3 Haziran 2022 Cuma
ÜZÜM İLE ZEYTİN
Anadolu’da “dağından yağ, ovasından bal damlar” diye bir deyim vardır, sözkonusu edilen zeytin, incir, üzümdür. Türkiye haritasında Cizre’den başlayıp Kilis’i, Nizip’i geçelim, Antakya’dan Ünye’ye kıyın kıyın gümüşsü yeşille dar bir kuşak çizelim; Trabzon çevresindeki adacıkları, Yusufeli’inden başlayıp Aşağı Çoruh vadisinden Gürcistan sınırına dek bir yüz kilometre kadar bir bölgeyi de katttık mı Türkiye’de zeytin yetiştirilen otuzbeş ilin konumunu gözönüne getirebiliriz. Bugün zeytin dikili olmayan oysa eskiçağlarda zeytinliklerin gümüşsü durgun yaprak deniziyle ırganan topraklar arasında Hitit metinlerine göre Amasya, Tokat, Çorum; Strabon’a göre (XII, 2, 1) Malatya’yı da sıralamalı. Mihalgazi Çatak arasında kıvrıla kıvrıla giden Orta Sakarya vadisi inciri, narı, menengici, bademiyle birlikte zeytinin Orta Anadolu’ya en çok sokulduğu yerdir (Yücel). Üzüm zeytinin yetişebildiği iklim koşullarına ek olarak iç bölgelerde de yetişir. Türkiye’de ekili, dikili alanların yarısında tahıl ekiliyse , yüzde beşinde zeytinle asma dikilidir. Ağaç varlığı bakımından Türkiye zeytinde dünya dördüncüsüdür -İspanya’daki, İtalya’daki ağaç sayısı Türkiye’deki 95 milyonluk nüfusun iki katıdır; asma bağları bakımından da sıralamadaki yeri aşağı yukarı aynıdır, kuru incir dışsatımında ilk üçe girer. Bu verilerin dip nedeni tunç çağı Akdeniz’inde bulunur.
Besin üretiminde yeryüzünün çekirdek bölgelerinden başlıcası olan Burdur’un Hacılar’ını, Konya’nın Çatalhöyük’ünü de içeren Bereketli Hilal’de, deyimin daha geniş anlamıyla Doğu Akdeniz’de yaklaşık 10.000 yıl önce Kuzey yarıkürenin geleceğini belirlemiş olan bir değişiklikler dizisiyle karşılaşırız, altmış yıl önce Gordon Childe buna sanayi devrimi örneksemesiyle neolitik devrim adını vermişti; işte yüzlerce yıl süren bu ilk dalgada buğday , nohut arpa, bezelye gibi bitkilerin evcilleştirilir. D. Zohary’nin öncü bitki genetiği çalışmaları sayesinde buğdayın, nohutun Antep yöresinde evcilleştirilmiş olduğunu söyleyebiliyoruz. İnsan topluluklarının genetik yakınlıklarını 1960 yıllarından beri git gide incelttiği, pekinleştirdiği çözümleme yordamlarıyla ortaya koyan L. Luca Cavalli-Sforza’nın fen bilimlerinin kesinliğiyle kanıtladığı gibi Orta Doğunun Bereketli Hilalinden yalnızca bu tarım bitkileri değil bu bitkileri yetiştirmeyi bilen kişiler ortalama yılda bir kilometre bir hızla Batı’ya yayılmışlardır (2001), dolayısıyla bugünkü Avrupa’nın insan topluluklarının dörtte birinin kaynağı Anadolu’da içinde olmak üzere Bereketli Hilal bölgesidir. İkinci dalga tarım bitkisi geliştirme İÖ 4000 yıllarında zeytinle başlar, ama asıl Tunç çağında yaygınlaşır (İÖ3000-1000) üzüm, incir, hurma, nar bu dalgayla evcilleştirilenlerdendir (Diamond 162-4, 183-184; Zohary 134-135, 236). Tunç çağının sonunda aşılama yordamlarının Doğudan, belki ta Çin’den bölgeye yayılması sayesinde elma, ayva, erik gibi meyve ağaçları üçüncü dalgayla yetiştirilmeğe başlanır. İlk dalgadaki tahıllar, baklagiller yıllık otsu bitkilerken, ikinci dalganın bitkileri örneğin zeytin altı, yedi yılda, üzüm üç, dört yılda ürün veren daha karmaşık üretim yordamları gerektiren ağaçlardır. Olasılıkla tek evcilleşmiş hayvan köpekken ilk dalgayla birlikte dört büyük memeli hayvan, keçi, koyun, inek, domuz da aynı bölgede evcilleştirilmiştir. Ağaçlara sarılıp asılan yaban asması dağlık bölgelerde Zagros’da, Kafkasya ile kuzey doğu Anadolu dağlarında, Toroslar’da evcilleştirilmiş olmalıdır.
Şarap sözcüğü Sami Hint-Avrupa dil ailelerinde aynı kökten gelmedir: Ugaritçe yn İbranca yyn Yunanca [w]oinos Kıbrıs hece yazısında wo-i-no Latince vinum . İncir için de aynı biçimde Fenikece paggîm, Yunanca sykos Latince ficus örnekleri verilebilir, oysa Sami dilleriyle Hititçe dışındaki Hint-Avrupa dillerinin ‘zeytin’ sözcüğü ortak sözcüklerden değildir, ancak zeytin yağının ortak bir sözcük olması olasıdır. Yaban üzümünün, delice zeytinin bulunmadığı Mısır’da bu ürünler Tunç çağında çok sınırlı ölçüde yetiştirilmiştir; Filistin kıyılarından şarap, zeytinyağı lüks madde olarak Mısır’a satılırdı, bildiğimiz amforaların biçim bakımından ataları da Tunç çağı sonunda Suriye Filistin kıyılarında Ugaritlilerin dışsatımda kullandıkları kaplardır. Mısır’ın, Mezopotamya’nın asal içkisi biradır, hurma şarabıdır. Yüzü aşkın çeşitte ekmek, çörek adı bulunan Hititlilerin üzümle şarapla ilintili sözdağarı bir düzine kadardır; birayla şarabı karıştırıp içtiklerini, bir bağ bozumu bayramları olduğunu da biliyoruz (Alp).
Şarap raslantı sonucu mayalanan bir şekerli üründen ortaya çıkmış olmalıdır; balın (en eski içki bu olmalı), hurmanın,incirin, üzümün mayalanmasını sağlayan yüzeylerinde doğal olarak bulunan saccharomyces cerevisae’dir. Tunç çağında, demir çağında maddi kalıntılara bakarak işliğin, dibeğin ne için kullanıldığını çıkartabilmek olanaklı değil; kabaca üzümle, zeytinin ezilmesi, geride kalan şıranın, küspenin sıkılması işlemleri aynıdır da ondan, dolayısıyla birbiriyle bağlantılı havuzcuklar zeytin yağı ile şıra, şarap üretimini akla getirir. Bu işlemler için özel araçlar çok çok sonraları Romalılarca bulunacaktır: sonsuz vidalı ahşap mengenenin bulunuşu Arkhimedes adına bağlanır, dikey değirmen taşı da aynı sıralarda İÖ 2 yyda bulunmuştur. Bırakalım genetiği henüz kazıbilim ortada yokken yazılmış bir başyapıt, 19yy bilginliğinin seçkin bir örneği var elimizde: Victor Hehn’in kitabı evicilleştirilmiş hayvanları, bitkileri konu edinir. Yazarı F. Bopp, J. Grimm gibi karşılaştırmalı dilbilim kurucularının öğrencisi olmuştur; kitabı bir yazın mimarisi, olağandışı bir çevre duyarlılığı sezinletir; kitabının yalnızca üzüm, zeytin, incir bölümlerinin kuşa çevrilmiş bir Türkçe çevirisi de çıktı (1998). V. Hehn karşılaştırmalı Hint-avrupa araştırmalarına eklemlenen bu kitabıyla yeni bir araştırma, bilgi alanı açmıştır.
Bugün Akdeniz dendi mi gözler önüne gelen gelen aslında çok eskiden başlayan bir ormansızlaştırma, aşırı otlatma sonucu oluşmuş bir manzaradır. Platon Atlantis söylenini aktarmaya geçmeden önce Yunaneli’indeki toprak aşınmasını, ormansızlaşmayı şaşmaz bir neden etki zincirlemesi içerisinde dile getirir (Kritias, 111c-112e). Aşınmış yamaçlarda zeytin, kökleriyle kireçtaşının taban kayacına tutunabildiğinden en uygun ağaç sayılır. Batı Akdeniz’e asmanın, zeytinin yayılması önce Fenikelilerin, Kartacalıların yerleşimleri, ticaret üsleri aracılığıyla olmuştur. Onların hemen peşi sıra Yunanlıların öncülüğü gelir; ağırlıklı olarak İÖ8.yy ile İÖ 6.yy arasında Güney İtalya, Sicilya başta gelmek üzere Akdeniz’de, Karadeniz’de yeni yerleşimler kurarlar. Yunanlılar Fenikelilerden yalnızca İÖ 8yyda sesçil alfabetayı öğrenip uyarlamazlar, gemi yapım bilgisini, bir kaç yüzyıl içinde bütün bir Akdeniz’e dışsatım yapacakları çeşit çeşit bezekli kap biçimlerini de uyarlarlar; asma, zeytin tarımını deniz kıyısı boyunca yayarlar. Örneğin Massilia’ya yani bizim Foça’nın yavru-kenti Marsilya’ya asma kütüğünü ilk kez getirirler . Yunan uygarlığının yayılma alanının asmanın kapladığı alanla bir olduğu öne sürülmüştür; zeytinin daha dar bir kuşakta yetiştiğini gözönüne alalım, bu aynı denklik Roma için de geçerli olacaktır. Klasik çağdan ayırıp eskil çağ denen bu dönemde Yunan kentleri para iktisadına geçmiş, daha doğrusu bütün bir soyut, somut ilişki kurma yollarını kökten değiştirmiş olan sikkeyi benimsemiştir; Yunan kentleri lüks ürünleri saymazsak şarap, zeytinyağı, incir, çanak çömlek dışsatımı ile tahıl dışalımı yapar. İÖ5.yy sonunda kentin gümrüğünün, o yılın yüksek kamu görevlisinin damgalarını taşıyan amforaların bolluğu şarap, zeytinyağı ticaretinin genişliğine tanıktır.
Atina zeytine sahiplenişini çok gerilere götürür; tanrıların artık kentlerde tapınılmak istediği söylensel zamanlara. Atina’nın dinsel özeği uçhisarda yani akropolisinde Poseidon üç çattallı yabasıyla toprağa vurur, deniz suyu fışkırtır, tanrıça Athena ise zeytin ağacı armağanını verir Atinalılara. Bir değişkeye göre kadınların oyuyla Athena’nın armağanı kabul edilip Athena kentin koruyucu tanrıçası seçilir, kentin adı da Atina’ya çevrilir. Tarihsel zamanlarda Atina uçhisarında bu kutsal zeytin ağacı, deniz suyuyla dolu bir kuyu da bulunur. Akademia’da bu zeytinlerden türeme bir koruluk vardır, bunlardan çıkartılan yağ, Atina’nın bütün Yunan kentlerine açık dört yıllık yarışmalarına özenerek İÖ6.yy sonunda tiran Peisistratos‘un yerleştirdiği Panathenai oyunlarında birincilik kazananlara verilen armağandır. Peistratos kendinden iki kuşak önceki yönetici Solon gibi zeytinciliği özendirmiştir. Dört yıllık oyunların en eskisi, İÖ 8.yy ortalarında kurulan Olimpiya oyunlarında , Olimpiyatlarda da birincilere zeytin dalından çelenk armağanı verilir. Zeytin dalının taşıdığı simgesel değere iki örnek daha verelim: hukuksal dokunulmazlık taşıyan kutsal alanlara sığınma isteminde bulunan kişinin elinde yün sarılı bir zeytin dalı bulunur; Roma’da utku alaylarına katılanlar başlarında mersin dalından çelenk taşırken, savaşa katılmayıp alayı düzenleyenler yalnızca zeytin dalından çelenk takarlar.
Dionüsos ise hem en genç, hem eski tanrılardan, ölüp yeniden doğmuş tanrılardan, Yunan tanrılar kurulunun şaşırtıcı üyesi, tapısı bir yere bağlı olmayan, çok tatlı ama benimsenmediğinde yıkım da getiren Dionüsos söylenlerde asma dikimini ta Hinteline kadar yayan bir tanrıdır. Yalnız onun bayramlarında çocuklar, köleler, tutsaklar da eğlenceye katılabilir; Aristofanes’in komedyalarındaki “mutlu son”lar şaşmaz biçimde horalı, cümbüşlü bir Dionüsos kutlulamasıdır.
Mısır’da, Mezopotamya’da tapılarda kullanılan pahalı içeceği, Yunanlılar toplumsal bir kurum olan şölen aracılığıyla yurttaş topluluğuna yaygınlaştırmışlardır, tıpkı komşu halklarda yöneticilerin, yönetim aygıtının bir parçası olan yazının, tapınağın onlarda kamu kullanımına açıldığı gibi. İlk felsefeci, doğa düşünürü sayılan Thales’in öğrencisi Anaksimandros İÖ 6yy ortalarında düşüncelerini ilk kez yazıya dökmüştür diyen tekil tanıklığı bir yana koyarsak İÖ 5.yydan önce Yunanca düzyazıya rastlanmaz diyebiliriz. Dolayısıyla bu dönem için, pek pek azı bugüne gelebilmiş küçük çaplı destanlar, ilahiler; İÖ 7. yydan başlayarak çalgı eşliğinde söylenen irili ufaklı şiir kırıntılardan başkaca bir izdüşüm yok elimizde. Bu şiirlerden koro eşliğinde dinsel tapı bağlamlarında canlandırılanları bir yana bırakırsak, geri kalanların hepsinin hicivler, yergiler, övgüler, siyasal şiirler, ezgi ağırlıklılar, hatta koçaklamalar, kişisel dünyaların şiirlerinin şölen bağlamında dostlar meclisinde oluşturulduğu, şölenlerde okunduğu son otuz yılın araştırmalarıyla artık kesinlik kazanmış durumda (Murray 1-11; 137; 177-180, 272). Peki şölen Yunanca’sıyla “sümposion” nasıl bir şeydi? Büyük toprak sahibi beysoyluların avla birlikte baş eğlenceleri bu şölenlerde her sedire üçer, ikişer kişi uzanmak, ilahilerle, saçılarla dinsel havanın eksik olmadığı bir ortamda şiir söylemek, şakalaşmaktı; sonraları buna cümbüşçülerin sokakta neşe içinde gezinmesi de eklendi. Uzanarak içmek de, sedirlerin kendisi de ilk kez İÖ 8 yyda Orta Doğu’da, örneğin Asureli’nde belirdi; Tevrat’da da bunun izi var (Amos VI. 4-7). Romalıların Etrüsklerden Yunan usulü şöleni aldıkları biliniyor, ancak onlarınkinde hem ağır yemek vardı, hem de üst sınıflar sözkonusu oldu mu kadınlar da katılabiliyordu. Yunanlıların gözünde zil zurna olmak barbarların işiydi, “İskit gibi içmek” diye bir deyimleri vardı; bir iki en çok üç kadeh içilirdi; Romalılar için de Galyalılar ölçüsüzce içerdi. Yunanlılar şarabı iki ya da üç katı suyla karıştırır, Romalılarsa yarı yarıya suyla karıştırır; şarapları bugünkülerden dört beş derece daha fazla alkol içerirdi. Beysoyluların şölen töresi İÖ 5.yyın demokratik kentinde bir yurttaş göreneğine dönüşür, Xenofon’un Şölen söyleşimi bunu çok güzel örnekler; artık sıradan yurttaş çalgı çalmaktan, şiir bilgisinden yoksun olduğu için parayla tutulan bir topluluk bu eksiği telafi eder; topluluk, erosal bir Dionüsos Ariadne dansı, cambazlıklarla, müzikle konukları eğlendirir.
Seksen yaşının Platon’u son yapıtı Yasalar’ın ilk iki kitapçığında ağırlıklı olarak şaşırtıcı biçimde şölenleri konu edinir; deyim yerindeyse ütopya kentinin kuru mu kuru “içtihat” derlemesi olan kitapta, ömrü boyunca doğru dürüst ilerlemiş bir şölen görmemiş olduğunu öne sürse de Dionüsos’un armağanının kentinde yasaklanmayacağını aksine eğitsel yönü dolayısıyla hukuksal düzenlemeye konu olacağını tartışması kitabın tümünün havası gözönüne alındığında bir ölçüde şaşırtıcıdır.
Yunanlıların ünlü şarapları hep adalar denizi ile Anadolu kıyılarından gelmedir; anakaradan bir tek ünlü şarap çıkmamıştır; mayalanma sürecini denetleme yolları olmadığı için şaraplarına bozulmasın diye, asitliğini almak için çam katranı, alçı, tebeşir, ıtırlı otlar, deniz suyu katarlar, bulanıklığı gidermek için de yumurta akı kullanırlar; mantar meşesini tıpa olarak kullanmadıklarından şarap öyle yıllarca saklanamazdı. Bu arada yerleşik bir yanlış imgeyi düzeltelim: Sinoplu Diogenes, yani kelbiyyun mezhebinden feylezof Diyojen fıçıda değil, küpde yaşardı; fıçıcılık Alplerin ötesindeki Galyalıların, Keltlerin mahir oldukları zanaatlardandır.
Roma Kartaca’yı İÖ 146 yılında yerle bir ettikten sonra senato kararıyla bağcılık üzerine Kartaca dilinde yazılmış olan bir kitap çevirtilir. Tarihin cilvesi Kartaca’nın yıkılmasını isteyip durmuş olan yaşlı Cato’nun toprağın işlenmesi konusunda yazdığı kitabı De Agri Cultura eldeki en eski Latince düzyazı örneğini oluşturuyor; İtalya’nın güneyindeki Yunan yerleşimlerinde bağlar eksik değildir ya, bu tarihten sonra çok kısa sürede Roma bağcılıkta büyük bir atılım yapar. Bu kitap aynı zamanda sırasıyla Varro’nun, Columella’nın aynı konudaki kitaplarına da örnek oluşturur. Yaşlı Plinius’un eskiçağ ansiklopedisinde de bağcılığa bölümler, kesimler ayrılır: bu kitabın asma yetiştirilmesiyle ilgili bölümlerinin Türkçe açıklamasına da artık sahibiz (Özbayoğlu). Anadolu’nun içerlerinden ünlü şarap pek az çıkmıştır, Strabon Kula şarabını över, bu arada Plinius’a göre Galatia’nın ballı şarap tadındaki Skylebites’i niçin kalecik karası olmasın diye sorabiliriz. Plinius seksen kadar şarap çeşidinden söz eder; imperatorun sofrasına girmeğe layık şarapların iki üç tanesi dışında tümü İtalyan şarabıdır. Bağcılık, zeytincilik üzerine yazılanların en hoşu herhalde Vergilius’un Georgica şiirinin zeytinle asma yetiştirilmesine işleyen ikinci bölümüdür, burada da önde gelen İtalyan şaraplarıdır. İtalya’nın baş dışsatım ürününü korumak için 92 yılında çıkartılan eyaletlerdeki asmaların yarısının sökülmesi buyrultusu uygulanamaz, asmalar her heri kaplamaktadır. Pleblere ücretsiz tatlandırılmış ucuz şarap dağıtılır, kölelerin de belli bir şarap istihkakı vardır; yuvarlak hesap bugün Türkiye’de kişi başına yılda bir şişe şarap, Amerika’da on, Fransa’da yüz şişe şarap tüketiliyor, Roma imparatorluğunda ise yılda ikiyüz şişe tüketilirmiş. Romalılar Fransa’da İÖ 1.yyda Narbonesis eyaletini kurunca asma su yollarını izleyerek kuzeye yayılır Ron, Garon vadisine, ikinci, üçüncü yüzyılda Mozel’e, altıncı yüzyılda Loire’a dek ulaşmıştır.
Şarap ile zeytinyağın bugünkünden çok başka soyut somut işlevleri vardır. Şarap örneğin Yunanlı köylünün mevsimine göre kuru, yaş meyvelerle geçiştirdiği sabah öğününde yufka ekmeği bandığı bir besindir. Üzümün şırası, kurusu tatlandırıcı olarak bir tek balı bilen bir mutfakta şeker yerine geçer. Zeytinin besin olarak tüketilmesi sözkonusu değildir. Columella’nın demesine göre şarap tortusu sığırları semiz neşeli kılmak için yemlerine karıştırılırmış; az yağ içeren karasu (amurca) gübre yerine, bitkileri böcekten, fareden korumak üzere de kullanılırmış. Zeytinyağı aydınlatmada, kandilde, mahyada yüzlerce yıl kullanılacaktır. Sürünülen güzel kokular da zeytinyağlıdır; ayrıca yıkandıktan sonra vücuda koruyucu olarak sürülür. Şarabın, zeytinyağının simgesel işlevini aydınlatmada Tevrat, Zebur diye bildiğimiz Eski Ant başka konularda olduğu gibi çok verimli bir kaynaktır; çünkü Tunç çağından gelen öyküler İÖ 7yyda Babil sürgünü sırasında derlenip ilk kez yazıya geçirilmeğe başlanır; geri kalan bölümleri İÖ7 yy ile İÖ 4yy arasında oluşturulup yazıya dökülmüştür. Daha en başta Nuh tufandan sonra gemisinden saldığı güvercin gagasında zeytin dalıyla döndüğünde karaya ulaştığını anlayacaktır (Tekvin VIII. 11). Buğday, şarap, zeytinyağı üçlüsü, Akdeniz kuru tarımının temel ürünleri bu sırayla pek çok kez bereketin timsali olarak geçer (Tesniye VIII. 8; Yoel II. 19, 24 ) sırasında koyun, bal da eklenir (II. Krallar XVIII. 32); elbette bunların yokluğu da kutun, bereketin yokluğudur (Tesniye VII. 13). Yunanlılardan, Romalılardan bildiğimiz ilk ürün sungusuna da örnekler boldur (Çıkış XXIX. 40; Tesniye XVIII. 4; Nehemya X. 37-39). Kızlar bağbozumu eğlentisinde eşlerini seçerler (Hâkimler XXI. 21) . Mesih (İbranca mşyh) ile meshetmek, yani sıvazlamak İbranca aynı kökten türemedir, zeytinyağıyla meshedilmiş demektir. İncil’in yazarları o çağın İbrancası olan Aramca konuşmakla birlikte kitabı Yunanca yazmışlardır. Yunanca Khristos köken anlamıyla meshedilmiş demektir. İsa Mesih’dir çünkü Musevilerde kralların, rahiplerin zeytinyağıyla meshedilmek geleneği vardır (Çıkış XXIX. 7; I. Samuel XVI. 1-13; ), Museviler bugün de bebekleri simgesel olarak mesh ederler. Çok eski bir töre uyarınca yalnız kişiler değil dikili taşlar, değerli nesneler de böyle kutsanır ( Tekvin XXVIII. 18, XXXV. 14; Çıkış XXX. 23-29, XXXX. 9); Yunanlılarda da bunun izine rastlanır, Delfoi’da Akkhilevs’in oğlunu temsil eden taşa hergün yağ dökülür (Pausanias X. 24.6), sunaklara yağ dökülür (Pausanias VIII. 42.10). Hititlerde de benzer kuttörenler, yağ ile arındırma, kralları meshetme, yakıldıktan sonra ölünün kemiklerini meshederek kutsamaya rastlanır (Frankel 44). Frank kralı Clovis İS 5. yyda meshedilerek tahta geçmiştir, İngiliz kralları bu geleneği halâ yaşatır.
Kudas kuttöreninin kaynağı son yemekte İsa’nın izdeşlerine yemelerini söylediği ekmeği bedeni, içmelerini söylediği şarabı kanı diye nitelemesine dayandırılır ( Matta XXVI. 27-28). Üzümün ezilip ölmesiyle şaraba dönüşen, şarapken canlığını sürdüren, çünkü tadı değişen içki simgesiyle İsa Akdeniz’in ölüp dirilen tanrıları arasına katılır.
Kur’an’da zeytin, üzüm, hurmayla, narla birlikte tanrının kudretinin belgesi, nişanesi olarak anılır (VI.99; XII.4; XVI. 11; XXXVI.34; LXXX. 28); incirle zeytin üzerine ant içer tanrı(XCV.1). Bitkilerimizin geçtiği yerler bir düzineyi bulmaz, en güzel parça Nur suresinde kutlu zeytin ağacının ışığıyla tanrının ışığının karşılaştırıldığı yerdir (XXIV. 35).
Zeytin ağacı da asma kütüğü de bin yılları devirebiliyor, zeytin ağacının, asmanın yaş halkaları bulunmadığından tam yaşlarını saptamak olanaklı değil. 16. yüzyıl tahrir defterlerinde filistindeki ağaçların görece genç olanlarına zeytun islamî kocamışlarına zeytun rumanî deniyormuş, bugün de İsrail’de kimi bağlarda romiyani rumî, Romalı denen zeytin ağaçları varmış (Frankel 36).
Evliya Çelebi İstanbul’daki “menhus, melun, mezmum” meyhaneci tayfasından altı bin kafir sayar (1996 314); kitabında sıraladığı üzüm dışındaki meyvelerden yapılan şarap çeşitleri onlarcadır; gittiği her yerde de bunları tadıp, tadları konusunda saptamalar yapmadan geçemez ; örneğin Trabzon’un turna kanı şırası (!) ertesi gün ağırlık yani hûmar yapmadığına göre bal gibi şarap olmak gerekir, Trabzon’un zeytin yağı da ab-ı hayattır (1999 53-54). Kutsal Kitap’da Musa’nın kavmine belli durumlarda, adak adamada şarap içme hatta yaş, kuru üzüm yeme yasaklanır (Levililer X. 5-8; Sayılar VI. 1-4). Kur’an’da “hamr” yani mayalı içki ilkece yasaklanmıştır ama Türklerin ağırlıklı olarak bağlandığı Hanefi mezhebinin kurucusu Harun Reşit’in uyduğu Ebu Hanife belli çeşit şarapların içilmesine izin veresiymiş; ara ara İslam önderlerinden asma kütüklerini söktürmeğe kadar giden yasaklamalar sonuçta hiçbir işe yaramamış (Mazaheri 101). Aslında Kur’an’daki (II. 219) hüküm şarapla kumarın insanlara yararından çok zararı, günahı olduğunu söyler, başka bir yerde de fal, put, kumarla birlikte şarabın kaçınılacak şeytan işleri arasında sayılır (V. 90-91); öte yandan cennet tasarımı, Eski Ant’ın süt, bal ülkesine şarabı da ekler; cennet içinden süt, bal, şarap ırmakları akan bir yerdir (XLVII. 15). “Süci içtim esridim” diyen Yunus’un, tepeden tırnağa şaraba, dirime güzeleme düzen Ömer Hayyam’ın, Hafız’ın, Attar’ın, Mevlana’nın şiirlerindeki şarabı simge olarak görmeden önce bir kere içki olarak düşünmeli. Anadolu topraklarına gelen gezginler şarapları hiç beğenmemişlerdir; örneğin 16yy gezgini H. Dernschwam doğru dürüst bir şarap bulamamaktan şikayetçidir, oysa üzümleri övmekten geri kalmaz; Türklerin bedava bulurlarsa zil zurna olacak ölçüde şarap içtiklerinden dem vurur (141, 341). Daha 10.yyda Kuzey İtalya’dan İstanbul’a gelen bir elçi alçıtaşı, çam katranı, reçine gibi maddeler katıldığı için şarabı içilmez bulur (Özbayoğlu 21). Avrupa’da 14 yyda simyacıların imbiğinin içki damıtmada yaygın ölçüde kullanılmasına dek şarap en yüksek alkollü içki olmuştur.
Son olarak Bektaşi Ayin-i Cem’inin orta bölümünü, simgesel, tarihsel anlamı üzerinde ayrıca durmadan I. Mélikoff’un anlatımıyla aktaralım. Bu kesimde âşık-ozan Miraçlama’yı okur, Mirac yolculuğunda yalvaç Muhammed “….Sonunda Peygamber Kırklar Meclisine varır: Âyin-Cem, Arş’da toplanan Kırklar Sofrası’nın yeryüzündeki izdüşümüdür. Muhammed, Meclis’e vardığı zaman, nerede bulunduğunu sorar. Henüz kendisini tanıyamadığı Ali, ona “Biz Kırklarız ve Kırkımız Bir’iz” der. Peygamber kanıt ister. Ali elini keser ve o an, bütün Kırkların elinde kan damlaları görülür. O zaman peygamber: “Siz burada otuzdokuz kişisiniz!”der. Kendisine, “İçimizden biri rızk dilenmeye çıktı” yanıtı verilir; ve hemen kanayan bir el görünür. Rızk dilenmeye gitmiş bulunan Selmân-ı Fârsî bir tek üzüm tanesi ile dönmüştür. Peygamber bu taneyi sıkar ve ondan bütün kırkları esritecek olan şerbet çıkarır. Muhammed’in türbanı açılır, düşer ve kırk parçaya bölünür. Her biri, bir parçayı alır, beline kuşanır ve semaha kalkar” (Mélikoff 45-47).
Dr. Tansu Açık, AÜ DTCF
Açık, T. (1999) “Peki Ya Nar Nerede?”, Virgül , Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, sayı 22.
Alp, S. (1999) Hititlerde Şarkı, Müzik ve Dans Hitit Çağında Anadolu’da Üzüm ve Şarap, Kavaklıdere Kültür Yayınları.
Blanck, H. (1999) Eski Yunan ve Roma’da Yaşam, çev. İ. Tanrıkut, Arion yayınları.
Cavalli-Sforza, L. (2001) Genes, Peoples, and Languages, University of California Press.
Dagagi-Mendels, M. (1999) Drink and Be Merry Wine and Beer in Ancient Times, Jerusalem.
Dernschwam, H. (1987) İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Y. Önen, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Diamond, J. (2001) [1997] Tüfek Mikrop ve Çelik, çev. Ü. İnce, Tübitak Yayınları.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 1. kitap, (1996) hazırlayan O. Ş. Gökyay, 2. kitap, haz. Z. Kurşun vd. , (1999), YKY.
Frankel, R. (1999) Wine and Oil Production in Antiquity in Israel and Other Mediterranean Countries, Scheffield Academic Press.
Garett, S. H. (2001) Wine Production in Classical Asia Minor, Master Tezi, The Department of Archeology and History of Art, Bilkent University, Ankara.
Hehn, V. (1998) Zeytin Üzüm ve İncir, çev. N. Akça, Dost Kitabevi.
Mazaherî (1972) Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, çev. B. Üçok, Varlık Yayınları.
Mélikoff, I. (1994) Uyur İdik Uyardılar Alevîlik-Bektaşîlik Araştırmaları, çev. T. Alptekin Cem Yayınları.
Murray, O. yay. haz.(1990) Sympotica A symposium on the Symposuim, Clarendon Press Oxford.
Özbayoğlu, E. (2003) “İlkçağ Kaynaklarında Bağcılık ve Şarap Üretimi” Türkiye V. Bağcılık ve Şarapçılık Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Bahçe Bitkileri Bölümü.
Platon (1998) Yasalar, çev. C. Şentuna, S. Babür, Ara Yayıncılık.
Singer, C. vd. (yay. haz.) (1956) A History of Technology, Oxford Clarendon Press.
Unwin, T. (1991) Wine and Vine, An Historical Geography of Viticulture and the Wine Trade Routledge.
Ünsal, A. (2003) Ölmez ağacın Peşinde Türkiye’de Zeytin ve Zeytin Yağı, YKY.
Vergilius (1998) Bucolica’lar Georgica’lar, çev. T. Uzel, Öteki Yayınları.
Yücel, T. (1990) “Türkiye’de Zeytinliklerin Dağılışı” Coğrafya Araştırmaları Cilt I, sayı 2, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları.
Zohary, D., Hopf, M (2000) Domestication of Plants in The Old World, 3. yayım, OUP.
2 Haziran 2022 Perşembe
İSKİT ADI
İSKİT ADI
İskitler doğuda Çin Seddi'nden batıda Tuna nehrine kadar, 40. ve 50. paraleller arasında, yaklaşık 7000 kilometreden fazla bir sahaya yayılmışlardır (Piotrovsky 1976: 6). Bunun sonucunda çeşitli kavimler tarafından tanınmışlar ve bunların yazılı belgelerinde adlarından bahsedilerek, haklarında bilgiler verilmiştir. İskit adına ve onlarla ilgili bilgilere Grek kaynaklarında, Pers çiviyazılı metinlerinde, Asur ve Çin yıllıklarında rastlanmaktadır. Adı geçen kaynak, metin ve yıllıklar, dil, kültür ve coğrafya bakımından birbirinden farklı kavimlere ait olduğundan İskit adı bu belgelerde değişik şekillerde geçmektedir.
Grek Kaynaklarında İskit Adı
Uzak Kuzeydoğu bozkır bölgesi hakkında son derecede muğlak olan ilk bilgiler Odyssee, XI, 12-19'da Kimmerler'den bahsedilirken geçmektedir (Rostovtzeff 1931: 18). Biraz daha iyi anlaşılır bilgiler Hesiodos'ta MÖ 8. yüzyıldan sonra, kolonizasyon hareketlerinin başlaması üzerine ortaya çıkıyor. Bu dönemde Grek dünya anlayışı tamamen değişiyor ve mekân düşünceleri daha çok gerçek anlayışa yönelen yeni bir şekil alıyor (Junge 1939: 2). Hesiodos'un şiirlerinde İskitlere "Skudai" adıyla rastlanıyor (Ayda 1979: 288).
Grek kaynaklarında İskit adı ve İskitler hakkındaki bilgilere MÖ 8. yüzyıldan sonra sık sık rastlanmaktadır.
Bu dönemden sonra bazı kaynaklar günümüze kadar ulaşamamıştır. Bu kaynaklarda İskit adı "Skythai" olarak geçmektedir (Kretschmer 1921: 923). Söz konusu kaynaklar arasında tarih açısından çok büyük önemi olan Herodotos'un Tarih'inde adları dahil İskitler hakkında çok kıymetli bilgiler verilmektedir. Hippokrates'te de İskit adı geçmekte ve özellikle İskitlerin gelenek ve görenekleri hakkında değerli bilgilere yer verilmektedir. Strabon'un coğrafyasında da İskit adı geçmekte ve onların hayat tarzı, gelenek ve görenekleri hakkında bilgi verilmektedir. Ayrıca, Thukydides'in Peloponnesoslular'la Atinalıların Savaşı ve Ksenophon'un Kyros'un Anabasisi adlı eserlerinde de İskitler'den bahsedilmekte ve İskit adı "Skythai" olarak geçmektedir.
Asur Kaynaklarında İskit Adı
Asur kaynakları tarih açısından büyük önem taşımaktadır. Bu kaynaklarda birtakım tarihi olaylara, siyasi gelişmelere ışık tutabilecek noktalar vardır. Bilindiği üzere, yaklaşık MÖ 3100 yıllarında yazı Sümerliler tarafından icat edilmiş ve Mezopotamya'nın Kuzey ve güneyine dalgalar halinde gelerek yerleşen Sami kökenli kavimler tarafından geliştirilmiştir. Bu gelişmelerin değişik konulardaki bilgilerin günümüze kadar ulaşabilmesinde son derecede hayati bir rol oynadığına şüphe yoktur. Söz konusu kavimler içerisinde Mezopotamya'nın kuzeyinde yerleşmiş olan Sami kökenli kavimlerin kuzey kolunu oluşturan Asurluların önemli bir yeri vardır.
Asurlular, Mezopotamya'nın kuzeyine yerleşmeleriyle Anadolu, Kafkasya ve İran'da bulunan kavimlerle tanışma imkânı bulmuştur. Asurlular İskitlerle de tanışmıştır. Asur kaynaklarında İskitlerin adına, ilk kez Asur imparatorlarından Mısır fatihi Asarhaddon'un (MÖ 680-668) devrine ait vesikada "Gimirrai"lerden ve "Aşguzai"lerden bahsedilmektedir (Luckenbül 1968: 517). Çivi yazılı metinlerde geçen bu kavimlerden "Gimirrai"lerin Kimmerler ve"Aşguzai"lerin de İskitler olduğu kabul edilmektedir. Bu vesikaya göre, Asur imparatoru Asarhaddon, imparatorluğun kuzey ve kuzeydoğu hudutlarını tehdit eden Kimmer ve Mannaların saldırılarını bertaraf etmek amacıyla İskit hükümdarı Bartatua ile anlaşmak yolunu tercih etmiş ve ona kızını vererek, İskitlerin adı geçen kavimlere karşı savaşmasını sağlamıştır.
Pers Kaynaklarında İskit Adı
Pers kaynaklarında da İskitlerin adına rastlanmaktadır. Bu kaynaklarda İskitlerden "Saka" olarak bahsedilmektedir. Sakalar yerleştikleri coğrafya, gelenek ve görenekleri dikkate alınarak üç ayrı grupta ele alınmaktadır.
İskitler hakkında bilgi veren ve onları üç grupta ele alan en önemli kaynak Pers Kralı Darius'a ait olan Behistun kitabesidir. Bu vesikaya göre, Sakalar, Saka tigrakhauda (sivri başlıklı Sakalar), Saka tiay para daray (denizin ötesindeki Sakalar) ve Saka haumavarga olmak üzere üç grupta incelenmektedir (Hermann 1933: 158).
Persepolis'ten Xerxes kitabesinde de Daha, Saka haumavarga, Saka tigrakhauda ve Skudra adları geçmektedir. Denizin ötesindeki Sakalardan burada fazla bahsedilmiyor (Junge 1939: 60-61), fakat denizin ötesindeki Sakalar için Skudra adının kullanılmış olduğu kesin olarak görülüyor. Sus ve çevresinde bulunmuş olan tuğlalar üzerine yazılı çiviyazılı tabletler üzerinde de "İçkudra" (Susça) ve "Çkudra" (Persçe) adının Güney Rusya ve Karadeniz'in kuzeyindeki Avrupa İskitleri (Mordtmann 1870: 29), yani denizin ötesindeki Sakalar için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Adı geçen çiviyazılı metinlerde Omuvargafa adına rastlanılmaktadır (Mordtmann 1870: 42) ki, bunun Sakai Amyrgioi'yle (Herodotos IV: 64) şüphesiz aynı olan Saka halkının lakabı olduğu anlaşılmaktadır. Tigrakodap (Persçe, Tigrakhoda) adı da bu çiviyazılı tabletlerde geçmektedir. Şüphesiz bununla Jaxartes ırmağının yanında oturan Sakalar ifade edilmektedir (Mordtmann 1870: 61).
Çin Kaynaklarında İskit Adı
İskitler hakkında yapılan çalışmalarda Çin kaynaklarından da yararlanılmaktadır. Ancak bu kaynaklarda sadece Orta Asya İşkilleri hakkında bilgi bulmak mümkündür. Asıl Çin kaynaklarını Tsan-Tsien'in biyografisi ve Batı ülkeleri monografisi oluşturmaktadır. Bu kaynaklarda Orta Asya İskitleri, "Sai" ve"Sai-wang" şeklinde gösterilmektedir (Franke 1904: 46). Bu kaynaklarda çoğu zaman Sakalara, Sai adı verilmiştir. Batı Türkistan'a giden Sakalar ise, Sai-wang adı ile tanıtılmıştır. Çincede wang sözü "hükümdar, prens" demektir. Bu nedenle bu boyu, hükümdar soyu şeklinde tanıtanlar dahi olmuştur (Ögel 1981: 184). Eski Çincede Sak olan Sai şüphesiz Sakalar için kullanılmıştır (Haloun 1937: 251).
Sai halkları arasında An-shi, Chi-pin, Chüan-tu, Hsiu-hsun, So-chü, Su-lo, Wei-tou ve Wu-shan-li toplulukları bulunmaktadır. Asıl Sai halkları Türkistan'ın batı kısmındadır (Eberhard 1942: 137-139, 168).
İskit, Saka ve Sai Adlarının Karşılaştırılması
İskitler daha önce de belirttiğimiz üzere, Çin Seddi'nden Tuna nehrine kadar yayılmışlardır. İskitlerin bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmaları, onların çok sayıda kavim tarafından tanınmalarına vesile olmuştur. Onların geniş bir sahaya yayılmış olduklarını yazılı kaynaklar açık bir şekilde göstermektedir. İskitlere ait arkeolojik malzemenin de bu geniş coğrafyadan çıkarılmış olması yazılı kaynakları desteklemektedir. Burada İskit adını aydınlatmaya çalıştığımızdan yazılı kaynaklar ön plana çıkmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, Grek kaynaklarındaki Skythai, Pers kaynaklarındaki Sak, Çin kaynaklarındaki Sai ve Asur kaynaklarındaki Aşguzai'nin aynı olup olmadığı, başka bir deyişle aynı kavim için kullanılıp kullanılmadığı meselesi ortaya çıkmaktadır.
İskitlerden değişik coğrafyalarda yaşayan ve birbirinden farklı dillerde konuşan toplulukların kaynaklarında bahsedilmiş ve İskit adı da bu kaynaklarda birbirinden değişik şekillerde yazılmıştır. Grekler esasen MÖ 8. yüzyılda kolonizasyon hareketlerinin başlaması sonucunda Karadeniz'in kıyısında İskitlerle tanışma imkânı bulmuştur. İskitler doğudan batıya doğru göç ettiklerinden ve Perslerin kuzey komşusu olduklarından dolayı onlar tarafından yakından tanınmıştır.
Pers kaynaklarında Saka haumavarga, Saka tigrakhauda ve Saka tiay para daray (Herrmann 1933: 13) olmak üzere üç Saka grubundan bahsedilmektedir. Pers kaynaklarında geçen Saka haumavarga, şüphesiz Herodotos'ta geçen Sakai Amyrgioi'yle (Herodotos VII: 64) aynıdır. Kelimenin etimolojisi karanlık olmakla beraber, basit olarak belki "Omargas Sakaları" ya da "Omargas'a tabi olan Sakalar" düşünülebilir (Mordtmann 1877: 42). Saka tiay para daray, yani denizin ötesindeki Sakalar olarak Karadeniz İskitleri düşünülmüştür. Greklerin dilinde Sakalara genel olarak "Skythai" denilirken, doğu Sakaları olan Saka haumavarga "Sakai" olarak adlandırılmıştır.
Herodotos, Sakalar olarak adlandırılan İskitleri başlarına yüksek, yukarıya doğru sivrilerek yükselen başlıklar giyen, pantolonları bulunan ve ülkenin şartlarına göre, muharebe silahı olarak yay, hançer ve balta taşıyan insanlar olarak tasvir etmektedir. Ayrıca, Greklerin İskit olan Doğu Sakalarını, Sakai Amyrgioi olarak adlandırdıklarını, Perslerin ise, bütün İskitleri Sakai olarak adlandırdıklarını (Herodotos VII: 64) belirtmektedir. Bizzat Persleri tanıyan Herodotos'un Perslerin bütün İskitleri Sakai olarak tanıdıklarını belirtmesi gerçekten büyük önem taşımaktadır ve Pers kaynaklarında üç Saka grubundan bahsedilmesi meselenin hallini kolaylaştırmaktadır. Denizin ötesindeki Sakalar tabirinin Karadeniz İskitleri için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Asur kaynaklarındaki Aşguzai (İşkuzai) adı da Sakalar için kullanılmıştır. Çin kaynaklarında ise Sai adı geçmektedir. Klasik Çincede Sai, Sak olarak okunmaktadır.
Grek kaynaklarındaki Skythai'nin, Pers kaynaklarındaki Saka ile aynı olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır, fakat Grekler İskit tabirini daha çok Batı İskitleri, yani Hazar Denizi'nden Tuna nehrine kadar Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan Sakalar için kullanmışlardır. Çin kaynaklarındaki Sai adı Doğu Sakaları için kullanılmıştır. Greklerin kullandığı İskit kelimesinin ad olarak Perslerin Sakalarını tam olarak karşılamasa da onların büyük bir kısmını karşıladığı anlaşılmaktadır. Grek kaynaklarındaki İskit adının Pers kaynaklarındaki Saka, Asur kaynaklarındaki Aşguzai kelimelerini karşıladığını söylememiz mümkündür. Çin kaynaklarında geçen Sai'nin de Pers kaynaklarında geçen Doğu Sakaları için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Çinlilerin batısında, Asurluların kuzeydoğusunda ve Greklerin doğusunda bir coğrafyaya yayılmış olan Perslerin Doğu Sakalarının Çin kaynaklarındaki Sai, Grek kaynaklarındaki Skythai'nin Pers kaynaklarındaki denizin ötesindeki Sakalarla aynı olduğu açıklığa kavuşmaktadır. İskitlerin çok geniş bir sahaya yayılmaları ve farklı kavimler tarafından tanınmaları ve kendi dillerinde adlarının ne olduğunun bilinmemesi meseleyi güçleştirmesine rağmen; antik kaynakların verdiği bilgiler, yukarıda da belirttiğimiz üzere, İskitlerin Sakalar olduğunu söylememizi mümkün kılmaktadır.
İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır
Erkek ve kadınların el yazıları farklı mıdır?
El yazısına bakarak yazanın kadın mı, yoksa erkek mi olduğunu tespit edemezsiniz. Bir el yazısının analizi sonucu, yazanın kişiliği, karakteri, hissi durumu, açıklığı, akıl durumu, enerjisi, motivasyonu, korkuları ve savunması, hayal gücü ve uyumluluğu gibi bir çok konuda fikir sahibi olunabilir ama cinsiyeti konusunda bir karar verilemez. Gerçi kadınların ve erkeklerin el yazılarında ayrı ayrı bazı karakterleri benzer şekilde kullandıkları bilinmektedir ama bu tüm bir yazı hakkında tatmin edici bir fikir vermez.
El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez.
Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim adamları sinir kaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinir kası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır.
El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur.
Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemenin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır.
Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.
Alıntıdır.
1 Haziran 2022 Çarşamba
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...