15 Ağustos 2022 Pazartesi

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 1

 Banyoda


Temizlik anlayışında dikkat çeken özellikler Batı’yla karşılaştırınca ortaya çıkmaktadır. Batılıların hijyen duygusu güçlüyken, Anadolu’da mundarlık kavramı önemlidir. Örneğin, Batılı bulaşıkla çamaşırını aynı yerde yıkayabilmekte, ama yere düşen ekmeği bizler gibi öpüp başına koyduktan sonra rahatça yiyememektedir. Temizlik anlayışının bir başka yönü de, evlerinin temizliğine önem veren «Türklerin, sokak ve mahalle konusunda duyarsız davranmalarıdır. Bu yapılanmada çöp alışkanlığı kadar mahalle örgütlenmesinin değişimi de önem taşımıştır.


1500’lü yıllarda Anadolu’ya gelen Avrupalı seyyahlar (Richer, Pierrc Belon, Paulo Giovio, vb.) Türklerin temizliğini hayranlıkla anlatırlar. Oysa Orta Asya hakkındaki tarihi bilgiler Türklerde güçlü bir su kültü bulunduğunu, suyu kirletmemek için yıkanmaya sınırlamalar getirildiğini göstermektedir. Cengiz Han yasasına göre elbiseler yıkanmadan eskiyene kadar giyilip iyice yıpranınca atılmalıdır. Yıkanırken suyu dökünmemek, el ve başı yıkamak için suyun ağıza alınıp ellere püskürtülmesi Moğol, Başkırt ve Kırgızlarda yakın döneme kadar devam etmiştir. Taharetlenmek için suyu kirletmek büyük günahtır ve Anadolu’da dinsel bir uygulama olarak kabul edilmiş olan taş kullanımı gelenekselliğin güçlü olduğu yerlerde sürmektedir. Büyük Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918), Kırgız rehberinin bile bir Altaylının çadırına girdiğinde pislik ve kokuya dayanamadığını ve dışarı çıkıp kustuğunu anlatmaktadır.


Hindistan’da İndus uygarlığı, Eski Mısır, Girit’te özel ve kamusal yıkanma yerlerinin geçmişi IO 3-2 bin yıllarından itibaren başlıyorsa da, hamam Roma’da toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Roma hamam geleneği, Avrupa’da ünlenen ve Güney Kore’de seks hizmeti veren yerlere ad olduğu için Dışişleri Bakanlığı’nın müdahale ettiği ‘Türk hamamı’ kültüründe devam ederken, Orta ve Batı Avrupa yıkanma konusunda Roma’nın izleyicisi olmamıştır. Roma’yı işgal eden barbar Germen kabileleri hamamları tahrip ettiği gibi, Hıristiyan Kilisesi de soyunarak yıkanmayı günah saymıştır. 320 yılında din adamlarının hamamlara gitmesi yasaklanmış, 692 yılında yasağa uymayan din adamlarının kiliseden, halktan kişilerin cemaatten atılmaları kararlaştırılmıştır.


XIV. Louis sağlık güncesine göre, 64 yılda, 1647 ile 1711 arasında, yalnızca bir kez yıkanmıştır. Saint Simon onun için şöyle yazar: “Mösyö her tür parfümü kullanırdı ve bir temizlik timsaliydi.”


Yıkanma ve hamam Avrupa’nın büyük şehirlerinde 15., 16. yüzyıllarda görülmeye başlamışsa da, yıkanma âdeti fıçılara girmekti ve buharlı kabinler ancak çok zenginler için söz konusuydu. 16. yüzyılda hamamların tekrar azalmasına frengi hastalığının yarattığı korku ile Kalvinist ahlak anlayışı neden oldu. Doğu Avrupa dışında mevcut hamamlar da zenginler için randevu evi işlevi görmeye başladı. 1788’de Fransa’da yazları bir iki kere yıkanılıyordu. İngiltere’de 1800’lerde Lady Montagu kirli ellerini görüp şaşıran bir beyefendiye, ayaklarımı görse ne yapacak diye sormaktan kendisini alamamıştı.


Avrupa, saray ve sokaklarından başlayarak temizlenmeyi öğrendi. İngiltere’de 1830’larda, kolera salgınından sonra, işyerleri ve evlere su ve kanalizasyon bağlanmaya başlanması önemli bir adım oluşturdu. Sabun ve soda bulmanın kolaylaşması da temizlenme sürecine katkıda bulundu. Evlerde banyo yapılması Avrupa’da 1900’lerde yaygınlaştı.



Banyo


Anadolu hamamlar, ılıcalar, çeşmeler ülkesiydi. Hamama gitmek Roma dönemindekine özdeş olmasa da benzer biçimde toplumsal faaliyetler arasında kadın ve erkekler için önemli bir yer tuttuğu gibi, dinsel inançlar gereği köy evlerine varana kadar dolap biçiminde gusulhaneler vardı. Eski İstanbul evlerinde ise mermer, taş, çini, çinko kaplı, bazılarında duvara gömülü, altındaki ateşlikte su ısıtmaya mahsus küp de bulunan mağsel denen odalar olurdu.


Suyun mahalle çeşmesinden sağlandığı, çamaşır ve hamam günü bahçelerde kazanlarla odun ateşinde ısıtıldığı günler elbette kolay değildi. Sonra evlere, Latince balneum’dan gelen halk dilinde baneum sözcüğünün İtalyanca bagnare (yıkanmak) fiilinden türetilen bagno'dan Tiirkçeye geçmesiyle öğrenilen ‘banyo’lar yapılmaya başlandığında, önce kurnalar ve hamam tasları, kese ve lifler korundu. Zamanla evin dışından içine girmiş olan tuvaletler apartman dairelerinde ikileşti, alaturka tuvaletin yanı sıra banyolara bir de alafranga tuvalet eklendi. Küvetsiz ve duşsuz banyo eksik kabul edilmeye başlanıp, çamaşır makineleri de devreye girdiğinde, yer kazanmak için feda edilmesi gereken alaturka tuvalet olunca, görünüşte Batı biçimi egemenliğini kurmuş oldu. Fakat denizde yüzmek önce deniz hamamı, sonra deniz banyosu olmaktan çıkıp (güneş ve kum banyosu daha dayanıklı çıktı) plaja ve yüzmeye dönüştüğünde, büyük şehirlerde su sıkıntısından banyo yapmak sorun olmuştu. Küvetler kullanma suyu saklanan yerler olduktan sonra, yıkanmak için ‘oturma yeri’ olan küvetler ve duşakabinler üretildi.


Eski temizlik anlayışı, aşağıda görüleceği gibi, temelde yeni biçimlerle sürdü.



Küvet


Girit’teki Knossos sarayında IO 1700 yılından kalma küvetler vardır. Sarayda kanalizasyon sistemi olmasına karşın, küvetler bu sisteme bağlanmamıştır ve sapları bulunmasından dışarı çıkartılıp boşaltıldıkları anlaşılmaktadır. Girit’ten Eski Yunanistan’a taşınan saray küvetleri Roma’da havuz ve hamamlara dönüşmüştür.


Fransızca cuvette, leğen olarak kullanılan kapların genel adıdır. Bizde çocuklar leğende yıkanır, onların da akan suyla yıkanması esastır, Avrupa kültüründe ise suyun içine girilir. İslam fıkıhında suyun temiz kabul edilme koşullarına ilişkin ayrıntılı hükümler getirilmiş, Anadolu’da “kırk taştan atlayan” suyun temiz olduğu inanca dönüşmüştür. Akan suda yıkanmak kural olduğu için küvete girmek, kültürel olarak yıkanma dışıdır.


Eski Yunan ve Romalıların ahşap, mermer, gümüş küvetler yaptırdıkları görülmektedir. Ortaçağda küvetler sadeleşmiş, mutlakiyet döneminde tekrar gösterişli küvetler gündeme gelmiştir. I679’da XIV. Louis’nin, her halde yıkanmaya karar verdiğinde kullanması için yapılmış mermer küveti vardır ve suyu sıcak tutmak zor olduğu için içi kumaş ve dantelle kaplanmıştır. Avrupa hamamlarında pabuç biçimli küvetler de yapılmış, ahşap, bakır, kurşun, saç küvetler kamusal veya özel mekânların temel yıkanma aracı olmuştur. Bugün emaye ve seramik küvetler revaçtadır.


Tabii yıkanmak için evinde banyosu olan burjuvanın, plastik tekneler çıkmadan önce çocukları içinde yıkadığımız çinko leğenlerde veya kovboy filmlerinde gördüğümüz fıçılarda yıkandığını düşünemeyiz; 14. yüzyıldan itibaren cuvette’lerin yerini, temel ilke aynı da olsa baignoire’ler aldı. Şemseddin Sami Fransızca-Türkçe sözlüğünde baignoire'i “banyo teknesi”, cuvette'i “leğen” diye açıkladığına göre bu işte onun günahı yok, ama Osmanlıların baignoire çıkmadan önce cuvette sözcüğünü alacak kadar eski tarihte küvet sahibi olduğunu veya Fransızlarla böyle bir ilişkiye girdiğini düşünmediğimize göre, herhalde Levantenin biri sözcükleri karıştırdı! 1930’lara kadar küvet yerine çevirisiyle ‘banyo leğeni’ de denilmiş olduğunu da unutmamak lazım.


Küvetin Anadolu’ya yayılış yerleri ve biçimi hakkında Ispir’in Hunutlu (bugün Çamkaya) köylülerinin anlattığı anekdotla bilgi sahibi oluyoruz: 1915 Ermeni tehcirinden sonra Ermeni evlerine giren Müslümanlar bu evlerde gördükleri çinko küvetlerin ne olduğunu çıkaramamış, neye yaradığını anlamak için kafa yormuşlar. Ermeni evlerine Ispir’e kadar giren küvetler Amerikan misyoner okullarının etkisine bağlanmaktadır.



Duş


Bugün şehirli bir ABD yurttaşı her sabah evden çıkmadan duş alır, banyo yapmak bir tür gevşeme ve zevk biçimi sayılırken, duş toplumsal yaşama katılmadan önce yerine getirilen zorunluluktur.


Duşun tarihi tepeden boca edilen su anlamında çok eski, bugünkü banyolarda yer alan biçimiyle yenidir. Buz gibi şelalelerin altına girmek veya baştan aşağı bir kova su boşaltmak da aynı işi görüyordu. Eski Yunanlılarda duş İO 4. yüzyıldan itibaren gelişmiş biçimiyle görülürken, bugün Amerikan filmlerinde gördüğümüz gibi daha çok kamusal alandaki toplu duş biçiminde yaygındı. Zengin Yunanlılar için, kölenin küvetin içinde başından aşağı dökeceği bir kova su daha sağlıklı, hele ıspanaklar için soğuğu makbuldü. Platon da sıcak su ve buhar odalarının zayıf ve yaşlılara uygun olduğunu yazar. Atletler soğuk suyla yıkanır, kir ve terlerini demir veya tunç, altın veya gümüş kazıyıcı ile kazıyarak temizler, keçi yağı ve külden yapılan sabundan çok pudra, yağ ve bu kazıyıcılar kullanılırdı. Gene de, hayvan başlı duşların altında yıkanan atletleri gösteren vazo resimleri günümüze ulaşmıştır.


Evlerde banyoların olağanlaşmasıyla duş modelleri de geliştirilmeye başlandı. 1810’larda Ingiltere’de üretilen ‘kraliyet duşu’nu Ingiliz kibarları bile tuhaf karşılamıştı. Bu duş pompalıydı ve aynı suyu tekrar tekrar kullanıyordu. Bu duş temizlenmekten çok süslenme amaçlıydı çünkü duşa giren kişi koni biçiminde, bugünkü bonelerin atası olan parfümlü bir başlık giyiyor böylece bütün vücut giyinmeden önce güzel kokularla sıvanmış oluyordu.


1800’Ierde Amerika’da duş evlere girmeye başladı ve küvetler de ona göre biçim değiştirdi. 1830’larda ABD ’de Virginia iskemle duşu yaygınlaştı. Bu duş ahşaptandı ve piyano iskemlesine benzer iskemlesi vardı. Duş küvete yerleştirilir, elle çalışan pompa suyu yukarı gönderir, ayakla çalışan bir pedalin hareket ettirdiği bir fırça sırtı keselerdi. Hem temizler hem de masaj yapardı.


1850’lerde sıcak ve soğuk su boruları kurşundan olan duş yapıldı. Vana ile suyun sıcaklığı ayarlanıyordu. 1880-90’larda duşlar bugünküne benzedi. 1889’da J. L. Mott Demir İşleri her sınıftan insan için birçok duş modeli geliştirdi. Patenti kendisine ait, vücudun her tarafına sıcak su gönderen bir model de vardı. Her tarafı borularla dolu küvet kullanıcının görünmemesini de sağlıyordu. Kataloga göre bu duş, küvetlere veya Türk ve Rus banyolarına da uygulanabilirdi. Türk ve Rus banyoları Amerikalıların duşla tanıştıkları ilk yerlerdi. Ortak sıcak su havuzları ve buhar odaları ile soğukluklar bulunan bu hamamlarda duşlar banyodan önce ve sonra kullanılıyordu. Ama bu duşların ömrü uzun olmamıştı.


Şehir alt yapılarının ve orta sınıfların gelişimi ile standartlaşan duş, aynı standartları benimseyen ülkelere taşındı. Fransızcada 1588 yılına tarihlenen ve İtalyanca douge’den geldiği bildirilen douche sözcüğü, İtalyanca doccia, Almanca Dusche, Yunanca dus biçimiyle yayıldı.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


14 Ağustos 2022 Pazar

Silivri / İstanbul

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 27

 


ÇAKILGAN


Şimşek tanrısı. Fırlattığı şimşekler onun mızraklarıdır. Şamanların davula vurarak ses çıkarmalarındaki amacın aslında şimşek çakmasına benzetmek olduğu düşüncesi de öne sürülür. Yeryüzündeki toplulukların ortak belleklerinde yıldırımlara ve şimşeklere dair anılar (söylenceler) bulunur. 


ÇARŞAMBA


Türklerde haftanın çalışma   günlerinin   sonuncusudur   (bazen de haftanın  tam  ortasıdır)  ve bu  nedenle  bu  güne  değişik  anlamlar yüklenmektedir. Diğer günlerden farklı olarak görülmektedir. Nevruz'dan önceki son dört çarşambaya özellikle Azeri kültüründe ayrı bir önem verilir. Nevruz yaratılışın aşamalarını simgeleyen dört öğeyle (su, ateş, rüzgar ve toprak) ilgili kutlamaları içerir. Genel olarak çarşamba günlerinde ve özellikle bu son dört çarşambada gece vakti dikkatli olunması ve doğaya (doğa ruhlarına) saygısızlık yapılmaması gerektiğine inanılır.

1. Su Çarşambası (Sular Nevruzu) : Ezel Çarşamba da denilmektedir. Bugünde su kanallarında düzenleme çalışmaları yapılır, su kaynakları ve kuyular temizlenir.  Henüz  gün  doğmadan  tüm  insanlar su kıyılarına veya kuyulara, çeşmelere gider. Önce ellerini yüzlerini yıkarlar ve sonra su üstünden atlarlar. Yaralılar yaralarına su sürer. İnsanlar birbirlerinin üzerine su serperler.  O  gün  sudan  geçenlerin yıl boyunca hastalığa yakalanmayacağına inanılır. Eski Türklerde su tanrıları Aban ve Yadan'ın onuruna türküler ve dualar okunduğu bilinmektedir.

2. Od Çarşambası (Otaş Navruzu): Üskü Çarşamba veya Addı Çarşamba olarak da bilinen gündür.  Bu gelenek eski Türklerin güneşe ve oda (ateş) olan kutsal inancından veya saygısından kaynaklanmaktadır. Geleneklere göre, bugün ateş yakılarak ateşin üzerinden atlandığı takdirde insanın içinde bulunan tüm kötülük ve çirkinliklerin yakılmış (ortadan kaldırılmış) olacağına inanılır.

3. Yel Çarşambası (Salhın Navruzu): Uyandıran Çarşamba veya "Esen Çarşamba" olarak da bilinir. Bu günde esen sıcak veya ılık rüzgarlar yazın gelişini insanlara haber verirler. Uyanan yel, daha önceden uyanmış olan suyu ve ateşi harekete geçirir. Nevruz şenliklerindeki Yel Baba töreni geçmiş çağlardaki yel tanrısı inancıyla ilgilidir. O gece söğüt ağacının veya kutlu sayılan başka bir ağacın altına gidilerek "Yel Baba" çağırılır. Eğer Yel Baba (Yel Ata) insanların sesini duyup eserse ve söğüdün dallarını toprağa dokundurursa, tutulan dilekler yerine gelecek demektir.

4. Yer Çarşambası (Toprak Nevruzu): Toprak Çarşambası veya Yılahır Çarşambası da denir. Nevruz öncesindeki son çarşamba gününde nihayet yer uyanır, nefes almaya başlar. Toprak artık ekilmeye hazır olduğu için ona tohum serpilebilir. Söylencelere göre geçmiş çağlarda gıda kıtlığından dolayı eziyet ve sıkıntı çekilen bugünde su, ateş ve yel bir araya gelerek Toprak Hatun'un yeraltı tapınağına konuk olarak giderler, ondan yiyecek isterler ve böylece uyumakta olan toprağı uyandırırlar.



ÇIS HAN


Kış tanrısı. Kış  mevsiminin  tanrısıdır.  Kış Baba veya Gış  Babay da  denir.  Bu  mevsimi  düzenler  ve  zamanında  başlayıp  zamanında sona ermesini sağlar. Kışın gerçekleşecek olayları belirler. Kışla köylerini (kışın kalınan köyleri) korur. Daha çok Yakutlar arasında inanılan bir kişiliktir. Tıpkı Ayaz Ata gibi o da çocuklara armağan dağıtmanın bir simgesi haline gelmiştir. Çıs Han (Kış Han) mavi ve beyaz renklerin ağırlıkta olduğu bir  cübbe veya kaftan giyer. İyi kalpli ve uzun sakallı bir yaşlı olduğu anlatılır. Elinde beyaz ve çok uzun bir asa taşır. Başındaysa çok uzun ve sivri iki boynuzu olan bir börk bulunur. Bu boynuzlar bağayı (veya mamutu) anımsattığından onu tanımlamak için "Kış Buka" (Kış Boğa) veya "Kış Mamont" ( Kış Mamut) sıfatları lakap olarak takılır.

ÇIVI


Savaş cini.  Geceleri birbirlerine ok attıkları söylenir.  Bu nedenle bu varlıkların bulunduğu söylenen yerlerde dışarıya çıkmaya korkulur ve mecburen çıkıldığında ise temkinli davranılır. Divan-ı Lügat-it Türk'te şu cümleler yer alır:

"Çıvı cinlerden bir bölüktür. Türkler şuna inanırdı ki, iki bölük birbiriyle  çarpıştığı zaman bu iki bölüğün vilayetlerinde oturan  cinler dahi kendi vilayetlerinin halkını kollamak için çarpışırlar. Cinlerden hangi taraf yenerse onlardan yana çıktığı vilayet halkı da yener. Geceleyin bu cinlerden hangisi kaçarsa onların bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oktan korunmak için çadırlarında saklanırlar. Bu, Türkler arasında yaygındır görenektir."

Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere eski Türk inancında cinlerin veya ruhsal varlıkların  da tabi oldukları uluslarının veya kavimlerinin olduğu düşünülmektedir.



ÇOLPAN


Gezegenler tanrıçası. Gezegenleri yönetir ve birbirleriyle çarpışmadan hareket etmelerini sağlar. Adı gökyüzündeki en parlak gezegenlerden biri olan Venüse verilmiştir. Türklerde dişil olarak algılanmıştır (Moğollarsa eril olarak kabul ederler). Bir kelime benzerliği nedeniyle yanlış olarak "Çoban Yıldızı" dendiği de olur. Bir başka görüşse çobanların bu yıldızı yön bulmakta kullandığı ve bu nedenle de Çalpan'ın aynı zamanda bir Çoban Tanrıçası/Sürü Tanrıçası olduğudur. Çoban kılığında dağlarda gezdiği söylenir.

ÇOR


Cin. Gözle görülemeyen, ateşten yaratılmış varlık. İyicil veya kötücül olanları mevcuttur. Çor bazen de ruhsal hastalık anlamına gelir. Çor vurması, çor çarpması, çor değmesi gibi  deyimler  cinlerle  alakalı hastalıkları ifade eder. En çok da ağız eğilmesi, kısmi felç veya us kaybı bu olayla bağlantılandırılır. Her yerde bulunabilirler fakat göze görünmezler. Koruyucu ruh  değildirler.  Çarlar  başıboşturlar  fakat bir yere bağlı olabilirler (İyeler yani koruyucu ruhlarsa bir nesneye, canlıya veya varlığa bağımlıdırlar). Ağaç altı, örenler, yıkık evler, su kıyıları, köprü altları gibi doğanın sınırı olan yerlerde yaşamaları onların karanlık güçlerle olan ilgisini ortaya koyar. Demirden korkarlar. Besmele çekmek onları uzaklaştırır (Besmeleden çekinmeleri İslam'ın etkisiyle gelmiş bir unsurdur). Çarların başlarındaki kalpak veya papak ele geçirildiğinde ölür. Ölmeden önce de görünmezliğini yitirir. Çünkü görünmezliği sağlayan başındaki kalpaktır. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, masal ve destanlarda sihirli börkünü giyerek görünmez olan kahramanlar vardır. Bu başlıkların cinlerden ele geçirilme olasılığı yüksektir. Yılan ve kuş görünümünde olanları vardır. Kılıktan kılığa girebilirler. Bu varlıklar niteliklerine göre ikiye ayrılırlar:

1- Akçora (Akçor): İyi ruh/cin.

2- Karaçora  (Karaçor):  Kötü ruh/cin.

Ayrıca çarların daha özel niteliklere sahip türleri de bulunur. Bunlar farklı özelliklere sahip olsalar da hepsinin ortak yönü, soyut varlıklar olmalarıdır.  Örneğin, Tatar halk kültürü içerisinde birbirinin akrabası olduğu söylenen iki varlıktan çok sık olarak bahsedilir:

1. Bıçura (Kiler Cini): Evlerde ve bodrumlarda yaşar. Kırmızı giysili kadın kılığına girebilen varlıklar olarak betimlenirler.

2. Arçura (Orman Cini): Ormanlarda gezer. Oyun oynamayı sever ve onun isteğini kabul eden olursa öldürene kadar gıdıklar. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Girlevik Şelalesi / Hanönü / Kastamonu

 


Şanlı Urfa

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak