7 Eylül 2022 Çarşamba

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 31

 GÖK ATA


Gökyüzü tanrısı. Daha sonra "Gök Tanrı" anlayışına ulaşan bir yaratıcı anlayışıdır. Moğollarda Tenger Etseg (Gök Baba)  olarak anılır. Gök Ata insanları cezalandıran ve ödüllendiren ulu bir varlıktır, yaşam verici ve bereket dağıtıcı olduğu inancı yaygındır.  "Göğün Oğlu" kavramıysa Türk-Asya halk inancında ışık şeklinde yeryüzüne düştüğüne inanılan kurtarıcı varlığı ifade eder.


GÖK HAN


Gökyüzü kağanı. Oğuz Han'ın ilk eşinden doğan oğludur. Türk yurdunun genişliğini ve enginliğini, devletin egemenliğini simgeler. Bu bağlamda göğün sınırsızlığı ve sonsuzluğu büyük öneme sahiptir. Gök Han'ın ongunu Sungur kuşudur ve maviye çalan bir rengi vardır. Kaynaklarda Sungur'un diğer kuşları avlamakta kullanıldığı belirtilir.



GÖK KATLARI


Eski Türk halk inancında göğün yedi, dokuz veya on dokuz katı olduğuna inanılırdı ve bunların her birinde farklı tanrıların oturduğu düşünülürdü. Göğün katlarında yaşayan başlıca tanrılar şu şekilde sıralanır:

1.    Koça Han, Ak Ana, Ak Ata

2. Zada Han, Yel Ana, Yel Ata

3. Yayık Han, May Ana, May Ata

4. Yayuçı Hanım, Cey ana, Cey Ata

5. Kızagan Han, Od Ana, Od Ata

6. Ayzıt Hanım, Ay Ata

7. Mergen Han, Gün Ana

8. Kübey Hanım

9. Umay Hanım

10. Erdeney Han 

11. Altan Han

12. Suvolta Hanım

13.  Ağar Han 

14. Suyla Han 

15. Utkaçı Han 

16.  Ülgen Han 

17. Kayra Han 

18. Göktengri

Göğün ı9. katında tüm her şeyin yaratıcısı olarak anılan "Tura'' yer alır. "Tura" aslında artık gökten de soyutlanmış olan mutlak bir yaratıcı anlayışıdır. Diğer her şey onun varlığının bir sonucudur.

Yakutlarda Göğün Katları:

ı.     Alahçın

2. İyehsit

3. Cöhögöy

4. Hotoy

5. Suğorun

6. Cahın

7. Tanha

8. Çınıs

9. Ayığ


GÖK TENGRI


En yüce yaratıcıdır. İnsan biçimli değildir, soyut bir kavram olarak yer alır. Eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onlara hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren ulu bir varlıktır. İnsanların yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır. İnsanlara iktidar ayrıcalığı (kut) ve kısmet (ülüğ) bağışlar ama hak etmeyenlerden de geri alır. Şafak söktüren (tan üntüren) de odur. Yaşam vericidir, bilinen ve bilinmeyen her şeyi o yaratmıştır. Ölüm onun iradesine bağlıdır. Eski Türk inanışında Gök Tanrı tektir, eşi ve benzeri yoktur. Orhun Anıtları'nın belirttiğine göre Tanrı, evrenin ilk nedenidir ve her şeyin kaderini o çizer ve Göktürklerin kağanlık kurması onun isteğiyle olmuştur. İskitlerde Goytosır olarak geçen Tanrı'nın adının manasının Gök Tanrı demek olduğu iddia edilmektedir. Eski Türklerde Gök Tanrı'ya kurban olarak koç ve aygır kesilirdi.



GÖL İYESİ


Göl ruhu. Her gölün kendi iyesi vardır. Çu'ların ilk atasının mezarı bir göl içinde bulunuyordu ve buradaki bir ağacın dibindeydi. Oğuz Han ilk eşini bir gölün ortasındaki adada yer alan bir ağacın kovuğunda bulmuştur. Göllerde peri kızlarının oynaştığı ve erkekleri kandırarak suyun derinliklerine çekerek boğdukları söylenir. Anadoluda kimi yörelerde dağ göllerinde yaşadığına inanılan varlıklara Göl Boğası (Su Boğası) denilmektedir. Bunların sabahın ilk ışıklarında görülebildiklerine ve daha sonrasında suya dalıp kaybolduklarına inanılır. Bir öyküde demirci ustası, Boğa Gölü kıyısında hayvanlarını otlatırken Göl Boğası, kıyıya çıkarak sürünün başındaki boğayla güreşmeye başlamış. Kendi boğasının yenilmesi üzerine demirci çok üzülmüş. Göl Boğası'ndan öcünü almak için çare düşünmüş. Kendi boğasına polat (çelik) boynuzlar yapmış.

Bir sonraki sefer Göl Boğası yine sudan çıkmış ve güreş başlamış, ama bu kez demir boynuzlardan aldığı yaralarla canı çok yandığından kaçmak zorunda kalmış ve gölü kana bulamış. Bugün göl içerisinde yer alan yol şeklindeki  bir kırmızılığın  bu kan  lekelerinin izi olduğuna inanılmaktadır. Bu olaydan sonra demirci ve ailesinin perişan olduğu söylenir. Van Gölü canavarı hikayesinin kökeni  de yine aslında aynı mantığa dayanır. Çünkü pek çok kimse gördüğünü söylediği yaratığın boynuzlu ve hatta mandaya benzediğini ifade etmektedir. Bu anlayışın kökeninde ruhsal varlıkların bazılarının boynuzlu olduğu inancı yatar.



GÜN ANA



Güneş tanrıçası. Göğün yedinci katında oturur. Türklerle bağlantılı bazı ön Asya kültürlerinde dişil olarak algılanmıştır. Günümüzde kızlara Güneş adının verilmesinin nedenlerinden birisi de budur. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki,  Türkçede "ana" kavramını akla getiren "Anadolu" sözcüğü de ilginç bir tesadüf eseri, eski Yunan dilinde "Güneşin doğduğu yer" demektir. Ziya Gökalp şöyle demektedir: "Eski Türk telakkisine göre, hakanla hatun gökle yerin evlatlarıydı. Güneş Ana ile Ay Ata onların gökyüzündeki temsilcileriydi. Hakanın mümessili olan Ay Ata, gökyüzünün altıncı katında, hatunun mümessili olan  Gün Ana ise daha üstte, gökyüzünün yedinci katındaydı:'



GÜN HAN


Güneş kağanı. Oğuz Han'ın göksel olan ikinci eşinden doğan oğludur. Yeryüzünün yaşam kaynağı olan ışıkları sebebiyle güneşe duyulan hayranlığın mitolojik dışavurumudur. Gün Han'ın ongunu laçin (şahin) kuşudur. Diğer kuşları avlamakta kullanılır. Gün Han altın bir otağ kurdurur. Sağ tarafına kırk kulaç yüksekliğinden bir direk diktirir. Üzerine de altın bir tavuk koydurur. Çünkü altın, güneşin mecazi bir sembolüdür.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Halfeti / Şanlı Urfa

 


5 Eylül 2022 Pazartesi

İSKİT KÜLTÜRÜ-1

 İSKİTLERİN İDARİ YAPISI VE ASKERÎ TEŞKİLATI





Kuzeydoğu bozkır bölgesi yüksek Pamir, Tiyen-Şan, Altay dağ kolları ve Batı Türkistan üzerinden batıya ve aşağı Tuna bölgesine kadar bütün Güney Rusya'ya yayılmaktadır. Batıda Silezya'ya kadar uzanan bu bölgenin Doğu Türkistan ve Gobi bölgesiyle olan bağlantısı doğudaki çok sayıda geçitle kurulabilmektedir. Bu bölgenin doğusunda geniş çöller vardır. Öte yandan batıda, doğunun aksine oldukça verimli topraklar bulunmaktadır. Daha eski zamanlarda bu bölgenin kuzeye doğru bataklıklar ve sık ormanlarla kaplı olduğu bilinmektedir. Güneye doğru uzanan geniş sahalar Hazar Denizi ve Karadeniz, geri kalan kısımlar ise İran'daki dağlık arazinin yükselen dağ dalgaları ve Kafkas silsilesiyle sınırlanmıştır. Batı Türkistan bozkır bölgesi ile İran'daki dağlık arazi arasında nispeten sıkı bir bağlantı bulunmaktadır (Junge 1939: 5). İskitler yukarıda adı geçen coğrafyaya yayılmışlar, hatta onlar, Herodotos'un bildirdiğine göre 28 yıl yukarı Asya'da hâkimiyet kurmuşlardır (Herodotos 1: 106). İskitlerin Ön-Asya'da Filistin'e kadar gittikleri de düşünülürse, ne kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış oldukları anlaşılır.


İskitlerin bu kadar geniş bir coğrafyada tek hükümdar tarafından idare edilmelerinin zorluğu ortadadır. Bundan dolayı idari yapıları yayıldıkları coğrafyanın genişliğinden etkilenmiştir. Askerî teşkilatları da onların sürekli yeni topraklar elde etmeleri ve farklı kavimlerle mücadeleye girmeleri sonucunda gelişmiştir. Antik yazar Thukydides, İskitlerin askerî yönden gücünü, İskitlerle Avrupa devletleri teker teker ele alındığı takdirde, Asya'da hepsi birleşmiş halde hareket etse dahi, İskitlere karşı durabilecek bir kavim yoktur şeklinde ifade etmektedir (Thukydides II: 97). Buradan İskitlerin askerî yönden ne derece güçlü olduklarını anlayabilmekteyiz.





1) İskitlerin İdari Yapısı



Yukarıda da belirttiğimiz üzere, İskitler çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. İskitlerin üç gruptan oluştuğu Darius'un yazıtı NR a 3'ten anlaşılıyor. Bunlar Saka haumavarga, Saka tigrakhauda ve Karadeniz İskitleri olan "denizin ötesindeki Sakalar"dır (Junge 1939: 6). Bu grupların başında reisleri bulunuyordu. Bu durum İskitlerin birden fazla hükümdar tarafından yönetildiğini ortaya koymaktadır. Herodotos, Darius'a karşı İskitlerin memleketlerini savunmak için yapmış oldukları hazırlıklardan bahsederken, üç İskit hükümdarı ya da beyinden bahsetmektedir. Bunlardan birisinin Skopasis, diğer grubun başında bulunanın İdanthyrsos ve onun ordusuyla ordusunu birleştirenin ise Taxakis olduğunu bildirmektedir (Herodotos IV: 120). Yine Herodotos'un bildirdiğine göre, Pers Kralı Darius İskit hükümdarı İdanthyrsos'a elçi göndermiş ve İskit hükümdarı da Darius'a elçi göndermiştir (Herodotos IV: 126-127). Buradan, İskitlerin hükümdarının İdanthyrsos olduğu ve diğerlerinin ordu komutanları olduğu düşüncesi de çıkarılabilir. Junge'nin Polyen'e dayanarak verdiği bilgilere göre, Darius üç bölüme ayrılmış olan İskitlere karşı savaş açtığında, İskit hükümdarları Sakesphares, Homarges ve Thamyris bir yerde vaziyeti değerlendirmişlerdir (Junge 1939: 65). Homarges, Herodotos'un Sakai Amyrgioisiyle (Herodotos VII: 64) şüphesiz aynıdır. Homarges, Saka haumavarga ve diğeri Thamyris, Massaget hükümdarı adı Thomyrisi hatırlatıyor ve Hekataios'a göre Grekler tarafından Massaget olarak adlandırılan grup, Saka tigrakhauda olduğundan (Junge 1939: 65), Thamyris'in Saka tigrakhauda'nın hükümdarı olduğu anlaşılıyor. Denizin ötesindeki Sakaların, yani Karadeniz İskitlerinin hükümdarlarının İdanthyrsos olduğu ve Darius'un ona elçi gönderdiği Herodotos tarafından belirtilmektedir. Ancak yukarıda adı geçen üç İskit hükümdarının Darius'un seferinden önce durumu görüştükleri düşünülürse, Sakesphares'in Karadeniz İskitlerinin hükümdarı olduğu ve onun İdanthyrsos'tan bir önceki hükümdarları olması durumu ortaya çıkıyor.


İskitlerin birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşayan üç ayrı idari bölüme ayrılmalarına rağmen, onların hükümdarlarının bazı durumlarda bir araya gelmeleri ve mevcut durumu müzakere edip, ortak karar almaları, aralarında bir birlik şuurunun olduğunu göstermektedir.


Bu üç grubun hükümdarlarından başka, her grubun kendi içerisinde kabile reislerinin ve klan prenslerinin de idarede söz sahibi oldukları anlaşılmaktadır. İskit idari sisteminin hiyerarşik bir sıra takip ettiği de anlaşılmaktadır (Memiş 1987: 35). Hükümran İskitlerin kabile reisliğinin babadan oğula geçmesi usulünün taraftarı olmalarına rağmen, akraba kabileler, liderlerini, seçim yoluyla iş başına getirmeyi tercih etmiş gibi görünüyorlar. Pazırık'ta ölmüş kabile reislerinin istisnai bir şekilde uzun boylu oluşları, kabile mensuplarının reislik vazifesi için gerekli bir vasıf olan üstün zekâlılığın yanı sıra, fiziksel üstünlüğü de dikkate aldıklarının bir işareti olarak kabul edilebilir (Rice 1958: 61).


İskit idare sistemi, onların hayat tarzıyla da yakından alakalı görünmektedir. İskit idarecilerinin dış siyasetleri yanında iç siyasetleri de söz konusudur. İskit idarecilerinin iç siyasetle ilgili en büyük problemleri, muhtemelen ana grup ile sayı bakımından daha az olan gruplar arasında, otlak alanlarının adaletli bir şekilde taksim edilmesiydi. Bu problemleri çözebilen kabile ve klan prensleri uzun süre iş başında kalmayı başarmışlardır (Vernadsky 1943: 69).


İskit hükümdarlarının adlarını elimizde yeterli malzeme olmadığından kronolojik bir sıraya göre verememize ve birtakım ayrıntıları açıklığa kavuşturmamıza rağmen, onlarda hükümdarlardan başlamak üzere, kabile reisleri, klan prenslerine kadar içeride huzuru sağlama ve dışarıda düşmanlara karşı güçlü olma ve yeni otlaklar elde etme siyasetinin varlığını görebiliyoruz. Hatta başta da ifade edildiği üzere, üç ayrı grup halinde bulunan İskitlerin hükümdarlarının bir araya gelerek ortak karar alabilmeleri ve mevcut durumu rahatlıkla müzakere edebilmeleri, düşmana karşı birleşebildiklerini ortaya koymaktadır. Onların idari yapılanmalarında boy, boylar birliği ve il, yani devletin varlığı dikkati çeken en kayda değer husustur. Bu durum bütün bozkır devletlerinde görülen idari yapılanmadır.





2) İskitlerin Askerî Teşkilatı



İskitler yayıldıkları çok geniş coğrafyada, değişik kavimlerle karşılaşmışlar ve onlarla mücadele etmişlerdir. Onlarda askerlik ve ordu, bulundukları hayat şartları içerisinde hep ön plana çıkmıştır.


İskit ordusunun büyük bir bölümünü atlılardan meydana gelen süvari sınıfı oluşturmuştur. İskit askerî organizasyonunun ana kolunu bu süvari sınıfı meydana getirmiştir. İskit atlıları eyer kullanmışlardır. Bu özellikleri, onların Grek ve Roma gibi süvari birlikleri bulunmayan devletlere karşı büyük bir avantaj sağlamıştır (Vernadsky 1943: 51). İskitlerin kullandığı atların iskeletleri arkeolojik kazılar sonucunda kurganlardan çıkarılmıştır. Kuban bölgesinde bulunan kurganlarda çok sayıda at iskeleti ortaya çıkarıldığı gibi, Altay bölgesinde Şibe kurganında 14, Pazırık kurganlarında sayıları 7 ile 14 arasında değişen at gömüleri ortaya çıkarılmıştır (Rolle 1979: 100-101). Bunlar binek hayvanları da dahil ölen beyin, hayatı boyunca sahip olduğu hayvanlardı. İnanışa göre bey bunları öldüğü zaman da kullanmaktaydı (Rudenko 1953: 148).






Savaş Taktiği ve Silahlar


İskit ordusu bozkır savaş taktiğini en iyi şekilde uygulamaktaydı. Bu, Darius'un İskitler üzerine yaptığı seferde açıkça görülmektedir. Darius, İskit topraklarına vardığında İskit ordusu iki gruba ayrılmış ve geriye doğru çekilmiştir (Herodotos IV: 120). Bu çekilme esnasında İranlıların faydalanabilecekleri bütün kaynakları kurutmuşlardır (Herodotos IV: 122). İskitler İranlıların İskit ülkesinde daha fazla kalmalarını sağlamak ve onları güç duruma düşürmek istemişlerdir (Herodotos IV: 130). Böylece düşmanı daha içerlere çekerek yormayı, onları oyalayarak orada daha fazla zaman geçirmelerini, önlerinden çekilirken su alabilecekleri kuyuları doldurarak, otları biçerek ve çekildikleri yerleri yakarak Perslerin ve hayvanlarının aç ve susuz kalmasını sağlamışlardır. Bunun sonucunda durumun kötüye gittiğini gören Darius, mecburen çekilmek zorunda kalmıştır. Bu durum dahi İskitlerin askerî kabiliyetlerini ve planlı bir harp taktiği içerisinde hareket ettiklerini göstermektedir.


İskitlerin hepsi atlı ve ok atarak savaşmaktaydılar (Herodotos IV, 46). Eski bozkır toplulukları, özellikle Türkler aynı şekilde mücadele etmekteydiler. At üzerinde yayı etkili bir savaş silahı haline getirebilmişler ve "uzak savaş" usulünü benimsemişlerdi. At sayesinde sürekli manevra kabiliyetine sahip oldukları için uzaktan savaşı tercih ediyorlardı (Kafesoğlu 1989: 272).


İskitlerin silahları ve savaş taktikleri üzerine yapılan modern çalışmalar tam olmaktan uzak olduğu halde, sayısız silah buluntuları ve savaş donanımlarının tüm takımları savaş yöntemlerinin görünümünü vermektedir.

Bu arkeolojik buluntular İskitlerin değerlendirilmesine önemli katkıda bulunmuştur. İskitlerin cenaze törenlerinin ölü ile beraber çok sayıda silahın gömülmesini zorunlu kılması arkeoloji açısından çok yararlı olmuştur. Çağlar boyunca soyguncuların yaptığı yağmalamaya rağmen, yeterli derecede silahlar geride kalarak kendilerini kullanan bu eski savaşçıların savaşma yöntemlerinin yeniden tespit edilmesini mümkün kılmıştır. Ancak yine de geride asıl materyalin az bir kısmı kalmıştır. Bu sınırlama ile bile, dünya tarihinde hiçbir toplumun İskitler kadar çok silah objesini arkeologlara sağlamadığı tespit edilmiştir. Hayatı boyunca savaşa koşacağı şekilde olmak üzere, bir İskitli ölü de öbür dünyaya silahlarını kuşanarak gitmektedir. Şüphesiz oradaki savaşlara ve her türlü askerî faaliyete katılması beklenmektedir. Tepeden tırnağa silahlanmış, kendilerine ayrıca yedek gereçler verilmiş olan ve toprağa gömülü savaşçılar, kendilerinin günlük hayatlarının bir yansımasını vermektedirler (Rolle 1980: 72).




Saldırı ve savunma silahlarının çeşitliliği ve çok gelişmiş olması son derece şaşırtıcıdır. Saldırı silahları arasında yay ve ok ilk sırayı almaktadır. Bunlar sıradan insanların mezarlarında bile mevcut olup, İskitlerin eski kaynaklarda neden atlı okçular olduklarını açıklamaktadır. Ok üretimi büyük boyutlara varmıştır ve mezarlardaki tüm okluklarda yüzlerce ve bazen birkaç ok kılıfı içinde yedek cephane oluşturacak binlerce ok yer almakta ve savaştan önce bu okların uçları jilet keskinliğine getirilmektedir.

Tipik İskit yayı, bileşik küçük bir yaydır. Uçları özel kaplama maddeleriyle daha da sağlamlaştırılmıştır. İskitler bir kayışla bele asılarak taşınan "gorytus" adını verdikleri özel bileşik bir yay kutusu ve sadakın bulucusu olarak görülmektedirler. Askerler dolaşırken veya düşmanla sıcak temas sağlanmadan önce kirişli yay bu kutunun içinde taşınırdı. Kutunun ön tarafında muhtemelen okları ve tüyleri nemden korumak için okların muhafaza edildiği kapaklı özel bir cep vardı. Bu kombine kutu ve okluk profesyonel okçuların, ok atmaya hemen hazır olmalarını garanti ediyordu (Rolle 1980: 72-73).


Kaynaklardan okların zehirli olduklarını ve İskit ok zehrinin aşağı yukarı nasıl yapıldığını öğrenebiliyoruz. Zehri yapmak için İskitler, belirli zamanlarda bir cins yılanı (muhtemelen küçük engerekler) yakalar, gövdelerinin çürümesini beklerlerdi. Birtakım işlemlerden sonra zehir elde ederlerdi. Okların uçları bu zehre bulanırdı. Kanca uçlu ve zehre bulanmış bu ok uçlarından son derece korkulurdu; çünkü bunların çıkarılması son derece zordu ve çıkarma işlemi sırasında kurban çok büyük acı çekerdi. Üstelik, zehrin uzun vadeli hasara neden olduğu ve bu nedenle en küçük yaraların bile büyük ihtimalle ölümcül olduğu hesaplanırdı. Çünkü bu tür bir ok için "çifte ölüm vaat eden" tabiri kullanılmıştır. (Rolle 1980: 73).


Ok menzilinin ne kadar olduğu hakkında yalnız tahmin yapılabilir. Çünkü orijinal örnek günümüze kadar gelmemiştir. Bir Olbia kitabesinden edinilen bilgiye göre, bir yarışmada ödül kazanan bialı Anaxagoras'in yaptığı uzun menzil atışı 500 metrenin üzerindedir. Bu şahıs büyük ihtimalle bir İskit yayı kullanmıştır (Rolle 1980: 74). İskitlerin kullandığı okların menziline doğu bozkırlarında kullanılmış olan okların menzillerinin katkı sağlayacağını ya da bu hususta bir fikir verebileceğini söylemek mümkündür. Belgelerden çıkartılan bilgilere göre, eski Türk kültür çevrelerinde okların menzili 660-884 metre arasında değişmekteydi (Kafesoğlu 1989: 272). Buradan edinilen bilgiler İskit oklarının da aynı şekilde olduğunu düşünmeyi mümkün kılmaktadır.


İskitler yay ve oktan başka kılıç, mızrak ve balta gibi silahları da kullanmaktaydılar. Onlara ait bu araç ve gereçler hem yazılı belgelerden hem de arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılmış çok sayıda buluntudan anlaşılabilmektedir.




Kadın Savaşçılar: Amazonlar


Eskiçağ zaman dilimi içerisinde erkeklerin yanında veya erkeklere karşı savaşan kadınlar veya kadın grupları hakkında anlatılan efsane ve hikâyeler bulunmaktadır. Grekler böyle kadınlara Amazon adını vermişlerdir. Herodotos'un verdiği bilgiye göre, Karadeniz'in kuzey bölgesindeki bu kadınlar İskitlerce "Oiorpata" olarak anılmaktadırlar. Bu terim "oior", "erkek" ve "pata", öldürmek sözcüklerinden türetilmiştir. Böylece "erkek öldürenler" anlamına gelmektedir (Herodotos IV: 110). Yazılı kaynaklarda Amazonlar hakkında verilen bilgiler tek başına fazla bir değer taşımamaktadır. En iyi bilinen kadın birliği Hector'un ölümünden sonra Truva'ya giren Amazonların lideri Penthesilea'nın başkanlığındaki Karadeniz'in güneyinden gelen orduydu. Atlı genç kadının miğferi, göğüs zırhı, baldır zırhları ve çift yarım ay şeklinde kalkanı bulunuyordu. Silahları ise, kılıç, çift ağızlı savaş baltası ve mızraktı; aynı zamanda yay ve ok da kullanmaktaydı ve okluğu, hareketli atının terkisinde taşıyordu (Rolle 1980: 94). Herodotos da İskit ülkesi ve doğusundaki Sarmat ülkesiyle ilgili birçok Amazon hikâyesinden söz etmektedir (Herodotos IV: 110-116). Burada verilen en kayda değer bilgi onların ata binip ok atmaları, savaşmaları, düşman öldürmeleri ve erkekler gibi giyinmeleridir.


Yazılı belgelerde geçen bu bilgileri arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılmış buluntular da doğrulamıştır. Özellikle Ukrayna'nın güneyinde 1950'li yıllardan beri yapılan kazılarda çok sayıda Amazon mezarı bulunmuştur ve hatta Kafkaslar'da bile bu tür mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Bu mezarlarda ziynet eşyalarının yanında savaş araç ve gereçleri bulunmuştur. Bu tür buluntular arasında oklar, okluklar, mızraklar bulunmuştur (Rolle 1980: 96).


Silahlarını kullanmakta gösterdikleri teknik, ustalık ve yetenek, fiziksel güçleri erkeklerden daha az olan Amazonlar için son derece önemli olmalıydı. Bütün Amazon mezarlarında bulunmuş olan yay ve okların asıl silahları olduğunu tahmin etmek rastlantı değildi. Çeşitli spor ve avlanma etkinlikleriyle yoğun kas eğitimi yaptıkları halde erkeklere göre yine de zayıf kalan kadınların kas gücü için yay ve ok en uygun silahtı. Erkekler gibi belirli ve sürekli eğitim sonucu kazanılabilen dayanıklılık, güç, sürat, ustalık ve çeviklik Amazonlar için son derece önemliydi. Bu nedenle genç kızların mezarlarında bile silah bulmak şaşırtıcı değildir. Avlanma ve savaşma, hızlı tepki vermek için yetenek gerektirmekteydi ve başlıca silah olan yay, değişkenlik göstermeyen soğukkanlı bir dikkat gerektirmekteydi. Savaşlar, üzengisi olmayan at üstünde yapılırdı; dolayısıyla hayvanın her şartta çok iyi kontrol edilmesi ve göz, kol ve soluğun tam bir uyum içinde olması gerekliydi. Uzaklığın doğru olarak algılanması çok iyi bir zamanlama için son derece önemliydi (Rolle 1980: 98).


İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


4 Eylül 2022 Pazar

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


TÜRKLERDE HAYVAN SEMBOLİZMİ VE DİN İLİŞKİSİ

  

 

 

Günümüzde yaygın bir şekilde kullanım alanı bulan hayvan sembolleri, Türklerde önemli bir yer tutmaktadır. Bu sembollerin oluşması ve anlamlandırılmasında dinlerin çeşitli ölçülerde etkisi olmuştur. Özellikle İslam, bu semboller üzerinde en etkili tesiri yapmıştır.

 

Türklerin kullandığı hayvan sembollerinden bazıları, onların geçmiş inançlarını sembolize ederken bazıları Hıristiyanlık ve Budizm gibi bir dini sembolize etmektedir. Güç, kuvvet, hâkimiyet ve hükümdarlığı sembolize eden hayvan sembollerinin yanı sıra olumsuz özellikleri ile öne çıkan hayvan sembolleri de Türklerde kullanılmıştır.

 

 

 

Dünyanın en eski ve köklü milletlerinden biri olarak Türkler, çok geniş bir coğrafyada, oldukça değişik kültürler, medeniyetler, toplumlar ve dünyanın büyük dini sistemleri ile temasa geçmişlerdir. Sonuçta çok renkli ve son derece zengin bir kültür mirasına sahip olmuşlardır. Bu zengin kültür mirası bilimsel ve objektif bir anlayışla ele alınıp değerlendirildiğinde, milli ve kültürel varlığımızın tarihi temellerini daha doğru bir biçimde aydınlatma imkânını sağlayacak ve hatta değişen sosyo-kültürel şartlara, buhranlara ve çatışmalara sahne olan toplumumuzun kültürel kimliğinin yeniden inşasına önemli katkılarda bulunacaktır.

 

Semboller gerek içerdikleri anlam zenginliği, gerekse insanlık tarihinin algılamalarından aktarılan gelen unsurlara sahip olmaları yönüyle insan hayatında kelimelerden daha işlevsel ve etkileyici bir rol üstlenebilmiştir. Bu sembollerden öne çıkanlardan birisi de hayvanlarla ilgili olanlardır.

 

I-   Türklerde Hayvan Sembolizmi

 

Burada tüm hayvanları saymak ve bir değerlendirme yapmak pek de mümkün değildir. Bu sebeple bazı hayvan sembolleri ve anlamları üzerinde durulacaktır. Doğaüstü ve Yırtıcı hayvanlar ile vahşi ve evcil hayvanlar çalışmamızın iki başlığını oluşturmaktadır. Ayrıca Türk Hayvan Takvimine değinilecektir.

 

A-Doğaüstü ve Yırtıcı Hayvanlar

 

Phoenix, Simurg, Anka, Garuda, Grifon: Söz konusu hayvanlar farklı kültürlerde yer almakla birlikte birbirlerinden türemiş oldukları düşünülmektedir. Phoenix karanlıktan çıkan ışığın sembolü olarak Mısır, Simurg ise İran mitolojisinde görülmektedir. Simurg, İran etkisiyle Türk mitolojisinde yer almıştır. Simurg, Kimi zaman iyilik timsali olarak kahramanların koruyucusu, kimi zaman da kötülüğün timsali olarak görülmektedir. Bunun Arap-İslam kültüründeki yansıması anka’dır. Garuda Hint mitolojisinde yer alır. Hint mitolojisinde garuda, ilahi güce sahip bir varlık olarak Tanrı Vişnu’nun bineği olarak tasvir edilmiştir. Buna karşılık kara kuş (kartal) Türk kültürü ve mitolojisine aittir. Grifonlar göğü, tan ağarışını, ilim ve kuvvet gibi kavramları simgelerler. Türk sanatında özellikle kartal başlı grifonlar yaygın olarak görülmektedir. Burada bahsedilen doğaüstü hayvanlar Türk sanatında geniş tasvir alanı bulmuştur.

 

Simurg ve Garuda İslamiyet’ten sonra da Türkler arasında yaygın olarak kullanılan semboller olmuştur.

 

Ejderha: Çin mitolojisine ait kabul edilmişse de Türk mitolojisinde de yer almakta buna bağlı olarak geniş bir uygulama alanı bulmaktadır. Türkler için önceden bereket, refah, güç ve kuvvetin sembolü kabul edilen bu hayvan, Ön Asya kültürüyle ilişkiye geçildikten sonra bu anlamları zayıflayarak alt edilen kötülüğün sembolü olarak algılanmıştır. Hunlar ejder festivali düzenlemiştir. Bunun yanı sıra Çin’de imparatorluk sembolü olan ejderha, Türkleri bu yönüyle etkilemiş ve Türk hayvan takviminde de yıl sembolü olarak yer almıştır. Türkler arasında ejderin sembolik anlamları İslamiyet’ten sonra da devam etmiştir.

 

Kartal ve Avcı Kuşlar: Kartal, Türklerde önemli bir yer edenmiş ve Türklerin milli sembollerinden biri olmuştur. Özellikle Göktürk ve Uygurlarda kartal ve diğer yırtıcı kuşlar hükümdar veya beylerin koruyucu ruhu ve hukuki sembolü olmuştur. Güneş, güç ve kudreti de temsil eden söz konusu hayvanlar, mücadelelerde zafer kazanmanın işareti olmuştur. İslamiyet’ten sonra da kartal, hükümdarlık, güç ve kuvveti temsil etmiş, zaman zaman arma olarak kullanılmıştır.

Kurt: Coğrafi şartlar hayvanlarla ilgili inançların oluşmasında etkili olan unsurlardandır. Özellikle hayvancılık ve avcılıkla geçinen insanlar en çok kurttan korkmuştur. Sonuçta ona tabiatüstü güçler atfedilmiştir.

 

Kurt ile ilgili olarak zamanla gelişen hayvan ata kavramı devlet, hükümdarlık vb. gibi unsurların sembolü olmuştur. Çin kaynaklarında egemenlik ve yiğitliği sembolize etmiştir. Türklerin kendi hayat tarzları ile benzerlikler kurduğu kurt, Uygur Oğuz Kağan Destanı’nda ve Başkurt Türklerinde, yol gösterici bir unsur olarak tasvir edilmiştir. Kurt, Türk mitolojisinde gök unsuruna bağlı olarak aydınlığın sembolü olmuş, biçim değiştirme temasıyla da ilgili olmuştur. Birçok hayvan sembolünde olduğu gibi, kurtlar da İslamiyet’ten sonra, eski tanrısal konumlarını büyük ölçüde kaybetmiş, yiğitlik veya güç sembolü olarak algılanmaya devam etmiştir.

 

Arslan: Arslan sembolü geçmiş milletlerin birçoğunda genellikle güç ve ihtişamın sembolü olarak kullanılmıştır. Müslümanlar arasında Hz. Ali’nin unvanı ve sembolüdür. Türk sanatında arslan figürleri daha çok Budizm ile birlikte görülmekle beraber, Altaylar’da da bu figürün görülmesi daha erken dönemlerden beri arslan sembolünün Türklerde kullanıldığını göstermektedir. Arslan savaş, zafer, iyinin kötüyü yenmesi, kuvvet ve kudret sembolü olmuştur. Budizm’de arslan, bazen tanrı sembolü ve bazen de hükümdarın kendisini veya oturduğu tahtı simgelemiştir. Arslan sembolü Türker’in İslam’ı tanımasından sonra da anlamını yitirmemiştir.

 

Kaplan: Türklerde kaplan, Çin’dekine paralel anlam kazanmıştır. Kaplanlar, Türk kabilelerinin ve yiğitlerinin (Alp) en eski tözlerindendir. Kaplanın güç ve yiğitlik sembolü olduğuna işaret eden birçok sanat eseri, Orta ve İç Asya’daki kazılarda ele geçirilmiştir. Kaplan postu, Budist devirlerde de Budizm’in gücünü ve dolayısıyla hükümdarların kudretini ifade etmiştir. Aslan gibi kaplan da taht sembolü olmuştur. İslamiyet’ten sonra da kaplanla ilgili semboller büyük oranda anlamlarını devam ettirmiştir.

 

Ayı: Çinliler için güç ve cesaretin sembolü olmuştur. Türk mitolojisinde önemli bir figür olmasına rağmen hiçbir zaman kartal, at veya kurt kadar ağırlık kazanmayan bu sembol genellikle orman kültüründe yaşayan Türklerde görülmektedir. Başkurtlar onu ata saymıştır. Ayı tipi elbiseler şamanlar tarafından kullanılmış, onun farklı kısımlarından alınan kemiklerde şaman elbiselerine dikilmek suretiyle şamanın göğe seyahatinde yardımcı ruh olarak işlev gördüğüne inanılmıştır. Ayı, Türk destanlarında aptal ve kötü hayvan olarak nitelenmiştir. Bu sembol İslamiyet’ten sonra anlamında bazı değişikliklerle kaba kuvvetin ve kötü insanın simgesi haline gelmiştir.

B-Vahşi ve Evcil Hayvanlar

 

At: Türklerin hayvanlarla ilgili inançlarını, yaşadıkları göçebe bozkır hayatı ve kültürü şekillendirmiştir. Bu hayatın temel unsurunun at olması, ona Türklerin önem vermesini sağlamıştır. Şamanist gelenekte at, şamanın gökyüzüne çıkacağı bineği ve kurban hayvanı olarak önem kazanmıştır. Gök Tanrı’nın sembolü de olan at, Altay Türklerinde Gök Tanrı’ya sunulan en değerli kurban olmuştur. Şamanın göğe çıkmasına imkân veren at kanatlı olarak düşünülmüştür. İslamiyet’ten önce kurgan denilen Türk mezarlarında öteki dünyada ölüye hizmet etmek üzere gömülmüş at kadavralarına rastlanmıştır. Türklerle ilgili birçok efsane, destan ve hikâyede at sahibinin yakın arkadaşı, zafer ortağı, en değerli varlığı sayılmıştır. Savaştaki yararları sebebiyle kuvvet ve kudretin simgesi olmuş, at sürüleri zenginliğin belirtisi olarak görülmüştür. Budist dönemde de atların mitolojik özellikleri devam etmiş, beyaz at ise anlamını yitirerek Buda’nın sembolü haline gelmiştir. Türk Hayvan Takviminde at (yont), yıl sembolü de olmuştur.

 

İslamiyet’ten sonra kendisine yeni özellikler eklenen at, Türkler için önemini her zaman koruyan bir hayvan olmuştur. Ayrıca at, uzun ömür, mutluluk, refah, doğruluk, şöhret, iyilik ve soyun devamlılığının sembolü olmuştur.

 

Geyik: Türklerde kullanılan en erken sembollerden biri olan geyik, şaman törenlerinde biçimine girilen hayvan ata veya ruh olarak karşımıza çıkmaktadır. Şaman elbisesinde veya davulu üzerinde simgesel olarak kullanılmıştır. Göktürklerde avlanarak kurban edilen geyik aynı zamanda hükümdarlığın sembolü olmuştur. Budist mitolojide ak geyik Buda’nın sembolü olmuştur. Geyiğin birçok anlamı İslamiyet’ten sonra da devam etmiştir. Bolluk ve bereketin sembolü olan bu hayvan kimi zaman yol gösterici kimi zaman mübarek bir binek kabul edilmiştir.

 

Balık: Eski Suriye’de kutsal hayvan olarak görülen balık, tanrı Dagon’un tasviri olmuştur. Çinliler için bereket, Hıristiyanlar için İsa-Mesih’in sembolüdür. Budist mitolojisinde bazı tanrılar balık üzerinde tasvir edilmiştir. Özellikle göl ve nehir kıyılarında yaşayan Türklerde bereket, refah ve bolluğun simgesi olmuştur. Altay yaratılış efsanesinde balık, dünyayı taşıyan bir varlık olarak sembolize edilmektedir. Balıkla ilgili çeşitli inanışlar İslamiyet’ten sonra da devam etmiş ve bu hayvan burç sembolü olarak kullanılmıştır.

Boğa (Öküz, İnek): Boğa, vahşi gücün ve tenasül gücünün sembolüdür. Yunanistan, Hindistan ve İran’da ise ineğe saygı gösterilmiştir. Hint mitolojisinde tanrılarla ilgili bir sembol kabul edilmiş, İran mitolojisinde ise iyi ve kötü yönleriyle öne çıkmıştır. Eski Türklerde boğa veya öküz destanlarda önemli bir yer edinmiş ve Alplik sembolü olmuştur. Kuvvet ve kudretin simgesi olarak hükümdarlığı temsil etmiştir. Hint mitolojisinin etkisiyle Türklerde dünyayı taşıyan hayvanlar arasında kabul edilmiştir. Dede Korkut hikâyelerinde boğa güç, kuvvet ve yiğitlik sembolü olmuştur. Burç sembolü olan boğa, aynı zamanda Türk hayvan takviminde yıl sembolüdür.

 

Deve: Türk mitolojisinde Alplik sembolü olan diğer bir hayvan devedir. Özellikle buğra denen erkek develer kahramanlar tarafından töz olarak kabul edilmiştir. Dede Korkut hikâyelerinde kahramanın kuvvet gösterisi için yendiği develer, kuvvetin sembolü olmuştur. Günümüzde yapılan deve güreşleri bunun göstergesidir.


 

Fil: Türkler Budizm’in etkisiyle bu sembolü kullanmaya başlamıştır. Hindistan’da birçok tanrının bineğidir. Beyaz fil Buda’nın sembolüdür. Hükümdarlığın ihtişamını ve yiğitliği temsil etmektedir. İslamiyet’ten sonra güç, kuvvet, hükümdarlık ve hâkimiyetin sembolü olmaya devam etmiştir.

 

Horoz ve Tavuk: Birçok kültürde horoz, güneşin ve gururun sembolü olarak algılanmış, onun ötüşüyle güneşin doğuşu arasında ilişki kurulmuştur. İran mitolojisinde mitra inancına bağlı olarak yeniden dirilişin ve ışığın habercisi olan horoz, Zerdüştilikte ateşi ve güneşi temsil eder. Yahudilik’te günahlardan kurtulmanın aracı olarak kefaret ayinlerinde kullanılır. Hıristiyanlar onu, İsa-Mesih’in sembolü kabul ederler. Türklerde horozla ilgili inançlarda şamanizmin etkisi bulunmaktadır. Horoz, kötü ruhları kovan ve koruyucu olan bir hayvan olarak algılanır. Genel olarak altın tavuk (ya da horoz) hükümdar ailesini, gümüş tavuk ise hükümdar ailesinden olmayan soylu kişileri temsil etmiştir. Aynı zamanda horoz barışı simgelemektedir. Tavuk, Türk Hayvan Takviminde yıl sembollerinden birisidir.

 

Türk kültüründe, özellikle Bektaşi ve Alevi zümrelerde, horozla ilgili inanışların yaygınlığı, bu inanışların bir geleneğin devamı olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Kaplumbağa: Eski Çin ve Hint inanışlarından Türklere geçen bu sembol uzun ömür, refah, barış ve mutluluğun sembolü olarak görülmüştür. Göktürk döneminde hanedan sembolü olmuştur. Fakat şansızlık, sıkıntı ve zorluğu da temsil ettiğine de inanılmıştır.

 

Koyun, Koç ve Keçi: Koyun ve özellikle beyaz koç eski Türklerde Gök Tanrı’ya sunulan kurbandır. Güç, kuvvet ve Alpliğin sembolü olan koç, kimi zaman hanedan arması olmuştur. Taoizm’de ölümsüzlüğü temsil eden keçi, Budizm’de tanrılarla ilgili olduğu düşünülmüştür. Ayrıca Koyun, Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembollerinden biridir. İslamiyet’ten sonra koyun sakinliği, huzur, barış, bolluk ve bereketi temsil ederken, koç gücü, hâkimiyeti kuvveti ve yiğitliği temsil etmiştir. Hz. İsmail’in kurban olarak Allah’a adanması ile koç, kurban ve ölümü de temsil eden bir anlam kazanmıştır.

 

Yırtıcı Olmayan Kuşlar: Genellikle kuşlar ruh sembolü olarak görülmüştür. Cenneti de temsil eden bu hayvanlar, şamanın biçimine girdiği ve onu koruduğu düşünülmüştür. Kuğu, kaz, ördek, sülün, saksağan, turna, karga, ördek, tavus, güvercin ve bıldırcını bu grupta sayabiliriz. Bunlardan bıldırcın, yiğitliği, sülün güzellik ve iyi şansı, saksağan iyi haberi, turna ölümsüzlüğü zenginliği ve uzun hayatı, altın veya kırmızı karga güneşin, kara karga şeytanın ve kötülüğün, ördek (Budist dönemde) mutluluk ve refahın, tavus güzellik, itibar ve şerefi, güvercin uzun hayatı, kaz erkeklik, evlilik ve başarının sembolü olmuştur. Kaz ve kuğu gibi kuşlar Türklerde ayrıca kut ve beyliği temsil etmiştir. Bahsi geçen kuşlar eski Hint ve Budist mitolojisinde önemli bir yer tutmakta bu da Budist Türklerin inançlarını etkilemiştir. İslamiyet’ten sonra da kuşlarla ilgili bu anlamlandırmalar tanrılarla ilgili olanlar dışında devam etmiştir.

 

Köpek: Budizm’in yeniden doğuş inancına göre günahkâr insanların üçüncü kez doğduklarında gövdesini aldıkları hayvanlardan birisidir. Eski Hint mitolojisinde ölüler diyarının muhafızı ve talihsizliğin sembolüdür. Türklerde köpek sembolü kurt veya kartal gibi ulusal bir sembol olmamıştır. Şaman ayinlerinde güçlü şamanlar kurt, kartal gibi hayvanların biçimine girerken zayıf şamanlar köpek şekline giriyordu. Köpek yer altına inerken kullanılıyor ve bu olumsuz anlamı sebebiyle cenaze merasimlerinde kurban edilen bu hayvan ölümü temsil ediyordu. Çin ve Moğol kültürlerinin etkisiyle köpekten türeme Türklerde de görülmüştür. Genelde olumsuz anlamlarına rağmen köpek, İslamiyet’ten sonra avcılığa verilen önem sebebiyle dostluk, sadakat ve sabır gibi olumlu anlamlar yüklenmiştir.

 

Domuz: Türkler başlangıçtan beri domuz yemiyor ve geleneklerinde de bu hayvan iyi bir yer tutmuyordu. Domuz kötü ruhları çağrıştıran bir hayvan olarak sembolize edilmiş ve İslamiyet’ten sonra da bu devam etmiştir.

 

Maymun: Hint mitolojisinin ve kültürünün malı olan maymun, Türk inançlarında yaygın bir şekilde yer almamaktadır. Budist olan Türklerde görülmektedir. Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembolüdür. İslamiyet’ten sonra maymunun sembolik anlamları genel olarak kaybolmuş ve olumsuz özellikleriyle öne çıkmıştır.

Tavşan: Budist mitolojide Buda ve tanrılarla ilişkili bir hayvan kabul edilir. Türklerde fazla yer tutmayan sembollerden birisi de tavşandır. Erken dönem Türk mitolojisinde beyaz tavşan gök unsurlarına, siyah tavşan yer unsurlarına ait olmuştur. Altaylar ve Yakutlarda duvar ve sarıklara başka hayvanların yanı sıra tavşan derileri asılmakta ve bir töz kabul edilmektedir. Şamanın yardımcı ruhlarından birisi de tavşandır. Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembolüdür. Göktürklerde av hayvanı olması sebebiyle uğurlu sayılmış ve bolluğun simgesi olmuştur. İslamiyet’ten sonra Türk inanışlarında bolluk, kurnazlık ve iyi şansın sembolü olmuştur. Alevi Türkler arasında ise uğursuz kabul edilmektedir.

 

Tilki: Japon Şintoizm’inde halkın sevdiği bir ilahtır. Çin’de iyi şansın, uzun ömrün ve kurnazlığın sembolüdür. Altaylılar ve Yakutların tözleri arasında yer alır. Türklerde hilekâr ve kurnaz özellikleriyle öne çıkmaktadır. Şaman başlığında tilki postu yer almaktadır. İslamiyet’ten sonra Türk kültüründe korkaklık, kurnazlık ve yalnızlık özellikleriyle öne çıkmıştır.

 

Yılan: Eski Mısır ve Hint mitolojisinde kutsal ve tanrısal özellikleriyle öne çıkan yılan Yunan, Roma ve Hıristiyan topluluklarında önemli bir yere sahiptir. Budizm’de Buda’nın suretine büründüğü hayvanlardan birisidir. Türk Şamanizm’inde yer altı tanrısı Erlik ile ilgili bir semboldür. Bazı şamanlar yılan biçimine girerek onun hareketlerini taklit etmiştir. Türklerde genellikle olumsuz anlamlar içeren bu sembol diğer kültürlerin etkisiyle kimi zaman olumlu anlamlarda kullanılan bir sembol olmuştur. İslamiyet’ten sonra bazı eski Anadolu ve Mezopotamya mitolojilerinin Asya ile birleşen etkileri sebebiyle yılan, kötülüğün sembolü sayılmamıştır. Mısır ve Anadolu mitolojisinde koruyucu özelliği sebebiyle sağlık alanında günümüze dek gelen bir sembol olmuştur. Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembolüdür.

Türk Hayvan Takvimi

 

Bu takvim Türklerde Hun İmparatorluğu döneminden itibaren kullanılmıştır. Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar, Kırgızlar, Türk Bulgarlar gibi, birçok Türk topluluğunda geçerlidir. Özellikle yıl simgesi olan hayvanların yaygın karakteri ve sembolizmine göre o yılı değerlendirmek bir ölçüde mitoloji ile olan bağları göstermektedir. Göktürklerden önce, ay yılına göre, sonra ise güneş yılına göre hesaplanan bu takvimde 12 yıllık devreyi şu hayvanlar oluşturmaktadır. 1.Sıçgan (fare), 2.Ud (öküz veya sığır), 3.Bars (pars, kaplan, aslan) 4.Tabışkan (tavşan), 5. Luu veya nek (ejderha bazen balık), 6.Yılan, 7.Yunt/Yont (at), 8.Koy/Kon (koyun ve koç), 9.Biçin (maymun), 10.Takagu/Takıgu (tavuk ve horoz), 11.Köpek, 12.Tonguz (domuz). Bir yıl 365 gün, 5 saat, 50 dk ve 47 saniyedir. Takvim 12 aydan oluşmaktadır.

II- Türklerde  Hayvan  Motiflerinin  Oluşumunda  Etkili  Olan

Dinler

 

Yüzyıllar boyu belli bir kültüre sahip olmuş ve onun içinde yoğrulmuş sonra bir takım sebeplerle başka bir dine veya kültüre geçmiş insan topluluklarının, bu geçiş sırasında ve hatta çok uzun zaman sonra bile eski kültürleri ile ilgilerini tamamen kesmedikleri, ona ait bazı unsurları olduğu gibi, bazılarını da yeni kültürün kalıplarına uydurarak muhafaza ettikleri bilinmektedir.

 

Türklerde hayvanlarla ilgili inanç motifleri, vaktiyle Orta Asya’dan, Anadolu’ya intikal eden Türk nüfusu arasında varlığını koruyabilmiş ve bazı durumlarda yeni inançlara uydurulmuş motifler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu motiflerin tasnifi bizi Budizm, Manihaizm, Zerdüştilik, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi vaktiyle Türklerin mensup oldukları çeşitli dinlere götürmektedir. Türklerden söz konusu dinleri kabul edenler olmuş fakat bu hiçbir zaman genele şamil olmamıştır. Çünkü Türkler, İslam dışında temasa geçtikleri dinlerin hiçbirisini, kendi inanç ve kültürleriyle bağdaştıramamıştır.

 

Yaşadıkları geniş coğrafi sahanın bir gereği olarak Türkler, bir yandan doğuda budist Çin kültürünün etkisine girerken, bir yandan da batıda Zerdüşti İran’ın inançlarıyla haşır neşir olmuşlar, nihayet Maniheizm ve Mazdeizm’i de tanımışlardır. Değişik coğrafya ve iklimlerin kültürlerin mahsulleri olan bu dinler bazen aynı Türk toplumunda birbirlerine halef olurken, bazen da yan yana var olmuşlardır. Böyle durumlarda karşılıklı etkilenmeler ve tedâhüller vukû bulmuş, zikredilen bu dinler bu suretle Türklere mahsus birer biçim almışlardır. Anadolu’ya yerleştikten sonra Türkler, putperestlik ve Hıristiyanlığın etkisinde oluşan yeni bir kültürle temasa geçmişler, çeşitli vesile ve vasıtalarla az da olsa bununla karşılıklı alış verişte bulunmuşlardır. Nihayet bunların yerini, daha önce hiçbir dinin yapamadığı bir biçimde çok geniş kitlelere yayılarak İslâmiyet almıştır. İşte bu uzun macera sebebiyle inceleme konusu yaptığımız Türklerde hayvan sembolizmi bütün bu inançlardan etkilenmiş, çok çeşitli ve âdeta bu uzun dini macerayı belgeleyen motifler haline gelmiştir.

 

A-Geleneksel Türk Dini

 

Türkler, tarihlerinin bilebildiğimiz en uzak devirlerden beri yaşadıkları, içtimai ve iktisadi şartların belirlediği, kendilerine mahsus bir din ortaya koymuşlardır. Şamanizm, animizm ve totemizme ait bazı özellikleri de içinde barındıran bu sistem, nihayet Gök Tanrı kültü ile ulaşabileceği en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Ancak, bunlar yalnız başına bir din olarak algılanmamış; geleneklerde, dini inanışlar içinde, bazı teknikler şeklinde varlığını sürdürmüştür. Geleneksel Türk Dini olarak adlandırdığımız bu din Türklerin yaşattığı inanç, ibadet ve geleneklerinin tümünü içine almaktadır.

 

B-Uzak Doğu Dinleri

 

Budizm: Ana vatanı Hindistan olan Budizm, Türkleri etkileyen dinlerden birisi olmuştur. Doğu Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar arasında yayılmıştır. Türkler arasında Budizm’in Mahayana ve Lamaizm kolları yayılmıştır.

 

Budist mitolojisi Türklerin hayvanlarla ilgili inançlarına tesir etmiştir. Özellikle fil sembolünün anlamlandırılmasında budizmin etkisi büyüktür. Beyaz fil Buda’nın sembolüdür. Boğa budanın sesinin güçlülüğünü temsil etmiştir.

Taoizm ve Konfüçyanizm: Tarihin her devrinde Çinliler ile çok yakın münasebetlerde bulunan Türklerin Taoizm’i ve Konfüçyanizm’i tanımamış olmaları pek de mümkün gözükmemektedir. Bu dinler Türkler arasında kısmi etkisi olmuş ve genelde hiçbir Türk zümresinin dini olmamıştır.

C-İran Dinleri

 

Zerdüştilik ve Mazdeizm: Çin ve Hindistan ile olduğu gibi Orta Asya’nın İran ile de ilişkileri çok eski dönemlere dayanmaktadır. Bu çerçevede Zerdüştilik, mazdeizm ve manihezim gibi İran dinlerinin mensupları Orta Asya’ya gitmiş ve buralarda söz konusu dinler yayılmıştır. Mazdeizm batı Göktürklerde görülmüştür. Gerek Zerdüştilik gerekse Mazdeizm Türkler arasında geniş bir taraftar kitlesi elde edememiştir.

 

Zerdüştiliğin en önemli sembolü olan horoz ve cennet kuşu, ateş ve güneşin sembolü olarak kabul edilmektedir. Bu semboller Türkleri etkilemiştir.

 

Maniheizm: Tarihi kaynaklar Maniheizm’in Türkler arasında Uygurlardan önce de etkili olduğunu göstermektedir. Uygur hükümdarı Böğü Kağan (759–779) döneminde (763) maniheizm resmi din olmuştur. Türkler Maniheizm ve eski Türk inanç ve gelenekleri ile bu yeni din arasında bir sentez oluşturmuşlardır.

D-Evrensel Dinler

 

Yahudilik: Türkler arasında Yahudiliği kabul edenler Hazarlar olmuştur. Yahudiliğin Karaim koluna bağlı bu Türkler, 4–5 bin civarında bir nüfusa sahiptir. kendilerine has değerleri de yaşatmaya devam etmektedirler.

 

Hıristiyanlık: Türklerin Hıristiyanlıkla temasının tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bununla ilgili bir tarih vermek güçse de Hıristiyanlığın Orta Asya’daki varlığı IV. yüzyıldan önceye gitmediği düşünülmektedir. Türkler, genelde Doğu Kiliseleri ile karşılaşılmış ve başarılı çalışmaları Nesturi Hıristiyanlar yapmıştır.

Hıristiyanlığı kabul eden Türk boyları milli benliklerini kaybetmiştir. Bulgarlar, Kumanlar, Kıpçaklar, Uzlar bunun örnekleridir. Milli benliklerini kaybetmeden günümüze ulaşabilenler Gagauzlar ve Çuvaşlar’dır. Gagauzlar, 250– 300 bin civarında bir nüfusa sahiptir. Mevcut Hıristiyanlıktan farklı bir din anlayışına sahiptirler. Onlar, eski Türk kültürünü devam ettirmekte ve bu kültürü Hıristiyanlığa hâkim kılmaktadırlar. Çuvaşlar, Rus Ortodoks misyonerleri tarafından Hıristiyanlaştırılmışlardır. Fakat onlar da Gagavuzlar gibi, Türk kültürüne ait bazı unsurları yaşatmaya devam etmektedirler.

 

Hıristiyanlıkta balık, İsa-Mesih’i, Phoenix, ölümsüzlüğün ve yeniden dirilmeyi, Kartal, göğe yükselmeyi ve bazı azizleri temsil etmektedir.

 

İslamiyet: Türkler, belli bir dönemden itibaren geleneksel dinlerinden yavaş yavaş koparak, evrensel dinlere ve özellikle de İslamiyet’e tabi olmaya başlamıştır. Bundan sonra Türklerin geleneksel inançlarında yer alan birçok sembol, İslam’ın motifleriyle kaynaşmış ve hayatiyetlerini devam ettirmiştir.

 

 

Dr. Resul ÇATALBAŞ

 

 

 

Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak