12 Mayıs 2022 Perşembe
11 Mayıs 2022 Çarşamba
HİTİTLERDE MÜLK SAHİBİ OLMA
Hititlerde arazi birtakım muğlak feodal vergilere ve hizmetlere bağlıydı ve ayrıntıları bilinmemektedir. Kütüğün bu konu üzerine on dörtten az olmayan sayıda hüküm içermesinden dolayı, belki sık dava konusu olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
îki sınıf arazi ayırt edilebilmektedir: "Derebeyi uyruğu" veya tımar sahibi ile "silahlı adam"ların arazileri, ikincisi serbestçe alınıp satılabilirdi, fakat öyle görünüyor ki birincisi şartlara bağlıydı ve bu yüzden sadece evlat edinme yoluyla el değiştirebilirdi. Hammurabi'nin Larsa'da uygulamış olduğu bilinen sistemle benzerliği üzerine, "silahlı adam" büyük bir olasılıkla gerektiğinde krala askeri birlik sağlayan bir askerdi.
Bu iki türdeki arazi arasındaki ana fark, "derebeyi uyruğunun" belgesini kraldan, "askerin" ise yerel otoriteden almasıydı. Çünkü bir derebeyi uyruğu ortadan kalktığında tımar saraya iade edilirken, bir zanaatkar ortadan kalktığında ise arazisi köye kalırdı. İlke olarak derebeyi uyruğu, arazisinden ancak özel hizmet şartları altında tasarruf ederdi (Hititçe şahhan), ancak bu, çoğunlukla toprak vergisinin bir biçimine dönüşürdü. Asker ise, pek çok sıradan vatandaş gibi çağrıldığı zaman işe koşulma yükümlülüğünü (Hititçe luzzi) taşırdı. Fakat bu iki görüşün bir şekilde birbirine karıştırılmış olduğu görülmektedir ve uygulamada her iki sınıfın elindeki arazi tasarruf şartlarının yerine getirilmesi şartıyla el değiştirebilirdi. Askerin arazisi", öldüğü takdirde, bir "sivil esire", yani fethedilmiş ülkelerden getirilmiş ve kralın emrinde bulunan esirlerden birine verilebilirdi. Emrine arazi tahsis edilen böylesi bir kişi artık bir "asker" sayılırdı.
Kraliyet arazisi oldukça geniş olmalıydı, çünkü pek çok tımar sahibinin elindeki arazi çok genişti. En geniş arazi sahibi olanlar arasında tapınakları da saymak gerekir. Bunlardan bazıları devlet içinde küçük devlet halini almışlardı. Tapınaklar da ellerindeki arazileri bir tür toprak vergisi ödeyen çiftçilere kiraya veriyorlardı.
Alıntıdır.
IŞIKTAKİ TASARIM
Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması, gerçekten çok olağanüstü bir durumdur.
Ian Campbell, İngiliz fizikçi
Yaşadığımız hayat boyunca en çok gördüğümüz gök cismi Güneş'tir. Gündüzleri ne zaman kafamızı kaldırıp göğe baksak, onun göz kamaştıran ışığı ile karşı karşıya geliriz. Bize birisi gelip de "Güneş ne işe yarar" diye sorduğunda ise, fazla düşünmeden cevap veririz: Güneş bize ısı ve ışık sağlar. Bu cevap, biraz yüzeysel de olsa, doğrudur.
Ama acaba Güneş'in bize ısı ve ışık vermesi, tesadüfi ve amaçsız bir olay mıdır? Yoksa Güneş bizim için özel olarak mı tasarlanmıştır? Acaba bu gökteki ateş topu, sırf bizim ihtiyaçlarımıza uygun bir biçimde yaratılan dev bir "lamba" mıdır?
Son yıllardaki bilimsel bulgular, ikinci seçeneğin doğruluğunu göstermektedir. Çünkü, Güneş'in ışığında hayranlık uyandırıcı bir tasarım vardır.
Doğru Dalga Boyu
Hem ışık hem de ısı, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur.
Ancak elektromanyetik ışınımın dalga boyları arasında çok büyük farklar vardır. Bazı dalga boyları kilometrelerce genişlikte olabilir. Başka dalga boyları ise, bir santimetrenin trilyonda birinden daha ufaktır. Bilimadamları, bu farklı dalga boylarını sınıflara ayırırlar. Örneğin santimetrenin trilyonda biri kadar küçük dalga boylarına sahip olan ışınlar, gama ışınları olarak bilinir. Bunlar çok yüksek enerji taşırlar. Dalga boyları kilometrelerce genişlikte olan ışınlara ise "radyo dalgaları" adını veririz ve bunlar çok zayıf bir enerjiye sahiptir. Bu nedenle gama ışınları bizim için öldürücü iken, radyo dalgalarının bize hiçbir etkisi olmaz.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağılmış olmalarıdır. En kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat daha küçüktür. 1025, 1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır. 10, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için bazı karşılaştırmalar yapmak yerinde olur. Örneğin Dünya'nın dört milyar yıllık ömrü boyunca geçen saniyelerin toplam sayısı, sadece 1017'dir. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekir! Eğer 1025 tane iskambil kağıdını üstüste dizmeye kalksak, samanyolu galaksisinin çok dışına çıkmamız ve gözlemlenebilir evrenin yaklaşık yarısı kadar bir mesafe gitmemiz icap eder.
Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Ama ne ilginçtir ki, bizim Güneşimiz, bu geniş yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve biraz da yakın morötesi ışınlar.
Bu üç tür ışık sayıca çok gibi durabilir. Ama gerçekte üçünün toplamı, elektromanyetik yelpazenin içinde tek bir birim yer kaplamaktadır! Bir başka deyişle, Güneş'in ışığının tümü, üstüste dizdiğimiz 1025 tane iskambil kağıdının tek bir tanesine karşılık gelmektedir.
Peki acaba neden Güneş'in ışınları bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır?
Cevap son derece önemlidir: Güneş ışığı bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır, çünkü Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınlar, sadece bu ışınlardır.
İngiliz fizikçi Ian Campbell, Energy and the Atmosphere (Enerji ve Atmosfer) adlı kitabında bu konuya değinmekte ve "Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur" demektedir. Campbell'e göre bu durum, "inanılmaz derecede şaşırtıcıdır".
Şimdi ışığın bu "inanılmaz derecede şaşırtıcı" tasarımını biraz daha yakından inceleyelim.
Morötesinden Kızılötesine
Işığın 1025 farklı dalga boyunda olabileceğini belirttik. Bu dalga boylarının farklı enerji seviyeleri taşıdığına da değindik. Bu enerji seviyelerini incelediğimizde, farklı dalga boyundaki ışınların, madde ile temas ettiklerinde çok farklı etkiler meydana getirdiğini görürüz.
Elektromanyetik yelpazenin kısa dalga boyuna sahip ışınlarının ortak özelliği, çok yüksek enerji taşımalarıdır. Gama ışınları, X ışınları ve morötesi (ultraviyole) ışınları olarak bilinen bu ışınlar, atomlarla ya da moleküllerle karşılaştıklarında, yüksek enerjileri nedeniyle onları parçalarlar. Karşılarına çıkan maddeyi, mikro düzeyde, "delik deşik" ederler.
Öte yandan, daha uzun dalga boyuna sahip olan ışınlar ise, ki bunlar kızılötesinden başlar ve radyo dalgalarına kadar gider, çok az enerji taşıdıkları için, madde üzerinde önemli bir etki oluşturmazlar.
"Madde üzerinde önemli etki" dediğimiz şey ise, kimyasal reaksiyonlardır. Bilindiği gibi kimyasal reaksiyonların önemli bir bölümü, ortama enerji girişi ile mümkün olur. Bu gerekli enerji miktarına, "aktivasyon enerjisi" denir. Bu enerji miktarından daha azı ya da fazlası işe yaramayacaktır.
İşte elektromanyetik yelpazenin içinde yer alan çok farklı ışınların sadece çok küçük bir kısmı, bu "aktivasyon enerjisi"ne eşit bir enerjiye sahiptir. Dalga boyları 0.70 mikron ile 0.40 mikron arasında değişen bu ışınların hangi ışınlar olduğunu anlamak isterseniz, biraz başınızı kaldırıp etrafı seyredebilirsiniz. Çünkü bu ışınlar, şu an görmekte olduğunuz "görülebilir ışık"tır. Bu ışınların etkisiyle gözünüzde kimyasal reaksiyonlar oluşmakta ve zaten bu sayede görmektesinizdir.
"Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, Güneş ışınlarının toplam % 41'ini oluşturur. Tanınmış fizikçi George Wald Scientific American dergisinde yayınlanan "Life and Light" (Yaşam ve Işık) adlı ünlü bir makalesinde bu konuyu ele almış ve "biyolojik kimyanın enerji ihtiyacı ile Güneş ışınımı arasındaki olağanüstü uyum"u vurgulamıştır. Gerçekten de Güneş'in yaşama bu kadar uygun bir ışık yayması, olağanüstü bir tasarımdır.
Peki Güneş'in geriye kalan ışınları ne özelliğe sahiptir?
Bunu incelediğimizde, Güneş'in görülebilir ışık dışında kalan ışınlarının çok büyük bölümünün "yakın kızılötesi" dediğimiz alanda kalan ışınlar olduğunu görürüz. Yakın kızılötesi alanı, görülebilir ışığın bittiği noktada başlar ve çok daracık bir aralığı içine alır. Bu aralık da, yine elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha dar bir aralıktır.
Acaba bu yakın kızılötesi ışınları neye yarar? Bu kez bu ışınların neye yaradığını görmek için başınızı kaldırıp etrafı seyredemezsiniz, çünkü bunlar görülemeyen ışınlardır. Ama göremediğiniz bu ışınları güneşli bir yaz ya da bahar gününde kolaylıkla hissedebilirsiniz. Dışarı çıkıp yüzünüzü Güneş'e doğrultun, yüzünüzde hissedeceğiniz ısı, kızılötesi ışınların yaptıkları etkidir.
Kızılötesi ışınlar ısı enerjisi taşırlar ve dolayısıyla Dünya'nın ısınmasını sağlarlar. Yani onlar da, yaşam için en az görülebilir ışık kadar zorunludurlar. Ve Güneş, tam da bizim için gerekli olan bu ışınları yaymak için yaratılmıştır: Güneş ışınlarının çok büyük bir bölümü, bu iki tür ışından oluşur.
Peki acaba Güneş'in geriye kalan ışınları nelerdir? Ve bu ışınların bize bir yararı var mıdır?
Güneş'in yaydığı ışığın içinde oranı en düşük olan üçüncü grup ışınlar, "yakın morötesi" ışınlardır. Morötesi ışınlar, temelde yüksek enerji taşıyan, dolayısıyla yaşam için zararlı ışınlardır. Ancak Güneş'in yaydığı morötesi ışınlar, morötesinin en "zararsız" kısmında, yani görülebilir ışığın hemen yanıbaşında yer alan ışınlardır. Bu ışınlar ise, mutasyon ve kanser gibi zararlı etkilerine rağmen, çok önemli bir ayrıntı nedeniyle yaşam için gereklidirler. Bu daracık aralık içindeki morötesi ışınlar, insanda ve diğer omurgalılarda, D vitamininin sentezi için gereklidirler. D vitamini vücuttaki kemiklerin oluşumu ve beslenmesi için zorunludur. Bu nedenle uzun süre Güneş ışığından uzak kalan kimselerde D vitamini eksikliği ve buna bağlı kemik hastalıkları baş gösterir
Kısacası Güneş'in yaydığı ışınların tümü, insan yaşamı için gerekli ışınlardır. Güneş ışınları, elektromanyetik yelpazenin içinde yer alan 1025 farklı dalga boyundan sadece tek bir aralık içine sıkıştırılmıştır ve bunlar da, ne ilginçtir ki, tam bizim ısınmamızı, görmemizi ve diğer vücut fonksiyonlarını gerçekleştirmemizi sağlayan ışınlardır.
Bu arada bu ışınların bir başka özelliğini daha belirtmek gerekir: Bu ışınlar, aynı zamanda bizi beslemektedirler de!
Fotosentez ve Işık
Fotosentez, herkesin ortaokul ya da lise derslerinde öğrendiği kimyasal bir işlemdir. Ama çoğu insan ders kitapları arasına sıkışmış olan bu konunun bizim yaşamımız için ne kadar hayati bir önem taşıdığını farketmez.
Önce bu lise bilgilerini bir hatırlayalım ve fotosentezin formülüne bakalım:
6H2O + 6CO2 + Güneş Işığı --> C6H12O6 + 6O2
Glukoz
Bu kimyasal reaksiyonda altı su molekülü ile altı karbondioksit molekülü, Güneş ışığının enerjisi sayesinde birleşmektedir. Ortaya çıkan ve glukoz olarak adlandırdığımız molekül, yüksek enerji içeren bir yapıdır ve tüm besinlerin temel taşını oluşturur.
Kısacası bitkiler fotosentez yaptıklarında, Güneş'ten gelen enerjiyi kullanarak besin üretmiş olurlar. Dünya üzerindeki tek besin üretimi, bitkilerin gerçekleştirdiği bu olağanüstü kimyasal işlemdir. Diğer tüm canlılar bu kaynaktan beslenir. Otobur hayvanlar bitkileri yediklerinde bu Güneş kaynaklı enerjiyi almış olurlar. Etobur hayvanlar ise bitkileri yemiş olan otobur hayvanları yemekle, yine Güneş kaynaklı enerjiyi elde ederler. Biz insanlar da hem bitkiler hem hayvanlar aracılığıyla yine aynı enerjiyi alırız. Bu nedenle, yediğimiz her elma, patates, çikolata ya da biftek, aslında bize Güneş'ten gelen enerjiyi verir.
Fotosentezin çok önemli bir başka sonucu daha vardır. Üstteki formüle dikkat ederseniz, fotosentezin glukoz yanında bir de altı oksijen molekülü açığa çıkardığını görürsünüz. Bitkiler bu şekilde hayvanlar ve insanlar tarafından sürekli "kirletilen" atmosferi temizlerler. İnsanlar ve hayvanlar, atmosferdeki oksijeni yakarak enerji elde ettikleri için, her nefes alışlarında atmosferdeki oksijen oranını biraz daha azaltırlar. Ama bu azalan oksijen, bitkiler tarafından yerine konur.
Kısacası, fotosentez olmasa, bitkiler olmaz, bitkiler olmadığında ise havyanlar ve biz insanlar da var olamayız. Üzerine bastığınız çimlerin, pek önemsemediğiniz ağaçların ya da salata malzemesi yaptığınız bitkilerin derinliklerinde gerçekleşen—ve henüz hiçbir laboratuvarda taklit edilemeyen—bu kimyasal reaksiyon, yaşamın temel şartlarından biridir.
Konunun dikkat çekici yanı ise, fotosentezin son derece iyi tasarlanmış bir işlem oluşudur. Dikkat ederseniz, bitkilerin gerçekleştirdikleri fotosentez ile, hayvanların ve insanların enerji tüketimleri arasında tam bir denge vardır. Bitkiler bize glukoz ve oksijen verirler. Biz ise hücrelerimizde glukozu oksijenle birleştirip "yakar", böylelikle bitkilerin glukoza eklemiş oldukları Güneş enerjisini açığa çıkarıp kullanırız. Yaptığımız şey, aslında fotosentezi tersine çevirmektir. Bunun sonucunda atık madde olarak karbondioksit çıkarır ve bunu ciğerlerimizle atmosfere veririz. Ama bu karbondioksit hemen bitkiler tarafından yeniden fotosentez için kullanılır. Bu mükemmel çevirim böylelikle sürer gider.
Şimdi bu işlemin ne kadar kusursuz bir uyumla yaratıldığını görebilmek için, işlemin içindeki faktörlerden yalnızca bir tanesinin üzerinde biraz yoğunlaşalım: Güneş ışığına.
Güneş ışığının Dünya üzerindeki yaşam için özel olarak tasarlandığını az önce incelemiştik. Acaba Güneş'in ışığı fotosentez için de özel olarak ayarlanmış mıdır? Yoksa bitkiler, kendilerine ne tip ışık gelirse gelsin, bu ışığı değerlendirip ona göre fotosentez yapabilecek bir esnekliğe sahip midir?
Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları yazmaktadır:
Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir... Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün Güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır.
Bu konuda örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir televizyonun, bir kanalın yayınını yakalayabilmesi için, doğru frekansa ayarlanmış olması gerekir. Kanalı başka bir frekansa ayarlayın, görüntü elde edemezsiniz. Aynı şey fotosentez için de geçerlidir. Güneş'i televizyon yayını yapan istasyon olarak kabul ederseniz, klorofil molekülünü de televizyona benzetebilirsiniz. Eğer bu molekül ve Güneş birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Ve Güneş'e baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi olduğunu görürüz.
Gözler ve Işık
Şimdiye kadar Güneş'ten bize gelen ışığın, elektromanyetik yelpazenin üç daracık alanını kapsayan çok özel bir ışık olduğunu gördük. Bu alanlar;
1) Görülebilir ışığın hemen altında kalan ve Dünya'yı ısıtan yakın kızılötesi ışınlar,
2) Görülebilir ışığın hemen üstünde kalan ve D vitamini sentezi için gerekli olan az miktardaki morötesi ışınlar,
3) Ve, hem görme yeteneğini, hem de bitkilerin fotosentez işlemini destekleyen "görülebilir ışık" alanlarıdır.
"Görülebilir ışık" alanlarının varlığı, fotosentez kadar görme yeteneğinin desteklenmesi açısından da son derece önemlidir. Çünkü biyolojik bir gözün, görülebilir ışığın—ve çok az oranda yakın kızılötesinin—dışında bir ışın türünü görmesi mümkün değildir.
Bunu açıklamak için görme işleminin nasıl gerçekleştiğini kısaca hatırlayalım. Görme, "foton" adı verilen ışık parçacıklarının göz merceğinden geçerek, gözün arka tarafında bulunan retina tabakası üzerine düşmesiyle başlar. Retina tabakasının yüzeyinde, ışığa duyarlı hücreler vardır. Bu hücrelerden her biri, kendisine isabet eden tek bir fotonu algılayabilecek yetenektedir. Fotonun enerjisi, bu hücrelerin içinde bol miktarda bulunan ve "rodopsin" adı verilen karmaşık bir molekülü harekete geçirir. Rodopsin başka molekülleri etkiler, o moleküller başka molekülleri harekete geçirir. Sonunda hücrenin içinde bir elektrik akımı oluşur ve bu akım sinirler aracılığıyla beyne yollanır.
Dikkat edilirse, burada sistemin en temel şartı, retinadaki hücrenin fotonu algılayabilmesidir. İşte bunun gerçekleşebilmesi için, bu fotonun görülür ışık sınırları içinde kalması şarttır. Çünkü daha farklı bir dalga boyundaki fotonlar, hücreler için ya çok zayıf ya da çok güçlü kalacaklar ve gereken reaksiyonu başlatamayacaklardır. Gözün boyutlarının küçültülmesi ya da büyütülmesi bir şey değiştirmez. Önemli olan, hücrenin boyu ile, fotonun dalga boyu arasındaki uyumdur.
Diğer ışınları algılayacak bir göz tasarlamak ise, karbon-temelli hayatın hüküm sürdüğü dünyada imkansızdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak "görülebilir ışık" sınırları içinde görebileceğini açıklar. Teorik olarak tasarlanabilecek başka hiçbir göz modelinin, farklı dalga boylarını görebilmesi mümkün değildir. Denton, şöyle yazmaktadır:
Ultraviyole, X ve gama ışınları çok fazla enerji taşırlar ve yüksek derecede tahrip edicidirler. Uzak kızılötesi ve mikrodalga ışınları da yaşam için zararlıdırlar. Yakın kızılötesi ve radyo dalgaları ise çok zayıf enerjiye sahip oldukları için tespit edilemezler... Sonuçta şu ortaya çıkmaktadır ki, pek çok nedenden dolayı, elektromanyetik yelpazenin görülebilir bölgesi, biyolojik görme yeteneği için uygun olan yegane bölgedir. Özellikle de insan gözüne benzer yüksek-çözünürlü kamera tipi omurgalı gözleri için, bu ışık aralığından başka uygun bir dalga boyu yoktur.
Tüm bunları birarada düşündüğümüzde ise, şu sonuca varırız: Güneş öyle ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, muhtemel ışık türlerinin sadece 1025'te 1'ini oluşturan bu aralık, hem Dünya'nın ısınması, hem kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi, hem bitkilerin fotosentez yapması, hem de Dünya üzerindeki canlıların görme yeteneğine sahip olması için en ideal aralıktır.
Doğru Yıldız, Doğru Gezegen, Doğru Mesafe
Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığın özel bir tasarım olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyenler şöyle bir mantık kurarlar: "Evrende Güneş'ten çok daha büyük ya da daha küçük yıldızlar vardır. Bunların da pekala kendi gezegen sistemleri olabilir. Bu yıldızlar eğer Güneş'ten daha büyükse, o zaman yaşam için ideal gezegen, Dünya ile Güneş arasındaki mesafeden çok daha uzakta olacaktır. Örneğin bir kırmızı devin etrafında Pluton'un mesafesinde dönen bir gezegen, bizim Dünyamız gibi ılık bir atmosfere sahip olabilir. Böyle bir gezegen, hayat için Dünya kadar uygun olacaktır."
Bu iddia çok önemli bir yönden geçersizdir: Farklı kütlelerdeki yıldızların farklı ışınlar yayacağını hesaba katmamaktadır.
Yıldızların yaydıkları ışınların hangi dalga boylarında olacağını belirleyen etken, bu yıldızların kütleleri ve kütleleri ile doğru orantılı olan yüzey sıcaklıklarıdır. Örneğin Güneş'in yakın mor ötesi, görülebilir ışık ve yakın kızılötesi ışınlar yaymasının nedeni, 6000°C civarında olan yüzey ısısıdır. Eğer Güneş'in kütlesi biraz daha büyük olsaydı, yüzey ısısı daha yüksek olurdu. Bu durumda da Güneş'in yaydığı ışınların enerji seviyeleri artar ve Güneş öldürücü etkiye sahip morötesi ışınları çok daha fazla yaymaya başlardı.
Bu durum bizlere, hayatı destekleyecek ışınları yayabilecek olan yıldızların, mutlaka bizim Güneş'imize çok yakın bir kütleye sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu yıldızların bir gezegende hayatı destekleyebilmeleri için de, bu gezegenin tam şu anda Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar uzakta olması şarttır.
Bir başka deyişle, bir kırmızı devin, mavi devin, ya da kütlesi Güneş'ten belirgin olarak farklı başka herhangi bir yıldızın etrafından dönen herhangi bir gezegen, hayat için bir barınak oluşturamaz. Hayatı destekleyecek tek enerji kaynağı Güneş gibi bir yıldızdır. Hayat için uygun tek gezegen mesafesi ise Dünya-Güneş mesafesidir.
Işık-Atmosfer Uyumu
Eğer atmosfer, bu ışınları geçirecek bir yapıya sahip olmasaydı, elbette bu ışınların bize hiçbir yararı olmazdı. Ama atmosferimiz, bu yararlı ışınların geçişine izin veren özel bir yapıya sahiptir.
İşin asıl ilginç olan yönü ise, atmosferin bu ışınların geçişine izin vermesi değil, sadece bu ışınların geçişine izin vermesidir. Çünkü atmosfer yaşam için gerekli olan görülebilir ve yakın kızılötesi ışınlarını geçirirken, yaşam için öldürücü olan diğer ışınların geçişini ise kesin biçimde engellemektedir. Bu ise, Güneş dışı kaynaklardan Dünya'ya ulaşan kozmik ışınlara karşı çok önemli bir "süzgeç" oluşturmaktadır. Denton bu konuyu şöyle açıklar:
Atmosfer gazları, görülebilir ışığın ve yakın kızılötesinin hemen dışında kalan tüm diğer ışınları ise çok güçlü bir biçimde yutarlar. Dikkat edilirse, atmosferin, elektromanyetik yelpazenin çok geniş alternatifleri içinde, geçişine izin verdiği yegane ışınlar görülebilir ışık ve yakın kızılötesini kapsayan daracık alandır. Neredeyse hiç gama, morötesi ve mikrodalga ışını Dünya yüzeyine ulaşmaz.
Buradaki tasarımın inceliğini görmemek mümkün değildir. Güneş 1025'te 1 ihtimalin arasından sadece bize yararlı olan ışınları yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınları geçirmektedir. (Güneş'in yolladığı çok az orandaki yakın morötesi ışınların büyük bölümü de, ozon tabakasına takılmaktadır.)
Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise, suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır. Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş'ten gelen ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir. Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya'daki tüm denizlerin ısısı birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana getirmektedir.
Suyla ilgili daha da ilginç bir başka nokta ise, görülebilir ışığın farklı renklerinin de suyun içinde farklı mesafelere kadar gidebilmesidir. Örneğin 18 metrenin altında kırmızı ışık sona erer. Sarı ışık 100 metre kadar bir derinliğe ilerleyebilir. Yeşil ve mavi ışık ise, 240 metreye kadar iner. Bu ise son derece önemli bir tasarımdır. Çünkü fotosentez için gerekli olan ışık, öncelikle mavi ve yeşil ışıktır. Suyun bu ışık rengini diğerlerinden çok daha fazla geçirmesi sayesinde, fotosentez yapan bitkiler denizlerin 240 metre derinliklerine kadar yaşayabilir.
Alıntıdır.
Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 10
Ütü
Eski Mısırlıların elbiselerini ütüledikleri mezarlarda bulunan elbiselerden (IO 2400) anlaşılıyorsa da bilinen en eski, odun kömürü yakılan tava biçimindeki ütü Çin’de bulunmuştur ve ÎO 3. yüzyıla aittir. Eski Yunanlılar IO 400 yılında keten kumaşlarda ‘pli’ yapmak için silindir biçiminde ısıtılmış çubuktan oluşan bir tür ütü kullanırlardı. İki yüzyıl sonra Romalılar düz, metal bir ‘mala’yla pli yapıyorlardı. İki tarafı vidalı pres ütüyü de onlar geliştirdiler. Ütülenmiş ve ütüyle pli yapılmış elbise giymek, toplumsal statü belirtisiydi. 15. yüzyıl Avrupa’sında tutamağı bulunan ve sık sık ateşte ısıtılması gereken metal levhalar ütü olarak kullanılmaya devam edilirken, daha zenginlerin evinde içine sıcak kömür konulan ütüler görünmeye başlamıştı.
19. yüzyılda evlere gazla aydınlanma girince, gazla ısınan ütü yapmaya çalışan birçok mucit çıktı. Tehlikelerinden dolayı yaygınlaşmayan bu ütüler evlere elektriğin girmesiyle biçim değiştirdiler ve ütü bundan sonra yaygınlaştı.
Henry W. Weely 1882’de ABD ’de ilk elektrikli ütünün patentini aldı. Weely’in ütüsü fişe takılı olduğunda yavaş yavaş ısınıyor fakat çabuk soğuyordu. Isıtma sorunu yanında 1905’e kadar elektrik evlerde yalnızca aydınlanmada kullanıldığı ve şirketler ancak güneş batınca evlere elektrik verdiği için elektrikli aletlerin yaygınlaşması zaten çok yavaştı.
Earl Richardson, hafif ütüyü üretmekle kalmadı, ev hanımlarıyla yaptığı deneyler sonucu, kadınların çoğunun Salı günleri ütü yapmayı yeğlediği ortaya çıkınca bu günlerde evlere gündüz bir saat elektrik verilmesi konusunda da çalıştığı elektrik şirketini ikna etti. Deneme başarılı olunca, ütü yaygınlaştı, evlere elektrik verilen saatler uzatıldı.
Buharlı ütüler ABD’de 1926’da piyasaya çıktı. Ütü yapma becerilerine güvenen ev kadınları, bu daha pahalı ütüyü almayı tercih etmediklerinden 1940’lara kadar buharlı ütü fazla rağbet görmedi. İlk buharlı ütülerin bir su deliği varken bunların sayısı önce ikiye, sonra dörde, altıya çıktı. Rekabet delik sayısı üstüne gelişti ve delikler küçülürken sayıları yetmişe kadar çıktı. Yeni kumaş türlerinin üretilmesi de buharlı ütülerin yaygınlaşmasında etkili oldu. 1995’e gelindiğinde musluk suyu kullanabilen, şok buharlı, krom çelik tabanlı, kordonsuz ütü piyasaya çıktı.
Ütü sözcüğü wtük biçimiyle Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ında yer alır ki, kızdırılarak elbiseye bastırılan mala biçiminde bir demir parçasından ibaret olan bu alet, Orta Asya’da eskiden elbiselerin yıpranana kadar giyilmesi âdet olmasına karşılık, toplumun bazı kesimlerinin ütü kullandığının da tanığıdır. Ütünün Çin kökenli olabileceği etimologlarca ileri sürülmüştür. Kaşgarlı Mahmud “Ol tonuğ ütidi” (O elbisesini ütüledi) örneği yanında “Ol başığ ütti” (o başının saçlarını ütüyle yaktı, ütüledi) örnek cümlesiyle ütü kültürünün genişliğini de yansıtır. Ütünün İngilizcede (iron: asıl anlamı demir) ve Fransızcada fere â repasser: asıl anlamı üstünden geçmek) ayrı bir adı yokken, üstelik Türkçe ütünün Rusça (utyug) dahil Balkan-Slav dilleri ve Farsçaya geçmiş olması, Orta Asya’nn bütün Altay dilleriyle birlikte en uzak ve arkaik Yakutçada (Sahaca) ötüülc biçiminde bulunması, Türklerin, Çinliler gibi ün salmasalar da, iyi ütücü olduğunu düşündürmektedir.
Dikiş Makinesi
Dikiş iğnesi insanlığın paleolitik dönemden beri kullandığı bir alettir. İnsan kırk bin yıl eliyle diktikten sonra, 1755’te İngiltere’de Charles Frederic Weissenthal tasarladığı dikiş makinesi için berat almak üzere başvurmuştu, ancak bu girişimini parasızlık nedeniyle hiçbir zaman gerçekleştiremedi. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren birçok dikiş makinesi mucidi ortaya çıktıysa da hiçbirinin makinesinin çalıştığı veya üretildiğine ilişkin bir bilgi yok. Bilinen en eski dikiş makinesi 1810 yılında yapılmış, ancak ilk başarılı üretime geçen girişim 1830’da gerçekleşti. Lyonlu terzi Barthelenıy Thimmonier ilk dikiş makinesini yaptı. Makinenin ilk örneği bile, tecrübeli bir terzi elle dakikada otuz ilmek yapabilirken bu sayıyı iki yüze çıkarak büyük hız sağlamıştı. Hız ve düzgün dikiş Thimmonier’i kısa sürede seksen makine çalıştıran biri haline getirdi ve terziler Thimmonier’in ‘fabrikasına saldırarak makineleri kırdılar, mucidi de az daha öldürüyorlardı.
1839’dan 1846’ya kadar dikiş makinesi üstünde çalışan ABD’li Elias Howe tığ yerine mekik kullanımını icat etti ve patentini aldı, fakat piyasada umduğunu bulamadı. Maliyeti 300 doların altına indiremeyen Howe, umutsuzluk içinde 1847’de İngiltere’ye gitti. Amerika’ya ancak gemide aşçılık yaparak dönebildiğinde, dikiş makinelerinin piyasada satıldığını gördü ve patentinin Isaac Singer’e ait olduğunu öğrendi.
Isaac Meritt Singer seyyar bir tiyatroda aktörlük yapıyordu; bir mağazada tamircilik yapmış ve dikiş makinesini geliştirmek üzere çalışmaya başlamıştı. Singer’in makinesi, Hovve’un kıvrımlı ve yatay hareket eden iğnesi yerine düz ve dikey hareket eden iğnesiyle üstündü. Singer’in başarısında ise pazarlama yetenekleri önemli rol oynamıştı; taksitle satış yapıyordu. Howe da kendi makinesini geliştirerek delikli iğneyle iki ayrı ipliği ilmiklemeyi başarmıştı. Singer de, beş çocuklu bir Quaker olan ve bıçak bileme aleti, şekeri kaşıkla döken şekerlik, dolmakalem, dolunca kapanan hokka, sokak süpürgesi, düz duvara tırmanma ayakkabısı mucidi Walther Hunt’la yürüttüğü çalışmalarla makinesini geliştirmişti. Sonuçta Singer ile Howe arasında açılan dava 1853’e kadar sürdü ve mahkeme patent haklarını bölüşmelerine karar verdi. Oysa Almanya’da 1856-70 yılları arasında Nicolaus Dürkopp ve Georg Michael Pfaff ayrı ayrı dikiş makinesi üreterek satmaya başlamışlar, İsviçre’de Husqvarna markası belirli bir pazar bulmuştu.
İlk ayaklı dikiş makinesini 1855’te Wheeler & Wilson yapmıştı. Singer’in ünlü dökme demir ve harf süslemeleri ve kabartma logolarla süslü ayaklı makineleri ise 1863’te piyasaya çıkmıştı. Bugün masuralı sanayi makineleri dakikada 7-10 bin ilmek atabiliyor, Singer’in son modelleri ise bilgisayar donanımlı.
Kemal Suman, Türkiye’ye ilk kez 1880’li yıllarda Alman Atlas ve İngiliz Jones marka dikiş makinelerinin girdiğini tespit ediyor. Sonra Alman markası Naumann ile Singer geliyor. Türkiye ve Yunanistan’da dikiş makinesi piyasasını uzun süre elinde tutan kişi Em. J. Mertzanoff etiketiyle Alman ve İngiliz mallarını pazarlayan Mercanov. Singer ise dikiş makinesinin kullanımını öğreten ‘muallime’leri ve mahallelerde açtığı bedava kurslarla piyasaya egemen oldu. 1900’lü yıllardan itibaren verdiği resmi bayilikler ve servis-tamir istasyonları ve taksitli satışlarıyla Singer neredeyse rakipsiz hale geldi. Fakat ipliği ‘kesmesi’, sıkışması, kumaşı yağlaması gibi zorlukları bir yana, acelesi olmayan ve elle yapılabilecek bir işe para yatırılmasını tuhaf bulan toplumda makine önceleri tereddütle karşılandı. Dikiş makinelerinin bayileri gibi alıcıları da Osmanlı toplumunda önce gayri Müslim yurttaşlar oldu. Erkek terzilerin tekelini kıran hanım terzilerin yaygınlaşması, sonuçta ev dikişinin terziden ucuza gelmesi ve Singer’in on binlerce kadına verdiği kurslarla dikiş makineleri yaygınlaştı.
Bugün mobilyaları veya ahşap kutularıyla antika eşya arasına giren eski dikiş makinelerinin yerini, her türlü ince işi de yapabilen elektrikli makineler aldı ama tekstil sektöründeki gelişmeler ve genç kızların yeni rüyaları nedeniyle dikiş makinesi her evin elzem ihtiyacı arasında görülmüyor.
Klima
Çin’de imparatorlar, Han Hanedanı zamanında İS 2. yüzyılda insan gücüyle, Tang Hanedanı zamanında 8. yüzyılda suyla çalışan dev pervanelerle serinlemişlerse de, bu sistemler saraylara mahsustur. Soğutma sistemlerinin kurulması elektriğin günlük kullanıma girmesinden sonra kolaylaşmıştır. Sorun, sıcak havadaki nemden kurtulmaktır. ‘Air-condition’ terimi bu konuda bir icat yapılmadan önce, fizikçi Stuart W. Cramer’in 1907’de dokumacılar için nem kontrolüyle ilgili bir çalışma sunmasıyla kullanıma girmiştir. Havaya belirli oranlarda buhar vermek o günden itibaren ‘conditioning’ olarak anılmıştır. 1914’de Willis Carrier ilk ticari air-condition sistemini kurduğunda isim buradan alınmıştır.
Carrier çalışmalarına, havanın ısısı ve nemi daima sorunlu olan matbaalar için, soğuk hava verdiği gibi havanın nemini de alan bir pervane sistemi geliştirerek başlamıştı. 1919’da Chicago’da ilk hava soğutmalı sinema açıldı, aynı yıl New York’un sayılı alışveriş merkezlerinden biri de air-condition taktırdı. 1925’te sistem tiyatrolara girdi ve 30’lu yıllarda ABD ’de yayıldı.
Türkiye’de klima sektörü bazı devlet tesislerindeki uygulamalar ve tekstil sektörünün ihtiyaçları ile kendisini gösterdi. İthal ürünler pahalı olduğu için, çeşidi az ve kalitesi düşük olmakla birlikte, yerli sanayi gelişti. İlk firma Tokar’dı. 1960’ların sonuna kadar Alarko ve Selnikel’in katılımıyla üç firma faaliyet gösterdi. 1975’te Atatürk Havalimanı’nın klima sistemini Alarko kurdu. 1980’den sonra turizm, iletişim, ulaşım alanlarında yaşanan gelişimler sonucu klima yaygınlaştı. Isıtmalı soğutmalı klima cihazları, pompa, hidrofor, brülör üreten Alarko’nun yanı sıra, 1997’de üretime başlayan Arçelik 2-3 yıldızlı otellerin taleplerini karşıladılar. Sinemalar, alışveriş merkezleri, büyük lokanta, otel, işyerleri ve dairelerle başlayan soğutma sistemleri kullanımı, teknolojinin gelişimi ve ucuzlaması ile eski pervane, bugünkü ‘fan’ların yerine ev tipi klimaların gündeme gelmesiyle gündelik yaşama girdi. 2000 yılında Arçelik yılda 300 bin adet hedefiyle ev tipi klima üretimine başladı. Bireysel klima pazarı % 50 oranında büyürken merkezi klimada gelişim % 5-10 arasında kaldı.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...