22 Ağustos 2022 Pazartesi

İSKİTLERİN KÖKENİ MESELESİ

İSKİTLERİN KÖKENİ ÜZERİNE GÖRÜŞLER

İskitlerin kökenine dair antik kaynaklarda ve arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkarılan buluntularda yeterli bilgiler bulunmamaktadır. İskit araştırmalarının başlamasıyla birlikte İskitlerin kökeni meselesi de gündeme gelmiş ve çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. E.H. Minns, "Etnografya ile ilgili hiçbir mesele belki de İskitlerin soyu problemi kadar tartışılmadı" (Minns 1913: 35) diyerek, meselenin önemini belirtmektedir. Zihinleri meşgul eden bu mesele üzerinde 18. yüzyıldan günümüze kadar çalışmalar yapılarak, çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazı otoriteler İskitlerin İranî, bazıları Slav ve bazıları da Ural-Altay ırkına mensup olduklarını belirtmiştir. Buna göre, İranî, Slav ve Ural-Altay ırkı görüşleri olmak üzere üç farklı bakış açısı ortaya çıkmaktadır.

1) İranîlik Görüşü

İskitlerin kökeni meselesi ortaya atılınca, ileri sürülen görüşlerden biri İskitlerin İranî bir kavim olduklarıdır. 19. yüzyılda Zeus, Müllenhoff, Tomaschek, Fressel ve Wilser'in çalışmaları dikkati çekmektedir. Bu görüşün savunucuları İskit ve İran dinini karşılaştırarak, bu iki din arasında bağlantı kurmaya çalışmıştır. Yine, İskitleri İranî bir kavim olarak kabul eden bilim adamları, onlardan kaldığını ileri sürdükleri kelimelere dayanarak iddialarını ispat etmek istemektedir.

.20.yüzyılın başlarından itibaren de İskitlerin İranî bir kavim olduğunu ileri süren bilim adamları ortaya çıkmıştır. Bunların başında İraniyatçı Albert Herrmann gelmektedir. Bu bilim adamı Pamir Sakaları olarak adlandırdığı grubun Doğu İran kökenli olduğunu dillerinin gösterdiğini ileri sürmektedir (Herrmann 1920: 1798). Kretschmer de İskit unsuru kalıntılarında asıl İran kütlesinin bulunduğunu ve İskitlerle İranlılar arasında kültürel yakınlık bulunduğunu belirtmektedir (Kretschmer 1921: 925). Junge ise, Sakalarla Perslerin yakın akraba kavim olduklarını (Junge 1939: 6) ve dolayısıyla Hint Avrupailiklerini (Junge 1939: 9) kabul etmektedir. Von der Osten de adı çok defa anılan İskitlerin çoğunluğunun Hint Avrupai soydan oluştuğunu belirtiyor. Avrasya bozkır kuşağı içinde büyük hareketlerle daima başka ırka mensup grupların da bir göç dalgası oluşturduklarının ortaya çıktığını vurgulayarak, bu durumda böylece Türk topluluklarının da karışmasının söz konusu olabileceğini ileri sürüyor (Von der Osten 1956: 71). Potratz (Potratz 1963: 17) ve Rostovtzeff (Rostovtzeff 1969: 60) de İskitlerin İranî bir kavim olduğu görüşünü ileri sürüyor. Grousset de "Özel adlar biliminin de gösterdiği gibi İskitler Iran ırkına mensupturlar" diyerek, onların Hint Avrupai bir kavim olduklarını kabul ediyor (Grousset 1980: 24).

Bu görüşler İskitlerin dili ve dini ele alınarak ileri sürülmektedir. İskitlere ait olduğunu belirttikleri bazı isimleri dikkate alarak ve İskit diniyle İranlıların dinini karşılaştırarak, İskitlerin İran soyundan olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa, elde ettikleri az sayıda malzemeyle ve İskit diniyle İranlıların dinini karşılaştırmakla Çin Seddi'nden Tuna nehrine kadar yayılmış olan İskitlerin kökenini belirlemek ve onların Hint Avrupai bir kavim olduğunu ileri sürmek bilimsel gerçeklere uymamaktadır.

2) Slavlık Görüşü

Bu görüşe göre İskitlerin islav ırkına mensup oldukları kabul edilmektedir. Bu fikir islav memleketlerinde revaçtadır. Bu görüşü savunanlar Ruslardır. Ruslar daima, İskitlerden Slavlıkları ispat olunmuş gibi bahsetmektedir. Halbuki Herodotos ve Hippokrates'in eserlerinde Slavlık tezini destekler bir tek delil bulmanın imkânı bile yoktur.

Slavlık tezini ileri sürenlerden birisi İ.E. Zabelin'dir. Zabelin Herodotos'un eserinden çok Kul Oba'da bulunmuş İskit vazolarındaki resimlerden hareketle İskitlerin Slavlığını ispat etmeye çalışmıştır. Bu resimlerdeki elbiseler ile Rusların elbiseleri arasında bağlantı kurmaya gayret etmiştir. Mannert ve Cuno gibi bazı bilim adamları da ikna edici deliller getirememeksizin, İskitleri Slavların ataları olarak görmüşlerdir (Kretschmer 1921: 923). Grigoriev, İlovaiski gibi bazı Rus bilim adamları da onların Slav kökenli olmaları gerektiğini ileri sürmüştür (Memiş 1987: 22). Bu görüşü destekleyecek hiçbir yazılı kaynak bulunmadığından ve son derece de keyfi olarak değerlendirilen arkeolojik buluntulardan da sağlıklı bir sonuç alınamayacağından, bilimsel temeli en tutarsız olan görüş İskitlerin Slavlığıdır. Zaten bu görüş Rus bilim adamları dışında hiçbir bilim adamı tarafından rağbet görmemiştir.

3) Ural-Altay Irkı Görüşü

İskitlerin hangi ırka mensup olduğu meselesi ortaya çıktığından beri en kuvvetli görüş, İskitlerin asılları itibarıyla Ural-Altay ırkına mensup olduklarıdır. Bu görüş de yaklaşık olarak 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren ileri sürülmeye başlanmıştır. Bu tezin en meşhur taraftan olarak, B.G. Niebuhr bilinmektedir.

Niebuhr, Herodotos'un eserini gayet tarafsız bir metodla inceledikten sonra, İskitlerin Tatar veya Moğol kavimlerinden oldukları fikrini ileri sürmüştür. Dayandığı esas, İskitlerle Tatarların örf ve âdetlerindeki benzerliklerdir. Bu fikri, meşhur Yunan tarihi uzmanlarından Grote de aynen kabul etmiştir (Grote 1857: 240). Niebuhr ve Grote'den sonra İskitlerin Moğolluğu tezini Neumann desteklemiştir. Kiepert ise, Orta Asya'dan Güney Rusya'ya gelen İskitlerin gelenek ve göreneklerinin atlı kavimlerin göçebe hayat tarzına uyduğunu belirterek, bunların Moğol ya da Türk-Tatar ırkından olduklarını ileri sürmüştür (Kiepert 1878: 343). Nagy de İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup bir kavim olduğunu belirtmiştir.
Niebuhr'un ileri sürmüş olduğu görüş gitgide daha da çok taraftar bularak, mesele çok yönlü olarak incelenmiştir. Bu araştırmacılar arasında yer alan pek çok meşhur tarihçi, filolog ve arkeolog, yaptığı çalışmalarda görüşlerini değişik şekillerde açıklamışlardır. Bunlar arasında meşhur çiviyazısı uzmanı Mordtmann, Saka tigrakhauda ve Saka haumavarga'nın Türklüğünü çiviyazılı metinlere dayanarak ispatlamaya çalışmıştır (Mordtmann 1877: 77). Filolojik malzemeleri Türkçe kelimelerle karşılaştıran Kuun da, "Artık belgelerin bolluğu İskitlerin kolektif adının farklı Türk soylarını içerdiğini açıkça gösteriyor" (Kuun 1981: LVII) demekle İskitlerin Türklüğünü kabul etmektedir.

İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup bir kavim olduğu görüşü doğrultusunda çağımızda da birçok çalışma yapılmıştır. Bunların başında Minns gelmektedir. Minns, yazılı kaynakları ve çok sayıda arkeolojik malzemeyi değerlendirerek, onların Hint Avrupai bir kavim olmadıklarını (Minns 1913: 44), dolayısıyla Ural-Altay ırkına mensup olduklarını kabul etmiştir (Minns 1970: 187). Franke de İskitlerin Türklüğü fikrindedir (Franke 1904: 60-61). Meyer ise, göçebeleri genelde İranî olarak görmesine rağmen; Oxus ve Jaxartes dolaylarında ve buraların biraz daha kuzeyinde oturan Sakaların vaktiyle bir Türk soyundan olabilecekleri fikrini beyan etmektedir (Meyer 1926: 905). Huntignford da İskitlerin Asya kökenli, Tatar veya Moğol ırkına mensup olduklarını kabul etmektedir (Huntignford 1935: 785). Ruben ise, İskitlerin lisanının İran lisanı olsa bile, onların Herodotos tarafından tasvir edilen âdetlerinin İran âdetleri olmadığını belirttikten sonra, Herodotos'un onların Dede Korkut'ta-ki gibi Tepe-göze benzeyen varlıklara inançlarını tasvir ettiğini, gözleri kör olan köle hakkındaki hikâyelerin Köroğlu destanlarına geçtiğini vurgulayarak (Ruben 1942: 698), İskitlerin Türk olduklarına inanıyor. Von der Osten ise, İskitleri İranî saymasına rağmen, "Avrasya bozkır kuşağı içinde büyük hareketlerle daima başka ırka mensup grupların da bir göç dalgası oluşturdukları ortaya çıkıyor. Bu durumda Türk toplulukları da söz konusu olmalıydı" (Von der Osten 1956: 71) diyerek, İskitlerin içerisinde Türk topluluklarının varlığını da kabul ediyor.

İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup olduğunu kabul eden ve bu konuda görüşlerini belirten Türk bilim adamları da vardır. Bunlardan biri, Molla Mehmed El'abeşi'dir. Bu bilim adamı, "Türk uruğlarından ve dünyanın büyük eski kavimleri zümresinden biri İskit Türkleri'dir" (Molla Mehmed El'abeşi 1909: 54) diyerek, İskitlerin bir Türk kavmi olduğunu kabul ediyor. Arsal ise, antik kaynakları bilimsel metodla inceleyerek, İskitlerin (Sakalar) Türk olduklarını ifade ediyor (Arsal 1930: 8). Günaltay da Sakaların Türklüğünü kabul ediyor (Günaltay 1938: 349). İskitlerin Türklüğünü kabul eden Türk bilim adamları arasında Zeki Velidi Togan da bulunmaktadır. Togan, "Zamanımızda İskitlerin menşeî ve kültürleri meselesi ile uğraşan E. Minns, H. Triedler ve B. Laufer gibi, ben de bu kavmin hâkim tabakasının Türk olduğu kanaatindeyim" dedikten sonra, bunların hayat tarzı, kıyafet ve simaları, âdet ve ahlakları hakkında Hippokrates tarafından verilen bilgilerin Hunlar ve Göktürkler hakkında yazılanlarla aynı olduğunu kabul etmektedir (Togan 1981: 34). Kırzıoğlu da İskitlerin bir Türk kavmi olduğunu aynen kabul ediyor (Kırzıoğlu 1953: 69). İskitlerin Türk asıllı olduğunu kabul eden bilim adamlarından birisi de Guboğlu'dur. Bu bilim adamı, İskitlerin Orta Asya ya da Turan'dan Doğu Avrupa'ya göç ederek, tarihte "Scytsi" ya da "İskit" adıyla tanınan "Proto-Türkler" olduğunu belirtiyor (Guboğlu 1976 753). Tarhan ise, İskit araştırmalarının, Kimmerlerinkine nazaran çok daha ileri bir safhada bulunduğunu, aradaki birtakım problemlere ve karşıt hipotezlere rağmen, kökenlerinin Orta Asya'ya bağlandığını ve bunların Türk asıllı olduklarının katiyetle kabul edildiğini belirtmektedir. Arkeolojik materyal ve kaynakların bu tezin ana dayanak noktasını oluşturduğunu ve diğer görüşleri objektif bir şekilde bertaraf ettiğini de ileri sürmektedir (Tarhan 1979: 358). Ögel de, Orta Asya'daki atlı kavimler için, bazen geniş olarak, Saka yerine İskit deyiminin kullanıldığını ve Saka kavim adının yalnızca İndo Cermen Kavimlerini belirten bir deyim olmadığını, bunların içinde Türklerin ve hatta Moğolların dahi olduğunu kabul etmektedir (Ögel 1981: 186). Seyidof ise, Sakaların esasını Türk dilli kabilelerin oluşturduğunu belirtmekte ve "Türk boyunun, bilhassa Yakutların, Kazakların ve Azerilerin Soy kökünde-etnik oluşumunda rol oynayan Sakalar, yalnız ve yalnız Türk dilli olmuşlardır" demektedir (Seyidof 1983: 39). Öztuna da Sakaların geniş ölçüde Arî unsurlarla karışmış Türkler olduğunu, Hanedanın ve hâkim unsurun Türklüğünü kabul etmektedir (Öztuna 1990: 127). Koca ise, İskitlerin idareci kesiminin ve bazı boylarının Türk olduğu kanaatini taşıdığını belirtmektedir (Koca 1990: 31).

İSKİTLERİN TÜRKLÜĞÜ MESELESİ

İskitlerin kökenine dair görüşlere baktığımızda, İskitlerin Slav kökenli olduğunu ileri sürenler, onların Slavlığını ortaya koyabilecek sağlam deliller ortaya koyamamaktadır. İskitlerin İranî bir kavim olduğunu ileri sürenler, onların dillerine ait olduğunu belirttikleri bazı kelimelerden hareket ederek, Perslerle İskitlerin dinini karşılaştırarak, İranî bir kavim olduğu kanaatine varmaktadır. Dilleri ve dinlerinin dışında İskitlerin İranî bir kavim olduğuna dair başka delil getirilmemektedir. İskitlerin Ural-Altay kökenli bir kavim olduğu kanaatinde olan bilim adamları da yazılı ve arkeolojik kaynakları dikkate alarak, görüşlerini beyan etmektedir.

İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup bir kavim olduğu ve hatta Türk olduğu tezi de gitgide bilim dünyasında daha çok taraftar bulmaktadır. Zamanla Orta Asya, Kafkaslar ve Anadolu'nun doğu kesiminde yapılacak arkeolojik kazıların bu kanaati daha da güçlendirmesi ve meselenin hallini kolaylaştırması ihtimal dahilindedir. Şimdilik elde mevcut kaynakların verdiği imkân ölçüsünde İskitlerin ilk yurtlarının, adlarının, dillerinin, dinlerinin, sanatlarının, gelenek ve göreneklerinin Türklükle ne derece ilgili olduğunu belirtmeye çalışacağız.

1) İlk Yurtlarının Türk Anayurduyla İlgisi

İskitlerin anayurdu üzerine ilk tarihi bilgiyi Herodotos vermektedir. Herodotos, "Göçebe İskitler, Asya'daydılar; Massagetler'le yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes ırmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç ettiler" (Herodotos EV: 119) demektedir. Herodotos, Araxes'i Aral gölünün doğu tarafına akan Jaxartes olarak ifade ediyor ve sonraki yazarların Hazar Denizi'ne batıdan aktığını söyledikleri Araxes'i kastetmiyor. Ptolemy yukarıda adı geçen halkı Saka olarak bildiriyor ve doğuya, Jaxartes'in doğduğu bölgeye yerleştiriyor. Bundan dolayı İskitlerin MÖ 8. yüzyılda Orta Asya'da bulunduklarını ve daha uzakta Bering Boğazı'na kadar göçebe toplulukların yayıldığını anlayabiliyoruz (Huntingford 1935: 785). Pers kaynaklarında geçen ve üç Saka grubundan biri olan Saka tiay para daray (Herrmann 1933: 158) ise denizin ötesine geçen Sakaları, yani İskitleri gösteriyor. Buradan Pers ülkesinin kuzeyinde doğudan batıya doğru bir göç hareketinin olduğunu anlayabiliyoruz. Bu da bir zamanlar İskitlerin bozkırların doğusunda yaşadıklarını, ilk yurtlarının bozkırların doğusunda aranması gerektiğini gösteriyor. Strabon da Sakalarla beraber İskit olarak adlandırılan Asyalı göçebe topluluklarından bahsediyor (Strabon XI,5: 11). Şüphesiz Herodotos'un verdiği bilgi Strabon'unkinden çok daha fazla değer taşıyor, çünkü Herodotos, Strabon'dan yaklaşık dört yüzyıldan daha fazla bir zaman önce yaşadığından verdiği bilgi çok eskiye aittir.

Yazılı kaynaklardaki bilgileri, arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılan buluntular da desteklemektedir. İskitlere ait arkeolojik buluntuların daha eski tarihli olanları bozkırların doğusunda ortaya çıkartılmıştır. Özellikle Tuva'da Arzhan kurganı buluntularının İskitlere ait olanları, çeşit bakımından zenginlikleri dikkate alındığında adı geçen kavmin ortaya çıktığı coğrafyaya ışık tutmak ve bu hususta yazılı kaynakları doğrulamak açısından büyük değer taşımaktadır. Çünkü erken İskit kültürüne İskit-Sibirya kültürü etki etmekte ve bu kültür bozkırlarda MÖ 8. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlamakta ve bozkırın geniş alanlarında tüm özelliğiyle eksiksiz olarak gelişme göstermektedir (Gryaznov 1980: 56).

Modern araştırıcılardan bazıları da İskitlerin Asya kökenli olduğu tezini kabul ediyor. Bunlardan Minns İskitlerin Asya kökenli bir kavim olduğunu şu şekilde ifade ediyor: "Elbette, göçebe İskitlerin Asya kökenli olmaları İranlılarla alakalı değildir, fakat onların Ari olmayan köklerini hatıra getirir"(Minns 1913: 44). Ancak Minns bu görüşü ortaya attığında henüz bozkırların doğusunda birçok kurgan, özellikle Tuva'da Arzhan kurganı açılmamıştı. Daha bilgiler yeterli değilken böyle bir görüş isabetli bir şekilde mevcut kaynaklardan hareketle ileri sürülmüştü. Arzhan kurganının açılması ve buluntularının değerlendirilmesi İskitlerin ilk yurtlarının Asya içleri olduğunu hatırlatmaktan öte, artık kesinlikle düşündürüyor (Durmuş 2002: 621). İskitlerin Asya kökenli bir kavim olduğu yolundaki görüşler açıklanmaya daha sonraki zamanlarda da devam etmiş ve bilim dünyasında kabul edilmiştir. Batıda bulunmuş olan görünürdeki yeni birtakım Sibiryalı unsurların varlığı da İskitlerin Batı Sibiryalı bir kavim olduğunu ileri süren bilim adamlarının görüşlerini desteklemektedir (Memiş 1987: 23).

Türk ırkının anavatanı Asya'nın orta kısmıdır. Burası doğuda Kadırgan dağlarından, batıda Ural dağları ile Hazar Denizi'ne kadar, kuzeyde Sibirya'dan, güneyde Çin, Tibet ve İran ülkelerine kadar uzanan geniş sahadır. Bu sahanın bugün coğrafyacılarca kabul edilen adı Orta Asya'dır. Türkler bu sahalardan bütün dünyaya yayılmıştır (Arsal 1930: 3).

Herodotos'un, İskitlerin Asyalı bir kavim olduğunu bildirmesi ve arkeolojik buluntularla batıda Sibiryalı unsurların ortaya çıkması ve Orta Asya olarak tanımlanan coğrafyanın da en eski devirlerden bu yana Türklerin anayurdu olarak bilinmesi, geldikleri coğrafya itibariyle göçebe İskitlerin Türk kökenli bir kavim olabileceğini düşünmemizi mümkün kılıyor. İskitlerin geldiği coğrafyada Ural-Altay ırkına mensup kavimlerin dışında başka ırktan kavimlerin bulunmaması da onların Türk soyundan olabileceğini gösteriyor.

2) Adlarının Türklükle İlgisi

İskit/Saka adını açıklamak üzere şimdiye kadar bazı görüşler ileri sürülmüştür. Togan, İskitlerin kabile isimleri olan Targutae, Skolot ve Parulat kelimelerinin de Türk, Çigil ve Barula adlarının 'T'li cemi şeklinin, yani Türküt, Sikilüt ve Barulat demek olmasının pek mümkün olduğunu belirtiyor ve İskit kelimesinin Cengiz'in ilk dayandığı kabilelerden Sakait kabilesinin adı gibi, Saka adının 'T'li cem şekli olmasını hatıra getirdiğini ileri sürüyor (Togan 1981: 35). Kuun ise, Part topluluklarının kolektif adında, Arsak (Romalılar arasında Arsac-es), Massagetlerin etnik adında Mas-sag ve Sakaların Grekler arasındaki "Sakai" adının kuşkuya yer bırakmaksızın oriantal Türk sözü "sağ", "akıllı", "yetenekli", "ileri görüşlü" anlamına gelen sözlerle aynı olduğunu belirtiyor (Kuun 1981: LVII). Saka/Sak adının Türk diline ait bir kelime olduğunu kabul eden Günaltay ise, Çağatay lügatında Sak kelimesinin yan manasına geldiğini belirterek, Sakaların oturdukları yerlerin ana Türk iline nispetle yan taraf olduğu düşünülürse, onlara bu adın verilmiş olma nedeninin anlaşılacağını bildiriyor (Günaltay 1938: 349). Aynı bilim adamı, vaktiyle bu adı taşıyan Türkler'den Sibirya içlerine ve kuzeydoğuya doğru göç etmek mecburiyetinde kalmış olan ve günümüzde Ruslar tarafından verilmiş olan Yakut adıyla anılan boyların kendilerini hâlâ Saka adıyla anmakta olmalarının da, eski Sakaların Türklüklerini gösterdiğini belirtiyor (Günaltay 1938: 350). Seyidof ise, Sag/Sak'ın birden çok anlamı olan Türk kökenli bir kelime olduğunu ileri sürüyor ve Günaltay'ın da belirttiği üzere, Sak(a)/Sa'ların Yakutlar'la soyca ya aynı ya da yakın akraba olduklarını kabul ediyor (Seyidof 1983: 31-32). Birçok Türk lehçesinde Sa/Sak kelimesinin yaygın anlamlarından birinin "yay" olduğunu, bazı Türk lehçelerinde "kuvvet", "güç" anlamlarının bulunduğunu belirtiyor (Seyidof 1983: 32). Türkçede başta "y" ve "s" ile başlayan kelimelerin birbirinin yerine kullanıldığını, Yakut adının birinci hecesi "ya"nın, fonetik bakımından Sak(a), Sa(yay) ile farklı olsa da anlam bakımından Sak/sa (yay) ile aynılığını savunan Seyidof, ya ve Sa(k)/Sa'nın her ikisinin de "yay" demek olduğunu kabul ediyor (Seyidof 1983: 34).

Sakaların kendilerine hangi adı verdikleri henüz kendi yazılı kaynaklarıyla belirlenmiş olmamasına ve onlara bu adı komşularının vermesine rağmen, kendilerini buna yakın bir adla anmaları mümkün görünmektedir. Bilim adamlarının Türklükle ve Türkçe ile bağlantılı görmeye çalıştıkları Sak kelimesinin; Seyidof un da belirttiği üzere, Türkçede bazı kelimelerde başta "s" ve "y" değişim hadisesini, Türklerde yay ye okun en eski devirlerden bu yana önemini, Bozoklar, Üçoklar, 53 Yaylar, 40 Yaylar (Seyidof 1983: 36) gibi daha sonraki Türk boylarının da yayı ve oku kendilerine ad olarak aldıklarını düşündüğümüzde Türkçe ile alakalı bir kelime olabileceği akla yatkın geliyor. Ayrıca, Sakaların çok iyi yay ve ok kullanmaları, bu özelliklerinin hem yazılı kaynaklar ve hem de arkeolojik malzemeyle tespit edilmesi, onların adının yay ve okun birleşmesinden oluştuğu düşüncesini kuvvetlendiriyor.

3) Dillerinin Türk Diliyle İlgisi

Dilin milletlerin kökünün tayininde şüphesiz çok büyük önemi vardır. Bir milletin dilini tespit edebilecek yeterli malzemenin olmaması, o milletin hangi ırka mensup olduğunun belirlenmesini zorlaştırmakta ve böyle bir durumda bu meselenin çözümünde din, gelenek ve görenekler ve sanat eserleri gibi ikinci dereceden kaynakların kullanılması mecburiyeti gündeme gelmektedir. Şüphesiz ki, bunların, meselenin çözümünde dil kadar neticeye götürücü olması mümkün değildir.

İskitler de dilleri hakkında fazla materyal bulunmayan kavimlerden biridir. Bundan dolayı İskitlerin İranî bir kavim olduğunu iddia edenlerden başka, Türk olduğu görüşünü savunan dil bilimciler de bulunmaktadır. İskitlerin diliyle ilgili bilgileri çiviyazılı metinlerde ve Grek yazarlarının eserlerinde belirttikleri kelimelerden öğrenebiliyoruz.

Bölgenin coğrafi adları eskiçağ yazarları arasında Türk dilinin yardımıyla Karadeniz'den Hazar Denizi'ne kadar büyük bir sahada yayılmıştır. Hatta eski yazarların gösterdikleri delillere göre onlara Türk dilinde bazı adlar verilmiştir. Bunlara, Temerinda, Karım Paluk, Graucasus (Kuun 1981: LVII) örnek olarak verilebilir. Temerinda birleşik kelimesinin ilk kelimesi olan Temer, Türkçe Tengiz ve Macarca Tenger olarak bilinmektedir (Nemeth 1940: 806). İskitler Graucasus dağına Graucasim demiştir. Türk dilinde "kar", "kar"ı ve "okar", "yüksek"i nitelemek için kullanılmaktadır. Formalardaki "augan", Uygurca "okan", Çağatayca "ogan", yani "Büyük Tanrı"ya işaret etmektedir. İskitlerin Karım Paluk adı da balık gölüne işaret etmektedir (Kuun 1981: LVIII-LIX).

İskitlerin sadece coğrafya adlarıyla değil, aynı zamanda İskitçe Tanrı adlarıyla Türkçe arasında da bağlantı kurulabilmektedir. Herodotos, İskitlerin Hestia'ya "Tabiti", Zeus'a "Papaeos", Gea'ya "Apia", Göksel Aphrodite'ye "Artimpasa", Poseidon'a "Thamimasadas" dediklerini bildirmektedir (Herodotos IV: 59). Thamimasadas, Denizin Babası ve Artimpaşa, Erdembaşı bütün cesaretlerin başı anlamına gelmektedir. Tabiti ise, tapınmakla alakalı olup, tapımı, tapınmayı gösteriyor. En büyük Tanrı'nın adı olan Papaeos, Baba, Dede, Ata, Babir, Bayat Tanrı anlamına geliyor (Kuun 1981: LIX).

Sakaların diliyle ilgili olarak Sus ve civarından bulunan çiviyazılı metinler onların dilinin Türkçe olduğunu göstermektedir. Oldukça dağınık olan yazılardan Sakaların Türklüğü anlaşılmaktadır. Bu çiviyazılı metinlerde Türkçe kelimelere, anira, onamak; arta, oturmak; daldu, doldurak; gik, gök; irçigi, artmak, artık; kutta, katmak; çağri, oğul; val, yol; vita vana, öte yana; vurun, urun (Mordtmann 1870: 9, 15, 20, 24, 29, 36, 49, 66, 70) örnek olarak verilebilir. Mordtmann bu metinlerden hareketle Sakaların Türk olduğunu ve bu yazıtların Türk-Tatar dil köküyle bağlantılı olduğunu kabul etmekte ve bu dile Sakça adını vermektedir (Mordtmann 1870: 77). Bu metinlerde, özellikle fiillerin hemen hemen tamamı Türkçedir. Bunu bir tesadüf olarak düşünmek mümkün değildir. Tuna "Birbiriyle hiç ilgisi olmayan dünya dillerinde, tesadüfi kelime uygunlukları bir mucize kabilindendir ve örnekleri bir elin beş parmağını geçmez" (Tuna 1990: 38) derken, bunun sebebini de adı geçen eserde açıklamaktadır. Oysa, Sus'ta bulunan ve Sus diliyle ilgili görünen kelimelerin büyük çoğunluğu Türkçedir.

Kazakistan'da AlmaAta'nın yakınındaki Esik kurganında, üzeri yazılı küçük bir kap bulunmuştur.

Sakalara ait olan ve 26 harften oluşan bu yazı Süleymanov tarafından, "Han'ın oğlu yirmi üç yaşında yok oldu. (Halkın?) adı da yok oldu" (Süleymanov 1970: 3) şeklinde de günümüz Türkçesine aktarılmıştır.

Antik yazarların verdiği Tanrı, coğrafya ve şahıs adları, Sus ve çevresinde bulunan tuğla parçaları ve nihayet Esik kurganından bulunan küçük kap üzerindeki yazı İskit/Sakaların Türklüğünü göstermek bakımından büyük önem taşımaktadır. Şüphesiz, Çin'in kuzey-batısındanda Tuna nehrine kadar çok geniş bir sahaya yayılmış topluluklar içerisinde başka dilleri konuşan topluluklar bulunuyordu. Fakat mevcut belgelerin gösterdiğine göre, İskit/Sakalar Türk dilli ve Türkçe konuşuyor olmalıydı. Mordtmann'ın da belirttiği gibi (Mordtmann 1870: 50), çiviyazılı belgelere göre Sakaların dili, "Türk-Tatar" ve"Fin-Ugor" dillerinin henüz ayrılmadığı dönemdendi.

4) Dinlerinin Eski Türk Diniyle İlgisi

İskitlerin dini hakkında Grek kaynaklarında verilen bilgiler oldukça sınırlıdır. İskitlerin Tanrıları hakkında Herodotos bilgi vermektedir. Herodotos İskitlerin en çok Hestia olmak üzere Zeus'a ve Zeus'un karısı olan Toprak'a itibar ettiklerini; Apollon, Göksel Aphrodite, Herakles ve Ares'in ise, ikinci sırada yer aldığını belirtmektedir. Yine Herodotos, İskit dilinde Hestia'ya "Tabiti", Zeus'a "Papaios", Toprak'a "Api", Apollon'a "Oitosyros", Göksel Aphrodite'ye "Artimpasa", Poseidon'a "Thamimasadas" denildiğini bildirmektedir (Herodotos IV: 59).

Herodotos'un verdiği bilgilerde İskitlerin Türklüğüne dair açık işaretler vardır. Başlıca, Papaeus (Gök Tanrı), Apia (Yer Tanrısı) ve Tabiti (Ev ve Aile Tanrısı) olmak üzere üç Tanrı bulunmaktadır. Eski Türklere ait bütün eski kaynaklar Gök Tanrı (Tengri) ile Yer Tanrısı (Yersub)'nın varlığından bahsediyor. Örneğin, Orhun Kitabeleri'nde, "Yukarıda Türk Tanrısı ve mukaddes Yer-Sub'u şöyle demiştir" (Arsal 1930: 10): "Türk milleti yok olmasın, millet olsun" (Ergin 1991: 78). Bu iki Tanrı'dan başka, Türklerde bir de Umay adında ev hayatına ve çocuklara bakan bir Tanrıça bulunmaktaydı. İskitlerin Tabiti adını verdikleri Tanrıça işlevi itibarıyla eski Türklerdeki Umay'a denk düşmektedir (Arsal 1930: 10). Yer Tanrısı ismi olarak gösterilen Apia kelimesi de Türkçe bir kelimeyi düşündürüyor. Hemen hemen bütün Türk lehçelerinde Ebi, Ebe kelimesinin doğuran kadın anlamına geldiği bilinmektedir. Bu kelime zamanında mahsul Tanrısı, yani mahsul veren, mahsul doğuran Tanrı adı olup, daha sonra Ebe'lere, doğuran, doğurmaya yardım eden kadınlara geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Kazan lehçesinde Ebi kabile, büyük ana ve genellikle muhterem kadın anlamlarına gelmektedir. (Arsal 1930: 10). Eski Türklerde muhterem kadınları Tanrıça adlarıyla yâd etme âdetinin olduğunu da Orhun Kitabeleri'nden anlıyoruz. Bilge Kağan anasını Umay gibi görüyor (Ergin 1991: 25).

İskit ve eski Türk dini inancı arasında paralellik kurabilmek mümkün olabiliyor. İnancın merkezinde Gök Tanrı'nın olduğu anlaşılıyor. Özellikle böyle bir inancın varlığını bozkırların doğusunda yaşayan İskit topluluklarında görebilmek mümkün. Tarihi İskitlerin doğusunda yaşayan ve Saka tigrakhauda, yani ok şeklinde sivri başlık giymiş Sakalarla Massagetlerin aynılığı biliniyor (Durmuş 1996: 88). Massagetlerin dinî inancıyla ilgili olarak Herodotos, "Taptıkları tek tanrı güneştir ve ona at kurban ederler. Bunun anlamı tanrıların en hızlısı olan Güneş'e en hızlı hayvanı takdim etmektir" demektedir (Herodotos I: 216). Buradan onların Politeist (çok tanrılı) bir inancının olmadığını, muhtemelen Herodotos tarafından belirtilen güneşin de gök olabileceğini düşünebiliyoruz. Eski Türklerde Gök-Tanrı adına hayvanlar, özellikle at sunulmakta ya da kurban edilmekteydi (Durmuş 1997: 16). Göğün büyük cisimleri Güneş ve Ay'ın, sonunda gök gürültüsü ile şimşek gibi olayların Gök-Tanrıyla belirli bir bağlantısı vardı (Koppers 1941: 504-505). Massagetlerde tek tanrı olarak belirtilen Güneş de Ay ve yıldızlar gibi gök içerisinde yer aldığından, bu durum Gök-Tanrı inancıyla bağlantılıydı.

İskitlerde tanrı ya da tanrıçalar antropomorflaştırılmamışlar (insan şeklinde tasavvur ve tasvir edilmeme) ve kült (tapımla ilgili) heykelleri yapılmamıştır. Dolayısıyla İskit tanrıları için tapmaklar da inşa edilmemiştir. "Asli Türk itikadında antropomorfizm yoktu. Bundan dolayı da onları muhafazaya mahsus yapılar olan tapınaklar inşa edilmiyordu" (Kafesoğlu 1989: 297).

İskitlerde atalar saygıyla anılıyordu. Onların hayatında atalarının mezarlarının önemli bir yeri vardı. Bir ölçüde onları yurtlarına bağlayan en önemli unsurlardandı. Bunu Darius'un İskitler üzerine yapmış olduğu sefer sırasında çok iyi anlıyoruz. Darius İskit hükümdarına elçi göndererek kendisine karşı koyabilecek gücü varsa, karşısına çıkarak savaşmasını ister. İskit hükümdarı ise, hiç kimseden korkmadığını, hiçbir kentleri ve dikili ağaçlarının olmamasından dolayı savaşa girmediğini belirtir. Ancak, Persler atalarının mezarlarını bulup onlara zarar verirlerse, o zaman savaşacaklarını bildirir (Herodotos IV: 124-127). Burada İskitlerde bir atalar kültünün varlığı anlaşılır. Eski Türklerde de atalara ait hatıralar kutlu sayılmaktaydı. Ataların ruhlarına kurbanlar kesilmekte ve onların mezarları korunmaktaydı (Kafesoğlu 1989: 291).

İskitlerde ruha inanış düşüncesi de köklü bir geleneğe bağlı bulunmaktaydı. Bütün hayatları boyunca, tabiatla mücadele ve kaynaşma içerisinde bulunan bu insanlar, zaman zaman birtakım korkunç veya garip doğa olaylarıyla karşılaşmışlar ve açıklayamadıkları bu halleri ruhlara atfetmişlerdir. Bunlar iyi ve kötü ruhlardır. Bazıları ise işlerini bozar (Herrmann 1921: 1797). Doğa güçlerine inanma eski Türklerde de vardı. Eski Türkler doğada birtakım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı. Dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, mağara, ağaç, orman, volkanik göl, deniz, demir, kılıç vb. Bunlar aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay, yıldız, yıldırım, gök gürültüsü, şimşek gibi ruh tanrılar tasavvur edilmişti. Ruhlar iyilik seven, fenalık getiren olmak üzere iki gruba ayrılıyordu (Kafesoğlu 1989: 289).

İskitlere göre mukaddes addettikleri ve tapındıkları her cisim bir ruh taşımaktadır. Bundan da anlaşılacağı üzere, bilhassa öreklerle temastan önce İskitlerin dininde Şamanizme ait unsurlar bulunmaktadır. Şamanizm, genellikle Sibirya'da yaşayan kavimlerin inanışlarını ifade eden bir tabir olup, Kuzey Asya halkları arasında, "Büyücü-Sihirbaz" anlamına gelen "Şaman" kelimesinden türemiştir (Buluç 1979: 320). İskit dininde Şamanizm ile beraber görünen unsurlar aynen, Türk-Moğol kültür tarihinde de bulunmaktadır. W. Schmidt, Şamanizmi Gök Tanrı ile Yer Tanrı ve bunlara bağlı ruhlara dayanan bir din olarak kabul etmektedir (Tarhan 1969: 148-149). Yerleşmiş kanaat ise, mevcut bir dinde var olan ve dini bir bütün olarak algılamaya uygun şartların Şamanizmde oluşmadığı ve bundan dolayı bir inanç olarak kabul edilmesi gereğidir. Çünkü her din bir inanç olduğu halde, her inancın bir din olmadığı bilinmektedir.

İskitlerin inandıkları ruhlar ve Tanrılar âleminin eski Türk dininde bulunan motiflerle olan benzerliğini tesadüfle açıklamak mümkün değildir; aksine bu benzerlikler ve bağlar İskitlerin Türklüğüne işaret olarak sayılabilir.

5) Gelenek ve Göreneklerinin Eski Türk Gelenek ve Görenekleriyle İlgisi

İskitlerin gelenek ve göreneklerine dair bilgileri Herodotos ve Hippokrates'ten öğrenmekteyiz. Herodotos ve Hippokrates İskitlerin hayat tarzı ve bazı âdetleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Herodotos İskitlerin gelenek ve göreneklerine bağlı ve yabancı geleneklere kesinlikle kapalı bir toplum olduğunu belirtmektedir (Herodotos IV: 76). Hippokrates ise, İskitlerin göçebe bir kavim olduğunu, onların soğuğa karşı korunaklı keçeyle kaplı, dört ya da altı tekerli, öküzler tarafından çekilen arabalarda yaşadıklarını, hayvanlarına otu bol otlaklar bulmak için dolaştıklarını belirttikten sonra; onların pişmiş et yediklerini ve kısrak sütü içtiklerini bildirmektedir (Hippokrates 1863: XCI-XCIV).

Hippokrates tarafından verilen bilgiler Hunlar ve Göktürkler hakkında yazılanların aynıdır. Bunlar Türk "derme ev"lerinde, yani keçeden yapılmış kubbeli çadırlarda yaşamışlar. Söz konusu "derme ev"leri Türklerden alarak benimseyen bazı İranî kavimlerin bu evlerin bazı kısımlarına dair kullandıkları kelimelerin çoğunun Farsça değil de Türkçe olması, adı geçen evlerin asıl sahibinin Türkler olduğunu açıkça göstermektedir. Öte taraftan Arapların da bu evlere "Qubba Turkiya", yani "Türk Çadırı" dedikleri bilinmektedir (Togan 1981: 34). Ayrıca İskitlere tabi olan Alan, As göçebelerinin çadır ve alaçuk yapmasını bilmedikleri, üstü ağaç kabukları ile örtülmüş arabalarda yaşadıkları ve İskitlerin diğer Türk kavimleri gibi kımız içtikleri ve sütü kurutarak "kurut" yaptıkları bilinen gerçeklerdendir (Togan 1981: 34). İskitler ve Hunlar ata binmek ve kımız içmek gibi âdetleri bakımından birbirlerine benzemektedir (Parker 1924:3).

Herodotos'un anlattığına göre, İskitler başta at olmak üzere bütün hayvanları kesmektedir. Yine o, onların domuz kurban etmeleri bir tarafa, onu topraklarında beslemelerinin bile söz konusu olmadığını ifade etmektedir (Herodotos IV: 61-63). Türkler hemen her devirde kesim hayvanı olarak atı diğer hayvanlara tercih etmişlerdir. Günümüzde at kurban etme âdetinin gayri müslim Altay Türkleri arasında devam ettiği bilinmektedir. İskitlerin genelde domuz beslememeleri ve onları asla kurban olarak kesmemeleri oldukça ilgi çekicidir. Buradan Türklerin bu hayvana karşı duydukları nefretin sadece İslami kanaatle ilgili olmadığı sonucunu çıkarabiliriz (Arsal 1930: 11). Bu cümleden olarak, İskitlerin at kurban etmeleri ve domuz kesmemeleri itiyadı, onların Türklükleri hususunda bir işaret olarak kabul edilebilir.

İskitler arasında oldukça fazla olan falcılar, kehanetlerinin icrasında söğüt çubukları kullanmışlardır (Herodotos IV: 67). Bu kehanet gösterme tarzı günümüzde bile çok sayıda gayri müslim Türkün dinî merasimlerde çubuk kullandıkları düşünülecek olursa (Minns 1913: 87), İskitlerin Türklüklerinin bir delili olarak düşünülebilir.

Herodotos, İskitlerin nasıl ant içtikleri hakkında da bilgi vermektedir. O, ant içenlerin toprak bir kabın içerisine şarap doldurup, kanlarını bunun içerisine karıştırdıktan sonra içtiklerini ve orada bulunan ileri gelen kişilere de ikramda bulunulduğunu (Herodotos IV:
79) belirtmektedir. İskitlerdeki bu merasim de eski Türklerde görülen ant içme merasiminin aynıdır. Bu merasim Asya Hunların-da da aynı şekilde yapılmaktadır. Hun hükümdarlarından Huhanye MÖ 1. yüzyılın ortalarında Çin elçileriyle anlaşma yaptığı zaman şaraba kan karıştırarak içmiştir (Biçurin 1950:78). Bunun Ural-Altay kavmi olarak Macarlar ve Kumanlar arasında da yaygın olduğu bilinmektedir (Minns 1913: 87). İskitlerdeki dostlaşma merasimlerinde görülen kan karıştırma usulü tarih boyunca bütün Türk boylarınca devam ettirilmiştir; hatta Osmanlı edebiyatında kan yalaşıp dost olma motifine rastlanmaktadır (İnan 1987: 326).

Herodotos hükümdarları öldüğü zaman, İskitler tarafından o bölgede eni boyu bir dörtgen, büyük bir mezar kazıldığını ve ölünün mumyalandığını belirttikten sonra, hayatta olanların kulak memelerini kestiklerini, başlarını çepeçevre kazıdıklarını, kollarını çizdiklerini, alınlarını ve burunlarını yırttıklarını bildirmektedir (Herodotos IV: 71). Orhun Kitabeleri'nden de böyle bir merasimin yapıldığını öğrenmekteyiz. Bilge Kağan Abidesi'nin güney cephesinde; Bilge Kağan babasının it yılının 10. ayının 26. gününde öldüğünü, domuz yılının 27. gününde yas töreni yaptırdığını, bu esnada Çinlilerin ıtriyat, altın ve gümüş, diğer topluluklara mensup kişilerin de iyi at ve kara samur kürkleri getirdiklerini belirttikten sonra; tören sırasında bütün halkın saçlarını tıraş ettiğini ve kulaklarını yaraladığını bildirmektedir (Ergin 1991: 45-46). Buradan İskitlerdeki ölü gömme âdetinin aynen Göktürklerde de uygulandığını anlıyoruz.

İskitlerde ölülerin mumyalandığını arkeolojik malzemelerle de ispatlayabiliyoruz. Pazırık'tan bulunan cesetler mumyalanmıştır. Bu mumyalanmış cesetlerin üzerinde dövmelere de rastlanmıştır. Genelde cesetlerde, vücudun ön ve arka kısımlarında baştan aşağıya kadar dövmeler bulunmaktadır (Rudenko 1953:328)

Klasik eserlerde "mumya", "mumyağ" ve "mumyag" olarak geçen mumya, tıpta ve tahnitte cesetleri korumak için kullanılan bir maddedir. Bu madde Oğuz Türkleri tarafından mukaddes addedilmiştir. Eski Türkler, yok olmayı, toprak olmayı bir türlü kabul edememişler, bütün fertlerini değilse bile, ulularını ve hükümdarlarını mumyalamak suretiyle, maddi varlıklarını ebedileştirmek istemişlerdir. Orhun Kitabeleri'nden öğrendiğimize göre, Köl-Tigin mumyalanmıştır. Değiştirdikleri muhtelif dinlerin ruh anlayışına göre, bu sanatlarını bazen tadile lüzum görmüşler, fakat büsbütün bırakmamışlardır. İslamiyetten sonra da, bu dinde böyle bir düşünce olmadığı halde, mumya yapmakta devam etmişlerdir. Buna en güzel örnek, Anadolu Selçuklularının yaptıkları mumyalardır. II. Kılıç Arslan, I. Keyhüsrev, II. Süleyman Şah, III. Kılıç Arslan ve daha birçokları mumyalanmıştır (Konyalı 1965: 1196-1199). Bu durum, İskitlerde başlayıp, onlardan Göktürklere geçen ve onlardan da Anadolu Selçuklularına kadar ulaşan köklü bir geleneği göstermektedir.

Herodotos, İskitlerin ölü gömme işleri tamamlandıktan sonra, mezarın üzerine toprak attıklarını ve en yüksek tümseği yapmak için birbirleriyle yarıştıklarını bildirmektedir (Herodotos IV: 71). Bu âdet eski Türklerde bulunmaktadır ve Orta Asya'nın kuzey bölgeleri bu şekilde yapılmış kurganlarla doludur. Orhun Kitabeleri'nde mezarlar üzerine düşmanların heykelleri konulduğu belirtilmektedir (Ergin 1991: 22). 12. ve 13. yüzyıllarda Karadeniz'in kuzeyindeki sahada yaşayan Kıpçak Türklerinde mezar üstüne tepecik yapma âdeti olduğu bilinmektedir. 13. yüzyılda Altın-Ordu hanlarından Batuhan devrinde Türk ülkelerine seyahat eden Gillaume de Rubrouck, Kıpçakların ölülerinin mezarı üstüne büyük tepeler yaptıklarını ve tepe üzerine ölünün heykelini dikerek, eline bir kap verdiklerini belirtmektedir (Arsal 1930: 13).

İskitlerin kendi gelenek ve göreneklerine çok bağlı oldukları bilinmektedir (Herodotos IV: 76). Aynı şekilde Göktürklerin de gelenek ve göreneklerine çok bağlı oldukları Orhun Kitabeleri'nden anlaşılmaktadır. Türk Kağanı Bilge Kağan, milletine Çin kültürünün cazibesine kapılmamalarını tavsiye ediyor. Çin ülkesine yerleşenlere, Çince unvanları kabul edenlere, yaptıklarının yanlış olduğunu anlatıyor (Ergin 1991: 18, 21).

6) Sanatlarının Eski Türk Sanatıyla İlgisi

İskit sanatının izlerini çok geniş bir coğrafyada bulmak mümkündür. Göçebe İskitler, yaşamış oldukları hayat şartları gereği, daimi mesken yerine, çadırı kullanmış ve kendilerini, her türlü doğal unsurlardan koruyan bu nesneyi kutsal addetmişlerdir. Kurgan adı verilen tepecikler de esasında, İskit çadırının, öbür dünya için hazırlanmış bir benzerinden başka bir şey değildir. Bu kutsal istirahat yeri form olarak asırlarca devam etmiş ve bilhassa Hun Türk kültüründe önemini korumuştur (Buluç 1979: 331). Enteresan bir nokta da, Selçuklu kümbetlerinin mimari olarak aynı geleneği devam ettirmesidir. Bunlar ekseriyetle iki katlıdır. Alt tarafı defin bölmesi olan kümbetlerin üst bölümü tamamen çadıra benzetilmiştir. Bu da bize, Selçuklu Türklerinin Müslüman oldukları halde hâlâ eski bozkır hayatının geleneklerine bağlı olduklarını göstermektedir.

Çin'in kuzeybatısından Tuna nehrine kadar çok geniş bir sahadan meydana çıkarılan kurgan buluntuları da İskit ve Hunlar'daki sanat anlayışının benzerliğini göstermeleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu sanata "Hayvan Üslubu" adı verilmektedir.

İskit ve Hun Bozkır sanatkârları, çoğunlukla ormanlardaki sarmaşıklar gibi, ölümüne birbirleriyle mücadeleye girmiş hayvanları tasvir etmektedir. Uzuvların bükülmesi, yırtıcı hayvanların, akbabaların veya ayıların pençelerinde kıvranan geyikler ve atlar dramatik sanatın hoşlandığı konuları oluşturmaktadır (Grousset 1980: 32). En çok kaplar, vazolar, levhalar ve süs eşyaları üzerindeki savaş sahneleri ve hayvan mücadelelerinde ileri teknik dikkati çekmektedir. Bu sanatın en belirgin özelliğini mücadele halinde olan hareketli figürler oluşturmaktadır. Orta Asya Türk sanatının özünü oluşturan Hayvan Üslubu da İskitlerde çok kullanılmış ve onlar tarafından geliştirilmiştir (Koca 1990: 35-36). Gerek seçilen konular ve gerekse bunların işlenişleri bakımından, İskit ve Hun sanatı birbirine çok yakınlık göstermektedir. Hatta bir merkezde imal edilip, değişik yerlerde ele geçen sanat ürünleri gibidirler. Bu derece yakınlık İskit ve Hunların aynı hayat tarzları ve aynı anlayışın sanatlarına da aksetmiş olduğunu göstermektedir. Bu durum, Hun sanatının İskit sanatının, bir devamı olduğunu düşünmemizi mümkün kılar.

7) İskitlerin Devamı Kabul Edilen Türk Toplulukları

İskitler uzun süre tarih sahnesinde kalan ender toplumlardandır. Hem uzun süre hâkimiyetlerini sürdüren, hem de geniş bir coğrafyada varlıklarını hissettiren İskit unsuru kalıntılarının olması ve yeni devletlerin oluşumunda yer almaları gayet doğaldır.

İskitlerden Tiyen-Şan, Maveraünnehir ve Doğu Türkistan'da yaşayanların Saka, Yedisu'da yaşayanların Şu ismini aldığı görülmektedir. Sakaların, Vusunlarla Göktürklerin ataları olabileceği düşünülmektedir (Togan 1942: 86). Bu düşünceyi, ilgili bölümlerde bahsedildiği üzere gelenek ve görenekleri, dinî inanışları ve sanat anlayışlarındaki yakınlık açık bir şekilde göstermektedir. Saka tigrakhauda'ya ait olan ve Esik kurganından çıkarılmış olan yazının Göktürk yazısının prototipi olduğu kabul görmektedir (Süleymanov 1970:1-37). Türkçe yazıldığı anlaşılan ve transkripsiyonu yapılan bu yazı Sakalardan Göktürklere geçmiştir. Bu durum açık olarak çok yönlü bir bağlantının olduğunu ve Göktürkçenin oluşumunda Saka tigrakhauda'nın fonksiyonunu ortaya koymaktadır.

Günümüz Türk topluluklarından Kent Türklerinin, Kaşgarlıların, Tarançıların, kuzeyde bulunan Yakut Türklerinin atalarının Sakalar olabileceği kabul edilmektedir (Togan 1942: 86-87). Özellikle Kuzey Sibirya'da yaşayan ve kendilerini Saka olarak adlandıran Yakut Türklerinin atalarının da milattan birkaç yüzyıl önce dışarıdan gelen bir saldırı sonucunda güneyden kaçarak, Yenisey ırmağı ve Baykal gölü yakınlarına sığınmaya mecbur olduğu hakkında rivayetler vardır (Togan 1942: 92-93). Mançuca'da Sakalara Yakuv denilmekte ve onların Sakaların bir uzantısı olduğu da belirtilmektedir (Kudayberdiulu 1991: 63). Filolojik olarak da Yakut'la Sak(a), Sa adlarının birinci hecelerinin aynı anlama gelen sözler olduğu belirtilmektedir. Buna göre, "ya" ve "sak/sa" her ikisi de yay demektir. Yakutlar kendilerine Saklar gibi, "yay/ya/sa"yı ad olarak almıştır (Seyidof 1989: 36). Bu ad konulurken, "sa/ya/yay/"ın, "kuvvet", "güç" ve "müstakillik" anlamları dikkate alınmıştır (Seyidof 1989: 86). Gerek Mançuca'da Sakaların Yakuv olarak geçmesi ve gerekse Türk dilinde "s" ve "y" değişikliği, Yakutların Sakaların bir uzantısı olduğunu göstermektedir. Yay ve okun Türk topluluklarında önemi sa-k/ya/ça/yay, Kasok (Kas+ok), Bozok (Boz+ok), Üçok (Üç+ok), Onok (On+ok), Yakut (Ya+kut) adlarından anlaşılmakta (Seyidof 1989: 86) ve Yakutlar'la Sakaların arasında bir bağlantı kurmamızı mümkün kılmaktadır. Yakutlar'dan bir kısmı, özellikle Lena vadilerinde yaşayanlar, kendilerini Uranhay Sakaları, yani Orman Sakaları olarak adlandırmaktadır (Hayit 1987: 44). Kendilerini Saka olarak adlandırmaları da Yakutların Sakaların bir uzantısı olduğunu göstermek bakımından bir delil sayılmalıdır.

Tarih sahnesinde varlıklarını 10 yüzyılı aşkın bir süre devam ettiren Sakaların, Yakutların, Kazakların ve hatta Kafkaslar'da yaşayan bazı Türk boylarının oluşumunda önemli rol oynadıkları söylenebilir (Seyidof 1983: 36).

İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 29

 


EBREN


Ejderha. Söylencesel dev sürüngen. Kanatlıdır, korkunç bir görünümü vardır. Bazen devasa bir yılan olarak betimlenir. Yeraltındaki mağarasında yaşar ve orada bulunan hazineyi korur. Sularda veya gizemli bir ormanda yaşadığı da anlatılır. Bazen ateşin içinde barınır. Ağzından ateş saçar. Kuraklığın ve ölümün simgesidir. Masallarda suyun önünü keser ve bırakmak için karşılığında kurban ister. Su yaşam demektir, dolayısıyla onu kendi denetimine ve egemenliği altına alarak yaşama sahip olacaktır. Bir başka açıdan bakıldığında susuz bıraktığı yeryüzüne ölüm ve karmaşa getirir. Öteki taraftan bunları elinde bulundurduğu için aynı zamanda bereket ve güç simgesidir. Ebren kelimesi "evren" sözcüğünün farklı bir söyleyiş biçimidir. Dolayısıyla evren aslında sembolik olarak bir ejderhadır. Tıpkı ejderha gibi evren de büyük ve insanüstüdür. İnsan aklıyla kainatın bütün niteliklerini anlamak mümkün değildir. Türk mitolojisinde dünyanın veya kainatın bir ya da birkaç tane ejderha tarafından döndürüldüğü yani evrildiği düşünülürdü. Bu ejderhalaraysa "eviren" (döndürüp çeviren) denilirdi. Daha sonra sözcük "evren" biçimini almıştır.


EJDER


Kanatlı, kuyruklu, derisi pullu, ağzından ateş saçan yılan biçimli efsanevi canavardır. Fin mitolojisinde Ajatar adında ormanlarda yaşayan ve ejderha kılığına bürünebilen bir ruh vardır. Batı dillerinde dragon (eski  Yunanca yılan  manası  taşır)  olarak anılan  ejderhalara ait efsaneler tüm dünyadaki bu motifi doğrudan biçimlendirmiştir. Fars, Hint ve Çin kültürlerindeki ejderha anlayışı Türk Mitolojisi'ni büyük oranda etkilemiştir. İran Mitolojisi'ndeki AzdahalAzdakal Azdahak ise Zahhak (Azı Dahhak) olarak bilinen şeytani varlıkla yakından alakalıdır. Eski Farsçada az/azı/azi yine yılan demektir. Bu varlık Yılan- Kral olarak görünür Pers söylencelerinde. Ejderhaların farklı adlarla olsa da hemen her toplumda yer alması son derece ilgi çekicidir ve kavramın ortaya çıkışına kesin bir açıklama getirilememiştir.  İnsanın bilinçaltındaki yılan korkusuna  dayandıranlar  olduğu gibi tamamen hayal ürünü bir masal unsuru olduğunu öne süren görüşler de mevcuttur. Geçmiş çağlarda nesli tükenmiş böylesi bir varlığa insanoğlunun atalarının henüz yaşarken tanık olduğunu ileri sürenler dahi bulunmaktadır. Örneğin 12 hayvanlı Türk takviminde tıpkı yaşayan diğer hayvanlar gibi, onlarla birlikte adının bir yıla verilmesi bu duruma küçük de olsa bir kanıt olarak öne sürülmektedir. Ancak kesin olan şey şudur ki, tarih öncesinin dev sürüngenleri (dinozorlar) hakkında bilimsel hiçbir veri yokken bile ejderlerin varlığına inanılırdı. Belki de geçmiş çağlarda bunların son örneklerine tanık olunabilmişti veya dinozorların kemikleriyle karşılaşınca çeşitli öyküler oluşturulmuştu.



EKİN İYESİ


Ekinlerin koruyucu ruhu. Ekinlerin içinde yuvarlanmayı sever. Tarlada yangın çıktığında ters tarafa üfleyerek söndürür. Bir demet ekin ona armağan olarak biçilmeden bırakılır ve  buna  Kır  Sakalı denir. Zayıf kalmış ekinlerin bulunduğu yerlere ekin iyesinin ayak izleri denir. Kimi zamanda  ekinin  içinden  hafifçe  esen  rüzgarın onun geçişinden kaynaklandığına inanılır. Anadolu'da tırpanla ekin biçilirken farkına varılmadan yılanların kafası veya vücudu da kesildiğinde bu kesik gövdeye saygısızlık yapılmaz, sessizce götürülüp tarlanın kenarına bırakılır. Bu anlayışın kökeninde de yine Ekin iyesi inancı bulunur.



ELBİS


Kavga tanrısı. Elbis Kuha/İlbis Kığha olarak da anılır. Savaş tanrısı olarak da algılanır. Acımasızdır ve insanlara acımasızlığı telkin eder. Savaşçı bir karakteri vardır. Şeytani özelliklere sahiptir. İslam'ın etkisiyle bu sözcük ("1" ve "b" harflerinin kolayca yer değişmesi nedeniyle) iblisle özdeşleşmiştir. Fakat aslında Türkçede pek çok olumsuz anlamı barındıran  "yel" kökünden türemiştir.  Savaşlardan  önce bu tanrı çağrılır ve  adına törenler yapılır.  Onun  sayesinde  düşmanın attığı oklar geri kendisine döner. Düşmanının  ölmesini  isteyen kim varsa ondan yardım diler. Yakutların inançlarında savaş ruhu ve savaşçıların koruyucusu olan "elbis"ten güç ve yiğitlik vermesi için yardım istenirdi. O düşmanın yüreğine girerse, yenilgi onlar için kaçınılmazdır. Savaştan önce  düşmanının yenilgisi  şaman  için  üç gün üç gece tören yapar. Bazı kaynaklarda bir şamanın gerçekleştirdiği törende; "Ey insanları deli eden, akılları başlarından alan İblis  Kağan!" şeklinde seslendiği yazılmıştır. 


ELLEY VE ECEY


Adem ve Havva. Elli kapılı, kırk pencereli, otuz kirişli bir evde yaşarlar. Sabanı ve tarla sürmeyi keşfetmişlerdir. İnsanoğlunun soy atası ve soy anası olarak anılırlar. İlk insan (ilk erkek ve ilk kadın) kavramlarına tüm kültürlerde ilgi duyulmuştur, çünkü insanın yeryüzünde ne zaman ve nasıl var olduğu sorusu daima merak edilmiştir. Benzer biçimde  dünümüzde  de  bilimsel  olarak  antropolojinin ilgi alanlarından birisi insanoğlunun yeryüzüne yayılış sürecidir.

1. Elley:

Adem. Yaratılan ilk kişi. İnsanların atası. Gökte yaşamaktadır, sonradan yeryüzüne gönderilmiştir. Ne bir ulusa, ne  de  bir  boya sahip değildir. İlk önceleri eşi de yoktur. Yeryüzüne gönderilirken Uluğkayın/Ulukayın'ın önünde kendisine su, ateş ve demir verilmiştir. Karısının adı Eceydir. Öküzleri tarla sürmede kullanan ilk kişidir. Köten (saban)  sürmeyi bulan kişi de odur. Türk halk inancında kımızı keşfettiğine de inanılır. Kımız içme töreni de ona aittir. Bazen halk öykülerinde "Göklerden mi indiği yerden mi  çıktığı belli  olmayan" kişi olarak betimlenir. Bazen de gökten düştüğü söylenir. Ateşi elde etmiştir  (bulmuştur veya ona gönderilmiştir).  Yurdundan kovulduğu söylenir; ki bu anlayış cennetten kovulma motifiyle de örtüşür ve büyük dinlerin etkisiyle çamurdan yaratıldığı inancı Türk halk kültürü içerisinde de yerleşmiştir.

2. Ecey

Havva. Yeryüzündeki ilk kadın. Elley'in (veya bazı topluluklardaki diğer adıyla Törüngey'in) eşi. Sümerlerdeki Ecem'le de (Kraliçeler Tanrıçası) bağlantılıdır. 


EMEGEL


Çocuk tanrıçası. Çocukları ve bebekleri korur. Küçük çocukların başlarına gelecek kazaları önceden görür ve engel olur. Çocuklar hastalandıklarında kadın şamanlara onlar için uygun ilaçları hazırlama yollarını gösterir. Sibirya Türklerinde "Emehsit" (Nine) adı verilen varlıkların kadın hastalıklarına neden olduğuna inanılır. Emegel onların neden olduğu hastalıkları iyileştirir.



EMEGEY


Şaman ruhu. Şamanın varlığında kök salar. Kel ve parmak kadardır. Bu ruh olmadan şaman olunamaz. Şamana yol gösterir. Şaman öldüğünde kuş görünümünde dışarı çıkar. Şamanın mezarının yanında veya üstünde büyüyen ağaçta yaşar ve mezarın saygınlığını, temizliğini korur. Keltegey'le birlikte anılır.



ERBÖRÜ


Kurt adam; Dolunayda kurda dönüşen kişi. İskitler, bazı olağanüstü büyücülerin her yıl birkaç gün için kurda dönüştüklerine inanıyorlardı. Bu insanlar, çeşitli büyüler yaparak dilediklerinde yırtıcı bir kurda dönüşürlerdi. Kurda dönüşen bu kişinin yalnızca insan sesi ve insan gözleri aynı kalırdı. Kurt adam insan eti yiyen bir varlık olarak kabul edilir ve yeryüzünde değişik kültürlerde rastlanır, ancak özellikle Avrupa toplumlarında en çok ilgi duyulan mitolojik figürlerden birisidir. Dişleriyle pençeleri sıklıkla abartılı olarak vurgulanır. Özellikle dolunayın etkisiyle bu durumun ortaya çıktığı kanısı yaygındır. Türk kültüründe dişilerine "Eşbörü/İşbörü" denir.

ERBÜKE


Yarı insan yarı yılan olan varlık. Bu varlıkların başında Yılan Ana ve/veya Yılan Ata bulunur. Daha  çok  masallarda  bellerinden  aşağısı yılan, üst kısmıysa insan şeklinde betimlenirler. Bu yaratıkların insanların hastalıklarına şifa olduğuna inanılması ise yılanın tıbbın simgesi olarak görülmesi anlayışıyla alakalıdır. Dişi olanları için "Eşbüke/İşbüke" tabiri kullanılır.



ERDENEY


Haber tanrısı. Tanrıların haberlerini insanlara iletir.  Uçan beyaz bir atı vardır. Habercileri ve ulakları korur, elçilerin başlarına zarar gelmesine engel olur. İletilerin değiştirilmeden, olduğu gibi ulaştırılmasını sağlar.



ERLİK


Kötülüklerin kaynağı olarak görülen tanrıdır. Kara bir güneşle aydınlatılan yeraltında akan ırmağın kenarındaki yüksek bir dağın eteğinde kırk köşeli taş veya demir sarayında yaşar. Tılsımlı çelik bir mızrağı vardır. Saçları, gözleri ve kaşlarıyla atı karadır. Kara renkle simgelenir. Kendisine kara at kurban edilir. Çatal (çiftli) sakalı dizlerine kadar uzamıştır. Boynuzları ağaç köklerine, bıyıkları yaban domuzunun dişlerine benzer ve kıvrılarak kulağına asılmıştır. Yatağı kunduz derisindendir. Kadehi insan kafatasındandır. Kamçısı karayılandandır. Körüğü, çekici ve örsü vardır. Çenesi tokmak gibidir. Gözkapakları bir karış, saçları dimdik, yüzü kan renklidir. Vücudu yılanlarla kaplıdır. Bıyığı kıvrılarak kulağına asılmıştır. Eyerlenmiş domuz boynuzlu dokuz boğasının sırtında yolculuk yapar. Gümüş bir tahtı bulunur. Yassı demirden bir kalkan taşır. Kılıcı geniş ağızlı bir paladır. İhtiyar ve çirkin bir görüntüye sahiptir. Erlik bilgisiz ve yıkıcıdır. Düzen ve barış istemez. Huzura karşıdır, yeryüzünü karıştırmak ister. Sonsuz karanlıkların içinde yaşar. iradesi yoktur. Erlik'in yeryüzüne çıkışıyla aleme aniden karanlık çöker, rüzgar eser, fırtına kopar, yer sarsılır. İki köpeğinin adları Kazar ve Pazardır. Kötü ruhların tamamı onun egemenliği altındadır. Pora Ninci ve Kara Ninci adlı iki yardımcısı vardır. Kayra Han ilk önce onu yaratmış ve onun aracılığıyla da yeryüzünü, dağları, vadileri meydana getirmiştir. Fakat kendisine başkaldırması üzerine, ona "Erlik" adını vererek gökyüzünden yeraltına atmıştır. Başka bir efsanede evrenin başlangıcında yalnızca İyilik Tanrısı ülgen ve Kötülük Tanrısı Erlik vardır. Kaz (veya kuğu) kılığına girerek sonsuz suyun üzerinde uçarlar. Erlik yaptığı kötü işler nedeniyle tanrı Ülgen tarafından "Kötülük yaptın, senin halkın da hep hileciler, kötüler olsun" denilerek ilençlenir. Bir söylencede Kuday (Tanrı) yerden dokuz dallı bir çam ağacı büyüterek her dalında değişik bir ırktan insan türetmiştir. Erlik gidip bu insanları baştan çıkarır. Elley ve Ecey adlı ilk insanları yasak ağacın meyvelerini (veya yasak dallardaki meyveleri) yemeleri için kandırır. Bunun için de yılanı kullanır. Tanrı durumu fark ·eder ve Erlik'i sonsuza dek yeraltına sürgüne gönderir. Ayrıca Kuday sinirlenerek Eceye "Sen sözümü dinlemedin bundan sonra doğum sancıları çekesin" der. Yılana da "Sen sözümü dinlemedin, bundan böyle yerlerde sürünesin" der. Elleye "Sen sözümü tutmadın, ailenin sorumluluğunu yüklenesin" diye ilenir (lanetler). Bunun üzerine hepsini huzurundan kovar ve dünyaya gönderir. Bir başka rivayette yeryüzü yaratılırken sonsuz suların içinden toprak (balçık) çıkarma görevi ona verilmiş fakat Erlik ağzında kendisi için bir parça toprak saklamıştır ve anlaşılınca cezalandırılmıştır. Bazı yaratılış efsanelerinde cezalandırılan bu varlık ördektir ve o da toprağı ağzında saklamıştır. Macar efsanelerinde Aran Ata ördeğin bacaklarını kırdığı için paytak kalmıştır ve bu mitolojide Erlike eşdeğer olan "Ördög" adının "ördek" (Altayca "örtök': Kırgızca "ördök") sözcüğüne benzemesi de bu bakımdan ilgi çekicidir. 1980 yılında Moğolistan'da bulunan bir dinozora Erlikosaurus adı verilmiştir. Çünkü onun yeryüzüne çıktığı zaman cezalandırdığı mamutlarını anımsatmaktadır.

Dokuz kızının hiçbirinin adı bulunmaz. Dokuz tane de oğlu vardır.


Erlik'in Oğulları:

1. Temir Han: Demir Tanrısı.

2. Karaş Han: Karanlık Tanrısı.

3. Matır Han: Cesaret Tanrısı.

4. Şıngay Han: Kargaşa Tanrısı.

5.      Kümür Han: Kömür Tanrısı.

6. Badış Han: Felaket Tanrısı.

7. Kerey Han: Ara Bozuculuk Tanrısı.

8. Yabaş Han: Bozgun Tanrısı.

9. Uçar Han: Haber Tanrısı.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

DÎNİ SÖZLÜK “B”

 BÂB:

 

1. Kapı.

 

Mescîd-i Nebî'nin şimdi beş bâbı vardır. İkisi batı duvarında olup, kıbleye yakın olana Bâb-üs-selâm, kuzey köşesine yakın olana Bâb-ür-rahme adı verilir.

 

2. Bir kitâbın bölümlerinden her biri.

 

Riyâd -un-nâsihîn kitâbı ikinci kısım ikinci bâbı birinci faslında diyor ki: Tövbe kalb ile, dil ile ve günâh işliyen âzâ ile olmalıdır. Kalb pişmân olmalı, dil duâ etmeli ve yalvarmalı, âzâ da günâhtan çekilmelidir.

 

3.   Bozuk bir yol olan Bâbîliğin kurucusu Ali Muhammed'in kendisine verdiği ad.

 

El-Bâb Ali Muhammed kendisinin beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyledi, daha sonra da peygamberlik iddiâsında bulundu. El-Bâb Ali Muhammed'in kendisine bâb demesi sebebiyle kurduğu bozuk yola Bâbîlik adı verildi. (Muhammed Ebû Zühre)

 

Bâb-ı Cibrîl:

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidinin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı. Bu kapıya, hazret-i Osman'ın evinin karşısında bulunması sebebiyle Bâb-ı Osmân; Resûlullah efendimiz hazret-i Osman'ın evini  ziyâret etmek üzere bu kapıdan girip çıkmayı âdet edindikleri için Bâb-ün-Nebî de denilmiştir.

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Kureyzâ yahûdîleri üzerine sefer düzenlendiği zaman, Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize yardım için geldiğinde Bâb-ı Cibrîl önünde beklemişti. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

Bâb-ür-Rahme:

 

Rahmet kapısı. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin yaptırdığı mescidin batı duvarındaki iki kapıdan biri. Bâb-ül-Âtike ve Bâb-üs-Sûk diye de bilinir.

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir Cumâ günü hutbede iken batı tarafındaki kapıdan gelen bir kimse; "Yâ Resûlallah! Susuzluktan hayvanlarımız, âile ve çocuklarımız perişân oldu. Bizim için cenâb-ı Hakk'a duâ edin de yağmur ihsân buyursun" deyince, Peygamber efendimiz mübârek ellerini kaldırıp duâ buyurdular. Bu sırada Sel dağının üzerinde rahmet alâmetleri (bulutları) belirip yağmur yağdı. Bu sebeple bu kapıya Bâb-ür-Rahme denildi. (Ebû Abdullah Tilemsânî)

 

Bâb-üs-Selâm:

 

1. Mekke-i mükerremede bulunan Mescid-i Haram'ın doğu tarafına açılan kapı. Bâb-ı Şeybe de denir.

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşında iken, yağan yağmur ve seller sebebiyle Kâbe-i muazzama tahrîb olmuştu. Yeniden inşâ edilmesi sırasında Hacer-ül-Esved taşının yerine konulması husûsunda kabîleler arasında anlaşmazlık çıktı. Nihayet Bâb-ı Şeybe kapısı tarafından ilk gelecek kimsenin hakemliğini kabûl etmek üzere anlaştılar. O kapıdan ilk olarak Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. Peygamber efendimizin hükmüne râzı olup Hacer-ül-Esved'i yerine koydular. Anlaşmazlığa son veren Muhammed aleyhisselâm bu kapıdan Kâbe-i muazzamanın yanına geldiği için Bâb-üs-Selâm adı verildi. (İbn-i Hişâm ve Abdülhak Dehlevî)

 

2.   Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı Mescid-i Nebî'nin batı duvarında kıbleye yakın olan kapısı. Bâb-ı Mervân diye de bilinen bu kapı, Mescid-i Nebî'nin beş kapısından en büyüğü ve en zînetlisidir (süslüsüdür).

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem vefâtından önce Eshâb-ı kirâmın evlerinden mescide açılan kapıların kapatılmasını emir buyurduğunda, sâdece Ebû Bekr-i Sıddîk'in (r.anh) kapısının açık kalmasını istemişti. Bâb-üs-Sıddîk adıyla bilinen bu kapı, Bâb-üs-Selâmın sol tarafından üçüncü küçük kapıdır. (Eyyûb Sabri Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa)

 

Bâb-üt-Tevessül:

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevverede yaptırdığı mescidin kuzeye açılan kapısı . Bu kapı Osmanlı sultanlarından Abdülmecîd Han tarafından yeniden yaptırıldığından Bâb-ı Mecîdî diye de bilinir.

 

Hicretin ikinci senesi Receb ayında, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emr olununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp, karşısına, Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-Tevessül denmektedir. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

İlk Mescid-i Nebî'nin üç kapısı vardı. Mihrâbı Bâb-üt-Tevessül yerinde idi. Şimdiki mihrâbın yerinde bulunan kapısından cemâat girer çıkardı. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

BÂBÎLİK:

 

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İran'da el-Bâb Ali Muhammed isminde bir acem tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Kendisinin Mehdî olduğunu iddiâ eden, beklenen imâma açılan bir bâb (kapı) olduğunu söyleyen Ali Muhammed'e el-Bab, onun yoluna da Bâbîlik denildi. Daha sonra Behâîlik adıyla devâm etti.

 

BÂĞÎ:

 

Âsî. Haksız olarak devlet başkanına isyân eden. Çoğulu buğât'tır.

 

Bâğîler başkaldırınca, devlet başkanı onların isyân etme sebeblerini araştırır. Niçin isyân ettiklerini sorar ve kendisine itâate dâvet eder. Şâyet bâğîler, yapılan dâveti kabûl etmeyip, harbe başlarsa, devlet başkanı, onların topluluklarını dağıtıncaya kadar harb eder. (İbn-i Âbidîn)

 

Haksız olarak devlet başkanına baş kaldıran bâğîler döğüşürken öldürülünce, namazları kılınmaz. Bunları yıkamak da câiz değildir. (İbn-i Nüceym)

 

BAHÎL:

 

Cimri.

 

Bahîl, Allahü teâlâdan, Cennet'ten ve insanlardan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

Cömert olan câhil, Allahü teâlâya, bahîl olan âbidden (çok ibâdet edenden) daha sevimlidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmayacak, hepsine çok acı azâb yapacaktır. Zinâ eden ihtiyâr, başa kakan bahîl ve kibirli olan fakir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

BAHT:

 

Tâlih, nasîb, kısmet.

 

Bahtı açık olan ve işi rast gelen her kişi mutlu sayılmaz. Bahtlı, ancak cenâb-ı Hakk'ın, emirlerine uymakta ve yasaklarından kaçınmakta muvaffak (başarılı) ettiği kalben huzûrlu kimsedir. (Ahmed Rıfat)

 

BAHTİYÂR:

 

Tâlihli, mes'ûd, mutlu.

 

Bahtiyâr kişi, her zaman bulunduğu hâlden memnun, dâimâ nasîbine râzı ve şükredici olup, kimseye ihtiyâcını arzetmez. (Ahmed Rıfat)

 

Ey mes'ûd ve bahtiyâr kardeşim! Amel ve ibâdet, niyet ile dürüst ve doğru olur. Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, önce niyeti düzeltmelidir. Ancak, bundan sonra sevâb kazanılır. Muhârebeye gitmekten maksad; Allahü teâlânın ismini, dînini yaymak ve yükseltmek ve din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

BÂİN:

 

1. Ayırıcı. Talâk-ı bâin.

 

2. Tasavvuf'ta bir terim. İnsanlardan uzak olan.

 

Bâin Talak:

 

Boşamada kullanılan sözleri söyler söylemez, evliliği sona erdiren boşama.

 

BÂİS (El-Bâisü):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Öldükten sonra, kabirlerinde çürümüş ve dağılmış olan cesedleri diriltip mahşere, (arasât meydanına) sevkeden, gönderen.

 

Kim uyumazdan önce elini göğsüne koyar ve yüz kerre el-Bâisü ismi şerîfini söylerse, Allahü teâlâ onun kalbini nurlandırır, ilim ve hikmet ile doldurur. (Yûsuf Nebhânî)

 

BÂKÎ (El-Bâkî):

 

Allahü  teâlânın  Esmâ-i  hüsnâsından  (güzel  isimlerinden).  Devamlı,  ebedî,  sonsuz.

Varlığının sonu olmayan.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Ancak) celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin zâtı bâkîdir. (Rahmân sûresi: 27)

 

Allahü teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Varlığından evvel yokluk olamaz. Kadîm ve ezelî olan, öncesi, başlangıcı olmayan bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk (sonradan yaratılmış) olan, fânî (yok olucu) ve muvakkat (geçici) olur. (İmâm-ı Rabbânî).

 

El-Bâkî ismi şerîfini bin kerre söyleyen kimse, zarar ve kederden korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî)

 

BÂLİĞ:

 

Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Cünüp olup, gusül (boy) abdesti almağa başlayan, evlenecek yaşa gelen erkek.

 

BÂLİĞA:

 

Bülûğa eren, ergenlik çağına gelen. Hayız (regl) görmeye başlayan, evlenecek yaşa gelen kız.

 

BÂRÎ (El-Bâri):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaradan, yoktan var eden.

 

Yarattıklarını farklı şekiller ve özelliklerle birbirinden ayıran.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Allahü teâlâ Bârî'dir. (Haşr sûresi: 24)

 

Yedi gün arka arkaya yüz defâ el-Bârî ism-i şerîfine devam eden belâlardan selâmet bulur, kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

 

BARNABAS İNCÎLİ:

 

Hazret-i Îsâ'nın havârîlerinden biri olan Barnabas'ın, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru şekilde yazıp derlediği İncil.

 

Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından göğe kaldırılınca, hakîkî İncil kaybolup İncil adıyla bir takım kitaplar yazıldı. Bunun üzerine Barnabas, hazret-i Îsâ'dan görüp işittiklerini bir araya getirdi. Barnabas İncîli denen bu kitap hazret-i Îsâ'dan sonra ilk üç yüz senede elden ele dolaşıp okundu. Mîlâdî 325 senesinde İznik rûhânî meclisi, İbrânice yazılı İncillerin kaldırılmasına karar verince, Barnabas İncîli ve nüshaları yakıldı. Pâkistan Kur'ân-ı kerîm Cemiyeti büyük bir gayretle imhâ edilmeyen bir İngilizce nüshasını bulup, tekrar basmaya muvaffak olmuştur. (Müslimmerks Mecmûası-Pâkistan)

 

Barnabas İncîli'nden bir bölüm şöyledir:

 

"Ben bu dünyâya, cenâb-ı Hakk'ın dünyâya selâmet getirecek olan Resûlünün (Muhammed aleyhisselâmın) yolunu hazırlamak için geldim. Fakat sizler dikkat ediniz. O gelinceye kadar bir çok yalancı peygamberler çıkabilir. Benim İncîl'im bozulabilir." (72. Bâb)

 

BA'S:

 

Dirilme, diriltme, diriltilme. Kıyâmet koptuktan sonra Allahü teâlâ tarafından ölülerin diriltilmesi.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Allahü teâlâ kabirlerde olanları elbette ba's eder. (Hac sûresi: 7)

 

Ölüler, kefenleri ile ba's olunur. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)

 

Ba'se inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi bir araya gelecek, rûhlar bedenlerine girip, herkes mezârlarından kalkacaktır. (Kemahlı Feyzullah Efendi)

 

Ba'se inanmıyan birini görürsen, ona de ki: "Ben inanıyorum. Senin dediğin doğru çıkarsa, benim hiç zarârım olmaz. Benim dediğim doğru olunca, sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın!"(Hazret-i Ali)

 

İsrâfil aleyhisselâm, sûr'a (bizce nasıl olduğu bilinmeyen boruya) iki defâ üfürecektir. Birincisinde; Allahü teâlâdan başka her diri (canlı) ölecektir. İkincisinde; hepsi tekrar ba's olunacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

BASAR:

 

Âletsiz ve şartsız olarak, gizli ve âşikâr (açık) her şeyi görmesi mânâsına, Allahü teâlânın sübûtî sıfatlarından biri.

 

Allahü teâlânın Basar sıfatı ezelî ve ebedîdir. Zâtı ile kâimdir. O'nun basar sıfatı , göze, herhangi bir âlete ve ışığa bağlı değildir. Karanlık bir gecede kara karıncanın siyah bir taş üzerinde yürüdüğünü görür. (İmâm-ı Birgivî)

 

BASÎR (El-Basîr):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Gizli ve açık her şeyi hakkıyle görücü.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Şüphesiz O, semî'dir (her şeyi hakkıyle işitendir), Basîr'dir. (İsrâ sûresi: 1)

 

Bir kimse Cumâ namazından sonra yüz kerre el-Basîr ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ onun kalb gözünü açar. (Yûsuf Nebhânî)

 

BASÎRET:

 

İşlerin iç yüzünü görebilme; kalb gözü.

 

Gözü âmâ(görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ basîreti kör olan kişidir. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)

 

Allahü teâlâ mü'minlere basîretler ve nûrlar lütûf eylemiştir. Onlar bu sâyede işlerin iç yüzünü anlarlar. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem "Mü'min Allah'ın nûru ile nazar eder" hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır. (İmâm-ı Kuşeyrî)

 

BÂSİT (El-Bâsit):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından bâzısına rızkı az, bâzısına çok veren, sadakaları kabûl edip sevâb veren. Bâzısının rûhunu kabzeden (alan) bâzısının ömrünü uzatan, bâzısının kalbini daraltıp hayırlara (iyiliklere) rağbetsiz, bâzısınınkini ise geniş yapıp, hayırlara arzulu kılan.

 

Bir kimse ellerini açıp, el-Bâsit ismi şerîfini söylese geçimi genişler. Bol rızka kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak