinci sorunun cevabı Enki ve Ninmah adlı mitte yer almaktadır. Bu mitte, antropomorfik özelliklere sahip tanrıların, insanlar gibi barınacak yer bulmak, çalışmak, yiyecek temin etmek ve bunları hazırlamak gibi mecburiyetlerle karşı karşıya oldukları anlatılmaktadır. Mitlere göre insani bir betimlemeyle tasvir edilen tanrılar, insana ait olması gereken problemlerle uğraşmak zorunda kalmışlardır. İbadet ve ritüeller ise mitolojiden kaynaklanan problemlere sunulan somut çözümlerden başka bir şey değildir. Mitlerde yer alan tanrıların barınma ihtiyacı, tanrıların ikametgâhı olarak kabul edilen tapınakların inşasının bir ibadet olarak görülmesine neden olmuştur. Benzer şekilde tanrı ve tanrıçaların yiyecek temin etme ve bunları hazırlama sorunu, kurban, adak ve sunuların ortaya çıkmasını ve bunların bir ibadet haline gelmesini sağlamıştır. İnsanlar, dönemin en kıymetli yiyecek ve içeceklerini, insani vasıflara büründürdükleri tanrılarına sunarak dini sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünmüşlerdir.


Mitolojide, dua, terennüm ve yakarışın da izlerinin bulunduğu birçok örnek yer almaktadır. Özellikle yer altı sularının ve bilgeliğin tanrısı Enki’yle ilgili mitlerin tamamında bu izler görülebilmektedir. Bu mitlerde başı sıkışan, çaresiz bir şekilde ne yapacağını bilemeyen, içine düştüğü kötü durumdan kurtulmak isteyen bütün tanrılar Enki’ye saygıyla gelerek terennümde bulunmuşlar ve kendi durumlarını belirterek yardımını istemişlerdir. Enki’nin merkezde olduğu bu mitler insanlara, dua, yakarış ve terennümün nasıl yapılacağını, arzu ve isteklerin tanrılara nasıl ifade edileceğini göstermiştir.


İbadet ve ritüeller arasında belirttiğimiz bir diğer uygulama olan törenlerin, mitolojiyle olan irtibatı diğerlerine nazaran daha da fazladır. Soyut bir düşünüşün ürünü olan mitoloji, tören ve kutlamalar vasıtasıyla canlandırılmış, mitsel argümanlar, ibadet aracılığıyla “gerçek hayata” aktarılmıştır. Bu durumun en açık örneği hiç şüphesiz “kutsal evlilik törenleri”dir. Mitlere göre ay tanrısı Nanna-Sin, yer altı dünyasında doğmuştur. Kralların yaptığı işleri denetleyen, yer altı dünyasında ölüleri yargılayan, yazgıları belirleyen ve “dinlenme gününde” ölüler âlemine giden şefkatli bir tanrı olarak düşünülmüştür. Nanna-Sin’e atfedilen bütün bu özellikler, onun adalet, ceza, kader ve yer altı dünyasıyla ilişkilendirilmesine neden olmuştur. Bu nedenle ayın çeşitli evreleri, insanların ve şehirlerin yazgılarının belirlendiği zaman dilimleri olarak düşünülmüş veya insanlara karşı merhametli olan Nanna-Sin’in yokluktan tekrar var oluşa geçtiği sıkıntılı ve felaketlere gebe bir dönem olarak görülmüş olabilir. Esseu törenleri, tabu olarak görülen Nanna-Sin’in yokluğu nedeniyle karşılaşılabilecek felaketlere yönelik ritüellerin yapıldığı, tekrar gökyüzünde parlamasıyla kentine yeniden dönmesinin çeşitli kurban ve uygulamalarla kutlandığı bir tören olmuştur. Bu tören Nanna-Sin’in, mitolojide yer alan yukarıda belirttiğimiz özellikleri ve başka diyarlara yaptığı yolculuklarıyla ilgilidir.


Kaynağını mitlerden alan ibadet ve ritüeller kim tarafından şekillendirilmiştir? Bu sorunun cevabı siyasi ve dini otoritedir. Siyasi otorite, ellerinde bulundurdukları yetkileri, o kentin tanrısı adına uygulamış ve onun vekilliğini yapmıştır. Ayrıca siyasi otoritenin, bizzat kentin kült tanrısı tarafından belirlendiğine inanılmıştır. Tanrıların, emir ve talimatlarını idareciler aracılığıyla bildirdiği düşünülmüştür. Kentlerin rahip krallar tarafından yönetilmesi, siyasi otoritelerin, dini güç kazanmalarını da sağlamıştır. Aslında eskiçağ Mezopotamya toplumlarında siyasi otorite ile dini otoritenin görev ve sorumlulukları iç içe geçmiştir. Önemli dini tören ve ritüeller bizzat krallar ve şehir idarecileri tarafından yönetilmiştir. Bununla birlikte kurumsallaşmış rahip sınıflarının, idari mekanizmalarda da aktif rol oynadıkları görülmüştür. Krallar, tanrıların desteğini din adamlarının belirttiği şekilde almak zorunda kalmış, din adamlarının desteklerini idarecilerin üzerinden çekmeleri büyük bir otorite sorunu olarak görülmüştür. Vergiler görevli rahipler tarafından toplanmış, bu vergiler mabetlerde bulunan özel odalarda muhafaza edilmiştir. Ningirsu tapınağının başrahibi Enetarzi örneğindeki gibi bazı din adamları, yönetimi ele geçirmiş ve siyasi otoriteye ait unvanları kullanmıştır. Aralarında büyük bir etkileşim ve çatışmanın yaşandığı siyasi ve dini otorite, ibadet ve ritüellerde de belirleyici rol oynamıştır.


Lagaş kralı Gudea, yeni yıl bayramlarında Lagaş mabetlerine ne kadar balık, öküz, koyun, kuzu ve keçi verileceğini tespit etmiştir. Ur kralı Dungi ise Enlil adına her ay kesilen kurbanların düzenli bir şekilde hazırlanabilmesi için diğer şehirlerin valilerinden belli bir miktar vergi istemiştir. Ayinlerde takdim edilen kurbanların türü, adedi ve özelliği, tapınağın sahip olduğu gelir ve ekonomik güce göre rahipler tarafından belirlenmiştir. An tapınağında tanrılara, sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa, on sekiz altın kapla sunulan farklı içecek, ekmek, meyve ve etten oluşan yemekler takdim edilmiştir. Sabahları ise mermerden yapılmış bir kapla süt sunulmuştur. An’a sunulan yiyecekler diğerlerine göre fazla olmuştur. Kült tapınağında, buğday ve arpa oranları bile önceden tespit edilmiş olan günlük otuz adet ekmek takdim edilmiştir. Kendi tapınaklarında aşk ve bereket tanrıçası İştar için on iki, Nina için ise on kap şarap takdim edilmiştir. Fakat ikisine de An’a verildiği gibi otuzar adet ekmek sunulmuştur. Tapınaklarda tanrılara sunulan yiyecek, içecek ve giyeceklerden oluşan kurban, sunu ve adaklar, başrahipten en alt seviyedeki bir çalışana kadar bütün tapınak görevlileri arasında paylaştırılmış ve dağıtılmıştır. Bunun sonucunda dini otorite, ibadetin maddi unsurları noktasında belirleyici ve şekillendirici olma özelliğini her zaman elinde bulundurmuştur.



Sümer Mitolojisi Bağlamında Otorite Tarafından Şekillendirilen İbadet ve Törenler Kitabından Alıntılanmıştır.


ABDULLAH ALTUNCU

Kahramanmaraş

 


Sultanahmet Meydanı ve Camii / İstanbul

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak