30 Ağustos 2022 Salı

DÎNİ SÖZLÜK “B”

 BEDR GAZVESİ:

 

Peygamber efendimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaş. Bu muhârebede müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Bedr muhârebesinde düşmana nisbetle daha az ve zayıf olduğunuz hâlde, Allahü teâlâ size yardım etti, kesin zafer verdi. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız. (Âl-i İmrân

 

sûresi: 123)

 

Bedr harbinde Eshâb-ı kirâm güç durumda kaldıkları sırada sevgili Peygamberimiz; "Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!"diye duâ ettiğinde, Enfâl sûresinin 9. âyet-i kerîmesi nâzil olup (inip), meleklerin müslümanlara yardım için gönderildikleri şöyle bildirilmiştir: "O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile (meleklerle) imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. (İbni Abbâs, Taberî, Kurtubî)

 

Cebrâil(aleyhisselâm) bana gelip dedi ki: "Bedr Gazvesi'nde bulunanları nasıl sayarsınız?" Ben; "Onlar ümmetimin en hayırlıları (üstünleri)" dedim. Cebrâil (aleyhisselâm); "Meleklerden (o muhârebede) hazır bulunanlar da bizim yanımızda aynen böyle olup, meleklerin en hayırlılarıdır" dedi.(Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Bedr Gazvesi'nde her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kâfirin kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk. (Sehl radıyallahü anh)

 

BEHÂÎLİK:

 

Müslüman görünüp İslâmiyet'i içerden yıkmak için çalışan El-Bâb Ali Muhammed ismindeki bir acemin talebesi olan Behâullah'ın, kurduğu bozuk yol.

 

Behâîlere göre namaz, Hayfa'ya karşı durup, Allah'ı düşünmektir. Namaz ferdî olup duâdan ibârettir. Oruç, 2 Mart-21 Mart arası on dokuz gün tutulur. 21 Mart günü Oruç bayramı olup, Behâî yılının ilk günüdür. Hacları, El-Bâb Ali Muhammed'in Şirâz'daki evini veya Behâullah'ın Bağdâd'daki evini gidip görmektir. On dokuz sayısını kutsal sayan Behâîleri umûmî adâlet evi dedikleri, yüksek meclislerine seçilen on dokuz kişi idâre eder. Her Behâî, senelik kazancının beşte birini bu hey'ete vermeye mecbur tutulur. (Muhammed Ebû Zühre)

 

BEKÂ:

 

1. Allahü teâlânın sıfatlarından. Allahü teâlânın varlığının sonsuz olması, hiç yok olmaması.

 

2. Bekâ-billah.

 

Fenâ ve bekâdan ilk bahs eden Ebû Saîd Harrâz'dır. (Molla Câmî)

 

Bekâ-Billah:

 

Dâimâ Allahü teâlâyı anma ve hatırlama hâli üzere olma. Hakîkî kulluk derecesi. Fenâ fillah'tan sonraki makam.

 

Hakk'ul-yakîn bilgisi (hakîkate kavuşmak) bekâ-billah makâmında hâsıl olur. (Ahmed Fârûkî)

 

Bekâ-billaha kavuşmadan önce huzûrun, yâni her an Allahü teâlâ ile olma hâlinin devam


etmesi mümkün değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Tasavvufta fenâ ve bekâ'dan ilk bahs eden Ebû Saîd-i Harrâz'dır. (Molla Câmî)

 

BEKARA (Bakara) SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin ikinci ve en uzun sûresi.

 

Bekara sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). İki yüz seksen altı âyettir. İçerisinde Allahü teâlânın varlığını, kudretini, büyüklüğünü, peygamberlere itâatin lâzım olduğunu gösteren bekara (sığır) kesme hâdisesi bildirildiği için bu sûreye Bekara sûresi ismi verilmiştir. Bekara kelimesi, sûrenin altmış yedi, altmış sekiz, altmış dokuz ve yetmiş birinci âyet-i kerîmelerinde geçmektedir. Sûre ayrıca, binlerce meseleleri, hakîkatleri ihtivâ etmektedir. (Muhammed bin Hamza ve Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, İbn-i Abbâs)

 

Bekara sûresinde buyruldu ki:

 

Kulumuza gönderdiğimiz Kur'ân-ı kerîmde şüphe ediyorsanız, siz de ona benzer bir sûre söyleyiniz! Bunu yapabilmek için güvendiklerinizden yardım isteyiniz. Buna benzer bir sûre söyleyemezsiniz. (Âyet: 23)

 

Bekara sûresi okunan evden şeytan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

BEKTÂŞÎLİK:

 

Evliyânın büyüklerinden Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

 

Bektâşîlik; Hacı Bektâş-ı Velî, Lokman-ı Horasânî, Hâce Ahmed Yesevî, Yûsuf-i Hemedânî ve Ebû Alî Fârmedî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî vâsıtası ile Bâyezîd-i Bistâmî'ye, ondan Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine ulaşır. Bektâşîler, Resûlullah efendimizi ve Ehl-i beytini çok sever ve birbirlerini kardeş bilirlerdi. (A. Rıfkı Efendi)

 

Müslümanları aldatmak için kendilerine kıymetli bir isim takan yalancılardan biri de, Bektâşî tarîkatı adı altında toplanan hurûfîlerdir. Hakîkî Bektâşîlik, bir kaç asırdan sonra bütün tekkeleriyle berâber sapık hurûfîlerin eline geçerek bozulmuştur... (Tokatlı İshak Efendi)

 

BELÂ:

 

Allahü teâlânın insanları imtihan etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet, âfet.


 

Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihân) ettiğim vakit sabreder şikâyette bulunmazsa, ona etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. olarak iyileşir. Onu öldürürsem rahmetime yâni Cennet'ime gider.


ve ziyâretçilerine beni İyileştiği vakit günahsız (Hadîs-i kudsî-Muvattâ)


 

Şüphe edilen altını, ateşle muâyene ettikleri gibi, Allahü teâlâ insanları, dertle, belâ ile imtihan eder. Bâzısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bâzısı da bozuk olarak çıkar. (Hadîs-i şerîf-Kimyâ-ı Seâdet)

 

Mü'mine; dert, belâ, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu günâhlarına keffâret (bedel) eyler. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Peygamberler (aleyhimüsselâm) hep dert ve belâ içinde yaşadı. Hattâ "Belâlar, mihnetler (sıkıntılar) en çok peygamberlere, sonra evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir" buyruldu. (Ahmed Fârûkî)

 

Dert ve belâ gelince Allahü teâlâya sığınmalı , âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat, selâmet ve âfiyet istiyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)

 

Birinize dert ve belâ gelince Yûnus Peygamberin duâsını  okusun. Allahü teâlâ onu


muhakkak kurtarır. Duâ şudur: "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn." (Senâullah Dehlevî)

 

Bir kimse sıkıntı ve belâya uğrarsa; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil'azîm" desin. (Ca'fer-i Sâdık)

 

Kazâ gelmez Hak yazmasa

 

Belâ gelmez Kul azmasa

 

(Atasözü)

 

BELÂGAT:

 

1. Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesi.

 

Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâza (az sözle çok mânâ ifâde etme özelliğine) sâhip bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiç bir dile hakkıyla çevrilemez. (H. Hüsnü Erdem)

 

Kur'ân-ı kerîmin aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat meâl (geniş açıklamalı) olarak tercümesi mümkündür. (H. Hüsnü Erdem)

 

2.Sözün düzgün, kusursuz ve yerinde söylenmesini öğreten edebî ilmin adı.

 

BELÂDET:

 

İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramama; ahmaklık.

 

BELED SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin doksanıncı sûresi.

 

Beled sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yirmi âyettir. Şehir mânâsına olan beled'e yemin ile başladığı için bu ismi almıştır. Bahsedilen şehir, Mekke-i mükerremedir. Sûrede, insanın yaratılışından, tabîatından, kendi kuvveti ile gururlanmasından bahsedilmekte, Allahü teâlânın insanlara ihsân ettiği nîmetlerden, sıkıntı ve darlıkta olanlara yardım etmenin üstünlüğünden, seâdet ehli ile böyle olmayanlardan bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)

 

BELKIS:

 

Süleymân aleyhisselâm zamânında Yemen'de Sebe' şehrinde hüküm süren Himyerîlerden bir kadın sultan.

 

Süleymân aleyhisselâm babası Dâvûd aleyhisselâmın yerine geçti. Sultan ve sonra peygamber oldu. Mescid-i Aksâyı yaptı. Yedi senede tamamladı. Sonra hükümet sarayını yaptı. Bundan sonra Belkıs'ı Filistin'e çağırdı. Belkıs geldi. Görüştüler ve Belkıs îmân etti. Süleymân aleyhisselâm Belkıs ile evlendi. Belkıs'ın Süleymân aleyhisselâm ile mektuplaşması ve Kudüs'e gelmesi Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresinde uzun bildirilmektedir. (M. Sıddık bin Saîd)

 

BELVÂ-YI ÂM:

 

Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan zorluk.

 

BENÎ ÂDEM (Âdemoğlu):

 

İnsanoğlu.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Ey Benî Âdem! Yiyin, için, isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez. (A'râf sûresi: 31)

 

(Ey Benî Âdem!) Şeytana itâat etmeyin, o size ap-açık bir düşmandır diye size Kur'ân-ı kerîmde bildirmedim mi? (Yâsîn sûresi: 60)


Allah katında Benî Âdem'den daha şerefli bir varlık yoktur. (Hadîs-i şerîf-Şa'bul-Îmân)

 

Ey Benî Âdem! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan; yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek sonsuz yaşattığındır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i

 

Müslim)

 

Mağrûr olma Benî Âdem!

 

Ölmemeğe çâren mi var?

Yakası yok ak gömleği,

 

Giymemeğe çâren mi var?

 

(Yûnus Emre)

 

BENÎ HÂŞİM (Hâşimoğulları):

 

Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelenler.


 

Allahü teâlâ, İsmâil (aleyhisselâm) sülâlesinden, Kureyş adlı zâtı beğenip, Onlardan da, beni beğenip seçti.(Hadîs-i


evlâdından Kinâne ismindeki kimseyi ve onun  seçti. Kureyş evlâdından da, Benî Hâşim'i seçti. şerîf-İmâm-ı Müslim)


 

...Ey Benî Hâşim! Nefslerinizi ateşten (Cehennem'den) koruyunuz. Ey kızım Fâtıma, nefsini ateşten kurtar. Çünkü sizleri kurtarmak için Allahü teâlânın sizinle ilgili irâdesini önleyecek hiçbir şeye sâhib değilim. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)

 

Kureyş kabîlesi; Hâşimî, Emevî, Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzûm, Adiy, Cumah ve Sehm adında on kola ayrılmıştı. Zemzem dağıtmak ve Kâbe'yi tâmir ve tezyîn (süsleme) işi, Benî Hâşim'e verilmişti... (Muhammed Nişancı)

 

BENÎ İSRÂİL (İsrâiloğulları):

 

Ya'kûb aleyhisselâmın, on iki oğlundan gelen evladı ve torunları. Ya'kûb aleyhisselâmın diğer adı İsrâîl olduğu için, soyundan gelenler bu isimle anılmışlardır.

 

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Îsâ bin Meryem de bir zamanlar şöyle demişti: "Ey Benî İsrâil! Ben size Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Benden evvel(gönderilmiş olan) Tevrât'ın tasdîkçisi, benden sonra gelecek bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, ki o peygamberin ismi Ahmed'dir(Muhammed'dir). (Saf sûresi: 6)

 

Benî İsrâil yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur... (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizi-Milel-Nihâl Tercümesi)

 

Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil'in peygamberleri gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Benî İsrâil Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da çoğaldı. Fakat burada zulüm ve hakâret gördüler. Bu durum Mûsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Mûsâ aleyhisselâm onları Mısır'dan alıp Şeria vâdisinin doğusundaki bölgeye yerleştirdi. Zamanla hazret-i Mûsâ'nın dînine uyanlar azaldı. Hazret -i Îsâ gelince, Mûsâ aleyhisselâma verilen Tevrat'ın hükmünü kaldırdı. Benî İsrâile, hazret-i Îsâ'nın dînine uymak lâzım oldu. Fakat onlar, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrat'a uymakta inad ettiler. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm son peygamber olarak gelince de Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükmü kalktı. Herkesin İslâmiyete uyması lâzım oldu. Fakat Benî İsrâil Peygamber efendimizi kıskandıklarından O'nun peygamberliğine ve İslâmiyete inanmadılar. (Harputlu İshak Efendi, Nişancızâde, Rahmetullah Efendi)

 

BENCİLLİK:

 

Kendini beğenmek, kendini büyük görmek, enâniyet.


BENÛL-AHYÂF:

 

İslâm mîrâs hukûkunda Eshâb-ı ferâiz adı verilen (Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde hisselerini, paylarını bildirdiği) kimselerden ana bir erkek ve kız kardeşler.

 

Benûl-Ahyâf tek kişi olduğunda hissesi mîrâsın altıda biridir. Birden fazla oldukları zaman mîrâsın üçte birini alıp aralarında paylaşırlar. Erkek ve kadın aynı miktârda alır. Ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu, yâhut babası, dedesi varsa, Benûl-Ahyâf mîrâs alamaz. (Abdürreşîd Secâvendî)

 

BENÛL-ALLÂT:

 

İslâm mîrâs hukûkunda baba bir, ana ayrı kardeşler.

 

Benül-a'yân (ana-baba bir erkek ve kız kardeşler) ve Benûl-allât; oğul, oğlun oğlu, baba, dededen biri bulunduğu zaman vâris, mîrasçı olamazlar. (Secâvendî)

 

BENÛL-A'YÂN:

 

İslâm mîrâs hukûkunda; ölenin aynı ana ve babadan olan erkek ve kız kardeşlerinden her biri.

 

Benül-A'yân; oğul, oğlun oğlu, baba ve dededen biri bulunduğu zaman vâris olamaz. (Abdürreşîd Secâvendî)

 

BERÂÂT SATIŞI:

 

Zekât toplayan âmillerin (memurların), köylüden alacakları zekât ve uşrun cins ve miktârını gösteren ve berâât adı verilen senedlerin satışı.

 

Berâât satışı câiz değildir. Zîrâ verilen senetlerdeki yazılı mal mevcûd değildir. (İbn-i Âbidîn).

 

BERÂE SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Tevbe sûresi de denir.

 

BERÂET (Berât):

 

1. Temize çıkarmak. Bir şahsın, hakkında iddia edilen suçtan uzak olduğunun veyâ işlediği söylenilen suçun gerçekte suç olmadığının anlaşılması.

 

Allahü teâlâ dört kimseyi dört şeyle töhmetten (iftiradan) berât ettirmiştir. Yusuf aleyhisselâmı şâhitle, Mûsâ aleyhisselâmı elbisesini taşıyan taşla, hazret-i Meryem'i çocuğunu konuşturmakla, hazret-i Âişe'yi Nur sûresi 26. âyet-i kerîmesiyle berât ettirmiştir. Hazret-i Âişe'nin berâeti için birçok âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Muhammed bin Hamza)

 

2. Kurtuluş vesîkası.

 

Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ bir gün Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem huzûruna geldi. Peygamber efendimiz ona çok iltifat ederek; "Kıyâmet günü herkesin berâeti, her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah'ın berâeti ise dünyâda verilmiştir"buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Tezkiye-i Ehl-i Beyt)

 

Âhirette pek çok kimse, hesâba çekilmeden Cennet'e girerler. Onlar için mîzân (terâzi) kurulmaz. Onlara verilen sayfalar üzerine; "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah. Bu filânın oğlu filânın Cennet'e girmesinin ve Cehennem'den kurtulmasının berâetidir" yazılır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Berâet-i Zimmet:

 

Aksine bir delil bulunmadığı müddetçe şahsın suçsuz ve borçsuz olması.

 

Berâet -i zimmet asıldır. Meselâ bir kimse başka bir kişi üzerinde şu kadar alacağım vardır diye iddiâ etse, borçlu olduğu iddiâ edilen kimse borcunu inkâr etse ve borcu olmadığına dâir


yemin etse onun sözüne bakılır. Çünkü her şahıs zimmetten yâni borcdan ârî (uzak) olarak yaratılmış olduğu için, Berâet-i zimmet asıldır. (İbni Nüceym-i Mısrî)

 

BERÂT GECESİ:

 

Şâban ayının on beşinci gecesi.

 

Berât gecesini büyük nîmet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şâban'ın on beşinci gecesidir. Kadr gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibâdet yapınız. Yoksa kıyâmet günü pişmân olursunuz! (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)

 

Berât gecesinde çok duâ etmeli, kötü sondan, îmânsız ölmekten Allahü teâlâya sığınmalı, Cehennem ateşinden kurtuluş berâtı, bereket, rahmet, mağfiret ve âfiyet dilemelidir. (Muhammed Rebhâmî)

 

BEREKÂT:

 

Bereketler, hayırlar, iyilikler, bolluklar. Bereket'in çokluk şekli.

 

BEREKET:

 

1. Allahü teâlânın bol nîmet vermesi.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Böylece İbrâhim'i ve (kardeşi oğlu) Lût'u (Irak'daki Nemrûd'dan) kurtarıp, içinde âlemlere (ağaçlar, tatlı meyveler, ırmaklar vb. şeylerle veya pek çok peygamber çıkarmak sûretiyle) bereketler verdiğimiz arza (Şam diyârına) çıkardık. (Enbiyâ sûresi: 71)

 

Bir kadın, Resûlullah'a hediye olarak bal göndermişti. Resûlullah efendimiz balı kabûl edip boş kabı geri gönderdi. Kab bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek; "Yâ Resûlallah! Hediyemi niçin kabûl etmediniz. Acaba günahım nedir?" deyince, Resûlullah efendimiz; "Senin hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ı Kâinât)

 

Senenin bereketi, bahârından belli olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Hayır, fayda.

 

Şeytan her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ yemekte bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp tozunu temizleyip yesin. O lokmayı şeytanlara bırakmasın. Çünkü bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Ticârete hiyânet karışınca bereket gider. (Hadîs-i şerîf-Tergîb vet-Terhîb)

 

Bir kimse Allahü teâlâ emr ettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızık ona bereketli olur. (Seâdet-i Ebediyye)

 

Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına vesîle olur. Bereketli olmayan çok mal vardır ki, sâhibinin dünyâda ve âhirette felâketine sebeb olur. O halde malın çok olması değil, bereketli olmasını istemelidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

3. Rahmet.

 

Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytanlar oradan kaçar. (Ebû Hüreyre)

 

Kur'ân-ı kerîm okunan eve bereket iner. Bu zaman yapılan duânın kabûl olması umulur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

Ayasofya Camii / İstanbul

 


Gündelik Hayatımızda Temizlik - 3

 Nalın


Bugün şehirlerde nalın kalmadı, öyle ki nalınla takunyanın farkı da her halde bilinmiyor. Nalın ayakyolu ve hamamda giyilirdi, evlerde ‘hamam’ edilirken de, abdest alınırken de nalın kullanılırdı. Arapça ayakkabı demek olan nal sözcüğünden iki ayakkabı anlamında naleyn’den gelen nalın, yüksekliği, ön ve arka ayakların arasının geniş ve derin oyukluğu, ince işçiliği ve ayakları tutan şeridinin de özenli yapımı ile takunyadan ayrılır. Hamam günlerinde herkesin kendi nalını ile hamama gittiği devirlerde şimşir ve abanozdan yapılmış nalınlar olduğu gibi, zenginlik arttıkça işlemeler de abartılıyordu. Takunya ise kabaydı, ön ve arkası fazla oyulmamıştı. Evin avlusunda, bahçe ve sokakta giyilir, çeşmeye, bakkala giden kızlar kullanırdı. Apartman yaşamı ile önce nalın günlük kullanımdan kalktı. Banyoların önüne plastik terlikler ve hatta bir zaman moda olan ‘tokyo’lar koyuldu. Denize girme yaygınlaştıkça deniz malzemeleri de gelişti ve eczanelerde de satılan bol çeşitli, hatta ortopedik plaj terlikleri banyolarda da kullanılmaya başlandı.




Kâğıt Mendil


Birinci Dünya Savaşı sırasında pamuk kıtlığı nedeniyle yeni, emici bir bandaj üretilmişti. Üretici Kimberly-Clark firması bu ürününe selülozlu pamuk anlamında ‘cellucotton’s adını vermişti. Savaştan sonra geliştirilen ürün kadınlar için havlu olması düşünülerek piyasaya sürüldü ve daha çok gösteri dünyasında makyaj silmek için kullanılır oldu. Kleenex adıyla geliştirilen model, sinema artistleriyle yürütülen reklam kampanyası ile kısa sürede başarıya ulaşarak kadınların çantalarına girdi. Firmaya gelen mektuplarda ise kadınlar kocalarının ‘krem mendilleri’ne burunlarını sildiğinden şikâyet ediyor, erkeklerse erkekler için modellerinin üretilmesini istiyordu. 1921 yılında üretilen, tek tek kâğıt mendil almaya yarayan özel kutuyla ‘kleenex’ tüketimi daha da arttı. Firma 1930 yılında ürünün krem havlusu veya mendil olmasına karar verebilmek için bir anket-kampanya başlattı ve dağıtılan kuponların % 61'inden mendil talebi çıktı. Peçete,, havlu, mendil olarak ürünlerini çeşitlendiren firma 1936’da kırk sekiz çeşit ürün satıyordu. Amerika’da kleenex sözcüğü cins isim olarak dile yerleşti. Türkiye’de de son on yıla kadar Selpak aynı anlamda kullanılıyordu.



Kâğıt Havlu


Kâğıt havlunun piyasaya çıkmasında bir fabrika hatası etken oldu. 1907 yılında Scott kardeşlerin fabrikasında kesilerek tuvalet kâğıdı haline getirilecek olan ana kâğıt bobini hatalı çıkmıştı; kâğıt kalın ve buruşuktu. Kardeşlerden biri bu kâğıdın imha edilmesi yerine kâğıt havlu biçiminde piyasaya verilip denenmesini önerdi, ilk kâğıt havlular otel, lokanta ve halka açık tuvaletlerin bulunduğu yerlerde satıldı. Kâğıt havlu Amerika’da yıllarca evlere girmedi ve fiyatı iyice ucuzladığında, yeni bir ad altında 1931 yılından itibaren evlerde de kullanılmaya başlandı.



Misvak, Diş Fırçası


Eski Mısır’da IO 3000 yıllarından itibaren dişler kalem boyunda dallarla fırçalanırdı. Roma’da çeşitli maddelerden yapılan kürdanlar yaygındı. Afrika’da da birçok kabilede adı dişfırçası ağacı olan Salvadore persica’yla dişlerini fırçalarlar.


Arak denilen ağacın kısa kesilen dallarının uçları liflendirilerek fırça haline getirilmesiyle yapılan misvak ile diş fırçalamak sünnet kabul edilir ve Mısır Çarşısı, şifalı ot satan dükkânlar, Hacı Bayram gibi yerlerde satışı yapılmaktadır. Misvakla diş fırçalamanın on beş faydası sayılmıştır: Evvelki şehadet kelimesinin söylenmesine vesile olmasıdır, diş etlerini pekiştirir, balgamı giderir, safrayı keser, ağız ağrısını giderir, ağız kokusunu giderir, Allah misvak kullanandan razı olur, baş damarlarını kuvvetlendirir, şeytan gamlanır, gözler nıırlanır, hayır ve hasenat çoğalır, sünnet ile amel etmiş olur, ağzı pak olur, fasih’ül-lisan olur, misvaklı kılınan iki rekat namazın sevabı, misvaksız yetmiş rekatın sevabından çok olur (Sirâcü’l- vehhâc).


Bugünkülere benzer kıl fırçalar ise 1498’de Çin’de yapıldı. Fırçanın kılları Sibirya ve Çin’in soğuk bölgelerinde yaşayan domuzdan alınıyor, bambu veya kemik sapa takılıyordu. Avrupa’ya ilk diş fırçaları Çin’den getirildi. 

Avrupa’da diş fırçalamak; yaygın değildi ve daha yumuşak fırçalar kullanılıyordu. Modern dişçiliğin kurucularından Dr. Pierre Fauchard 1723 tarihli ders kitabı La Chirurgien Dentiste’de at kılı fırçaların yararsızlığından şikâyet eder. Mikropların keşfinden sonra doğal maddelerden yapılan kürdan ve diş fırçalarının zararlı olabileceği anlaşıldı. Sıcak su fırçaları daha da yumuşatıyor ve pahalı fırçalara zarar veriyordu.


Naylonun icadından sonra 1938’de ilk naylon kıllı diş fırçaları üretildi. Fakat kıllar çok sert olduğundan diş hekimlerince beğenilmedi. Yumuşak fırçaların üretimi 1950’lerde mümkün oldu. Naylon fırçalar sağlığa daha elverişli olduğu gibi, bütün dünyada domuzdan kıl koparılmasına da son verdi.


Elektrikli diş fırçası 1961’de, pille çalışanı bir yıl sonra yapılmıştı ama fırçada değişiklikler son yıllarda arttı ve yaygınlaştı. Müziklileri, renk değiştirenleri, çeşitli sertlik derecelerinde olanları ve çocuklar için olanları üretildi. Satılan diş fırçası adediyle fırçalanan diş arasındaki orantı ayrı bir konu ama, gençler ve özellikle de çocukların daha sağlam bir diş eğitimi alıyorlar.



Diş Macunu


Bilinen ilk diş macunu Eski Mısırlıların IO 2000’lerde öğütülmüş sünger taşı ve sirkeyle yaptıkları karışımdı. Romalılar ise ağızlarını insan sidiği ile çalkalıyorlardı. Zengin Romalılar kıtanın en güçlü sidiği olarak tanınan, Portekiz’den ithal edilen pahalı ‘macunu kullanıyorlardı. Sidik kullanımı 18. yüzyıla kadar, daha sonra modern dişçilikte de kullanılan amonyağın ayrıştırılmasıyla devam etti.


1308’de berber loncasından ayrılan dişçilerin en önemli işlevlerinden biri de dişleri beyazlatmaktı. Dişler nitrik asitten elde edilen sıvıyla beyazlatılıyor ve diş minesine verdiği zararla çürüme hızlanıyordu, fakat asitin kullanımı 18. yüzyıla kadar devam etti.


1802’de Napolili dişçiler Napoli suyundaki floridin dişlerin çürümesini engellediğini saptayınca diş macunu olarak florid ve bal karışımı kullanmaya başlandı ve 1840’larda İtalya ve Fransa’da yaygınlaştı. İlk bilimsel deneyler 1915’te ABD’de yapıldı ve floridin yararlı bulunmasıyla macunlarda kullanılmaya başlandı.


Avrupa ruhsatıyla her türlü malın üretilmeye başlanmasından önce bildiğimiz ünlü diş macunu markaları yerli ürünlerdi. Örneğin Radyolin, eczacı Necip Avni Akar tarafından 1927’de kurduğu Necip Avni Itriyat Fabrikası’nda önce Necip Diş Macunu adıyla üretilmişti. 1931’de adı değiştirilerek Radyolin yapıldı. Necip Bey Gripin’in de ruhsatını almış olduğu gibi Opon, Fay, Puro markalarının da üreticisiydi.



Ustura


12 Eylül’den sonra memur ve işçiler tıraşlarından dolayı baskı görür ve kıyafet yönetmelikleri çıkarılırken, YÖK de 1983’te sakal bırakan öğretim görevlilerini sakallarıyla görevleri arasında seçim yapmak zorunda bırakmıştı. Türk düşünce, basın ve edebiyatında yenilenme tarihinin öncü adı Şinasi ise, sakalını tıraş ettiği için memuriyetinden olmuştu. Dede Korkut’ta sakalı uzun olmak yabancı ‘tat eri’ olmakla özdeşleştirilirken, îslamiyetle birlikte sakal bırakmak sünnetler arasına girmiş, sakalın biçimi belirlendiği gibi, sakal duasıyla bırakılan sakalın kesilmesi de hoş karşılanmamıştır.


Ebussuûd Efendi “Zeyd sakalını tıraş edip ve kırkan kimsenin üstadı iblis ve Ebu Cehil’dir dese Zeyd’e ne lazım olur?” sorusuna, “Ebu Cehil idüğü malum değildir, evvelki haktır, her fiil-i nâ-meşruu ol öğretir,” diye cevap vermiştir. Mevlana’nın da sakal konusunda “Ben hiç sakalları olmadığı için Kalenderileri kıskanıyorum,” dediği ve “Az sakal erkeğin saadetindendir çünkü sakal erkeğin süsüdür. Onun çokluğu erkeği böbürlendirir. Bu da insanı manen öldüren şeylerdendir,” hadisine uyarak “çok sakal sofilerin hoşuna gider. Fakat sofi sakalını tarayana kadar, arif Tanrıya ulaşır,” görüşünde olduğu nakledilmiştir.

Klasik kaynaklarda, gece kitap okuyan bir muhteremin, kitapta “Sakalı bir yumruktan uzun olanda akıl yoktur,” diye okuyunca, kendi sakalının boyunu merak ettiği, elini atınca yumruğundan taştığını gördüğü, hemen kandili alıp taşan yerleri yakmak isterken elinin de sakalının da yandığı, ve kitabın kenarına “tecrübeyle doğrulanmıştır” diye şerh düştüğü çok yinelenen hikâyelerdendir.


Sermet Muhtar Alus, İstanbul’da ilk sakalsızın Alman Blum Paşa olduğunu, 1849’da sokağa çıktığında halkın kendisini akağalardan sandığını yazar. 1885’te dram aktörü Manakyan’dan başlayarak Aleksanyan, Arifi Bey, Burhaneddin. Tepsi sakallarını tıraş etmiştir. Osmanlı vatandaşlarına hüviyet cüzdanı verilmesini düzenleyen ve bunlara saç sakal renginin de yazılmasını isteyen yasa tasarısı 1910 yılında görüşülürken, sakalın kesilebileceği, hüviyet cüzdanında yazılmasının gereksizliğini söyleyen mebuslara karşı Amasya mebusu Fazıl Arif Efendi’nin cevabı serttir: “Bıyık ve sakalını tıraş eyler deniyor. Vicdanlı, hamiyetli bir insan, hiçbir vakit ne bıyığını, ne sakalını tıraş etmez. O bıyık ve sakalı kazımak birtakım adi sahtekârlar hakkındadır. Binaenaleyh bu kayıt kalkma malıdır.” Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sakalını kesenler hızla artmıştır. Anadolu’da sakal İlmiyeye ait bir simge olduğundan sorun oluşturmamış, 1950’li yıllara kadar asker ocağında bıyıkları kestirmek zorunda kalan yiğitler zorlanmıştır.


Eski Mısır’da sakallı olup olmamak statüye bağlıydı ve firavunlar tıraş olurlardı; mezarlarına tunç tıraş bıçakları da konulurdu. Eski Yunanlılar Büyük İskender’in etkisiyle IÖ 4. yüzyılın sonlarından itibaren tıraş olmaya başladılar. Romalılar IO 300 yılında Roma zenginlerinin Sicilya’dan getirtdikleri Yunanlı berberlere tıraş olma modasıyla sakallarını kesmeye başladılar, imparator Hadrianus (IS 117-138) sakalı tekrar moda yaptıysa da tıraş olma âdeti yaşlılar dışında iyice yaygınlaştı ve yalnızca hizmetkâr, köle ve barbarlar sakallı kaldılar. Batı dillerinde ve Türkçede berber sözcüğü de Latince sakal anlamındaki barba!dan gelir.


Sakal konusunda zorluk yaşayan bir grup da Rus mujiklerdir. Rusya’yı Batılı yapmakta kararlı olan Büyük Petro sakalların kesilmesi gerektiğine karar verince boyarların direnişi ile karşılaşmış, buna karşılık sakal vergisi getirerek orta yolu bulmuş; Rus atasözü “Her gün tıraş olmaktansa yılda bir çocuk doğurmak yeğdir,” derken, vergiyi veremeyen mujiklerin sakalı kestirilmiştir.


Fakir sınıflar daima kısa saç ve sakallıyken, zenginlerin modası sürekli değişim göstermiştir. Örneğin, aristokrasinin enfiye alışkanlığına tutulduğu dönemde bıyık kullanışlı değildir. XIV. Louis döneminde sakallar kesilmiş, romantikler tekrar uzatmış, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1920’lerden itibaren saç ve sakal gene kısalmış ve 1968 hareketinden sonra gene uzamıştır.


İlk emniyetli ustura Fransız berber Jean Jacques Perret tarafından 1762’de yapılmıştır. Keskin bıçağın metal mahfaza içine konduğu bu modelden, t biçimli modern usturaya geçiş 1880’lerde Amerika’da olmuştur, fakat bu usturaların da ucu değişmediğinden sık sık bilenmesi gerekir.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Şanlı Urfa

 


28 Ağustos 2022 Pazar

1700 – 1900 ORTADOĞU VE AFRiKA - 1

 Oyo ve Ashanti imparatorlukları


-17. yüzyıl boyunca Afrika'da köle ticareti gelişmeye devam etti. Batı sahilindeki küçük Afrika devletleri Avrupalılara tedarikçiler olarak hizmet ettiler ve büyük imparatorluklar kurdular.

Oyo'daki Yoruba Krallığı Nijerya'nın güneybatısında ve Güney Benin'de kurulmuştu. 18. yüzyılda güneybatıya doğru yayıldı. Böylece sahil üzerindeki ticaret yolunu ve Atlantik köle ticaretini güvenceye alıyordu. Aralarında Dahomey Krallığı'nın da bulunduğu yeni ele geçen bölgelerin halkları Avrupalılara satıldı ya da kraliyet çiftliklerinde köle olarak çalıştırıldılar. Oyolar bölgelerini yönetebilmek için oldukça karmaşık bir yönetim sistemi kurmuşlardı. imparatorluk 19. yüzyılda düşüşe geçti. Yerel isyanlar, yabancı akınları ve köle emeğine olan talebin düşüşü bunda rol oynamıştı.

Ashanti imparatorluğu, bugün Güney Gana, Togo ve Fildişi Sahilleri'nin bulunduğu bolgeyi 18. ve 19. yüzyıllarda kontrolü altında tuttu. Zenginlikleri altın ve köle ticaretine dayanıyordu. Ingiliz ve Flemenklerle ateşli silahlar karşılığında ticaret yapıyorlardı. Eskiden Denkyira Krallığı'na   bağlı   devletlerin   olduğu   bölgede yaklaşık 3-5 milyon civarında bir nüfus bulunuyordu. Bu insanlar Kumasi'deki güçlü bir merkezi idare tarafından yönetiliyorlardı.  Kumasi aynı zamanda altın ve gümüş süs eşyalarının üretildiği önemli bir sanat merkeziydi.

-17. yüzyılda, Ashanti, Büyük Britanya'nın koloni güçleri ile karşı karşıya  geldi.   Bu   Batı   Afrika'daki   pozisyonunu   güçlendirdi. Başlardaki başarılarını 1826 yılından itibaren kayıplar izledi. ingilizlere çok geniş topraklar kaptırdılar. 1902 yılında Ashanti imparatorluğu, ingiliz imparatorluğu'nun bir parçası haline gelmişti.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak