30 Mayıs 2022 Pazartesi

Bitkilerdeki Duyular

 Bitkinin içine biraz daha yakından baktığımızda çok ilginç sistemlerle karşılaşırız. Bu sistemlerin en önemlilerinden biri, bitkilerin içindeki tepki mekanizmalarıdır. Yani dışarıdan bakınca ne ağzı, ne gözü, ne de bir sinir sistemi olan bitkiler, yeri geldiğinde bazı duyular konusunda insandan bile hassas olabilmektedir. Bitkilerin bizim gibi gözleri yoktur, ama bizim gördüğümüzden daha fazlasını görürler. Çünkü onların ışığa duyarlı bileşiklerden oluşmuş proteinleri vardır. Bu sayede bizim gördüğümüz ve göremediğimiz bütün dalga boylarını algıladıkları gibi, ışığa karşı duyarlılıkları insan gözününkinden daha fazladır. 

Bitkiler bu görme yeteneklerini kullanarak büyümek ve hayatta kalmak için gerekli olan; ışığın yoğunluğu, kalitesi, yönü ve periyodu gibi koşulları tespit ederler. Bitkinin bir günlük hayat düzeni kendini ışığa göre kuran bir "iç saat"in kontrolündedir. Bu aşamada neler olduğunu bilimsel olarak açıklamak gerekirse, bitkide ışığı görmekle görevli iki protein ailesi bulunur. Bu iki aileden biri, beş farklı çeşidi olan "fitokrom", diğeri ise iki farklı çeşidiyle "kriptokrom" adlı proteinlerdir. Bu proteinler aynı zamanda ışığı algılayabilen birer ışık reseptörüdürler. Bu sayede bitkinin içindeki saati, ışığın her an yaptığı değişikliklere göre kurmakla görevlidirler. 

Bitkiler sadece güneş ışığıyla yaşayamazlar; ihtiyaçları olan besinleri tatmak için dilleri yoktur ama yine de bunu başarmaları gerekir. Tat duyusu, topraktan mineral ve besinleri alan bitki kökleri için çok önemlidir. Arabidopsis (tere otu) adlı bitkide yapılan araştırmalarda, bir genin nitrat ve amonyum tuzlarının bol olarak bulunduğu yerleri tespit ettiği ortaya çıkarılmıştır. Bu gen sayesinde kökler gelişigüzel değil, besin yönünde gelişerek bilinçli bir hareket sergilemektedir. Nitratları tespit eden bu gen ANR1'dir. 

Bu gen dışında, Teksas Üniversitesi'nde yapılan diğer bir araştırmada "apiraz" adlı yeni bir enzim keşfedilmiştir. Kök yüzeyinde bulunan bu enzim, mantar gibi toprağa karışmış mikroorganizmaların ürettiği ATP'yi (adenozin trifosfat) tadabilmektedir. ATP molekülü doğada her zaman hazır olan kısa süreli bir enerji rezervidir. Apiraz, bitkinin ATP'yi alıp fosfat besinlerine dönüştürmesini daha sonra da emmesini sağlar. Bitkilerin bir çöpçü gibi hücre dışındaki ATP'yi toplayıp kullanılır hale getirmesi ise yeni keşfedilmiş bir mucizedir.

Tatma duyusu gibi dokunma duyusu da bitkilerde çok sık rastladığımız algılardandır. Venüs (Dionaea muscipula) gibi etçil bitkiler, üzerlerine konan böceği bir anda yakalarlar. Mimoza (Mimosa pudica) bitkisi ise en hafif dokunuşta bile ince yapraklarını aşağı doğru indirir. Bezelye ve fasulye gibi tırmanıcı bitkiler hassas dokunma duyuları sayesinde filizlerini sağlam desteklerin etrafına sararlar. Son yapılan araştırmalarda neredeyse bütün bitkilerin bu dokunma duyusuna sahip oldukları ortaya çıkmıştır. Bitkiler genelde yapraklara büyük zarar verebilecek rüzgarın şiddetine karşı da dokunma duyusunu kullanırlar. Rüzgar altında kalan bitkiler dokularını sertleştirerek tepki verir ve böylece şiddetli rüzgarlarda kırılmaktan kurtulurlar. Araştırmacılar, dokunma duyusunun güçlendirilmiş doku üretimine nasıl yol açtığını halen bulmaya çalışmaktadırlar. En çok üzerinde durulan teoriye göre, bitki sallandığında kalsiyum iyonları, hücrede kimyasal depo işlevi gören geniş odalardan yani vakuollerden hücre sıvısına geçer. Bu kalsiyum akışı bitki hareket ettiğinde veya bitkiye dokunulduğunda meydana gelen ilk harekettir. Bu hareket, saniyenin onda biri gibi bir hızla gerçekleşir. Daha sonra kalsiyum iyonlarının akışı hücre duvarlarının güçlendirilmesiyle ilgili olan genleri harekete geçirir ve son derece kompleks bir süreç sonunda dokunulan bölgede kalınlaşma olur.

Başta North Carolina Wake Forest Üniversitesi olmak üzere çeşitli merkezlerde yapılan araştırmaların sonucunda, bitkilerin belirli bir ses frekansını veya titreşimi algılayabildiklerinin düşünüldüğü belirtildi. Örneğin, Wake Forest'da yapılan bir deneyde, normal filizlenme oranı %20 olan turp tohumlarının, belirli bir frekanstaki sese uzun süre tabi tutulduklarında, filizlenme oranlarının %80-90 civarında arttığı görülmüştür. Araştırmacılar, elongasyon (uzama) ve tohum filizlenmesinde aracılık eden "giberellik asit" adlı bitki hormonunun, "işitmeden" de sorumlu olduğunu düşünmektedirler. 


Alıntıdır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi – 13

 Keser, Çekiç, Çivi


Erdal İnönü kendisine evde fare olduğu haber verildiğinde “Ben kedi miyim?” diye cevap vermiştir ama erkeklerin çoğunluğu evdeki tamiratları üstlenmeyi benimsemişlerdir. Bunun için gerekli ‘alet çantası’ herkesin merakına göre büyüyüp küçülse de, su tesisatı, elektrik işleri, yeni alınan aletlerin montajı erkek işi kabul edilir. Çamaşırlık, meyve odası, kiler, bodrum, odunluk, kömürlük ve nihayet balkonlara ve evin eski eşya konulan yerlerine saklanan aletlerin evde bulundurulması bu rol ve para tasarrufu için şarttır.


Braudel marangoz aletlerinin tarihinin çok eskiye gittiğini, Roma döneminde geliştirildiklerini ve İtalya’da bu mirasın korunduğunu bildirir. Türkçede bulunan İtalyanca sözcüklerin varlığı da böylelikle açıklanmaktadır. Fakat Türkçe sözcüklerde bile anlam kaymaları vardır. Sürmeneli kayıkçıların tek keserle kaç tonluk tekne yaptıkları bilinir, ama evdeki keser kesmeye değil, çivi çakmaya ve çekmeye, evde çekiç bulunduğunda ise adının tersine genellikle yalnızca çakmaya yarar.


Çivi konusu daha karışıktır. Eskiden mıh’la halk dilinde çivi karşılığı olarak kullanılan ve bugün bulmacalarda sorulan, yeğseri’den gelen enser/ ekser şimdiki çivilerden farklıydı. Örneğin, Trabzon’da örgü şişine çivi denirdi, bir adı da Oltu kebabıyla büyük şehirlerde de tanınan sözcükle ca idi. Evliya Çelebi İstanbul’da 100 dükkân, 200 neferle mıhçıyan, 1006 dükkân, 3000 neferle mismaran yani enserciyan ve 100 dükkân, 200 neferle burgucıyan esnafını birbirinden ayırt eder (Evliya Çelebi Seyahat-nâmesi, I. Kitap, s. 268 vd.).



Testere


Farsça destene sözcüğünden gelen testere bugün unutulan ene adlı bıçkının bir biçimi, el (dest) bıçkısı. Bahattin Ogel bıçkı, bıçak ve biçmek sözcüklerinin kökenlerini tartışmaktadır. Evliya Çelebi destereciyan esnafı için pirlerinin Beni İsrail’den Simail olduğu, Haleb’de Hazret-i Zekeriyya’yı ikiye biçmek için bu aleti icat ettiği bilgisini verir. İstanbul destereciyan esnafının piri ise Abdülgaffar Münşari’dir; “Selman-Paris beline şed bağlayup pir oldı” ve kabri Niğde şehri cephanesindedir. Bu esnaf dükkânlarında testere, bıçkı, minsar, erre ve keski satar. Bu aletleri satmayıp kullanan, ayrı bir esnaf kolu olarak örgütlenen bıçkıcılar ise marangoz sınıfı içinde yer alırlar.




Tornavida


Vidanın İO 5. yüzyılda Pythagorasçı filozof Tarentumlu Arkhytas tarafından geliştirildiği, Mısır’da İO 3. yüzyılda Arkhimedes tarafından alet yapımında kullanıldığı kaydedilmiştir. Romalıların iki taraftan vidalı pres ütüleri Pompeu harabelerinde bulunmuştur. İS 1. yüzyılda şarap ve zeytinyağı preslerinde ahşap vidalar yaygın biçimde kullanılmaya başlanır. Madeni somun ve vidalar Avrupa’da 1550’lerden itibaren yaygınlaşır.


Tornavida İtalyanca (toma-vite) olduğu gibi, vida da Italyancadan gelir. Cıvata İtalyanca giaveta, somun Fransızca saumon, menteşe Farsça bend-fceje, perçin Farsça perçin'den gelir. Eskiden Türkçe burgu da varmış.

Artık tornavidaların yalnız yıldızı değil, mıknatıslı ve elektrikli olanları da var.



Kerpeten, Pense


Sözcüğün Arapçaya da (kelbetan) Farsçadan geçtiği söylenmektedir.

Kerpetenin aynı zamanda nalbant ve dişçi aleti olduğunu biliyoruz. Avrupa’da namlı işkence aletlerindendi, adını da, Eski Fransızca pinchure, İngilizce pincers, yani çimdiklemekten, kıstırmak, sıkıştırmak, tutam tutam yolmaya kadar anlam kazanan fiil kökünden alır.



İngiliz Anahtarı, Kargaburun


İngilizlerle anahtar konusunda tam anlaşamıyoruz. Onlar bizim anahtar dediklerimize genel olarak spanner derken, kargaburun çeşitlerine plier ve bizim İngiliz anahtarının çeşitlerine de, kullanım yerine göre, ikisini veya wrench diyorlar. Wrench türleri içinde İngiliz anahtarına karşılık gelen pipe (boru) ve monkey (maymun) urench’dir. Wrench burkma, bükme, zorla çevirip koparma anlamlarıyla 1460’den beri İngilizcede kaydedilmiştir, 1552’den beri alet adıdır, monkey biçimi 1750’den beri bilinir. Böylece Fransız somununu, İngiliz anahtarıyla çeviririz. Bu aleti anahtara benzetenler Fransızlardır; biz Fransızcası clef anglaise'in çevirisini kullandığımıza göre, Fransızlar da Ingiliz anahtarını kullanıyorlar. 


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


29 Mayıs 2022 Pazar

DÎNİ SÖZLÜK “A”

 ÂHİR ZUHUR:

 

Cumâ namazının dört rekat son sünneti ile iki rekat vaktin sünneti arasında kılınan dört rekatlık namaz.

 

Şehirde bir kaç câmide Cumâ namazı kılınabilir. Fakat Hanefî mezhebinin bâzı âlimleri ile üç mezhebin çoğunluğu bir câmiden fazla yerde Cumâ kılınmaz dedi. Bunun için şehir olduğu ve Cumâ'nın kabûl olması şüpheli bulunan yerlerde "Üzerime son farz olan kılmadığım öğle namazını kılmaya" diye niyyet ederek âhir zuhur kılmalıdır. (Abdülhak-ı Dehlevî)

 

ÂHİRET:

 

İnsanın ölümü ile başlayan ebedî (sonsuz) hayat. Âhirete îmân, inanılması lâzım olan altı esastan beşincisidir.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Kim de mü'min olduğu hâlde âhireti ister ve onun için gereken şekilde çalışırsa, işte onların çalışmaları makbûl olur. (İsrâ sûresi: 19)

 

Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış. Âhiret için orada sonsuz kalacağına göre çalış. Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itâat et. Cehennem'e dayanabileceğin kadar günâh işle. (Hadîs-i şerîf-Eyyühel Veled)

 

Sizden öncekiler, âhiret işleri ile uğraşıp, sâdece artan zamanlarını dünyâ işlerine harcarlardı. Siz ise, bugün hep dünyâ işleri ile uğraşıyor, zaman kalırsa âhiret işlerini yapıyorsunuz. (Avn bin Abdullah)

 

Âhireti düşünmek akıllılığın alâmeti, kalbin canlılığıdır. (Ebû Süleymân Dârânî)

 

Bir kalbde, âhiret arzusu çoğaldıkça, dünyâ düşüncesi o kalbden kaybolur. (Ali Müzeyyen)

 

Allahü teâlânın bildirdiği bir âhiret günü bin dünyâ senesi kadardır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir. Niçin bu kadar zaman olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir. Çünkü âhirette, dünyâda bulunan gece, gündüz, ay ve sene yoktur. (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)

 

Âhiret Âlimi:

 

Dünyâlığa, mala, mevkiye kıymet vermeyen, ilim ile dünyâlık elde etmeye çalışmayan, âhireti dünyâya tercih eden, ilmiyle amel eden, işi sözüne uyan, ibâdet ve tâate teşvik eden, ilmi âhiretine faydalı olan tevâzu sâhibi âlim.

 

Denildi ki, şunlar Âhiret âlimlerinin alâmetlerindendir: Haşyet (Allah korkusu), tevâzu (alçak gönüllülük), güzel ahlâk ve zühd (dünyâya rağbet etmemek). (İmâm-ı Gazâlî)

 

AHKÂF SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin kırk altıncı sûresi.

 

Ahkâf sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). Otuz beş âyettir. Yirmi birinci âyet-i kerîmede geçen Ahkâf kelimesi sûreye isim olmuştur. Ahkâf, uzun ve yüksek kum yığınları demektir. Sûrede adı geçen Ahkâf, Arabistan'ın güneyinde Umman ile Mehre arasındaki kumluk bölgedir. Bu hususta başka rivâyetler de vardır. Hûd aleyhisselâm, Âd kavmini(milletini) burada îmâna dâvet etti, çağırdı. Sûrede, Allahü teâlânın birliğinin delilleri, şirkin (cenâb-ı Hakk'a ortak koşmanın) yanlışlığı bildirilmekte, inananların, Allahü teâlâdan korkarak günahlardan sakınanların büyük mükâfâtlara kavuşacakları müjdelenmekte, mü'minlerin, analarına, babalarına iyi davranmakla mükellef (yükümlü) oldukları, dünyânın fânî, geçici varlığına ve lezzetlerine kapılmanın uygun olmadığı anlatılmakta, Âd kavminin kıssası ve Hûd aleyhisselâma inanmamaları, ona karşı gelmeleri netîcesinde acı bir azabla helak oluşları haber verilmekte ve daha başka konular yer almaktadır. (Abdullah ibni Abbâs, Senâullah Dehlevî)

 

Kur'ân-ı kerîmde Ahkâf sûresinde buyruldu ki:

 

"Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra istikâmet üzere bulunanlara (evet) onlara (kıyâmet günü) korku yoktur. Onlar (ölürken) mahzun da olmayacaklardır. (Âyet: 13)

 

Hâlâ şu hakîkati bilmedilermi ki gökleri ve yeri zahmetsiz, yorulmadan yaratan Allahü teâlâ, ölüleri de diriltmeye kâdirdir. Evet O, her şeye elbette kâdirdir, gücü yetendir. (Âyet:

 

33)

 

(Habîbim) Ülü'l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Âyet: 35)

 

Kim Ahkâf sûresini okursa, onun için, dünyâdaki kumların her birine karşılık on sevâb yazılır. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-tenzîl ve Esrârü't-te'vîl)

 

AHKÂM:

 

Hükümler. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları. Hükm'ün çokluk şeklidir.

 

Peygamberler aleyhimüsselâm, Allahü teâlânın kendilerine melek (Cebrâil) ile bildirdiği ahkâmı kendi zamanındaki insanlara noksansız olarak bildirmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)

 

Kur'ân-ı kerîm, bütün peygamberlere aleyhimüsselâm gönderilmiş olan ahkâmı ve daha fazlasını kendisinde toplamıştır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Îmân ve ahkâm bilgilerini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyen, kulluk vazîfesini yapmamış olur. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Ahkâm-ı Şer'iyye:

 

İslâm dîninde bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren hükümler. Emirler ve yasaklar. Bunlara Ahkâm-ı ilâhiyye, Ahkâm-ı İslâmiyye ve Ahkâm-ı Kur'âniyye de denir.

 

Ahkâm-ı şer'iyye sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mübah, haram, mekruh, müfsid. (İbn-i Âbidîn)

 

Bütün insanlara her şeyden önce lâzım olan, îtikâdı (inancı) düzeltmektir. Yâni doğru bir îmân sâhibi olmaktır. İkinci olarak, ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmektir. (Ahmed Fârûkî)

 

Beden, ahkâm-ı şer'iyyeyi yapmakla süslenince, nefs dünyâ kötülüklerinden ve zararlarından kurtulur. (Ahmed Fârûkî)

 

Îmân muma benzer. Ahkâm-ı şer'iyye mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca da îmân söner. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

 

Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi yerine getirmek kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Bir çok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır, hastalara ise güçtür. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ahkâm-ı Fıkhiyye:

 

Fıkıh ile ilgili hükümler. Bedenle yapılması ve sakınılması lazım gelen şeyler, emirler ve yasaklar

 

Her müslümanın kendisine lâzım olan ahkâm-ı fıkhiyyeyi öğrenmesi ve yapması lâzımdır (Yûsüf Sinâneddîn Âmesi).

 

Ahkâm-ı fıkhiyye dört büyük kısma ayrılır: 1- İbâdât (Namaz, oruç, zekât, hac, cihad), 2-Münâkehât (Evlenme, boşanma, nafaka ve dalları), 3- Muâmelât (Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs), 4- Ukûbât (Cezâlar). (Ahmed Zühdi Efendi)

 

Ahkâm-ı İctihâdiyye:

 

Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte açıkça bildirilmeyip, müctehid denilen âlimlerin açıkça bildirilenlere benzeterek elde ettikleri hükümler.

 

Ahkâm-ı Mâneviyye:

 

Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgiler, tasavvuf bilgileri.

 

Peygamber efendimizin vazîfelerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmin ahkâm-ı mâneviyyesini, ümmetinin yüksek (olgun) olanlarının kalblerine akıtmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

AHLÂK:

 

İnsanda yerleşmiş huylar. Hulkun çokluk şeklidir.

 

İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Câmi'us-sagîr, Künûz-üd-dekâik)

 

İnsanları memnûn etmek için malınız yetmez. Ancak güleryüz ve güzel ahlâkla onları memnun edebilirsiniz. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)

 

Allahü teâlânın en sevdiği şey, güzel ahlâktır. (Hadîs-i şerîf - Ahlâk-ı Celâlî)

 

İçinizde en sevdiğim kimse, ahlâkı en güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-müfred)

 

İslâm âlimlerinin çoğuna göre insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak kötü huyları meydana getirir. (Ali bin Emrullah)

 

Ahlâk İlmi:

 

Kötü huylardan uzaklaşıp, güzel huylar edinme yollarını öğreten ilim.

 

Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzumlu bir ilimdir. Çünkü rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huyları, sıhhati, kuvveti bununla kolayca elde edilir. Kuvvetli rûhlar ahlâk ilmi sâyesinde güzel ahlâk sâhibi olur. Kirlenmiş, hasta rûhlar da, bu ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlâka kavuşur. (Ali bin Emrullah)

 

Ahlâk-ı Hasene:

 

Güzel huylar. Dînin ve aklın beğendiği huylar.

 

Ahlâk-ı hasenenin alâmeti, insanlardan gelen sıkıntı ve eziyete katlanmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Ahlâk-ı hasenenin on alâmeti vardır: Çok îtirâz etmemek. Adâlet sâhibi olmak. Kendini beğenmemek. İnsanların ayıplarını örtmek. Müslüman kardeşinin kusurunu görünce hüsn-i zân etmek (onu iyiye yorumlamak ve hakkında iyi düşünmek). Başkasından gelen eziyet ve sıkıntılara katlanmak. Nefsine (kendine) zulmetmemek. Kendi ayıplarına bakıp başkalarının ayıplarını araştırmamak. Herkese karşı güler yüzlü, yumuşak ve tatlı sözlü olmak. (Yûsuf bin Esbat)

 

Ahlâk-ı İlâhiyye:

 

Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak.

 

"Velî olmak için ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmalıdır." demişlerdir. Bu sıfatlar evliyâda meydana gelir. Fakat bu benzerlik yalnız isimdedir ve uygunluk sıfatların topluluğundadır. Yoksa sıfatların husûsiyetlerinde berâber olunmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Allahü teâlânın bir ismi "Melik"tir. Bu, her şeye hâkim, gâlib demektir. Talebe tasavvuf yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, gâlib olur ve başkalarının kalblerine tesir etmeğe başlarsa ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmış olur. Allahü teâlânın bir ismi de Semi'dir. Yâni işiticidir. Talebe, doğru sözü herkesten kabul eder ve gizli hakikatleri, can kulağı ile duyarsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Basîr"dir. Yâni Allahü teâlâ herşeyi görür. Talebenin kalb gözü açılır ve firâset ışığı ile kendi ayıblarını ve başkalarının iyi huylarını görürse yâni başkalarını kendisinden daha üstün görürse ve Allahü teâlânın her an gördüğünü göz önünde bulundurarak, hep Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Muhyî"dir. Yâni Allahü teâlâ dirilticidir. Talebe unutulmuş sünnetleri canlandırır, meydana çıkarırsa, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bir sıfatı da "Mümit" öldürücü demektir. Talebe sünnetlerin yerine yerleşmiş olan bid'atleri, dinde sonradan çıkarılıp din diye yapılan şeyleri men eder yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar bunlar gibidir. (Hâce Muhammed Pârisâ)

 

Ahlâk-ı Zemîme:

 

Kötü ahlâk. Dînin ve aklın beğenmediği huylar.

 

İnsana dünyâda ve âhirette zarar veren her şey, ahlâk-ı zemîmeden meydana gelmektedir. Zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. (Ali bin Emrullah)

 

Ahlâk-ı zemîme kalbi, rûhu hasta eder. Hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebeb olur. En kötü huy, küfür yâni îmânsızlıktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kendinde ahlâk-ı zemîme bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması zordur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. (Hâdimî)

 

AHMAK:

 

Aklı az, görüşü kısa olan.

 

Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah'ın rahmetini bekler. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım. (Îsâ aleyhisselâm)

 

Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriyâ sana iyilik yapayım derken, zararı dokunur. (Hazret-i Ömer)

 

Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur. (İbn-i Hibbân)

 

Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Ca'fer-i Sâdık)

 

Bile bile hatâda ısrâr eden ahmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmasıdır. (Sırrî-yi Sekatî)

 

Mahlûkâtın, yaratılmışların en ahmağı nefistir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine, zararına olan şeyleri ister. (İmâm-ı Rabbânî)

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak