11 Mayıs 2022 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 10

 


Ütü


Eski Mısırlıların elbiselerini ütüledikleri mezarlarda bulunan elbiselerden (IO 2400) anlaşılıyorsa da bilinen en eski, odun kömürü yakılan tava biçimindeki ütü Çin’de bulunmuştur ve ÎO 3. yüzyıla aittir. Eski Yunanlılar IO 400 yılında keten kumaşlarda ‘pli’ yapmak için silindir biçiminde ısıtılmış çubuktan oluşan bir tür ütü kullanırlardı. İki yüzyıl sonra Romalılar düz, metal bir ‘mala’yla pli yapıyorlardı. İki tarafı vidalı pres ütüyü de onlar geliştirdiler. Ütülenmiş ve ütüyle pli yapılmış elbise giymek, toplumsal statü belirtisiydi. 15. yüzyıl Avrupa’sında tutamağı bulunan ve sık sık ateşte ısıtılması gereken metal levhalar ütü olarak kullanılmaya devam edilirken, daha zenginlerin evinde içine sıcak kömür konulan ütüler görünmeye başlamıştı.


19. yüzyılda evlere gazla aydınlanma girince, gazla ısınan ütü yapmaya çalışan birçok mucit çıktı. Tehlikelerinden dolayı yaygınlaşmayan bu ütüler evlere elektriğin girmesiyle biçim değiştirdiler ve ütü bundan sonra yaygınlaştı.

Henry W. Weely 1882’de ABD ’de ilk elektrikli ütünün patentini aldı. Weely’in ütüsü fişe takılı olduğunda yavaş yavaş ısınıyor fakat çabuk soğuyordu. Isıtma sorunu yanında 1905’e kadar elektrik evlerde yalnızca aydınlanmada kullanıldığı ve şirketler ancak güneş batınca evlere elektrik verdiği için elektrikli aletlerin yaygınlaşması zaten çok yavaştı.


Earl Richardson, hafif ütüyü üretmekle kalmadı, ev hanımlarıyla yaptığı deneyler sonucu, kadınların çoğunun Salı günleri ütü yapmayı yeğlediği ortaya çıkınca bu günlerde evlere gündüz bir saat elektrik verilmesi konusunda da çalıştığı elektrik şirketini ikna etti. Deneme başarılı olunca, ütü yaygınlaştı, evlere elektrik verilen saatler uzatıldı. 

Buharlı ütüler ABD’de 1926’da piyasaya çıktı. Ütü yapma becerilerine güvenen ev kadınları, bu daha pahalı ütüyü almayı tercih etmediklerinden 1940’lara kadar buharlı ütü fazla rağbet görmedi. İlk buharlı ütülerin bir su deliği varken bunların sayısı önce ikiye, sonra dörde, altıya çıktı. Rekabet delik sayısı üstüne gelişti ve delikler küçülürken sayıları yetmişe kadar çıktı. Yeni kumaş türlerinin üretilmesi de buharlı ütülerin yaygınlaşmasında etkili oldu. 1995’e gelindiğinde musluk suyu kullanabilen, şok buharlı, krom çelik tabanlı, kordonsuz ütü piyasaya çıktı.


Ütü sözcüğü wtük biçimiyle Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ında yer alır ki, kızdırılarak elbiseye bastırılan mala biçiminde bir demir parçasından ibaret olan bu alet, Orta Asya’da eskiden elbiselerin yıpranana kadar giyilmesi âdet olmasına karşılık, toplumun bazı kesimlerinin ütü kullandığının da tanığıdır. Ütünün Çin kökenli olabileceği etimologlarca ileri sürülmüştür. Kaşgarlı Mahmud “Ol tonuğ ütidi” (O elbisesini ütüledi) örneği yanında “Ol başığ ütti” (o başının saçlarını ütüyle yaktı, ütüledi) örnek cümlesiyle ütü kültürünün genişliğini de yansıtır. Ütünün İngilizcede (iron: asıl anlamı demir) ve Fransızcada fere â repasser: asıl anlamı üstünden geçmek) ayrı bir adı yokken, üstelik Türkçe ütünün Rusça (utyug) dahil Balkan-Slav dilleri ve Farsçaya geçmiş olması, Orta Asya’nn bütün Altay dilleriyle birlikte en uzak ve arkaik Yakutçada (Sahaca) ötüülc biçiminde bulunması, Türklerin, Çinliler gibi ün salmasalar da, iyi ütücü olduğunu düşündürmektedir.




Dikiş Makinesi


Dikiş iğnesi insanlığın paleolitik dönemden beri kullandığı bir alettir. İnsan kırk bin yıl eliyle diktikten sonra, 1755’te İngiltere’de Charles Frederic Weissenthal tasarladığı dikiş makinesi için berat almak üzere başvurmuştu, ancak bu girişimini parasızlık nedeniyle hiçbir zaman gerçekleştiremedi. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren birçok dikiş makinesi mucidi ortaya çıktıysa da hiçbirinin makinesinin çalıştığı veya üretildiğine ilişkin bir bilgi yok. Bilinen en eski dikiş makinesi 1810 yılında yapılmış, ancak ilk başarılı üretime geçen girişim 1830’da gerçekleşti. Lyonlu terzi Barthelenıy Thimmonier ilk dikiş makinesini yaptı. Makinenin ilk örneği bile, tecrübeli bir terzi elle dakikada otuz ilmek yapabilirken  bu sayıyı iki yüze çıkarak büyük hız sağlamıştı. Hız ve düzgün dikiş Thimmonier’i kısa sürede seksen makine çalıştıran biri haline getirdi ve terziler Thimmonier’in ‘fabrikasına saldırarak makineleri kırdılar, mucidi de az daha öldürüyorlardı.

1839’dan 1846’ya kadar dikiş makinesi üstünde çalışan ABD’li Elias Howe tığ yerine mekik kullanımını icat etti ve patentini aldı, fakat piyasada umduğunu bulamadı. Maliyeti 300 doların altına indiremeyen Howe, umutsuzluk içinde 1847’de İngiltere’ye gitti. Amerika’ya ancak gemide aşçılık yaparak dönebildiğinde, dikiş makinelerinin piyasada satıldığını gördü ve patentinin Isaac Singer’e ait olduğunu öğrendi.


Isaac Meritt Singer seyyar bir tiyatroda aktörlük yapıyordu; bir mağazada tamircilik yapmış ve dikiş makinesini geliştirmek üzere çalışmaya başlamıştı. Singer’in makinesi, Hovve’un kıvrımlı ve yatay hareket eden iğnesi yerine düz ve dikey hareket eden iğnesiyle üstündü. Singer’in başarısında ise pazarlama yetenekleri önemli rol oynamıştı; taksitle satış yapıyordu. Howe da kendi makinesini geliştirerek delikli iğneyle iki ayrı ipliği ilmiklemeyi başarmıştı. Singer de, beş çocuklu bir Quaker olan ve bıçak bileme aleti, şekeri kaşıkla döken şekerlik, dolmakalem, dolunca kapanan hokka, sokak süpürgesi, düz duvara tırmanma ayakkabısı mucidi Walther Hunt’la yürüttüğü çalışmalarla makinesini geliştirmişti. Sonuçta Singer ile Howe arasında açılan dava 1853’e kadar sürdü ve mahkeme patent haklarını bölüşmelerine karar verdi. Oysa Almanya’da 1856-70 yılları  arasında Nicolaus Dürkopp ve Georg Michael Pfaff ayrı ayrı dikiş makinesi üreterek satmaya başlamışlar, İsviçre’de Husqvarna markası belirli bir pazar bulmuştu.


İlk ayaklı dikiş makinesini 1855’te Wheeler & Wilson yapmıştı. Singer’in ünlü dökme demir ve harf süslemeleri ve kabartma logolarla süslü ayaklı makineleri ise 1863’te piyasaya çıkmıştı. Bugün masuralı sanayi makineleri dakikada 7-10 bin ilmek atabiliyor, Singer’in son modelleri ise bilgisayar donanımlı.


Kemal Suman, Türkiye’ye ilk kez 1880’li yıllarda Alman Atlas ve İngiliz Jones marka dikiş makinelerinin girdiğini tespit ediyor. Sonra Alman markası Naumann ile Singer geliyor. Türkiye ve Yunanistan’da dikiş makinesi piyasasını uzun süre elinde tutan kişi Em. J. Mertzanoff etiketiyle Alman ve İngiliz mallarını pazarlayan Mercanov. Singer ise dikiş makinesinin kullanımını öğreten ‘muallime’leri ve mahallelerde açtığı bedava kurslarla piyasaya egemen oldu. 1900’lü yıllardan itibaren verdiği resmi bayilikler ve servis-tamir istasyonları ve taksitli satışlarıyla Singer neredeyse rakipsiz hale geldi. Fakat ipliği ‘kesmesi’, sıkışması, kumaşı yağlaması gibi zorlukları bir yana, acelesi olmayan ve elle yapılabilecek bir işe para yatırılmasını tuhaf bulan toplumda makine önceleri tereddütle karşılandı. Dikiş makinelerinin bayileri gibi alıcıları da Osmanlı toplumunda önce gayri Müslim yurttaşlar oldu. Erkek terzilerin tekelini kıran hanım terzilerin yaygınlaşması, sonuçta ev dikişinin terziden ucuza gelmesi ve Singer’in on binlerce kadına verdiği kurslarla dikiş makineleri yaygınlaştı.


Bugün mobilyaları veya ahşap kutularıyla antika eşya arasına giren eski dikiş makinelerinin yerini, her türlü ince işi de yapabilen elektrikli makineler aldı ama tekstil sektöründeki gelişmeler ve genç kızların yeni rüyaları nedeniyle dikiş makinesi her evin elzem ihtiyacı arasında görülmüyor.



Klima


Çin’de imparatorlar, Han Hanedanı zamanında İS 2. yüzyılda insan gücüyle, Tang Hanedanı zamanında 8. yüzyılda suyla çalışan dev pervanelerle serinlemişlerse de, bu sistemler saraylara mahsustur. Soğutma sistemlerinin kurulması elektriğin günlük kullanıma girmesinden sonra kolaylaşmıştır. Sorun, sıcak havadaki nemden kurtulmaktır. ‘Air-condition’ terimi bu konuda bir icat yapılmadan önce, fizikçi Stuart W. Cramer’in 1907’de dokumacılar için nem kontrolüyle ilgili bir çalışma sunmasıyla kullanıma girmiştir. Havaya belirli oranlarda buhar vermek o günden itibaren ‘conditioning’ olarak anılmıştır. 1914’de Willis Carrier ilk ticari air-condition sistemini kurduğunda isim buradan alınmıştır.

Carrier çalışmalarına, havanın ısısı ve nemi daima sorunlu olan matbaalar için, soğuk hava verdiği gibi havanın nemini de alan bir pervane sistemi geliştirerek başlamıştı. 1919’da Chicago’da ilk hava soğutmalı sinema açıldı, aynı yıl New York’un sayılı alışveriş merkezlerinden biri de air-condition taktırdı. 1925’te sistem tiyatrolara girdi ve 30’lu yıllarda ABD ’de yayıldı.


Türkiye’de klima sektörü bazı devlet tesislerindeki uygulamalar ve tekstil sektörünün ihtiyaçları ile kendisini gösterdi. İthal ürünler pahalı olduğu için, çeşidi az ve kalitesi düşük olmakla birlikte, yerli sanayi gelişti. İlk firma Tokar’dı. 1960’ların sonuna kadar Alarko ve Selnikel’in katılımıyla üç firma faaliyet gösterdi. 1975’te Atatürk Havalimanı’nın klima sistemini Alarko kurdu. 1980’den sonra turizm, iletişim, ulaşım alanlarında yaşanan gelişimler sonucu klima yaygınlaştı. Isıtmalı soğutmalı klima cihazları, pompa, hidrofor, brülör üreten Alarko’nun yanı sıra, 1997’de üretime başlayan Arçelik 2-3 yıldızlı otellerin taleplerini karşıladılar. Sinemalar, alışveriş merkezleri, büyük lokanta, otel, işyerleri ve dairelerle başlayan soğutma sistemleri kullanımı, teknolojinin gelişimi ve ucuzlaması ile eski pervane, bugünkü ‘fan’ların yerine ev tipi klimaların gündeme gelmesiyle gündelik yaşama girdi. 2000 yılında Arçelik yılda 300 bin adet hedefiyle ev tipi klima üretimine başladı. Bireysel klima pazarı % 50 oranında büyürken merkezi klimada gelişim % 5-10 arasında kaldı.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Alaattin tepesi / Konya

 


Kediler nasıl hep dört ayak üstüne düşerler?

 Bilimsel olarak izahı biraz zor. Bilime göre düşen bir cisme dışarıdan bir kuvvet uygulayamazsanız, ona açısal bir dönme hareketi kazandıramazsınız. Gerçi bir kule atlayıcısı, havuza düşmeden önce havada birkaç kez takla atar, kendi ekseni etrafında döner ama bu tramplen veya kuleyi terk ederken ayakları ile başlattığı bir dönme hareketidir.

Sırtüstü düşen bir kedi önce bacaklarını kendisine, kuyruğunu da bacaklarının arasına çeker, başını yere bakacak şekilde döndürür. Belli bir noktada tam tersini yaparak bacaklarını ve kuyruğunu açar ve vücudu tam ters yöne, yani yere doğru döner. Böylece paraşüt etkisi yaratarak, hızını da frenler ve inişin yumuşak olmasını sağlar.

Yapılan deney ve gözlemlerde bir kedinin alçak bir yerden düşmesinin, yüksek bir yerden düşmesine göre çok daha fazla hasar yaratacağı tespit edilmiştir. Örneğin yaklaşık bin metre yüksekliğindeki, otuz iki katlı bir binanın tepesinden düşen bir kediye hiçbir şey olmazken, yedi katlı binalardan düşenlerde ciddi sakatlıklar, hatta ölüm vakaları görülmüştür. Bilim insanları bunu da "limit hızı" ile izah ediyorlar.

Havadan yere düşen cisimler, önce gittikçe artan bir hızla yere düşerler. Sonra kütlelerine bağlı olarak belirli bir mesafede hızdaki bu artış durur ve "limit hız" denilen sabit bir hızla yere düşmeye devam ederler. Yani bir gökdelenin tepesinden atılan madeni bir paranın yere düşme anındaki hızı ile uçaktan atılan (aynı) paranın hızı arasında bir fark yoktur. İyi ki de yoktur, çünkü bu "limit hız" olmasaydı ve cisimler gittikçe artan bir hızla düşmeye devam etselerdi, yağmur damlaları kafamıza kurşun gibi düşebilirlerdi.

Bu teoriye göre yüksekten düşen kediler, yaklaşık saatte yüz kilometre sürate gelince limit hıza ulaşırlar, artık hep aynı hızda düşerler ve stresi atlatıp, kendilerine gelir ve gevşerler. Başlangıçta bahsettiğimiz dönme hareketini yaptıktan sonra, Avustralya'da yaşayan uçan sincapların uçuşuna benzer şekilde, tüm vücutlarını paraşüt gibi kullanarak, yaralanma olasılığını en aza indirerek, yere inerler.

Tabii bütün bu deney sonuçları ve teoriler, hayvan hastanelerine gelen kediler göz önüne alınarak ortaya çıkartılmıştır. Yüksekten düşüp de ölen veya alçaktan düşüp, ölmeyip, olay yerini terk eden, her iki şekilde de hayvan hastanelerine uğramamış kedilerin sayıları bilinmiyor.


Alıntıdır.


Safranbolu

 


Irak Türkiye Sınırı Hezil Çayı / Silopi

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 13

 ALCI


Şeytan kovucu. Albıs'ı kovma yeteneği olan, albastıyı tedavi edebilen kişi. Cin çıkaran. Al Ocağı adı verilen ve bu tür rahatsızlıkların sağaltımı (tedavisi) için gidilen mekanların piri veya koruyucusudur. Eski Türk inancında, yeni doğum yapmış lohusa kadınlara musallat olan Albıs denilen kötü ruhları kovabilen ve albasması'na karşı koruyabilme gücüne sahip olduğuna inanılan kişilere "Alcı/Alçı/ Alçu" denirdi. Türkler Anadolu'ya göç edince Alcı'lar da Anadolu'nun çeşitli yörelerine yerleşerek çok sayıda Al Ocağı kurmuşlardır. Bunlar daha sonraları evliya mezarlarıyla özdeşleşmiştir.



ALDAÇI


Ölüm tanrısı. İnsanların canlarını alır.  Uzun  kara  giysileri  ve kara bir atı vardır. Görünümü heybetli ve korku vericidir. Geçtiği yerlere korku salar. Erlik'in elçisidir ve onun tarafından  gönderilir. Bir evden ölü  çıktıktan  sonra  Aldaçı'nın  emrindeki  ölümcül  ruhlar  o evde yedi gün kalırlar. Yönettiği ölüm ruhlarına da Aldaçılar adı verilir. Bu nedenle o evden yedi gün boyunca bir şey çıkmaz ve girmez. İslam sonrası Azrail'le özdeşleşmiştir ve halk inancındaki tüm özellikleri ona aktarılmıştır.

ALIG HAN


Körler tanrısı. Kör bir ihtiyar kılığındaki dağ ruhudur. Dağlardaki at sürülerini korur ve bir rivayette kanatlı atlar yüzünden kör olmuştur. Köroğlu Destanı'ndaki "Kör Ata" motifinin arkaik varyasyonudur. Köroğlu'nun babası da hediye ettiği bir kötü görünümü at nedeniyle bulunduğu yörenin beyi tarafından kör edilmektedir. Fakat daha sonra bu at bir ahırda güneş görmeden kırk gün bekleyince sıra dışı özellikleri belirir. Babası rüyasında oğlunun kordan (ateşten) doğacağını görür ve bu "kor" bir sınavı simgelemektedir. Köroğlu'na ozanlık yeteneğini, savaşçılığını ve atını veren   de   babasıdır.   Böylece daha eski çağlarda bir tanrı konumunda olan bu kişilik Köroğlu destanında baba kimliğine bürünür. Alığ Han, suları gençlik (veya ölümsüzlük)   veren Koşabulak'ı   (İkiz Pınar'ı)   korur. Bu ölümsüzlük en azından mecazen geçerli olmuş ve onu içen Köroğlu'nun adı hep yaşamıştır. İslam öncesi Türklerde zaten yaygın olarak kullanılan "Alı/Alu" şeklindeki bir isim mevcuttur. Örneğin Alu Beşe (Ali Paşa) adlı gerçekte yaşamış bir ozan her iki isimle de tanınmaktadır. Bir görüşe göre, İslam sonrası Türk toplumunda Hz. Ali'nin önemli bir yer edinmesi bu ad benzerliğinin bir sonucudur. Hz. Ali'nin yiğitliği, savaşçılığı, Zülfikar'ı Türk kültüründe büyük ilgi çekmiştir. Azerbaycan halk öykülerinde kahramanlara Buta (Bade) veren, onlara yetenek bahşeden çoğu zaman Hz.   Alidir. Gerçekten de Köroğlu'nun adı da Alidir (Azeri versiyonunda babasının adı Alı Kişidir). Yaşar Kemal'in "İnce Memed" adlı yapıtını oluşturan dört kitabın sonunda da benzer cümlelerle yamacındaki çakır dikenliğin üç gün üç gece yandığı söylenen, yanan dikenlerden çığlığa benzer seslerin gelişi anlatılan dağın adı Ali Dağıdır. Bu olay kitapta şu cümleyle ifade edilmektedir: "Bu ateşle birlikte de Ali Dağı'nın doruğunda bir top ışık patlar. Dağın başı üç gece ağarır, gündüz gibi olur." Kafkas Nart Destanlarında ise 'Alavgan/Alıvgan'' adlı bir kahramandan bahsedilir ve sözcük ayı manasıyla da alakalı görülür. 


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak